'Kıbrıs'ta seçimler irademizi yansıtmıyor'

İZMİR - Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin adaya Türkiye'den getirilen yerleşimciler nedeniyle Kıbrıslı Türklerin iradesini yansıtmadığını belirten araştırmacı-yazar Timur Özkibar, çözümün üniter bir Kıbrıs’tan geçtiğini söyledi.

Türkiye'nin 1974 yılındaki askeri harekatının ardından kurulan ve sadece Türkiye tarafından tanınan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) 19 Ekim'de cumhurbaşkanlığı seçimleri olacak. Türkiye'den getirilen yerleşimcilerin seçimlerde oy kullanması hem Kıbrıs Cumhuriyeti hem de yerli Kıbrıslı Türkler arasında seçimin meşru olmadığının dillendirilmesine sebep olurken, hukuki olarak halen Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bir parçası olarak görülen bölgede yapılacak seçimlerde 8 aday yarışacak. Adaylar arasında öne çıkan iki isim asıl mevcut cumhurbaşkanı Ulusal Birlik Partisi Genel Başkanı Ersin Tatar ile Cumhuriyetçi Türk Partisi adayı Tufan Erhürman olurken, iki liderde Kıbrıs ile ilgili vaatlerini sıralıyor. Ersin Tatar adada iki devletli çözümü savunurken, Erhürman ise federasyon önerisini dillendirerek, kuzeyin de Avrupa Birliği içerisinde yer alacağını söylüyor.

Adadaki seçim Türkiye'den de birçok siyasi mevcut cumhurbaşkanı Ersin Tatar'ı desteklemek için adaya gitti. Kıbrıs basınında yer alan haberlere göre eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Yayman, Konya Milletvekili Orhan Erdem, MHP Kütahya Milletvekili Ahmet Erbaş Tatar'a destek için adada çalışmalar yapıyor. Yine Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ da Ersin Tatar ile görüşerek, desteklerini iletti. 1974 sonrası Kıbrıs'ın birliğini savunan siyasi hareket Kıbrıslılar Birliği üyesi ve araştırmacı-yazar Timur Özkibar ile cumhurbaşkanlığı seçimleri konuştuk.

'ARALARINDA FARK YOK'

Ersin Tatar ile Tufan Erhürman arasında büyük bir fark olmadığını kaydeden Özkibar, her ikisinin de Türkiye güdümünde hareket eden kişiler olduğunu vurguladı. Fakat Ersin Tatar'ın, açıkça Türkiye iktidarı tarafından da desteklendiğini belirten Özkibar, "Türkiye'den birçok lider ya da bilinen insan Ersin Tatar'a destek olmak için adaya gönderildi. Süleyman Soylu, Şükrü Sina Gürel, İlber Ortaylı, bazı sanatçılar, futbolcular geldi. Seçim tamamen Kıbrıs sorunu üzerinden ilerliyor. CTP propagandasında iç meselelere ağırlık verirken, Ersin Tatar'da iki devletli çözüm üzerinde yoğunlaştırdı. CTP'nin savunduğu federal çözümün doğru olmadığını, Kıbrıslı Türkleri yok edeceğini öne sürüyorlar. CTP ise şu anki gidişatın Türkleri yok edeceğini, bir anlaşmanın olması gerektiğini savunmak üzerine bir seçim propagandası yapıyor. Trajikomik bir seçim propagandası sürüyor" dedi.

YERLEŞİMCİ SORUNU

1974 sonrası Türkiye'den gelen yerleşimcilerle birlikte adanın kuzeyinde demografik yapının değiştiğini belirten Özkibar, yaşanan vatandaşlık sorununu dikkat çekerek, "Yerli Kıbrıslılar doğal olarak Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı da olduğu için bizim aynı zamanda Kıbrıs cumhuriyeti kimliğimiz de var. Ancak anne ya da babası Kıbrıslı diğer ebeveyni Türkiyeli olan çocuklara Kıbrıs Cumhuriyeti kimlik vermiyor. Bunun gerekçesi olarak ise, adaya yasadışı yolla geldiklerini söylüyor. Kuzeydeki yapıyı tanımadıkları için Kuzeydeki limanları da tanımıyor. O limanlardan giriş yapanlara vatandaşlık hakkı tanımıyor, doğal olarak onların çocuklarına da kimlik vermiyor. Burada öyle bir kaos yaşanıyor. Ersin Tatar buna dair bir işlem yapmıyor, zaten kimlik verilmesinden yana değil. Tufan Erhürman ise bu kimlikleri almak için Rum tarafı ile görüşme yapacağını ve başaracağını vaat ediyor. Ancak gerçekleşmesi mümkün olmayan bir vaat. Öte yandan durum artık onkolojik bir sorun haline geldi. Kıbrıs'ta bu sorun birbirine zıtlık yaratan bir durum oluşturmaya başladı. Yerliler ile yerleşimci nüfus arasındaki zıtlık yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlıyor" diye belirtti.

'SEÇİMLER BİR ANLAM İFADE ETMİYOR'

"Şu an da yerli Kıbrıslıların hepsi tek adaya oy verse bile seçimi kazanamayız" diyen Özkibar, "Bizde demokrasi göstermeliktir, adada bir hakkımız yok. Türkiye'den aktarılan nüfus yerli nüfusun 3-4 katına çıktı. Bu durumun ortaya çıkmaması ve AB nezdinde zor durumda kalmamak için de nüfus sayımı yapmıyorlar. Kıbrıs'ta kaç kişi yaşıyor? Bilmiyoruz. Bu nedenle gerçekçi bir seçim olmuyor. Bizim için bir anlam ifade etmediği için oy kullanmaya dahi gitmeyeceğim. Burada yapılacak seçimler Kıbrıs halkının iradesini yansıtmıyor. Sonuç olarak Türkiye kendisi ile en rahat çalışabilecek kişiyi yani Ersin Tatar'ı seçtirecek. Kıbrıs'ta çözüm ne Ergürman'ın federasyonu ne de Tatar'ın iki devletli çözümü. Bence çözüm üniter bir Kıbrıs'ın kurulması. Yani 1960'lardaki üniter tek devlet en uygun çözümdür" diye konuştu.

MA / Tolga Güney
mezopotamyaajansi43.com/tum-ha

Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” İfadesiyle Nihilizmin Derin Bağlantısı

Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” İfadesinin Kökeni
Nietzsche, “Tanrı öldü” ifadesini ilk olarak Böyle Buyurdu Zerdüşt ve Şen Bilim adlı eserlerinde kullanmıştır. Bu ifade, Batı toplumunda geleneksel dini inançların çöküşünü ve bu çöküşün insan yaşamındaki anlam arayışına etkisini vurgular. Tanrı kavramı, yüzyıllar boyunca Batı medeniyetinin ahlak, bilgi ve toplumsal düzen anlayışının temel dayanağı olmuştur. Ancak Aydınlanma dönemiyle birlikte bilimsel düşünce, rasyonalizm ve sekülerleşme, bu geleneksel yapıyı sarsmıştır. Nietzsche, bu değişimi yalnızca dini bir kayıp olarak değil, aynı zamanda insanlığın anlam ve değer üretme kapasitesine dair bir kriz olarak görür. “Tanrı öldü” ifadesi, bu bağlamda, bir metafor olarak insanın kendi yarattığı anlam sistemlerinin çöküşünü ifade eder. Nietzsche, bu çöküşün nihilizme yol açabileceğini öngörür; çünkü insan, mutlak bir otorite olmaksızın kendi değerlerini yaratma sorumluluğuyla karşı karşıya kalır. Bu sorumluluk, bireyleri hem özgürleştirir hem de derin bir belirsizlik ve kaygı içine sürükler.

Nihilizmin Tanımı ve Çeşitleri
Nihilizm, Latince “nihil” (hiçlik) kelimesinden türemiş olup, değerlerin, anlamın veya amacın reddini ifade eder. Nietzsche, nihilizmi iki temel kategoride ele alır: pasif nihilizm ve aktif nihilizm. Pasif nihilizm, mevcut değer sistemlerinin çöküşü karşısında umutsuzluğa kapılmayı ve yaşamın anlamsız olduğunu kabul etmeyi içerir. Bu, bireyin veya toplumun anlam arayışından vazgeçmesiyle sonuçlanır. Aktif nihilizm ise, bu çöküşü bir fırsat olarak görerek yeni değerler yaratma çabasını ifade eder. Nietzsche için nihilizm, yalnızca bir yokluk değil, aynı zamanda bir geçiş sürecidir. “Tanrı öldü” ifadesi, pasif nihilizmin bir habercisi olarak görülebilir; çünkü geleneksel anlam kaynaklarının kaybı, bireyleri anlamsızlık hissiyle baş başa bırakır. Ancak Nietzsche, bu anlamsızlığı bir yıkım olarak değil, insanın kendi anlamını yaratma potansiyeli olarak değerlendirir. Bu bağlamda, nihilizm hem bir tehlike hem de bir imkan olarak ortaya çıkar.

“Tanrı Öldü”nün Toplumsal ve Bireysel Yansımaları
Nietzsche’nin ifadesi, yalnızca bireysel bir varoluşsal kriz değil, aynı zamanda toplumsal bir dönüşümün de göstergesidir. Tanrı kavramının çöküşü, yalnızca dini inançların değil, aynı zamanda bu inançlara dayalı ahlak, hukuk ve toplumsal düzenin de sorgulanmasına yol açar. Modern toplumda, bireyler artık mutlak bir otoriteye dayanmadan kendi değerlerini oluşturmak zorundadır. Bu durum, bireysel özgürlüğün artmasıyla birlikte, aynı zamanda bir belirsizlik ve yön kaybı hissi yaratır. Nietzsche, bu süreci “değerlerin yeniden değerlendirilmesi” olarak adlandırır ve bireylerin bu krizi aşarak kendi anlamlarını yaratmaları gerektiğini savunur. Ancak bu süreç, herkes için kolay değildir. Çoğu insan, geleneksel anlam kaynaklarının kaybıyla başa çıkmakta zorlanır ve bu da pasif nihilizme yol açabilir. Nietzsche, bu noktada, bireylerin bu krizi bir fırsat olarak görmesi gerektiğini vurgular. “Tanrı öldü” ifadesi, bu bağlamda, bireyleri kendi varoluşsal sorumluluklarıyla yüzleşmeye çağırır.

Nihilizmin Kültürel ve Tarihsel Arka Planı
Nietzsche’nin nihilizmle ilgili düşünceleri, 19. yüzyıl Avrupa’sının kültürel ve entelektüel ortamından bağımsız düşünülemez. Aydınlanma, bilimsel devrim ve sanayileşme, geleneksel otoritelerin sorgulanmasına yol açmıştır. Darwin’in evrim teorisi, Freud’un bilinçaltı üzerine çalışmaları ve Marx’ın toplumsal yapı analizleri, insanın evrendeki yerini yeniden düşünmesine neden olmuştur. Bu dönemde, Tanrı merkezli dünya görüşünün yerini seküler ve bireyci bir anlayış almıştır. Nietzsche, bu değişimi bir “kriz” olarak nitelendirir; çünkü insanlık, eski değerlerin çöküşüne hazırlanmamıştır. “Tanrı öldü” ifadesi, bu krizin en net ifadesidir. Nihilizm, bu bağlamda, yalnızca bir felsefi duruş değil, aynı zamanda modern insanın karşılaştığı varoluşsal bir durumdur. Nietzsche, bu durumu aşmanın yolunun, insanın kendi değerlerini yaratma cesaretini göstermesinden geçtiğini savunur. Bu, onun “üstinsan” (Übermensch) kavramıyla da bağlantılıdır; çünkü üstinsan, nihilizmin ötesine geçerek kendi anlamını yaratan bireydir.

Nietzsche’nin Nihilizme Karşı Önerdiği Çözüm
Nietzsche, nihilizmi bir son olarak değil, bir başlangıç olarak görür. “Tanrı öldü” ifadesi, bir yıkımın habercisi olsa da, aynı zamanda yeni bir yaratım sürecinin kapısını aralar. Nietzsche, bireylerin bu krizi aşması için “değerlerin yeniden değerlendirilmesi” gerektiğini savunur. Bu, eski değerlerin eleştirel bir şekilde sorgulanmasını ve yerine yeni, bireysel ve yaşamı onaylayan değerlerin konulmasını içerir. Nietzsche’nin “üstinsan” kavramı, bu sürecin idealize edilmiş bir temsilidir. Üstinsan, nihilizmin getirdiği anlamsızlık duygusunu reddederek, yaşamı kendi şartlarıyla kucaklar ve kendi değerlerini yaratır. Bu, bireyin özgürlüğünün ve yaratıcılığının en yüksek ifadesidir. Ancak Nietzsche, bu sürecin herkes için mümkün olmadığını da belirtir. Çoğu insan, pasif nihilizmin konforuna sığınır ve eski değerlerin kaybıyla başa çıkamaz. Bu nedenle, Nietzsche’nin önerdiği çözüm, cesaret, öz-disiplin ve yaratıcı bir irade gerektirir.

“Tanrı Öldü” ve Modern Dünyadaki Yankıları
Nietzsche’nin “Tanrı öldü” ifadesi, 20. ve 21. yüzyıl düşüncesinde de yankı bulmuştur. Varoluşçuluk, postmodernizm ve hatta popüler kültür, bu ifadenin etkilerini taşır. Jean-Paul Sartre ve Albert Camus gibi varoluşçu düşünürler, insanın anlamsızlıkla yüzleşme ve kendi anlamını yaratma sorumluluğunu ele almışlardır. Postmodernizm ise, mutlak gerçekliklerin ve büyük anlatıların çöküşünü vurgulayarak, Nietzsche’nin öngörülerini doğrular. Günümüzde, bireylerin anlam arayışı, teknoloji, küreselleşme ve bireycilik çağında yeni bir boyut kazanmıştır. Sosyal medya, tüketim kültürü ve bireysel kimlik arayışları, Nietzsche’nin nihilizmle ilgili uyarılarını güncel kılmaktadır. İnsanlar, bir yandan özgürleşme arzusu taşırken, diğer yandan anlam ve aidiyet eksikliğiyle mücadele etmektedir. Bu bağlamda, “Tanrı öldü” ifadesi, modern insanın karşılaştığı varoluşsal sorunların bir özeti olarak görülebilir.

Nihilizmin Güncel Yorumları ve Eleştirileri
Nietzsche’nin nihilizm anlayışı, günümüzde farklı açılardan yorumlanmaktadır. Bazıları, nihilizmi modern toplumun tüketim kültürü ve yüzeysel yaşam biçimleriyle ilişkilendirir. Örneğin, bireylerin anlam arayışını maddi kazanımlara indirgemesi, pasif nihilizmin bir biçimi olarak görülebilir. Öte yandan, bazı düşünürler, nihilizmin özgürleştirici bir potansiyele sahip olduğunu savunur. Bu görüşe göre, geleneksel değerlerin çöküşü, bireyleri kendi yollarını çizme konusunda özgür kılar. Ancak bu özgürlük, aynı zamanda büyük bir sorumluluk gerektirir. Nietzsche’nin “Tanrı öldü” ifadesi, bu sorumluluğun farkına varmayı teşvik eder. Eleştirmenler ise, Nietzsche’nin üstinsan kavramını ve değerlerin yeniden değerlendirilmesi fikrini, bireyciliğin aşırı yüceltilmesi olarak görür. Bu, toplumsal dayanışmayı ve kolektif değerleri zayıflatabilir. Yine de, Nietzsche’nin nihilizmle ilgili görüşleri, modern insanın anlam arayışına dair önemli bir tartışma başlatmıştır.

Bir Varoluşsal Çağrı
Nietzsche’nin “Tanrı öldü” ifadesi, nihilizmle derin bir bağ taşır; çünkü bu ifade, geleneksel anlam kaynaklarının çöküşünü ve bunun sonucunda ortaya çıkan varoluşsal krizi ifade eder. Nihilizm, bu çöküşün hem bir sonucu hem de bir fırsatıdır. Nietzsche, bu krizi aşmanın yolunun, bireyin kendi değerlerini yaratma cesaretini göstermesinden geçtiğini savunur. Bu süreç, modern insanın karşılaştığı en büyük zorluklardan biridir; çünkü özgürlük, aynı zamanda belirsizlik ve sorumluluk getirir. Nietzsche’nin düşünceleri, günümüzde de bireylerin ve toplumların anlam arayışını anlamak için güçlü bir çerçeve sunar. “Tanrı öldü” ifadesi, yalnızca bir sonu değil, aynı zamanda yeni bir başlangıcı işaret eder.

insanokur.org/nietzschenin-tan

Millî Mücadele ve Cumhuriyet: Efsaneler ve Gerçekler

Oktay Baran

1.Bölüm

Batı Cephesi, 31 Mart 1922

Toplumun muhalif kesimlerinde Erdoğan ve AKP’ye karşı artan tepki bir kez daha Kemalist ideolojiye kan nakli için kullanılmaya çalışılıyor. Rejimin dini suiistimale dayanan söylem ve icraatlarına, AKP’li bazı yazar ya da yorumcuların Cumhuriyetin kuruluşuna dönük gerici, Osmanlıcı, saltanatçı söylemlerine dönük tepkiler bu çabayı kolaylaştırıyor. Cumhuriyetin 100. yılının kutlanıyor olması da buna katkıda bulunuyor.

İşçi sınıfı, yoksul emekçiler ve gençlik bu propagandanın hedefi durumunda. Onları bundan koruması gerekenlerin çoğuysa maalesef kendilerini de Kemalizmin etkisinden sıyırabilmiş değiller. Yıllardır Kemalizm sosyalist hareket içerisinden sökülüp atılamamış, Kemalist ideolojinin birçok tezi pek sorgulanmadan tekrar edilmiştir.

Marksistlerin bu hususta üzerine düşen görev, devletçiliğe ve milliyetçiliğe boyun eğmeden, Millî Mücadele dönemine ve sonrasına dair Kemalist efsaneleri sorgulatmak, bunların emekçiler nezdindeki etkisini kırmaya çabalamaktır. Bunu gerekli kılan nedenlerden biri de Stalinizm ile Kemalizmin birçok başlıkta iç içe geçiyor oluşudur. Kemalist ideolojinin sol içinde bu denli etkili olabilmesi, onunla Stalinizmin birçok ortak paydasının (devletçilik, ulusalcılık, kalkınmacılık, ilerlemecilik) bulunmasından kaynaklanıyor.

Marksist Tutum, tüm bu hususlarda en baştan beri yoğun bir çaba ortaya koyuyor. Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme adlı kitabının 3. bölümü ve Kolonyalizmden Emperyalizme adlı çalışmasının bütünü doğrudan ya da dolaylı olarak bu konuyla ilgilidir. Mehmet Sinan, bölümler halinde yayınlanan çalışmalarıyla hem TC’nin oluşum ve gelişim sürecini hem de onun tarihsel arka planını çok detaylı bir şekilde ele almıştır. Bunlar dışında sitemizde Kemalizm başlığı altında (marksist.net/konular/teori/kem) yayınlanan çok sayıda yazı da onun çeşitli yönleriyle hesaplaşma çabasının somut ürünleridirler. Bu yazıda, bir kez daha, Cumhuriyetin kuruluşuna giden sürece, Millî Mücadele dönemine bakıp, ona dair yaratılan efsaneleri açığa çıkarmaya çalışacağız.

Millî Mücadele anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı değildir
Kemalist propagandaya göre, Millî Mücadele, en başından itibaren cumhuriyeti hedefleyen, saltanat ve hilafet karşıtı, emperyalizme diz çöktürmüş, ezilen halklara örnek olmuş, kadınıyla erkeğiyle yoksul emekçilerin desteğini alarak onların kanıyla kazanılmış ve “yedi düvele” karşı yürütülmüş bir “ulusal kurtuluş savaşı”dır. Eğitim sistemi aracılığıyla onyıllardır tüm topluma dayatılan bu gerçek dışı iddia, toplumun çoğunluğunda olduğu gibi solda da yaygın bir kabul görür. Sosyalist solun geniş kesimleri ile has Kemalistler arasında bu Millî Mücadele’nin anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı olduğu konusunda bir anlaşmazlık yoktur. Her iki kesim de “emperyalizme karşı emekçilerin kanı pahasına kazanılan ülkenin bağımsızlığının”, sonradan Menderes’le başlayan sağcı hükümetler aracılığıyla emperyalizme peşkeş çekildiği konusunda da mutabıktırlar.

Oysaki 1918 sonundan 1922 sonbaharına uzanan Millî Mücadele, anti-emperyalist bir mücadele değildir. Çünkü emperyalizm, kapitalizmin en son aşamasıdır, sömürgeciliğe indirgenemez, onunla bir tutulamaz. Dolayısıyla kapitalizme karşı olmayan, kapitalist üretim ilişkilerine darbe indirmeyen bir anti-emperyalizm olamaz. Bu nedenle de sömürgeci ya da işgalci-ilhakçı bir büyük güce karşı ulusal/siyasal bağımsızlık uğruna mücadele etmek, otomatikman anti-emperyalist bir mücadele olarak nitelenemez. Lenin bu konuda son derece net görüşler ortaya koymuş ve o hayattayken Komünist Enternasyonal’de de genel olarak bu görüşler benimsenmişti.

Diğer taraftan, Millî Mücadele, egemenlerin dillendirdikleri gibi anlı şanlı bir ulusal kurtuluş savaşı da değildir. Halk kitlelerine, onların enerjisine, gönüllü seferberliğine yaslanmayıp, o doğrultudaki cılız girişimleri de boğan, egemen sınıfın unsurlarınca girişilmiş, aşağıdan değil tepeden bir mücadeledir. Kaldı ki, bu yanlış tezi desteklemek için ileri sürülen ve Osmanlı’yı mazlum olarak gösteren yaklaşımlar da doğru değildir. Osmanlı bir sömürge ülke değil, can çekişmekte olsa da kaybettiği toprakları tekrar ele geçirerek yeni bir atılım yapma hayalleriyle savaşa aktif bir taraf olarak katılmış emperyal bir devletti. Bu devlet savaşta umduğunu bulamadı, yenildi, toprakları işgale uğradı, yıkımın eşiğine geldi. Millî Mücadele’nin başlangıcında da amaç, bağımsız ve demokratik modern bir cumhuriyet kurmak değil, “Devlet-i Âli Osmani”yi kurtarmak, saltanatı ve uhdesinde bulunan halifelik makamını korumak idi. Bunu başlatacak olanlar da, bizzat bu devletin egemen sınıfını oluşturan asker-sivil bürokrasinin millici-Batıcı-yenilikçi kesimi ve onların harekete geçirebildiği Müslüman-Türk kent burjuvazisinin unsurlarıydı. Osmanlı’nın parlak genç komutanlarının ve yerel idari amirlerinin başını çektiği bu kesimler, yenilginin dayatılan sonuçlarını, büyük toprak kayıplarını ve işgali kabullenmeyip, devleti ayağa kaldırmak ve kendilerince daha adil bir barış antlaşması yapmak üzere girişmişlerdi mücadeleye. Emperyalist-kapitalist sisteme de, onun doğurduğu emperyalist savaşa da karşı değillerdi, aksine bu kadroların da içinde yer aldığı İttihat Terakki partisi, bilerek ve isteyerek ve üstelik bir oldubittiye getirerek dalmıştı emperyalist savaşın içine. Osmanlı’nın bu genç paşaları o zaman buna seslerini çıkarmamış, cephelerde Osmanlı için savaşıp durmuşlardı. Kaybettiler ve sonunda kendilerine bırakılan paya isyan ettiler.

