Türk “Milli” Burjuvazisi Nasıl İnşa Edildi? /2
Fırat Yazgan
Karadeniz kentlerinde yaşayan Rumlar
İttihatçılardan Kemalistlere ve bugüne bir süreklilik politikası
Rusya’da gerçekleşen Ekim Devriminin etkisiyle Birinci Dünya Savaşı sona ermiş, Osmanlı ağır yenilgiler almıştı. Milyonlarca insan katledilmiş, yerlerinden yurtlarından edilmiş, halklar paramparça edilmiş, birbirine düşmanlaştırılmıştı. Savaşın sorumlularından olan İttihatçı üç lider; Enver, Talat ve Cemal Paşalar yurtdışına kaçmışlardı. 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandıktan sonra İstanbul hükümeti İttihatçıları gerçekleştirdikleri katliamdan kaynaklı göstermelik bir şekilde yargılamaya başladı. Kimi İttihatçılar işlenen cinayetlerin doğrudan sorumlusu olduklarından İngilizlerin baskısıyla Malta’ya sürgün edilmişlerdi. Fakat bunların bir kısmının Malta’dan kaçmasına göz yumulmuş, kimileri de İttihatçılığın devamı olan Kemalistler tarafından emperyalistlerle girişilen pazarlıklar sonucunda serbest bırakılmıştı. İşte bu serbest bırakılanlardan bazıları katliamlarda büyük payları olan Celal Bayar, Şükrü Kaya gibi onlarca eski İttihatçıydı ve onlar da artık Ankara hükümeti içinde önemli görevlerde çalışmaya başlıyordu. 1920’de Emval-i Metruke Kanunu bir kararnameyle birlikte İstanbul hükümeti tarafından yürürlükten kaldırıldı ve gasp edilen gayrimüslim mallarının iade edilmesi kararı alındı. Fakat birkaç istisna dışında bu mülkler iade edilmedi. İade etmemek için adeta bin dereden su getiriliyordu. Çünkü zaten ülke dışında olan kimi Hıristiyan unsurlara, Emval-i Metruke mallarına gelip sahip çıkmaları için bir haftalık, bir günlük, hatta birkaç saatlik mühletler veriliyordu. Aksi takdirde “terk edilen mallar” devlet mülkiyetine geçirilecek ve satılacaktı.
Her şeye rağmen savaş sonrasında büyük kıyım ve tehcirden sonra hayatta kalan kimi Ermeniler ve Rumlar yurtlarına, evlerine geri dönmeye başlamıştı. Ermenilerden bazıları Fransızların desteğini alarak evlerini mülklerini geri almaya çalışırken, Ege bölgesindeki kimi Rumlar ise Yunanlılardan destek alarak yurtlarına dönmüşlerdi. Ancak İttihatçıların yerel eşrafa ya da ticarete yeni atılan devletin yüksek kademesindeki bürokratlara bahşettiği bu mülkler, servetin tadını almış kişiler için iadesi mümkün görünmeyen şeylerdi. İşte bu nedenle gayrimüslim sermayeye çöken zümreler, İttihatçılarla birlikte, çeşitli bölgelerde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin (MHC) örgütlenmesine ön ayak olmuşlar; milliyetçilik duygularıyla emekçi halkın bir bölümünü de kendi peşlerine takabilmişlerdi. Ne tesadüf ki bu cemiyetlerin kurulduğu bölgeler en çok gayrimüslimin “temizlendiği” Ege, Karadeniz, Çukurova, Doğu Anadolu ve Trakya bölgesiydi. “Dünya Savaşı sırasında topraklarından kovulan, mallarına mülklerine, işyerlerine el konulan Hıristiyanlardan (Ermeniler, Rumlar, Süryaniler) gasp edilen zenginliği koruma kaygısı, MHC’lerin başını çekenler arasındaki yeni yetme savaş zenginleri için önemli bir motivasyon kaynağıydı.”[1] İşte bu durum Antep ve Çukurova bölgesinde Ermeni ve Türk çeteleri arasında ciddi çatışmalara sebep oluyordu. Yani “Milli Mücadele”nin bir tarafı Yunan devletine karşı verilirken, diğer tarafı ise Ermeni ve Rumları bu topraklardan tamamen sökmek üzerine verilmiştir.
