Follow

Ani ve tarihsel mimarlık okuması

Ani’nin ne olduğunu göremiyoruz, çünkü bu bilgi ile aramıza iktidar odaklı tarih anlayışı başka tür ifadeler yerleştirmeye çalışıyor.

Vartan Halis Yıldırım

Bu yılın nisan ayında başlayan Ani kazıları, Kültür ve Turizm Bakanlığı – Kafkas Üniversitesi işbirliğiyle altı noktada sürüyor. Ani Katedrali önünde, yaklaşık 30 metre güneybatıda Selçuklu dönemine ait tuğla gövdeli bir kümbet kalıntısı ile çevresinde sandukalı mezarlar ve akıt tipi mezar odaları açığa çıkarıldı. Kazı başkanlığınca alan “Anadolu’daki ilk Türk-İslâm mezarlığı” olarak nitelendiriliyor; kümbetin tüm çevresinin açığa çıkarılması ve konservasyon çalışmaları sürüyor. Katedral restorasyon çalışmaları da eşzamanlı yürütülüyor.

Ancak Anadolu Ajansı’nın (AA) haberinde ve Ani Ören Yeri Kazı Başkanı Doç. Dr. Muhammet Arslan’ın açıklamalarında köken bağlamında belirgin bir “Orta Asya” vurgusu öne çıkıyor. Bu vurgu, bölgenin Ermeni, Gürcü, Süryani ve İranî mimari sürekliliklerini görünmez kılıyor. Böylece farklı alanlarda karşımıza çıkan ve kendini sürekli tekrar eden iktidar merkezli tarih anlayışı, Ani üzerinden bir kez daha üretiliyor.

Bugün Ani’yi anlamayı zorlaştıran şey, bu tek-kökene indirgenmiş anlatılar. Söylem hem tarihsel bağlamı perdeleyip hem de hatalı restorasyon ve müdahalelere zemin hazırlama riski taşıyor. AA’nın haberi ve Arslan’ın ifadeleri bu yaklaşımı yansıtıyor:

“Orta Asya’dan Ön Asya’ya… ilk giriş kapısı olan Kars’taki Ani Ören Yeri.”

“Özellikle Orta Asya’da bizim sıkça gördüğümüz… akıt tipi mezar odaları.”

“Selçuklular’ın… İran’da tuğla malzemeyle inşa ettiği kümbetlerin… ilkini Ani’de… inşa ettiklerini söyleyebiliriz.”

Arslan, malzeme ve inşa kavramlarıyla bu söylemini desteklemeye çalışıyor. Oysa konu Ani ve buradaki mezar kültürü üzerineyse, tartışmanın merkezine buradaki mimari ve bu mimarinin asli unsuru olan Ermeniler girmek zorunda. Güçlünün ve iktidarın anlatılarında ezilenler, üretenler yoktur; bu eksiklik, her şeyi Orta Asya üzerinden açıklama girişimiyle de ilgilidir.

Kümbet–kilise etkileşimi
Arslan, anlatıyı Orta Asya eksenine oturtarak Ani’yi “Orta Asya’dan Ön Asya’ya giriş kapısı” söylemiyle sabitliyor. Bu okumada yerel Ermeni–Gürcü–Süryani ve İranî süreklilikler gölgede kalıyor. Oysa mimarlık tarihi açık: kümbet tipi, Selçuklulardan önce geniş İran coğrafyasında görülür (Buhara Samanî Türbesi, Tim Arab-Ata, Gurgan Gonbad-e Qâbus) ve terimin kendisi de Farsçadır (gonbad).

Selçuklu hâkimiyetiyle birlikte Kafkasya–Doğu Anadolu hattındaki taş ustaları üretimine devam etti; kümbet ve taş bezeme repertuvarı İranî–Kafkas yerel mirasa yaslanır. Mimarlık terimlerinin önemli bir kısmının Farsçadan (hane, duvar, zemin, pencere, sütun, pervaz, dam, köşk) gelmesi de bu sürekliliğin dilsel izidir. Kümbet, Orta Asya’dan gelme bir mezar kültürü değildir.

