Hüzünlü iblis halleri
Arif ALTAN
Anayasa muhafızlarıymış, Türklüğü koruyorlarmış, üniter yapıyı kutsuyorlarmış. İyi de Kürtlere ne bundan? Her şeyi kendine istemen yetmez de Kürtler de kendi aleyhine sana mı istesin hep, kendisi açlıktan kırılırken senin çıkardığın yangından kurtardığı son avuç buğdayı da senin ambara mı taşısın?
Hepsi de 'sol', 'sosyalist', 'demokrat' ama idolleri Ümit Özdağ, vaizleri Turhan Çömez, şövalyeleri Tanju Özcan, imamları İlber Ortaylı. Tek harfi değişmesin diye kalpleriyle mühürledikleri kutsal kitapları da bir cunta anayasası.
Uçuk bir yalan ve hoyrat bir deliliğe iman eden bir zalimler zümresi. Yüz yıllık inkâr rejiminin aşınmaz payandaları. “Muhalefet” partilerine dağılmış huzursuz rejim bekçileri. İslamcı iktidar sopasının ucunu gördüklerinde, can havliyle “bana değil ona” diye Kürtleri öne süren kendince modernist, ilerici, demokrat, aydın ve elbet sapına dek ırkçı bir Kemalist dilbazlar çetesi. “Bana üç ay fazla, Kürt’e otuz üç yıl az, benim üç ayımı onun otuz üç yılına ekle” diye ciyaklayan vahşi, barbar, ahlaksız bir yılan-çıyan güruhu. “İyi ama o terörist, bense aydın, gazeteci, muhalifim” palavrası. Ömrünü cezaevinde geçirsin diye otuz üç yıl önce evi yakılıp yıkılırken, infaz edilirken, meçhule götürülürken, işkence tezgahlarından geçirilirken gariban Kürt köylüsü o zaman da en az şimdiki kadar “terörist”ti öyle mi? Otuz üç yıl az, bir otuz üç yıl daha yatsın he mi? Kendileri temiz, Kürtler kirli. Kendileri demokrat, Kürtler cani. Onlar hayat, Kürtler ölüm istekli, kendileri doğru, Kürtler hileli… Hayatları, ırkçılıkları ve sahtekarlıklarıyla mühürlenmiş, bir yalan ve kötülük tapınağında rezillik müsamereleriyle geçimlerini sağlayan bir sapkınlar tarikatı.
İktidardan paysız kalmanın zararını, metelik etmez demokratlık kostümlerini giyinerek Kürtlerden çıkarma peşinde koşturan, düşünce yoksunu kadınlı erkekli bir sefiller kalabalığı. Ünlerini bile Kürtlere borçluyken, konforlarını Kürtlerin yıkımına, yaşam alanlarını bile Kürtlerin mezarları üstüne kurmuşken. Anayasa muhafızlarıymış, Türklüğü koruyorlarmış, üniter yapıyı kutsuyorlarmış. İyi de Kürtlere ne bundan? Her şeyi kendine istemen yetmez de Kürtler de kendi aleyhine sana mı istesin hep, kendisi açlıktan kırılırken senin çıkardığın yangından kurtardığı son avuç buğdayı da senin ambara mı taşısın? İncelikli sandıkları kaba, kötürüm, iğrenç delilik halleri. Demokratlık diyorlar buna; solculuk, ilericilik, modernlik, sosyalistlik, liberallik gibi afili isimler takıştırmış bir yobazlar korosu. Kötülüklerini iyilik gibi sunma marifeti hep tutarmış gibi.
İyi sayıyorlar, erdemli sanıyorlar, varlıklarını insancılıkla, alçaklıklarını soylulukla bağdaştırıyorlar. Haksızlıklarını haklılığa vardırmanın gururlu hilesini, kötücül devletçi geleneğin kirli ilkesiyle yoğuruyorlar. Bir ideoloji değil, çünkü toplumsal ya da siyasal bir öğreti oluşturan düşünceler bütünlüğüne dayanan bir şey değil, Kemalizm kaskatı bir teolojidir. Düşüncelerden değil, bir tek saplantıdan doğmuştur, inkardan. Kürt’ün inkarından. Kemalistlerin bir asırdan beri topluma giydirdiği deli gömleğinden. İnkâr ederken imha etmekten imtina etmeyen bir barbarlık dini. Müritleri sürüyledir, son sürüm mücahitleri gazeteci kılıklı ekran ve sanal dünya müteahhitleri.