“Kemalistlerin İttihatçıların tarihsel uzantısı olduklarına hiç kuşku yoktur. Nitekim etnik bir sorun karşısında, İttihatçıların yöntemlerini devreye sokmaktan ve onlar gibi davranmaktan hiç çekinmemişlerdir.”[2] Bu yüzdendir ki 1916’da İT tarafından başlatılan Pontuslu Rumların Karadeniz’den temizlenme süreci 1923’e kadar devam etti. Keza İttihatçıların emri altında başlayan katil Topal Osman’ın cinayetleri Mustafa Kemal’in emri altında da devam etti. Zaten geriye kalan Rum halkı da 1924’te Türk ve Yunan hükümeti arasında imzalanan mübadele anlaşmasıyla (İstanbul’daki Rumlar ve Batı Trakya’daki Türkler hariç) bu topraklardan sürüldü.
Emval-i Metruke Kanunu geri geliyor
Millî Mücadelenin kontrolünü ele geçiren Kemalistler 1922’de tekrar Emval-i Metruke Kanununu geri getirmiştir. Bu yasa “Eylül 1922’de önce gizli ve ardından aleni celsede kabul edilen bir kararla yeniden yürürlüğe konur ve Nisan 1923’de tam kanun kimliğine ulaşır.”[3]
Artık Milli Mücadele kazanıldığına göre Ermeni ve Rumlardan kalan fabrikalar, dükkânlar, bağ, bahçe, hanlar vb. dizginsizce yağmalanabilirdi. 9 Eylülde İzmir’de Yunanlılara karşı kazanılan zafer sonrası İzmir 4 gün boyunca büyük bir yangın yaşadı. “Gâvur İzmir” mimari, tarihi ve kültürel açıdan büyük bir yıkıma uğradı. Özellikle Rum ve Ermenilerin sahibi olduğu işyerleri, mahalleleri eş zamanlı olarak ateşe verildi. Yangını kimlerin hangi amaçlarla çıkardığı belliydi ama entrikacı gelenekten gelen devletin asli sahipleri, kimleri suçlu göstereceklerini iyi biliyorlardı. Dönemin gazeteci-yazarlarından Falih Rıfkı Atay, “Çankaya” adlı kitabında yangını şöyle tarif ediyordu: “Gâvur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçıları mı idi? Bu işte Ordu Kumandanı Nureddin Paşa’nın hayli marifetli olduğunu da söyleyenler çoktu.”
Çünkü asıl mesele İzmir’in otellerinin, işletmelerinin, mahallelerinin kültürel dokusunun yanıp gitmesi değil, bu topraklarda Türk ulusu temelinde şekillendirilecek olan burjuva devletinin geleceğinin garanti altına alınmasıydı. Diğer taraftan yangından önce zaten değerli eşyaların önemli bir bölümü yağmacı ordusu tarafından ele geçirilmişti. Bu yağmalar üzerinden savaş zenginleri diye bir kesim türedi. Bunlar savaş kahramanları edasıyla çeteleri ile birlikte köyleri, kasabaları geziyor geriye kalan mülkleri yağmalıyorlardı. Hükümet güçlerine çeşitli şikâyetler oluyordu ama onlar da bu konuda üç maymunu oynuyordu. Yerel halkın da bu yağmadan ağızlarına bir parmak bal çalınıyor, böylece aralarında sessiz bir anlaşma sürüp gidiyordu. Milliyetçi, ırkçı düşüncelerle Ermeni ve Rumların hain oldukları dillendiriliyor ve mallarını gasp etmenin mubah olduğu vaaz ediliyordu.Tüm bu yapılanlar, “nasıl olsa gâvur malı” denerek halkın gözünde meşrulaştırılıyordu. Yani çökmecilik, yağmacılık tepeden başlıyor, tabandaki halka kadar yayılıyordu.