Kazı başkanı daha önce de Ani Katedrali’nin fetihten hemen sonra Alp Arslan tarafından camiye çevrildiğini, kubbedeki haçın “altın hilalle” değiştirildiğini ve “ilk cuma namazının burada kılındığını” iddia etmişti. Buna karşılık, HAYCAR üyesi ve Ani mobil uygulamasına katkılarıyla bilinen Alin Pontioğlu, bu anlatıyı doğrulayan birincil ve net bir tarihsel kayıt bulunmadığını vurgular. Pontioğlu’na göre yerel rivayet, Alp Arslan’ın ilerleyişini sürdürdüğünü ve katedrali kilise olarak bıraktığını aktarır; bölge hafızasında Melikşah’ın Ermenilere karşı müsamahakâr tutumuyla olumlu anıldığı da not edilir. Ani’nin ne olduğunu göremiyoruz, çünkü bu bilgi ile aramıza iktidar odaklı tarih anlayışı başka tür ifadeleri yerleştirmeye çalışıyor.

Ani’nin kaderine bakarsak, 1239’da Moğolların yağmasından sonra kent Gürcü-Ermeni Zakaryan beyleri üzerinden Moğol/İlhanlı egemenliğine girdi; bu dönem kentin düşüşünün başlangıcı sayılır. 1319’daki büyük deprem yıkımı ağırlaştırdı. 14. yüzyılda Celayirliler, Karakoyunlular ve Timur’un tahribatı Ani’yi sarstı. 16. yüzyılda Safeviler, ardından Osmanlılar (1579) bölgeyi kontrol etti. Ticaret yollarının kayması ve yıkımlar nedeniyle kent 17–18. yüzyılda bütünüyle terk edildi.

Mezar kültürü ve mimari etkileşim
Mezar kültürünün İran ve Ermenistan coğrafyasında değişimi, toplumun zenginlerinin ölümde bile kendi farklarını koruma isteğini gösterir. Aynı zamanda, Ermeni krallarının pagan ve Hıristiyan motiflerinin terk edilmiş devamını yansıtır.

Kümbet (gonbad), içten kubbeli–dıştan konik külahlı, çoğu kez çokgen ya da silindirik gövdeli bir anıt mezar tipidir. İslami dönemde çekirdeğini Mâverâünnehir–Kuzeydoğu İran hattındaki erken örnekler (Buhara Samanî Türbesi, Tim Arab-Ata, Gurgan Gonbad-e Qâbus) oluşturur. Doğu kiliselerinin (Ermeni, Süryani) ve Ortodoks (Gürcü) konik tamburlu kubbe siluetiyle kümbetlerin konik külahı arasındaki benzerlik, sert kış iklimlerinde karı hızla atan, dikey vurguyu ve uzaktan görünürlüğü artıran aynı yapı mantığına dayanır. Cephede kör kemer kuşakları, profil/silme dizileri ve geometrik örgüler, bölgesel atölye dolaşımıyla iki geleneği birbirine yaklaştırır; böylece Ani–Erzurum–Ahlat–Van hattında kilise–türbe–kule repertuarı ortak bir siluet dili üretir. Sonuçta, köken hattı İranî olsa da Anadolu’daki kümbetin görünüş ve yüzey dili, Ermeni/Gürcü/Süryani konik tambur–kubbe geleneğiyle kurduğu yerinde temaslar içinde biçimlenmiştir. Bizans’ın geç döneminde Süryanice (Batı Aramice) konuşan toplulukların Malatya’ya iskânı da bu üslup etkileşimini hızlandıran bir unsur olmuştur.

