BİR "EŞEK ARISI" HİKAYESİ

12 Mart 1971 Askeri Darbesinin üzerinden 53 yıl geçmiş.
Ağır kanser kanamalarıyla tedavi amacıyla yurt dışına kaçmak zorunda kalan Dr. Hikmet Kıvılcımlı, kaçışının ilk günlerinden itibaren GÜNLÜK ANILAR başlığıyla notlar yazar. (Kıvılcımlı'nın el yazısıyla Hollanda'daki arşivde duran notların başlığı, yine onun el yazısı ile "GÜNLÜK ANILAR"dır. Sosyal İnsan Yayınları dışında basan diğer yayınevleri nedense YOL ANILARI başlığını kullandılar, kullanıyorlar. Notların öyle bir başlığı yoktur. A. Kale) Kaçış serüveninin tamamını yazdığı bu günlükler defalarca kitaplaştırıldı.
Kaçışının ikinci durağı olan Alanya'da yazdığı 10.05.1971 tarihli yazısında 12 Mart Darbesi ve öncesi ortamı biraz da edebi bir kurguyla anlatır. Bu tarihi notu GÜNLÜK ANILAR kitabından alarak paylaşıyorum.

“10.05.1971 (Alanya)
Dün elime kalem alamadım. Kafam akşama dek bir eşek arısının serüveni ile uğraştı, durdu.
İki pencerem var. Biri, yeşili bol dağa bakıyor. Öteki, yaz kış koyu, yeşili bitmeyen ovadan denizi görmeye çalışıyor. Sersemliğimi aşkın bitkinliğim ortasında, acı acı bir eşek arısı vızıltısı kulağımı tırmalamaya başladı. Ne oluyor demeye kalmadı, anladım. Dağ penceresinin alt camını, hava almak için, alaturka yordamıyla yukarı kaldırmıştım. Oradan hava girecekti. Ancak sinek, hele sivrisinek ve ağaçlıkların bin bir başka böcekleri dururlar mı? Cibinlik düşündüm. Hazret 2 metre gelin cibinliği almış. 50 lira. Yattığım yere yarım cibinlik bile olamaz. İyisi mi pencerenin birine toptan perde yaptık. Oldu. Dağ penceresi boydan boya tıkandı. Yanlardan odaya sızmak pek böcek aklının işi değil. Cibinlik perdenin delikleri epeyce iri olmakla birlikte, şimdilik sivriler görünmüyorlar. Tatarcıktan ufak, limon çürüğüne düşkün, yumuşak, sessiz birkaç sinekceğiz pek masum. Bana dokunmuyorlar. Ben de kendilerinin limon küflerine baygın davranışlarına sataşmadım. Karasinek canavarlarını ise bire dek kırdım. O yönden rahatım. Uyuklayan, terleyen ak sakallı yıkık yüzümde cirit oynayamıyorlar.
Arı, eşek arısı. Dağ penceresinin açık alt gözünden içeriye girmiş. Perde cibinliği aşamamış. Geri dönse ya! Arı bu. Bizim kimi Narodnik'ler gibi, illa yükseklerden uçacak. Uçmuş, belli. Ve açık alt cam dururken, kapalı, hem de çift kat camlı üst pencere bölümüne ver yansın ediyor. Çifte camı delip, bizimkiler gibi "özgürlüğe" kavuşacak. Aşağı cam açık. Oraya tenezzül etsene be mübarek hayvan! Rahatça çıkar gidersin. Hayır. Gözü yukarılarda. Üst camın ta en yukarıki çerçevesine dek şeffaf cam boyu vızıldayarak çıkıyor. Nafile. Cam yarılıp yol vermiyor eşek arısına. Oradan tutturuyor, camın deliğini yahut geçit yerini bulmak için, ta aşağıdaki çerçeveye dek aynı kendince cehennem zırıltıları çıkararak iniyor. Cam bitiyor. Delinmiyor. Tahta alt çerçeve üstüne eşek arısı yorgun düşüyor. Tahta boyu üç parmak aşağı inse, açık cam yerinden karşı dağa doğru serbest gidecek. O üç parmak enli, battal çerçeve tahtası uzun geliyor arıya. Gözü üst camdan dışarıları görüyor. O görünüşe aldanıyor. Varsa, yoksa o boynuzlarının değdiği şeffaf camda yol arıyor. Son gücüyle, hırslı bir daha cama saldırıyor. Hem bizimkiler gibi o da silahlı, kıçındaki tabanca iğnesini cama soka soka, kanatlarını kırarca çırparak, camın üst tahta çerçevesine doğru bağıra bağıra düşüyor. Ve bu müthiş eziyetli inip çıkmaları, hiç durmaksızın dakikalarca, saatlerce, insanı deli edecek bir körlükle ve hayvanlıkla tekrarlayıp duruyor.
Halsiz yattığım yerden acıyorum. Kime? Eşek arısına. Gidip şunu, alt çerçeveye düştüğü zaman tutup, aşağıdaki açık cam hizasına itelesem. Çeksin, gitsin. Hem o sonsuz işkenceden kurtulur, hem ben gönül azabından. Gel, herif eşek arısı. Son derece kızgın ve silahlı. Hemen onu kurtarmak isteyen elimi, belki de sıçrayıp yüzümü cama geçiremediği iğnesiyle, "Seni gidi Revizyonist!" diye sokacak. Tıpkı bizim cici veya keskin Narodnikler gibi, hiç bildiğinden veya bilmediğinden şaşar mı?
Marks'la Engels, böyle durumlarda, "Gülünçlüğü, eşeklerle paylaşmayalım" demişler. Bunu yazılı, basılı kitap biçiminde yayınladık. Anlayan oldu mu? Oldu. Parababaları hemen 142 TCK maddesiyle, kitabı toplatıp beni Ağır Ceza Mahkemelerine verdiler. Sen misin eşekarılarını uyarmaya kalkışan? Parababalarının, CIA Planlama dairesinden belledikleri bir planı vardı. Hiç ortalıkta görünmüyorlardı. Birkaç şehrin, birkaç öğrenci yurdunda "Devrimin yüksek aşamasından üç parmak aşağı inmeyi, kıçındaki çakaralmaz iğnesi yerine, kafacığındaki beyinceğizini kullanmayı ihanet sayan" eşek arılarının vızıltısından geçilmiyordu. Hasta halimle kalkıp eşek arısının yardımına boş yere gidemedim. Çünkü eşek arısını bilmem, denemedim, ama bizim iğneli delileri denedim. Ankara'da ayaklarına dek gittim. Eşek arısının çifte camı delip geçme in çıklarını andıran, "Silahlı Halk Savaşı başlamış" idi. Kim dinlerdi "Revizyonist'lerin korkak beceriksizliklerini?
Biz gelelim asıl üst camda silah talimi yapan eşek arısına. Bir ara sesi kısıldı. Herhalde, en sonra, İşçi Sınıfı gibi açık alt cam yerine nasılsa tenezzül etmiş, çıkmış kurtulmuş olmalı diyordum. Uyuklamak üzereydim. Hop etti, zifiri kapkara bir örümcek, tavandan yıldırım çabukluğu ile sağ yanıma haydut atlayışıyla indi. Rengi, bakışları korkunçtu. Alt yanı, ayaklarını görmesen, yüzük taşı kadar bir örümcek. Ağırlığı ne olur? Ama nedense, o yaman gökten yere atlayışı sanki "güm!" diye işitilmeyen bir ağırlık sesi çıkardı ve neredeyse üzerine uzanmış bulunduğum tahta kereveti sarstı. Sarsmaz ya .. Bana öyle geldi. İrkilecek, bir fiske vuracak oldum. Kara haydutun kalabalık pençeleri, yatağa basar basmaz yaylandı. Ve kaşla göz arası örümcek ikinci bir hoplayışla yere, öteki kerevetin altına doğru sıçrayıp gözden yitti. Ardında uzanan cambazlık ipini topladı mı? Bilmiyorum. Ne olursa olsun, günümü açıkgöz böceklerle dolduracak değilim a. Başımı gene yastığa düşürdüm. Gevşedim.
Apansızın, deminki camda eşek arısı idmanından çok daha gürültü patırtılı, iki kat şiddette bir vızıltı, zırıltı, sıçan düşse kafası yarılacak bomboş, güneşli odamı doldurmaz mı? Gözlerimi açtım. Dağ penceresinde arı yok. Arı, ova penceresinde. Besbelli aynı eşek arısı. Aşağılara inip gideceğine, bu yol bizim gelin cibinliği perdeyi aşarak odaya çıkmış. Yani dışarı değil, büsbütün içeriye dalmış. Bizim keskin sosyalist Narodniklerin Devrimciliği gibi, olağanüstü bir eylem bu. Eşek arısı herhalde çok kızmış, aşağı açık cam yerine inmemiş ama, son bir can havliyle, yukarılardan cibinlik perdeye tos vurmuş. Anlaşılan öyle vurmuş ki, perdenin ucu aralanmış ve eşek arısı odamın içinde bulmuş kendini.
Doğrusu bu, bizim alaturka Narodnik'lerin banka soymak ve adam kaldırmak "Devrimcilik"leri kadar inanılmaz bir "başarı". Hiçbir böceğin itemediği perdeyi zorlayıp aşmak, değme küçük burjuva mahalle kabadayısına ve lumpen kasa hırsızına parmak ısırtacak bir eşek arılığı eylemi idi. Ne yazık ki, hepsi o kadar. Eşek arısı kurtulmamış, tersine, kendiliğinden bir daha hiç içinden çıkamayacağı tür kapana kısılmıştı. Perde dışardan içeriye belki zorlansa aralanır, geçit verirdi. Ama içeriden dışarıya itildikçe büsbütün kapanırdı. Eşek arısı Hazreti Ali kuvveti toplasa, o böcek gücüyle perdeyi delemezdi. Nitekim, eşek arısı da bunu hemen fark etmiş, dağ penceresinin perdesine karşı Donkişot'luktan caymış. Ancak oda içinde kıskıvrak mahpustur. Çıkacak tek görünür yer, ova penceresidir. Bununla birlikte, o daha aldatıcı görüntüdür. Oda penceresi altlı, üstlü kapalıdır. Çıkacak iğne deliği yok. Camları ise, altlı, üstlü adam aldatmaya yarar şeffaf ölüm barajı.
Hoş, alt cam açık da olsa eşek ansı bu sefer de, "Devrimin yüksek aşaması" olan üst camdan aşağılara göz ve gövde atar mı? İlk prensibine sadık kalarak, ova penceresinin üst camında, bir saat önce dağ penceresinin üst camında oynadığı çıkmaza düşmüş. Kıyametler koparıp, hep üst camda, beş aşağı on yukarı çılgınca zırıltılarla mekik dokuyor. Artık ben de gitsem, onu bu kahredici danstan kurtaramam. Ne hali varsa görecek.
Öyle kaç dakika, kaç saat çırpındı bizim "Oda gerillacısı" eşek arısı? Bilmiyorum. Her an gücü tükeniyordu. Camın aldatıcı ışık geçirirliği yumuşamıyordu. Şaşkına dönen eşek arısı kendini tutamayarak, ova penceresinin alt cam çerçevesi üstüne tekerlendi. Alt cam hizasına da düşse, nafile artık. Ne kanatlarında, ne ayaklarında güç kalmamıştı. Sustu. Epey geçti. Hala cam zırıltısı yok. Eşek arısı hiç vazgeçer mi o kurtuluş yolunu gördüğü cam üzerinde can eyleminden? Ne oldu? Çok mu yorgun? Dinlenecek belki. Yoksa? Şeytan beni dürttü. Deminki kara haydut örümcek. . . İster misin? Arı bu. Tutulur mu'? İğnesi de var. Kalkacak gücüm yoktu. Sessizlik büsbütün artmıştı. Üşenmeden vardım. Bir de ne göreyim? Bari o koca canavar, kara haydut örümcek olsa, eşek arısı "şerefine" daha yakışırdı. Tıpkı Şarkışla'nın uyuz gece bekçisi gibi, boz tekir, küçük bir örümcek bizim arslan eşek arısını sarmış, sarmalamış o görünmez, o cılız ağlarıyla. Tutankamon'un mumyasından beter olmuş o şahbaz zırıltılı eşek arısı. Kılını kıpırdatamıyor. Kaderine katlanmış. Küçük, tekir örümcek bütün o cılız, sinirli ayakları ve ağzı ile bağlı eşek arısının üstüne abanmış. Götürüyor. Karnında arının başı. Sırtındaki toplu iğne başından küçük canavar gözleri pırıl pırıl. Avını yiyecek yeri arıyor. Hiç telaşı yok. O böyle nice eşekarılarını tutsak etmiş, yemiştir.
Düşündüm. "Yaşama Savaşı" bu. Darwin'den önce de, sonra da kimse o kanunu değiştiremez. İnsan içerlese de, eşek arısına da, örümceğe de söz geçiremez. Başka işi mi yok? Gel, Marks - Engels'ten sonra, insanlara ne eşek arılığı, ne örümceklik yakışmıyor. Hadi örümcekler hayvan. Biz olsun, hem de "Bilimcil Sosyalist" geçinirken olsun, eşek arılığından kurtulamaz mıyız?"

Ahmet Kale

Bir süredir çeşitli nedenlerle seyrekleştirdiğim Kıvılcımlı ile ilgili paylaşımlarımı yeniden sıklaştırmaya başlıyorum. Bugün, aslı Hollanda'daki arşivde olan Kıvılcımlı'ya ağabeyi tarafından yazılmış olan mektubun çevrilmiş halini[tesadüf; mektup da 2 Mart (1962) günü yazılmış] ve Askeri Tıbbıye'de iken ağabeyiyle olan bir gençlik fotoğrafını paylaşıyorum. Mektubu yeni yazıya aktaran kardeşim Cengiz Yolcu'ya minnet ve şükranlar.

2. 3. 962
Mudanya

Kardeşim Hikmet

İsmin gibi hikmetsin: Hayatının bu çağına kadar denilenlerin çeşnisini tadarak lezzetini tahlil ederek geldin. Felsefenin özünü hassas fikir terazinle tartar, dünya seyrini 360 açıya bölerek değerlendiriyorsun. Herkese nasip olmayan bir varlık bu hikmet değil mi? Benim henüz hayata gözümün açılmadığı bıyıklı zamanımla, senin Tıbbiye-i Şahane’deki üniformalı, resmimiz zamanında, seni kılarken görmedim, ama anamızdan duyduğuma göre, bir vakit namazını kazaya bırakmayan tek günlük orucunu feda etmeyen o günün Doktor Hikmet’ine bu günün Şeker Bayramı mübarek olsun.
Kardeş: Bu beyaz tabaka gevezelikle dolacak, mektup deyince şundan bundan doldurulmuş aktariyeye benzemesi lazım, dükkanda bazı öyle şeyler bulunur ki, senelerce el sürülmemiş kutusunun kapağında bir parmak toz, mal sahibini müşteri ikaz ederek hatırlatır; ha sahi dur bakayım olacaktı der ve kutunun üzerinde ağırlık yapan tozların temizlenmesine vesile olur. İşte ben de yarım asra yakın geriye dönerek, bir tutam bal için bir çuval keçi boynuzu çiğnemeye çalıştım. Bu laf peşrevinden sonra esasa geçiyorum.
Henüz Tıbbiye İstanbul’a nakletmemişti, sen de serîriyat-ı asabiyede[psikiyatri kliniği, A. Kale] idin. Sana işçi arkadaşlarımdan birisini getirmiştim, bu arkadaş senede bir iki defa boğazının ... kısmı şişiyordu ölüm tehlikesi geçiriyordu, bir iğne yaptın. Bir de suya tuz katarak içirdin. Tahminime göre bu hastalığa bir daha tutulmadı. Şimdi bizim hatun benzeri hastalığa tutuldu. Bu hastalığa deva istiyorum. İkincisi hatunun yaşı 45 adet aksamaları oluyor, diz kapakları şişiyor, baş ağrısı yapıyor, hafif de olsa bir asabiyet oluyor, buna da bir çare kardeş. Gürültümüzün sonu buna dayanıyor. Şehriban, Emine Hanıma sana hürmet selamlarını sunar, bendenizin Emine Hanıma gerekse sana selamlarımı sunar. Kardeş selamlarımla:

Akmet Kale
İmza
Ş. Demiryol

[Renkli kalemle yazılanlar Doktor’un notları, çeşitli ilaç isimleri ve kullanım miktarları yazılmış.]

