Follow

Sınırda kapitalizm ve totaliterliğin geri dönüşü

Mustafa Özcan

Faşizmin yeni biçimleri –dijital otoriterlik, kimlikçi popülizm, algoritmik yönetişim– kapitalizmin kendi sınır koşullarında doğan tahayyül krizinin siyasal biçimleridir. Bu biçimler, geçmişin tekrarı değil, krizin yeniden biçimlenmesidir

Kapitalizmin tarihi aynı zamanda kendi krizlerine verdiği politik-ideolojik yanıtların tarihidir. 20. yüzyılda klasik faşizm (İtalya, Almanya) nasıl, kâr oranlarının düşüşü, emek hareketlerinin yükselişi ve liberal demokrasinin çözülmesi karşısında burjuvazinin tarihsel savunma refleksi olarak ortaya çıktıysa, bugün de yükselen otoriter eğilimler (örneğin Putin-Rusya, Modi-Hindistan, Erdoğan-Türkiye, Orban-Macaristan, Trump ve Batı’daki aşırı sağ dalga) kapitalizmin geç neoliberal evrede yaşadığı yapısal sınır krizine benzer bir yanıt olarak düşülmelidir. Aşikar hale gelen “yeni totalitarizm” yalnızca gerici bir geri dönüş değil; kapitalizmin kendi tarihsel sınırlarına dayanmış olması nedeniyle geliştirdiği yeniden üretim stratejisidir. Bu strateji çerçevesinde yaşanan mali krizler (küreselleşmenin sınırlarına dayanması, göçmen sorunu, neoliberal politikaların iflası sonucu belirginleşen kriz); kapitalizmin evrensel değerlerin taşıyıcısı iddiasında olduğu temsil sistemi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi uygarlık projesini de tıpkı 2. Dünya Savaşı öncesi olduğu gibi kendi sınırına taşıdı.

Totaliterliğin geri dönüşü ve kapitalizmin eşiği
Yirminci yüzyılın sonunda faşizmin tarihsel olarak yenilgiye uğratıldığı, liberal demokrasinin “tarihin sonu”nu temsil ettiği iddia edilmiş, kapitalizmin küresel biçimi ile bireysel özgürlüklerin uyumlu bir sentez oluşturabileceğine inanılmıştı. Oysa yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği, bu inancın bir yanılsama olduğunu acı biçimde gösterdi. Küresel ölçekte yükselen otoriter-popülist rejimler, dijital gözetim toplumları, ABD ve AB’de faşist partilere artan kitle desteği ve kimlik temelli milliyetçi siyasetlerin sınıf mücadeleleri yerine ikamesi sonucunda solun kitle desteğini oluşturan geniş halk kitleleri nezdinde, yalnızca politik bir geriye dönüşle değil, kapitalizmin kendi içkin sınırlarında beliren yeni bir eşik ile belirginleşmeye başlamıştır. Bu eşik, bir sonun değil, bir doyumun göstergesidir. Kapitalizm, yalnızca üretim ilişkilerinin değil, toplumsal anlamın, öznel deneyimin ve tahayyülünde sınırlarına dayanmıştır. Faşizm ya da totaliterlik, bu tıkanma noktasında, sistemin kendi devamlılığını ontolojik düzeyde yeniden tesis etme çabası olarak belirmiştir. Dolayısıyla faşizmi yalnızca siyasal bir biçim, otoriterliğin bir türü ya da kriz dönemlerinde tekrarlanan bir patoloji olarak değil, tarihsel kapitalizmin kendi kendini koruma refleksi olarak okumak gerekir. Bu noktada “sınırda kapitalizm” kavramı belirleyici hale gelir. Kapitalizm, artık kendi sınırında, varlığını sürdürebilmek için bu sınırı sürekli olarak aşma, genişletme, yeniden icat etme çabası içindedir. Ancak her aşma girişimi, yeni bir kriz biçimi üretir. Ekolojik yıkım, finansal krizler, kimlik politikaları, teknolojik tahakküm – tümü bu sınırda-olma halinin farklı tezahürleridir. Ancak mesele teknik değil, tarihsel-ontolojiktir. Kapitalizmin krizi, sermayenin birikim sınırlarına ulaşması kadar, yukarda belirtilen toplumsal tahayyülün üretkenliğinin de tükenmesiyle ilgilidir. Castoriadis’in deyişiyle, her toplum “kendi dünyasını tahayyül ederek” var olur. Kapitalizm, bu tahayyül gücünü sonsuz büyüme, ilerleme ve piyasa mantığıyla özdeşleştirmiştir. Bugün ise bu mantığın dayandığı anlam dizgesi çökmüştür. Artık ne evrensel insanlık değerlerinden ne ilerlemeden bahsedilebilir. Kendi varlığı ve yaşantısını arayan toplumsal özne, yeni bir anlam üretemediği koşullarda sınırda kapitalizmin önüne koyduğu faşizm dahil her türlü otoriter yönetim seçeneğini gündemine almıştır.

