Follow

Biricik ve Köksap

Gilles Deleuze'ün Diyalektik Cini

H. İbrahim Türkdoğan

Biricik bir köksaptır, her an ve her yerde açar güllerini, dalgalandırır yapraklarını, tadar atmosferi, çeker içine güneşi keyfince, süzülür rüzgârlarında dağların, çatılarında köylerin, duvarlarında kentlerin ve sararıp solar –Hiç’e karışmadan önce.

Giriş

Bir hiciv yazmayı düşünmüyorum. Max Stirner aşırı bir nihilist –Deleuze için. Deleuze ki us’u bir yargıç, bir başyargıç ve her ussalı köle olarak görür. Deleuze ki düzenden nefret eder, kaos ile özdeşleşir, kökü ve kökleri ateşe verir, her an her yerde oluş kalabalığına soyunur –yersizyurtsuz. Kim aşırı? Yersizyurtsuz bir –Biricik olmak istemez miydi Deleuze? Her an kendini yaratan, modern bir üslupla, kendini dizayn eden, tepeden tırnağa biricik bir arzu makinesi olmak istemez miydi –Deleuze? Yoksa her organın bir arzu makinesine dönüştüğü bir Biricik beden mi, demem gerekir? Bu figür değil miydi zaten Deleuze, en azından eserlerinde?

Deleuze “Kant’ın Eleştiri Felsefesi”nden “Harikalar Diyarında Alice”e kadar geniş yelpazeli bir filozoftur. Birinde aşkın bir anlam ötekinde düşkün bir anlam bulmak olası hatta biri öteki ile yer de değiştirebilir. Alice derin bir düşüşten sonra kanat takıp geldiği yerden daha yüksek bir boyuta uçabilir ve Kant Alice’in düştüğü yeri zemin alıp daha da derinlere inebilir ya da aynanın arkasında kaybolan Alice, gerçeklerin düşlerle şiddetli bir şekilde seviştiği bilinçdışı kapıların birinden aşırı arzu istenciyle post-modern bir Kant olarak Königsberg’e dönüş de yapabilir.

Klasik felsefenin, felsefeyle az ya da çok ilgilenen herkese asırlar sonra “nihayet” dedirttiği yeni bir ekol olarak 1960’ların sonuna doğru Paris’te dünyaya geldi post-modern felsefe. Eğer daha önce Ödipusçu ailelerimizce gerçekleştirilmediyse, bizi hadım eden kapitalizm odaklı psikanalizin sonunun başlangıcı olarak adlandırabileceğimiz bu düşünce akımı (akışı) muhafazakâr halkı ürkütürken tüm Freudcu-Marksist girişimcileri de kapitalizmin işsizlik ordusuna salıverdi. Buna ben özellikle sevinmiştim, zira akademisyenlerin işsiz kalması durumunda lümpen sınıfın elemanları artacaktı, bu da komünizmin bir daha, en azından uzun bir süre dirilmemesi demekti.

Gizemcilerin “her şey birbiriyle iç içedir” meşhur sözü sanırım hiç bu kadar canlı kanlı yaşanmadı; zira Deleuze’ün, biricik “şefaatçisi” Félix Guattari ile birlikte yazdığı eserleri tam da bu sloganı dile getiriyor ama bilindiği gibi rasyonel bir düzlemde değil, tamamen ya da neredeyse tamamen bilinçdışı bir düzlemde.

Felsefe, sinema, bilim, resim, müzik karşılıklı değiş tokuş ilişkiler içine girerek yepyeni kavramlar üretir. Kavram bir zevk meselesi: Kavramı yaratmak da kavramı incelemek de. Ancak her filozofun kavramını her okur sevemez. Heidegger okuyanların psikolojisi içtenlikli kahkahalara elverişli değilse eğer, bolca düşünsel spazm yaşayacaklardır. Ya da yeterince mazoşist bir bilinçdışına sahiplerse, o zaman her biri devasa bir haz makinesine dönüşecektir –pasif de olsalar.

Heterojen bir “çift” olan Marx-Engels’in tersine Deleuze-Guattari homojen bir çift olarak aynı boyutta yazabiliyorlardı. Ve otoriter yoldaşlığın sembolü olan Marx-Engels’in tersine Deleuze-Guattari anarşizan ve kaotik bir ilişkinin sembolleriydi. Kaotik bir psikolojinin kralı olan Nietzsche’ye aşırı ilgisi şaşırtıcı değildir Deleuze’ün, bir dönem Kant’la haşır-neşir olmuş olsa da.