İkinci fotoğraftaki ufak parça:

Bundan yirmi gün evvel hastalandım. Kendimce grip diyorum. Belki de değil. Kulaklarım tıkandı duyamıyorum. Bana da bir çare. Hâlâ kendime gelemedim kardeş.

Bunalım Patlıyor - Dr Hikmet Kıvılcımlı
Sosyalist – 22 Aralık 1970

Bunalımın Sınıf Temeli:

Türkiye’de aralıksız bunalım-kriz patlamaları nedendir? Şu veya bu becerikli veya beceriksiz kişi yönetiminden değildir. Türkiye ekonomik ve sosyal yapısında 500 Finans – Kapitalistimiz, 2000 Tefeci-Bezirgânla elele vererek, 35 milyon insanı ekonomi, politika, kültür, bilim, din, felsefe tehakkümü altında sağmal etmekle kalmıyor. Türkiye halklarını uluslararası Finans-Kapitale, emperyalizme kolu, kafası, izânı, vicdanı bağlı olarak teslim ediyor.

“Millî İrade” mi?

Bu modern 500 kodamanla, antika 2000 ortağı, üstelik bütün yaptıklarını da: Milletin dileği gibi gösterip yutturma sevdasındadır. İktidar şöyle konuşuyor:
“Devlet idaresine milletin el koymuş olması, milletin son hakem olması.” “Bu seçimdir. Bir kavşağa geliyorsunuz, milletin gözüne bakıyorsunuz. Bize yeşil ışık yakınca geçeceksinız.” (D.: Temsilcilere Söylev)
Yâni millî iradeyle gelmişler. En kabadayı muhalefet de iktidarın bu iddiasını pekiştiriyor:
“Millî İrade ile işbaşına gelindiği doğrudur.”
Bu prensibi kabul ettikten sonra, söz hakkı kalmışçasına döşenir durur ana-muhalefet:
“Ancak bu iradeyle işbaşına geldikten sonra, devlet kaynaklarını, kredi musluklarını, hazine arsalarını, maliyenin imkânlarının kendilerine yaranmak istedikleri sınıflara peşkeş çekmek değil, en çok hakkı olan işçi, köylü, küçük esnaf ve sanatkâr, memur, öğretmen, öğrenci gibi çoğunluğun kalkınma ve gelişme ihtiyaçlarına harcamak ta şarttır.”(Ulus, 7.12.1970, s. 5)
“Ancak iktidara geldikten sonra, oylarını aldıkları insanlara nasıl ihanet edildiğinin, onlardan alınan iktidar gücünü, nasıl bir avuç sermaye sınıfının hizmetine soktuğunun, Türkiye’yi bu sınıfa yağmalattığının hesabını vermenin de Millî İrade’ye dahil olduğunu unutmaktadır. Bilgin.” (a. y.)
Öyleyse? Yukarıki iki “Ancak”tan sonra gelen sözler: Olaylardır. Yâni: Doğrudur ve çürütülemez. Böyle ise “Millî İrade ile işbaşına gelmek”te, tam herkesin ve “Milletin gözünün içine baka baka” yalan söylemek olmuyor mu? Demek “İrade” varsa, o “Sermaye Sınıfı”nın iradesidir. Millete madem ki “İhanet” edilmektedir. Artık bir “Millî İrade”den değil, olsa olsa “Millî aldatış”tan, yahut “Millî ihanet”ten söz edilebilir. O zaman doğru söylenmiş olur. Yoksa kim kimi aldatacak?

Seçim Halkı Aldatmak mıdır?

Öyleyse işin içinde milletin bilmediği bir dolap dönüyor. Dolabı sermaye sınıfları döndürüyor. Oynanan demokrasicik oyunu yalnız yapılanlarla değerlendirilebilir. Bütün yapılanlar milleti aldatmak ise, seçim de bir gözbağcılıktan başka ne anlama gelir? İktidar, hiç sıkılmadan şöyle buyuruyor:
“Devlet düzeni içindeki en mühim mesele, iktidarlar nasıl gelecek ve nasıl gidecek meselesidir.”
Muhalefetin olanları belirttiğine göre iktidara millet aldatılarak gelinecek, aldatılarak gidilecek demektir… Söylenenlerin başka hiç bir yorumu karın doyuramaz. Millet seçimle aldatılmasaydı ve aldatılabilir sayılmasaydı, onun oyu ile iktidara gelenler, nasıl olur da millet düşmanlığı yapmaya cesaret edebilirlerdi?.
Türkiye’deki bütün bunalımların temeli bu noktada toplanır. Ve her şey gibi bunalım da: O aldatmaca, buldatmaca, kedi kakasını yalatmaca “ihanet”inden kaynak alır. 25 yıldır Türkiye, bir iç savaş geçirirce gerilik, işsizlik pahalılık yangınları içinde kıvranıyor. O sonsuz krizlere karşı her “halkın oyu ile” gelen İktidar ne yaptı? Az çok herkes biliyor. En son AP iktidarı neler yapmakta? Basitçe sıraya koyalım.

Halkı “Develi Arslana” Yediriş:

Halk “demokrat” sözcüğüne “demirkırat” demişti. At uğurlu hayvandır, demirkırattan ne buldu? 27 Mayıs onun başını bağladı. Şimdi DP nin, “Siyasî Partiler Kanunu”nu çiğneyerek, yüzde yüz halef ve devamı olan AP “devalüasyon” getirdi. Halk onu da kendi sezişiyle “develi arslan” biçimine soktu. AP iktidarı, kimsenin gözünün yaşına bakmadı. Uluslararası Finans – Kapitalle yerli Millî Finans – Kapital gizlice anlaştılar. İktidar bir gecede her Türkiyeli müslüman yurttaşı: 100 kuruşluk malını yabancı gâvura 33 kuruşa satmak zorunda bıraktı. Aynı yurttaş, yabancı gâvurun her 33 kuruşluk malını 100 kuruşa satın almaya mahkûm edildi.

“Nark” Zorbalığı Yalancı Pehlivanlıktır:

İktidar develi arslanı milletin içine saldı. Onu insan etile beslemek için “iktisadî tedbirler” aldı. Tıpkı seçimlerde oy aşırmak için savrulan yalan başrolü oynadı. Tedbirlerin başında, göyapahalılıgı önlemek gelecekti. Nasıl?
Tıpkı eski bunak padişahların Muhzir ağa sopasıyla “Nark” (eşya fiyatı) koymak yoluna gidildi. Görünüşte fıyatlar dondurulup durdurulacaktı. Gerçekte: 100 kuruşluk Türk malını 33 kuruştan fazlasına sattırtmamak, 33 kuruşluk yabancı malını 100 kuruşa sattırmak anlamında bir uygulamaydı bu.
Asıl “sermaye sınıfları” için böyle sıkılar vız gelirdi. Bütün bezirgân ekonomiler gibi Türkiye düzeni de mallar (Emtia) ekonomisine dayanıyordu. Malların fiyatları, bu işte daha saf ve samimî olan padişah fermanını hiç dinlememişti. Onları yalnız arz ve talep (sunuş ve dileyiş) kanunu güderdi.
Bir malın, müslüman mı, yoksa gâvur mu olduğu üzerine pek damgalanamazdı… Hele yabancı gâvur malı pahalandı mı, ona benzesin benzemesin, yerli müslüman malı da ister istemez pahalanırdı. Bu yaman ekonomi kanununu önleyebilecek herhangi bir hükümet veya büyük meclis kanunu anasından doğmamıştı.

Dalavere Malavere Halk – Mehmet Nöbete:

Fiyat zartzurtunun sonucu nereye vardı? Alınteriyle çalışan işçi, köylü, esnaf, aydın yığınlarını ateş pahası içine sürüklemeye. Pahalılık, işgücünün satımı ile geçinen yurttaşları ansızın, tepeden inme bir yangın gibi sardı. İşçilerle hizmetliler ücretlerini, aydınlarla memurlar maaşlarını arttırmadıkça yaşayamayacaklarını çabuk anladılar ve ilân ettiler. Şehir halkları, elinde olmayarak sokaklara döküldü.
Köylüler, dün 100 kuruş eden mallarını, lâfta gene 100 kuruşa satıyordu. Ama o malı yabancı gâvura satan aracı antika ve modern sermaye sahipleri 33 kuruştan yukarı satamayacaklarını biliyorlardı. Köylüye ona göre, alım gücü her gün düşürülen kâğıt para ile ödeme yaptılar. Geçinemez, aç duruma düşen köylüler: “Ya toprak, ya iş” istemeye giriştiler.
Grevler, direnişler, gösteri yürüyüşleri aldı yürüdü.

Vergi Demoklesin Kılıcı:

Bunun üzerine iktidar hangi çareye başvurdu? Bir yanda pazar fıyatıyla 33 kuruşa düşen köylü ürünlerini ve işçi işgüçlerini göz boyamak için 40 kuruşa alır görünecekti. Ötede, avuçlarına geçen paranın su gibi gittiğini gören kapıkullarını, sivil asker memurlarını umutlandırmak gerekti. O da, yaslaları tepinerek kıracak Osmanlı beygirlerine çekilen yem borusu çalmaya benzeyenPersonel Kanunu‘nu üfledi durdu.
Bütün bu tertipler para isterdi. Para kimden alınacaktı? Vergi yükünün en ağırını taşıyan işçi, köylü, esnaf, memur, aydın ve benzer çalışanlardan. Sıra sıra yeni vergiler, bakanlar heyeti kararnameleri birbirini kovaladı. Vergiler, eski usulle, gene fakir fukara halktan alınıp şirketlere (Finans – Kapitale) ve hacıağalara (tefeci – bezirgânlara) verilecekti. Devlet kapitalizmi denilen sömürü biçimi bu idi.
İyi ama, halkın verecek, kursağındaki lokmasından ve bacağındaki donundan başka nesi kalmıştı? Dibi delik fıçı sırf vergilerle doldurulamaz oldu.

Ortak Pazar’a Yutuluş:

O zaman, Şirketlerle hacıağalar kestirmeden gittiler. Eski batakçı Osmanlı derebeğiliğinin yoluna başvurdular: Ödünç – İstikrâz!.. Batı kapitalizmine el açtılar: Ne var ki, o güne dek aldıkları ve çarçur ettikleri yabancı gâvur sadakaları ile, Türkiye’yi yüz yıl altından kalkamayacağı borçlara boğmuşlardı.
Yabancı emperyalist devletler de, daha fazla ödünç para verebilmek için Türkiye’yi yabancı sermayeye ipotek ettirme zamanının artık gelmiş, geçmek üzere olduğunu sezdirdiler. İpotek: bütün gazozcu ve montajcı yatırımlarla çoktan pekiştirilmişti. Şimdi toptan yer altı madeni, petrolu, yerüstü varı yoğu ile tüm Türkiye yi Ortak Pazar’a yutmak gerekti.

Vatanları Satanlar:

Ortak Pazar’a girmenin, hele küçük ve geri bir ülke için yeniden sömürgeleşme olduğu ortadaydı. Bu girişımin millî sınırları hiçe saymak olduğunu, artık sollar bir yana, sağların en sağı olan“Millî Nizam” partisi ele aldı. Genel Başkanı Molla Profesör, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne verdiği Gensoru önergesinde şunları açıklıyor:
“Ortak Pazar Sevr Anlaşmasından daha ağır hükümler getiriyor.” Bu hükümler “hükümranlık haklarımıza” aykırıdır. “Şehit kanıyla alınan topraklarımızı parayla satabilecek babayiğit varsa görelim.”
Kendi sorusuna kendisi karşılık verirce, “babayiğit”i parmağıyla gösteriyor:
“Demirel hükümeti, bu anlaşmayı bir ticaret anlaşması gibi göstermektedir. Aslında anlaşma, Avrupa ile tek bir devlet olmak gibi siyasî ve ideolojik amaçları gizlemektedir.” (Gazeteler, 13-12-1970)
İş buraya gelip dayanınca, şirketler ve hacıağalar ne yapabilirler?
Yeryüzünün her geri ülkesinde Finans-Kapitalin casus ağlarıyla kurduğu faşist cunta iktidarı getirilir. Kendi yarattığı ve azdırdığı sözde “anarşi” ortadan kaldırılmak istenir. Yâni, vatanın ve milletin satıldığını süngü gücü ile hiç olmamış göstermeye çalışır.
Birinci Kuvayimilliye Lideri İ. İ. Paşa Çorlu ilçe kongresine şunları bildiriyor:
“Bugünkü devlet ve hükümet yokmuş gibi, rast gelenin sokağa hâkim olduğu çekişmesi sona ermelidir.”
Finans-Kapital tehakkümü bu dileğe ne der? Komando silâhlandırır. Bununla birlikte rüzgâr eken fırtına biçer. Çünkü Türkiye’nin silâhlı güçleri: Ne padişah ordusudur, ne Yunan kralı kuludur. Yüz elli yıldanberi gerekince padişaha karşı vatanı ve milleti savunma geleneğini yaşatır. Ya bu yol 27 Mayıs gibi daha derin halk bilinci ile dirilirse?
Onun için kimse ordu ile şaka etmek istemiyor. Ama, böylesine göze batan Finans – Kapital provokasyonlarına sonuna dek dayanabilecek mi?

İsrail Tekesi:

Şinıdi, Bunalımın temel nedeni, artık herkesin “bozuk düzen” dediği: Finans-Kapital tekelciliği ile Tefeci-Bezirgân vurgunculuğudur. Yâni Türkiye’ye tehakküm eden modern ve antika iki sınıf: Tekelci ve vurguncu imtiyazlarını sistemleştirmişlerdir. Bu sistem sürüp gittikçe, iki tehakkümcü sosyal sınıf içınden şu veya bu kişiyi yahut aileyi parmağa dolayıp yapılan tahrikât ve propagandaların anlamı nedir?
O iki tekelci ve vurguncu sınıfı zemzemle kusursuz melâikeler gibi korumak istiyorlar. Onların egemen oldukları sisteme bireycil tekel ve vurgun bozuk düzenine toz kondurmamak için, şu veya bu kişiyi, bilemedin şu veya bu aileyi hepsi hesabına kurban edip soygunu kıyamete dek sürdürmektir. Her zamanki çok örneklerinden İsrail tekesi oyunu bilinir. İsrail oğulları her yıl, toplantıları ortasına bir teke koyarlar ve o yıl içinde yedikleri bütün herzeleri, işledikleri tüm günahları o tekenin yaptığını söylerler. En sonunda bütün günahları yükledikleri tekeyi keserler. Tanrıya iletilen bu kurban, İsrail oğullarını tertemiz etmeye yarar.
Türkiye, Orta Doğu gelenekleri ile, ikide bir egemen politikada işlenmiş bütün suçlar için öyle bir günah çıkartma tekesi bulmakta pek ustadır. DP çağının günah tekesi: Menderes oldu. Astık kurtulduk. Menderes’i Menderes yapan ve oynatan ası. (Tefeci – Bezirgân + Finans – Kapital) sınıfları anadan doğma suçsuz “piyrü pâk” sayıldılar. Tekel ve vurgun, eskisinden daha görülmedik ölçülerde aldı yürdü.