Başlangıçta amaç bir cumhuriyet kurmak değildi dedik. Gerçekten de aksini doğrulayacak ne bir belge, ne bir yazışma, ne de dost meclislerinde yapılan sohbetlere dair bir anı ya da aktarım mevcuttur. Siyasal ufukları esasen, yenilenmiş, Batılılaşmış, burjuvalaşmış bir meşruti yönetimle sınırlıydı. Batılılaşma, modernleşme (yani aslında kapitalistleşme) hedefi de M. Kemal’le başlamış değildi. Öncesinde bu yönde adımlar atılmıştı zaten: 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat fermanı, 1876 I. Meşrutiyet ve Kanûn-î Esasî’nin kabulü ve 1908’de II. Meşrutiyet. Gerek M. Kemal gerekse de onun ekibindekiler de zaten bu çizginin bir devamı ve uzantısıydılar. Çoğu bu çizginin son momenti olan 1908’de aktif rol almış, İttihat ve Terakki üyesi genç subaylardı. Aslında başlangıçta yapmak istedikleri de bu çizgiyi daha ileri taşımak, 1908’in yarım kalan işlerini tamamlamak, Padişahlığı göstermelik bir makam haline getirerek meşruti sistemi güçlendirmekti. Kafalarda cumhuriyet fikri değil, Osmanlı Devletinin modernleştirilerek Batılı temellerde ayağa kaldırılması fikri vardı.

Ancak mevcut ulusal ve uluslararası dengeler, bilhassa da Ekim Devrimiyle oluşan konjonktür, bu mücadelenin başlangıçta arzu edilen siyasal hedeflerin ötesine geçerek monarşinin kaldırılmasıyla sonuçlanmasını doğurdu. Kemalist önderliğin aslında emperyalistler tarafından askeri olarak çok üzerine gidilmemesinde de, onunla bir uzlaşmanın kabulünde de, hem Ekim Devriminin hem de bizzat emperyalist ülkelerdeki iç karışıklıkların ciddi bir rolü vardır: “Sovyetler’in burnunun dibinde, Anadolu’da, Ekim devriminden etkilenen gerçek bir anti-emperyalist halk hareketinin gelişmesi, hem Türk burjuvazisinin hem de Batılı emperyalist devletlerin korkulu rüyasıydı. Bir yanda, kendi burjuva düzenini kurarak Batılılaşmaya, kapitalistleşmeye can atan Türk burjuvazisi; öte yanda, Sovyet devriminin Anadolu’ya yayılmasından ürken emperyalistler. Bu güçler gerçekte bir çıkar birliği içindeydiler. Bu durum, hem M. Kemal’in emperyalist devletlere ne ölçüde kafa tutabileceğinin belirlenmesinde, hem de emperyalist hükümetlerin akıllarını başlarına devşirip Kemal gibi burjuva önderlere uzlaşma eli uzatmalarında temel bir etken oldu. Sovyet hükümetinin, «Sovyet devletinin korunması» amacıyla Türkiye burjuvazisine verdiği ödün de bu süreçte önemli bir faktör oluşturdu.”[1]

1918 sonlarından 1920 Nisanına
Resmi tarih, M. Kemal’in en başından itibaren cumhuriyeti hedeflediğini ileri sürerken, bunun yanına bir de Millî Mücadele’nin 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla başladığını ekler. Oysa Elif Çağlı’nın da dikkat çektiği gibi bu da doğru değildir. Millî Mücadele, 1918 Ekiminde Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşmasının ardından kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri (MHC) tarafından zaten başlatılmıştı.[2] Bu cemiyetlerin başını, İttihat ve Terakkici kadrolarla onların yönlendiriciliği altındaki mülk sahibi ve varlıklı kesimler çekiyordu. En büyükleri İzmir, Adana, Trabzon ve Kars’ta (bunlar 19 Mayıs’tan öncedir!) olmak üzere 20’den fazla kongre toplanmış, bunlara toplamda 1500’e yakın bir katılım olmuştu. O dönemde M. Kemal İstanbul’da padişahla görüşmelerde bulunup Saraya damat olmanın, hükümette bir bakanlık elde etmenin, İngilizlerle görüşmeler yapıp arayı iyi tutmanın peşindeydi.

İstanbul’da aradıklarını bulamayan Mustafa Kemal, 1919’un Mayısında, İngilizlerin de isteğiyle, işgal altında olmayan tüm vilayet ve bölgelerde olağanüstü vali yetkileriyle donatılmış ve Anadolu’da düzeni sağlamakla görevlendirilmiş bir Osmanlı paşası olarak Anadolu’ya gönderildi. Ordu komutanları, valiler ve yerel yöneticiler üzerindeki otoritesi padişahtan aldığı yetkiye dayanıyordu. Bir süre sonra ipleri elinden kaçırmaya başladığını hisseden padişah hükümeti, M. Kemal’i görevden alarak İstanbul’a geri çağırmasına rağmen, artık belli bir hareket alanına kavuşan ve eski İttihatçılarla birlikte davranan M. Kemal, Erzurum ve Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin girişimiyle yapılan Erzurum Kongresine (Temmuz-Ağustos 1919) katıldı.[3] Kongreye katılışı bile, İstanbul hükümetinin temsilcisi olarak görüldüğünden azınlıktaki bazı delegelerin itirazıyla karşılaşmıştı. Ancak henüz, Anadolu’daki direniş hareketlerinin büyük çoğunluğu Padişah ve İstanbul hükümetinin otoritesini reddetmiş değillerdi. İstanbul hükümetine bağlı olan çoğunlukla Padişah’tan aldığı yetkinin devam ettiği havasını yaratarak; bu hükümete karşı çıkan azınlıklaysa görevinden el çektirilmiş bir muhalif direnişçi olarak uzlaşma yolunu bulan M. Kemal, kendi çizgisini yavaş yavaş hâkim kılacaktı. Ama otoritesinin kesinleşmesi için askeri zaferler kazanılmasını beklemek zorundaydı. Demek ki resmi tarih tezine dair işin gerçeği şudur; Millî Mücadele M. Kemal’den önce başlamıştır, o bu mücadelenin belirleyici önderi haline gelmek için, epey badire atlatmış, sayısız oportünist manevra yapmış, rakiplerini siyaseten ve fiziken tasfiye etmekten çekinmemiştir. Adım adım konumunu pekiştirmiş ve ancak iki yıl sonra Sakarya Savaşının kazanılmasıyla bu konumunu garanti altına almıştır.

M. Kemal’in çizgisi, yerel direnişlerin merkezileştirilerek birliğinin sağlanması ve bu birliğin merkezine de düzenli bir ordunun ve bürokratik bir aygıtın oturtulması idi. Yerel direniş çeteleri, işgalin ilerleyişini yavaşlatarak düzenli bir ordunun inşası için zaman kazandırma amaçlıydı, bu nedenle de her türlü zorbalıklarına göz yumuldu. Bir süre sonra amaca ulaşılınca, merkezi yönetime doğrudan tabi olanlar dışındaki her türlü yerel oluşum ezilecekti.

Burada bir parantez açalım. Sözkonusu yerel direnişler, M. Kemal’in onlara biçtiği misyonu tamamladıklarında ezildiler, ama daha sonraki yıllarda bu direniş çarpıtılıp abartılarak bir destan haline getirildi. Amaç Anadolu’nun yoksul emekçilerinin özgürlük ve bağımsızlık için mücadeleye kendiliklerinden canla başla sarıldıkları efsanesinin yaratılmasıydı. Halkçı geçinen iktidar kendisini bir halk hareketiymiş gibi göstermek istiyordu. Oysa Millî Mücadele’nin şanlı ve destansı bir Kurtuluş Savaşı olduğu, buna yoksul halkın canla başla sahip çıktığı, bağımsızlık ve özgürlük için her türlü zorluğa gönüllüce katlandığı iddiası doğru değildir. Bu iddianın kanıtı olarak sunulan örneklerin önemli kısmı da çarpıtma ve abartıdır.[4] Yoksul halkın içinden çıkan yiğitlerin Kürdistan’da Fransıza, Ege’de Yunana karşı savaştığı iddiası bu çarpıtmanın uzantısıdır. Çarpıcı bir örnek, Antep savunması ve Karayılan efsanesidir. Karayılan namlı Molla Mehmet hiç de sonraları Nâzım’ın da resmettiği gibi yoksul bir ırgat ya da çoban değil, Osmanlı ordusunda becerikli bir asker olarak savaştıktan sonra yaralandığı için memleketine dönen ve dönünce de aşiretin başına geçirilen biridir.[5] Karayılan namını Fransızlara karşı savaşta değil, öncesinde, yerel askeri komutanların yönlendirmesiyle bir çeşit korucu rolü üstlenerek Bozan çetesini yok edişiyle kazanmıştır. Sonrasında Antep savunmasında da kendi inisiyatifi ve bağımsız güçleriyle değil, Ankara’dan gönderilen görevlilerin koordinesinde ve onların organize ettiği diğer gerilla güçleriyle birlikte yer alır. Antep, İngilizlerin işgali altındayken bir silahlı direniş ve çatışma yaşanmamıştır. Ama kent Fransızlara devredilip onlar da Ermeni lejyonlarının da dâhil olduğu kuvvetlerle kente gelince işin rengi değişir. Soykırımdan kaçabilen Ermeniler de bu gelişmeyle kente dönmeye başlarlar. Bu durum hem el konulan mallarının iadesini hem de kentte bir kez daha Türk-Müslüman nüfusun azınlığa düşmesi durumunu doğuracağından, sözde “milli güçler” harekete geçer. Bu husus yalnızca Ermenilerin yaşadığı bölgeler için değil, Doğu Karadeniz ve Ege için de önemli bir faktördür. Dünya Savaşı sırasında topraklarından kovulan, mallarına mülklerine, işyerlerine el konulan Hıristiyanlardan (Ermeniler, Rumlar, Süryaniler) gasp edilen zenginliği koruma kaygısı, MHC’lerin başını çekenler arasındaki yeni yetme savaş zenginleri için önemli bir motivasyon kaynağıydı.

Ege’de meşhur Demirci Mehmet Efe çetesinin de gerçekte özgürlükçü, bağımsızlıkçı bir halk hareketi olmakla alakası yoktur. Kendi çıkarlarını en başa koyan, Rumları katledip mallarına el koyan, kendisine karşı çıkanlara hadlerini bildirmek için Denizli kent merkezini basıp 60 kişiyi uluorta idam edip katleden bir “kahramandır” kendisi! Genel olarak diyebiliriz ki bu tür oluşumlarla, Osmanlı derin devletinin bağı vardır. Savaşlarda alınan yenilgilerden sonra İttihat ve Terakki’nin ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın Anadolu ve Trakya’da gerektiği durumda bir direniş örgütlemek için oluşturduğu gizli örgütlenmenin hücreleri, silah depoları ve mali kaynakları vardı. Mondros ateşkesinden sonra da Osmanlı birliklerinin terhisi dayatılmış, ama direnişten yana olan subaylar silahları teslim etmeyip onları Teşkilat-ı Mahsusa eliyle güvenli yerlere sevk etmişti. Bu yapılar dünya savaşı sırasındaki Ermeni soykırımında görev üstlendikleri gibi, Millî Mücadele’de de rol oynadılar. Yerel direnişlerin çoğu esasen bu unsurların, sonradan Ankara’yla bağlantı içerisinde giriştikleri, tepeden organize edilen eylemlerdi, halk hareketi değil.

Devam edelim. Erzurum Kongresi, İstanbul hükümetinin derhal Meclisi tekrar toplamasını talep ediyordu. M. Kemal de asker arkadaşlarının desteğiyle kongrenin başkanlığına ve temsil heyetine seçilmişti ve artık bu sıfatı kullanarak hareket edecekti. Bu öne çıkışı mümkün kılan esas faktör, M. Kemal’in padişahtan aldığı yetkilerin yanı sıra diğerleri arasındaki en üst rütbeye ve kıdeme sahip subay oluşuydu. Yani bürokratik hiyerarşi gereği öne çıkmıştı; konumu, eşitler arasında birincilikten öteye geçmiyordu henüz. Kısa süre sonra toplanan Sivas Kongresinde (Eylül 1919) ise delegelerin ağırlığı, gerçekte tam da M. Kemal’in arzu ettiği üzere, subay ve bürokratlardan oluşuyordu. Ve bu delegasyonun üçte biri M. Kemal’in ordudan ve İttihat ve Terakki’den yakın çalışma arkadaşları idi. Bu kongrenin en önemli yanı, tüm MHC’lerin tek bir Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (ARMHC) olarak fiilen olmasa bile kâğıt üzerinde birleştirilmesi oldu. M. Kemal artık fiilen bu Cemiyetin “Heyet-i Temsiliye”si adına hareket edecekti. Altını tekrar çizmek gerekirse, M. Kemal ve ekibindekiler Millî Mücadele’yi başlatmadı ama sahip oldukları devlet deneyimi sayesinde, zaten başlamış olan hareketin örgütsel ve politik olarak merkezileşmesinde, dağınıklığının aşılmasında, bir programa kavuşmasında önemli ve belirleyici bir rol oynadılar.

Temsil Heyetinin, İstanbul’daki Padişah hükümeti ile uzlaşma yollarını araması ve yeni hükümetin de bir uzlaşmaya açık davranmasıyla Amasya’da bu heyet ile hükümet arasında bir protokol (Ekim 1919) imzalandı. Bu protokolün en önemli maddesi, İstanbul hükümeti tarafından ARMHC ve Temsil Heyetinin resmen tanınması, Padişah Vahdettin tarafından 1918 Aralığında kapatılan Meclis-i Mebusanın yenilenerek tekrar toplanması ve Sivas Kongresinin kararlarını onaylamasıydı. M. Kemal Meclis-i Mebusanın Anadolu’da toplanmasından yanaydı, ama Kâzım Karabekir ve Rauf Orbay’ın ısrarıyla İstanbul’da toplanması kararlaştırıldı. Üyelerinin çoğunluğunu Müdafaa-i Hukuk taraftarlarının oluşturduğu bu Meclis 1920 Ocağında İstanbul’da toplandı ve Misak-ı Milli olarak adlandırılan kararları aldı.

Büyük Millet Meclisi
16 Martta İstanbul’un tümüyle işgal edilmesinin ardından, 18 Martta toplanan mebuslar, dokunulmazlığın ortadan kalktığı gerekçesiyle meclisi süresiz tatil edip Ankara’da toplanma kararı verdiler. Vahdettin 1920 Nisanında bu Meclisi tekrar kapattı, II. Meşrutiyet’in sona erdiğini ilan etti; Şeyhülislam da Kuvvacıları kâfir ilan ederek “katledilmeleri vaciptir” şeklinde resmi bir fetva yayınladı. M. Kemal hakkında zaten çoktan tutuklama kararı çıkartılmıştı. Ama bu gelişmeler bile Saltanatla bağların kopartılmasını doğurmadı. Kapatılan Meclisi diriltmek adına 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi (BMM) adı altında yeni bir Meclis toplandı.[6] Kapatılan Meclis-i Mebusanın neredeyse tamamının yanı sıra, İstanbul’daki devlet aygıtının çürümemiş ve emperyalist devletlere açıkça boyun eğmemiş unsurları da Ankara’ya taşındılar. Meclis açılışında padişaha bağlılık yemini edildi, açılış konuşmalarında ve yayınlanan ilk Meclis beyannamesinde, padişaha isyan iddiaları kesin bir dille yalanlandı! Meclis meşruluğunu, İstanbul’un işgal edilmesine, padişahın elinin kolunun bağlı kalmasına ve Meclis-i Mebusanın artık İstanbul’da çalışamaz olmasına bağlıyordu! M. Kemal, Meclis ve Hükümet Başkanı olarak seçildi. Benimsenen ilkelerden biri Meclisin üzerinde hiçbir güç olmadığı idi! Bu İstanbul’daki hükümetin tanınmayacağı anlamına geliyordu. Böylelikle Anadolu’da İstanbul’a alternatif bir iktidar odağı oluşuyordu. Ama dediğimiz gibi, bu alternatif iktidar halen padişahın otoritesini sorgulamıyor, tersine onun kurtarıcısı olacağı iddiasıyla kendine meşruluk sağlıyordu.

BMM kuruluşunun ardından kendisini devletleştirmeye girişti. Zaten yasama ve yürütme yetkisini elinde toplamıştı, yargı yetkisini de kendi eline aldı: Kendi milletvekillerinden oluşturduğu İstiklal Mahkemelerini kurdu. Kendi otoritesini tanımayanları vatan haini olarak addeden ve idamla cezalandıran bir yasa çıkardı. Bu yasaları uygulama ve askerlik “görevinden” firar edenleri cezalandırma işi bu mahkemelere bırakıldı. İstanbul hükümetinin imzaladığı ve büyük tepki duyulan 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşmasından sonra BMM’nin konumu gittikçe güçlendi.

Bu duruma rağmen, Kemalist önderliğin Saltanatla karşı karşıya gelmeme temelindeki oportünist tutumu devam etti. Meclisin yayınladığı bildiriyle aynı içerikte olan ve M. Kemal tarafından Padişaha hitaben kaleme alınan mektupta şunlar söyleniyordu: “Halife ve Padişahımız, saltanat haklarını ve ulusal bağımsızlığımızı korumak amacıyla bugün BMM olarak toplanmış bulunuyoruz (…) Bizzat zat-ı şahaneniz bu olaylar önünde duymuş olduğunuz acıyı tüm dünya basınına yansıtmış bulunuyorsunuz. Bu durum içinde, yüzyıllar boyunca Padişahlara dünyanın en şahane tahtını getiren bu ulus ne yapabilirdi? Sefil bir savaş sonunda Padişahının kendi ordularını seferber etmekten menedildiğini görerek bizzat silâha sarıldı ve dinimizi, ulusal onurumuzu kurtarmak için, saldırıya uğrayan bölgelere koştu... Haşmetpenahi, halkı aldatarak ulusal savunmamızı zat-ı şahanenize karşı bir isyan olarak göstermeye çalışan hainler vardır. Bu hainler, ulusumuzu sivil bir savaşa sürükleyerek yurdumuzun düşmanlarca istilâsı için ortam hazırlamaya çalışıyorlar... Düşman bayrakları yurdumuzdan kaldırılmayınca ulusal savunmamızı bırakamayız... Yoksul ve bedbaht olarak yönetimimiz altında yaşamayı, yabancı köleliğinin getireceği rahatlık ve zevke bin kere yeğ tutarız... Kalplerimiz zat-ı âlinize karşı bağlılık ve sevgiyle doludur, öncekine oranla daha sıkı bağlarla Padişahlık katına bağlıyız. Meclisimizin ilk sözleri Halife-Padişahımıza bağlılık olduğu gibi son sözleri de gene aynı olacaktır.”[7]

Bu ve buna benzer sayısız beyanat ve belge, daha baştan bir cumhuriyet hedefiyle yola çıkılmadığını, hareketin kendi meşruluğunu “Halifelik ve Padişahlık katlarının kutsal başkentini, yetki ve saygınlığını iade etmek” iddiasına dayandırdığını kanıtlar. İlerleyen yıllarda Kemalist ideologlar bu ve buna benzer sayısız beyanı, M. Kemal’in “siyasi dehası”nın kanıtları olarak aklamaya çalıştılar. Buna göre, M. Kemal, güç dengelerini gözeterek, cumhuriyet hedefini bu aşamada gündeme getirmemişti! Bu subjektif yorumu doğru kabul edersek, o zaman resmi ideolojinin dillendirdiği diğer bir iddianın, yani M. Kemal’in devrimci olduğu iddiasının yanlışlığı ortaya çıkar. Zira dengeler adına bu denli ölçüsüz övgüler, olsa olsa oportünist yaltaklanmaların, saray entrikacılığının ve uzlaşma yollarını açık bırakma çabasının kanıtıdırlar.

Resmi tarihin iddialarının aksine M. Kemal rakipsiz değildi. O ve ekibi, gerek diğer ekip ve önderlere, gerek İstanbul hükümetine, gerek Meclisteki saltanatçılara, gerek emperyalist güçlere, gerekse de Sovyet hükümetine karşı sürekli manevralar yaparak rakiplerini ekarte etmiş ve Millî Mücadele’nin önderliğini ancak süreç içerisinde kazanmıştı. Kemalist ekip, tutarlı, kararlı, burjuva anlamda bile olsa net bir devrimci çizgi izlemek yerine, her türlü güç odağıyla ilişkiler kurmaya dönük uzlaşmacı, oportünist ve bürokratik bir çizgi izledi. Kimin desteğini almak gerekiyorsa, ona uygun adımlar atılıyordu. Kemalist kadrolar, içinden çıkıp geldikleri Osmanlı askeri bürokrasisinden çok şey öğrendiklerini, daha Meclisin kuruluşuna giden süreçte ortaya koymuşlardı. Mülk ve politik güç sahibi her türlü kesimle, sınıfla ve devletle işbirliğinin yollarını arayan ama yoksul halkla onun kurtarıcısı olma iddiası dışında hiçbir yakınlığı olmayan bir önderlik idi söz konusu olan.

Meclisin kuruluşunu takip eden dönem, ağırlığını iyiden iyiye hissettiren Kemalist önderlik açısından, bir taraftan Anadolu’da çıkan gerici ayaklanmaların bastırılmasıyla, bir taraftan da Sovyet hükümetiyle iyi ilişkiler kurulması ve ondan destek sağlanması çabalarıyla geçti. Sovyet hükümetinin desteğini kazanmak, onun BMM’yi tanımasını, diplomatik, askeri, mali yardımda bulunmasını sağlamak isteyen M. Kemal’in komünizmi öven, emperyalizmi lanetleyen, dünya devrimini göklere çıkaran sözleri, birer bürokratik manevradan başka bir şey değildi. Öncesinde Sovyet heyetleriyle yapılan birçok görüşmeye rağmen resmi bir ilişkinin kurulması Meclisin açılışının ardından gelir. Meclisin kuruluşundan üç gün sonra, 26 Nisan 1920’de, M. Kemal, Meclis adına Sovyetlere dostluk ve ittifak anlaşması yapılması önerisinde bulunuyor, emperyalist işgale son vermek ve ardından emperyalizme karşı birlikte mücadele etmek amacıyla Sovyet hükümetinden askeri ve mali yardım talep ediyordu: “Evvela, milli topraklarımızı işgal altında bulunduran emperyalist kuvvetleri tart ve ileride emperyalizm aleyhine vuku bulacak müşterek mücadelemiz için dahili kuvvetlerimizi organize ettirmek üzere şimdilik ilk taksit olarak beş milyon altının ve kararlaştırılacak miktarda cephane vesair harp vesaiti ve sıhhiye malzemesinin ve yalnız doğuda harekat icra edecek kuvvetler için erzakın Rus Cumhuriyetince temini rica olunur.”