O dönemde yaklaşık 200 bin kişilik bir yağmacı ordusunun Anadolu’nun farklı şehirlerinden özellikle Ege bölgesine doğru hücuma geçtiği söylenir. Bağ, bahçe, tarla, hasat, evlerdeki eşyalar hatta çatıdaki kiremitlere varana kadar ne varsa yağmalanıyordu. Bazı evler kerestesini almak, bazıları da gömülü altın, para bulmak için yıkılıyordu. Mesela Yaşar Kemal “Bir Ada Hikâyesi” roman serisinde hükümeti arkasına almış Kavlakzade Remzi efendilerin, açgözlü mebusların, Rumların evlerindeki demirbaşları nasıl yağmaladığına yer verir.
Elbette bu yağmaya eleştirel bakan, karşı çıkan mebuslar da vardı. Mesela bunlardan biri, yeni rejimin muhaliflerinden olan Orhan Kemal’in de babası olan Abdülkadir Kemalî idi. Keza daha sonra hükümetin baskılarından kaynaklı Suriye ve Lübnan’da sürgün yaşamak zorunda kalmıştır. Ancak Orhan Kemal yaşananları unutturmadı; çeşitli romanlarında Ermeni mülklerine çökmüş sonradan görme fabrikatör karakterleri üzerinden bu zenginlerin nasıl türediğine dair çarpıcı pasajlar vardır. Mesela “Kanlı Topraklar” adlı romanında, bu topraklarda devlet üzerinden nasıl sıfırdan bir burjuva sınıfı yaratıldığını ve bu temelde Mehmet Sinan’ın da yazılarında geçtiği gibi burjuva sınıfının nasıl devlet eliyle yaratıldığını, nasıl devletin kollarında büyütüldüğünü ve aynı zamanda bu burjuvazinin kendi siyasi bağımsızlığını kazanmak konusunda nasıl korkakça davrandığını örnekler. Romanda yeni burjuvalaşan Nedim Ağa karakterine, kendini devletin asli sahibi gören Cumhuriyet Halk Fırkasından (CHF) bir mebus şöyle demektedir: “«… Ulan yazının yarım pabuçlusu,» demişti. Çukurova’ya ayağının çarığıyla gelip, yıllar yılı omuzunda halı dolaştırdığın günleri ne çabuk unuttun? Bu fabrikayı baban mı yaptırdıydı? Ermeni malı. Partimizin sayesinde eline geçirip palazlanınca, sana onu temin edenlere karşı yan mı çiziyorsun? Kafamı kızdırma, bir kulpunu bulur elinden alıveririm ha!” Bu romanda yer alan fabrikatör Nedim Ağa 1909’da Adana’da yaşanan Ermeni katliamı sonrası Kayseri’den gelip Ermeni mülklerine çökmüş, Topal Nuri ise yine aynı şekilde Kayseri’den Adana’ya Milli Mücadele yılları sonrası terk edilen Ermeni mallarından pay kapmak için gelmiştir. Bu iki karakter de bize Kadir Hasların, Sabancıların “hayat hikâyesini” hatırlatırken, “milli” sermayenin nasıl yaratıldığına dair örnekler verir.
Keza 1921’de Adana’da Fransız işgalinin sona ermesinin ardından Ermeni Aristidis Simyonoğlu’nun bez fabrikası, Kayseri milletvekili Nuh Naci Yazgan tarafından Nuri Has (Kadir Has’ın babası) ve diğer iki ortakla beraber devralınarak Milli Mensucat Fabrikasına dönüştürülmüştür. Bugünkü atmosfere bakıldığında devlet-mafya ilişkisi üzerinden bu fabrikanın ne gibi tehditlerle gasp edildiğini tahmin etmek zor değil. “Sermayenin kademe kademe el değiştirmesi için gayrimüslim sermayedarlara devlet destekli baskılar uygulandı. «Milli Türk Ticaret Birliği» türünden milletvekili ve bürokratlardan oluşan birlikler oluşturulup, korkutulan Rumların şirketlerine ve mallarına «cazip koşullarda» el kondu. Sadece Kasım 1922 ile Mart 1923 tarihleri arasında bile İstanbul’da önemli 110 Rum ve 21 Ermeni firmasının kapandığı biliniyor.”[4]