Tekeyi de Unutturacak Kuzu Kurbanlar:

AP çağı için daha yağlı bir günah tekesi bulundu: Demirel-gil. Elbet onlar İsrail’in Tekesi kadar “mâsum yaratık” değildirler. Ama, Demirel’leri, atandığı şirketin başından çekip alarak AP’nin ve hükümetin başına dikiveren yerli – yabancı Finans – Kapitalistler zümresi, bütün günahlarını kukla Demirel’i kurban etmekle bağışlatabilir mi?
Görünürde: Bütün siyasî partiler, görünmezde: Bütün Finans – Kapitalistler ve Tefeci – Bezirgânlar o İsrail tekesi törenini kutluyorlar. Delik deşik olmuş batan tekelci ve vurguncu gemilerini bir yol daha kurtarmak için safra atıyorlar. Bütün suçu Demirel’e yükleyip, onu kurban etmekle göz. boyuyorlar. Ortalığı kaplayan “demokratik” telaş ve heyecan o ortaoyununun sahneye konuluşudur.
Dahası var.Politika oyuncularımız her zaman bir taşla iki kuş vururlar. Ve halkın iflâhını keserler. “Sol”un içine sokulmuş kışkırtıcılar sayesinde, daha şimdiden “Kaç ben kurtarayım!”deniyor kutsal “rejime”. İğneli fıçı önünde “kuvvetli adam” rolleri öne geçmiştir. Artık ne Finans – Kapital tekelciliği, ne Tefeci – Bezirgân vurgunculuğu hatırlanılmaz:
“Gençlik olaylarının ne olduğu ve nasıl düzeleceği MİLLETIN EN ÖNDE gelen MESELESİ’dir.” “Toplasanız bin kişiye varmıyacak, öğrenmekle ïlişiğini kesmiş insanlar… Bilimsel sosyalizme “Türkiye halklarını” hazırlamak… Vatanı parça parça etmek yolunu tutmuşlardır.“ (İ. İ., Ulus, 16.12.1970) denir.
Provokatörlerle sapıttırılan gençlerden de Günah Tekesi aranıyor. Zorlamayla bulunabilir de.
“Milletin EN ÖNDE gelen meselesi”: İşsizlik ve pahalılık kanseri ısmarlama kurbanlarla tedavi edilebilir mi? Yazık ediliyor insanlarımıza. Vatanı Ortak Pazar’a “parça parça” değil, toptansunmak nasıl Vatan Kurtaran Şâban’lık olur?

Bir aslanı gün boyu takip etseydiniz ve aslanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız, günün sonunda bu aslanın bir ceylan yakalayıp yemesi sizi mutlu ederdi. Aynı hikayeyi ceylanı takip ederek başlasaydınız ve ceylanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız,günün sonunda bu ceylanın bir aslan tarafından yenmesi sizde bir öfke uyandırırdı. Yani başlangıç noktasını farklı seçersen aynı olay kişide iki farklı yargı oluşturabilir. Bu yüzden kişinin içindeki adalet duygusu, hangi hikayeyi nekadar süreyle takip ettiğine bağlıdır.

If you follow and observe a lion all day long and witness its struggle to survive, at the end of the day, it will make you happy to see it catch and eat a gazel. If you start the story by following and observing a gazel and witness its struggle to survive, at the end of the day, it will make you furious to see it being eaten by a lion. In other words, if you choose the starting point different, the same occasion will create two different judgements inside a person. So, the justice sensation inside a person depends on which story he/she follows and how long he /she follows it.

SİLEZYALI DOKUMACILAR,
Marx ve Engels'in çağdaşı Alman şair Heinrich Heine'in,bastırılan işçi isyanına dair ünlü şiiridir..
Heinrich Heine,geleceğe ilişkin şu öngörüsünden ötürü iyi bilinen bir isimdir:
“Onlar nerede kitapları yaksalar, sonunda
insanları da yakarlar.”
Nitekim yaklaşık bir asır sonra Nazi faşizmi toplu kitap yakma eylemlerinden sonra,
toplama kamplarında binlerce insanı
fırınlarda yakarak katledecekti..
İnsanlık tarihi, daha sonraki yıllarda,dünyanın
birçok bölgesinde Heine'in bu öngörüsünün
örnekleriyle doldu,taştı..
Bu şiirini 1844 yılında,çok düşük ücretlerle çalıştırılan ve bu duruma isyan eden dokuma işçilerinin isyanının kanla bastırılması üzerine yazmıştır..Silezya'lı dokuma işçilerinin mücadelesi,işçi sınıfının mücadele
tarihinin ilklerinden olması nedeniyle önemlidir..
************************************************************
SİLEZYALI DOKUMACILAR
Gözler kupkuru, yaş yok gözlerde bir damla.
Oturmuşlar tezgahları başına, diş bilerler.
Dokuruz kefenini senin, hey Almanya, Almanya,
dokuruz sana bir yuf,bir yuf daha, bir yuf daha,
dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!
****
Yuf o tanrıya, tapındığımız tanrıya,
soğuk kış gecelerinde biz, aç çıplak
yalvardık yakardık, umutlandık, bekledik boşuna,
komadı bizi insan yerine, aldattı bizi, alay etti acımızla.
Dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!
****
Yuf o krala, zenginlerin adamına,
halkın yoksulluğuna hiç aldırmayan o krala,
bir de soyar bizi varana dek son kuruşumuza,
kurşunlatır köpekler gibi sokak ortasında bizi.
Dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!
****
Yuf o anayurda, bağrımıza bastığımız anayurda,
yalnız alçaklığın, utancın çiçeği yetişir üzerinde,
ve çiçekler soluverir, çiçekler açar açmaz, anide,
solucanlar büyür ve kurtlar, kokuşmuşluğun kucağında.
Dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!
****
Dokuruz ha dokuruz, senin sonunu dokuruz, gece gündüz,
inleyen tezgâhlarda mekiklerimiz savrula savrula,
sana kefen dokuruz, ey koca almanya, sana kefen dokuruz,
dokuruz sana bir yuf, bir yuf daha, bir yuf daha,
dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!
****
★ Güntekin Eke
(Heinrich HEINE-Çevirenler:A.KADİR,Selâhattin YILDIRIM)

CHP'NİN AÇMAZLARINDAN:
"İNANÇLARA SAYGILI LAİKLİK!.."
************************************

Laikliğin bu cümleyle sunumunu ilk kez
Mustafa Sarıgül'ün İstanbul Belediye Başkanlığına adaylığı sürecinde duymuştuk..
Muharrem İnce'nin dağıttığı seçim
broşüründe de aynı tanıma yer verilmişti..
Günümüzde de,özellikle CHP'li bazı yöneticilerin ağzından duyuyoruz..
Yanlış ve laiklik kavramını çarpıtan,tarihsel
arka planından kopartan,sulandıran,dolayısıyla
işlevsiz kılmaya dönük bir tanım!..
Laiklik,Burjuvazinin iktidara ortak olarak,feodalizmi tasfiye etme mücadelesinin bir ürünüdür..
Bu mücadelenin nirengi noktası Büyük Fransız
Devrimi(İhtilal-i Kebir) ve bu devrim sonucu 1905 ve 1907 yıllarında Fransa'da laiklik konusunda çıkarılan yasalardır..
Bu dönem aynı zamanda,burjuvazi ile birlikte
işçi sınıfının da sürece dahil olmaya başladığı
bir dönemdir..
Fikret Başkaya, bu mücadeleler süzgecinden varılan sonucu: “İnsan haysiyetinin yeniden tesisi demek olan, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, laiklik, sekülerizm ve demokrasi kavramlarının arka planında modern çağın iki büyük devrimi olan Fransız ve Ekim devrimlerinin yarattığı zihinsel ve entelektüel birikim ve enerji vardır.
Ve insanlığın rotasının var olandan kopuşun ve
değiştirdiğinin ilk adımları bu aydınlanma hareketleridir.
Değişen bu rotanın en önemli yönelimi de LAİKLİKTİR” şeklinde özetliyor.
Bilimsel Sosyalizm'in kurucuları Marks-Engels ustalara göre de;"Fransa’daki büyük devrim ile birlikte eski yapıdan,
geçmişin geleneklerinden radikal bir kopuş gerçekleşir ve Devrim, Feodalizmin son kalıntılarını ortadan kaldırarak
eski Roma Hukuku'na modern Kapitalizmin koşullarına göre güçlü bir uyarlama yapar.."
Engels devamla;
" gelişen burjuvazinin kurumlaşmış din ile
çarpışmasının doğrudan sınıf çıkarlarıyla ilgili bir zorunluluğun sonucu olduğunu" ifade eder.
*******
Bu tarihsel arka plan çerçevesinde ve örneklediğimiz bu bilimsel tanımlar ışığında ifade edersek;Laiklik kavramı ve kurumu,sınıfsal bir zorunluluk olarak
toplum ve tarih sahnesinde yerini alır ve toplumun geçmişe ait geleneksel inançları karşısında "saygı-sevgi-aşk-nefret" gibi "duygusal" bir yapısı,tavrı yoktur ve olamaz..
Bu nedenle;Laiklik inançlara "saygı" da duymaz;
inançlara "saygısızlık" da yapmaz!..
*******
Bunca ayrıntının "seçim çalışmaları çerçevesinde" ve "broşür ölçüsünde",halkın anlayacağı bir dille halka aktarımı mümkün değil,deniyorsa...
Laikliğin topluma en basit şekliyle anlatımı;
"Din ve devlet işlerinin en kesin ve katı çizgilerle ayrılması"dır..
Hiç sulandırmadan,oportünizm yapmadan,
popülizme saplanmadan...
Gerisi;bir ayrık otu gibi toplumun bünyesini saran ve kemiren,devleti ele geçirme hedefine adım adım yaklaşan cemaat,tarikat örgütlenmelerine yol vermek anlamına gelecektir..
✏️ Güntekin Eke ( 07.06.2023 )

“ Bugün Sendika Akademisi'ndeydik. 6 yıl önce kaybettiğimiz sevgili eşim/babamız İlter Ertuğrul'un arşivini Akademiye bağışladık. İlter hayatı boyunca bu ülkenin kamu kaynaklarını korumak için mücadele etti. Özelleştirmeye karşı hukuk mücadelesini başta hocası ve yol arkadaşı sayın Prof. Dr. Mümtaz Soysal olmak üzere sendikalar ve bazı akademisyenlerle kurdukları KİGEM aracılığıyla yürüttüler. Limanların, madenlerin, telekomun, petrolün, kağıdın, ormanların ozellestiilmemesi için davalar açtılar, raporlar hazırladılar, eğitimler yaptılar. Özelleştirmeye karşı açtıkları davaların çoğunu kazandılar. Ama ülkemizde hukuk uygulanmadı. İlter'in bu mücadelesine ve arşivine sahip çıkacak en doğru yer Sendika Akademisi. Tek Gida-İş Sendikası'nın kurduğu ve başında bu alandaki en deneyimli kişi olan sayın Yıldırım Koç'un bulunduğu Sendika Akademisi kütüphanesi tüm araştırmacıların yararlabileceği ciddi bir arşiv oluşturuyor. Emeklerine sağlık. İlter'in çok mutlu olduğuna eminim...Anıl Ertuğrul ve Duru Hazan Ertuğrul en değerli mirasa sahipler... ”