Haziranda gelen olumlu cevap üzerine verilen yanıta da bakalım: “…Size, sadece kendi zincirlerini kırmakla yetinmeyip iki yıldan fazla süredir bütün dünyanın kurtarılması uğrunda eşi görülmemiş bir mücadele yürüten ve baskının dünya yüzünden sonsuza dek silinmesi için duyulmamış acılara seve seve katlanan Rus halkına, Türk halkının hayranlık duyduğunu bildirmekten çok büyük mutluluk duyuyorum. Bir yandan Batı emekçilerinin, öte yandan köle Asya ve Afrika halklarının, uluslararası sermayenin, efendilerinin en yüksek kazancı elde etmesi amacıyla birbirlerini yok etmeleri ve köleleştirmeleri için onları kullandığını anladıkları ve sömürge politikasının bir suç olduğu bilincinin dünya emekçi kitlelerinin kafasına yerleştiği gün, burjuvazinin egemenliğinin sona ereceğine ilişkin inancımın bütün yurttaşlarım tarafından da paylaşıldığına eminim.”[8] Kemal ve ekibindekilerin “burjuvazinin egemenliğinin sona ereceğine” dair ne bir inancı vardı ne de böyle bir hedefleri. Zaten kendi sınıf doğaları gereği bu mümkün de değildi. Ama bu yönde bir ümidin tohumlarının Anadolu’nun emekçi halkı arasında yeşermekte olduğu açıktı.

(devam edecek)

[1] Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay., s.102

[2] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., Ekim 2004, s.221

[3] M. Kemal değindiğimiz kongreler dizisinin yalnızca son ikisine, Erzurum ve Sivas Kongrelerine katılmıştır. Diğer kongrelerden tarih derslerinde pek bahsedilmemesinin nedeni de bu olsa gerek!

[4] Maalesef sosyalist hareketin bu konu bağlamında en zayıf olduğu hususlardan biri budur. Sosyalist sanatçılar, şarkılarıyla, şiirleriyle, romanlarıyla bu efsanelerin solda yaygınlaşmasında ciddi bir rol oynamışlardır.

[5] aintabdata.com/2019/02/17/atma...

[6] Büyük Millet Meclisi adı, 8 Şubat 1921 tarihli bir Bakanlar Kurulu Kararnamesiyle “Türkiye Büyük Millet Meclisi”ne dönüştürülmüştür.

[7] akt. Salâhi R. Sonyel, “Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngilizlerin Eline Geçen Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Tutanakları”, belleten.gov.tr/tam-metin/1680

[8] Lenin’e hitaben yazılmış 4 Ocak 1922 tarihli mektubunda ise M. Kemal, sömürüye boyun eğmemek, asalak sınıfı ortadan kaldırmak, zenginler sınıfını, büyük arazi sahiplerini zayıflatmaktan bahseder. Türkiye’nin Batı’dansa Sovyetler’e yakın olduğunu, “kapitalist ve emperyalist düzene karşı savaştıklarını”, “bugünkü mücadelenin her şeyden önce kapitalizme karşı yöneldiğini”, zaferden sonra büyük işletmeleri devlet eliyle yöneteceklerini ve “böylece gelecekte büyük kapitalist sınıfların efendiliğinin ülkede hâkim olmasının önüne geçmiş” olacaklarını söyler.

marksist.net/oktay-baran/milli

Türk “Milli” Burjuvazisi Nasıl İnşa Edildi? /2

Fırat Yazgan

Karadeniz kentlerinde yaşayan Rumlar

İttihatçılardan Kemalistlere ve bugüne bir süreklilik politikası

Rusya’da gerçekleşen Ekim Devriminin etkisiyle Birinci Dünya Savaşı sona ermiş, Osmanlı ağır yenilgiler almıştı. Milyonlarca insan katledilmiş, yerlerinden yurtlarından edilmiş, halklar paramparça edilmiş, birbirine düşmanlaştırılmıştı. Savaşın sorumlularından olan İttihatçı üç lider; Enver, Talat ve Cemal Paşalar yurtdışına kaçmışlardı. 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandıktan sonra İstanbul hükümeti İttihatçıları gerçekleştirdikleri katliamdan kaynaklı göstermelik bir şekilde yargılamaya başladı. Kimi İttihatçılar işlenen cinayetlerin doğrudan sorumlusu olduklarından İngilizlerin baskısıyla Malta’ya sürgün edilmişlerdi. Fakat bunların bir kısmının Malta’dan kaçmasına göz yumulmuş, kimileri de İttihatçılığın devamı olan Kemalistler tarafından emperyalistlerle girişilen pazarlıklar sonucunda serbest bırakılmıştı. İşte bu serbest bırakılanlardan bazıları katliamlarda büyük payları olan Celal Bayar, Şükrü Kaya gibi onlarca eski İttihatçıydı ve onlar da artık Ankara hükümeti içinde önemli görevlerde çalışmaya başlıyordu. 1920’de Emval-i Metruke Kanunu bir kararnameyle birlikte İstanbul hükümeti tarafından yürürlükten kaldırıldı ve gasp edilen gayrimüslim mallarının iade edilmesi kararı alındı. Fakat birkaç istisna dışında bu mülkler iade edilmedi. İade etmemek için adeta bin dereden su getiriliyordu. Çünkü zaten ülke dışında olan kimi Hıristiyan unsurlara, Emval-i Metruke mallarına gelip sahip çıkmaları için bir haftalık, bir günlük, hatta birkaç saatlik mühletler veriliyordu. Aksi takdirde “terk edilen mallar” devlet mülkiyetine geçirilecek ve satılacaktı.

Her şeye rağmen savaş sonrasında büyük kıyım ve tehcirden sonra hayatta kalan kimi Ermeniler ve Rumlar yurtlarına, evlerine geri dönmeye başlamıştı. Ermenilerden bazıları Fransızların desteğini alarak evlerini mülklerini geri almaya çalışırken, Ege bölgesindeki kimi Rumlar ise Yunanlılardan destek alarak yurtlarına dönmüşlerdi. Ancak İttihatçıların yerel eşrafa ya da ticarete yeni atılan devletin yüksek kademesindeki bürokratlara bahşettiği bu mülkler, servetin tadını almış kişiler için iadesi mümkün görünmeyen şeylerdi. İşte bu nedenle gayrimüslim sermayeye çöken zümreler, İttihatçılarla birlikte, çeşitli bölgelerde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin (MHC) örgütlenmesine ön ayak olmuşlar; milliyetçilik duygularıyla emekçi halkın bir bölümünü de kendi peşlerine takabilmişlerdi. Ne tesadüf ki bu cemiyetlerin kurulduğu bölgeler en çok gayrimüslimin “temizlendiği” Ege, Karadeniz, Çukurova, Doğu Anadolu ve Trakya bölgesiydi. “Dünya Savaşı sırasında topraklarından kovulan, mallarına mülklerine, işyerlerine el konulan Hıristiyanlardan (Ermeniler, Rumlar, Süryaniler) gasp edilen zenginliği koruma kaygısı, MHC’lerin başını çekenler arasındaki yeni yetme savaş zenginleri için önemli bir motivasyon kaynağıydı.”[1] İşte bu durum Antep ve Çukurova bölgesinde Ermeni ve Türk çeteleri arasında ciddi çatışmalara sebep oluyordu. Yani “Milli Mücadele”nin bir tarafı Yunan devletine karşı verilirken, diğer tarafı ise Ermeni ve Rumları bu topraklardan tamamen sökmek üzerine verilmiştir.

“Kemalistlerin İttihatçıların tarihsel uzantısı olduklarına hiç kuşku yoktur. Nitekim etnik bir sorun karşısında, İttihatçıların yöntemlerini devreye sokmaktan ve onlar gibi davranmaktan hiç çekinmemişlerdir.”[2] Bu yüzdendir ki 1916’da İT tarafından başlatılan Pontuslu Rumların Karadeniz’den temizlenme süreci 1923’e kadar devam etti. Keza İttihatçıların emri altında başlayan katil Topal Osman’ın cinayetleri Mustafa Kemal’in emri altında da devam etti. Zaten geriye kalan Rum halkı da 1924’te Türk ve Yunan hükümeti arasında imzalanan mübadele anlaşmasıyla (İstanbul’daki Rumlar ve Batı Trakya’daki Türkler hariç) bu topraklardan sürüldü.

Emval-i Metruke Kanunu geri geliyor
Millî Mücadelenin kontrolünü ele geçiren Kemalistler 1922’de tekrar Emval-i Metruke Kanununu geri getirmiştir. Bu yasa “Eylül 1922’de önce gizli ve ardından aleni celsede kabul edilen bir kararla yeniden yürürlüğe konur ve Nisan 1923’de tam kanun kimliğine ulaşır.”[3]

Artık Milli Mücadele kazanıldığına göre Ermeni ve Rumlardan kalan fabrikalar, dükkânlar, bağ, bahçe, hanlar vb. dizginsizce yağmalanabilirdi. 9 Eylülde İzmir’de Yunanlılara karşı kazanılan zafer sonrası İzmir 4 gün boyunca büyük bir yangın yaşadı. “Gâvur İzmir” mimari, tarihi ve kültürel açıdan büyük bir yıkıma uğradı. Özellikle Rum ve Ermenilerin sahibi olduğu işyerleri, mahalleleri eş zamanlı olarak ateşe verildi. Yangını kimlerin hangi amaçlarla çıkardığı belliydi ama entrikacı gelenekten gelen devletin asli sahipleri, kimleri suçlu göstereceklerini iyi biliyorlardı. Dönemin gazeteci-yazarlarından Falih Rıfkı Atay, “Çankaya” adlı kitabında yangını şöyle tarif ediyordu: “Gâvur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçıları mı idi? Bu işte Ordu Kumandanı Nureddin Paşa’nın hayli marifetli olduğunu da söyleyenler çoktu.”

Çünkü asıl mesele İzmir’in otellerinin, işletmelerinin, mahallelerinin kültürel dokusunun yanıp gitmesi değil, bu topraklarda Türk ulusu temelinde şekillendirilecek olan burjuva devletinin geleceğinin garanti altına alınmasıydı. Diğer taraftan yangından önce zaten değerli eşyaların önemli bir bölümü yağmacı ordusu tarafından ele geçirilmişti. Bu yağmalar üzerinden savaş zenginleri diye bir kesim türedi. Bunlar savaş kahramanları edasıyla çeteleri ile birlikte köyleri, kasabaları geziyor geriye kalan mülkleri yağmalıyorlardı. Hükümet güçlerine çeşitli şikâyetler oluyordu ama onlar da bu konuda üç maymunu oynuyordu. Yerel halkın da bu yağmadan ağızlarına bir parmak bal çalınıyor, böylece aralarında sessiz bir anlaşma sürüp gidiyordu. Milliyetçi, ırkçı düşüncelerle Ermeni ve Rumların hain oldukları dillendiriliyor ve mallarını gasp etmenin mubah olduğu vaaz ediliyordu.Tüm bu yapılanlar, “nasıl olsa gâvur malı” denerek halkın gözünde meşrulaştırılıyordu. Yani çökmecilik, yağmacılık tepeden başlıyor, tabandaki halka kadar yayılıyordu.

O dönemde yaklaşık 200 bin kişilik bir yağmacı ordusunun Anadolu’nun farklı şehirlerinden özellikle Ege bölgesine doğru hücuma geçtiği söylenir. Bağ, bahçe, tarla, hasat, evlerdeki eşyalar hatta çatıdaki kiremitlere varana kadar ne varsa yağmalanıyordu. Bazı evler kerestesini almak, bazıları da gömülü altın, para bulmak için yıkılıyordu. Mesela Yaşar Kemal “Bir Ada Hikâyesi” roman serisinde hükümeti arkasına almış Kavlakzade Remzi efendilerin, açgözlü mebusların, Rumların evlerindeki demirbaşları nasıl yağmaladığına yer verir.

Elbette bu yağmaya eleştirel bakan, karşı çıkan mebuslar da vardı. Mesela bunlardan biri, yeni rejimin muhaliflerinden olan Orhan Kemal’in de babası olan Abdülkadir Kemalî idi. Keza daha sonra hükümetin baskılarından kaynaklı Suriye ve Lübnan’da sürgün yaşamak zorunda kalmıştır. Ancak Orhan Kemal yaşananları unutturmadı; çeşitli romanlarında Ermeni mülklerine çökmüş sonradan görme fabrikatör karakterleri üzerinden bu zenginlerin nasıl türediğine dair çarpıcı pasajlar vardır. Mesela “Kanlı Topraklar” adlı romanında, bu topraklarda devlet üzerinden nasıl sıfırdan bir burjuva sınıfı yaratıldığını ve bu temelde Mehmet Sinan’ın da yazılarında geçtiği gibi burjuva sınıfının nasıl devlet eliyle yaratıldığını, nasıl devletin kollarında büyütüldüğünü ve aynı zamanda bu burjuvazinin kendi siyasi bağımsızlığını kazanmak konusunda nasıl korkakça davrandığını örnekler. Romanda yeni burjuvalaşan Nedim Ağa karakterine, kendini devletin asli sahibi gören Cumhuriyet Halk Fırkasından (CHF) bir mebus şöyle demektedir: “«… Ulan yazının yarım pabuçlusu,» demişti. Çukurova’ya ayağının çarığıyla gelip, yıllar yılı omuzunda halı dolaştırdığın günleri ne çabuk unuttun? Bu fabrikayı baban mı yaptırdıydı? Ermeni malı. Partimizin sayesinde eline geçirip palazlanınca, sana onu temin edenlere karşı yan mı çiziyorsun? Kafamı kızdırma, bir kulpunu bulur elinden alıveririm ha!” Bu romanda yer alan fabrikatör Nedim Ağa 1909’da Adana’da yaşanan Ermeni katliamı sonrası Kayseri’den gelip Ermeni mülklerine çökmüş, Topal Nuri ise yine aynı şekilde Kayseri’den Adana’ya Milli Mücadele yılları sonrası terk edilen Ermeni mallarından pay kapmak için gelmiştir. Bu iki karakter de bize Kadir Hasların, Sabancıların “hayat hikâyesini” hatırlatırken, “milli” sermayenin nasıl yaratıldığına dair örnekler verir.

Keza 1921’de Adana’da Fransız işgalinin sona ermesinin ardından Ermeni Aristidis Simyonoğlu’nun bez fabrikası, Kayseri milletvekili Nuh Naci Yazgan tarafından Nuri Has (Kadir Has’ın babası) ve diğer iki ortakla beraber devralınarak Milli Mensucat Fabrikasına dönüştürülmüştür. Bugünkü atmosfere bakıldığında devlet-mafya ilişkisi üzerinden bu fabrikanın ne gibi tehditlerle gasp edildiğini tahmin etmek zor değil. “Sermayenin kademe kademe el değiştirmesi için gayrimüslim sermayedarlara devlet destekli baskılar uygulandı. «Milli Türk Ticaret Birliği» türünden milletvekili ve bürokratlardan oluşan birlikler oluşturulup, korkutulan Rumların şirketlerine ve mallarına «cazip koşullarda» el kondu. Sadece Kasım 1922 ile Mart 1923 tarihleri arasında bile İstanbul’da önemli 110 Rum ve 21 Ermeni firmasının kapandığı biliniyor.”[4]

Türk burjuvazisi gayrimüslim sermayenin üzerine çökülerek yaratılmıştır diyoruz ama ilginçtir, TC’nin kuruluş adımlarını sembol eden binaların birçoğu yine gayrimüslimlere aittir. Mesela Erzurum Kongresi Ermenilere ait olan Sanasaryan Koleji binasında yapılmış, sahibinin aynı kişi olduğu Sirkeci’deki Sanasaryan Hanı da devletin onlarca yıl sosyalistleri, muhalifleri işkenceden geçirdiği mekânlardan biri olmuştur. Aynı şekilde İzmir İktisat Kongresinin yapıldığı bina da yine Ermenilere ait olan Aram Hamparsumyan Hanıdır. Hatta kimi kaynaklara göre Çankaya Köşkünün arsası ve Şişli’de bulunan Atatürk evinin de Ermeni Kasapyan ailesine ait olduğu söylenir. Yani her yönüyle gayrimüslim sermayenin üzerinden şekillenmiştir Türkiye Cumhuriyeti. Bu süreçte devletin kanatlarında büyüyen Koçların kurucusu Vehbi Koç ise Kasapyanların Ankara Keçiören’deki bağ evine el koyar.[5]

Mustafa Kemal’in Adana ziyaretinde söylediği sözler bu meseleye nasıl baktığını açık eder: “Arkadaşlarımız söylevlerinde demişlerdir ki Adana’mıza hâkim olan diğer unsurlar, şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir durum almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleket sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır...”[6]

İttihatçıların başlattığı sermayenin Türkleştirilmesi hareketi Kemalist Rejim üzerinden süreklilik arz eder. Cumhuriyet döneminde, uzun yıllar devletin önemli gelir kaynakları ve teşviklerinden biri olan Emval-i Metruke mülkleri, Ermenilerin katliamlarında bizzat sorumlulukları olan paşaların eşlerine, çocuklarına hibe edildi. Öyle ya, Emval-i Metruke yasasını çıkarıp onca sermayeyi “yerli ve milli” hale getirenlere bir “vefa borçları” olmalıydı Kemalistlerin. “Tahsisler bununla kalmadı, tehcirde en kanlı eylemlere imzasını atmış kişilerden Teşkilat-ı Mahsusa liderlerinden Dr. Bahaeddin Şakir, Diyarbakır Valisi Dr. Reşid ve Tiflis’te Cemal Paşa’yla suikasta uğrayan yaveri Nusret Bey’in ailelerine Ermeni malları verildi.”[7]

1923’te yapılan İzmir iktisat Kongresi Kemalist rejimin nasıl kapitalist temelde gelişeceğinin, Batı’ya bu konuda nasıl güvence verileceğinin, yabancı sermaye düşmanlığı yapılmadığının kanıtıydı. “Bu dönemde ne «milli» burjuvazi denen kesimin ne de ona hamilik eden Kemalist bürokrasinin, emperyalist sermayeye karşı çıkmak gibi bir tutumu asla olmadı. Aksine «milli» burjuvazi bu dönemde, emperyalist şirketlerin ülke içinde komisyonculuğunu üstlenmeyi ve eski komisyoncuların (gayrimüslim azınlıklardan oluşan komprador burjuvazinin) yerini almayı çok arzulamış ama bu arzusu gerçekleşmemiştir. Çünkü emperyalist devletler Kemalist iktidarın bu konudaki tüm girişimlerini yanıtsız bırakacak ve bu yıllarda Türkiye’ye herhangi bir yabancı sermaye girişi olmayacaktı.”[8]

Burjuvazinin Batı’daki gelişim biçiminin aksine Türkiye’de esasen devlet eliyle tepeden yaratıldığını biliyoruz. Yeni yetme Türk burjuvazisine gayrimüslim sermaye transferi yapıldı fakat bu sonradan görmelerin ne ellerindeki sermayeyi geliştirecek, sanayi yatırımlarına dönüştürecek kültürel arka planları vardı ne de bu alanda becerileri vardı. “Gaspedilen malların Müslüman/Türk burjuvazisi yaratmak için ilk adımı oluşturdukları açıktı, ancak burjuvazi yaratmak sadece nakit ya da taşınmaz sermaye transferi ile olmuyordu. Aynı zamanda bilgi, deneyim, ilişki ağı, sosyo-kültürel değerler gibi sembolik sermayenin de transferi gerekiyordu. Bu tür sermaye ise gasp yoluyla edinilemiyordu.”[9]

“Devlet aracılığıyla yerli burjuvaziye aktarılan sermaye birikimleri, sanayi yatırımlarına değil, esas olarak ticari faaliyetlere, özellikle de burjuvazinin kısa zamanda servet yapabileceğini umduğu ithalat ve ihracat işlerine ve yabancı şirket komisyonculuğuna yöneldi. Sonuç olarak, cumhuriyetin bu ilk yıllarında, «kapitalist sanayileşme» yoluyla bir milli kalkınma başarılamadı.”[10]

Çünkü “yeni yetmelerimiz” tarihsel olarak o kadar geç kalmışlık duygusu içindeydiler ki, ne kadar sabırsız oldukları İstanbul’daki İngiliz Elçisi George Clark’ın merkeze sunduğu bir rapora bile konu olmuştu. Bu raporun kısacık pasajında yazılanlar bu toprakların sonradan görme burjuvazisini çarpıcı bir şekilde resmeder: “İstisnasız olarak bu şirketlerin hepsi [yabancı firmaların] temsilcisi olarak işe başlarlar. Fakat bunlarda ne yerlerini doldurmaya çalıştıkları Hıristiyan seleflerinin yaptığı gibi yavaş yavaş zenginleşmeye uygun bir yaradılış, ne de [onların sahip oldukları] sabır ve tecrübe vardır. Birçok örnekte görüldüğü gibi [bu şirketler] temsilcilik görevlerini ihmal ederek Ankara’ya koşarlar ve büyük [devlet] ihaleleri kaparak zengin olmaya çalışırlar ...”[11]

1930’lar ve sonrası
Üniter devlet yapısını kurmuş olan TC, bundan sonraki sermaye transfer işlemini çeşitli pogromlar üzerinden sürdürmeye devam etti. Emval-i Metrukeler Kemalist rejim tarafından yok pahasına kendi içlerinden bürokratlara, açgözlü yeniyetme burjuvalara haraç mezat satılmaya devam edilirken, Kemalist rejim 1934 yılında yeni bir plan devreye soktu. Almanya’da gelişen Yahudi karşıtlığı üzerinden yükselen faşizm Kemalist rejime de güç ve ilham vermişti. “Tarihsel devlet aklı” bu sefer gözünü Trakya bölgesinde mandıracılık ve ticaretle uğraşan Yahudilerin kazançlarına dikmişti. O yıllarda burada öğretmenlik yap(tırılan)an Turancı-Irkçı Nihal Atsız da operasyonel olarak devredeydi. Zaten son yıllarda Yahudi karşıtı yazılar yazıyor, şimdi de çeşitli bildiriler bastırıp dağıttırıyordu. Halkın Yahudilerin dükkânlarından alışveriş yapmaması için milliyetçilik pompalanıyordu. Günün sonunda saldırılar, linçler, tecavüzler gerçekleşti ve Yahudi sermaye sahiplerinin önemli bir kısmı kaçırtıldı; ellerindeki malın-mülkün ne yapıldığını ise tahmin etmek hiç zor olmasa gerek.

