İSLAMCI İDEOLOJİNİN İFLASI
Ahmet Hulusi Kırım
Siyasal İslam, 20. yüzyılın ikinci yarısında, Mısırlı Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan El Benna ve Hint alt kıtasında Cemaat-i İslami Partisi’nin yaratıcısı Ebul Ala Mevdudi tarafından geliştirilen kavramlar çerçevesinde etkinliklerini belirledi. Şii devrimci siyasal düşüncesi, Müslüman Kardeşlerle pek çok ortak noktayı paylaşsa da özgünlüğünü korur. Bu düşüncenin esin kaynakları Humeyni, Bakır es-Sadr ve Talageni gibi Ayetullahlar olduğu gibi, laik Ali Şeriati’dir. Dolayısıyla İslamcılığın üç coğrafi ve kültürel kutbu daha ilk anda karşımıza çıkar. Sünni Arap Ortadoğu, sünni Hint alt kıtası ve İran-Arap Şii alanı. Bu üç İslamcı akım arasında coğrafi birlik olmadığı gibi siyasal birlik de yoktur. En önemli İslamcı örgüt, Arap dünyasının Müslüman Kardeşleridir. Bu ortak gövdeden, Seyyid Kutub’un daha radikal fikirlerinden etkilenen Hizbül Tahir, İslami Cihad gibi ayrılıkçı ve azınlık guruplar doğmuştur. Daha sonra Hint alt kıtasının Cemaat-i İslami. Hizb-i İslami, Cemiyet-i İslami ve Mağripli İslamcılar FİS, En Nahda, İslami Yeniden Doğuş Partisi çıkmıştır. Devrimci Şiiliğin etki alanına gelince; bu, gerçek bir İslami devrimle iktidarı alan tek akımdır. Onu bölgesel güç stratejisinin aracı haline getiren ise İran devleti ile özdeşlemiş olmasıdır.
İslamcı hareketler 1940’den başlayan 85 yıllık bir süreden beri gelişmektedir. Kuşkusuz bu arada anlayışlar evrimleşmiş, tarihsel şartlar değişmiş, bölünmeler ve farklılaşmalar hareketi çeşitlendirmiştir. Bununla birlikte bütün hareketler için geçerli ortak bir sosyoloji ve kavramsal bir ana kalıp mevcuttur. Sosyolojik açıdan olsun, düşünsel açıdan olsun hareketler modern dünyadan çıkmıştır. Militanları ender olarak mollalardır. Asıl olarak modern okul sisteminden gelen ve üniversite gören gençlerdir. Kısa zaman önce kentlileşen ailelerden ya da yoksullaşan orta sınıflardan gelmektedirler. Onlara göre, devlet iktidarının ele geçirilmesi, bir yandan bilim ve tekniğe sahip çıkılırken, Batılı değerler tarafından yozlaştırılan bir toplumun yeniden İslamileştirilmesine imkan sağlayacaktır. Dar anlamı ile fundamentalistler gibi eskiden olana dönüşü değil siyasetten yola çıkarak toplumun ve modern tekniğin yeniden biçimlendirilmesini savunurlar.
İslamcı kuramsal model günümüzde tıkanma noktasına gelmiştir. Önce metinlerde bir tıkanıklık başladı. Çünkü eski temel metinlerden bu yana, zayıf açıklamalar ve dini yazarlardan alıntılardan başka bir şey görülmüyor. Giderek açmaza dönüşen kavramlarda bir tıkanıklık söz konusudur. İslamcılara göre İslami bir toplum ancak siyaset yoluyla mümkündür, ama siyasal kurumlar ancak içindeki insanların erdemine dayanarak işler, erdem ise önce İslami bir toplum mevcut olursa genelleşebilir. Bir daire içinde dolanıldığı için de teoride ve eylemde tıkanıklık yaşanmaktadır. Ne ekonomik kriz ve hizipler tuzağına düşen İran İslam devrimi, ne de Afganistan ve FİS, FLD İslam toplumunun olması gerek şeye model teşkil edememektedir.