MUTASAVVIF ve İSYANCI:
Börklüce Mustafa bilmecesi
Aydin Cubukcu

Börklüce Mustafa… Osmanlı tarihçileri ve sonra gelen herkes onu böyle anıyor. Yoldaşlarının ve kendisinin benimsediği namı, Dede Sultan! Şeyh Bedreddin tarafından halifesi olarak tanıtıldı, kethüda (çocuklarının eğitmeni ve sahip olduğu mülkün yöneticisi) olarak görevlendirildi. Nâzım Hikmet’in başlattığı “mitolojik” sahipleniş onu bir “köylü isyancı”, bir toprak adamı, yoksulların içinden gelen bir ihtilalci gibi anmayı seçti.1 Alevi tarihçiler, yazarlar, edebiyatçılar ise bir Kızılbaş önder olduğuna inanmayı uygun buldular.
Gerçekte kökü, kimliği, sınıfı hakkında hiçbir kesin bilgi yok. Yalnızca çözülmesi pek güç kördüğümler var ve onları oluşturan iplikçilerin hepsi kopuk kopuk.
Bu yazının sınırlarını aşacak olan geniş açıklamalardan kaçınarak elde bulunan verilerin toplamını kısaca özetleyeceğim.
Şeyh Bedreddin’in, kökleri Selçuklu sultan ailesine dayanan soyağacı hemen hemen eksiksiz biliniyor ve bu konuda pek fazla tartışma yok. Sadece saray tarihçileri bunun, şahlık iddiasını güçlendirmek için uydurulmuş bir hikâye olduğunu iddia ediyorlar.
Börklüce Mustafa’nın ise soyu ve nerede doğduğu hakkında kesin bir bilgi yok. Yakın zamanda, Börklüce Mustafa’ya ait olduğu düşünülen Tasvirü’l Kulûb adlı bir eseri, beş yazma nüshasını karşılaştırarak çeviren ve açıklayıcı notlarla yayımlayan Dursun Gümüşoğlu, kitaptaki “Hoca Burhaneddin oğlu Mustafa” imzasının, Sivas Sultanı Kadı Burhaneddin’e işaret ettiği yolundaki iddiaya katılmaktadır.3
Bu iddia birçok bakımdan önem taşıyor. Öncelikle, Börklüce Mustafa ile Şeyh Bedreddin’in nasıl tanıştıkları meselesinin, en azından tarihsel verilere uygun bir varsayım çerçevesine oturtulabilmesi için kapı aralıyor. Şeyhin, bir rastlantı sonucu bir köylüyle tanışıp onu halifesi ve kethüdası yapıvermesinin masalsılığına karşı, Selçuklu yönetici sınıfı içinde kökleri birleşen iki baba dostu olarak önceden tanışmış olmaları dolayısıyla böyle bir ilişkinin gelişmesi gerçeğe daha yakın duruyor. Mustafa, okumaz-yazmaz bir köylü olmak bir yana, Sünni fıkıh ilminin zirvesi olarak kabul edilen büyük bilgin ve Çelebi Musa Sultan’ın kazaskeri Şeyh Bedreddin’in kethüdası olacak kadar eğitimli ve öyleyse aynı zamanda soylu biri olmalıdır. Değilse, Tire’de karşılaşır karşılaşmaz, hem çocuklarını emanet etmesi, hem de halifesi olarak orada bırakıp yoluna devam etmesi açıklanamaz.
Öyleyse, Börklüce’nin tarihsel kimliğini inşa etmek için –başkaca kanıtlarla desteklenmeye muhtaç- ilk varsayımı elde etmiş oluyoruz: Börklüce, basit bir köylü değildir, ama bu bir köylü önderi olmadığı anlamına gelmez.
Börklüce’nin isyandaki yerini ve işlevini de yeniden düşünmemiz için önemli bir başka veri bulunuyor. O da, Bedreddin’in Aydın ve Rumeli ile ilişkisi hakkındadır.
Fazla ayrıntıya girmeden şu kadarıyla yetinelim: Bir ayağı Aydın İllerinde, bir Ayağı Rumeli’de olan kalkışmanın maddi temeli, Şeyh Bedreddin’in her iki bölgede sahip olduğu geniş tımar toprakları ve üzerinde yaşayan halklardır. Öyleyse, Osmanlı tarihçilerinin ileri sürdüğü “Şeyhlikten şahlığa yükselme emeli vardı” iddiası bu bakımdan tamamen yakıştırma ve olmadık “bir suç” yükleme olmayabilir. Gerek Bedreddin’in Selçuklu sultan ailesinden gelmesi (büyük amcası Sultan III. Keykûbat’tır) gerekse babası Gazi İsrail’in Aydın ve Trakya’da geniş tımar topraklarının bulunması ve bunların tapulu vakıf toprakları halinde Bedreddin’in mülkü olması, en azından şahlığa niyet etmesi için geçerli dayanaklardır. Niyet etmiştir ya da etmemiştir, o ayrı, fakat buna hakkı olduğunu iddia etmesi ve eyleme geçmesi için yeterli dayanaklara sahiptir.4 Diğer yandan “fetret dönemi” denilen ve elinde toprak ve asker olan herkesin büyük-küçük bir beylik, sultanlık kurmasına olanak veren siyasal koşulları da böyle bir tasarı için uygundur.
Bu çerçevede, Bedreddin’in ve Börklüce Mustafa’nın, Osmanlı’nın merkezi bir iktidar kurma girişimi karşısında olanların temsilcisi olduğunu söyleyen tarihçi ve araştırmacıların tespitlerinin de tarihsel ve siyasal zemini vardır.
Ne var ki, eğer başarılı olsaydı, Bedreddin’in Varidat’ta dile getirilen dünya görüşüne, doğa, din ve insan anlayışına uygun nasıl bir toplum ve devlet modeli düşündüğüne dair hiçbir işaret yoktur. Fakat Musa Çelebi’yi kendisini destekleyen beylerin toprak ve mülk beklentilerini boşa çıkarmak yönünde etkilediği, bu yüzden örneğin Evranos Beyin, Çandarlı’nın vb. Çelebi Mehmet tarafına geçtikleri de muhtemel görünmektedir.
Börklüce Mustafa’nın Kadı Burhaneddin’in oğlu olup olmadığı da, tarihsel kimliğini tamamlamak için çözülmesi gereken problemlerden bir diğeridir. Buna dair de, bence kimi işaretler vardır.
Şeyh Bedreddin’in babası Gazi İsrail hem bir komutan, hem de bir kadıdır. Tıpkı Börklüce’nin babası olduğu ileri sürülen Kadı Burhaneddin gibi… Her ikisi çağdaştır ve meslektaştır. Bu hem Börklüce ve Bedreddin’in birbirlerini nasıl olup da bulduklarını açıklamamıza yardım eden bir unsurdur, hem de yeni bir iktidar için birlikte hareket etmelerine imkân sağlayan bir ilişkidir. Kitapta adı geçen Hoca Burhaneddin veya Hoca Burhan’ın gerçekten Sivas Sultanı Kadı Burhaneddin olup olmadığı bir yana, Selçuklu aristokrasisine mensup birisi ya da bir başka yüksek bürokrat, ya da en azından üst sınıflardan birisine mensup olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir. Ayrıca, Selçuklu fetih ve iskan politikasını yürüten “kurucu aileler” kategorisinde yer almış olmaları da kuvvetle muhtemeldir ve birlikte hareket etmeleri için bir gerekçe de budur.
Bu da bir başka koşula bağlıdır. Yine eğer diye başlayan bir başka cümle kurmak zorundayız: Eğer, Tasvir’ül Kulûb gerçekten Börklüce Mustafa tarafından yazıldıysa, görüyoruz ki, tasavvuf kültürüne hâkim, Arapça ve Farsça bilen biridir ve bu özelliklere sahip olabilmek için ancak yönetici sınıfa mensup olmak gerekir.
Tasvir’ül Kulûb
Elimizde Börklüce’ye ait olduğu ileri sürülen Tasvir’ül Kulûb’un iki ayrı araştırmacı tarafından düzenlenen açıklamalı çevirileri var. Dursun Gümüşoğlu’na ait olan beş ayrı nüshayı karşılaştırmalı olarak ele alıyor. Diğeri ise Mehmet Işıktan’a ait ve yalnızca Milli Kütüphane’de bulunan nüsha üzerine.5
Bunlardan Mehmet Işıktaş’a ait olan, yerleşik sosyalist algıyla kaleme alınmış bir inceleme ve değerlendirme bölümüyle başlıyor. Börklüce’yi yerleşik sosyalist kabulleniş açısından ele alıyor ve ona olan sevgisini açıkça gösteriyor. Ancak kendisinin de açık yüreklilikle belirttiği gibi, bu bir “uzman” çevirisi değildir ve Börklüce’ye yönelik bir saygı çalışmasıdır.
Diğeri ise, daha geniş bir araştırmanın ürünü. Beş ayrı nüshanın6 karşılaştırmalı incelemesini içeriyor ve farklı bir bakış açısını yansıtıyor. Kitaba yazdığı uzunca giriş bölümünde, Dursun Gümüşoğlu, başlıca iki iddia ileri sürüyor. Birincisi, Bedreddin ve Börklüce’nin isyancı-ihtilalci olmadıklarına dairdir. Gümüşoğlu her ikisinin de bir “yanlış anlama” sonucu katledildiklerini düşünüyor. Yanlış anlaşılmanın iki yanı var, ona göre. Birincisi, bir isyan hareketi yaratmamış olmalarına karşın, “nefsi müdafaa” durumunda olan dervişlerin direnmesi katledilmelerine yol açmıştır. İkincisi, tasavvuftaki “fakr ve dervişlik” düşüncesi, “saray çevresi tarafından mal paylaşımı olarak anlaşılmış” bu da “Börklüce’nin bedeninin ortadan kaldırılmasına sebep olmuştur.”
Gümüşoğlu, eserin tasavvufi içeriğini vurgulayarak, “ne Bedreddin’in ne de Börklüce’nin eserlerinde komünizme benzer bir tarzda mal ortaklığına dair en ufak bir söz, hatta bir işaret bile yoktur” diyor.
Felsefi olarak da, her ikisinin de materyalizmle alakasının olmadığını kanıtlama çabasına girişiyor: “Başta Nâzım Hikmet olmak üzere Türk sosyalistlerinin tümüne göre de Börklüce Mustafa materyalist, dolayısı ile ateisttir. Okuyucuya sunulan Tasvirü’l Kulûb adlı kitap, bu yaklaşımın gerçeklere uygun olmadığını kanıtlamaktadır.”
Gümüşoğlu’nun, asıl amacının günümüz Alev’i toplumunun, özellikle de gençlerinin siyasal eğilimleri üzerinde etkili olacağından endişelendiği sosyalist yaklaşımlardan Bedreddin ve Börklüce’yi tenzih etmek olduğu anlaşılıyor. Daha önce aynı yolda iddialarını ilk kez dile getirdiği başka bir makalesi de Cem Vakfı tarafından yayımlanmıştı.7
Başlıca dayanak noktası her iki düşünürün de mutasavvıf olmalarıdır. Ona göre, bir mutasavvıf, isyancı ve materyalist olamaz! Özellikle Tasvirü’l Kulûb’un yoğun tasavvufi- dinsel içeriğini bu iddiasının dayanağı olarak değerlendiriyor.
Gerçekten Tasvirü’l Kulûb, mitolojik Börklüce Mustafa imgesi açısından bakıldığında “ona yakıştırılmayacak” bir içerik taşıyor. Bununla beslenmiş solcu beklentiler açısından hayal kırıklığı yaratacak kadar mistik ve dinsel bir içeriğe sahip.
İsyan ve Tasavvuf
Bu noktada yanıtlanması gereken ilk soru şudur:
Dinsel, mistik, tasavvufi bir düşünce, bir felsefe aynı zamanda ihtilalci, isyancı olabilir mi?
Gümüşoğlu’nun iddiası bu ikisinin bir arada bulanamayacağı yönündedir.
Bütün isyanlar için şu ortak özellikleri sayabiliriz:
Her isyanın belli başlı üç unsuru vardır: a) Felsefi, ideolojik, b) Siyasi, c)Askeri, teknik.
Bu üç özellik isyanın gerçekleştiği tarihsel ve sosyal temel üzerinde ve kendisine özgü bir biçim ve içerik kazanır.
Diğerlerini bir yana bırakarak, isyan-ideoloji ilişkisini ele alalım.
Her isyanın ideolojisi, genellikle egemenlerin ideolojisine karşıt, uzlaşmaz ve dışlayıcı içeriktedir. İlk bakışta karşı karşıya gelenlerin, isyancıların ve egemenlerin sırf bu “düşünce ayrılığı” yüzünden karşı karşıya geldikleri sanılır. Pek çok durumda isyancılar ve egemenler de böyle zannedebilir. Oysa kimi durumlarda, ideoloji (bu bir din, mezhep, kültür, felsefe biçiminde olabilir) isyanın ardından gelir. Bir başka yerde, bir başka zamanda oluşmuş olan bir düşünce gelip isyanla bulaşabilir. Bir başka deyişle, isyanlar herhangi bir ideolojiden kaynaklanmaz: Her isyan, kendisine özgü bir düşünce sistemi, isyanın içeriğine ve hedeflerine uygun bir ideoloji geliştirir veya daha önce yaratılmış olan bir düşünceyi bayrak edinir.
Börklüce Mustafa isyanının düşünsel yapısı hakkında çok fazla bilgi yoktur. Elde Şeyh Bedreddin’in Varidat adlı eseri ve şimdi Börklüce’nin Tasvirü’l Kulûb’u vardır. Onlarda da yalnızca vahdet-i vücud felsefesinin hakim olduğu kimi tasavvufi düşünceler vardır. Sosyal, siyasal sonuçlar çıkarmaya elverişli herhangi bir ibare yoktur.
Ancak tarihsel maddi koşullara baktığımızda, özellikle fetret devrinin siyasal ortamı göz önünde tutulduğunda, farklı sosyal sınıf ve tabakaların kendi koşullarını değiştirmek, daha adil, eşit bir toplum özlemiyle, ya da doğrudan doğruya kendi varlıklarını korumak amacıyla ayağa kalkmalarını zorunlu kılan bir hayatın varlığı tartışma götürmez.
Bedreddin ve Börklüce’nin hareketi, bu sosyal-tarihsel koşullarda ortaya çıkmıştır. Arkalarında, en yakını Babai isyanları olmak üzere, pek çok halk isyanı vardır. Bu büyük isyanın kırımından kurtulan halk yığınlarının önlemli bir bölümü de Ege ve Trakya’ya göçmüştür. Aradan yaklaşık 150 yıl geçmiş olmasına karşın, anıları tazedir, isyan ateşlerinin sıcaklığı hâlâ üzerlerindedir.8 Her iki bölgede de Bedreddin hareketinin sosyal gücünü, kıtanın en yoksul ve en mülksüz bırakılmış bu halkı oluşturmaktadır. Daha sonra Alevilik, Bektaşilik biçiminde kendisini gösterecek olan inançlar da, bu sosyal temel üzerinde yükselmiş, dolayısıyla bütün Anadolu isyanları “Alevi isyanı” olarak görünmüştür.
Her imparatorluk, her beylik, her yağmacı silahlı grup tarafından ezile soyula yaşamaya zorlanmış olmanın sonucu, bu halklar, bir yandan İran yaylasının çok eski isyancı geleneklerinin düşünsel-felsefi mirasını, Ege ve Trakya’nın Roma döneminden ve Hıristiyanlığın ilk dönemlerinden kalan “eşitlikçi” muhalif düşünceleriyle harmanlayarak benimsemiştir. Bir yerde Kızılbaş olmuşlardır, bir yerde Bogomil, Khatar ya da Bedreddinî… Hangi biçim altında, hangi adla tanınmış olursa olsunlar, aynı talepleri, aynı özlemleri taşımışlardır. Mülksüz bırakılmış olmaları yüzünden, herkesin mülksüz olmasını istemişler, eşitsizlikten yılmış olduklarından herkesin eşit olmasını, adaletsiz bir dünyadan ötesini tanımadıklarından adil biri dünyanın kurulmasını istemişlerdir. Kendi aralarında sınıf, imtiyaz, ayrımcılık bilmediklerinden, ancak bunların olmadığı bir dünyada rahat edebileceklerini hissetmişlerdir.
Aslında onlar, ne Kızılbaş’tır, ne Khatar, ne Bogomil, ne Bedreddinî… Onlar sadece yoksul ve ezilmişlerdir.
İsyanlarının belirleyici nedeni yalnızca budur. Yüzlerine hangi savaş boyasını sürerlerse sürsünler, gönüllerinde hangi azizin, hangi ermişin, hangi dedenin, hangi şeyhin adını taşırlarsa taşısınlar, istedikleri, özledikleri aynıdır.
Bedreddin’in komünistliği meselesi
Bedrettin ve Börklüce hakkında “sosyalist” ya da “materyalist” kavramlarının kullanılması tarihsel olarak esasen yanlıştır ve bunun eleştirisini ya da savunusunu esas alan bir çalışma da tümüyle ideolojik kaygıları dile getirir.
Yine Dursun Gümüşoğlu’nun itirazlarından yola çıkarak, şu sorunun cevabını arayalım: Bir mutasavvıf, aynı zamanda “materyalist” ve eşitlikçi olabilir mi? Tarihte bunun hiç mi örneği yoktur?dosya1Şeyh Bedreddin üzerine en yetkin incelemelerden birini yapmış olan Michel Balivet’in Tarih Vakfı Yurt Yayınlarında çıkan “Tasavvuf ve İsyan”9 adlı eseri, adından başlayarak bunun mümkün olduğunu gösteren pek çok örnek içeriyor. Özellikle İran ve Anadolu isyan önderlerinin hemen hepsi, İslamiyet’in “şekilci” buldukları özelliklerini reddederek “özünü bulmaya” yönelmiş mutasavvıflardır. Onların egemen ideolojiyle kavgalı bu görüşleri, halkların hayat koşullarına karşı verdikleri kavgayla birleşmeye elverişlidir. Ve şu da var ki, aslında halklar, hangi din olursa olsun, egemenlerin eliyle kendilerini bir biçime sokmaya çalışan her dayatmaya içten içe zaten karşıdır.
Öyleyse, Bedreddin örneğinde de, ezilmiş yoksulların özlemlerini doğrudan, somut sosyal siyasal programlar halinde dile getirmemiş olsa bile, sırf egemen ideolojiye karşı geleneksel-tarihsel muhalif motifleri taşıyan, dinler, mezhepler, peygamberler arasında ayrım gözetmeyen eşitlikçiliği ve özellikle cennetin de cehennemin de bu dünyada olduğunu söyleyen görüşleriyle onlara yakın ve çekici gelmiştir.
Bir yanda bütün İslami fıkıh biliminin zirvesi olarak kabul edilen bir bilgin, aynı zamanda panteist bir zındık, bir mülhid olabilir mi?
Bir yandan biri zındık olduğu söylenerek idam sehpasına gönderilirken, diğer yanda bütün medreselerde, hatta günümüz ilahiyat fakültelerinde kitaplarının okutulması nasıl açıklanabilir?
Bir yandan bir sufî olarak Varidat’ı ortaya çıkarırken, diğer yanda İslam Hukuku’nun en temel eserlerini Câmiu’l-Fusûleyn’i, Letâifu’l-İşârât’ı nasıl yazabilmiştir?
Kısaca, biri bilgin, diğeri düşünür olarak Bedreddin’i iki ayrı işlevle tanımanın doğru olacağını belirtelim. “İlmine sadık” dürüst bir bilim adamı, fakat kendine özgü düşünceleriyle farklı bir önder. İslam hukuku üzerine yazarken, bu “ilmin” bütün gereklerini, en kapsamlı haliyle ve tartışılmaz biri metodolojik üstünlükle ele alıp işinin gereğini hakkıyla yerine getirirken bir bilgin; deyim yerindeyse, “laboratuvarından çıkınca” kendisi olan bir düşünür!
Bu çelişik, ya da şizofren bir kişilik değildir.
Gelelim, komünistlik meselesine!
Şeyh Bedreddin’in komünist, sosyalist vs. olduğunu düşünen pek çok amatör düşünür vardır! Ama örneğin, Dursun Gümüşoğlu’nun söylediğinin aksine Nazım Hikmet bunlardan biri değildir. Nâzım Hikmet, Osmanlı tarihçilerinin ittifakla söyledikleri, ama geleneksel olarak her isyancı için ileri sürülen “mal ortaklığı savunuculuğu” iddiasını temel alarak şiirini geliştiriyor. Osmanlının bu iddiası, yalnızca karalama amacıyla ileri sürülmüş değildir. İsyancı kitlelerin, önderleri kimi olursa olsun, böyle bir talebi vardır ve bu bakımdan iddia doğrudur. Ama bu talep onları günümüzdeki anlamıyla “komünist” olarak adlandırmayı doğru kılmaz.
Bedreddin’in komünist olduğunu zannedenler yalnızca mitolojiye ihtiyaç duyan solcular değildir. Osmanlı tarihçilerinin düşmanlık izini süren kimi sağcı yazarlar da, Bedreddin’e ve Börklüce’ye yönelttikleri suçlamalarda bu kavramı kullanıyorlar.
En ileri gideni, İbrahim Konyalı, “Stalin’in Şeyhi Bedreddin Simavi”10 başlıklı makalesinde, Bedreddin hakkında, “bu zat, Rusya’da Müjdekten sonra deli ve kızıl bir rejimin ilk müjdeleyicileri başında yer almaktadır” diyor. “Eğer ihtilali muvaffak olsaydı, dünya kızıl tehlike acısını 530 yıl önce tatmış olacaktı” diye ekliyor. Ve sonra, Bedreddin ve Börklüce Mustafa’yı katleden Çelebi Mehmed’i “komünizmin müthiş düşmanı” olarak kutsuyor!
Burada, Soğuk Savaş’ın propaganda saldırısının sonucu olarak ortaya çıkmış cehalet tüccarlığının komikliği bir yana, bütün tarih felsefesi literatürü tarafından yöntemsel bir hata olarak kabul edilen, farklı tarihsel dönemlere ait kategorilerin geçmişe uygulanmasının sonucunu görüyoruz. Aynı hata geneldir ve İbrahim Konyalı adlı şahsa mahsus değildir; pek çok solcu yazar da aynı hataya kolaylıkla düşebilmektedir.
Dursun Gümüşoğlu’nun da tartışmaya giriştiği konunun esası budur. Bedreddin ve Börklüce’nin komünist olup olmadığını tartışmak, tamamen güncel siyasal ihtiyaçlarla ilgilidir; tarihle, felsefeyle ilgisi yoktur ve Gümüşoğlu’nun girişimi, aslında İ. Konyalı’nın yaptığını tersinden yapmaktan ibarettir.
Sonuç
Börklüce Mustafa’nın üzerindeki sır perdelerini açmak, çok yönlü bir problemler yumağını çözmeye çalışmak gibidir. Tartışmaya, tarih bilgisinin yanı sıra, inançlar, tahayyüller, siyasi ihtiyaçlar dâhil olunca, en kolay yol, düğümü çözmek yerine İskender Kılıcı sallamak oluyor.
Tasvirü’l Kulûb’un ona ait olup olmadığına, soyuna- sopuna dair tartışmalara, Bedreddin’in eylemiyle kitabının nasıl bağdaştırılacağına dair cümleler, hep “eğer, … ise” kalıbıyla kurulmak zorundadır.
Romancının, şairin, inanç ehlinin işi kolaydır ve bu konularda fazla bilgiye, veriye ihtiyaçları yoktur. Ama tarihe sınıf mücadeleleri tarihi açısından bakanların rasgele söylentilerden, kanıtlanması güç ve belki de gereksiz konuları “ihmal edilebilir unsurlar” olarak kabul etmesi gerekiyor.
Çünkü meselesinin esası, bir isyanın öncülerinin kimliğinden çok isyan edenlerin eyleminin içeriğidir.
Elbette Bedreddin ve Börklüce, yüzyıllara yayılan bir halk isyanın içinde bir yere sahiptirler ve bu bakımdan bütün çağların isyancılarının yanındadırlar. Günümüzde de her ikisine, ezilenlerin ve mülksüz bırakılmışların saflarında en onurlu yer verilmelidir. Çünkü başkaldıranlar öyle kabul etmişlerdir, çünkü düşmanları onları oraya koymuşlardır. Öyleyse, bizimdirler ve bizim kalacaklardır.
Kaynaklar
1 Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun karalama romanı “Darağacı” (İrfan Yayınevi, İstanbul, 1984) dâhil, Bedreddin üzerine yazılmış bütün romanlarda çizilen portre böyledir. Yılmaz Gruda’nın “Köylü Devrimci Börklüce Mustafa” adlı destanı ve ana kaynak Doukas’ın notları da böyle kabul ediyor. Bkz: Michael Doukas, Tarih – Anadolu ve Rumeli 1326-1462”, çev. Bilge Umar, Arkeoloji ve Sanat Yayınları.
2 Bu kanının güçlü dayanakları vardır. Bir başka çalışmada tarafımızdan gerekçeleriyle açıklanacaktır.
3 Bu iddiayı ilk kez Bezmi Nusret Kaygusuz öne sürmüştür. Bkz: Bezmi Nusret Kaygusuz, Şeyh Bedreddin Simaveni, İhsan Gümüşkaynak Matbaası, İzmir, 1957
4 Vakıf topraklarının tapularını bulan ve yayınlayan M. Armağan, “Tire’den Darağacına Bedreddin”, kendi yayını, İzmir 2004
5 Dursun Gümüşoğlu, Tasvirü’l Kulûb – Börklüce Mustafa, Barış Kitap, 2015; Mehmet Işıktaş, Börklüce Mustafa ve Tasvirü’l Kulûb, Karina yayınları, 2015
6 Bu yazmalar, Topkapı Sarayı Emanet Hazinesi, Milli Kütüphane, Manisa İl Halk Kütüphanesi, Vatikan Kütüphanesi Türkçe Yazmalar Bölümü ve Avusturya Dükalık Kütüphanesi Gotha Koleksiyonu’nda bulunuyor.
7 issuu.com/designer_sc/docs/pro
8 Kaldı ki, Anadolu’da 16. Yüzyıla kadar süren pek çok isyan ve ayaklanmada bu büyük başlangıcın izleri, gelenekler ve özlemler açısından olduğu kadar kültür olarak da yaşamaya devam etmiştir.
9 Michel Balivet, “Şeyh Bedreddin, Tasavvuf ve İsyan”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2011
10 Necdet Kurdakul, Bütün Yönleriyle Bedreddin, Döler Reklam Yayını, 1971, s. 309