Bu dolaşım taş işçiliğinin repertuarında okunur: Selçuklu portallerindeki derin rölyef, Ermeni haçkârlardaki “zeminden keskin ayrışma” estetiğiyle akrabadır; silme-torus-kaval dizileri, şevli çerçeveler ve iç içe kemer kademeleri cepheye ritim verir. İranî kökenli muqarnas kavramı taş tromplar ve niş tavanlarında kademeli hücrelere tercüme edilir; tuğladaki yumuşak geçiş taşta keskinleşir. Figürlü repertuarda aslan ve çift başlı kartal egemenlik simgesi olarak, ejder–siren–grifon gibi yaratıklar liminal/koruyucu anlamlarla kapı eşiklerinde yer alır; kimi merkezlerde zodyak ve gezegen panoları kozmik düzen fikrini taş yüzeye taşır. Kitabe şeritlerinde kufi ile geç nesih–sülüs, meandr/örgü bordürlerle çerçevelenerek Ermeni ve Gürcü cephe geleneğinin “çevreleyen yazıt bandı” anlayışıyla buluşur. Ahlat kümbetleri, Kayseri Döner Kümbet (1276), Erzurum Emir Saltuk, Sivas’ın Gök ve Çifte Minareli medreseleri ile Divriği’nin olağanüstü portal plastisi bu ortak dilin düğüm noktalarıdır. Böylece Anadolu’daki “Türk-İslam” mimarisi, patronajın İslami olduğu, fakat üslup ve teknik belleğin büyük ölçüde yerel Hristiyan ustalık havzasından beslendiği bileşik bir mimari olarak görünür.

İnkâr mekanizması ve tarihyazımı
Mimarlık, bir ülkenin, bir coğrafyanın ortak tarihini anlatır. Toplumsal tarih, iktidarın kendi çıkarına göre anlattığı tarihten farklıdır. Her ne kadar iktidar olmanın gücüyle bu anlatı daha fazla taraftar ve meşruluk getirse de, Türkiye’de artık her şeyi, alakalı alakasız Orta Asya’ya bağlama iddiası –ki bunu söylediğiniz zaman bir size birçok kapıyı açmaktadır. Normal şartlarda, böylesi bir kazının başında olan insanın, kazı alanındaki çalışmalardan, onların tarihi ve kültürel anlamlarından bihaber şekilde alakasız bir açıklaması olsa, bu çalışmadaki konumu sorgulanır. Tam tersine, iktidar dili kendinden emindir, dedikleri belgelidir, kesindir, şüphe götürmez, bunu sorgulayanlar yani, iktidar söylemine yöneltilen itirazlar sıklıkla olasılıksal ve dolaylı kanıtlar üzerinden yürüdüğü iddiasıyla geçersizleştirilir; ‘dedikodu’, ‘rivayet’ ve ‘kaynaksızlık’ suçlamalarıyla damgalanır. Belirtmek gerekir ki bu kavramsallaştırmalar bana değil, ilgili literatürde yerleşik yayımlanmış değerlendirmelere dayanmaktadır. Bu iktidar anlayışı, buna mecbur aslında, çünkü bu dışlamaya çalıştığı kaynaklarda asıl gerçek yatmaktadır.

Selçukluların tarihi Ermenistan’a gelmesiyle, yönetici sınıf içinde Müslümanlaşma kendisini kısmen de olsa göstermişti, toplumsal yükselme şansını böyle bulabileceklerini düşünmüşlerdi. Osmanlı’nın son döneminde, 18. ve 19. yüzyılda Ermenilerin yöneticileri sayılabilecek önce İşkhanlar sonra da Amiralarda ise Müslümanlaşma gözükmemişti. Çünkü böyle bir değişim, onları ticaret içindeki yerlerini kaybetmelerine neden olacaktı, yani toplumsal bir düşüş anlamına gelecekti bu. Lakin aynı dönemde Ermenilerin yoksulları ve en alttakilerinin çeşitli sorunlardan kurtulabilmek için Müslümanlaşması gündemdeydi. Bu yetkisiz Ermeni kilise hukuku içine sıkışmış olmak ya da vergileri ödememe gibi sorunları barındırmaktaydı. İktidarın sunduğu imkânlara göre asimilasyonun geldiği sınıflar, yoğunluğu ve hareket yönleri tarih boyunca değişmiştir. Milliyetlere, dinlere ve kültürlere mistifikasyonun dışında değişimleri, sınıfsal ve ulusal baskıları kapsayacak değişkenlikte anlarsak, Orta Asya diye anlatılan birçok şeyin aslında buradan geldiğini görebiliriz. Yani bize Orta Asya kültürü diye anlatılmak istenilen birçok kültürel, dinsel, mimari, askeri, dilsel gelişim, aslında bu topraklardaki otokton hakların gelişimidir. İran ve Bizans devlet geleneğinin üstüne kurulmuş bu gelişim, buradaki nüfusun kendisinin geçirdiği bir değişimdir.