Türk burjuvazisi gayrimüslim sermayenin üzerine çökülerek yaratılmıştır diyoruz ama ilginçtir, TC’nin kuruluş adımlarını sembol eden binaların birçoğu yine gayrimüslimlere aittir. Mesela Erzurum Kongresi Ermenilere ait olan Sanasaryan Koleji binasında yapılmış, sahibinin aynı kişi olduğu Sirkeci’deki Sanasaryan Hanı da devletin onlarca yıl sosyalistleri, muhalifleri işkenceden geçirdiği mekânlardan biri olmuştur. Aynı şekilde İzmir İktisat Kongresinin yapıldığı bina da yine Ermenilere ait olan Aram Hamparsumyan Hanıdır. Hatta kimi kaynaklara göre Çankaya Köşkünün arsası ve Şişli’de bulunan Atatürk evinin de Ermeni Kasapyan ailesine ait olduğu söylenir. Yani her yönüyle gayrimüslim sermayenin üzerinden şekillenmiştir Türkiye Cumhuriyeti. Bu süreçte devletin kanatlarında büyüyen Koçların kurucusu Vehbi Koç ise Kasapyanların Ankara Keçiören’deki bağ evine el koyar.[5]
Mustafa Kemal’in Adana ziyaretinde söylediği sözler bu meseleye nasıl baktığını açık eder: “Arkadaşlarımız söylevlerinde demişlerdir ki Adana’mıza hâkim olan diğer unsurlar, şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir durum almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleket sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır...”[6]
İttihatçıların başlattığı sermayenin Türkleştirilmesi hareketi Kemalist Rejim üzerinden süreklilik arz eder. Cumhuriyet döneminde, uzun yıllar devletin önemli gelir kaynakları ve teşviklerinden biri olan Emval-i Metruke mülkleri, Ermenilerin katliamlarında bizzat sorumlulukları olan paşaların eşlerine, çocuklarına hibe edildi. Öyle ya, Emval-i Metruke yasasını çıkarıp onca sermayeyi “yerli ve milli” hale getirenlere bir “vefa borçları” olmalıydı Kemalistlerin. “Tahsisler bununla kalmadı, tehcirde en kanlı eylemlere imzasını atmış kişilerden Teşkilat-ı Mahsusa liderlerinden Dr. Bahaeddin Şakir, Diyarbakır Valisi Dr. Reşid ve Tiflis’te Cemal Paşa’yla suikasta uğrayan yaveri Nusret Bey’in ailelerine Ermeni malları verildi.”[7]
1923’te yapılan İzmir iktisat Kongresi Kemalist rejimin nasıl kapitalist temelde gelişeceğinin, Batı’ya bu konuda nasıl güvence verileceğinin, yabancı sermaye düşmanlığı yapılmadığının kanıtıydı. “Bu dönemde ne «milli» burjuvazi denen kesimin ne de ona hamilik eden Kemalist bürokrasinin, emperyalist sermayeye karşı çıkmak gibi bir tutumu asla olmadı. Aksine «milli» burjuvazi bu dönemde, emperyalist şirketlerin ülke içinde komisyonculuğunu üstlenmeyi ve eski komisyoncuların (gayrimüslim azınlıklardan oluşan komprador burjuvazinin) yerini almayı çok arzulamış ama bu arzusu gerçekleşmemiştir. Çünkü emperyalist devletler Kemalist iktidarın bu konudaki tüm girişimlerini yanıtsız bırakacak ve bu yıllarda Türkiye’ye herhangi bir yabancı sermaye girişi olmayacaktı.”[8]
Burjuvazinin Batı’daki gelişim biçiminin aksine Türkiye’de esasen devlet eliyle tepeden yaratıldığını biliyoruz. Yeni yetme Türk burjuvazisine gayrimüslim sermaye transferi yapıldı fakat bu sonradan görmelerin ne ellerindeki sermayeyi geliştirecek, sanayi yatırımlarına dönüştürecek kültürel arka planları vardı ne de bu alanda becerileri vardı. “Gaspedilen malların Müslüman/Türk burjuvazisi yaratmak için ilk adımı oluşturdukları açıktı, ancak burjuvazi yaratmak sadece nakit ya da taşınmaz sermaye transferi ile olmuyordu. Aynı zamanda bilgi, deneyim, ilişki ağı, sosyo-kültürel değerler gibi sembolik sermayenin de transferi gerekiyordu. Bu tür sermaye ise gasp yoluyla edinilemiyordu.”[9]