İŞÇİLER ÖRGÜTSÜZ MÜ? - 4 Ocak 2022
Yıldırım Koç - www.yildirimkoc.com.tr

İşçi sınıfını diğer emekçi sınıf ve tabakalardan ayıran en önemli özelliklerden biri, örgütlenme ve toplu eylem yeteneğidir. Emekçi sınıf ve tabakaların içinde işçi sınıfının dışında esnaf-sanatkarlar ve küçük üretici köylüler de var. Ancak Türkiye’de bu toplumsal sınıfların böyle bir yeteneği, ne yazık ki, yok.
Esnaf-sanatkar, tekelci sermayenin perakende ticarete yönelmesiyle birlikte büyük bir çöküntü yaşıyor. Sözde Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu içinde örgütlüler. Ancak yaşanan büyük sıkıntılara rağmen en küçük bir kitlesel ve etkili tepkileri yok. Kaderlerine katlanıyor gibiler.
Küçük üretici köylüler artan mazot, gübre, tarım ilacı ve girdi fiyatlarından perişan durumda. Sözde Türkiye Ziraat Odaları Birliği içinde örgütlüler. Ancak açlıkla karşı karşıyayken ve elindeki avucundakini hızla yitirirken, en küçük bir kitlesel ve etkili tepkileri yok. Mezbahaya giden koyunlar gibiler.
İşçi sınıfı farklı.
İşçi sınıfının değişik örgütlenme biçimleri var.
Günümüzde bunlar içinde en önemlisi sendikalar.
İşçi sınıfını temsil etme iddiasında olan siyasi partiler de var.
Dernekler, vakıflar, sosyal medya üzerinden gerçekleştirilen platformlar da örgütlenme biçimleri.
Ancak genellikle gözden kaçırılan bir başka örgütlenme biçimi, özellikle belirli bir sürekliliği olan işyerlerindeki fiili örgütlülük durumlarıdır. Her işyerinde sözü geçen, sözü dinlenen deneyimli öncü işçiler vardır. Bir gelişme olduğunda, herkes Ahmet Abi’nin veya Ayşe Abla’nın ağzına bakar, onların sözünü dinler. Onlar, o güne kadarki davranışlarıyla fiili işçi önderleridir. İşyerinde resmen bir örgütlülük yoksa bile, önderliği kabul edilen işçiler vardır. İşler iyi gittiğinde işçiler siyasi görüşe, inanca, etnik kökene, vb. göre bölünür. Ancak işler kötü gittiğinde, ekmek kavgası onları bu kişilerin etrafında birleştirir.
Bazı sendikalardaki üyelik, esasında işçilerin veya memurların sermayeye veya hükümete karşı hak ve çıkarlarını korumaya yönelik bir örgütlenme olmaktan çok, işçileri ve memurları kontrol altında tutma çabasının bir parçasıdır. Bu nedenle, bazen örgütlü gibi gözüken gerçekte örgütsüzdür; örgütsüz gibi gözüken gerçekte örgütlüdür.
Buna karşılık bazı işyerlerindeki fiili örgütlenme, ihtiyaç duyulduğunda yanlış sendikal politikalara karşı da tavır alabilecek, gerektiğinde sermayeye ve siyasal iktidarlara kafa tutabilecek yapılardır. Örneğin, 15-16 Haziran 1970 eyleminde işyerlerindeki direniş komiteleri önemlidir. 1989 Bahar Eylemleri ilk başta sendikaların dışında, işyerlerindeki fiili önderlerin öncülüğünde gelişti; sendikaların eylemlere sahip çıkması daha sonradır. 2015 yılında Bursa’da Renault, Tofaş ve diğer işyerlerinde başlayan ve ardından Gölcük ve Eskişehir’e de sıçrayan büyük işçi eylemlerinin hedefinde, öncelikli olarak işyerinde örgütlü bulunan sendika vardı. İşçileri yönlendirenler, işçilerin kendi aralarından seçtikleri öncü işçilerdi.
İşçilerimiz gerçekçidir, sırtlarında yumurta küfesi taşıdıkları için de ihtiyatlıdır. Mecbur kalmadıkça risk almaz. Köpeğe dalaşmak yerine çalıyı dolaşmayı yeğlerler. Ancak başka çareleri kalmadığında risk alırlar. Ancak hayat zorladığında, esnaf-sanatkarın ve küçük üretici köylülüğün yapamadığı büyük işleri başarırlar. Buradaki ölçüt, hayatın zorlamasıdır; yaşayabilmek için başka çare bırakmamasıdır. O nokta geldiğinde, son derece ihtiyatlı bir biçimde başlayan bir süreç, kısa bir sürede kitle eylemlerine dönüşür. Ben bu süreci, akşam vakti Kızılay’da yayalara kırmızı ışık yanarken bekleyen insanların tavrına benzetiyorum. Yayalara kırmızı ışık yanıyordur, ancak dolmuşa yetişilecek, metroya binilecek, eve gidilecektir. Karşıya geçmek için önce birkaç kişi bir adım atar. Arkadan üç beş kişi daha harekete geçer. Sonra da bir anda bekleyen birkaç yüz kişi, yayalara kırmızı ışık yanarken karşıya geçmiştir bile. Hiçbir trafik polisi, bu kişilere müdahale etmez, edemez. İşçi sınıfımız ne zaman adım atılacağını gerçekten gayet iyi bilir. Dıştan bakıldığında örgütsüz gibi gözüken kitle, bir anda gerçek örgütlülüğünü eyleme yansıtır.
İlginç bir süreç yaşıyoruz.
Eskiden İstanbul’da Haliç’in çevresinde, Levent ve Kartal-Pendik bölgelerinde yoğunlaşmış olan sanayi kuruluşları günümüzde organize sanayi bölgelerinde, serbest bölgelerde, Çerkezköy-Çorlu-Lüleburgaz üçgeninde, Gebze ve Bandırma civarında yoğunlaşmış durumda. Bu işyerlerinde çalışan işçiler arasında günümüzde fazla bir ilişki yok. İşçiler işyerlerine servis araçlarıyla geliyor ve servis araçlarıyla işyerinden ayrılıyor. Ancak sorunlar arttığında, gerek oturdukları mahallelerde, gerek sosyal medya üzerinden hızla bir araya gelebiliyorlar.
İşçinin nasırına basmamak lazım. Ancak önümüzdeki aylarda enflasyon oranında yaşanan artış devam edecek; insanların gerçek gelirleri daha da düşecek; işçilerin ve memurların nasırına kötü biçimde basılacak. O zaman, bugün sendika üyesi olmadıkları için örgütsüz gibi gözüken insanların da, sendika üyelerinin de nasıl hızlı bir biçimde örgütlenip tepki göstereceklerine tanık olacağız.

Ali Rıza Şimşek :

“ TOPLUMUN KODLARI
Irkçılık, mezhepçilik, cinsiyetçilik vb kötülükler "toplumun kodları" diye pazarlanıp, normalleştirilip ve dahi yüceltiliyor.
Bir takım harami kendi ayrıcalıkları uğruna toplum pislik içinde yüzsün istiyor. ”

🔴 “Her yıl yeni olan eski bir hikaye” ; Cumhuriyete karşı dini gerici otokrasiyi savunmak..