Tarihsel kapitalizmin kriz dinamiği ve iç sınırın mantığı
Marx’ın kapitalizm çözümlemesinin en derin katmanı, onun tarihsel bir sistem değil, tarihsel bir çelişki biçimi olduğunu göstermesidir. Kapitalizm, kendi varlığını, çözümleyemediği çelişkilerin sürekli yeniden üretimi üzerinden sürdürür. Bu nedenle kriz, sistemin istisnası değil, olağan halidir. Marx, Grundrisse’de “Sermaye, bir ‘değer birikimi’ olmanın ötesinde, ‘sonsuz genişleme zorunluluğu’na sahip bir toplumsal ilişkidir” der. Bu zorunluluk, sermayeyi hem dinamik hem de kendine karşıt hale getirir. Çünkü genişleme, her defasında yeni bir dış alan gerektirir: Sömürülecek yeni emek biçimleri, çevre ekonomileri, doğa kaynakları, kültürel pazarlar. Ancak modern kapitalizmin küreselleşmesiyle birlikte bu dışsallık giderek yok olmuştur. Bugün yaşadığımız kriz, tam da bu “dışın tükenişi”dir. Sermaye, artık genişleyebileceği yeni bir alan bulamadığında, genişlemeyi toplumsal dokunun içine, öznenin varoluşuna taşır. İnsan ilişkileri, duygular, arzular, hatta bilişsel süreçler bile piyasa mantığının içselleştirilmiş bir uzantısına dönüşür. Bu, Marx’ın “metanın genel biçim” olarak tanımladığı yapının ontolojik düzeyde tamamlanmasıdır. Sermayenin sınırı, artık yalnızca üretim araçlarının değil, insanın tahayyül gücünün sınırıdır. Bugünün ekolojik felaketleri, küresel eşitsizlikleri ve finansal krizleri, bu çözüm modelinin artık işlemediğini göstermektedir. Sermaye, kendi çelişkilerini başka yere süremez hale gelmiştir ve Marx’ın “mutlak sınır” dediği duruma yaklaşılmıştır.

Toplumsal tahayyül ve anlamın çöküşü
Faşizmin klasik biçimleri, modern ulus devletin ve sanayi kapitalizminin kriz koşullarında doğmuştu. Bu kriz, üretim ilişkileriyle siyasal temsil biçimleri arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanıyordu. Kitlelerin siyasal özne haline gelmesi, üretim alanındaki tahakküm ilişkilerini tehdit ediyordu. 20. yüzyılın ilk yarısında faşizm, bu tehdidi bastırmak ve sermaye birikimini yeniden stabilize etmek için “ulusal birlik”, “tek lider” ve “kolektif fedakârlık” mitleri üzerinden işlev gördü. Bugün ise faşizmin dönüşümü, farklı bir tarihsel zeminde, dijital kapitalizm evresinde ortaya çıkmaktadır. Bu yeni biçim, klasik faşizmin açık şiddetini değil, sürekli denetim, görünmez yönlendirme ve kimliksel kutuplaşma tekniklerini kullanır. Castoriadis’e göre toplumlar, yalnızca üretim ilişkileriyle değil, aynı zamanda kendilerine verdikleri anlamlarla var olurlar. Toplumun kurucu öğesi, ekonomik yapı sın yanında, toplumsal öznenin kendini anlamlandırma biçimidir; bu biçim, tahayyülün ürünüdür. Kapitalizm, başlangıcından itibaren belirli bir toplumsal tahayyül üzerine kurulmuştur: Sınırsız ilerleme, rasyonel birey, teknik kontrol ve sonsuz büyüme miti. Ancak günümüzde bu tahayyül, hem ekonomik hem de ekolojik düzeyde çökmüştür. İnsan, doğa ve anlam üretimi, artık sermayenin işleyişine hizmet eden “veri kaynaklarına” indirgenmiştir. Bu durumda sistemin sürdürülebilmesi için yeni bir “tahayyül rejimi” gereklidir. Dijital otoriterlik bu boşluğu doldurur: Anlamın yerini algoritmik düzen alır. İnsan davranışları, tercihler, hatta duygular ölçülebilir ve yönlendirilebilir verilere dönüştürülür. Bu yeni otoriterlik biçimi, klasik faşizmin aksine “baskı”dan değil, “katılım”dan beslenir. Birey, kendi özgürlüğünü deneyimlediğini sanırken, algoritmik süreçlerin içinde belirlenmiş tepkiler verir. Böylece özne, iktidarın aracı haline gelir. Artık faşizm, tek bir liderin iradesiyle değil, algoritmaların görünmez iktidarıyla işler.