“Devlet aracılığıyla yerli burjuvaziye aktarılan sermaye birikimleri, sanayi yatırımlarına değil, esas olarak ticari faaliyetlere, özellikle de burjuvazinin kısa zamanda servet yapabileceğini umduğu ithalat ve ihracat işlerine ve yabancı şirket komisyonculuğuna yöneldi. Sonuç olarak, cumhuriyetin bu ilk yıllarında, «kapitalist sanayileşme» yoluyla bir milli kalkınma başarılamadı.”[10]
Çünkü “yeni yetmelerimiz” tarihsel olarak o kadar geç kalmışlık duygusu içindeydiler ki, ne kadar sabırsız oldukları İstanbul’daki İngiliz Elçisi George Clark’ın merkeze sunduğu bir rapora bile konu olmuştu. Bu raporun kısacık pasajında yazılanlar bu toprakların sonradan görme burjuvazisini çarpıcı bir şekilde resmeder: “İstisnasız olarak bu şirketlerin hepsi [yabancı firmaların] temsilcisi olarak işe başlarlar. Fakat bunlarda ne yerlerini doldurmaya çalıştıkları Hıristiyan seleflerinin yaptığı gibi yavaş yavaş zenginleşmeye uygun bir yaradılış, ne de [onların sahip oldukları] sabır ve tecrübe vardır. Birçok örnekte görüldüğü gibi [bu şirketler] temsilcilik görevlerini ihmal ederek Ankara’ya koşarlar ve büyük [devlet] ihaleleri kaparak zengin olmaya çalışırlar ...”[11]
1930’lar ve sonrası
Üniter devlet yapısını kurmuş olan TC, bundan sonraki sermaye transfer işlemini çeşitli pogromlar üzerinden sürdürmeye devam etti. Emval-i Metrukeler Kemalist rejim tarafından yok pahasına kendi içlerinden bürokratlara, açgözlü yeniyetme burjuvalara haraç mezat satılmaya devam edilirken, Kemalist rejim 1934 yılında yeni bir plan devreye soktu. Almanya’da gelişen Yahudi karşıtlığı üzerinden yükselen faşizm Kemalist rejime de güç ve ilham vermişti. “Tarihsel devlet aklı” bu sefer gözünü Trakya bölgesinde mandıracılık ve ticaretle uğraşan Yahudilerin kazançlarına dikmişti. O yıllarda burada öğretmenlik yap(tırılan)an Turancı-Irkçı Nihal Atsız da operasyonel olarak devredeydi. Zaten son yıllarda Yahudi karşıtı yazılar yazıyor, şimdi de çeşitli bildiriler bastırıp dağıttırıyordu. Halkın Yahudilerin dükkânlarından alışveriş yapmaması için milliyetçilik pompalanıyordu. Günün sonunda saldırılar, linçler, tecavüzler gerçekleşti ve Yahudi sermaye sahiplerinin önemli bir kısmı kaçırtıldı; ellerindeki malın-mülkün ne yapıldığını ise tahmin etmek hiç zor olmasa gerek.
1942 yılında, İkinci Dünya Savaşı devam ederken çıkarılan Varlık Vergisi ile özellikle İstanbul bölgesinde yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudilerin elindeki sermayeye göz dikilmişti. Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun Varlık Vergisi ile ilgili konuşmasında faşist demagojik duygularla söyledikleri bugünkü rejimin liderinin söylemlerini hatırlatır adeta: “Bizde imtiyazlar ve sınıflar asla mevcut olmadı. Demokratlık Türk tarihinin derinliklerinden yuvarlanıp gelen büyük bir hakikattir. Biz halkçı idik, halkçıyız ve daima da halkçı kalacağız. Tek partili bir devlet kurmuş olmamız başlıca bu büyük hakikate dayanıyor. Biz ne sarayın ne sermayenin ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hâkimiyetidir.”