Hepsi de 'sol', 'sosyalist', 'demokrat' ama idolleri Ümit Özdağ, vaizleri Turhan Çömez, şövalyeleri Tanju Özcan, imamları İlber Ortaylı. Tek harfi değişmesin diye kalpleriyle mühürledikleri kutsal kitapları da bir cunta anayasası. Ekranları buğulayan gözyaşları, yitirdikleri kayıp cennete, doksanların vahşet düzenine. Nasıl güzel, nasıl huzurlu, nasıl eşsiz günlermiş o günler. O kadar hak, hukuk, demokrasi, eşitlik, kardeşlik, özgürlük varmış ki, taşar boğarmış. Görmeyene kim ne söylesin! Haksız mı ince ruhlu Kemalist demokratlarımız! Sadistler, katiller, kontralar, Jitemciler, canavarlar, zombiler bile dışlanmaz, özgürlükleri kısıtlanmaz, bu cennet ülkesinde bir rüyadaymış gibi yaşayıp gittiği o yılları nankör Kürtler dışında kim hasret ve hararetle anmaz! Dileyen köyü yakar, dileyen insan tutuşturur, dileyen sokak ortasında öldürür, dileyen işkence merkezlerinde aylarca insan çığlıkları dinletir, dileyen pislik yedirir, dileyen yağma talana girişir, dileyen çocuk parçalar, dileyen kadına kezzap atar, dileyen toplu katliam yapar. Ne güzel ülke, ne hoş zamanlar! Fundamentalistler geldi demokrasi uçuverdi, terörist Kürtler hak diye diretmezse memleket bahar bahçe. İslamcılar def edilse, Kemalist düşlü iktidar gelse gariban Kürt köylüsünü otuz üç yıl değil, otuz üç bin yıl yatırsa muhteşem eski Türk demokrasisi çıktığı rayına anında oturuverecek!
Eylül cuntası çocukları hepsi. Düşünceli halleri hile ve entrika dürtülerinden, insancıl halleri zalim ve haşin geleneksel inkarcılıklarından. Sorunsuz Kürtlerle can ciğer, sorunlu Kürt’e kıyamete dek düşman. Demokratlığı lekesiz ya, Kürt’ten yana görünecek ya, “Kurucu Kürt” de neyin nesi, “Koruduğumuz Kürt” bir selamımıza hasret şuracıkta. Aklı sıra koruduğu Kürt’ü korucusuyla birlikte “Kurucu Kürt'ün” üstüne salacak. Herhangi bir Kürt umurundaymış gibi. İktidarın sopasına Kürt'ün sırtını tutma çabası. Kurucu Kürt'ün sözü dolaşıma girdiğinde varlığından ve yüzyıllık yalanından geriye bir şey kalmayacağını bildiğinden. Otuz üç yıllık esaret o yüzden yetmez, sonsuza dek esaret istemi oradan. Onların ağzındaki demokrasi, toplu mezarlar, asit kuyuları etrafında dönen bir ortaoyunu performansı.
Anayasa’ya dokundurmazlarmış, Kürt tanınırsa Türkiye Lübnanlaşırmış, “… herkes Türk’tür” ibaresi bir etnik vurgu içermezmiş, Lozan Türklerin tapusuymuş. Tapu seninse kiracılara, yarıcılara, marabalara, gündelikçilere ne? Mülkün gidecekse mülksüzlere ne, tarlandaki zarar ziyanı açlıktan kırılan üryan mı kapatsın? Vaziyet vahim; teklik çığlıkları geçmeyen kabızlıkları, bölünmezlik nöbetleri o kasıntılı ve tekrarlayan baygınlıkları tedaviye yanıtsız ileri evre. Hastalığı kurcalansa Türk kalabilmek için daha fazla nedene ihtiyaç duyacak bu tuhaf güruh Türkmüş, Türkiyeli değilmiş. Bunca abandığında bu bağnazlıktan kimlik dışında bin bir türlü saplantı çıktığı görülmez bir şeymiş gibi. Dünya alem bilir, Türk kimliği bir etnisiteden değil, inkârdan doğmuştur. İnkârdan ibaret bir aidiyet. Kemalist demokrasi o yüzden daha fazlası değil; kendisi hükmettiğinde bir katliam seremonisi, güçsüz düştüğünde kulak tırmalayan bir laf kalabalığı, başkasının ölümünü ve kanını çığırarak tepişenlerin gürültüsü.
Ana Akım’dan kovulunca öksüz, yetim ve devlet dışı kalan bu muhacirlerin, muhalifliği, solculuğu, demokratlığı yeni baştan keşfetme serüveni de yürek burkucu, sahiden göz yaşartıcı. Sadece kendilerinin konuşup sadece kendilerinin dövebildiği yılları özlem ve hasretle anarken, apartman kapıcısı o mülayim Kürt kardeşin bugün eşitleriymiş gibi muamele görme ihtimali, sadece kendilerine özgü o umutsuz hastalığı yeniden tetiklemeye yetiyor. Yırtınmaları, çırpınmaları nafile. Her şey ortada: Kriz Kürt'ün kimliğinde değil, ama yeterince Türk bile olamayan o kendi yıkımına ve iflasına ayarlı Kemalist beyinlerinde. “Ne konuşmalı ne de susmalı” dedikleri bir kontrol mekanizmasından ibaret olan benzersiz demokrasi tariflerinde Kürt'ün kapladığı yer, ancak “susarsa yaşar” denilerek öldürülebildiği alan açıklığınca. Hedefe onları dövenden önce Kürtleri yerleştirip “hani bana demokrasi” diye topluca zırlayıp durdukları bugünlerde, demokrasinin bahşedilen değil, hak edilerek kazanılan ve yaşanılan bir şey olduğunu anlamalarını beklemek imkansızdan öte bir şey. O yüzden cennetten kovulmuş bugünkü hüzünlü iblis halleri, eskisi gibi hüzünlü ve dokunaklı görünmediği gibi denk gelenin anında yüz çevireceği mide bulandırıcı iğrenç bir görünümle bezeli.