İnkârın bu büyüklüğü aslında Ermenilerin etkisinin tarihte ve mimarlıkta olan etkisi ve ağırlığından kaynaklanmaktadır. Yani mimari başta olmak üzere birçok meslekte bu etkisi olmasaydı ve nüfus değişimi içindeki sayısı az olsaydı böylesi bir inkâra gerek kalmazdı. Tarihsel anlatım içinde o kadar noktada Ermeniler yok sayılıyor ve isimsiz bırakılıyor ki, bu konuda kalem tutanların, ses verenlerin, fikir üretenlerin bu eksikleri Ermeni diye belirtmeleri, sanki dünyada başka bir şey yokmuş gibi ve birtakım insanlar sadece Ermeni diye tutturmuş haline düşürüyor kişiyi. Buna rağmen ikili göreve tabi tutuyor insanı bu durum, en ufak olayda bile kurbanları ve mağdurları isimleriyle anlamak ve ikincisi ise tarih anlayışını kökten reddedip, gerçekle ideolojik bir bağı olmayan ezilenlerin ve işçilerin tarihini anlatabilmek. İktidarın, asillerin ve zenginlerin tarih anlayışını kaynak alan tarih baştan gerçekten uzaklaşmış olduğu gibi, ikisi arasında dengede durmaya çalışan olursa da, iktidar lehine tutuma geçecektir. Tarihin dinamiği olan sınıflar mücadelesini ve çatışmasını kavrayabilmek bu tarihin ana görevidir. Böylelikle her inkârcı açıklama da onun karşıt açıklamasını yapmaya çalışmak yerine, o inkârcı açıklamanın dinamiklerini açıklamak ve onları ortada kaldıracak bir anlayışa geçmek gerekir. Ne onların anladığı Ani, gerçek Ani, ne onların anlattığı tarih gerçek tarih.

Selçuklu–Moğol döneminde Ermenistan
Selçuklular’ın, Anadolu’ya girmeden önce Bizans sınırında bazı sorunların yaşandığını öğrenmiş olma ihtimali çok yüksekti. Neydi bu sorunlar? Bizans, Ermeniler üzerine olan baskısını artırmış ve onların bir kısmını Kapadokya ve Kilikya (Kayseri Ağırnas’ı da kapsayan) bölgelerine zorunlu iskân ettirmişti. Bu da sınır güvenliğini iyice düşürmüştü ve Bizans ile Ermeni soyluları arasındaki gerilimi artırmıştı. Robert Bedrosian, “Armenia during the Seljuk and Mongol Periods“ başlıklı makalesinde (The Armenian People from Ancient to Modern Times. Volume I) bu konudaki bilgileri bize sunmaktadır.

11. yüzyıl ortalarından itibaren Doğu Anadolu ile Güney Kafkasya’da Selçuklu hâkimiyeti kurulsa da, bölgenin nüfus çoğunluğu Ermeni kalmaya devam etti. Yeni yönetici elit, yerel güç odaklarıyla evlilikler, iktalar ve idari-askerî işbirlikleri yoluyla uyum aradı; bu yakınlaşma, kimi örneklerde Selçuklular’ın kısmi Ermenileşmesi gibi okunan karşılıklı geçişkenlikler üretti. Bu arada Ermeni kadın ve çocukların köle olarak satılması da yaşandı. Daha sonraki yıllarda Sivas bir köle pazarına sahip olacaktı. Türkmenler bütün Suriye ve Bet Nahrin’deki bütün Kürtleri kırdıktan sonra Ermenistan’ı istila ettiler ve 36.000 Ermeni’yi köle olarak aldılar ve bunları sattılar,” diye yazar Gregory Abu’l-Farac (Bar Hebraeus), (Abu’l-Farac Tarihi, Cilt II, s. 440.)