Soğuk Bir Yaklaşım

Stirner gibi us odaklı bir düşünüre Deleuze ancak psikolojik bir soğuklukla yaklaşabiliyor, mesafeli bir yaklaşım, “dokun ve hemen kaç” stratejisi izlerini bırakıyor metin boyunca. Stirner felsefesiyle çok benzer yanları olsa da. Us bir mahkemedir, “tinlerin cumhuriyeti”dir, us devletinde “saf akla boyun eğersiniz”, Deleuze’e göre. Stirner itiraz etmezdi, “cinlerin cumhuriyeti” diye eklerdi, zira Hegel ile hesaplaşmasında Hegel’in tininin Hıristiyan cinlerle aynı mekânda dans ettiğini vurguluyordu. Ve Stirner us eleştirisini son aşamaya taşımaktan haz alıyordu, usu susturmak için bu zorunludur. Bu noktada Stirner’in yaptığına eleştiri denmez, çünkü eleştiri sadece yüzeysel bir dokunuştur, ne kadar radikal olursa olsun. Stirner usu susturmakla onu imha etmiştir. İşte o zaman “meselesini Hiç”e bırakabilmiştir. Deleuze, Stirner ile bu yolu sonuna kadar yürüyemezdi. Us’u terk edip sanatla, sinemayla ilgilenirdi. Göreceğimiz gibi bu soğukluğun başka nedenleri de olacaktır.

Deleuze’ün dil üzerine yaptığı incelemeleri Stirner’in dil analiziyle çelişmez: “Anadilinde yabancı gibi olmak.” […] “Tek dilde bile ikidilli olmamız gerekir.” […] “Chomsky’nin sözdiziminin damgacılığı bile bir iktidar markasıdır.”[1] Biraz yüzeysel de olsa bu eleştiri Stirner’in analizinin bir yansıması olarak görülebilir: “Dil ya da ‘söz’ Bize en çok kan kusturandır, çünkü bir saplantılı fikirler ordusuyla Bize karşı hareket eder.”[2] Deleuze, kan kusturan bu makineye dokunmuyor, ona yeni bir yapı kazandırmak istemekle insan dünyasının tamamen değişeceğini düşünüyor. Mauthner’in deyimiyle “sözcük inançlısı ya da sözcük dindarıdır.” Bu nedenle onlarca sözcük yaratmak gerekli bulunmuştur. Bütün eleştirmenlerin yaptığı gibi Deleuze de bir düşünceye karşı başka bir düşünceyi savunmuştur. Oysa Stirner tin cumhuriyetini tüm zamanlar için sonlandırır:

“’Ben” – “Ben”den yola çıkan Ben – ne bir düşünceyim ne de düşünmeyim. Ben’de, şu adlandırılamayan Ben’de, düşüncelerin, düşünmenin ve tinin saltanatı paramparça olur.”[3]

Olasıdır ki Deleuze Stirner gibi meselesini Hiç’e bırakmayıp tüm sosyalistler, anarşistler ve Marksistler ve diğerleri gibi İnsan’ı yeni bir boyuta taşımak ister. Burada Nietzsche’nin üstinsanına başvurur, onunla yeni bir taslak, bir kuram, bir proje tasarlamak ister. Stirner’in Biricik’inde bir proje görmemiş olması onu düş kırıklığına düşürmüş olabilir. Ancak üstinsan İnsan’ı aşağılamakla yetinen belirsiz bir köpük ve gölge yığınından başka bir şey değildir. Metafizik bir imge. Üstinsan, başlı başına bir soyut dünyanın ve dinsel-metafizik bir âlemin karmaşık bir figürüdür. Bütün sanatsal figürler gibi o da bu özelliklere sahip olma hakkına sahiptir. Ancak felsefi bir figür olarak Biricik’ten dünyalarca uzaktır. Kimliklerden arınan Biricik, doğal olarak sadece Hiç’te kendini yaratacaktır. Ve bu Hiç Biricik’in doğduğu yer olduğu gibi, aynı zamanda onun kendini şekillendirdiği ve tükettiği yerdir.

Deleuze eserlerinde metafiziği terk edememektedir, biraz sanat, biraz felsefe ile yaşamı ideal (aşkın) bir boyutta yeniden dizayn etme heveslisi bir düşünür. Stirner’in Biricik’i, aşağıda açıklayacağım gibi hem İnsan’a hem de üstinsana alternatif somut bir Ben’dir.