1942 yılında, İkinci Dünya Savaşı devam ederken çıkarılan Varlık Vergisi ile özellikle İstanbul bölgesinde yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudilerin elindeki sermayeye göz dikilmişti. Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun Varlık Vergisi ile ilgili konuşmasında faşist demagojik duygularla söyledikleri bugünkü rejimin liderinin söylemlerini hatırlatır adeta: “Bizde imtiyazlar ve sınıflar asla mevcut olmadı. Demokratlık Türk tarihinin derinliklerinden yuvarlanıp gelen büyük bir hakikattir. Biz halkçı idik, halkçıyız ve daima da halkçı kalacağız. Tek partili bir devlet kurmuş olmamız başlıca bu büyük hakikate dayanıyor. Biz ne sarayın ne sermayenin ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hâkimiyetidir.”

Gayrimüslimler neredeyse ellerindeki mülkiyetin tamamını, hatta fazlasını ya devlete vergi olarak vermek ya da belirlenen miktar verilmediğinde yol inşatlarında, Aşkale’de taş ocaklarında çalışmak zorunda bırakılacaktı. Bu dönemde birçok gayrimüslim malını mülkünü yok pahasına satıp ülkeden kaçmış, kimileri istenen cezayı çekmek zorunda kalmış, kimileri ise trajik şekilde çalışma kamplarında hayatlarını kaybetmişti. Despotik rejim gene istediğini elde etmiş ve gayrimüslimlerden gasp edilen sermayenin yüzde 67’si Müslüman-Türklere satılmış, yüzde 30’u ise devlete, KİT’lere, bankalara ve belediyelere aktarılmıştı.

Devlet, aklına bir kere koymuştu; ülkede gayrimüslimlerin elinde ne var ne yok aşama aşama gasp edilecek ve tümden “yerli ve milli” sermaye sınıfına aktaracaktı. 1955’in 6-7 Eylül günlerinde Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığı gerekçesiyle yine Ermeni ve Rumlara karşı bir pogrom başlatıldı. Farklı şehirlerden getirilen faşist güruh özellikle Beyoğlu-İstiklal Caddesi bölgesinde bulunan Rum mağazalarına saldırdı. Hazırlanan pogromun Özel Harp Dairesinin planı olduğu daha sonra Sabri Yirmibeşoğlu tarafından itiraf edilecekti. Buradan da gayrimenkuller üzerinden önemli bir sermaye birikimi sağlandı ve bu “ganimetlerden” nemalanlardan birileri de Demirören grubuydu.

Yine özellikle Mardin bölgesindeki Süryaniler, gerek Osmanlı zamanında gerekse de TC’ye bağlı olduklarını defalarca ifade etmelerine rağmen ceberut devletin zulmünden, kaçırtmalarından, göçürtmelerinden kurtulamadılar. “1923’te Mustafa Kemal’e «Biz Cumhuriyet’e bağlıyız» diyen, 1956’da Celal Bayar’ı «Ne Mutlu Türküm Diyene» diye karşılayan, gayri Müslimlerin bu en sessiz, en uysal, en sadık cemaatini bile «hoşgörü değirmenimizde» öğüttük...”[12]

Kurt artık kuzuyu yemeyi kafasına koymuştu, “takla atsan” ne fayda. Çünkü azınlıkların ellerinde kalan varlıklar iştahlarını kabartıyor, ağızlarını sulandırıyor ve el koymayı kendilerinde hak görüyorlardı. Yine 1964 yılında Kıbrıs sorunu bahane edilerek İstanbul’da kalan son Rumlar da bu topraklardan göç etmek zorunda bırakıldı. Gökçeada’da (İmroz) geriye kalan mülkler gasp edildi, “millileştirildi”, satılığa çıkarıldı. 1974’te TC’nin Kıbrıs adasının kuzeyini işgal etmesinin ardından burada yaşayan Rumlardan da önemli oranda bir sermaye transferi yapıldı.

Artık geride ne ciddiye alınacak bir gayrimüslim nüfus ne de üzerine çökülecek, yağmalanacak mülk kalmıştı. Emval-i Metruke Yasasına artık ihtiyaç yoktu ve 1988 yılında yürürlükten kaldırıldı. 2005 yılında Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Osmanlı dönemine ait tapu kayıt belgelerini TARBİS (Tapu Arşiv Otomasyonu) adlı proje kapsamında Türkçeleştirerek bilgisayar ortamına aktarmak ve Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğüne devretmek istedi. Fakat askeri vesayetin bekçilerinden Tuğgeneral Tayyar Elmas, “devlet aklı” ile hareket edip “zinhar olmaz” diyerek şöyle bir uyarıda bulunmuştu: “Osmanlı Devleti dönemine ait söz konusu defterlerin içerdiği bilgilerin etnik ve siyasi (asılsız soykırım, Osmanlı vakıfları ve benzeri) istismara malzeme olabileceği ve ülkemizin içinde bulunduğu koşullar dikkate alındığında, kısmen ya da tamamen çoğaltılarak dağıtılmamalarının, genel arşiv çalışması yapılan merkezlere devredilmemelerinin, dolayısıyla bulundukları Tapu ve Kadastro Müdürlüğü’nde muhafaza edilmelerinin ve kullanılmasının ülke menfaatleri açısından sınırlı tutulmasının uygun olacağı değerlendirilmektedir.”[13] Aslına bakılırsa hırsızlık, yağma, gasp o kadar büyüktür ki, bu konuların gündem edilmesi bile nasıl yüreklerini hoplattığını açık etmektedir.

***

Bugün de dünyada ve Türkiye’de yaşanan olağanüstü koşullar, gücü elinde bulunduranlar için büyük fırsatlar sunuyor. Bu olağanüstü süreçler beraberinde sermaye transferi, gasp, çökme getiriyor. 15 Temmuz sonrasında kurulan faşist rejim, bir zamanlar beraber aynı yollarda yürüdüğü ve kendisi gibi Müslüman-Türk olan sermaye gruplarının üzerine çökerek ilerledi, ilerliyor. Diğer taraftan aynı sürecin öncesinde ve sonrasında Kürt belediyelerine kayyumlar atayarak da heybesini doldurdu faşist rejim. Şimdi de geçmişteki gaspın, çökmenin mimarlarının fırkası olan CHP’ye ve onun nezdinde kazandığı belediyelere çökme operasyonları yapıyor. Bunun yanı sıra rejim, mafyatik uygulamalar üzerinden çeşitli kesimleri tehdit ederek, korkutarak çökme hareketi yürütmekte ve böylece sermaye transferi gerçekleştirilmeye devam edilmektedir.

Dünün İttihatçıları bugünün faşist blokunun çeşitli kademelerinde ve sözde onlara muhalif olan başta CHP olmak üzere burjuva partilerde yaşıyor. Dünün kurucusu, bugünün muhalefeti olan CHP ise kendi belediyelerine yönelen onca saldırıya rağmen devletçi reflekslerinden bir türlü kurtulamıyor ve bu nedenle de toplumu faşist rejime karşı mücadeleye seferber edemiyor. Devletin despotik kodlarını hâlâ içinde barındıran CHP, “aman devlete zarar gelmesin, aman tadımız kaçmasın” düşüncesiyle, toplumun faşist rejime karşı öfkesini stabil mitinglerle sınırlamaya devam ediyor. Burjuva muhalefet kesimleri dün olduğu gibi bugün de “sivil akılla” düşünmek yerine “devlet aklı” ile düşünmeyi refleks edinmiş durumdadırlar. Bunlar “devlet tapınmacılığını” bir an olsun zihinlerinden ve ruhlarından silebilmiş değillerdir. Burjuva güçlerin hiçbiri işçi ve emekçi sınıfların mücadelesine rehberlik edemez. İşçi sınıfına ancak onun kapitalizme karşı uluslararası düzeyde yürüteceği devrimci mücadelesi rehberlik edebilir.

[1] Oktay Baran, Millî Mücadele ve Cumhuriyet: Efsaneler ve Gerçekler, 6 Aralık 2023, marksist.net/node/8142

[2] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /IV, 30 Nisan 2008, marksist.net/node/1780

[3] Nevzat Onaran, Emval-i Metruke Olayı – Osmanlı’da ve Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi, Belge Yay., s.31

[4] Selim Fuat, TC “Ulus”unu Nasıl Oluşturdu?, Eylül 2012, marksist.net/node/3093

[5] Akt. Nevzat Onaran, age, s.208

[6] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, “16 Mart 1923, Adana, Esnafla Buluşma”, c.1, Türk Tarih Kurumu Yay., 1997, s.130

[7] Ayşe Hür, age, s.252

[8] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar, Ocak 2008, marksist.net/node/1701

[9] Ayşe Hür, altust.org/2020/01/sermayenin-

[10] Mehmet Sinan, age

[11] Akt. Ayşe Hür, age

[12] Ayşe Hür, Gayri Müslimlerin Öteki Tarihi, s.121

[13] bianet.org/haber/osmanli-arsiv

marksist.net/firat-yazgan/turk

10 Ekim akşamı uğradığı saldırı sonucunda beyin ölümü gerçekleşen yaşam savunucusu ve gazeteci Hakan Tosun 16 Ekim Perşembe günü son yolculuğuna uğurlanacak. Hakan Tosun’un dostlarının yaptığı çağrıya göre saat 13.00’te Nurtepe Metro Meydanı’nda bir araya gelinecek. Buradan Nurtepe Cemevi’ne yürüyüş yapıldıktan sonra Hakan Tosun son yolculuğuna uğurlanacak.

Organlarıyla yaşam olacak
Öte yandan Tosun’un daha önce organ bağışçısı olduğu öğrenildi. Tosun’un organları bağışlanacak.

İlkeTV’den Eylül Deniz Yaşar’ın haberine göre yaşamını yitiren Tosun’un ailesine beyin ölümünün ardından organ bağışıyla ilgili rızaları soruldu. Ailesinin, organlarının bağışını kabul etmesi üzerine gerekli işlemler başlatıldı. Ailenin, hastaneden ölüm belgesi alabilmesi için öncelikle organ bağışı sürecinin tamamlanması gerektiği belirtildi.

Ne olmuştu?
Tosun’un, 10 Ekim akşamı Esenyurt’ta yaşayan ailesinin yanına giderken yolda darp edildiği öğrenilmişti. Kafasına aldığı darbe sonucu yol kenarında baygın halde bulunan Tosun, kimliği yanında olmadığı için hastaneye isimsiz olarak götürülmüş; bu nedenle ailesine uzun süre ulaşılamamıştı.

Hastanede yapılan kontrollerde Tosun’un beyin kanaması geçirdiği ve bilincinin kapalı şekilde yoğun bakımda tedavi altında olduğu açıklanmıştı.

Tosun’un darp edilmesine karıştığı düşünülen iki kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınan iki kişi ifadelerinin ardından tutuklandı.
instagram.com/p/DPy-43tjSqL/

Hamas’ın İflası

Mahmut Boyuneğmez

Filistin’in özgürlük mücadelesinin başarısı, Ortadoğu’daki kapitalist ve emperyalist devletlerin ve politikaların başarısızlığı anlamına gelmektedir. Hamas, bir siyasi örgüt olarak, İsrail devletine karşı gerçek bir devrimci tehdit oluşturabilecek anti-kapitalist ve anti-emperyalist bir perspektife sahip değildir. Aksine, muhafazakâr burjuva milliyetçiliği, kapitalizm ve piyasa yanlısı politikaları, bölgesel gerici güçlerle bağlantıları ve geçmişte İsrail tarafından Filistin direnişini bölmek için desteklenmiş olması, onu nehirden denize Filistin topraklarının özgürleşmesini sağlayabilecek bir hareket olmaktan alıkoymaktadır. Filistin’in özgürleşmesi, o topraklarda bir iktidar dönüşümüne, eş deyişle sosyalist toplumsal ilişkilere geçişi sağlayacak bir siyasal devrime bağlıdır.
marksistarastirmalar.blogspot.

Büyük ruhlar için özgür bir yaşam hala serbest. Gerçekten, kişi ne kadar az şeye sahipse o kadar az köle edilecektir: Yaşasın küçük yoksulluk!

Friedrich Nietzsche

Türk “Milli” Burjuvazisi Nasıl İnşa Edildi?

Fırat Yazgan

1. Bölüm

İttihat Terakki'nin önde gelenlerinden bazıları

Olağanüstü koşullar olağanüstü fırsatlar ve cüretkâr adımlar için olanaklar yaratır muktedirlere. İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dünya Savaşı yılları, Devlet-i Aliyye’yi kurtarmayı hedefleyen ve devletin siyasal egemenliği altında tepeden bir burjuva sınıfı yaratmayı hayal eden İttihatçı asker-sivil bürokrasiye önemli fırsatlar sundu. Bu fırsatlar kimi halkları yok etmek, yerlerinden yurtlarından etmek pahasına olsa da, gayrimüslimlerin elindeki sermayenin gasp edilmesiyle ve bu sayede yeni bir “milli” burjuva sınıfının yaratılmasıyla sonuçlandı. Devletin yüksek kademelerinde yer alan asker-sivil bürokratik yönetici elit devletin varlığını sürdürebilmesi için “milli” bir burjuva sınıfı oluşturmak gerektiğini düşünüyordu.

Bir taraftan Osmanlı tebaasındaki farklı milletler ulusal bağımsızlıkları için isyanlara ya da bağımsızlıklarını ilan etmeye başlamışken, devletin “asli sahipleri” bu dağılmaya karşı hangi yöntemler geliştirmeye çalışacaklardı? Turancıların önde gelen ideologlarından Yusuf Akçura, bu “kurtarıcılar” arasında tartışılan düşünceleri Üç Tarz-ı Siyaset adlı çalışmasında özetleyip, Osmanlıcılık, İslamcılık gibi fikirlerin çözüm olmadığına kanaat getirmiş ve en sonunda Türkçülük düşüncesinin tek çıkış yol olduğunu savunmuştu. Bu düşüncedekiler özet olarak, devleti kurtarmak için Türkçülük temelinde bir ulus ve milli sermaye sınıfı yaratmak gerektiğini söylüyorlardı.

Fakat o yıllarda devletin tüm teşviklerine rağmen toplam özel sermayenin ancak yüzde 20’si Türk-Müslüman kesiminin elindeydi. İşte İttihatçı devlet kliği, bu durumu tersine çevirmek için harekete geçmiştir. Tüm öfkesini ve kinini 1912’de gerçekleşen Balkan savaşları yenilgisiyle bilemişken, Birinci Dünya Savaşını ise kaybettiklerinin yanında fazlasını kazanacağı bir kumar, gayrimüslim nüfusu ve sermayesini tasfiye edeceği politik bir fırsat olarak görmüştür. Ancak şunu da söylemek gerekirse, İttihatçıların icraatlarıyla başlayan süreç Osmanlı’nın savaştan yenik çıkmasıyla sona ermemiş, tam tersine büyük oranda yine aynı kadrolardan oluşan Kemalistlerce devam ettirilmiş, sermayenin Türk-Müslüman sermayeye transferi süreklilik arz etmiştir.

Bu yazıda, geçmişteki sermaye aktarımının nasıl ve hangi süreçler içinde gerçekleştiğini tarihsel bağlamı içinde ele alacağız. Bugün dünyada kapitalizm, tarihsel bir krizle karşı karşıya ve buna bağlı olarak Üçüncü Dünya Savaşı yaşanıyor. Türkiye’de ise bir taraftan sermaye birikim süreci korkunç bir emek sömürüsü ve doğa talanı temelinde ilerlerken, diğer taraftan rejimin muhalif burjuva kesimlerden açık el koymanın yanı sıra ve türlü dümenlerle gasp ettiği sermayeyi yandaş sermaye gruplarına transfer ettiği görülüyor. İşte bu transferler, olağanüstü süreçlerin beraberinde getirdiği olağanüstü fırsatlar olarak değerlendirilmektedir.

Devlet-i Aliyye’yi kurtarma çabalarının geçmişi
Osmanlı’da sistemli ilk Batılılaşma hareketi II. Mahmut dönemiyle başlayıp Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, I. Meşrutiyet (Kanuni Esasinin ilan edilmesi), II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet’in kuruluşuyla devam eder. Batı’daki teknolojik gelişmelerden geri kalmamak için ve onunla bağlantılı kapitalizm ile ilişkiler geliştikçe çeşitli reformlar yapmak zorunda kalır Osmanlı devleti. Fakat bu reformlar daha çok askeri ihtiyaçlar eksenindedir. Çünkü asıl amaç Batı karşısında sürekli yenilgi alan, toprak kaybeden, gerileyen Osmanlı’yı askeri alanda ilerletmek ve devleti kurtarmaktır. Bu süreçten Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar geçen sürede, asker-sivil bürokrat yönetici elitlerin kafasındaki düşünce “devleti nasıl kurtarırız” sorunudur. Özellikle Avrupa’daki gelişmeleri gören Osmanlı aydınları ve yönetici yüksek bürokrasi kendi biçare durumlarını daha net görüyor ve Osmanlı’nın girdiği birçok savaştan yenilgiyle çıkması, onların bu duruma karşı harekete geçmesini zorunlu kılıyordu. Bir Osmanlı yönetici aydını olan Ziya Paşa’nın Avrupa gezilerinde rastladığı manzarayı şu şiirinin iki mısrasıyla özetlemesi kendi eksikliklerini isabetli bir şekilde resmeder: “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm/ Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm.”

Osmanlı devletinin Batı’nın teknik ilerlemelerinden faydalanmak için 1800’lü yılların ortalarında Avrupa’ya gönderdiği askeri öğrenciler arasında devletin nasıl kurtarılacağı ile ilgili farklı düşünceler oluşmaya başlamıştı. 1870’lerde Avrupa’ya askeri eğitime ya da sürgüne gönderilmiş Osmanlı subayları ve aydınları buralarda kurdukları derneklerde buluşup birbirini etkiledi. Genç Osmanlılar olarak adlandırılan bu ilk aydınlar, çıkardıkları çeşitli dergi ve gazetelerde Abdülhamid rejimine karşı muhalefetlerini sürdürdüler. Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa gibileri bunlardan bazılarıydı. Etkiledikleri geniş kesimler yoktu ama bu aydın hareketi, askerler arasında nispeten daha etkili olacak olan Jön Türklerin oluşmasına vesile oldu. Bu hareketin temel motivasyonu, üç kıtaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı karşısında ayakta kalmakta zorlanması, dağılmakla yüz yüze kalması ve devletin kurtulması için neler yapılması gerektiği idi. Bahsedilen sorunlara cevap arıyor, tartışıyorlardı; özellikle Osmanlı’nın Balkan toprakları olan Selanik ve Manastır’da ordu içinde örgütlenmeye başlamışlardı.

II. Abdülhamid’in istibdat rejimine karşı muhalefetin öfkesi arttıkça, Jön Türklerin milliyetçi söylemleri daha çok karşılık buluyordu. Belli bir güce vardıklarında Abdülhamid’e karşı ordu içinde ayaklanmaya başladılar. Padişahın isyanı bastırmak için gönderdiği paşaları planlı siyasi cinayetlerle ortadan kaldırdıkları da oldu. Padişahtan istedikleri, 1877’de kaldırılan Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesi ve anayasal düzenin kurulmasıydı. Meşrutiyetin doğrudan padişah tarafından ilan edilmesini istiyorlardı, aksi takdirde yaşanabilecek kaotik durumlarda Batı’nın müdahalesiyle karşılaşabilir ve devlet mekanizması daha büyük bir tehlikeye girebilirdi.

23 Temmuz 1908’de başlayan ve hızla yayılan askeri isyanları takiben, Padişah yetkilerini kısıtlayan Kanun-i Esasi’yi tekrar yürürlüğe koymak ve II. Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı. 1909’da II. Meşrutiyet’e karşı dini referanslı bir ayaklanma patlak verdiyse de, Selanik’ten gelen İttihat ve Terakki’nin (İT) kontrolündeki Hareket Ordusu tarafından bu kalkışma bastırıldı. Ayaklanmanın arkasında Abdülhamid’in olduğunu düşünen İttihatçılar derhal onu tahttan indirip Selanik’e sürgüne gönderdiler ve Abdülhamid’in 32 yıllık saltanatı son bulmuş oldu. Onun yerine sembolik olarak Sultan Reşat (V. Mehmet) getirildi. İpler yavaş yavaş İttihatçıların eline geçiyordu fakat henüz mutlak iktidarlarını kuramamışlardı. Bunun için yeni fırsatların, yeni olağanüstü durumların oluşması gerekiyordu.

23 Ocak 1913 günü Enver ve Talat Paşa liderliğindeki İttihatçılar bir askeri darbe tezgâhladı ve ünlü Bab-ı Ali Baskını ile iktidarı tamamen ele geçirdiler. Bu darbe ile Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı) Nazım Paşa öldürülmüş, Sadrazam (Başbakan) Kamil Paşa zorla istifa ettirilmiş ve yerine Mahmut Şevket Paşa getirilmişti. İttihatçılar bu darbenin gerekçesini mevcut hükümetin Edirne’yi Bulgarlara bırakacağı iddiasına dayandırdılar. İkinci Balkan Savaşlarında, Balkan devletlerinin kendi aralarında girdiği kavgayı fırsat bilen İT hükümeti Edirne’yi geri aldı ve bunu bir siyasi ve askeri başarı olarak pazarlamayı başardı. Fakat devleti kurtarma çabaları bitmedi, çünkü her ne kadar siyasi olarak devlete hâkim olsalar da iktisadi olarak hâkimiyet gayrimüslimlerdeydi. İktisadi olarak hâkimiyetleri olmadıkça devleti kurtaramayacakları düşüncesi gittikçe ağırlık kazanmaya başlamıştı.

Gayrimüslimlerin durumu
Gayrimüslimlere ilk olarak Tanzimat Fermanıyla tanınan haklar, 1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanıyla genişletildi. “Millet-i mahkûme” olarak nitelendirilen gayrimüslimlerin “millet-i hâkime” olan Müslümanlarla eşit haklar elde etmeleri kimi otorite sahiplerini rahatsız etmişti. “Sözgelimi zamanın devlet adamı ve vakanüvis Cevdet Paşa, 1856 tarihli Islahat Fermanı’nın [ilan edildiği günün] azınlıklar için bir sevinç, atalarının kanları pahasına elde ettikleri kutsal hakları kaybedişlerinin yasını tutan Müslümanlar içinse bir matem günü olduğunu belirtmiştir.”[1] Müslüman olmayanlar hem hukuken hem de toplumsal yaşamda Müslümanlarla eşit haklara sahip değillerdi, zaman zaman bu eşitsizlik had safhaya varıyor ve ayrımcılık aşağılamaya dönüşüyordu. Şimdiyse Osmanlı’nın bu üstünlük duygusu değişiyordu. Fakat Avrupa’da gelişen kapitalizmin yarattığı basınç bazı çözülmeleri zorunlu kılıyordu. Osmanlı egemenleri açısından durum şöyleydi: Bir taraftan Batı’nın ulaştığı teknolojik gelişmişliğe varılmak, ondan yararlanılmak ve bu temelde onunla iyi ilişkiler geliştirilmek isteniyordu fakat diğer taraftan Batı kültüründen rahatsızlık duyuluyordu. Ruh halleri, zaman zaman rüyasında eski gücünü görüp uyandıktan sonra gerçeklerle karşılaşınca, “biz nasıl bu duruma düştük” diye dövünüp kahrolan bir insanın ruh hali gibiydi.

