Tükenen PKK Değil Hükümettir, Devrim İçin Devrimci Parti
Abdullah Öcalan’ın mektubu yeni bir çözüm süreci girişimine yanıt niteliğini taşıyor.
Mektubu ve PKK’nin yanıtını “teslimiyet”, “reformizm”, “ihanet”, yahut “otuz yıllık bilindik bir hikayenin bir tekrarı” diye yorumlamaya çalışmak bu süreçten hiçbir şey anlamamak anlamına gelir. En iyi ihtimalle doktrinerlikle sonuçlanır; sol içinde rekabetçiliğin körüklenmesine, hatta hükümetin borazanlığına varması şaşırtıcı olmaz. Körleştiren, örgütsel ve siyasal maneviyatı bozan tutumların karşısında durmak gerekir.
Tükenen Kim?
Söz konusu mektubun içeriği değil zamanlaması ve tonu yenidir.
Eğer bir tükenmeden söz edilecekse tükenenin PKK değil Erdoğan ve Bahçeli olduğunu söylemek gerekir. Cumhur İttifakı’nın bu iki ortağı kendi aralarındaki rekabetin ürünü olarak Öcalan’ın ellerine sarılmışlardır.
Mektubun tonu tam da bu havayı yansıtmaktadır. Mektup gerileyen, zayıflık içinde kah didişip kah çırpınan Cumhur İttifakı’nın ortaklarını daha da fazla rencide etmeden, onlara seçmen tabanlarını yitirmeden geri adım atma şansı sunmak için yazılmıştır. Mektubu değerlendirirken Cumhur İttifakı seçmenine gösterilmek istenenden ötesini görmek gerekir.
Güç dengeleri hükümet propagandasının tam aksi yönde değişmiştir.
Güç Dengeleri Nasıl Değişti?
Her şeyden önce PKK sadece otuz beş yahut yirmi altı yıl öncesine kıyasla değil “birinci çözüm sürecinin başladığı” 2012’ye, içsavaşın başladığı 2015’e kıyasla da çok daha güçlü bir partidir. Geçmişte sadece Kürdistan’ın kuzeyiyle sınırlı bir faaliyet yürütürken PKK bugün artık en az üç parçada etkindir.
PKK’nin silahlı mücadeleye son vermesi artık Türkiye sınırları içinde düşünüp anlaşılamaz. Bununla birlikte PKK’nin Kürdistan’ın diğer parçalarında da aktif olması onun başına buyruk hareket etmesini zorlaştırmaktadır. Tersinden Rojava’da olduğu gibi onun yolunun ABD ile kesişmesi, silah bırakma sürecinin ne zaman ve nasıl olacağını/olmayacağını değil, hangi kapsamda gerçekleşeceğini/gerçekleşmeyeceğini de belirleyecektir.
Türkiye cephesindeki dinamikler ise tam aksi istikamettedir ve güç dengesinde ibreyi Türk devletinin aleyhine itmektedir.
Otuz beş yıl önce Öcalan’ın karşısında politikaları tanımlı bir Türk devleti vardı. Bugün öyle bir devlet yoktur.
O dönemde 12 Eylül rejiminin kurumları işliyordu. Bugün rejim felç olmuştur, krizdedir.
Yirmi altı yıl önce, Öcalan rehin alındığında, Türkiye ABD tarafından Avrupa Birliği’nin içine ittiriliyordu. Yeniden yapılanma projesi yürürlükteydi. Bugün ne öyle bir ABD ne öyle bir AB ne de öyle bir reform süreci söz konusu.
Yirmi üç yıl önce AKP hükümet olduğunda 12 Eylül’ün tüm geleneksel partileri, biri dışında sahadan silinmişti. Bugün AKP 2002 öncesindeki partilerden beter bir biçimde yıpranmıştır, üstelik içsavaş içinde ikiye bölünmüş bir Türkiye’de çözüm hayalleri satmaktadır.
On iki yıl önce birinci çözüm süreci başlarken, AKP o dönemde en azından tek başına hükümet olacak bir durumdaydı, kendisini merkez partisi olarak satabiliyordu. Bugün karşımızda MHP’ye teslim olmuş, on yıldır bir içsavaşı yürüten, içsavaşı Türkiye dışına taşımaya mecbur kalmış ve tüm bunların yorgunu bir Erdoğan vardır.
Üstelik Erdoğan sadece yorgun değil başarısızdır. Suriye politikası başarısız olmuş, Rojava’yı boğma imkanlarını yitirmiştir. İçsavaşta başarısız olmuş tek başına hükümet kuramaz, meclisten bir erken seçim kararı çıkartamaz hâle gelmiştir. Yerel seçimlerde yediği sille cabasıdır. Daha da kötüsü, herhangi bir değişiklik olmadığı takdirde görev süresi 2028’de bitecektir. Zaman bir saatli bomba misali tıklayarak daralmaktadır.