Deleuze, inceleyebildiğim kadarıyla, eserlerinde Stirner ile yalnızca bir kez karşılaşmaya çalışır. Daha başından söylemem gerekir ki bu “karşılaşmanın” gerçekleştiği yer, ana başlık, alt başlıklar o kadar tuhaf ki metnin kendisinden de farklı bir şey beklenilemiyor. “Nietzsche ve Felsefe” adlı eserinde “Üstinsan: Diyalektiğe Karşı” başlığını taşıyan 5. Bölüm. Daha da garip olan: bu bölümün “Hegelciliğe Karşı” adlı bir alt bölümü. Uzun bir süre Nietzscheci sözcük dağarcığında metafizik imgelerle boğuştuktan sonra Hegel’e gelir, oradan da Stirner’e. Uzun bir yol, sıkıcı bir yol, soğuk bir yol, gereksiz bir yol. Kitap bir bütün olarak Hıristiyan-Musevi imgelerle dolup taşmakta. Batı felsefesini kemiren bir Hıristiyanlığa tanık oluyorum bu kitapta. Bir filozof vicdan kavramıyla ne kadar ilgilenir ki? Aziz Paulus ve onun imgeleri ile ne kadar uğraşabilir ki? Ah Yüce Tanrım, aşk olsun sana, okuyan evlatlarına neden bu kadar acı çektiriyorsun! Benim için adını duymak bile fazla! Sanırım koyu bir ateist bu kitabı birkaç sayfa sonra elinden bırakırdı. Monoteizm kadar mide bulandıran dinsel fantezi bulmak zor yeryüzünde. Batı felsefesinde bununla bu çağda bu denli karşılaşmak zaman kaybı. Ne var ki, Stirner’e olan ilgim bunu gerektiriyor. (Deleuze’ün başka kitaplarını daha ilginç buluyor ve kısmen de beğeniyorum).

Stirner Tanrı, vicdan, din, kilise, ulus, devlet, aile bütün genel yapıları hiyerarşik bir düzenleme yapmadan paramparça ediyor. Başka bir ifadeyle, Hegel, Feuerbach ve öteki genel filozofları göz önünde bulundurup “eleştirinin eleştirisini” yaparken, her an her yerde kendini yeniden yaratan kimliksiz bir Biricik sunuyor. Nietzsche vicdan ve hınç konularına o kadar odaklanıyor ve Deleuze buna o kadar önem veriyorsa, bu kişilerin bu kavramların egemenliğinden kurtulamadığı ortaya çıkıyor. Bu kavramların Nietzsche üzerindeki gücü devasa bir canavarı çağrıştırıyor, tüm boğuşmalarına karşın Nietzsche hassaslığına yenik düşüyor ve biz okurlar onun sayfalara sergilenmiş ezikliğine tanık oluyoruz. Deleuze bu kavramlar karşısında Nietzsche’nin güçsüzlüğünü bir silah olarak kullanarak Nietzsche ile birlikte kendini yüzeye çıkarmaya çalışıyor ama nafile, hınç ve vicdanın ahlak darbeleri kalıcılığını koruyor.

Mauthner Stirner-Nietzsche karşılaştırmasında haklı olarak Stirner’in çok daha özgür olduğunu vurguluyor. Bütün bir kitabı Hıristiyanlığa adayan bir Nietzsche, ona karşı açtığı savaş, Hıristiyanlığın Nietzsche üzerindeki dehşetli egemenliğini ve ölümcül baskısını gösterir. Mauthner: “Stirner, inançlılık ve ateizmden ötede ‘sonsuz’ âhlâkın ruhsuz safsatasını soğuk bir alayla geri çevirirken, ki kendisi artık ne bir Hıristiyandır ne de bir ‘İnsan’; Nietzsche, kendini tahrip edercesine […] düşüncesinde herhangi bir Hıristiyan zihniyetli zehirli mikrop saklı mı diye korka korka hissetmeye ve varsa eğer, onu kökünden kazımaya çalışacaktır, kanının son damlasını onun yüzünden akıtmak zorunda kalsa da. Bu noktada Stirner'den daha az özgürdür, Feuerbach’tan da; […] Hıristiyanlığa saldırmak için kendini en aşırı şekilde vahşice ve öfkeyle kırbaçlıyor.”[4]

Analitik felsefe hariç neredeyse Batı felsefesinin tümünün Hıristiyan-Musevi ağırlıklı oluşu bir daha gözüme batıyor. (Antik felsefenin tarihsel konumu farklıdır).