Kapitülasyonların da etkisiyle Avrupalı kapitalistlerin Osmanlı topraklarındaki ağırlığı artıyor, gayrimüslimler üzerinden ticari ilişkiler derinleşiyordu. Gayrimüslimler bir taraftan yabancı sermayenin temsilciliğini yaparken diğer taraftan kendileri de önemli oranda sermaye birikimi sağlıyorlardı.Yabancı sermayenin fabrikalarında veya demiryolu inşaatlarında yöneticilik, mühendislik tarzı vasıf gerektiren işlerde Rumlar ya da Ermeniler çalıştırılıyor, vasıf gerektirmeyen angarya işlerde ise Müslüman Türkler çalışıyordu. Milliyetçilik akımının da etkisiyle bu durum bir öfke kaynağı teşkil ediyordu. Ama bu öfke daha çok kendilerini devletin asli sahibi gören asker-sivil yönetici kesime hâkimdi. Oysaki Asyatik despotik geleneklerinden dolayı özel mülkiyetin gelişmediği bu topraklarda ticaretle uğraşmak istemeyen, ticaretle uğraşanları da hakir gören kendileriydi. Gayrimüslimler gibi ticaretle uğraşmak aşağılayıcı bir şeydi ve onlara göre bir iş değildi. Devlet-i Aliyye’de Müslüman kesimler için en büyük kazanç yüksek asker-sivil bürokrasi içerisinde bir mevki edinmekti. İşte o zaman başlarına bir “devlet kuşu” konardı.

Yeni bir burjuva sınıfı yaratmanın ideolojisi
1900’lerin başlarında Kafkasya ve Kırım’dan gelen ilk Türkçüler (Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali) Osmanlı toprağına ayak bastıklarında henüz Türkçülük ideolojisi hâkim durumda değildi. Avrupa’da gelişen milliyetçilik akımları ve Rus Çarlığından gördükleri baskıların etkisiyle milliyetçi düşünceleri gelişmeye başlamıştı ve Türkçü milliyetçiliği öne çıkarıyorlardı. Bu gelenlerden kimilerinin aileleri burjuva sınıfındandı. Mesela Yusuf Akçura’nın babası Kırım’da fabrika sahibiydi.

Osmanlı’nın dağılma tehlikesi altında olduğunu gören bu burjuva aydınları, çeşitli Türk derneklerinde düşüncelerini yaygınlaştırıyorlardı. Türk Yurdu mecmuasında, özellikle 1910’larda kurtuluşun iktisat politikalarının geliştirilmesinde olduğunu ve bu temelde bir ulus-devletin oluşturulması gerektiğini yazıp çiziyorlardı. Yusuf Akçura’ya göre Türkler kendi içerisinden burjuva sınıfı yaratamazsa yalnız asker, memur olarak kalacaklar ve bu şekilde Batı karşısında uzun süre ayakta kalmaları mümkün olmayacaktı. “… zamanımız devletlerinin temeli burjuvazidir. Muasır büyük devletler, sanatkâr, tüccar ve bankacı burjuvaziye dayanarak teessüs etmiştir.”[2] “Eğer Türkler kendi içlerinden Avrupa sermayesinden de istifade ederek, bir sermayedar burjuva sınıfı çıkaramayacak olurlarsa, yalnız memur ve köylüden ibaret Osmanlı heyet‑i ictimaiyesinin muasır bir devlet halinde devamlı yaşayabilmesi zorlaşacak.”

[3]Aynı şekilde İttihatçıların önde gelen yöneticilerinden olan Küçük Efendi lakaplı Kara Kemal ise şunları söylüyordu: “Avrupa’da Hükümetler ya işçiye ya da burjuva tabakalarına dayanırlar. Güç anlarında güvenecekleri toplumsal desteğe sahiptirler. Biz hangi sınıfa dayanacağız?... Böyle güçlü bir sınıf Türkiye’de var mı? Bulunmadığına göre biz neden yaratmayalım?” Elbette Kara Kemal ilk olarak devletin imkânlarını ve zorbalığını kullanarak kendisini baştan yarattı ve önemli bir sermaye birikimi yaptı. Diğer taraftan bu tepeden burjuva sınıfı yaratma düşüncesi tam da Mehmet Sinan’ın yazı dizisinde detaylıca anlattığı despotik devletin zihin dünyasıyla uyumluydu. “Osmanlı devleti, devleti kendine mülk edinmiş bir sınıfa, yani bizim yönetici devletlû sınıf diye tanımladığımız bir bürokratlar aristokrasisine dayanıyordu. Devleti yönetmek de siyaset yapmak da bu devletlû sınıfın tekelindeydi.”[4] Toprakta özel mülkiyetin olmadığı Asyatik despotik üretim ilişkileri ve onun geleneğine sahip olan bu coğrafyada devlet, her şeyi belirleyen, karar veren bir merci idi. Hiçbir zaman devletsiz düşünemeyen ve sivil toplum olamayan bu toprakların insanının ise devlete karşı söylenecek hiçbir sözü yoktu ve böyle bir talebi de yoktu zaten. O, devletin buyruklarına uymakla mükellef olan bir varlıktı sadece. Yeni bir ulusal kimlik yaratılacaksa devlet, hangi kimlikler eritilecek ve bu yapının içinde hangileri dışlanacaksa yine devlet, bir burjuva sınıfı yaratılması gerekiyorsa yine devlet, hatta “komünizm” kurulacaksa da yine devlet karar verirdi!

Büyük toprak kayıplarının yarattığı kalıcı korkular, öfke ve kin
1911-1912 yılları arasında, Osmanlı bugünkü Libya topraklarında İtalya’ya yenilerek Afrika’daki son toprağı olan Trablusgarp’ı kaybetti. Bu olayın yönetici elit üzerindeki olumsuz etkisi sürerken asıl büyük darbe 1912 Birinci Balkan Savaşı olarak bilinen Yunanistan, Bulgaristan ve diğer Balkan ulusları ile girdiği savaşlardan geldi. Çünkü bu savaşta Osmanlı, hem nüfus olarak hem de ekonomik olarak en güçlü konumda olan Rumeli topraklarının yüzde 83’ünü, nüfusun ise yüzde 69’unu; Makedonya, Arnavutluk ve Selanik gibi en önemli kent ve bölgelerini kaybetti. Bulgarların Edirne’yi alıp Çatalca’ya kadar ilerlemiş olmaları devleti kendine mülk edinmiş sınıflarda ağır hasarlı bir korku bırakmıştı. Devleti kaybetmenin yarattığı psikolojik korkunun etkisi bugün de devlete sahip olanların zihinlerinde hâlâ dipdiri duruyor. O yıllarda, özellikle İstanbul’daki aydın ve yönetici elit arasında Bulgar ve Yunan halklarına, gayrimüslimlere çok büyük bir öfke ve kin oluşmuştu. Bu öfke ve kin Balkanlar’dan Anadolu’ya kitleler halinde göç eden Müslüman-Türklerin içinde de oluşturuldu ve ciddi bir intikamcı ruh hali biriktirildi İttihatçılar tarafından.

Bir Osmanlı vatandaşı olan Averof adlı varlıklı bir Rumun Balkan savaşlarında Balkan uluslarını desteklemek için Yunanistan’a yine kendi adını taşıyan Averof savaş gemisini hibe etmesi ve çok eskimiş Osmanlı donanmasının bu modern savaş gemisine karşı çaresiz kalması, bölgede savaşan orduya yardım götürememesi büyük bir hınç oluşturmuştu milliyetçi-ırkçı kesim arasında. Bu hınç 1913 ve 1914 yılında Ege bölgesinden sürülmek, kaçırtılmak istenen Rumlara karşı, Müslüman halkları milliyetçi duygularla kışkırtmak için bir bildiri içinde kullanıldı: “Ey Müslümanlar! Hanımlar... Efendiler! Sizlerle biraz hasbihal etmek istiyorum. Allah bir daha tekrarını göstermesin. Son Balkan muharebelerini hepimiz biliyoruz... yalnız can, yalnız İnsan değil, büyük memleketler, koca koca ülkeler de kaybettik. İskeçe, Kavala, Drama, Siroz, Selanik, Yanya, Manastır, Kosova, İşkodra... Bütün bu güzel vilayetleri kaybeden ve kendi memleketlerimizin üzerine düşman bayrakları diken kimin elidir biliyor musunuz? Kemal-i teessürle söyleyeyim: Bizim elimiz... Evet, kendi ellerimiz! Çünkü, Çanakkale Boğazı’ndan dışarı çıkamadık. Çünkü, Selanik’e, Adalara imdad edemedik. Çünkü, Yunan’a karşı koyamadık. Çünkü, karşımızda düşmanın Averof zırhlısı vardı. Bütün ülkesi, yalnız Rumeli’deki vilayetlerimizin hatta yarısı kadar bile olmayan Yunan hükümetinin Averof zırhlısı! (...) Evet, o küçücük, o miskin ve züğürt Yunan hükümeti kendisine kalsa, kabil değil böyle zırhlılar alamaz. Çünkü almak için para bulamaz. Fakat zırhlıyı alan hükümet değil, millet! (...) İşte Averof zırhlısını alan da Averof adında bir Rum. (...) Evet, bir Rum vatandaş! Yunan hükümetine koca bir harp kazandırdı ve bütün Yunanistan’ı bir buçuk misli büyüttü!...”

[5]İşte tam da bu intikamcı ruh hali İttihatçıların ileride gerçekleştireceği katliamlar, sürgünler ve mülkiyet gaspında bir kaldıraç işlevi görecekti. Osmanlı topraklarında yaşayan milyonlarca gayrimüslime büyük bir öfke biriktirilmişti ve bu biriken öfke, günü geldiğinde halkları birbirine düşman edecek şekilde kullanılacak, ellerindeki mülkler de ganimet olarak paylaşılacaktı. Dönemin ideologlarının, yazarlarının yazıları ve şiirlerine de yansımıştı bu kindar ve intikamcı ruh hali. Mesela milliyetçi yazarlardan Halide Edip Adıvar’ın dilinden Hristiyan nüfusa karşı düşmanca zehirli kelimeler dökülüyordu. Nasıl olurdu da düne kadar “hizmetçileri” olan Hıristiyan milletler koskoca Devlet-i Aliyye’yi aciz duruma düşürürlerdi! “Padişah ve Şehzademize” diyerek yazdığı mektupta şunları söylüyordu: “Padişahım! Büyük ecdadının kılıncı ve mübarek kanıyla alınan İstanbul’umuzun düşman ta kapısına geldi. Dünkü bahçıvanlarımızın çamurlu ayakları tarihin, altı yüz senelik tarihin şanu şerefini, dinû izzetini çiğnemek üzere kalkmış, Türk askerinin topunu, tüfeğini alıyor ve kendisinden büyük ordusunu, altı yüz senelik mertliğini, erkekliğini yeniyor!”[6] Mektubun sonuna doğru İstanbul’u alan Mehmet ile İstanbul’u verecek Mehmet’in aynı kişi olmaması için biçare Devletlû’suna adeta yalvarıyordu.

Turancı-Türkçülüğün ideologlarından Yusuf Akçura da Balkan savaşlarında Edirne’nin kaybedilmesi karşısında şöyle diyordu: “Ağla, yas tut yoldaşım! Edirne’mizi de elden çıkardık. Ağla ve Türklük gülünceye kadar gülme! Yalnız küsme, yılma! Bir kale verdin, bir ülke almaya, dünyalar kurmaya savaş! Kinini besle, ümidini kırma!” P. Risal mahlası ile yazan (İktisadiyyat Mecmuasının başyazarı) Tekin Alp, Osmanlı’nın özelikle Balkan yenilgisinden sonra “İsyankâr Gâvurlar” olarak adlandırdığı Hıristiyanların karşısında mazlum millet konumuna düştüğünü söylüyordu. Bu durumun onda nasıl bir öfke ve kıskançlık psikozu yarattığı, ırkçılıkla bezeli satırlarında görülüyordu: “Sağlam cemaat teşkilatı etrafına toplanmış gayrimüslimler mekteplerini ilerletiyor, toprak satın alıyor, kendilerine mahsus yerli sanayii ihya ediyor, Garplılarla temasta bulunuyor, ticarete dalıyorlardı. Ve böylece şayan-ı dikkat bir refah ve saadet kazanmışlardı… İyi talim ve terbiye görmüş müteşebbis ve faal bu gayrimüslimler, efendileri Türk’ü pek çabuk geride bıraktılar.”

[7]Tekin Alp, satırlarında ırkçı milliyetçi duygularını dışa vurmaya devam eder: “Adalardan gelen Rumlar, Türk elinden sahili alıp Türkü Anadolu’nun tozlu yaylalarına, çorak çöllerine atarken İngiltere şehirleriyle münasebat-ı ticarileri sayesinde zenginleşip sarraflık eden Ermeniler de şark tarafında (Türk’ü) onun yolunu keserler ve onu geriye iterler.” Tekin Alp, Cumhuriyet döneminde yazdığı “Türkleştirme” adlı kitabında 1900’lü yılların başlarındaki politikalara da atıfta bulunarak şöyle diyordu: “Ulusal bilinci yoktan yaratmak ya da ruhun derinliklerinden bulup çıkarmak gerekmişti. Şimdi ortada güneş gibi parlak ve gösterişli bir ulusal bilinç vardır ki, ona ısınmak isteyenlere ışık ve yaşam verir; ona ilgisiz kalanları şimdiden kovar atar.”[8] Fakat ileride görüleceği gibi tarihin bir cilvesi olsa gerek, Tekin Alp Yahudi olduğu için Varlık Vergisine tabi tutulmaktan geri bırakılmamış, vergiyi ödeyemediği için de Demirkapı Kampında “misafir” edilmişti.

Mehmet Emin Yurdakul da milliyetçi-ırkçı duygularla şunları yazmaktaydı: “Bir yabancı çehre var ki kendisinden hiç hoşlanmam. Her ne vakit onu görsem, bana karşı iki yılan gözü gibi alev saçar. Benim milli gururuma bir zehirli yara açar! Ey atamın huzurunda dize gelen alçak nesil. O alnında taşıdığın ejder başlı tunç tolganla kadın gibi ağladığın zamanları hatırla… Her kim benim Türk ruhuma dokunursa: Ona ölüm!” Gençleri milliyetçi duygularla doldurarak, “Evlatlarım, yedi-iklim, dört-bucak. Benim keskin kılıcımla titrerken. Bugün böyle hayvan gibi horlanmak, zincirlere hazırlanmak… Bu neden? Neden? Neden kölem olan milletler, bana demir vursunlar” diyordu. Bu yazıların birçoğu zaten Türk Derneği, Türk Yurdu Cemiyeti ve Türk Ocakları dergisinde yazılıyor ve tartışılıyor; milliyetçilik-ırkçılık damarlara zerk ediliyordu. İşte tüm bu söylemlere mukabil, İttihatçıların meşhur ideologlarından Ziya Gökalp bir şiirinde adeta “kurtuluşun bir anahtarı gibi, sermayenin el değiştirmesi çağrısı yapıyordu: “Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye / San’atına yol gösteren ilimle fen Türk’ündür. / Hirfetleri birbirini daim eder himaye; / Tersaneler, fabrikalar, vapur, tren Türk’ündür; / Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın.”

“Yerli ve milli” sermayenin inşası için start veriliyor
II. Meşrutiyetin ilanından sonra kimi üst tabakadan kesimlerin ticarete bakış açıları değişmeye başlamıştı. Bir zamanlar çocuklarının başına devlet kuşu konmasını yani devletlû olmasını isteyip dua eden Müslüman analar şimdi evlatlarının ticaretle uğraşmaları, müteşebbis olmaları için ellerini duaya kaldırmışlardı. Bu saatten sonra gelişen söylemler, düşünceler ve Balkan savaşlarının yaratığı psikolojik ruh haliyle birlikte Devlet-i Aliyye’nin tek kurtuluş yolu “yerli ve milli” sermaye sınıfı yaratmak ve bunu da Türkçülük temelinde tek bir ulusa dayandırmaktan geçiyordu. “İş başa düşmüş”tü, devlet kendi burjuvazisini yaratmak için büyük adımlar atmaya başlayacak; şimdi teşvikler yerli ve milli burjuva sınıfı yaratmak için verilecekti. Bir taraftan yerli malı kampanyaları başlatılıyor, diğer taraftan ise gayriresmi olarak Hıristiyan ve Yahudilerden alışveriş yapılmaması için çağrı yapılıyordu. Devlet kendi burjuva sınıfını yaratmaya çalışıyordu fakat bir türlü istediği ilerlemeyi sağlayamıyordu. Bununla ilgili ne Avrupa kapitalistleri gibi ticarî bir ufku ne de burjuva sınıf geleneği vardı.

Öyle ki devlet kendi eşraf ve esnafına teşvikler vermiş olmasına rağmen 1914’te Müslüman-Türk burjuvazisinin elindeki sermaye oranı kimi kaynaklara göre yüzde 15 civarındayken, Osmanlı vatandaşı olan gayrimüslimlerin elindeki toplam sermaye oranı yüzde 80 civarındaydı. Yüzde 5 ise yabancı kuruluşların elindeydi. O yıllarda gayrimüslim nüfusun Osmanlı nüfusunun yüzde 20’sine denk geliyor olmasına rağmen, sermayenin büyük oranda gayrimüslimlerin elinde birikmiş olması daha çok kızdırıyordu yönetici elitleri. Diğer taraftan bu durum onları daha fazla telaşlandırıyordu; madem Müslüman Türk sermayesini sadece devletin imkânlarıyla güçlendirmek yetmeyecek ve uzun yılları alacaktı, o halde bu kadar beklemek Devlet-i Aliyye’yi daha fazla uçurumun kenarına itmez miydi? O yüzden onlara göre ne yapıp edip acele etmek ve bir yol bulmak gerekiyordu.

İlk olarak Ege bölgesindeki Rum nüfus çeşitli baskılarla bölgeden uzaklaştırılmaya başlandı. Yerlerine, özellikle Balkan savaşları sonrasında göç etmek zorunda kalan Müslüman Türkler yerleştirildi. Ancak bu yeni yerleşimciler, Rumların Batı ile kurduğu ilişkiler sayesinde geliştirdiği modern tarım tekniklerine ve bu toplumun kurmuş olduğu işletmeleri sürdürebilecek kültürel birikime sahip değildi. “Çeşme gibi bir yere o vakit gönderilmiş olan muhacirler, büyük çoğunlukla daha hububat [tahıl] ziraatini dahi bilmeyen pek zavallı, pek bilgisiz ve pek iptidai köylüler ve çoğu Türkçe dahi bilmeyen Akova, Kolaşın köyleri[nin] Boşnakları idi. Bunlar Çeşme’de buldukları ileri hayat standardına katiyen uyabilecek kimseler değildi. Nihayet ellerinden geleni yaptılar ve Çeşme’yi kısa bir zamanda kendi seviyelerine indirdiler.”[9] Sonuç olarak İttihatçıların saldırgan, tekçi, tepeden inmeci politikaları henüz onları istedikleri hedefe ulaştırmakta yetersizdi. Türk-Müslüman sermaye sınıfını hâkim kılmak için daha büyük olağanüstü fırsatların imdada yetişmesini bekleyeceklerdi. Fakat Ege’de yaptıkları Rum kaçırtması, Birinci Dünya Savaşı sürecinde Ermenilere yapılacaklar için bir prova niteliğindeydi.

“Allah’ın bir lütfu” Birinci Dünya Savaşı ve Emval-i Metruke Kanunu
Sermayenin büyük oranda Türk-Müslüman kesimine transferi için nihayet İttihat ve Terakki Partisine beklenen fırsat günü doğmuştu. Enver, Talat ve Cemal Paşa’dan oluşan üçlü Osmanlı’yı Almanya’nın yanında savaşa soktu. Amaçları hem kaybettikleri toprakları geri almak hem büyük Turan idealini gerçekleştirmek hem de gayrimüslimlerin elinde bulunan sermayeyi gasp edip Türk-Müslüman burjuvazisine aktarmaktı. Savaş sırasında Osmanlı dışarıda birçok ayrı cephede savaşırken içeride ise “dahili tümörlere” karşı, Dahiliye Nazırı Talat Paşa öncülüğünde büyük bir operasyonel savaş yürüyordu. Rumlar savaştan önce Ege bölgesinden büyük oranda kaçırtılmış, sürgün edilmişti. Savaş döneminde ise Karadeniz bölgesindeki Rumlar, Ruslarla işbirliği yapma ihtimali gerekçe gösterilerek kafileler halinde iç bölgelere sürüldü.

Yaşananların en trajiği ise Ermenilerin Osmanlı’ya karşı isyan ettikleri gerekçesiyle kitlesel tehcir edilmesi ve katliamlardan geçirilmesiydi. Aslına bakılırsa “kurt kuzuyu yemeyi” aklına bir kere koymuştu ama “suyumu kirlettin” diyerek yapacaklarını yapıyordu. Örneğin kimi bölgelerde Ermeniler İttihat ve Terakkinin (İT) örgütlediği çeteler tarafından taciz ediliyor, buna karşı tepkilerini gösterenler ise ya toptan sürgün ediliyor ya da farklı yollarla yok ediliyordu. Üstelik tüm bunlar, 1914 yılında Ermenilere reform taleplerinin karşılanacağı ile ilgili sözler verilmişken yapılıyordu. Sonuç olarak milyonlarca Ermeni binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan sürgün ve imha politikası ile yok edildi; bu topraklara kök salmış olan soyları kurutuldu.

Birinci Dünya Savaşı, İttihatçı klik nezdinde sembolleşmiş bu devletlû sınıf için gerçekten büyük bir fırsattı. Bir Alman Büyükelçisi, merkeze gönderdiği 17 Haziran 1915 tarihli raporda Ermeni tehcirinin sadece askeri nedenlerle yapılmadığını anlatıyordu. Talat Paşa ile yaptığı bir sohbeti şöyle aktarıyordu: “Dünya Savaşı’nı bahane ederek, dış ülkelerin diplomatik müdahalelerine aldırmaksızın, ülkeyi iç düşmanlardan tamamen temizlemek istediğini ve bunun Türkiye’nin müttefiki Almanya’nın da çıkarlarına olduğunu söylemişti. Talat’a göre devlet böylece güçlenecekti.”

[10]Peki, Ermenilerden kalan gayrimenkullerin, işletmelerin, fabrikaların, bağ-bahçenin yerli sermayeye aktarılmasının yasal kılıfı neydi? 1915’in Eylül ayında İT tarafından Emval-i Metruke (terk edilmiş mallar) adında bir yasa çıkarıldı. Aslında ortada gönüllü bir “terk etme” yoktu ve bu yasa geriye kalan malların devlet tarafından nasıl gasp edileceği, nasıl üzerine çöküleceği, nasıl Müslüman-Türk burjuvaziye aktarılacağı ile ilgiliydi. Üstelik bu Emval-i Metruke Kanunuyla “terk edilmiş malların” geçici olarak Devlet koruması altına alınacağı ve sonrasında sahiplerine iade edileceği söyleniyordu ama tüm mülkler peyderpey yok pahasına kalburüstü eşrafa satıldı.