Karmaşık ve etkin bir anayasa geliştiren İran devrimi istisna tutulursa, İslamcı düşünce siyasal kurumlar alanında yoksuldur. Oysa İslamcılık siyaset sorununu her şeyin önüne koyar. Bütün İslamcılar, bir İslami toplumun yerli yerine oturtulmasında siyasi iktidarın zorunlu olduğunda görüş birliği içindedir. Fakat öte yandan, ana hatları kaba taslak çizilen kurumlar hakkındaki tartışmanın içi, yöneticilerin nitelikleri ve erdemleri gibi safsatalarla boşaltılmıştır. İslamcı siyaset anlayışının temelinde yatan emir ve şura kavramlarının siyasal kurumlara nasıl dönüştürüleceğinin cevabı yoktur. Onlara göre önemli olan kurumun ne gücü ne de biçimidir. Tersine, insanların gönülleri ve eylemleri üzerinde egemen olması gereken İslami ilkelerin uygulanmaya konmasının ardından, kurumun kendisini nasıl silikleştirebileceğidir. Hakimiyet Allah’a ait ve yasalar zaten verilmiş olduğu için siyasi kurumları belirlemek hiçbir işe yaramaz. Önemli olan, yöneticilerden başlayarak insanların ilahi yasa karşısında silikleşmesidir. Bu nedenle İslamcılarda tartışma esas olarak kişilerin kişisel niteliklerinin ve erdemlerinin belirlenmesine indirgenir. Kurumsal işlevler, onları uygulayanların erdemi ile değer taşır. Siyasetin anahtarı “Toplumsal ahlak”tadır.
İslamcılık siyasal felsefeyi ve beşeri bilimleri reddeder. Erdeme ilişkin büyüleyici çağrı, İslamcı siyasal programı toplumsal gerçekliğe eklemlemenin imkansızlığını perdeler. İslamcılık toplumsal bölünmeyi olumsuzladığı için, bunun siyaset alanına dönüşünü günah ya da komplo olarak algılar. İdeal İslami toplum, müminlerin eşitlikçi toplumu, ümmet olarak tanımlanmıştır. İslamcılar için Ümmet’i ifade eden siyasal kavram, hem toplumsal sınıfları hem de ulusal, etnik ve kabilesel farklılaşmayı reddeden tevhid (birlik) kavramıdır. Her türlü farklılaşma zorunlu olarak Ümmet’in yadsımasıdır ve bu, fitneye, cemaatin dağılmasına, bölünmelere yol açar. Bölünme sosyolojik bir veri olarak değil, günah olarak algılanır. Bu yüzden İslamcı düşünce ayrılığın tohumu olabilecek her şeyi örneğin sınıfları inkar eder.
Yavanlaşarak yeni-fundamentalizme dönüşen İslamcılık, jeostratejik bir etken de değildir. Müslüman dünyayı birleştiremeyecek, Ortadoğu’daki güç dengelerini de değiştiremeyecektir. İslamcı hareketler, iktidar biçimlerini, stratejik taleplerini ve milliyetçiliklerini devraldıkları mevcut devletlerin çizdiği çerçeveye hapsolmuş durumdalar. İslamcılık her şeyden önce, toplumsal ve siyasal olarak uyumsuz bir gençliğin protestosunu ve hayal kırıklığını cisimleştiren sosyo-kültürel bir harekettir.
Günümüzün İslamcı hareketleri yeni bir toplum modeli getiremiyorlar. Bu hareketler muzaffer ve kendine güvenen bir İslam’a geri dönüşü kalıcı kılmak yerine, ithal edilmiş ve tek partiler ve kayırma şebekeleri tarafından ele geçirilmiş Batı tipi devlet modelinin başarısızlığını dillerine doluyorlar. Hiçbir zaman yaşanmamış bir İslami otantikliğe geri dönüş efsanesinin çevresinde seferber olarak, başarılmamış bir modernleşmeden geride kalanları topluyorlar.
İslamcılığa özgü somut bir siyasal model olmadığı gibi, ekonomide durum daha da kötüdür. İktidara gelen İslamcılık, resmi olarak laik ya da ılımlı rejimlerin daha önce ortaya koydukları “yukarıdan aşağıya” İslamileştirme siyasetlerini sistemleştirecektir. Bundan böyle yeni parola “şeriat”tır. Bu İslamileştirmenin hedefi özel hukuk ceza hukuku olacak, geleneksel ya da yeniden kurulmuş dayanışma ağlarına olduğu gibi yürürlükteki ekonomiye de dokunmayacak ve eski rejimlerden miras alınan siyasal modele, esas olarak da tek parti modeline kaldığı yerden devam edecektir.
Sonuç yabancılaşma değil, toplumsal konformizm ve kasvettir. Bütün püriten akımlarda görüldüğü gibi, şizofren bir toplum kendini ilan edecektir. Suç işleme, para, göç ve siyasal iktidar yoluyla bu toplumun nimetlerinden yararlanma imkanı doğduğu andan itibaren erdem söylemi eriyip gidecektir.