Deleuze’ün başka düzeyde ilginç bir yaklaşımına kısaca değinip nihilizm sorununa geçeceğim. Nietzsche’den yaptığı alıntılardan biri: “En çok endişe duyanlar soruyorlar bugün. ‘İnsan nasıl korunacak?’ Zerdüşt ise, bunu soran ilk ve tek kişi olarak soruyor: ‘İnsan nasıl aşılacak?’ Üstinsan, benim gönlümde olan: Benim için biricik şey odur – insan değil: yakınım değil, en fakir değil, en muzdarip değil, en iyi değil.”[5] Burada bir dipnot düşüyor: “Stirner göndermesi açıktır” diyor. Bununla Nietzsche’nin Stirner’i okumuş olduğundan yola çıkıyor. Başka tümcelerinden de bu anlaşılmaktadır. Deleuze Stirner-Nietzsche sorununu yani Nietzsche’nin Stirner’den intihal ettiği iddiasını ya bilmiyor, dolayısıyla Nietzsche gibi bir düşünürün Stirner’i okumuş olması gerektiğini düşünüyor ya da bildiği hâlde konuya dokunmuyor. Bu konu başka bir inceleme gerektirebilir.

Nihilizm Problemi ve “Kim” Sorusu

Nihilizmi aşmak. Hiç’i aşmak. İkisi de birbirine dokunan konulardır, ikisi birbirinden farklıdır. Birine değinmeden ötekine değinmek konuyu yavan bırakır. Stirner-Lütkehaus makalemde bu konuyu Stirner bağlamında kısmen incelemiştim.

Deleuze de tam olarak bu soruyu soruyor, üstelik heyecan uyandıran bir soru. Ne var ki soruya diyalektik bir kontekst kazandırmasıyla soruyu başladığı yerde sonlandırmış oluyor. Daha doğru bir ifadeyle, sorunun boğazına çökerek oracıkta boğuyor. Metin boyunca bir boğulma yaşanır kavramlarla Deleuze arasında.

Metinde Hegel’den Nietzsche’ye giden yolda Deleuze’e ağır etki yapan bir Stirner hamlesi dikkat çekiyor. Deleuze’ün “burjuva bireyi” algısı Deleuze’ü, dil ile birlikte tüm kodları kıran Stirner’e karşı çıkartırken, Stirner’in yapboz yöntemi Deleuze’ün kaotik algısında kayboluyor. Bu durumda filiz vermiyor köksap. Dahası: Tinsel Ben-yaratımına neden olan causa sui yönteminin bir sonucu olarak Stirner’in nihilizmi aşması, Deleuze’ün “diyalektik” algısının kaotikleşmesine neden oluyor, bu durumda Deleuze’de bir diyalektik hayalet, bir saplantı, evet bir Hegelci cin (Geist) canlanmış oluyor.

Stirner aydınlanma saplantısı olmayan bir aydınlanmacıdır. Aydınlanma projesini analizlediği yıllarda herkes birbiriyle yarışıyordu; liberaller, demokratlar, Hıristiyanlar, Yahudiler, ateistler, sosyalistler, anarşistler ve diğerleri.

“Biricik ve Mülkiyeti”nin “İnsan” bölümünden “Ben” bölümüne geçişte şu paragrafla karşılaşırız:

“Yeni Çağ’ın girişinde ‘Tanrı-İnsan’ vardır. Bu çağın sonunda, Tanrı-İnsanın sadece Tanrı olan yanı mı buharlaşıp kayıplara karışacak; ve sadece Tanrı yanı ölürse Tanrı-İnsan gerçekten ölmüş olur mu? Kimse bu soruyu düşünmedi ve aydınlanmanın bir eseri olan Tanrı'yı aşmak şu günlerde zaferle sonuçlanırken bu mesele hallolmuş sanıldı; insanın, - ‘yükseklerdeki tek Tanrı’ olmak için - Tanrı'yı öldürdüğünü kimse sezinlemedi. Bizim dışımızdaki öte-dünya şüphesiz ortadan kaldırıldı ve aydınlanmacıların o büyük projesi bununla tamamlandı; lakin Bizim içimizdeki öte-dünya yeni bir cennet haline geldi ve bizi yeniden bu cennete saldırmaya davet ediyor: Tanrı, yer açmak zorunda kaldı, lakin Bize değil, bizzat - İnsana. Peki, Tanrı’dan sonra İnsan’daki Tanrı da ölmedikçe, Tanrı-İnsan’ın öldüğüne nasıl inanırsınız?”[6]

Deleuze bu geçişi okumadan mı geçti? Öyle olsa bile, Stirner’in bütün bir kitabında İnsan’ı aştığını sergileyen açık ve kesin tümcelerle karşılaşmamak olanaksızdır. Görüldüğü gibi “Zerdüşt bunu soran ilk ve tek kişi” değildir: “‘İnsan nasıl aşılacak?’” Ayrıntılara henüz girmeden Stirner’in kitabının sonuna eklediği “Biricik” adlı bölümden şu kısmı alıntılayacağım:

“Eğer Hristiyanlık anlayışı şu önermeye dönüşürse, bir ideal olan “insan” gerçekleşir: “Ben, şu Biricik, o insanım”. Bu durumda kavramsal soru: “İnsan nedir?” olur - kişisel soruya dönüştüğündeyse: “İnsan kimdir?” olur. “Nedir”de kavram, kavramı gerçekleştirmek için araştırılırdı; “kim”de ise, bu bir soru değildir artık, sorunun içinde yanıtın kendisi bizzat mevcuttur: Soru kendini kendiliğinden yanıtlamaktadır.”[7]

Deleuze İnsan-Tanrı, Tanrı-İnsan problemini Hegel, Feuerbach ve Marx bağlamında araştırdıktan sonra zorunlu olarak Stirner’e gelir. “İnsan ile Tanrı’nın uzlaştığını” kaydettikten sonra “Stirner […] ‘Kim’ sorusunun yolunu yeniden bulmayı bilmiştir” der ve Stirner’e garip övgülerde bulunduktan sonra şöyle der: “Stirner diyalektiğin gerçekliğini nihilizm olarak ortaya koyan diyalektikçidir. ‘Kim’ sorusunu sorması yetmiştir. Biricik Ben, kendisi dışındaki her şeyi hiçliğe teslim eder, ve bu hiçlik tam da kendi hiçliği, ben’in hiçliğidir. Stirner, iyelik [mülkiyet], yabancılaşma ve kendine mal etme kavramlarının dışında düşünmek için fazla diyalektikçidir. Fakat bu düşüncenin nereye gittiğini görmemek için de fazla özenlidir: bir hiç olan ben’e, nihilizme” ve “Stirner’in ‘ben’i de bir soyutlama, burjuva egoizminin bir yansımasıdır” der. Son karşılaştırmasında ise beklenildiği gibi Nietzsche’yi örnekleyerek Nietzsche “İnsan kimdir?” diye sormaz, Nietzsche “İnsanı kim aşar?” diye sorar, dedikten sonra üstinsanla konuyu kapatır.

Stirner’in Nietzsche’ye “bütün bu konularda kesinlikle yol gösterici” olduğu ama Stirner’in “aşırı nihilizmi”nin Nietzsche tarafından “ifşa” edilmiş olduğunu ileri sürdükten sonra da şöyle der: Stirner “iyelik, yabancılaşma ve onun ortadan kalkması kategorilerinden çıkamadığı için, diyalektik için kazıdığı hiçlik çukuruna kendisi de düşer. İnsan kimdir? Benlik, yalnızca benlik. ‘Kim’ sorusunu, yalnızca diyalektiği bu benliğin hiçliğinde çözmek için sorar. Bu soruyu, insanın dışındaki perspektiflerden, nihilizmin dışındaki koşullardan hareketle sormayı başaramaz; bu soruyu kendisi için gelişmeye bırakamaz, ya da ona olumlu bir cevap verecek başka bir öğe kapsamında soramaz. Onda soruya tekabül edecek bir yöntem, bir tipoloji yoktur.”[8]

Önce: Deleuze’ün Stirner’den alıntıladığı bir tümce özellikle “burjuva” benzetimini çürütecek içeriğe sahiptir: “Yalnızca kendisini parçalayan ben, hiçbir zaman olmayan ben gerçek bendir.” [Sadece kendini eriten Ben, hiç varolmayan Ben, -sonlu Ben gerçek Ben’dir. Norgunk 2017]. Bir kimlik olan “burjuva”, Ben’i parçalamayı değil, stok tutmak şeklinde sahiplenmeyi, biriktirmeyi hedefler. Stirner, Biricik’i yabancılaştıran kimliklerden ve soyutlamalardan arındırırken mülkiyet biriktirmez, oluşlarında Kendisiyle birlikte her tür mülkiyeti tüketir, bununla da yeni bir kimlik deposu, yeni bir soyutlama alanı sunmaz.