Savaş boyunca Rum ve Ermeni bölgelerinde göçürtme, yok etme operasyonu sürdükçe ciddi bir sermaye birikimi sağlandı. Savaştan önce gayrimüslimlerin elindeki yüzde 80 oranındaki sermaye şimdi tersine dönüyor, Müslüman-Türk burjuvazisinin eline geçiriliyordu.[11] Kendilerinin de söylemiyle belki de elli yılda elde edecekleri sermaye birikimini Birinci Dünya Savaşı sürecinde, yalnızca birkaç sene içinde; gasp, çökme, yok etme, tehcir, hile yoluyla elde edeceklerdi. İttihatçıların milli iktisatçılarından Mustafa Zühtü savaşın milli iktisada faydalarını şöyle anlatıyordu: “Harb olmasa, milli iktisat programında siyasete iktisadı, iktisada siyaseti takrib mesele-i esasiyyesinin halli bizde belki birkaç sene daha geç kalabilirdi.” Bu yağmalamanın diğer bir yanı da Ermeni veya Rum mahallerinin ateşe verilerek kundaklanmasıydı. Amaç, kaçırtılan bu unsurlar maazallah geri dönmeye kalkarlarsa, geride kendilerine ait hiçbir yapı bulamasınlar, uluslararası arenada kendilerine ait bu yapıları delil olarak gösteremesinlerdi.

Ermenilerin uğradıkları zulüm sadece geride bıraktıkları malların gasp edilmesiyle bitmiyordu. İT’nin istihbarat örgütü Teşkilat-ı Mahsusa eliyle örgütlenmiş, cezaevlerinden salıverilmiş ne kadar hırsız, cani, katil sürüsü varsa bu göç konvoylarına korkunç bir barbarlıkla saldırtılıyor, Ermenilerin yanlarında götürebildikleri değerli eşyalar zor yoluyla, katliamlarla ellerinden alınıyordu.

Savaş sonuna kadar büyük kazançlar elde edilmiş ve “Allah’ın bir lütfu” söylemi belki de ilk bu dönem hayat bulmuştu. Bunun somut bir ifadesi olarak, İT’nin yarı resmi gazetesi olan Tanin’de şöyle deniyordu: “Bu harbin bizler için birçok fena tarafları olduğu gibi birçok da iyilikleri olmuştur… Birkaç sene evveline gelinceye kadar memleketin bütün iktisadi faaliyeti gayr‑ı milli eller içinde olduğu halde şu bir iki seneden beri doğrudan doğruya milli olan teşebbüsât büyük bir vüs’at kesbetmiş bulunmaktadır... Harbin millî ticaret ve millî tüccarlar nokta-i nazarından icra ettiği bu faideli tesirlerden dolayı ne kadar memnun olsak azdır.”[12] Böylece daha net anlaşılıyor ki savaş, burjuvazinin politikalarını icra edebildiği en önemli araçlardan biridir. Her ne kadar Osmanlı egemenleri, emperyalist savaşın kaybeden tarafı olduysa da Türk-Müslüman kapitalist sermaye sınıfının temelini döşedikleri için, dışarıda kaybettiler ama içeride kazandılar. Yani “bir savaş kaybettiler ama bir savaş kazandılar” diyebiliriz.

(devam edecek)

[1] Fatma Müge Göcek, Burjuvazinin Yükselişi, İmparatorluğun Çöküşü, Ayraç Yay., s.250

[2] Yusuf Akçura, Türklerin İktisadi Uyanışı, tarihistan.org/turklerin-iktis…

[3] Yusuf Akçura, İktisadi Siyaset Hakkında, dergipark.org.tr/tr/download/a…

[4] Mehmet Sinan, Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /12, 28 Mart 2007, marksist.net/node/1480

[5] Osmanlı Donanması, Averof Zırhlısı ve Ulusal Kimlik, Toplumsal Tarih, sayı 113, Mayıs 2003

[6] Halide Edip Adıvar, “Padişah ve Şehzademize”, Türk Yurdu (14 Kasım 1912), s.26

[7] Tekin Alp aslen bir Yahudidir. Asıl adı Moiz Kohen’dir. Tekinalp, Tekin Alp, Munis Tekinalp, Musa Tekinalp gibi isimler kullanmıştır.

[8] Tekin Alp, Türkleştirme, Kültür Bakanlığı Yay., s.92 (Sermayenin Türkleştirilmesi noktasında devlete “büyük hizmetleri” olan Tekin Alp, “Türkleşmenin nimetlerini” “On Buyruk” başlığı altında Yahudi cemaatine de anlatır; “1. Adlarını Türkleştir, 2. Türkçe konuş, 3. Havralarda duaların hiç olmazsa bir kısmını Türkçe oku, 4. Okullarını Türkleştir, 5. Çocuklarını devlet okullarına gönder, 6. Ülke işlerine karış,7. Türklerle düşüp kalk, 8. Cemaat ruhunu kökünden sök, 9. Ulusal ekonomi alanında sana düşen görevi yap,10. Hakkını bil.”

[9] Akt. Ayşe Hür, altust.org/2020/01/sermayenin-…

[10] Akt. Ayşe Hür, Gayri Müslimlerin Öteki Tarihi, s.192, Literatür Yay.

[11] Sait Çetinoğlu, Zafer Toprak’tan döneme dair şu verileri paylaşıyor: “1908 ve 1913 arasındaki beş yıllık savaş öncesi dönemde faaliyete geçen anonim şirket sayısı toplam 113’tür, bu şirketlerin sermaye toplamı 10.596.562 Osmanlı Lirasıdır, savaş yıllarındaki dört yıllık dönemde (1914-1918) kurulan şirket sayısı 123’e yükselirken sermaye toplamı da 18.545.000 Osmanlı Lirasıyla neredeyse iki katına çıkmaktadır.” birikimdergisi.com/guncel/746/…

[12] Tanin, 7 Mayıs 1917
marksist.net/firat-yazgan/turk

Bir Tarihsel Dönemin Sorgulanması

Elif Çağlı

Mayıs 1991

SSCB Üzerine Farklı Görüşler

Troçki’nin çözümlemelerinden farklı olarak, Sovyetler Birliği’nde bürokrasinin ayrıcalıklı bir kast olmayıp, yeni bir egemen sınıf oluşturduğu tezi çok sayıda yazar tarafından ele alınmış ve incelenmiştir. İlk bakışta, sanki benzer yaklaşımlar temelinde bir gruplaşma gerçekleşmiş gibi görünse de, aslında gerek varılan sonuçlar, gerekse söz konusu yazarların siyasal tutumları arasında önemli ayrımlar vardır. Bu bölümü eklememizin nedeni, Sovyet devletinin sınıf karakteriyle ilgili çeşitli araştırmaların sonuçları hakkında ayrıntılı bir döküm yapmak değil. Amacımız, bu konuyla ilgili tartışmalar üzerinde önemli etkiler yaratmış ve öne çıkmış bazı görüşlere değinmek ve böylece farklılıklarımıza dikkat çekebilmektir.

Önce, Troçki’nin sağlığında ve onun çevresinde yürüyen tartışmalarda önemli bir yer tutan Rakovski’nin ve Shachtman’ın değerlendirmelerini ele alacağız. Daha sonra ise, Hilferding’in de içine dahil edilebileceği bir grubun, dünyadaki gidişatın genelde “totaliter devlet ekonomisi” ya da “bürokratik kolektivizm” doğrultusunda olduğunu iddia etmiş bazı yazarların görüşleri üzerinde kısaca duracağız.

Rakovski’nin Değerlendirmesi Üzerine

Rakovski’nin, bürokrasiyi yeni bir egemen sınıf olarak niteleyen Hilferding ve Shachtman’dan da önce bu sorunu bir biçimde gündeme getirmiş olduğu bilinmektedir. Nitekim, onun Stalin tarafından sürgüne gönderilen bir muhalif olan Valantinov’a mektup olarak yazdığı 1928 tarihli Bürokrasi ve Sovyet Devleti başlıklı makalesi konuya ilişkin değerlendirmelerini yansıtmaktadır. Daha sonraki bir yazısında ise Rakovski, rejimin bürokratik yozlaşmasının nesnel nedenleri olarak sıralanan faktörlerin (Rusya’nın ekonomik ve kültürel açıdan geri bir ülke oluşu, iç savaşın yarattığı yıkım ve tüm Rus halkına oranla işçi sınıfının henüz küçük oluşu gibi) dışında bir başka olguya dikkat çekmek istemiştir. En elverişli koşullar altında bile olsa, iktidarın onu daha önce hiç kullanmamış bir sınıf üzerindeki yozlaştırıcı etkilerini araştırmıştır. Rakovski, bürokratik bir devletin ve büyük bir egemenler sınıfının, o günleri yaşamakta olan Bolşeviklerin gözlerinin önünde biçimlenmekte olduğunu dile getirmektedir:

Bürokratik anormallikleri olan işçi devletinden –Lenin’in hükümetimizin biçimini tanımladığı gibi– proleter-komünist kalıntıları olan bürokratik bir devlete dönüştük.

Gözlerimizin önünde büyük bir egemenler sınıfı şekillenmektedir ve daha da gelişmeye devam ediyor… Bu benzersiz sınıfın birleştirici faktörü, özel mülkiyetin şu eşsiz biçimi, devlet iktidarıdır. “Bürokrasi özel mülkiyet hakkı olarak, devlete sahiptir” diye yazar Marx.[1]

Rakovski’nin, “özel mülkiyetin eşsiz bir biçimi” diyerek, bürokratik devlet iktidarına Marx’ın açılımı eşliğinde yaptığı vurgu çok önemlidir. Bilindiği gibi, üretim araçları üzerinde özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlarda, son tahlilde devlet bu mülkiyete sahip olan sınıfın devletidir. Böyle bir sınıflı toplumda, bürokrasinin siyasal yaşamdaki ağırlığı ne denli artmış olursa olsun, bu onu üretim araçlarının özel mülkiyetini ele geçiren yeni bir egemen sınıf katına yükseltmez.

Dolayısıyla asıl sorun, üretim araçları üzerindeki hakim mülkiyet biçiminin devlet mülkiyeti olduğu toplumlarda ortaya çıkar. İster eski dönemlerin Asyatik despotluklarında olsun, isterse modern çağın Sovyetler Birliği ve benzeri despotik-bürokratik devletlerinde olsun, genelde üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti dışlayan devlet mülkiyeti olgusu, yönetici bürokrasiyi çok farklı bir ayrıcalıkla donatır: devlet onun özel mülkü haline gelir.

Sovyetler Birliği’ndeki bürokrasi gerçeğini irdelemek isteyen Rakovski’nin bu noktaya dikkat çekmiş olması yerindedir. Fakat onun çözümlemesinin ağırlık noktasını, ele geçirilen iktidarın, onu daha önce hiç kullanmamış bir sınıf, yani işçi sınıfı üzerinde yarattığı yozlaştırıcı ve yolundan saptırıcı etkenlerin incelenmesi oluşturmaktadır. Rakovski “iktidarın mesleki riskleri”ne vurgu yapar:

… bir an için ülkenin yalnızca proleter kitlelerden oluştuğunu ve dışarıda yalnızca proleter devletlerin var olduğunu varsaymamız gerekseydi bile, bu zorluklar belirli bir noktaya kadar var olmaya devam ederdi. Bu zorluklara iktidarın mesleki riskleri denebilir. Gerçekten, iktidarın fethi için savaşan bir sınıfın konumu ile onu elinde tutan bir sınıfın konumu farklıdır. Tehlikelerden bahsederken, diğer sınıflarla var olan ilişkileri değil, tersine muzaffer sınıfın saflarında ortaya çıkanları düşündüğümü tekrarlıyorum.[2]

Tezlerini güçlendirmek amacıyla Fransız devrim sürecinden örnekler veren Rakovski, bir sınıf iktidarı ele geçirdiğinde, sınıfın yalnızca bir bölümünün iktidarın temsilcisi olduğu ve böylece işlerin değiştiği noktasından hareket etmektedir. Ona göre, Ekim Devrimi ve Sovyet devletinin kuruluşu sayesinde iktidara gelen işçi sınıfı içinde de, iktidarın sınıfın yalnızca bazı temsilcileri tarafından kullanılması temelinde önce işlevsel bir farklılaşma geçekleşmiştir. Daha sonra ise aradaki farklılık bir uçuruma dönüşerek toplumsal bir farklılaşma düzeyine yükselmiştir:

Bir sınıf iktidarı ele geçirdiği zaman, onun bir kesimi bu iktidarın yürütücüsü olur. Böylece bürokrasi öne çıkar. Kapitalist birikimin egemen partinin üyeleri tarafından yasaklandığı sosyalist bir devlette, bu farklılaşma işlevsel olarak başlar; daha sonra toplumsal olur.[3]

Sovyet devletinde bürokrasinin giderek siyasal gücü eline geçirmesiyle birlikte işçi devletinde toplumsal bir farklılaşmanın yaşandığı doğrudur. Ne var ki bu farklılaşma başlangıçta işçi sınıfının içinde cereyan etmiş olsa da, olgunlaşmasıyla birlikte artık sınıfın dışına taşan ve böylece işçi devletini de o olmaktan çıkaran niteliksel bir dönüşüme yol açmıştır. Böyle bir dönüşüm gerçekleştikten sonra, bürokrasinin ayrıcalıklı konumunu artık işçi sınıfının kendi içindeki bir kopuş ya da “iktidarın mesleki riskleri” ile açıklamak doğru olmamaktadır. Böyle bir nesnel tehlikeden söz etmek anlamlı olsa bile, zaten bu sorunun çözümü, işçi sınıfının devrimi takiben daha baştan sönmeye yüz tutmuş bir yarı-devleti, yani farklı tipten bir devlet organizasyonunu yaratmış olmasına ve devrimin diğer ülkelerde de ilerlemesine bağlı değil midir?

Oysaki Rakovski, Rusya’da Ekim Devrimiyle bir süreliğine gerçekleşebilmiş olsa da daha sonra böyle bir işçi devletinin tamamen ortadan kalkmış bulunduğu koşullarda, hâlâ iktidardaki işçi sınıfını tehdit eden “mesleki riskleri” araştırmaktadır. Üstelik, en elverişli koşullar altında bile olsa, yine de Rusya’dakine benzer bir bürokratikleşmenin yaşanabileceği düşüncesini genelleştirmekle, neredeyse işçi iktidarının ve onun yarı-devletinin yaşatılabilmesinin pek de mümkün olamayacağı gibi bir sonuca kapıyı açmaktadır.

Rakovski’nin bu çözümlemesindeki temel eksiklik, devleti mülk edinme temelinde egemen bir sınıfa dönüşen bürokrasi tarafından işçi sınıfının iktidardan tamamen uzaklaştırıldığını ve dolayısıyla artık “iktidarın mesleki riskleri”nden vb. söz etmenin de bir anlamının kalmadığını incelemesinin ağırlık merkezine koymamasıdır. Ama öte yandan, “sovyetlerin ve partinin bürokrasisi, yeni bir düzenin olgusudur” diyen Rakovski, bürokrasinin egemenliği altında cereyan eden niteliksel değişimi çözümlemeye çalıştığını da kanıtlamıştır. Onun yazdığı şu satırlar, gerçekten de o dönemde devrimci Marksistlerin üzerinde durması gereken temel bir soruna işaret etmektedir:

Burada sorun, münferit vakalar, bir yoldaşın davranışındaki aksaklıklar sorunu değil, daha ziyade, tam bir incelemeye tâbi tutulması gereken yeni bir toplumsal kategori sorunudur.[4]

Max Shachtman’ın Değerlendirmeleri Üzerine

Shachtman’ın değinmek istediğimiz değerlendirmeleri, onun 1940’ta Troçki’den kopuşundan kısa bir süre sonra yazmış olduğu, Stalinizm: Yeni Bir Toplumsal Düzen başlıklı yazısında yer alan görüşleri çerçevesindedir. Shachtman, Sovyetler Birliği’nin yozlaşmış bir işçi devleti olduğuna ilişkin Troçki’nin teorisini eleştirdiği yazısında şöyle diyordu:

Tahlilimizde zorunlu olarak Lev Troçki ile ters düşmek durumunda olmamıza rağmen, aynı zamanda kendimizi büyük ölçüde onun çalışmalarına dayandırıyoruz. Hiç kimse onun Sovyetler Birliği sorununun anlaşılmasına yaptığı katkının kapsam ve derinliğine yaklaşmamıştır bile.[5]

Troçki’nin ölümünden sonra Troçkist harekette yaşanan parçalanma ve yozlaşma koşullarından nasibini alan Shachtman’ın daha sonraki politik evrimini bir tarafa bırakacak olursak, onun Sovyet devletinin doğasına ilişkin bu ilk dönem incelemesinde pek çok önemli husus yer almaktadır.

Shachtman’ın analizinde özellikle dikkat çeken nokta, mülkiyet biçimleri ile mülkiyet ilişkileri arasında var olan ayrıma işaret etmesidir. Şöyle demektedir:

Şurası açık ki, Sovyetler Birliği’nde Stalinizm tarafından değiştirilen şey ne ve ne kadar olursa olsun, üretim ve değişim araçlarındaki devlet mülkiyeti var olmaya devam etmektedir. Daha da açıktır ki, proletarya Rusya’da tekrar başa geçtiği zaman, devlet mülkiyetini sürdürecektir.

Bununla birlikte hayati olan şey, mülkiyet biçimleri, yani varlığı inkâr edilemez olan ulusallaştırılmış mülkiyet değil, özellikle, Sovyetler Birliği’ndeki çeşitli toplumsal grupların bu mülkiyet ile olan ilişkileri, yani mülkiyet ilişkileridir! Eğer Sovyetler Birliği’nde ulusallaştırılmış mülkiyetten söz edebiliyorsak, bu henüz mülkiyet ilişkilerinin ne olduğunu saptamamaktadır.[6]

Bu husus, Stalinist rejimin kurulmasına rağmen Troçki’nin Rusya’yı hâlâ yozlaşmış işçi devleti olarak kabul etmesinin temelinde yatan “devlet mülkiyeti” olgusunun irdelenmesinde anahtar bir saptamaydı. Çünkü bürokrasinin işçi sınıfı üzerinde uyguladığı baskı, ayrıcalıklı durumu, dünya ölçeğinde devrim karşıtı konumu vb. ile ilgili olarak Troçki’nin gerçekten de çok doğru çözümlemelerine karşın, bürokratik rejimi yozlaşmış işçi devleti olarak kabulündeki asli unsur devlet mülkiyeti biçiminin korunması olgusuydu. Bu nedenle Troçki, Stalinist bürokrasiye karşı işçi sınıfının tarihsel eylemini, toplumsal bir devrim olarak değil, politik bir devrim kapsamında ortaya koydu. Çünkü o, işçi demokrasisini yeniden kuracak ve yaygınlaştıracak bir devrimin mülkiyet ilişkilerinde temel bir değişiklik yaratmayacağını, mülkiyetin devlet mülkiyeti olarak kalacağını düşünüyordu. Öte yandan, Sovyetler Birliği’ni yozlaşmış işçi devleti olarak nitelendirmek için, devletleştirilmiş mülkiyetin varlığının gerekli ve yeterli olduğunu belirtiyordu. Troçki’ye göre Stalinist bürokrasi bir kasttı. Egemen sınıf olabilmesi için yeni mülkiyet biçimleri oluşturmalıydı.

Görüldüğü gibi Troçki, mülkiyet biçimleri ve mülkiyet ilişkileri arasında bir ayrıma gitmeksizin, Rusya’da devlet mülkiyetini, yozlaşmış işçi devletinin temel dayanak noktası olarak kabul etmekteydi. Oysaki burada mülkiyet ilişkileri ve mülkiyet biçimleri nitelemesi arasındaki fark basit bir kavram çeşitlemesi olmayıp, sorunun temelinde yatan çok önemli bir ayrıma ışık tutmaktaydı.

Bilindiği gibi, kapitalist toplumda üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet biçiminin yanı sıra, devlet mülkiyeti biçimi de varlığını sürdürmektedir. Fakat mülkiyet ilişkileri kapitalisttir ve gerek özel gerekse de devlet mülkiyeti biçimleri üzerinde yükselmektedir. Oysaki, Stalinist Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi kapitalist özel mülkiyetin ilga edildiği, fakat işçi sınıfının da iktidardan alaşağı edildiği koşullarda, devlet yönetimini tekelinde tutan yönetici bürokrasi, devlet mülkiyetine de hakim olarak, toplumla despotik tarzda bir ilişki içinde olacaktır. Ve bu koşullarda, devlet mülkiyeti biçiminin varlığını sürdürmesi asla işçi sınıfına bir egemen sınıf karakteri kazandıramayacak, tersine,işçisi ve köylüsüyle bu doğrudan üreticiler sınıfı, devletin tebaası olarak egemen bürokrasinin hükümranlığı altında yaşayacaklardır.

Bu nedenle Shachtman, “Troçki, ülkedeki «mülkiyet biçimleri» ve «mülkiyet ilişkileri»ni, sanki bir ve aynı şeyden bahsedermiş gibi birbiri yerine kullanıyor”[7] derken çok önemli bir tartışma konusunu gündeme getirmiş oluyordu. Ne var ki, daha sonra pek çok Troçkist çevre, bu ve benzeri sorunları incelemek yerine, şayet ileri sürülen görüş kendi sektlerine ait değilse, doğruları dar politik çıkarlara feda ederek tutum almayı sürdürdü.