Gayrimüslimler neredeyse ellerindeki mülkiyetin tamamını, hatta fazlasını ya devlete vergi olarak vermek ya da belirlenen miktar verilmediğinde yol inşatlarında, Aşkale’de taş ocaklarında çalışmak zorunda bırakılacaktı. Bu dönemde birçok gayrimüslim malını mülkünü yok pahasına satıp ülkeden kaçmış, kimileri istenen cezayı çekmek zorunda kalmış, kimileri ise trajik şekilde çalışma kamplarında hayatlarını kaybetmişti. Despotik rejim gene istediğini elde etmiş ve gayrimüslimlerden gasp edilen sermayenin yüzde 67’si Müslüman-Türklere satılmış, yüzde 30’u ise devlete, KİT’lere, bankalara ve belediyelere aktarılmıştı.
Devlet, aklına bir kere koymuştu; ülkede gayrimüslimlerin elinde ne var ne yok aşama aşama gasp edilecek ve tümden “yerli ve milli” sermaye sınıfına aktaracaktı. 1955’in 6-7 Eylül günlerinde Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığı gerekçesiyle yine Ermeni ve Rumlara karşı bir pogrom başlatıldı. Farklı şehirlerden getirilen faşist güruh özellikle Beyoğlu-İstiklal Caddesi bölgesinde bulunan Rum mağazalarına saldırdı. Hazırlanan pogromun Özel Harp Dairesinin planı olduğu daha sonra Sabri Yirmibeşoğlu tarafından itiraf edilecekti. Buradan da gayrimenkuller üzerinden önemli bir sermaye birikimi sağlandı ve bu “ganimetlerden” nemalanlardan birileri de Demirören grubuydu.
Yine özellikle Mardin bölgesindeki Süryaniler, gerek Osmanlı zamanında gerekse de TC’ye bağlı olduklarını defalarca ifade etmelerine rağmen ceberut devletin zulmünden, kaçırtmalarından, göçürtmelerinden kurtulamadılar. “1923’te Mustafa Kemal’e «Biz Cumhuriyet’e bağlıyız» diyen, 1956’da Celal Bayar’ı «Ne Mutlu Türküm Diyene» diye karşılayan, gayri Müslimlerin bu en sessiz, en uysal, en sadık cemaatini bile «hoşgörü değirmenimizde» öğüttük...”[12]
Kurt artık kuzuyu yemeyi kafasına koymuştu, “takla atsan” ne fayda. Çünkü azınlıkların ellerinde kalan varlıklar iştahlarını kabartıyor, ağızlarını sulandırıyor ve el koymayı kendilerinde hak görüyorlardı. Yine 1964 yılında Kıbrıs sorunu bahane edilerek İstanbul’da kalan son Rumlar da bu topraklardan göç etmek zorunda bırakıldı. Gökçeada’da (İmroz) geriye kalan mülkler gasp edildi, “millileştirildi”, satılığa çıkarıldı. 1974’te TC’nin Kıbrıs adasının kuzeyini işgal etmesinin ardından burada yaşayan Rumlardan da önemli oranda bir sermaye transferi yapıldı.
Artık geride ne ciddiye alınacak bir gayrimüslim nüfus ne de üzerine çökülecek, yağmalanacak mülk kalmıştı. Emval-i Metruke Yasasına artık ihtiyaç yoktu ve 1988 yılında yürürlükten kaldırıldı. 2005 yılında Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Osmanlı dönemine ait tapu kayıt belgelerini TARBİS (Tapu Arşiv Otomasyonu) adlı proje kapsamında Türkçeleştirerek bilgisayar ortamına aktarmak ve Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğüne devretmek istedi. Fakat askeri vesayetin bekçilerinden Tuğgeneral Tayyar Elmas, “devlet aklı” ile hareket edip “zinhar olmaz” diyerek şöyle bir uyarıda bulunmuştu: “Osmanlı Devleti dönemine ait söz konusu defterlerin içerdiği bilgilerin etnik ve siyasi (asılsız soykırım, Osmanlı vakıfları ve benzeri) istismara malzeme olabileceği ve ülkemizin içinde bulunduğu koşullar dikkate alındığında, kısmen ya da tamamen çoğaltılarak dağıtılmamalarının, genel arşiv çalışması yapılan merkezlere devredilmemelerinin, dolayısıyla bulundukları Tapu ve Kadastro Müdürlüğü’nde muhafaza edilmelerinin ve kullanılmasının ülke menfaatleri açısından sınırlı tutulmasının uygun olacağı değerlendirilmektedir.”[13] Aslına bakılırsa hırsızlık, yağma, gasp o kadar büyüktür ki, bu konuların gündem edilmesi bile nasıl yüreklerini hoplattığını açık etmektedir.