“sol” Bolşevikler de, (Tanrı bizi onlardan korusun) en devrimci sloganları ezbere okuyarak tuzağa koşuyorlar. Oh evet, küçük burjuva ruhunun izlerinin belirişlerinden biri, devrimci sloganlara teslim olmaktır. Bu her yıl yeni olan eski bir hikayedir .”

“Her yıl yeni olan eski bir hikaye”
Her yıl bu aylarda, Cumhuriyet konusunda Leninden alıntılar kırpıp dini gerici otokrasinin korosuna “soldan” katılma pratiğini izledikçe, aklıma Leninin şu sözleri gelir.

İçeriğinden kopartılmış, sloganlaştırılmış teoriler genellikle ve çoğunlukla özgül dönemdeki iktidarın çıkarına hizmet eder, ve burjuvazinin taktiksel tuzaklarına düşmeye çanak açar, tuzağa düşmeyi kolaylaştırır.

“sol” Bolşeviklerde, (Tanrı bizi onlardan korusun) ” diyor Lenin, “en devrimci sloganları ezbere okuyarak tuzağa koşuyorlar. Oh evet, küçük burjuva ruhunun izlerinin belirişlerinden biri, devrimci sloganlara teslim olmaktır. Bu her yıl yeni olan eski bir hikayedir .” (1)

Gündem de olan ne? Somut Gündemin gerçekleri ne? Ve bu gündeme bağlı olarak, Neyi neye karşı savunuyoruz? Cumhuriyete karşı Dini gerici otokrasiyimi? Cumhuriyete karşı Sosyalizmimi? Teorilerin içeriğinden kopartılıp sloganlaştırılması, gündemde olan sorunun ne olduğuna bakmazsızın kırpılarak aktarılması, yukarda Leninin de vurguladığı gibi ““en devrimci sloganları ezbere okuyarak tuzağa koş”makla, Türkiye özelinde dini gericiliğin ekmeğine yağ sürmekle sonuçlanıyor.
Marksist Leninistlerin bu konudaki seçeneği genelde ve özelde bellidir. Marksist Leninistler feodal, otokratik, dini gerici kurucu meclissiz burjuva sistemlere karşı , kurucu meclisli bir cumhuriyeti tercih ederler, ama işçi sınıfının cumhuriyetinin her türlü burjuva cumhuriyetinden daha iyi olduğunu ve tercihlerinin o olduğunu belirtirler. Lenin bunu Sovyet Tecrübesine bağımlı olarak şöyle özetliyor;

“”kurucu meclisli bir burjuva cumhuriyetinin, kurucu meclissiz bir burjuva cumhuriyetinden daha iyi olduğunu; ama “işçi ve köylülerin” cumhuriyetinin, sovyet cumhuriyetinin her türlü burjuva demokratik parlamenter cumhuriyetten daha iyi olacağını söyledik. Eğer böylesine detaylı-eksiksiz, dikkatli-tedbirli ve uzun süreli hazırlığımız olmasaydı, Ekim 1917 de, ne zaferi kazanabilir, ne de zaferi sağlamlaştırabilirdik.” (2)

Bir Marksist Leninist , “olabilecek olandan değil, gerçek olandan hareket edeceği” (3) gerçeğinden yola çıkarsak, her hangi bir özgülde seçim yapmak zorunda kaldığında, onun Otokrasi ve Cumhuriyet arasındaki tercihi bellidir.
“Geriye dönüş” ve “ileriye dönük” adımlar, kelimelerin sözlük anlamıyla değil, bunların siyasi içeriği ve emekci halkların, onların mücadelesinin çıkarları temelinde ele alınarak kullanılması gereken kavramlardır. Türkiyede “geriye dönüş” sözlük anlamında, biçimsel bir içerikte ele alınarak, meclisin tamamıyle işlevsiz hale getirildiği Otokrasi gerçeğine karşı, kurucu meclisli bir burjuva Cumhuriyet” asgari gündemin bir alternatifi olmadığı ve olamıyacağı iddiası yapılıyor. Bunu yaparken de Lenin den en popüler yapılan alıntı şu;
“”Bir cumhuriyet nasıl bir maskeye bürünürse bürünsün, ne denli demokratik olursa olsun, eğer o bir burjuva cumhuriyeti ise, eğer o toprak ve fabrikaların özel mülkiyetini koruyorsa ve eğer özel sermaye toplumun tümünü ücret köleliği içinde tutuyorsa, yani eğer bir cumhuriyet, bizim parti programımızda ve Sovyet anayasasında söylenen her şeyi gerçekleştirmiyor ise, o zaman bu devlet, bazı insanların, ötekiler tarafından ezilmesi için bir makinedir.”” (4) Bu değerlendirme tabiki doğru. Ancak bu değerlendirme bütününden, Marksizmin diyalektiğinden, somut güçler dengesinden, devrimci durumun öznel ve nesnel şartlarının varlığı ya da yokluğu somut değerlendirmesinden kopartılıp sunulamaz. Bu tür yaklaşım bir Marksist Leninistin yaklaşımı değildir, olamaz. Bir Marksist Leninist teorileri bir kırpma olarak değil, özgülle bağlantılı olarak, bir bütünlük içinde sunar.
Anarşistlerle Marksist Leninistlerin Cumhuriyet üzerine yaklaşımlarının arasındaki farkı belirtmek için konu üzerine Lenin şöyle devam eder;

“”Engels, tıpkı bir krallıkta olduğu “kadar”, demokratik bir cumhuriyette de, devletin “bir sınıfın bir başka sınıfı baskı altında tutmasına yarayan bir makine”den başka bir şey olmadığını söylerken, bu sözleriyle hiçbir zaman, bazı anarşistlerin “iddia ettikleri” gibi, baskı biçiminin şöyle ya da böyle olmasının proletarya bakımından önem taşımadığını anlatmak istemez. Sınıf savaşımının ve sınıfları baskı altında tutmanın daha geniş, daha özgür, daha açık bir biçimi, proletaryanın genel olarak sınıfların ortadan kalkması için yürüttüğü savaşımı büyük ölçüde kolaylaştırır.“” (5)

Yani bu “kırpmacı”ların ima etmeye çalıştıklarının tersine, Lenin, bir burjuva sistemi olarak Cumhuriyeti ilke olarak dışlamaz. Sınıf mücadelesinin bir tek sıçramadan değil, uzun bir mücadele sürecinden geçtiğini vurgulayan Lenin, feodalizme, otokrasiye ve bu tip sistemlere karşı, (devrimci durum ve şartları olgunlaşmadığı sürece) Cumhuriyet in, emekci halklar ve onların mücadelesi çıkarına kullanabileceği bir alternatif olarak görür.
Lenin bunu çok açık ve net bir şekilde, gene özgül gündemle ilgili olan şu sözleriyle özetler;

“””O (Sosyalist), burjuva demokratik rejimi, burjuva feodal mutlakiyet rejimine oranla onayladığını söylemekten hiçbir zaman korkmamıştır ve hiçbir zaman korkmayacaktır. Ama o, burjuva cumhuriyeti, sadece sınıf egemenliğinin son biçimi olarak, sadece proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımına en elverişli alan olarak “onaylar”; o, onu hapishaneleri ve polisi, mülkiyeti ve fuhuşu nedeniyle değil, ama bu sevimli kurumlara karşı geniş ve özgür bir savaşım ereğiyle onaylar.“” (6)

Ezberci slogancıların tek düze yaklaşımlarının tersine, Lenin in Cumhuriyet anlayışı, sınıfsal anlamda da, sınıf mücadelesi çıkarları anlamında karmaşık değildir.

Sınıf mücadelesi çıkarlarına bağımlı olarak “”Cumhuriyet”, der Lenin, “kapitalist toplumun siyasal üst yapısının olası biçimlerinden biridir, üstelik bugünkü koşullar altında en demokratik biçimidir.” (7)

Görüldüğü gibi, kırpılmış, sloganlaştırılmış tek düze, her dönem ve şarta uygun genel görüşün tersine, Leninin Cumhuriyet konusunda görüşleri açık ve netdir. Özellikle içinde bulunduğumuz dönemde, bunu olduğundan farklı biçimde yansıtmak, Leninistlerin değil, ya anarşistlerin ya da sinsi gericilerin işi olabilir. Lenin Üçüncü Kongre de Anarşistleri; “ işimiz cumhuriyet kurmak değilmiş! İşimiz yalnızca eleştiri özgürlüğü elde etmekmiş. Anarşist düşüncelere kapılınca anarşist bir dil kullanılır””, “cumhuriyet ivedi bir gereksinme değilmiş!” diyerek alaycı bir şekilde eleştirdikten sonra ;

“İşte sorunun düğüm noktası budur. Anarşist düşüncelerin en katıksız oportünizmle içiçe geçtiği yer burasıdır” der. (8)

Ne anlatmak istiyor bu Marksist Leninist görüş bütünlüğünden ve devamından”kırpılmış” alıntıyla dini gerici otokrasinin söylemlerini, “her yıl yeni olan eski bir hikaye” ile “sol” dan onaylayanlar? Kimisi kendi etnik eğilimi için “burjuva cumhuriyeti” ileri bir adım, ama otokratik TR için “geri bir adım” olarak gören, ya da var olan TR burjuva devleti ile uzlaşma peşinde koşan Burjuva Milliyetciler, kimisi bunları saflarına kazanmaya çalışan, “doğru” lar yerine, “moda” olan görüşlerle parsa toplamaya çalışan oportunistler, kimisi anarşist, ve bir kısmıda “okuma tembelliğinden” ezberciliği seçenler.

Gelinen yerde hala işlevli bir “parlementer cumhuriyet” in varlığını savunmak için darkafalı ve kör olmak gerekir. Var olan siyasi sistem dini gerici Otokratik bir sistemdir. Marksist Leninistlerin değerlendirmeleri ve alacağı tavır, her zaman, özgülde ve genelde, istisnasız, emekci halkların ve onların mücadelesinin çıkarları temelinden yola çıkar. Sosyal ve siyasal değişimler, biçimsel olsa bile, emekci halkların ve onların mücadelesiyle direk ilgilidir.
Var olan “otokrasi” dir, gündemde olan bu Otokrasinin yıkılmasıdır. Sosyalist Devrimin öznel ve nesnel şartları varsa, devrim sloganı atılır, gündemde olan sosyalist Cumhuriyetin kurulması olur. Ama bu şartların olmadığı durumlarda, burjuva Cumhuriyete karşı otokrasi yi, bırakın Marksist Leninistleri bir yana, ilericiler değil, sadece gericiler tercih eder. Sorun burjuva Cumhuriyeti nihai hedef olarak görmek, ya da göstermek değildir. Konuyu bu tür yansıtmak burjuva demagojisidir, alıntılardan görüldüğü gibi, hızlı sol lafazanlık ve mücadeleden kaçıştır.

Var olan somut şartlar altında, gündemdeki sorun demokratik haklar, sorun otokrasinin yıkılması, ve devamında burjuvaziye karşı “daha geniş ve daha özgür bir savaşım” ortamı yaratma sorunudur.
Sorun sınıf mücadelesi sürecininin hızlandırılması, bu şartların oluşmasını sağlayacak ortamın yaratılması sorunudur. Hızlı sol sloganlar arkasına saklanan oportunistler ve “hemen yarın devrim”ci anarşistler, süreç içindeki bu dönemleri “devrimi” erteleme olarak göstermeye çalışırlar.
Lenin bu konuda da açık ve netdir;

Proleterya’ya için, burjuva toplumunda, siyasal özgürlük ve demokratik bir cumhuriyet için mücadele, burjuva sistemini devirecek olan toplumsal devrim mücadelesinde gerekli aşamalardan sadece biridir. Temel olarak farklı olan aşamalar arasında kesin bir ayrım yapmak, kendilerini ortaya çıkaran koşulları ciddi bir şekilde incelemek, kişinin nihai amacını süresiz olarak ertelemesi, ya da ilerlemeyi yavaşlatması anlamına gelmez. Tam tersine, bu, ilerlemeyi hızlandırmak ve nihai amaca ulaşmayı en hızlı ve en güvenli şekilde gerçekleştirmek amacındadır. (9)

Bunu, özellikle Otokratik bir ortamda anlamayanları eleştiriken Lenin şunları söyler;

“… RSDİP önüne acil siyasi görev olarak çarlık otokrasisinin devrilmesini, ve yerine demokratik cumhuriyetin getirilmesini koyar…. İnsan bunun yanlış anlaşılmasının imkansız olduğunu düşünür; “acil” görev otokrasinin devrilmesi, ve onun yerine, özgürlükleri güvence altına alan cumhuriyetin getirilmesidir.” (10)

Stalin aynı konu üzerine şunları söyler;

“”Siyasi özgürlük, en iyi ve en tam haliyle bir demokratik cumhuriyette sağlanır, elbette ki, kapitalizm koşullarında ne kadar sağlanabilirse. Bu nedenle, proleter sosyalizmin bütün savunucuları, sosyalizme [geçişte] en iyi “köprü” olarak, bir demokratik cumhuriyetin kurulması için mutlaka çaba gösterirler.

İşte bunun için, bugünkü koşullarda, Marksist program iki bölüme ayrılmıştır: hedefi sosyalizm olan azami program, hedefi demokratik cumhuriyet aracılığıyla sosyalizme giden yolu açmak olan asgari program.” (11)

Engels in “Partimizin ve işçi sınıfının, egemenliğe ancak demokratik bir cumhuriyet biçimi altında ulaşabileceği son derece açık bir şeydir. Demokratik cumhuriyet.., proletarya diktatoryasının da özgül biçimidir…” sözlerini ele alan Lenin,”Engels” der,
” burada, Marks’ın bütün yapıtlarını kırmızı bir çizgi gibi işaretleyen o temel düşünü, yani demokratik cumhuriyetin proletarya diktatörlüğüne götüren en kısa yol olduğu düşününü özellikle belirgin bir duruma koyarak, yeniden ele alır.” (12) Burjuva iktidarlarının biçimlerinin emekçi halkların ve onların mücadelesi açısından önemli olmadığını iddia eden “hızlı sol” ve “anarşistler” e dönük, Lenin şunları söyler;

“Kapitalizmden kapitalizme fark vardır. Kara – Yüz – Oktobrist (gerici, faşist olarak algılayabiliriz) kapitalizmi ve Na­rodnik (gerçekçi, demokratik , faaliyet dolu) kapitalizmi var. Biz kapitalizmin “aç gözlülüğünü ve zalimliği” ni işçilere ne kadar fazla teşhir edersek, birinci tür kapitalizmin ayakta kalması o kadar güç olur ve kapitalizm o kadar ikinci tür kapitalizme dönüşmek zorunda kalır. Bu tam bize (istediğimize) uygun düşer, tam proletaryanın (istediğine) uygun düşer... (13)

Şu yukarda verilen alıntılarla ezberci, bütün lüğünden kopartılmış “her yıl tekrarlanan” alıntıyı bir araya getirirsek, Marksist Leninistlerin Cumhuriyet konusundaki görüşlerinin tek düze olmadığını ve çok açık ve net olduğunu görebiliriz. Marksist Leninistler burjuva cumhuriyetini bir son amaç, Sosyalist Cumhuriyete bir alternatif olarak görmezler. Emekçi halkların ve mücadelenin çıkarları bakış açısıyla, kurucu meclisli bir Burjuva Cumhuriyetin, feodal, otokratik , faşist bir”cumhuriyet”den daha iyi olduğunu, ama Sosyalist bir Cumhuriyetin hepsinden daha iyi olduğunu savunurlar. Ve marksist Leninistler ” burjuva demokratik rejimi, burjuva feodal mutlakiyet rejimine oranla onayladığını söylemekten hiçbir zaman korkmamıştır ve hiçbir zaman korkmayacaklardır.”(2) Tercih Sosyalist Cumhuriyetdir, ancak var olan şartlar buna imkan vermiyorsa, dini gerici Otokrasiye karşı tercih, bu nihai amaç doğrultusunda kullanılması için, demokratik Cumhuriyetdir. Gerisi safsata dır, boş lafazanlıktır, gerçekler yerine hayaller , doğrular yerine “moda” olan sloganlar peşinde küçük burjuva duyguları tatmin edici veya oportunist parsa toplama pratiğidir.