Denge siyasetini daha iyi anlamak gerekiyor. 1072 yılında Alp Arslan’ın ölümü Ermeniler için değişiklikler getirdi. Alp Arslan’ın oğlu Melikşah (1072-1092), babası ve büyük amcası Tuğrul’un aksine, göçebe bir savaş beyinden çok, kültürlü ve iyiliksever bir yönetici olarak hareket etti. Veziri Nizamülmülk’ün (1063-1092) rehberliğinde Melikşah, Türkmenlerin Hristiyan ve Müslüman tebaasına yönelik yağma ve talanlarını durdurmak için harekete geçti. Çünkü bu talanlar sulama sistemlerini bozuyor, ekinleri yok ediyor ve büyük açlık dönemlerini başlatıyordu. Bu dengesizlik üzerine siyasi istikrar pek mümkün gözükmüyordu.

Lakin ilk başta bu süreç kendi yapılanmasını ortaya çıkardı. Buna en ilginç örnek ise Danişmend Beyliği (devleti) idi. Malazgirt sonrasında Orta-Kuzey Anadolu’nun sınır kuşağında şekillenen siyasî düzen, tek hatlı ‘Türk-İslâm’ kimliğiyle açıklanamayacak ölçüde çoğulcudur. Dânişmendlilerin kökeniyle ilgili kaynaklara bakalım. Urfalı Mateos, Chronicle’da Gümüştegin Ahmed Gazi için “Ermeni milletinden” (s. 368, Dostourian çevirisi) der: “Aynı yıl, Rum ülkesinin büyük emiri Danişmend öldü. Ermeni milletindendi; iyi huylu bir adam, halkın hayırhahı ve Hristiyan müminlere karşı merhametliydi. Bu yüzden idaresi altındaki Hristiyanlar arasında büyük bir üzüntü oldu. Ardında on iki oğul bıraktı ve en büyük oğlunun adı Gazi idi” (s. 368). Bu konudaki diğer başlıca kaynaklar: Vardan Arewelts’i - Universal History (Hawak’umn); Smbat Sparapet - Chronicle; Niketas Khoniates - Historia (Χρονική Διήγησις) (TTK, çev. Fikret Işıltan).

Diğer taraftan ise Danişmentlerin Türkmen beyliği olduğu iddiasını Robert H. Hawsen’de dile getirmekte. (Sivas, s.65) Aynı kitapta S. Peter Cowe prens Tavit, büyükoğlu Arev ile Müslümanlığa bu dönemde geçtiği belirtiliyor. Tavit için “Ermenileri 11. yüzyılda Sivas ve civarına getiren Ermeni Kralı Senekerim’in oğlu ve bu yerleşimin [Tavra Köyü] kurucusu olan Tavit’ten geldiği söylenmektedir. (Sivas Raporu, Hrant Dink Vakfı, s.124)

Ayrıca hanedanın çevresindeki savaşçılar arasında Ermenice adların görünürlüğü bu etkileşimi somutlaştırır. Nümismatik veriler de bu çoğulluğu destekler: Danişmend sikkelerinde haç ve Mesih büstü gibi Bizansî-Hristiyan ikonografisinin kullanılması, yerel meşruiyet arayışıyla kültürel ödünç almanın birlikte işlediğini gösterir. Van Gölü havzasında Ahlat (Khlat) emirlerinin ‘Şah-ı Ermen’ unvanını benimsemesi ve yerli aristokrasiyle evlilik ilişkileri kurması ise 11-12. yüzyıllarda ‘Ermenileşme’nin etnik bir dönüşümden çok, unvan politikaları, evlilik stratejileri ve sanat-zanaat ağları üzerinden işleyen kültürel-siyasal bir sentez olduğunu düşündürür. Tarihteki ilk Müslüman Ermeni devleti (beyliği) sayılabilecek olan Danişmendler, Anadolu Selçuklular tarafından yenilgiye uğratılır.