Siyasal düzeyde ise bu durum, popülist söylemlerin yükselişiyle birleşir. Popülizm, toplumsal parçalanmayı “halk” ve “elit” karşıtlığı üzerinden yeniden düzenleyerek, kriz halindeki kapitalizme geçici bir anlam sağlar. Ancak bu anlam, gerçek bir siyasal tahayyül değil, ideolojik bir simülasyondur. Böylece dijital faşizm, hem mikro (algoritmik denetim) hem makro (milliyetçi-popülist söylem) düzeyde işleyen iki yönlü bir tahakküm biçimi kurar.

Dolayısıyla sınırda kapitalizmin totaliter yanıtı, yalnızca siyasal değil, kültürel ve varoluşsaldır. Anlamın çöktüğü yerde düzen kurma arzusu, özgürlüğün yerini alır. Teknolojik gözetim, ekonomik belirsizlik ve ekolojik felaketler çağında, insan kendini “düzenin güvenli kollarında” bulur. Fakat bu güven, kendi özne oluşunun kaybı pahasına sağlanır.

Sonuç olarak, faşizmin yeni biçimleri –dijital otoriterlik, kimlikçi popülizm, algoritmik yönetişim– kapitalizmin kendi sınır koşullarında doğan tahayyül krizinin siyasal biçimleridir. Bu biçimler, geçmişin tekrarı değil, krizin yeniden biçimlenmesidir. Kapitalizm, kendi çöküşünü yönetebilmek için insanın anlam üretme gücünü nötralize etmek zorundadır; çünkü anlam, her zaman özgürlüğün kaynağıdır.Bugün totaliter eğilimleri anlamak için, yalnızca ekonomik veya siyasal analiz yeterli değildir; aynı zamanda tahayyül krizini okumak gerekir. İnsan, kendi yaratıcı kapasitesini kaybettiğinde, otoriterlik kolayca meşrulaşır. Bu nedenle tarihsel kapitalizmin eşiğinde yeni bir tahayyül, ekonomik düzeni yeniden yapılandırmanın yanında, toplumsal anlamı yeniden kurmakla mümkündür. Yeni tahayyülün olasılıkları, mevcut sistemin sınırlarına dair farkındalıkla başlar. “Sınırda kapitalizm” yalnızca bir kriz durumu değil, aynı zamanda alternatif bir geleceğin doğabileceği bir tarihsel eşiktir. Bu eşikte, insanın yaratıcı öznelliği harekete geçtiğinde, tarih yeniden yazılabilir, totaliter düzenin dondurulmuş zamanı çözülebilir. Marx’ın özgürleşme vizyonu bu yaratıcı eylemin kavramsal-kuramsal kılavuzu, komünist ve devrimci hareketin düşünsel, siyasal ve sınıfsal dinamiklerinin, amaç, yol ve örgüt bütünlüğünde birleştirilmesi de pratik adımı gibi görünüyor.
sendika.org/2025/11/sinirda-ka

Sign in to participate in the conversation
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.