Stalinist rejimin, kapitalist toplumda görülen Bonapartist rejim benzeri bir çeşit Bonapartizm olarak kabul edilip edilmeyeceği konusunda da Shachtman, söz konusu yazısında doğru bir yaklaşım sergilemekteydi. Kapitalist sınıfın toplumsal gücünün, esas olarak onun üretim araçlarına sahip oluşunda yattığını ve bu ekonomik üstünlüğü sayesinde de, devletin Bonapartist, faşist vb. gibi farklı biçimlenmelerine rağmen egemen sınıf olmayı sürdürdüğünü belirtmekteydi. Oysa soruna SSCB özelinde ve proletaryanın cephesinden yaklaştığımızda, Bonapartizm benzetmesine elverişli olmayan niteliksel bir farklılıkla yüz yüze gelmekteydik:

Proletaryanın, onun devletinin cephesinde, ona özgü mülkiyet biçimleri ve mülkiyet ilişkileri açısından durum nasıldır? … Eski toplumdaki konumu gereği, proletaryanın kapitalizm altında hiçbir mülkiyeti yoktur. İşçi sınıfı, ekonomik üstünlüğü ancak politik iktidarı ele geçirdikten sonra kazanır.[8]

Gerçekten de, kapitalist sınıfın egemenlik kaynağı ile proletaryanın egemenlik kaynağı arasında tarihsel bir farklılık vardır. İşçi sınıfının ancak, daha baştan sönmeye yüz tutmuş tipte bir yarı-devleti, işçi demokrasisini kurması ve sürdürmesi koşuluyla ekonomik açıdan egemen olabilmesi mümkündür. Nitekim Shachtman’ın da doğru olarak dile getirdiği bir husustu bu:

Böylece, yeni toplumdaki bu konumu nedeniyle, proletaryanın hâlâ mülkiyeti yoktur, yani feodal lordun ya da kapitalistin sahip olduğu anlamda, mülkiyete sahip değildir. Mülksüz bir sınıftı ve öyle kalır. Devlet iktidarını elinde tutar. Yeni devlet, yalnızca, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadır. Devlet, toprağın ve sermayenin özel mülkiyetine sahip olanları mülksüzleştirir ve toprağın ve üretim ve değişim araçlarının mülkiyeti devlete geçmiş olur. Bu eylemiyle devlet, yeni mülkiyet biçimlerini kurar; ulusallaştırılmış veya devletleştirilmiş ya da kolektifleştirilmiş mülkiyet. Aynı zamanda yeni mülkiyet ilişkileri de kurar. Proletarya söz konusu olduğu ölçüde, o, mülkiyetle tamamen yeni bir ilişki içine girer. Değişikliğin esası, işçi sınıfının, bu devlete ait mülkiyeti yönetmesinde yatmaktadır, çünkü devlet, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadır (sovyetleri, ordusu, mahkemeleri ve parti, sendikalar, fabrika komiteleri gibi kurumları aracılığıyla). Sorunun özü budur.[9]

Shachtman, Troçki’nin tahlilinde proletaryanın politik olarak mülksüzleştirilmesi diye tanımlanan şeyin, işçilerin sınıf egemenliğinin yıkılmasından, Sovyetler Birliği’nin bir işçi devleti olarak sona ermesinden başka bir şey olmadığı sonucuna çıkmıştı. Ve tam da bu noktada, Troçki’nin bir değerlendirmesini hatırlatarak sözlerini sürdürmekteydi: “Sınıf egemenliğinde bir değişim, bir devrim ya da karşı-devrim, hem de şiddet olmaksızın, iç savaş olmaksızın, kademe kademe? Troçki, böyle bir görüşü savunanları, «tersine reformizm» ile suçlamıştı. Bizde bu suçlamaya katılıyoruz, ama Stalinist karşı-devrimin yeterince şiddetli ve kanlı olduğunu da ekliyoruz.”[10]

Shachtman, Troçki’nin verdiği önemli ipuçlarından hareketle sorgulamayı ilerletmiş ve sorunun çözümü bakımından sorulması gereken bir soruyu yıllar önce dile getirmişti:

Eğer işçiler artık egemen sınıf değilse ve Sovyetler Birliği artık bir işçi devleti değilse, ve eğer Rusya’ya egemen olan özel mülkiyet sahibi hiçbir kapitalist sınıf yoksa, bu devletin sınıf doğası nedir ve ona hakim olan bürokrasi tam olarak nedir?[11]

Troçki de SSCB Savaşta başlıklı makalesinde bürokrasiyi bir kast olarak tanımlamanın tam anlamıyla bilimsel bir karaktere sahip olmadığına dikkat çekmişti. Ayrıca, aradan geçen yıllar, bürokratik rejimin daha önce belki de yeterince kavranamayan pek çok yönünü öylesine aydınlatmaktaydı ki, Stalinist Rusya’da olduğu gibi özgün tarihsel koşullar altında egemen sınıf konumuna yükselen bürokrasiyi hâlâ bir kast olarak tanımlamanın anlamsızlığı ortadaydı. İşte bu önemli tartışma noktasında Troçki’den farklı olarak, bürokrasinin bir egemen sınıf olduğu sonucuna vardı Shachtman. Şöyle diyordu:

[bürokrasi] öncelikle proleter devrimin geri Rusya’da patlak vermesi ve ileri ülkelerdeki devrimin zaferiyle tamamlanmamış ve bu suretle kurtarılmamış olması gibi koşulların bir araya gelmesinin ürünüdür. Bu nedenle, onun somut özellikleri, onu bu tarihsel kapitalist sınıfla aynı anlamda yaşayabilir ya da vazgeçilmez bir egemen sınıf olarak nitelememize izin vermezken, ondan, devlet üzerindeki tam kontrolü sayesinde ülkedeki politik ve ekonomik üstünlüğünü şu anda garanti altına almış bir egemen sınıf olarak bahsedebiliriz ve edeceğiz.[12]

Shachtman’ın yazısıyla ilgili olarak üzerinde durulması gereken bir başka önemli tartışma konusu ise şudur: Bu egemen bürokrasi, Sovyetler Birliği’nde (ya da daha sonra benzerlerinde) ortaya çıkan bazı özgül tarihsel koşullarla sınırlı, geleceği bulunmayan, salt bu toplumların tarihinin bir kesitinde burjuvazi ve proletarya dışında bir egemen sınıfın var olması anlamında bir “yeni sınıf” mıdır? Shachtman’ın bu soruya verdiği yanıt şöyledir:

Sovyetler Birliği işçileri, iktidarı ellerinde tutmayı başaramadılar. Onu özgün, beklenmeyen ve beklenmesi de mümkün olmayan bir yoldan kaybettikleri –bir burjuva restorasyon nedeniyle değil, fakat yeni, kolektivist mülkiyet biçimini elinde bulunduran ve kendini ona dayandıran karşı-devrimci bir bürokrasi tarafından iktidarın ele geçirilmesi şeklinde– doğrudur. Ama sonuçta iktidarı kaybetmişlerdi. Eski pislik, yepyeni, benzersiz, şimdiye kadar hiç bilinmeyen bir biçimde, yeni bir bürokratik sınıfın egemenliği biçiminde yeniden ortaya çıktı. Bu sınıf hep var olmuş ve hep var olacak bir sınıf mıdır? Hiç değil.…

Bu yeni sınıf, istediği uzunlukta bir toplumsal yaşam süresi –örneğin kapitalist sınıf kadar– umabilir mi? Bunun olabileceğine inanmak için hiçbir sebep görmüyoruz. Kendi çelişkileriyle vahşice ilerleyen modern kapitalist toplumda, kolektivizm yönünde açıkça fark edilebilen önüne geçilmez bir eğilim vardır, ki ancak bu yolla insanlığın üretici güçleri geliştirilebilir ve bu suretle, yeni bir uygarlık ve kültür patlaması için önkoşul olan insan ihtiyaçlarının azami tatmini sağlanabilir. Ama bu eğilimin evrensel bir “bürokratik kolektivizm” şeklinde gerçekleşeceğine inanmak için yeterli sebep yoktur.[13]

Daha sonra Shachtman’ın bu görüşlerini şu ya da bu doğrultuda değiştirmiş olması burada bizi ilgilendirmiyor. Çünkü sorun, ne Shachtman’ın doğrularını ya da yanlışlarını arayıp bulmak, ne de geçmiş dönemlerde Troçkist çevreler arasında cereyan eden bu türden tartışmalara takılıp kalmaktır. Aslına bakılırsa, tarihin artık bu evresinde devrimci Marksizmin ışığı altında doğruları bulabilme arayışına, geçmişin salt politik çekişmeler tarzındaki tartışmalarının gölgesini düşürmek hoş değil.

“Bürokratik Kolektivizm”i Dünya Genelinde Bir Eğilim Olarak Ele Alanlar

II. Dünya Savaşı öncesinde kapitalist sistem içinde yaşanan büyük bunalım, faşizmin yükselişi, ekonomide devlet müdahaleciliğinin artması gibi faktörler nedeniyle, kapitalist ülkelerdeki gidişatı Sovyetler Birliği’ndeki merkeziyetçi sistemle benzeştiren teoriler ortaya atıldı. O dönemde kapitalist ülkelerde gelişen devlet müdahaleciliği ve devlet tekellerinin yaygınlaşması, pek çok yazar tarafından, yeni bir tarihsel dönemin habercisi olarak yorumlandı. Bu tür yazarlara göre, özel girişime dayalı kapitalizm tarihe karışıyor ve yerini devlet kontrolünün esas olduğu totaliter bir toplumsal düzene bırakıyordu.

Bu bağlamda bazı yazarlar “bürokratik kolektivizm”, “totaliter devlet ekonomisi” gibi adlandırmalar altında çeşitli değerlendirmeler yaptılar. Bürokratik kolektivizm teorisi, SSCB’deki toplumsal sistemi, toplumların evrim şemasında kapitalizmden sonra gelen yeni ve genel bir toplumsal sistem olarak görmekte ve SSCB’yi tüm dünyada işlemekte olan genel bir eğilimin gerçekleşmiş en uç ifadesi olarak nitelendirmekteydi. Buna göre insanlık kapitalizmden sonra gelen ve onun iç eğilimlerinden türeyen yeni bir toplumsal aşamaya doğru ilerlemekteydi. Oysa, birbiriyle benzeşmeyen toplumsal formasyonların, devlet baskısı ve ekonomide devletin artan rolü gibi müşterek olgulardan hareketle tek bir sisteme doğru yol aldıkları görüşü temelden yanlıştı.

Bu doğrultuda çözümlemeler yapan ve görüşleri etkili olmuş yazarlar arasında, Burnham İdari Devrim, Hilferding Devlet Kapitalizmi Ya da Totaliter Devlet Ekonomisi, Bruno Rizzi ise Dünyanın Bürokratikleşmesi başlıklı çalışmalarıyla dikkat çektiler. Bu arada belirtmek gerekir ki, bu türden teorilerin kökü, bir yönüyle de, modern sosyolojinin kurucusu olduğu söylenen Max Weber’in tezlerine dayanmaktaydı. Çünkü Weber, 1918 tarihlerinde resmi devlet memurlarının diktatörlüğüne yol açabilecek olan aşırı bürokratik düzen sorununu ele almıştı.

Amerikalı yazar James Burnham, kapitalist ülkelerdeki devlet müdahaleciliğinin artışını, kapitalist mülkiyetin varlığının ve öneminin azalışı şeklinde yorumladı. Özetle şöyle demekteydi: “Kapitalistlerin egemen sınıf olarak ellerinde tuttukları mevkiin altı oyuluyor ve çok geçmeden çökecekler.” Bu görüşü nedeniyle de Burnham “devlet kapitalizmi” teorisini eleştirdi. Onun teorisi genelde benzerleriyle aynı yanlışı içeriyordu; ancak özelde devlet kapitalizmi nitelemesine yönelik eleştirisi ise, kapitalizmin mevcut olmadığı koşullarda bu kavramı kullanarak teori inşa edenlere karşı anlamlıydı. Şöyle diyordu: “Özel sektör yok olduğunda veya yok denecek kadar azaldığında, kapitalizm yok olmuş demektir.”[14] Ona göre, Sovyetler Birliği, Almanya, İtalya gibi ülkelerde mevcut durum “devlet kapitalizmi” değil, ortaya çıkan yeni bir idari sınıfın diktatörlüğü altında totaliter bir yapıydı. Burnham kendi teorisinde vurguyu, bu “yeni sınıf”a yapıyordu.

Hilferding de gerek Stalinist Rusya’daki toplumsal düzeni, gerekse Almanya ve İtalya’daki faşist düzeni “totaliter devlet ekonomisi” olarak niteledi. Bu ülkelerin hepsinde ekonomiyi kendi amaçlarına tâbi kılan totaliter bir devletin varoluşunun belirleyici unsur olduğunu, bu nedenle de aralarındaki ekonomik farklılıkların önemli olmadığını ileri sürdü. Ona göre dünyada Doğu ve Batı ülkelerinin tümünü kapsayacak yeni bir düzen oluşmaktaydı. Böylece Hilferding, Stalinist Rusya’daki ekonomik sistem ile 1940 Almanya’sı ve İtalya’sındaki ekonomik sistem arasında benzerlikler icat etmiş ve bu tür ülkelerin tümünü kapsayıcı tarzda bir “totaliter devlet ekonomisi” kavrayışının temellerini atmıştır.

İşin doğrusu, Stalinist rejimin baskıcı, totaliter doğası ile Nazi Almanya’sının ve İtalyan faşizminin siyasal uygulamaları arasında benzerlikler bulmak mümkündü. Fakat o kadar. Çünkü, çeşitli türden baskıcı rejimlerin kimi benzerliklerinden hareketle, birinde devlet mülkiyetinin diğerlerinde ise kapitalist özel mülkiyetin hakim olduğu tamamen farklı sosyo-ekonomik olguları benzeştirmeye çalışmak, mesnetsiz ve Marksist kavrayış dışına düşen girişimlerdi. Zaten Hilferding, bu rejimlerde egemen sınıfın politikasının ekonominin karakterini belirlediğini iddia etmekle, Marksist kavrayışa bağlı kalmak gibi bir derdinin olmadığını da ortaya koymaktaydı. O, maddi ekonomik temele ilişkin farklılıklarına rağmen, tüm baskıcı rejimleri tek bir başlık altında toplamakta kendince bir sakınca görmemişti. Ve Sovyetler Birliği örneğinde olduğu gibi, devlet olgusunun muazzam bir önem kazanabilmesinin altında yatan özgül koşulları araştıracak yerde, bunu uygulanan politikanın bir sonucu olarak sunmuştu. Hilferding’in dediği şuydu: “ne Rus sistemi ne de genel olarak totaliter sistem, ekonominin karakteriyle belirlenir. Tam tersine, ekonomi, egemen iktidarın politikası tarafından belirlenir ve bu iktidarın hedeflerine ve amaçlarına tâbi kılınır.”[15]

Hilferding, “devletin bağımsız bir güç olarak ortaya çıkışı, politikanın (yani devletin) belirleyici ve kesin rol oynadığı bir toplumun ekonomik nitelenişini büyük ölçüde güçleştirir”[16] saptamasını yaptığında belki önemli bir noktaya temas ediyordu. Fakat ancak, kapitalist özel mülkiyetin son bulduğu Stalinist Rusya ile sınırlı olmak koşuluyla. Yani, egemen bürokrasinin devlete ve dolayısıyla her şey üzerinde tasarruf hakkına sahip olduğu ve tarihte Asyatik devletlerde görülenin benzeri bir despotik hükümranlığın kurulduğu özgün koşullar çerçevesinde Hilferding’in saptaması bir anlam ifade edebilirdi. Ne var ki o ve ona benzer bir yaklaşım sergileyenler, bu türden analizlerini, kapitalist dünyayı da kucaklayacak tarzda bir genelleme düzeyine yükselttiler. İşte yanlış olan da buydu.

Öte yandan, Hilferding gibiler, “totaliter diktatörlük” ve benzeri nitelemelerini, Lenin ve Troçki gibi liderlerin dönemine doğru uzatmakla asıl olarak Ekim Devriminin anlamını çarpıtmak istemekteydiler. Bu yaklaşım zaten Avusturya-Marksist ekolünün bilinen tutumuydu ve işçi sınıfının kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde ihtiyaç duyacağı diktatörlüğün, totaliter bir diktatörlük olarak gösterilmek istenmesine dayanmaktaydı. Dolayısıyla Hilferding’in gayesi, Ekim Devrimini takiben Rusya’da bir işçi devletinin yani işçi demokrasisinin kurulmuş olduğu ve daha sonra bunun bürokratik bir karşı-devrimle yıkıldığı gerçeğini göstermek değildi. O, olumsuzluğun kaynağını Leninist-Bolşevik mücadele ve örgütlenme anlayışında aramaktaydı.

İtalyan yazar Bruno Rizzi, bu teoriyi “bürokratik kolektivizm” kavramıyla birlikte sunup ona oldukça popülerlik kazandırdı. Dünyanın Bürokratikleşmesi adlı kitabında, kapitalist özel mülkiyetin yerini kolektif mülk sahipliğine bırakmakta olduğunu ve bu temelde de dünyada yeni bir ekonomik sistemin doğmakta olduğunu iddia etti. Rizzi, “bürokratik kolektivizm” olarak adlandırdığı bu yeni toplumda kolektif mülkiyeti bürokrasinin kontrol ettiğini ve kapitalist özel mülkiyete dayanan bireysel sömürüden, bürokrasinin kolektif sömürüsüne geçilmekte olduğunu söyledi. Kuşkusuz ki bu çarpık analize göre, bürokrasinin karşısında bir de yeni bir ezilen sınıfın, yeni türden bir “köle sınıfı”nın tarih sahnesinde yerini alması gerekiyordu. Nitekim Bruno Rizzi bu konuda netti ve artık sömürünün tıpkı bir köleci toplum söz konusuymuşçasına gerçekleştiğini söylüyordu. Rizzi’nin görüşleri kendinden sonra gelen yazarları da etkiledi.

30’lu yılların son döneminin somut koşulları ve tartışmaları içinde Troçki de, örneğin bürokrasinin bir sınıf olarak kabul edilip edilemeyeceği gibi soruları salt Sovyetler Birliği özelinde değil, dünyadaki genel gidişat temelinde irdelemişti. Öte yandan Troçki’nin ele aldığı bir başka sorun ise, proletaryanın iktidara gelememesi durumunda, gelecek dönemde dünyada neler olabileceği idi. Troçki’nin yanıtı, o takdirde kapitalist toplumda kendiliğinden var olan kolektivist eğilimlerin, yeni bir bürokratik sınıf tarafından yönetilen yeni bir sömürü toplumuna yol açabileceği şeklindeydi. Şöyle diyordu:

Ne var ki, şimdiki savaşın devrime değil, proletaryada bir çöküşe yol açacağı düşünülürse, o zaman geriye bir başka alternatif kalır: tekelci kapitalizmin daha fazla çürümesi, devletle daha fazla kaynaşması ve demokrasinin, hâlâ korunduğu yerlerde totaliter bir rejimle yer değiştirmesi. Proletaryanın toplumun liderliğini kendi eline almakta yetersiz kalması, bu koşullar altında Bonapartist faşist bürokrasiden yeni bir sömürücü sınıfın doğup gelişmesine fiilen yol açabilir. Bu, bütün belirtilerin gösterdiği gibi, uygarlığın yok oluşunu haber veren bir çöküş rejimi olur.[17]

Kapitalist toplumlarda da bürokrasinin yeni bir egemen sınıf haline gelmesi, böylece kapitalist sistemin yerini dünya ölçeğinde yeni bir toplumsal sisteme, kimilerinin iddia ettiği gibi bürokratik kolektivist bir sisteme bırakması gibi ihtimaller, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmeler tarafından doğrulanmayan hipotezler olarak kalıverdi. Stalinist rejim altındaki Sovyetler Birliği’nde ise, bürokrasi bir yandan belirli özgün koşulların bir sonucu olarak pekâlâ egemen bir sınıf katına yükselmişken, diğer yandan dünya kapitalist sisteminin varlığı bu sınıfın kaderini belirliyor ve onu tarihsel geleceği olmayan, geçici bir fenomen olmaya yazgılı kılıyordu.

Dolayısıyla Stalinist tipte bürokratik rejimler, asla insan topluluklarının tarihsel gelişme çizgisinde kapitalist sistemi aşan yeni bir toplumsal sistemin ortaya çıkması anlamına gelmedi. Bu rejimler, dünya kapitalist sistemini ileriye doğru aşacak yegâne alternatif olan işçi iktidarının, Sovyetler Birliği’nde bürokratik bir karşı-devrimle boğulması nedeniyle oluşan özgün koşulların ürünü oldular.

[1]   Rakovski’den akt: I. Howe, Essential Works of Socialism, s.178

[2]   Rakovski, “Bureaucracy and Soviet State”, Essential Works of Socialism, s.179

[3]   Rakovski, age, s.179

[4]   Rakovski, age, s.182

[5]   Shachtman, “Stalinism: A New Social Order”, Essential Works of Socialism, s.254

[6]   Shachtman, age, s.256

[7]   Shachtman, age, s.256

[8]   Shachtman, age, s.257

[9]   Shachtman, age,s.257

[10] Shachtman, age, s.258

[11] Shachtman, age, s.259

[12] Shachtman, age, s.259-260

[13] Shachtman, age, s.261

[14] Burnham, The Managerial Revolution, Penguin Books, 1962, s.114

[15] Hilferding, “State Capitalism or Totalitarian State Economy”, Essential Works of Socialism, s.249

[16] Hilferding, age, s.250

[17] Troçki, Marksizmi Savunurken, s.40

Mayıs 1991

link: Elif Çağlı, SSCB Üzerine Farklı Görüşler, Mayıs 1991,

marksist.net/elif-cagli/sscb-u

TARİH İÇİN

Bir süredir dar çevrelerde Pontus Rumlarının yaşadığı trajedilerin bütün ayrıntılarının toplanması konusunda konuşmalar yapılıyor. “Epochi”nin bir yazarı da bugün bu önemli konuyu yeniden gündeme getiriyor. Şimdiye dek yetkililerce hiçbir girişim yapılmadı, bireysel bir teşebbüs de görülmedi.

Gazetemiz sütunlarında zaman zaman Pontus’un çeşitli bölgelerinde yaşanan zulüm ve felaketlerin kısa tasvirleri yer aldı. Pulandzak, Kerasus (Giresun), Ardas, Heriana, İmera ve Oinoi bölgeleri bu korkunç olayların geçtiği yerler olarak anıldı. Yakında Rize, Sürmene ve diğer yerlerin de hikâyeleri yayınlanacak.

Ancak bu, bir gazete için öncü bir çalışma olsa da, yeterli değildir. Kısa haberlerle böylesine büyük bir ulusal felaketin anlamı tam olarak anlatılamaz; zamanla unutulur. Oysa, bu acıların tamamının belgelenmesi gelecek kuşaklara bırakılacak kutsal bir görevdir.

Bu çalışma yalnızca kaç kişi öldü, ne kadar yer yıkıldı gibi sayıları toplamak değildir. Esas olan, bu trajediler sırasında halkın gösterdiği sabrı, erdemi ve dayanıklılığı ortaya koymaktır. Bu bilgiler, hem ulusun ruhunu hem de geleceğe ışık tutacak dersleri içerecektir.

Bununla birlikte, halkın ağıtları ve türkülerinin de toplanması gerekir. Pontus halkının yaşadığı acılar, bu türkülerde yaşamakta, halk hem yıkımın yasını tutmakta hem de dirilişi hayal etmektedir. Bu eserler, bir ulusal hafıza anıtı oluşturacak ve yeni kuşaklara ışık olacaktır.

Kerasus’un (Giresun) Patlamas köyünde yaşanan vahşet —insanların açlıktan ebeveynlerinin ve çocuklarının etini yediği o dehşet— Pontus Helenizminin bir simgesidir. Bu olayları sadece söylentilere bırakmak, onları yok saymak olur.

Savaş sonrası dönemde her ulus kendi felaketlerinden ders çıkaracaktır. Biz de vakit kaybetmeden, henüz hayatta olan tanıklardan bu canlı tarihi toplamaya başlamalıyız. Yarın çok geç olabilir.

Bir anıt, ama aynı zamanda ulusun paha biçilemez bir hazinesi olarak.
N. K. (Nikos Kapetanidis)

NOTLAR

Çocuk Kitapları

Okullar kapanırken, Pontus’taki okullar için artık şu “küçüklerin kitapları” denen, öğretici olmayan, zararlı okuma kitaplarının (eski “okuma kitapları”) kullanılmasına da son verilmelidir. Bu kitaplar, çocukların zihnini uyuşturmuştur.