Nihayetinde on sene öncesine kıyasla Erdoğan ile ortağı Bahçeli arasındaki uyumsuzluk had safhadadır. Erdoğan Bahçeli’den kurtulmak istemekte ama bunu başaramamaktadır. İki ortak birbirini çelmeleyen şekilde ilerlemektedir. Öcalan’ın mektubuna giden süreci de aslında bu çekişmenin bir sonucu olarak görmek gerekir.
Öcalan’ın mektubu Türkiye Cumhuriyeti’nin ve bekçilerinin tarihlerinin en zayıf ânında kaleme alınmıştır. Mektubun yeniliği buradadır.
Bununla birlikte mektup, geride bıraktığımız on yıllarda benzer içerikte defalarca yazılmış eski bir mektup olsa da eskimeyen, daha doğrusu eskiyemeyen bir mektuptur. Mektubun niye eskiyemediği en az onun yeni yönleri kadar önemlidir.
Otuz Beş Yıllık İçerik
Öcalan’ın mektubunda ifade edilen görüşleri, PKK’nin, kendi savunduğu şekliyle, “marksizm-leninizm”i tartışmaya açtığı 1990 kongresinin sonuçlarında bulmak mümkündür. Bu bakımdan en az otuz beş yıllık bir tarihi vardır. PKK kendini ilk kez fesheden, ismini hiç değiştirmemiş bir parti de değildir.
PKK iddiaları bakımından dünyada birçok benzeri bulunabilecek bir partidir. Yola çıkarken Vietnam Komünist Partisi, IRA (Sinn Fein), ETA’ya benzer programatik iddialar taşıyordu. Türkiye sosyalist hareketi içindeki tartışmalar çerçevesinde kopuşlar yaşamış ve Kürdistan’a yönelmiş bir harekettir. Bu bakımdan, uluslararası referansları birebir aynı olmasa da, savunduğu strateji bakımından Türkiye’de benzerleri olan bir harekettir. Onlardan farkı gerilla savaşını daha yaratıcı ve etkin bir biçimde yürütebilmiş olmasıdır.
Gorbaçov’un yeni yönelimi girdiğinin anlaşılması sadece onu merkez olarak görenler üzerinde değil dünya üzerindeki tüm akımlar üzerinde bir sarsıntı yaratmıştı. Sovyet desteği ile ayakta duran Suriye’de konumlanmış PKK de bu sarsıntıyı en şiddetli yaşayanlardan biriydi. Ateş hattında verdiği siyasi-askeri mücadele nedeniyle ideolojik, politik ve örgütsel konulardaki dönüşüm kararlarını dünya üzerindeki ve Türkiye’deki muadillerine kıyasla cüretkar ve seri bir biçimde aldı.
Ancak otuz beş yıl sonraki tablo bambaşkadır. Geçmişini tümüyle reddedip yeni bir çizgiye geçme konusunda ilk adımları atan PKK, bu konuda en geride kaldı. Türkiye’de programlar değişti, seçime kilitlenmiş legal kitle partileri, kuruldu. Her türlü şiddet eylemini kınamak çoktan geçer akçe oldu. PKK ise hâlâ “reel sosyalizm”le hesaplaşmaya çalışıyor, silahları nasıl bırakacağını konuşuyor.
Evet, Öcalan yıllardır aynı mektubu yazmaktadır. Mektup eskimiyor.
Mektup sadece devlet nezdinde gerekli muhatabı bulamadığı için değil PKK eski kimliğini tümüyle terk edemediği için de eskimiyor.
PKK’nin kimlik değişimi süreci, Avrupa, Latin Amerika hatta Türkiye’dekilere benzer bir şekilde, onun kendi inisiyatifiyle ve kendi denetiminde yürütebildiği bir süreç değildir. PKK’nin öyküsü Kürdistan’ın farklı parçalarında, farklı tempolarla yaşanan devrimci yükseliş ile iç içe geçtiği için, PKK’nin politikalarının değişimini de salt onun niyet ve kararlarını temel alarak açıklamak mümkün değildir.
Kürt Sorunu ve Kürdistan Sorunu
Mektubun içeriğini derinlemesine incelemeye, onda özel bir hikmet aramaya gerek yoktur. Türkiye’de ve dünyada doksanların başından beri defalarca kaleme alınmış çözüm önerilerinden biridir. Türkiye özelinde çözüm önerisi şu koşullu cümledeki beklentiyle özetlenebilir: Türkiye demokratik bir ülke olursa Kürt sorunu da çözülür.
Halbuki yaşadığımız topraklarda Kürtlerle ilgili bir değil iki temel sorun vardır. Bunlardan birisi Kürt sorunudur, diğeri ise Kürdistan sorunudur. Kürdistan sorunu, Ortadoğu’nun devletsiz iki ulusundan biri olan Kürt ulusunun kendi kaderini tayin edebilmesi için kendi devletine kavuşması sorunudur. Bağımsız ve birleşik Kürdistan’ın kurulmasını şart koşar. Kürt sorunu ise Kürtlerin demokratik ve kültürel haklarına sahip olması sorunudur. Asgari koşulu Türkiye sınırları içinde demokratik bir rejimin kurulmasıdır.