Sonra: Tarihsel İnsan’ı yok edebilmiş olmak Stirner’in orijinal bir eseridir. Nietzsche için bu, sonuçları ağır olacak olan bir konudur. Deleuze’ün bunu görmemiş olması aşırı düzeyde ilginç. Yukarıda Stirner’den alıntıladığım uzun paragrafı görmezden gelip Stirner’in İnsanı aşmadığını, bu edimin Nietzsche tarafından gerçekleştiğini ileri sürmesi, doğrusu, gülünç. “Tanrı, yer açmak zorunda kaldı, lakin Bize değil, bizzat - İnsana. Peki, Tanrı’dan sonra İnsan’daki Tanrı da ölmedikçe, Tanrı-İnsan’ın öldüğüne nasıl inanırsınız?” Bu kadar açık bir analizin Deleuze tarafından algılanmaması bana Bernd A. Laska’nın tezini anımsatıyor. Neydi bu tez: Kimi düşünürler Stirner’le rasyonel bir boyutta tartışıp onu çürütecekleri yerde bir takım garip iddialarla Stirner’i “küçük burjuva, anarşist, nihilist, solipsist” vb. olarak adlandırıp onun ağırlığını, etkisini psikolojik açıdan bastırmış oluyorlar. Deleuze de buna benzer bir yön sergilemektedir. Stirner’e soğuk yaklaşmasını gerektiren nedenlerden biri de bu olabilir. Stirner’i diyalektik alana indirgemesi şüphemi daha da arttırıyor. Bilindiği gibi Stirner’in bastırılmışlığı filozoflarda kronolojik bir hastalıktır. Tıpkı Derrida’nın Stirner’i Marx’ın gölgesinde bir yan değini kategorisine düşürüp ona övgülerde bulunması gibi Deleuze de Nietzsche’nin gölgesinde Stirner’i överek küçümsüyor.

Birincisi, Stirner İnsan’ı Tanrı’yla birlikte ardında bırakıyor ve dönemin ateistlerini ve aydınlanmacılarını bu çalışmayı gerçekleştiremedikleri için eleştiriyor. Tam olarak: “Bizim dışımızdaki öte-dünya şüphesiz ortadan kaldırıldı” ama “Bizim içimizdeki öte-dünya yeni bir cennet haline geldi” tümcesi öldürülen Tanrı’nın yerini İnsan’ın aldığına işaret ediyor. İkincisi, “aşırı nihilizm” iddiası fazlasıyla yüzeysel, çünkü ayakları yere basmıyor. Üçüncüsü, İnsanı ve Tanrı’yı ardında bırakırken onların yerine Biricik’i getiriyor. Ve Biricik’i Deleuze’ün beklentisinin tersine bir taslak, bir kuram, bir proje olarak sunmuyor. Bunu yapsaydı ya bir sistem sunmuş olacaktı ya da metafizik bir dünya. Bununla da nihilizmin kucağına düşmüş olacaktı; Biricik’i aşkın bir boyuta taşımıyor, gerçeklikte tutuyor.

Sonuç: Her kimlik kodlanmış bir idealdir, ideal bir projedir. Kimlikler küçük sistemlerdir. Stirner Hiç’te Kendini yaratarak –nihilizmi geride bırakıyor. Hiç’i değil, nihilizmi aşıyor. Hiç’teki oluşları Biricik’in adsız, mesleksiz, normsuz, sade kalmasını sağlıyor. Stirner’in bu yaklaşımı doğrudan psikanalizi anımsatıyor, ancak klasik anlamıyla değil, radikal psikolojik bir insan analizinden söz ediyorum. Deleuze’ün bunu görebilmesi gerekirdi. Biricik, pedagojinin, terbiyenin, ahlakın ürettiği Üst-Benin egemenliği altına girmez, Biricik özerk düşünen ve özerk yaşayandır. Klasik psikanaliz ve psikoterapi bireyi toplumsallaştırmaya yönlendirir, Stirner ise Kendine, Kendi-olmaya. Deleuze’ün dürtüsü de bu değil miydi?

Deleuze, “Diyaloglar”da[9] Freud odaklı psikanalizi kökten yadsır. Freud: “Wo Es war, soll Ich werden.” (İd’in olduğu yerde Ben olmalı) Freud’un tümcesinde “Ich” ön plandaymış gibi gözükse de “Über-Ich” tarafından yönlendirilen/yönetilen bir “Ich”i kasteder; terbiyeli, egemen sisteme boyun eğen, uysal bir Ben. Freud’un modelini Stirner’e uyarlayacak olursak şöyle bir şekil çıkardı karşımıza: “Wo Über-Ich war, Soll Ich werden.” (Üst-Ben’in olduğu yerde Ben olmalı). Ancak vurgulamam gerekir ki Stirner’de “soll” buyruğuna rastlamak olanaksızdır. “Ol!” diye bir şey Stirner’in felsefesine tamamen karşıdır. Dolayısıyla Freud’un modeli Stirner’i hiçbir şekilde bağlamaz. Kendi-olan öncelikle Kendine sahiptir, düşüncelerine, dürtülerine, iç güdülerine ve aynı zamanda dünyaya (doğaya, insanlara, nesnelere vb.). Kendi-olan (onun Ben’i) irrasyonel bir egemenliğin ve eğitim yoluyla yaratılan bir “Üst-Ben”in bilinçdışı baskısı altında düşünen ve yaşayan değildir. Kendi-olanın özerkliği bu nedenle sahidir ve öteki aydınlanmacı filozofların tersine içselleştirilen bir dışerklik Stirner’in Biricik’inde mevcut değildir. Stirner’in Biricik’i ne canavarların birbirleriyle kapıştığı yeraltı dünyasını çağrıştıran bir “İd”in oluşmasına ne de cennet ile cehennemin hıncın öfkesiyle çatıştıkları bir vicdan batağına izin verir.