***
Bugün de dünyada ve Türkiye’de yaşanan olağanüstü koşullar, gücü elinde bulunduranlar için büyük fırsatlar sunuyor. Bu olağanüstü süreçler beraberinde sermaye transferi, gasp, çökme getiriyor. 15 Temmuz sonrasında kurulan faşist rejim, bir zamanlar beraber aynı yollarda yürüdüğü ve kendisi gibi Müslüman-Türk olan sermaye gruplarının üzerine çökerek ilerledi, ilerliyor. Diğer taraftan aynı sürecin öncesinde ve sonrasında Kürt belediyelerine kayyumlar atayarak da heybesini doldurdu faşist rejim. Şimdi de geçmişteki gaspın, çökmenin mimarlarının fırkası olan CHP’ye ve onun nezdinde kazandığı belediyelere çökme operasyonları yapıyor. Bunun yanı sıra rejim, mafyatik uygulamalar üzerinden çeşitli kesimleri tehdit ederek, korkutarak çökme hareketi yürütmekte ve böylece sermaye transferi gerçekleştirilmeye devam edilmektedir.
Dünün İttihatçıları bugünün faşist blokunun çeşitli kademelerinde ve sözde onlara muhalif olan başta CHP olmak üzere burjuva partilerde yaşıyor. Dünün kurucusu, bugünün muhalefeti olan CHP ise kendi belediyelerine yönelen onca saldırıya rağmen devletçi reflekslerinden bir türlü kurtulamıyor ve bu nedenle de toplumu faşist rejime karşı mücadeleye seferber edemiyor. Devletin despotik kodlarını hâlâ içinde barındıran CHP, “aman devlete zarar gelmesin, aman tadımız kaçmasın” düşüncesiyle, toplumun faşist rejime karşı öfkesini stabil mitinglerle sınırlamaya devam ediyor. Burjuva muhalefet kesimleri dün olduğu gibi bugün de “sivil akılla” düşünmek yerine “devlet aklı” ile düşünmeyi refleks edinmiş durumdadırlar. Bunlar “devlet tapınmacılığını” bir an olsun zihinlerinden ve ruhlarından silebilmiş değillerdir. Burjuva güçlerin hiçbiri işçi ve emekçi sınıfların mücadelesine rehberlik edemez. İşçi sınıfına ancak onun kapitalizme karşı uluslararası düzeyde yürüteceği devrimci mücadelesi rehberlik edebilir.
[1] Oktay Baran, Millî Mücadele ve Cumhuriyet: Efsaneler ve Gerçekler, 6 Aralık 2023, https://marksist.net/node/8142
[2] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /IV, 30 Nisan 2008, https://marksist.net/node/1780
[3] Nevzat Onaran, Emval-i Metruke Olayı – Osmanlı’da ve Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi, Belge Yay., s.31
[4] Selim Fuat, TC “Ulus”unu Nasıl Oluşturdu?, Eylül 2012, https://marksist.net/node/3093
[5] Akt. Nevzat Onaran, age, s.208
[6] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, “16 Mart 1923, Adana, Esnafla Buluşma”, c.1, Türk Tarih Kurumu Yay., 1997, s.130
[7] Ayşe Hür, age, s.252
[8] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar, Ocak 2008, https://marksist.net/node/1701
[9] Ayşe Hür, https://www.altust.org/2020/01/sermayenin-musluman-turklestirilmesi-cumhuriyet-donemi
[10] Mehmet Sinan, age
[11] Akt. Ayşe Hür, age
[12] Ayşe Hür, Gayri Müslimlerin Öteki Tarihi, s.121
[13] https://bianet.org/haber/osmanli-arsivleri-acilirsa-resmi-tez-zayiflar-85432
https://marksist.net/firat-yazgan/turk-milli-burjuvazisi-nasil-insa-edildi-2