Yunanistan’da eğitimde yenilik yapılmış, canlı halk diliyle yazılmış yeni kitaplar hazırlanmıştır. Bizim de aynı yolu izlememiz gerekir. Çocukların ruhuna özen göstermeli, onları modası geçmiş “yaşlı” öğretmenlerin eline bırakmamalıyız.

Ayrıca yıllardır çocukların duygularıyla oynayan vicdansız kitap tüccarlarının devri kapanmalıdır. Birçok topluluk, yeni ders kitaplarını istemek için Eğitim Bakanlığı’na başvurmuştur. Bu hareketin Pontus’ta da başlamasından memnuniyet duyuyoruz.

Nihayet “kazanç hırsı” çanları bu kitap simsarı sahtekârların başında çalmaktadır!

KADINLARIMIZ

Dünden itibaren Yunan Kızılhaçı Hastanesi hasta kabul etmeye başlamıştır.
Sadece bir günde otuz yorgun, hasta ve perişan insan oraya sığınmıştır.
Bu hayır kurumuna yardım etmek, hepimizin görevidir.

Erkekler maddi katkı sağlasın, kadınlar ise beyaz hemşire giysileriyle acı çekenlere teselli versin.
Artık kadın için sadece mutfak ve kavgalarla sınırlı bir hayat yoktur; yeni bir ufuk açılmıştır.
Oruçlar, dualar, diz çökmeler elbette kutsaldır ama, acı içindeki bir hastanın başucunda şefkatle hizmet eden bir hemşirenin erdemi onlardan daha değerlidir.

BİR FİNCAN KAHVE?

Belediyenin kahvehanelerdeki kahve ve çay fiyatlarını sınırlama kararını öğrendik. Ancak bu kararı, başka temel gıda maddeleri için yeni düzenlemeler izlemedi.

Açgözlülük ve karaborsa hâlâ hüküm sürüyor. Şeker ve un fiyatları bir hafta içinde sürekli değişiyor; oysa stokların yeterli olduğu biliniyor.
Acaba gizlice ihracat mı yapılıyor, yoksa gemi gecikmeleri fırsat mı sayılıyor?

Belediyenin tüm bu çabası yalnızca “bir fincan kahve” için mi?

YAZARLARIMIZDAN

Yetenek Gerekir – İ.E. Kinigoğlu

İnsanlık tarihinin gördüğü tüm acılar içinde, Pontus Helenizminin son yıllarda yaşadığı kadar korkunç olaylar az görülmüştür.
Bu felaketleri anlatmak için kanıyla yazacak bir yazarın kalemi gerekir.

Eğer Homeros olmasaydı, Odysseus’un kahramanlıkları bugün kimsenin umurunda olmazdı.
Bizim halkımızın da her köyünde, her ailesinde, her bireyinde romanlara konu olacak dramatik hikâyeler vardır.

Örneğin, eskiden 80 haneden oluşan Tepe-Yoma köyünde bugün yalnızca 5 evin bacası tütüyor;
veya 250 haneli zengin Temirtziköy’de artık sadece 15–20 aile kalmış.
Buna rağmen, o 5 kişinin hayatta kalıp geri dönebilmesi bile insanın direncine dair büyük bir ders değil midir?

İşte işlenecek, kalıcı eserler yaratacak konular bunlardır.
Bu büyük acıyı anlamak ve anlatmak için gerçek bir sanat yeteneği gerekir.

KARS VE ERMENİSTAN

Tiflis’ten bildirildiğine göre, İngiliz yönetiminin kararıyla Kars bölgesi Ermenistan’a bağlanmıştır.
Ermeni Genelkurmayı Kars’a yerleşmiş, General Andronikov komutasında birlikler şehre girmiştir.
General Nazarbekov tüm Ermeni kuvvetlerinin başkomutanı olmuştur.

FRANSA NE KAYBEDİYOR

Londra “Times” gazetesi, Odessa’nın düşmesinin Fransa için büyük bir kayıp olduğunu yazıyor.
Bu durum, Fransa’nın Rusya’nın yeniden inşasındaki rolünü zayıflatacaktır.
İngiltere Murmansk, Arhangelsk ve Bakü’de; Amerika ise Sibirya’da yer edinmişken, Fransa Rusya’da artık dayanak noktası bulamamaktadır.

VATANIN YENİLGİSİ

Paris’ten gelen haberlere göre, Alman temsilci Rantzau Versailles’a ulaşmıştır.
Yurdunun yenilgi belgesini imzalamak üzere gelen Rantzau son derece duyguluymuş.
Yanında, 1871’de Versailles Sarayı’nda Alman İmparatorluğu’nun kuruluşunu kutlamış subayların torunları da varmış.
Ne acı bir tarih yazılıyor!

Bir söylentiye göre, Paris’teki Pontus Temsilciliği Başkanı Bay Konstantinidis’e Trabzon valiliği teklif edilmiş.
Kendisi bu öneriyi reddetmiş.
(Epochi’nin notu: Bu habere inanmakta zorlanıyoruz; belki de İstanbul gazeteleri bizim “1 Nisan şakamızına” kandılar!)

TRAKYA MESELESİ

Bulgar gazetesi “Preporets”, Trakya ve Ege kıyılarının Yunanistan’a verilmesine tepki gösteriyor.
Paris kaynakları ise, Yunanistan’ın toprak taleplerinin büyük ölçüde kabul edildiğini bildiriyor.
Bulgarya sınırı belirlenmiş, geriye yalnızca uluslararası komisyonun onayı kalmış.
Yunan heyetinin ılımlı tutumu özellikle Venizelos’un politikasıyla övgü toplamış.

ABONELİK ŞARTLARI

Trabzon ve çevresi: Yıllık 380, 6 aylık 200 kuruş
Eyaletler: Yıllık 450, 6 aylık 240 kuruş
Rusya ve Kafkasya: Yıllık 75 ruble
Yurt dışı: Yıllık 70 frank

TRABZON METROPOLİTİNDEN HABERLER

Trabzon Metropoliti, hastalığından kurtularak Paris’e ulaşmıştır.
Yunan elçisi Bay Romanos ile birlikte Romanya Başbakanı Bratianu’yu ziyaret etmiştir.

İTALYANLAR BATUM’DA

İtalya Dükü’nün oğlu Prens Edmond, Batum’a gitmek üzere “Memphis” gemisiyle Boğaz’dan geçmiştir. Yanında kalabalık bir heyet vardır.

VENİZELOS’UN AÇIKLAMASI

Başbakan Venizelos, Paris’te yaptığı görüşmelerde, iki ay içinde Atina’ya “Yunanistan açısından çok tatmin edici sonuçlarla” döneceğini açıklamıştır.

DIŞİŞLERİ BAKANI POLİTİS’İN DEMECİ

Yunan Dışişleri Bakanı Bay Politis, Paris’te bir Fransız gazeteciye yaptığı açıklamada İstanbul’un uluslararası statüye alınmasını ve Pontus ile Ermenistan’ın birleşmesini desteklediğini belirtmiştir.

TÜRKİYE’YLE İLGİLİ ZORLUKLAR

Paris’ten gelen bilgilere göre, Almanya ile barış antlaşması Mayıs ortasında imzalanacak, ardından Avusturya, Bulgaristan ve Türkiye ile görüşmeler başlayacak.
En zor konular, Osmanlı ve Avusturya meseleleridir.

İNGİLTERE VE YUNANİSTAN

Londra’daki Yunan büyükelçisi Bay Kaklamanos, İngiliz hükümetinin Yunanistan’ı Doğu’da bir barış ve medeniyet gücü olarak destekleme kararlılığını açıkladı.
İngiltere, Yunanistan’a ekonomik, siyasi ve askeri destek sağlayacak.
Bulgarya ve Türkiye yanlısı çevreler artık etkisizdir.
İngiliz halkı, Yunan denizcilerinin kahramanlıklarını ve dürüstlüğünü takdirle anmaktadır.

TÜRK FAALİYETLERİ

“Tasvir” gazetesine göre, Osmanlı Harbiye Nezareti’nde kurulan bir komisyon, Doğu vilayetlerinde Rus ordusu ve Ermeni çetelerinin yol açtığı yıkımı anlatan iki kitap hazırlamaktadır. Kitaplar İngilizce ve Fransızca olarak yayımlanacaktır.

KÜRTLERİN GERİ DÖNÜŞÜ

Hükûmet, Konya, Ankara ve Urfa çevresine yerleştirilen 600.000 Kürdün Doğu vilayetlerine geri gönderilmesi konusunu görüşmektedir.

LİMAN HABERLERİ VE GÜNLÜK OLAYLAR

“Energeia” adlı Yunan gemisi, Novorossiysk ve Anapa’dan 460 Rum mülteciyi Trabzon’a getirdi.

“Maria S.” ve “Venizelos” gemileri İstanbul’dan hareket etti.

“Kerkyra” adlı gemi, un yüklü olarak Trabzon’a gelmektedir.

Limanda ayrıca Rumen bayraklı bir gemi Amerikan yardım unlarıyla gelmiştir.

KISA HABERLER

Amerikan unu ile yapılan ekmekler fırınlarda 22 kuruştan satılmaya başladı.

Ancak dağıtım düzensizdir; bazı fırıncılar halka ekmek vermemektedir.

VEFAT

Toplumumuzun saygın üyelerinden Eleftherios M. Misaelidis (38 yaşında) tifüs nedeniyle vefat etti.
Kendisi Galyana kökenliydi ve memleketinin acılarını derinden hissederdi.
Ailesine başsağlığı diliyoruz. Toprağı hafif olsun.

KÜÇÜK İLANLAR VE REKLAMLAR

Kızılhaç Muayenehanesi: Salı, Perşembe, Cumartesi 10–12 arası ücretsiz muayene ve ilaç.

Kazino Konstantinupolis: “Hayatı sevenler için en iyi şarap, uzo, köfte, pirzola ve balık!”

Haritonos & Papadopulos Ayakkabıcı – Üzün Sokak: “Kaliteli ayakkabılar, uygun fiyatlar.”

BİZANS Oteli ve Kahvehanesi – Metohi Caddesi: “Temiz odalar, aile toplantıları için uygun bahçe.”

Matbaa
Georgios E. Mihailidis

(3515 sayfadan oluşan Epochi sayıları Nikos Kapetanidis’in kardeşinin torunu olan ve halen Atina’da yaşamakta olan Kostas Kapetanidis tarafından dijitalize edilmiş ve Yunanca olarak tarafımıza iletilmiştir. Türkçeye çevirisi Tamer Çilingir tarafından üstlenilmiştir)

epochi.pontosgercek.com/sayi-6

Nietzsche’nin Sürü Ahlakı Eleştirisi ve Sanatsal Yaratıcılık Arasında Nasıl Bir İlişki Vardır?

Toplumsal Normların Eleştirisi
Nietzsche’nin sürü ahlakı kavramı, bireylerin kolektif değerlere ve ortak kabullere körü körüne bağlılığını eleştirir. Ona göre, toplumun genelgeçer kuralları, bireyin özgünlüğünü ve yaratıcı potansiyelini bastırır. Bu normlar, bireyleri bir kalıba sokarak onların kendi değerlerini oluşturmasını engeller. Nietzsche, bu durumu köle ahlakıyla ilişkilendirir; burada birey, kendi varoluşsal anlamını sorgulamak yerine, topluma uyum sağlamak için kendini sınırlar. Sürü ahlakı, bireyin içsel dürtülerini ve farklılaşma arzusunu yok ederek, onu homojen bir topluluğun parçası haline getirir. Bu bağlamda, sanatsal yaratıcılık, bireyin özgünlüğünü ifade etme aracı olarak bu normlara karşı bir başkaldırıdır. Sanatçı, toplumsal kuralları reddederek kendi iç dünyasını dışa vurur ve böylece sürüden ayrılır. Nietzsche, bu ayrılmayı bireyin üstün insan (Übermensch) idealine yaklaşımı olarak görür.

Bireysel Özgünlüğün Yükselişi
Sanatsal yaratıcılık, Nietzsche’nin felsefesinde bireyin kendini yeniden inşa etme sürecinin bir yansımasıdır. Sanatçı, sürü ahlakının dayattığı kısıtlamalara karşı koyarak kendi değerlerini yaratır. Bu süreç, bireyin kendi varoluşunu sorgulamasını ve özgün bir kimlik geliştirmesini gerektirir. Nietzsche’ye göre, sanat, bireyin içsel kaosunu düzenleme ve anlam yaratma çabasıdır. Bu çaba, sürü ahlakının pasif kabulleniciliğine zıttır; çünkü sanatçı, toplumu değil, kendi içsel gerçekliğini merkeze alır. Örneğin, bir ressamın tuvaldeki özgür fırça darbeleri veya bir yazarın alışılmadık anlatısı, toplumsal normlara meydan okuyan bir özgürlük ifadesidir. Bu bağlamda, sanatsal yaratıcılık, bireyin kendi varoluşsal anlamını inşa etme sürecinde bir araçtır ve sürü ahlakının kolektif baskısına karşı bir direniş biçimidir.

Toplumun Dayattığı Eşitlik Anlayışı
Nietzsche, sürü ahlakının eşitlik ilkesini eleştirirken, bu ilkenin bireysel farklılıkları yok ettiğini savunur. Ona göre, Astroloji, eşitlikçilik, bireylerin üstün niteliklerini bastırır ve sıradanlığı yüceltir. Toplum, farklı olanı tehdit olarak görür ve bu farklılığı bastırmak için eşitlikçi bir düzen kurar. Sanatsal yaratıcılık ise bu eşitlik anlayışına karşı bir isyandır. Sanatçı, sıradanlığın ötesine geçerek eşsiz bir eser üretir ve böylece toplumsal normların homojenleştirici etkisine karşı çıkar. Nietzsche, bu yaratıcı eylemi, bireyin kendi varoluşsal gücünü ortaya koyduğu bir süreç olarak tanımlar. Sanat, bireyin kendi değerlerini yaratma ve topluma dayatılan eşitlik anlayışını reddetme çabasıdır. Bu nedenle, sanatçı, sürü ahlakının eşitlikçi baskısına karşı bir kahraman olarak görülür.

Yaratıcılığın Özgürleştirici Gücü
Sanat, Nietzsche’nin felsefesinde bireyin kendi varoluşsal anlamını yaratma sürecinin en güçlü ifadelerinden biridir. Sanatçı, sürü ahlakının dayattığı ortak değerlere boyun eğmek yerine, kendi içsel vizyonunu dışa vurur. Bu süreç, bireyin özgürleşme çabasıdır; çünkü sanat, bireyin kendi gerçekliğini inşa etmesine olanak tanır. Nietzsche’ye göre, yaratıcılık, bireyin kendi varoluşunu anlamlandırma ve topluma karşı kendi duruşunu oluşturma sürecidir. Örneğin, bir müzisyenin alışılmadık bir beste yaratması, toplumsal normlara meydan okuyan bir eylemdir. Bu eylem, bireyin kendi içsel gücünü ve özgünlüğünü ortaya koyar. Sanatsal yaratıcılık, sürü ahlakının bireyi sıradanlaştırma çabasına karşı bir direniş biçimidir ve bireyin kendi değerlerini yaratma sürecinin bir yansımasıdır.

Toplumsal Baskı ve Bireysel Direniş
Sürü ahlakı, bireyin özgünlüğünü bastırmak için toplumsal baskı mekanizmalarını kullanır. Nietzsche’ye göre, bu baskı, bireyin kendi varoluşsal anlamını sorgulamasını engeller ve onu topluma uyumlu hale getirir. Sanatsal yaratıcılık, bu baskıya karşı bir direniş biçimidir. Sanatçı, toplumsal normlara karşı çıkarak kendi içsel dünyasını ifade eder ve böylece bireysel özgünlüğünü korur. Bu süreç, bireyin kendi değerlerini yaratma ve topluma dayatılan kuralları reddetme çabasıdır. Örneğin, bir şairin alışılmadık bir üslupla yazması, toplumsal normlara karşı bir başkaldırıdır. Nietzsche, bu başkaldırıyı, bireyin kendi varoluşsal gücünü ortaya koyduğu bir süreç olarak görür. Sanatsal yaratıcılık, bireyin sürü ahlakına karşı kendi kimliğini inşa etme mücadelesinin bir sembolüdür.

Değerlerin Yeniden İnşası
Nietzsche’nin felsefesinde, sürü ahlakı, bireyin kendi değerlerini yaratmasını engelleyen bir sistem olarak eleştirilir. Toplum, bireyleri ortak değerlere uymaya zorlayarak onların özgünlüğünü yok eder. Sanatsal yaratıcılık ise bu değerleri yeniden inşa etme sürecidir. Sanatçı, topluma dayatılan değerleri reddederek kendi anlam dünyasını yaratır. Bu süreç, bireyin kendi varoluşsal gücünü ortaya koymasını sağlar. Örneğin, bir heykeltıraşın sıradışı bir eser yaratması, toplumsal normlara karşı bir duruş sergiler. Nietzsche’ye göre, bu duruş, bireyin üstün insan idealine yaklaşmasını sağlar. Sanatsal yaratıcılık, bireyin kendi değerlerini yaratma ve sürü ahlakının dayattığı kısıtlamaları aşma çabasıdır.

insanokur.org/nietzschenin-sur

Yas, hafıza ve eylem arasında: Anmanın siyaseti, hatırlamanın etiği

Katliamın faili açıklanmadıkça, sorumlular hesap vermedikçe, barış, korku üzerine inşa edilmiş kırılgan bir sessizlik olmaktan öteye geçemez.

bianet.org/yazi/yas-hafiza-ve-

Eleştirisiz toplum, nefessiz demokrasi

Türkiye, demokrasinin geleceğini belirleyecek bir dönemeçten geçiyor. Bu süreçte eleştiri, yalnızca hakikati açığa çıkarmak değil; topluma nefes aldırmak ve özgürlüğün yolunu açmak için en güçlü araç.

bianet.org/yazi/elestirisiz-to

Kapitalist Modernitenin Mahşerin Üç Atlısının İflası

Ergin Atabey

Kapitalist modernitenin mahşerin üç atlısının (kapitalizm, ulus-devlet, endüstriyalizm) doğa ve toplumu yok etme noktasına doğru götürürken, bir taraftan insanı ve toplumu çıldırtma ve intiharın eşiğinde tutup sömürüyor. Öte yandan insanın yok oluşu anlamına gelen post-insan aşamasını yaşıyor. Erich Fromm, bu gerçekliğe şu çarpıcı tespitte işaret ediyor: “Robot üretme çabası teknik ruhun en büyük başarılarından birisi olarak addediliyor, dahası robotun canlı insandan ayırt edilemeyeceği güvencesi veren insanlar var. Yaşamın dünyası ‘canlı olmayanın’ dünyası haline geldi. İnsanlar ‘insan olmayanlar’ haline geldi. Bir ölüm dünyası.”

Kapitalist modernite, yaşamın ve canlılığın varoluşunu ve varlığını sağlayan ve sapmalara karşı dengeleyen ne varsa yok ediyor. Tarihin gelmiş geçmiş en ölü sevici sistemlerinden biri olan kapitalist modernite üç mahşerin atlısıyla yaşamı cansız nesnelere dönüştürerek her şeye hükmediyor. Bu kapitalist modernitenin yeni çağ geçişi anlamına geliyor. Üç mahşerin atlısıyla geçiş yapılan bu yeni çağda derin bir iklim krizi yaşanmaktadır. Buna bağlı olarak yerüstü ve yeraltı kaynakları tüketiliyor. Biyolojik çeşitlilik yitiriliyor. Artan kirlilik her şeyi yutuyor. İnsanın en önemli ve özgürlüğe açık özelliği olan zekası gereksiz hale getirilirken, yerine nesnelleştirilmiş, hesaplamaya dayalı mekanik yapay zeka ikame ediliyor. Nano-biyo-teknolojinin propagandası eşliğinde “dördüncü sanayi devrimi” övgüleri yapılırken, yaşam birbirine bağlı bilgisayar sistemi haline getiriliyor. Embriyoların manipülasyonuyla yeni türden bir öjenizm (ırkçılık bilimi) insanı, toplumu ve manevi değerleri altüst ediyor. Tüm bu hususlar birinci (doğa), ikinci (insan-toplum) ve üçüncü (ahlaki-politik-ekolojik toplum) doğaların gitgide artık geride kaldığını, bilgisayarlar, robotlar ve makinelerden oluşan post-insan evresine geçiş yapıldığını gösteriyor.

Post-insan, nano-biyolojik teknolojilerin her şeyi belirlediği insan sonrası aşamadır.

demokratikmodernite.org/kapita

‘Veba’ ve ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ ve biz
Yazar-Filozof Camus’ün “Veba” romanı ve Filozof Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” kitabı üzerine çapraz okuma yapmanın tam zamanı. Kötülüğün bir pandemi gibi yaygınlaştığı günümüzde, Camus, duyarsızlığın; Arendt ise sorgulamayan insanların kötülüğü nasıl sıradanlaştırdığını anlatıyor bize.
Ağaçlar, hayvanlar, kadınlar, çocuklar ve hatta bebekler katledilirken kötülüğün bir pandemi gibi etrafımızı sardığı bugünlerde, toplumsal yozlaşma (ya da çürüme ya da kokuşmuşluk) en çok kafa yormamız gereken konulardan biri. Bir veba gibi sanki bulaşıcı bir hastalığa dönüşen kötülük, sıradan insanların sıradan yaşamlarını bile ele geçirmiş durumda.

Kötülük konusu çağlar boyunca psikolojinin, felsefenin, edebiyatın en çok ele aldığı konulardan biri. Gılgamış Destanı’ndan, Eski Ahit’ten, Platon’dan bu yana insanlığın kötülüğe kafa yorduğunu biliyoruz. Ne yazık ki evrimini bir türlü tamamlayamayan insan, bir yandan Mars’ta yaşamın temellerini atarken Dünya gezegeninde işler hiç iyiye gitmiyor. Bazen ne söylesek, ne yazsak anlamsız olacağı hissine kapılıyoruz, böyle dönemlerde okumak insana daha da iyi geliyor.

bianet.org/yazi/veba-ve-kotulu

Pavlikan’dan diasporaya: Polonya’ya Ermeni göçleri

20. yüzyıl başında Erzincan’ın Tercan ilçesinden askerlik bedelini ödeyemeyen üç gencin Köstence’ye uzanan yolculuğu, Polonya’ya giden Ermeni göç yollarının bir parçasıydı. Bu hikâye, aile geçmişiyle diaspora tarihinin nasıl iç içe geçtiğini gösteriyor.

bianet.org/yazi/pavlikandan-di

Mesele fotoğraf karesi değil, sen hâlâ anlamadın mı?

Elbette kimse diğerini kaşla gözle hizaya sokamaz ama bu sert siyasi iklimde bazen her bir “an” ya iktidara yarıyor ya da muhalefete

t24.com.tr/yazarlar/hakan-aksa

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.