Stirner Biricik ve Mülkiyeti’nin “İnsan” bölümünde sunduğu köktenci analizinde insanı pedagojik ve ahlaki özelliklerinden arındırıp antropolojik doğasına geri kazandırıyor. “Ben” bölümünde ise bir benlik sistemi sunmuyor, İnsan’ı ardında bırakan her Ben’in, Biricik’in nasıl şekilleneceğini her Ben’in, Biricik’in kendisine bırakıyor. Metafizik, soyut, dinsel, Genel bir sisteme başvurmaksızın Biricik’i bir alternatif olarak sunması onu nihilizmin alanından tamamen uzaklaştırıyor. Bir “tipoloji”, bir genel Biricik tiplemesi sunmadığı için zaten soyutlaşması olanaksızlaşıyor. Deleuze üstinsana tipolojik bir yön vermekle onu hem genelleştiriyor hem de bir ya da birden fazla soyut kimliklere sığdırmaya çalışıyor.

Biricik –her an her yerde neyse o’dur. Habermas: “Stirner’in Biricik’i [...] geleceksiz ve geçmişsizdir. O, her an ne ise, tam odur. Sonuç: Biricik mutlak süreksizdir.” Habermas’ın olumsuzlayarak ileri sürdüğü Biricik analizini ben olumlayarak sunuyorum. Medeniyetin kültürel, sanatsal kentlerinin büyüleyici sokaklarında kaldırımlarda yetişen o arsız ot’tur –Biricik.

Deleuze’ün çok daha seveceği bir örneği Stirner’in kendisinden sunmadan önce Deleuze’den bir tümce aktarmak istiyorum: “Özne varsa da kimliksiz bir öznedir.”

Bu, Habermas’ın tümcesiyle örtüşür. Özne sabit değildir; özneleşme sürekli oluşan, daima süreç olandır. Burada her düşünce bir göçebedir, durağan değildir, düşünmek her an deneylemektir ve düşünce kimlikleşecek bir sistem dünyası değildir. Biricik’in göçebeliği Deleuze’ün tersine politik değildir, zaman zaman politik olabilir, apolitik ve antipolitik olabileceği gibi. Deleuze’de insan neredeyse bir homo politicus’tur. Aynı zamanda halk ve devrim gibi kavramlar da Deleuze’ün dünyasında büyük bir yer tutar. Halka güvenir Deleuze, bununla hem Genel’i bireyin üzerinde tutmuş olur hem de toplumsal bir ideal yaratmış olur. Stirner genelci olmadığına göre doğal olarak halkçı da değildir ve ona güvenmez de. Stirner devrimci değildir, çünkü devrim Stirner’in ilgilerini içermez. Devrimler her zaman otoriter sistemlerle sonuçlanır, çünkü Biricik bilincinden yoksundurlar. Devrimlerin kıvrımı devrim şefinde düğümlenir. Biricik’in kıvrımı düğümlenecek bir merci, bir alt ya da üst kurum, iyi ya da kötü bir ahlak tanımadığı için daima süzer, daima dalgalanır –bedensel ölüme kadar. Kısaca: Sürekli oluş halinde olan, dolayısıyla kimlik içermeyen bir sürecin sembolü olarak tanımladığım kıvrım kavramı, Biricik’in oluşlar manzarasıdır.

Deleuze’ün Stirner’in BvM dışındaki eserlerini okumuş olduğunu sanmıyorum, zira şu örneği seveceğinden yola çıkardım:

“Eğer [Moses] Hess egoist birliktelikleri kâğıt üzerinde değil de, yaşamda görmek isteseydi, elbette daha farklı bir durum söz konusu olurdu. Faust, tam da bu türden birlikteliklerde bulur kendini, şunu haykırdığı an: ‘Ben burada insanım, burada insan olabilirim’ – Goethe işte burada çok açık bir dille ifade ediyor. Hess, çok önemsediği gerçek yaşama dikkatlice baksa, bu türden yüzlerce, kısmen hızla gelip geçen, kısmen de sürüp giden egoist birliktelikleri görecektir. Belki şu sıralar, çocuklar Hess’in penceresinin önünde oyun arkadaşlığı kurmak için koşuşturuyordur; Hess de onlara baktığında eğlenceli egoist birliktelikler görecektir. Belki Hess’in bir arkadaşı ya da sevgilisi vardır; o zaman bir kalbin diğer bir kalbi nasıl bulacağını bilebilir, karşılıklı zevk almak için ikisinin de nasıl egoistçe birleştiğini ve her ikisinin de ‘nasibini alarak’ nasıl zevk alacaklarını bilebilir. Belki de sokakta bir iki arkadaşıyla karşılaşacak ve şarap içmeye çağrılacaktır; sevgiye hizmet etmek için mi onlarla gidecektir yoksa zevk alacağını düşündüğü için mi onlarla bir araya gelecektir? Arkadaşları ona ‘fedakârlık’ adına mı teşekkür borçlular yoksa bir saatçiğine bir ‘egoist birliktelik’ oluşturduklarının farkındalar mı?” [10]

İşte “Kim” sorusunun özeti! Burada “benliğin hiçliğinde çözülen” bir diyalektik olmadığı gibi yaşanan bir diyalektik ilişkisi de mevcut değildir. Burada bir “benlik kuramı” da izlenmiyor, ne de bir vicdan saplantısı; bizzat pedagojik buyruklar içermeyen, spontan egoist ilişkiler. Stirner’in, kuramını yapmadan sunduğu “Egoistlerin Birlikteliği” Biricik betimlemesinin bir somut özetidir. Metafizik değildir ve ne aşkınsal ne de soyuttur. Etten ve kemikten oluşan Biriciklerin birlikteliği. Üstelik halka ve halk devrimlerine bir alternatiftir. İnsan bir “idealdir” Stirner’e göre, Biricik ise somuttur.

Her soyutlamanın insanı içkinlikten aşkınlığa, bununla da nihilizme taşıdığının farkında olan Stirner, bu nedenledir ki bir Biricik kuramı sunmaksızın “Hess” örneğini veriyor.

Köksap, benim anladığım ve Stirner’de gördüğüm köksap, an’da yaşar, geçici –ve adsızdır. Köksap ya da ot ne geçmişte köken arar ne de geleceği talep eder, ne bir kuramdır ne de bir düşünce sistemi, sadece şu an var olandır. Stirner: “Ben Kendimin cinsiyim; normsuz, yasasız ve örneksizim.”[11] Bir oluş kalabalığıdır –Stirner, bazen kaotik, bazen düzenli, keyfine göre. Deleuze köksaptan başka bir şey anlıyorsa, onun meselesidir. Ancak Stirner’in “Kim” sorusunu tam da bu kontekstte yanıtlaması ve hatta başka düşünürleri yanına almaksızın doğrudan Stirner’le tartışması gerekirken, anlık düşünce sıçrayışlarında bulunup Stirner’in Ben’ini “burjuva egoizminin bir yansıması” olarak dışlaması, Stirner’i tam olarak incelemediği, yeterince anlamadığı ya da konular açık olduğu hâlde anlamak istemediği, bununla da tuhaf bir duruma düştüğü sonucuna varıyorum. Stirner ile olan akrabalığını görmemek için bu soğuk, mesafeli ve tuhaf yaklaşıma başvurmuş olabilir. Başa baş bir düello görmek olanaksız bu karşılaşmada. Yanına Hegel’i, Marx’ı, Nietzsche’yi almaksızın Stirner ile kafa kafaya karşılaşabilseydi, muğlak ve yetersiz tahminler yerine açık ve belki de kesin sonuçlara varabilirdi.

[1] Gilles Deleuze / Claire Parnet, s. 18-19, s. 30, Bağlam 1990.

[2] Max Stirner, Biricik ve Mülkiyeti, s. 315, Norgunk 2017.

[3] Max Stirner, agy, s. 134.

[4] Fritz Mauthner, Dil Eleştirmerni olarak Max Stirner, s. 13, Hayalci Hücre Yayınları 2024.

[5] Gilles Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, s. 208, Norgunk 2010.

[6] Max Stirner, agy, s. 139.

[7] Max Stirner, agy, s. 334.

[8] Gilles Deleuze, agy, tüm alıntılar için bkz: 202-208.

[9] Gilles Deleuze / Claire Parnet, Diyaloglar, s. 111-112, Bağlam 1990.

[10] Stirner, Max: Stirner’in Eleştirmenleri, s. 52, Norgunk 2023.

[11] Max Stirner, Biricik ve Mülkiyeti, s. 164-165, Norgunk 2017.
projektmaxstirner.de/deleuze.h

Sign in to participate in the conversation
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.