Erdoğan A – Yeniden Demokrasi
2 Kasım, 2019

NOTLAR
(1) Lenin, Devrimci slogancılık – lafazanlık
(2) Lenin, Bolşevizm tarihin ana aşamaları
(3) Lenin, Taktik üzerine mektuplar (4) Lenin, Devlet, Sverdlov Üniversitesinde Verilen Bir Ders (5) Lenin, Devlet ve Devrim, marksın iç savaşının 1891 önsözü (6) Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü (7) Lenin, Ekonomik Tahlil Nedir? (8) Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği (9) Lenin, Otokrasi ve Proletarya (10) Lenin, Reformistlerin Platformu ve Devrimci Sosyal-Demokratların Platformu,
(11) Stalin, Stalin Anarşizmmi Sosyalizmmi (12) Lenin, Devlet ve Devrim, Anarşistlerle polemik, Erfurt Program tasarısının eleştirisi (13) Lenin, Maksim Gorkiye Mektup

Cumhuriyet Halk Partisi’nin halkla birlikte zor koşullarda var ettikleri……

1923 – Cumhuriyet Halk Partisi Kuruldu. (9 Eylül 1923)
1923 – CHP Genel Başkanlığına Mustafa Kemal Atatürk seçildi. (11 Eylül 1923)
1923 – Ankara Başkent ilan edildi. (13 Ekim 1923)
1923 – Cumhuriyet ilan edildi (29 Ekim 1923)
1923 – Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu kuruldu.
1924 – Hilafet kaldırıldı.
1924 – Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) kabul edildi.
1924 – İlköğretim zorunlu hale getirildi…
1924 – Lozan Antlaşması yürürlüğe girdi.
1924 – Gölcük’te ilk tersane ünitesi kuruldu.
1924 – Devlet Demiryolları kuruldu.
1924 – İstanbul – Ankara arasında ilk yolcu uçağı seferi yapıldı.
1924 – Türkiye İş Bankası kuruldu.
1924 – Türk Kadınlar Birliği kuruldu.
1924 – Ankara ilk planlı şehir olarak tanzim edildi.
1924 – Cumhurbaşkanlığı Orkestrası kuruldu.
1924 – Türkiye Tütüncüler Bankası kuruldu.
1924 – İlk milli sigorta Anadolu Sigorta faaliyete geçti.
1924 – Bursa’da Karacabey Harası kuruldu.
1924 – Milli Sahne Ankara’da ilk tiyatro olarak kuruldu.
1924 – Topkapı Sarayı müze olarak ziyarete açıldı.
1924 – Türkiye Cumhuriyeti yazılı ilk madeni para tedavüle çıktı.
1924 – Atatürk’ün önerisiyle ismini de verdiği Cumhuriyet Gazetesi yayına başladı.
1925 – Danıştay kuruldu.
1925 – Türk Hava Kurumu (Türk Tayyare Cemiyeti) kuruldu.
1925 – İstanbul’da Liman İşleri inhisarı kuruldu.
1925 – Osmanlı’da köylülerden alınan Aşar Vergisi kaldırıldı.
1925 – Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü kuruldu.
1925 – Sanayi ve Madenler Bankası kuruluş kanunu kabul edildi.
1925 – 1920’de Atatürk tarafından kurulan Anadolu Ajansı bir anonim şirkete dönüştürüldü.
1925 – Ticaret ve Sanayi Odaları Kanunu kabul edildi.
1925 – Gazi Orman Çiftliği kurulmaya başlandı.
1925 – Eskişehir Cer Atölyelerinde demiryolu malzemesi üretecek birimler hizmete girdi.
1925 – Adana Mensucat Fabrikası üretime başladı.
1925 – Türkiye’nin ilk betonarme köprüsü Menderes Nehri üzerine yapıldı.
1925 – İlk Cumhuriyet altını basıldı.
1925 – Adana ve Bergama Müzeleri açıldı.
1925 – Tayyare Cemiyeti’nin katkılarıyla Ankara’da Türk yapımı ilk planör uçuruldu.
1925 – Şeker Fabrikaları kurulmasına ilişkin kanun kabul edildi.
1926 – Demir Çelik Sanayiinin kurulmasına ilişkin kanun yayımlandı.
1926 – Uluslararası saat ve takvim uygulanmasına başlandı.
1926 – Türk Medeni Kanunu yürürlüğe girdi. Kanunla kadın erkek eşitliği sağlandı.
1926 – Türk Telsiz Telefon Şirketi kuruldu

1926 – Eskişehir Uçak Bakım İşletmesi açıldı.
1926 – Yabancı gemilere tanınan ayrıcalıkları kaldıran Kabotaj Kanunu yürürlüğe girdi.
1926 – İlk şeker fabrikası olan Alpullu Şeker Fabrikası işletmeye açıldı.
1926 – Ankara otomatik telefonu işletmeye açıldı.
1926 – İstanbul’da inşaat demiri üreten ilk haddehane açıldı.
1926 – Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri kuruldu.
1926 – Amasya, Sinop ve Tokat Müzeleri açıldı.
1926 – Kayseri Uçak ve Motor Fabrikası açıldı. 1950’li yıllarda Adnan Menderes hükümetince kapatılana kadar bu fabrikada toplam 112 savaş uçağı üretildi.
1926 – Bakırköy Çimento Fabrikası kuruldu.
1926 – Uşak Şeker Fabrikası işletmeye açıldı.
1927 – Teşviki Sanayi Kanunu kabul edildi.
1927 – Bünyan Dokuma Fabrikası hizmete girdi.
1927 – Ankara – Kayseri demiryolu açıldı.
1927 – Emlak ve Eytam Bankası kuruldu.
1927 – İstanbul Radyosu yayınlarına başladı.
1927 – Samsun – Havza – Amasya demiryolları açıldı.
1927 – Bursa Dokumacılık Fabrikası açıldı.
1927 – Eskişehir Bankası kuruldu.
1927 – Ankara Arkeoloji Müzesi ve Sivas Müzesi kuruldu.
1927 – Okullarda karma eğitime geçildi.

1927 – İlk basketbol ligi düzenlendi.
1927 – İlk Köy Öğretmen Okulu Kayseri’de açıldı.
1927 – Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kağıt parası tedavüle çıkarıldı.
1927 – İzmir Müzesi açıldı.
1927 – Ankara’da Çocuk Sarayı açıldı.
1927 – İlk düzenli radyo yayını İstanbul’da başladı.
1928 – Laiklik Cumhuriyetin temel ilkesi olarak kabul edildi.
1928 – Anadolu Demiryolu Şirketi yabancılardan satın alındı.
1928 – Haydarpaşa-Eskişehir-Konya ve Yenice-Mersin Demiryolları yabancılardan satın alındı.
1928 – Ankara Çimento Fabrikası açıldı.
1928 – Türk halkına okuma-yazma öğretmek için Millet Mektepleri açıldı.(1936’ya kadar 16-45 yaş arasındaki yaklaşık 3 milyon kişiye temel eğitim verildi.)
1928 – Ankara Numune Hastanesi açıldı.
1928 – Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü kuruldu.
1928 – Türk Eğitim Derneği (TED) Atatürk’ün koruyuculuğunda Ankara’da kuruldu.
1928 – Türk Vatandaşlığı Yasası kabul edildi.
1928 – İstanbul Bomonti’de Türk Mensucat Fabrikası hizmete girdi.
1928 – Amasya – Zile demiryolu açıldı.
1928 – Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki hakkındaki kanun kabul edildi.
1928 – Malatya Elektrik Santralı açıldı.
1928 – İlk defa Kadınlar Mahkemelerde Avukat olarak görev aldılar.
1928 – Kütahya – Tavşanlı demiryolu açıldı.
1928 – İstanbul’da Üsküdar, Bağlarbaşı ve Kısıklı’da tramvay hatları açıldı.
1928 – Ankara’nın ilk büyük oteli Ankara Palas açıldı.
1928 – Gaziantep’te Mensucat Fabrikası işletmeye açıldı.
1929 – Mersin- Adana demiryolu yabancılardan satın alındı.
1929 – Ankara ile İstanbul arasında telefon konuşmaları başladı.
1929 – Ayancık Kereste Fabrikası açıldı.
1929 – Trabzon Vizera Hidroelektrik Santralı hizmete girdi.
1929 – İstanbul’da Fatih-Edirnekapı tramvay hattı hizmete girdi.
1929 – Anadolu-Bağdat, Mersin- Tarsus Demiryolları yabancılardan satın alındı.
1929 – Haydarpaşa Limanı yabancılardan satın alındı.
1929 – Kütahya- Emirler, Fevzipaşa-Gölbaşı demiryolları açıldı.
1929 – Deniz Ticaret Kanunu kabul edildi.
1929 – Paşabahçe Rakı ve İspirto Fabrikası açıldı.
1929 – Yeni Türk harfleriyle ilk posta pulları basıldı.
1930 – Ankara – Sivas Demiryolu Hattı ulaşıma açıldı.
1930 – Kadınlar Belediyelerde seçme ve seçilme hakkı kazandı.
1930 – Ankara’da Ziraat Enstitüsü kuruldu.
1930 – Kayseri – Şarkışla demiryolu açıldı.
1930 – Türkiye Gazeteciler Birliği kuruldu.
1930 – İstanbul Galata Köprüsü’nden 70 yıldan beri alınan köprü geçiş ücreti kaldırıldı.
1930 – Ankara Etnografya Müzesi halka açıldı.
1931 – Bursa- Mudanya demiryolu yabancılardan satın alındı.
1931 – Gölbaşı – Malatya demiryolu açıldı.
1931 – 10 ilde Bölge Sanat Okulları açıldı.
1931 – Çocuk Esirgeme Kurumu kuruldu.
1931 – Tekel Genel Müdürlüğü kuruldu.
1931 – Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kuruldu.
1931 – Uluslararası ölçü birimleri kabul edildi.
1931 – Türk Tarih Kurumu kuruldu.
1932 – Devlet Sanayi Ofisi (DSO) kuruldu.
1932 – Samsun- Sivas demiryolu açıldı.
1932 – Diyarbakır Tekel Rakı Fabrikası açıldı.
1932 – Sanayi Teşvik Kanunu ile toplam 1473 işletme teşvikten yararlandırıldı.
1932 – İzmir Rıhtım İşletmesi yabancılardan satın alındı.
1932 – Türkiye Sanayi Kredi Bankası kuruldu.
1932 – Kütahya – Balıkesir demiryolu açıldı.
1932 – Ulukışla – Niğde demiryolu açıldı.
1932 – Halkevleri açıldı. (1951’de Adnan Menderes hükümetince kapatıldıklarında 478 Halkevi, 4322 Halk Odası vardı.
1932 – Türk Dil Kurumu kuruldu.
1932 – Türkiye Milletler Cemiyetine üye oldu.
1933 – Eskişehir Şeker Fabrikası açıldı.
1933 – Sümerbank resmen faaliyete geçti.
1933 – İstanbul – Ankara arasında düzenli uçak seferleri başladı.
1933 – Adana-Fevzipaşa demiryolu açıldı.
1933 – Ulukışla – Kayseri demiryolu açıldı.
1933 – Yerel Yönetimlere finansal yardım için İller Bankası kuruldu.
1933 – İstanbul Üniversitesi kuruldu.
1933 – Zonguldak Yatırım Bankası ve Kayseri Milli İktisat Bankası kuruldu.
1933 – Havayolları Devlet İşletmesi kuruldu.
1933 – Samsun- Çarşamba demiryolu hattı yabancılardan satın alındı.
1933 – Halk Bankası kuruldu.