1225-1230 arasında Harzemşah Celâleddîn’in tahripkâr akınları (Dvin, Tiflis, Lori) kıtlık ve salgınları tetikledi; kırılgan şehirleşme ve ticaret ağları ağır darbe aldı. Ardından Moğollar iki dalgada geldiler: 1236’da kuzeydoğu ve kuzey Ermenistan, 1242–1245 arasında Garin/Erzurum–Khlat–Amid hattı. 1243 Kösedağ bozgunu Rum Selçuklularını Moğollara bağımlı kıldı; Sivas, Kayseri, Divriği ardı ardına düştü. İşgal sonrası barış döneminde vergi düzeni ağırdı: Taşınır ve taşınmaz mallardan yüzde 3 ila 10 arasında vergi alınıyor, Hristiyan yetişkin erkeklerden cizye toplanıyordu. 1252–57 tahriri bu yükü daha da artırdı.

1256 sonrası bölge İlhanlı idaresine bağlandı. Büyük Ermeni hanedanlarından birkaçı (Orbelianlar, Hasan Celalyan vb.) inju (doğrudan saraya bağlı hazine arazisi) statüsüyle merkeze eklemlendi; yerel hiyerarşi bölünerek dengelendi. Nesturî etkili Moğol elitinin nispi esnekliği Hristiyan kurumlarına dönem dönem alan açtı; fakat isyan ve tahsilat krizlerinde kiliseler dahi tahribattan muaf olmadı. Paradoksal biçimde, Pax Mongolica uzun mesafe ticaretini canlandırdı: Ermeni tüccarlar (metsatun) Karadeniz limanları - Ceneviz/Venedik kolonileri üzerinden zenginleşti; şehir ağları bir süre finansal canlılık kazandı. Buna rağmen, kontrolsüz göçebe akınları (özg. Türkmen kitleleri) şehirleri yağmalayıp sulama altyapısını bozdu; tarım meralaştı, şehirleşme kapasitesi eridi. 14. yüzyıl sonunda Timur seferleri yeni bir yıkım dalgası getirdi. Geçen yazıda ele aldığım Polonya’ya kadar uzanacak göçlerin bir kısmı da bu dönemde gerçekleşmişti.

Moğolların çeşitli dinlere gösterdiği toleranslı yaklaşımla ile Timur’un siyaseti arasındaki farktan dolayı, Timur hala Ermeniler tarafından kötü bir nam ile anılır. Timur’un adı, özellikle Ermeni hafızasında olumsuz anılır. 1400 Sivas kuşatmasında teslim olan garnizonun “diri diri gömülmesi” olayı birincil anlatılarda (ör. Schiltberger) açıkça yer alır; etnik kimlik belirtilmez. Buna karşılık 1911 Encyclopædia Britannica “4.000 Ermeni’nin diri diri gömüldüğünü” yazar, tıpkı Robert H. Hawsen gibi. (Sivas, Aras yayıncılık, S. 68) Kuşatma sırasında Sivas, 1398’den beri Osmanlı idaresindeydi; şehirde kayda değer bir Ermeni nüfus bulunuyordu ve uzun, inatçı bir savunma yapılmıştı. Tarihsel bağlamda Sivas, 11–12. yüzyılda Dânişmendlilerin başlıca merkezlerinden (fiilî başkentlerinden) biri olmuş, Niksar ve Tokat’la birlikte beylik coğrafyasının çekirdeğini oluşturmuştu.

bianet.org/yazi/ani-ve-tarihse

Sign in to participate in the conversation
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.