Mektup, bu iki farklı sorunu tek bir Kürt sorunu çerçevesinde ele almıştır. Kürdistan sorununu Kürt sorununa indirgemiştir. Adını doğrudan anmadığı Kürt sorununu da Türkiye demokrasisinin sorunlarına bağlı olarak ifade etmiştir.
Mektupta ifade edilen çözümün hayatta bir karşılığı yoktur, olmayacaktır. Hiçbir mektup yahut kararname, anayasa yahut toplumsal sözleşme Kürdistan ulusal sorununu ortadan kaldıramaz. Bilakis emperyalist paylaşım kavgasının keskinleşmesi Kürdistan sorununu siyasi mücadelenin merkezine itiyor. Kürdistan’ı dört parçaya bölmüş ilhakçı devletler parçalanmadan, bağımsız ve birleşik Kürdistan kurulmadan Kürdistan sorununu çözmek mümkün değildir.
Kürt sorununun, demokratik bir Türkiye’de çözülmesi teorik olarak mümkündür. Ancak demokratik bir Türkiye’nin kurulması sorunu bir rejim, yani anayasa sorunudur. Yasama meclisinde komisyonlar kurarak bu sorunu çözmek mümkün değildir. Yeni bir anayasa için gücünü bu hükümeti süpürmüş olmasından alan egemen bir kurucu meclise ihtiyaç var. Türkiye devleti geçelim bir kurucu meclis kurmayı, anayasa yapmayı, göstermelik bir ulusal birlik müsameresi düzenleyecek bir hâlde bile değildir, içsavaş içinde ikiye bölünmüştür. Suriye’de içsavaş ne kadar bitmişse, Türkiye’de de bu sürecin sonunda o kadar bitebilir.
Devrimci Önderlik Boşluğu
Türk egemenlerinin perişan hâli mektubun yeni yönüyse, Kürdistan’daki devrimci yükseliş onun bir türlü eskiyemeyişini açıklar.
Bu koşullar her şeyden önce hem Kürdistan’da hem de Türkiye’de devrimci önderlik boşluğuna işaret eder. Kürdistan’da bağımsız ve birleşik bir Kürdistan mücadelesine önderlik edecek bir komünist partiye ihtiyaç var. Türkiye’de ise demokrasi savaşını proletaryanın zaferiyle kazanmak için başka bir devrimci parti gerekiyor. Bugünün asli devrimci görevi de Türkiye’de ve Kürdistan’da bu iki partiyi yaratmak ve onların uluslararası düzlemde başka ülkelerdeki komünist partilerle bir araya gelmesini sağlamaktır.
PKK’yi ve Öcalan’ın mektubunu bu görevlerin önünde engel olarak görmek anlamsızdır. PKK’nin zaten Türkiye siyasetine doğrudan bir etkisi yoktur. Kürdistan’da ise önderlik değil ama devrimci önderlik iddiasından vazgeçeli otuz beş yıl olmuştur. Kürdistan’da PKK’nin devrimci mücadeleye engel olduğunu söyleyebilmek için önce bağımsız bir iddiayla ve örgütle siyasi mücadele sahnesine çıkmak gerekir.
Bugün gerek Türkiye’de gerekse de Kürdistan’da devrimci partiyi yaratmak için öncelikle PKK’nin tutumunda hikmet arayanlardan olduğu kadar onun ortadan kalkmasını bekleyenlerden, PKK’nin taktik dehasına methiyeler düzenlerden olduğu kadar onun hakkında komplo teorileri üretenlerden de uzak durmak gerekir. Kimsenin eksiği komünistlerin fazlası değildir, komünist partiyi yaratmak isteyenler için koşullar bugün her zamankinden elverişlidir. Herkes kendi işine odaklanmalıdır.
“Bütün Ülkelerin Komünistleri Birleşin!” çağrısı ancak siyasi mücadele içinde hayat bulabilir bir çağrıdır. Yaşadığımız topraklarda bu mücadelenin ana eksenlerinden biri, bir türlü derisini değiştiremeyen bu rejime karşı verilecek demokrasi savaşıdır. Bugün hükümet her zamankinden zayıf ise takınılması gereken devrimci tutum yumuşama vaatleriyle tutarsız saldırı hamleleri arasında ilerleyen bu süreçte hükümetin güçsüzlüğünü öne çıkarmak, demokrasi mücadelesini parlamentarist seçim hesaplarına tahvil etmeden, düzen güçleriyle ittifak kurmaya yeltenmeden emekçilerin hükümete karşı bağımsız ve kitlesel eylemlerini savunmaktır. Köz’ün arkasında duran komünistler Türkiye’de komünistlerin parti birliği çağrısını bu eylemli mücadelenin içinden yükseltmeye devam edecekler.
https://kozgazetesi5.org/tukenen-pkk-degil-hukumettir/