1933 – Ankara’da Yüksek Ziraat Enstitüsü açıldı.
1934 – Bandırma- Menemen- Manisa demiryolu yabancılardan satın alındı.
1934 – İlk Türk Operası sahnelendi.
1934 – Kadınlar birçok Avrupa ülkesinden önce genel seçimlerde seçme/seçilme hakkı kazandı.
1934 – İzmir-Kasaba demiryolu yabancılardan alınarak devletleştirildi.
1934 – Keçiborlu Kükürt Fabrikası üretime başladı.
1934 – Soyadı Kanunu kabul edildi.
1934 – Turhal Şeker Fabrikası açıldı.
1934 – Isparta Gülyağı Fabrikası üretime başladı.
1934 – Kayseri Uçak ve Motor Fabrikasında yapılan ilk uçağın deneme uçuşu yapıldı.
1934 – Basmane İzmir – Afyon demiryolu yabancılardan satın alındı.
1934 – Sümerbank Bakırköy Bez Fabrikası’nın açılışı yapıldı.
1934 – İlk Süttozu Fabrikası Bursa’da açıldı.
1934 – Zonguldak Kömür Yıkama Fabrikası işletmeye açıldı.
1934 – Demiryolu Elazığ’a ulaştı.
1935 – Haftasonu tatili Cumartesi-Pazar olarak kabul edildi.
1935 – Aydın Demiryolları yabancılardan satın alındı.
1935 – MTA Enstitüsü kuruldu.
1935 – ETİBANK kuruldu.
1935 – Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş. kuruldu.
1935 – Türkkuşu kuruldu.
1935 – İstanbul Rıhtım Şirketi yabancılardan satın alındı.
1935 – Ankara’da troleybüs hattı işletmeye açıldı.
1935 – Fevzipaşa-Ergani-Diyarbakır demiryolları açıldı.
1935 – İlk Arkeolojik kazılar Alacahöyük’te başladı.
1935 – Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası üretime başladı.
1935 – Zonguldak Türk Antrasit Fabrikası işletmeye açıldı.
1935 – Afyon – Isparta demiryolu açıldı.
1935 – Sümerbank Kayseri Dokuma Fabrikası’nın açılışı yapıldı.
1935 – Ankara Mamak’ta Gaz Maskesi Fabrikası açıldı.
1935 – Ayasofya müze olarak ziyarete açıldı.
1935 – Ankara’da Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi açıldı.
1936 – Kabotajın Deniz Yolları İdaresi’ne geçmesi sağlandı.
1936 – Ankara Çubuk Barajı açıldı.
1936 – Motreux Boğazlar Sözleşmesi imzalandı.
1936 – Çanakkale ve İstanbul Boğazlarında askerden arındırılmış bölgelere Türk askerleri yerleştirildi.
1936 – Ankara’da Devlet Konservatuarı açıldı.
1936 – Edirne-Sirkeci Şark Demiryolları yabancılardan satın alındı.
1936 – Haydarpaşa Numune Hastanesi hizmete girdi.
1936 – Sümerbank Malatya İplik ve Bez Fabrikası kuruldu.
1936 – İzmit Kağıt ve Karton Fabrikası hizmete girdi.
1936 – Elazığ Şark Kromları İşletmesi kuruldu.
1936 – İzmir Enternasyonal Fuarı açıldı.
1936 – İzmir Havagazı Şirketi yabancılardan satın alındı.
1936 – İstanbul Telefon Şirketi yabancılardan satın alındı.
1936 – SEKA’nın İzmit’teki fabrikasında ilk kağıt üretildi.
1936 – Ankara 19 Mayıs Stadyumu hizmete açıldı.
1937 – Sümerbank Konya Ereğlisi Dokuma Fabrikası üretime başladı.
1937 – Ziraat Bankası Kanunu kabul edildi.
1937 – Kozlu Kömür İşletmeleri yabancılardan satın alındı.
1937 – Çatalağzı – Zonguldak demiryolu açıldı.
1937 – İstanbul Resim Heykel Müzesi açıldı.
1937 – Ankara’da ilk Bira Fabrikası kuruldu.
1937 – Toprakkale – İskenderun demiryolu yabancılardan satın alındı.
1937 – Ankara’da Motorlu Tayyarecilik Okulu açıldı.
1937 – Urfa’da Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği açıldı.
1937 – Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası açıldı.
1937 – Denizbank kuruldu.
1937 – İstanbul ve Trakya Demiryolları yabancılardan satın alındı.
1937 – Diyarbakır – Cizre Demiryolu açıldı.
1937 – Yozgat Termo-Elektrik Santralı hizmete girdi.
1938 – Gemlik Suni İpek Fabrikası açıldı.
1938 – İzmir Telefon Şirketi yabancılardan satın alındı.
1938 – Ankara Radyoevi hizmete girdi.
1938 – Divriği Demir Madenleri üretime başladı.
1938 – Bursa Merinos Fabrikası faaliyete geçti.
1938 – Murgul Bakır İşletmeleri satın alındı.
1938 – Türk askerleri Hatay’a girdi.
1938 – Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü kuruldu.
1938 – Devlet Havayolları Genel Müdürlüğü kuruldu.
1938 – Eskişehir İspirto Fabrikası açıldı.
1938 – İstanbul Elektrik Şirketi yabancılardan satın alındı.
1938 – Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) kuruldu.
1938 – Sivas – Erzincan demiryolu açıldı.
1938 – Giresun’da Fiskobirlik kuruldu.
ATATÜRK’ün VEFATINDAN SONRA
1939 – Ergani Bakır İşletmesi hizmete girdi.
1939 – Karabük Demir Çelik Kok Fabrikası üretime başladı.
1939 – İstanbul’da yabancıların işlettiği Tramvay Şirketi tesislerini hükümete devretti.
1939 – İstanbul’daki Tünel İşletmesi tüm tesislerini hükümete devretti.
1939 – Bursa ve Mersin elektrik tesisleri devletleştirildi.
1939 – Adana Elektrik Şirketi devletleştirildi.
1939 – Sivas Demiryolu Makinaları Fabrikası kuruldu.
1939 – Aydın’da 4000 köylüye toprak dağıtıldı.
1939 – İstanbul’da İETT kuruldu.
1939 – Fransız askerleri Hatay’dan çıkartıldı, Hatay Türkiye’ye katıldı.
1939 – Karabük Demir Çelik Fabrikası Yüksek Fırınları hizmete girdi.

1939 – Ankara Havagazı Şirketi devletleştirildi.
1939 – Karabük Demir Çelik Boru Fabrikaları hizmete girdi.
1939 – Milli Piyango İdaresi kuruldu.
1939 – Unkapanı Atatürk Köprüsü açıldı.
1939 – İlk Türk denizaltısı Haliç’te denize indirildi.
1939 – Sivas – Erzurum demiryolu açıldı. Cumhuriyetin ilk 15 yılında yapılan demiryolu 3.000 km’ye ulaştı.
1939 – Tekirdağ Şarap Fabrikası hizmete açıldı.
1940 – Kozabirlik kuruldu.
1940 – Türk Petrol Şirketi kuruldu.
1940 – Köy Enstitüleri kuruldu. (Toplam sayısı 21’i bulan köy enstitüleri 1954 yılında Adnan Menderes Hükümeti tarafından tamamen kapatıldı.)
1940 – İstanbul Radyo İstasyonu hizmete girdi.
1940 – Ereğli Kömür İşletmesi kuruldu.
1940 – Haliçte yapılan İkinci Türk denizaltısı donanmaya katıldı.
1940 – Taksim Gezi Parkı İstanbul’da açıldı.
1940 – Eğitim amaçlı Halk Odaları kuruldu. İlk etapta 141 Halk Odası açıldı.
1940 – Ankara’da Milli Halk Kütüphanesi açıldı.
1940 – Garp Linyitleri İşletmesi kuruldu.
1941 – Gebere Barajı açıldı.
1941 – Petrol Ofisi kuruldu.
1941 – Türk Hava Kurumu Ankara’da uçak fabrikası kurdu.
1941 – THY Yurtiçi uçuş merkezlerinin sayısı 11’e çıktı.
1942 – Ankara Etimesgut’ta üretilen ilk Türk uçağı deneme uçuşları yaptı.
1942 – Türk Devrim Tarihi Enstitüsü kuruldu.
1942 – İlköğretim seferberliği başladı.
1942 – Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü açıldı.
1942 – Dalaman ve Hatay Devlet Üretme Çiftlikleri kuruldu.
1942 – Bursa, Denizli, Mersin, Çorum ve Urfa’da Kız Sanat Enstitüleri açıldı.
1942 – İlk büyük Türk ilaç fabrikası Eczacıbaşı İlaç Fabrikası Levent’te açıldı.
1942 – Atatürk Devrim Müzesi açıldı.
1943 – Ticaret ve Sanayi Odaları, Esnaf Odaları ve Ticaret Borsası Kanunu kabul edildi.
1943 – Zonguldak-Kozlu demiryolu hattı açıldı.
1943 – İstanbul’da Atatürk Bulvarı açıldı.
1943 – Ankara’da Gençlik Parkı açıldı.
1943 – Diyarbakır – Batman Demiryolu açıldı.
1943 – Seyhan Regülatörü açıldı.
1943 – Sivas Çimento Fabrikası açıldı.
1943 – İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü kuruldu.
1943 – İstanbul’da Yıldız Parkı açıldı.
1943 – Ankara Fen Fakültesi açıldı.
1944 – Türkiye Zirai Donatım Kurumu (TZDK) kuruldu.
1944 – İzmit Klor Alkali Fabrikası hizmete girdi.
1944 – İzmit Selüloz Fabrikaları işletmeye alındı.
1944 – Türk Hava Kurumu’nun Ankara’daki uçak fabrikasında 140 eğitim uçağı, ambulans uçakları ve çok sayıda planör üretildi.
(Ne yazık ki; Ankara, Kayseri ve Eskişehir’deki Uçak ve Uçak Motoru Fabrikalarının tamamı 1950’li yıllarda Adnan Menderes hükümeti tarafından kapatılmıştır.
1944 – İzmit’te Gazete ve Sigara Kağıdı Fabrikası açıldı.
1944 – Yeşilköy’de yerli sermaye ile üretilen ilk Türk özel yolcu uçağının denemesi yapıldı.
1944 – Anıtkabir’in temeli atıldı.
1944 – İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) kuruldu.
1944 – Mersin Limanı hizmete açıldı.
1944 – Gaziantep Havaalanı açıldı.
1944 – Fevzipaşa – Malatya ve Diyarbakır – Kurtalan demiryolları hizmete girdi.
1944 – Sakarya’da Ziraat Alet ve Makinaları Fabrikası üretime başladı
1944 – İzmir’de Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu açıldı.
1945 – Şirketi Hayriye devlet tarafından satın alındı.
1945 – Türkiye Birleşmiş Milletler’e kurucu üye olarak katıldı.
1945 – İskenderun Limanı hizmete girdi.
1945 – Türkiye ilk defa yerli ampul üretimine başladı.
1945 – Balıkesir, Van, Rize, Erzurum, Erzincan ve Çankırı’da liseler ve enstitüler açıldı.
1945 – Çiftçiyi ve Köylüyü Topraklandırma Kanunu kabul edildi.
1945 – Ormanlar koruma amacıyla devletin mülkiyetine geçti.
1945 – İstanbul – Londra ve İstanbul – Paris uçak seferleri başladı.
1946 – İş ve İşçi Bulma Kurumu hizmete başladı.
1946 – İşçi Sigortaları Kurumu yürürlüğe girdi.
1946 – İstanbul – Ankara arasında yataklı tren seferleri başladı.
1946 – Ankara Üniversitesi kuruldu.
1946 – Elazığ Tekel Şarap Fabrikası açıldı.
1946 – İstanbul ve Ankara Gazeteciler Cemiyeti kuruldu.
1946 – Türkiye’nin ilk çok partili seçimleri yapıldı.
1947 – Heybeliada Senatoryumu hizmete girdi.
1947 – İstanbul Açıkhava Tiyatrosu açıldı.
1947 – İşçi ve İşveren Sendikaları Kanunu kabul edildi.
1947 – Palu-Genç demiryolu açıldı.
1947 – Türkiye Dünya Sağlık Örgütüne üye oldu.
1947 – Rize Çay Fabrikası hizmete girdi.
1947 – Eskişehir Demiryolu Takım Fabrikası hizmete girdi.
1947 – İstanbul’da İnönü Stadyumu açıldı.
1948 – Köprüağzı – Maraş demiryolu açıldı. Açılan son demiryolu hattı oldu; çünkü 1950’deki Adnan Menderes hükümetinden itibaren demiryolu yapımları durduruldu.
1948 – Çatalağzı Termik Santralı hizmete girdi.
1948 – Türkiye Milli Talebe Federasyonu kuruldu.
1948 – Milli Kütüphane hizmete girdi.
1948 – Ankara Etimesgut’ta kurulan Uçak Motor Fabrikası hizmete girdi.
1949 – Porsuk Barajı açıldı.
1949 – Emekli Sandığı kuruldu.
1949 – Türkiye İnsan Hakları Bildirgesini onayladı.
1949 – Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü kuruldu.
1949 – İstanbul’da Kartal- Yalova araba vapuru hattı açıldı.
1949 – Sümerbank Ateş Tuğla Fabrikası Filyos’ta açıldı.
1949 – Muş’ta Alparslan Devlet Üretme Çiftliği kuruldu.
1949 – Murgul Bakır İşletmeleri üretime başladı.
1949 – Türkiye Avrupa Konseyi’ne kabul edildi.
1923 – 1950 arasında yapılan tüm bu eserler ve yatırımlar gerçekleştirilirken tek kuruş bile borç alınmamıştır.
Borç alınmadığı gibi Osmanlı’nın bıraktığı Düyun-u Umumiye borçları da ödenmiştir.
1929 -1932 arası Dünya tarihinde şu ana kadar yaşanan en büyük kriz olan “Dünya Ekonomik Bunalımı” dönemidir. Teğet geçmemiştir!
1939 – 1945 arası tüm dünyanın yıkıma sürüklendiği II. Dünya Savaşı dönemidir.

Bu dönemde tüm dünya kana bulanırken ve komşu ülkelerde bile milyonlarca insan ölürken; tek bir Türk vatandaşının burnu dahi kanamamıştır.
Genç Türkiye Cumhuriyetini kuran iradenin elbetteki hataları da olmuştur.
O günkü Türkiye’nin yoksulluğunu ve savaş zamanlarını göz önüne aldığımızda ne kadar zorluklar çekildiği ortadadır.
Örneğin; sık sık gündeme gelen şu camilerin kapatılırak depoya dönüştürülmesi konusunun gerçek yüzü şudur:
İkinci dünya savaşında sınırlara yığınak yapmak zorunda kalan orduyu doyurmak amacı ile köylüden toplanan hububat modern SİLO’lar olmadığı için camiler boşaltılarak SİLO yerine kullanılmıştır. Doğru olan yöntem de odur…

Peki bütün bu yapılan yatırımları ve emperyalizmin ellerinden alınarak devletleştirilen işletmeleri kimler tekrar emperyalistlere satmaya başladı? Adnan Menderes…
Son Söz:
Vatan; doyduğun ve mutlu olduğun yerdir.
Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti…

Kaynakça:
Mehmet Sağlam (düzenleme)
Bülent Özer

Sevgililerim, canlarım…

12 Martlardan, 12 Eylüllerden geçmiş, eski ve yeni, genç ve yaşlı onbinlerce insanımızla politik, sosyal ve sendikal örgütlenmelerde bulunmuş
bir fani, bir yaşlı öküz olarak, örgütlü halksız hiçbirşey yapılamayacağını tatlı-acı denemelerle az-çok öğrenmiş bir basit insan olarak yeniden ve yeniden başlamanın güzelliğini, mutluluğunu ve umudunu sizlerle de paylaşmaya devam etmek istiyorum.

İnanın ya da inanmayın ama bir düşünce olarak değerlendirin; köklü olarak “Batı cephesinde değişen bir şey yok!”

Yılgınlığa, bezginliğe ve umutsuzluğa kapılmadan… Nereden ve nasıl başlayıp ne yapmalı sorusunu sorarak yolumuza devam etmeliyiz…

İğneyi kendimize batırmadan önce çuvaldıza hiç dokunmayalım.

Aşağıdaki konuları yeniden ele almalıyız.

Kurtarıcı beklemek ve kurtarıcı olmak…

Yardım beklemek ve yardımcı olmak…

Liderlik sultası… Kişi ve bilgi hegemonyası…

Eleştiri ve özeleştiri…

Birbirimizi dinleme, anlama ve birbirimizle konuşma…

Duygu, düşünce ve davranış bütünlüğü ve tutarlılığı…

Yaşamın savunulabilmesi için nasıl örgütlenmek, nereden başlamak?

Olaylar ve ilişkiler zencirinin ana halkasını yakalamak ve zincirin diğer halkalarını arkasından sürükleyecek olan o ana halkaya var gücüyle asılmak…

Yaşam düşmanlarının en zayıf yumuşak karnına, güçlerimizin en irisini yığmak anlamında taktik ve stratejik düşünüp davranmak…

En güvenilmez kişi ve eğilimlerle bile geçici ittifaklardan korkmamak, ancak bu ittifaklarla cepheyi oluştururken, halkın gözünde ve gönlünde hem karşı tarafın hem de ittifak yaptıklarımızın maskesini düşürmek, özgücümüzün halkla bütünleşmesini sağlamak.

Halkın ve kendimizin en meşru, en somut ihtiyaçlarımızın üretimi ve paylaşımı için kollektif aksiyonu gelenekleştirmek…

Nezih Gençler

Erzurum ve Sivas’ta yüzde 15; Sakarya’da yüzde 14; Kayseri ve Maraş’ta yüzde 11.5; Konya ve Trabzon’da yüzde 10.5, Antep ve Samsun’da yüzde 10’luk oy kaybı yaşadı Cumhur İttifakı

✒️ Bülent Falakaoğlu yazdı | Sandıktan ‘faşizm’ mi çıktı?
evrn.sl/hXjF4v

kullanmaya başlamanın en iyi yolu veya için olan resmi uygulamalarımızdır, ancak aşağıdaki birçok üçüncü parti uygulamayı da görebilirsiniz. ”

joinmastodon.org/tr/apps

Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.