İŞÇİLER ÖRGÜTSÜZ MÜ?
4 Ocak 2022
Yıldırım Koç
www.yildirimkoc.com.tr
İşçi sınıfını diğer emekçi sınıf ve tabakalardan ayıran en önemli özelliklerden biri, örgütlenme ve toplu eylem yeteneğidir. Emekçi sınıf ve tabakaların içinde işçi sınıfının dışında esnaf-sanatkarlar ve küçük üretici köylüler de var. Ancak Türkiye’de bu toplumsal sınıfların böyle bir yeteneği, ne yazık ki, yok.
Esnaf-sanatkar, tekelci sermayenin perakende ticarete yönelmesiyle birlikte büyük bir çöküntü yaşıyor. Sözde Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu içinde örgütlüler. Ancak yaşanan büyük sıkıntılara rağmen en küçük bir kitlesel ve etkili tepkileri yok. Kaderlerine katlanıyor gibiler.
Küçük üretici köylüler artan mazot, gübre, tarım ilacı ve girdi fiyatlarından perişan durumda. Sözde Türkiye Ziraat Odaları Birliği içinde örgütlüler. Ancak açlıkla karşı karşıyayken ve elindeki avucundakini hızla yitirirken, en küçük bir kitlesel ve etkili tepkileri yok. Mezbahaya giden koyunlar gibiler.
İşçi sınıfı farklı.
İşçi sınıfının değişik örgütlenme biçimleri var.
Günümüzde bunlar içinde en önemlisi sendikalar.
İşçi sınıfını temsil etme iddiasında olan siyasi partiler de var.
Dernekler, vakıflar, sosyal medya üzerinden gerçekleştirilen platformlar da örgütlenme biçimleri.
Ancak genellikle gözden kaçırılan bir başka örgütlenme biçimi, özellikle belirli bir sürekliliği olan işyerlerindeki fiili örgütlülük durumlarıdır. Her işyerinde sözü geçen, sözü dinlenen deneyimli öncü işçiler vardır. Bir gelişme olduğunda, herkes Ahmet Abi’nin veya Ayşe Abla’nın ağzına bakar, onların sözünü dinler. Onlar, o güne kadarki davranışlarıyla fiili işçi önderleridir. İşyerinde resmen bir örgütlülük yoksa bile, önderliği kabul edilen işçiler vardır. İşler iyi gittiğinde işçiler siyasi görüşe, inanca, etnik kökene, vb. göre bölünür. Ancak işler kötü gittiğinde, ekmek kavgası onları bu kişilerin etrafında birleştirir.
Bazı sendikalardaki üyelik, esasında işçilerin veya memurların sermayeye veya hükümete karşı hak ve çıkarlarını korumaya yönelik bir örgütlenme olmaktan çok, işçileri ve memurları kontrol altında tutma çabasının bir parçasıdır. Bu nedenle, bazen örgütlü gibi gözüken gerçekte örgütsüzdür; örgütsüz gibi gözüken gerçekte örgütlüdür.
Buna karşılık bazı işyerlerindeki fiili örgütlenme, ihtiyaç duyulduğunda yanlış sendikal politikalara karşı da tavır alabilecek, gerektiğinde sermayeye ve siyasal iktidarlara kafa tutabilecek yapılardır. Örneğin, 15-16 Haziran 1970 eyleminde işyerlerindeki direniş komiteleri önemlidir. 1989 Bahar Eylemleri ilk başta sendikaların dışında, işyerlerindeki fiili önderlerin öncülüğünde gelişti; sendikaların eylemlere sahip çıkması daha sonradır. 2015 yılında Bursa’da Renault, Tofaş ve diğer işyerlerinde başlayan ve ardından Gölcük ve Eskişehir’e de sıçrayan büyük işçi eylemlerinin hedefinde, öncelikli olarak işyerinde örgütlü bulunan sendika vardı. İşçileri yönlendirenler, işçilerin kendi aralarından seçtikleri öncü işçilerdi.
İşçilerimiz gerçekçidir, sırtlarında yumurta küfesi taşıdıkları için de ihtiyatlıdır. Mecbur kalmadıkça risk almaz. Köpeğe dalaşmak yerine çalıyı dolaşmayı yeğlerler. Ancak başka çareleri kalmadığında risk alırlar. Ancak hayat zorladığında, esnaf-sanatkarın ve küçük üretici köylülüğün yapamadığı büyük işleri başarırlar. Buradaki ölçüt, hayatın zorlamasıdır; yaşayabilmek için başka çare bırakmamasıdır. O nokta geldiğinde, son derece ihtiyatlı bir biçimde başlayan bir süreç, kısa bir sürede kitle eylemlerine dönüşür. Ben bu süreci, akşam vakti Kızılay’da yayalara kırmızı ışık yanarken bekleyen insanların tavrına benzetiyorum. Yayalara kırmızı ışık yanıyordur, ancak dolmuşa yetişilecek, metroya binilecek, eve gidilecektir. Karşıya geçmek için önce birkaç kişi bir adım atar. Arkadan üç beş kişi daha harekete geçer. Sonra da bir anda bekleyen birkaç yüz kişi, yayalara kırmızı ışık yanarken karşıya geçmiştir bile. Hiçbir trafik polisi, bu kişilere müdahale etmez, edemez. İşçi sınıfımız ne zaman adım atılacağını gerçekten gayet iyi bilir.
Dıştan bakıldığında örgütsüz gibi gözüken kitle, bir anda gerçek örgütlülüğünü eyleme yansıtır.
İlginç bir süreç yaşıyoruz.
Eskiden İstanbul’da Haliç’in çevresinde, Levent ve Kartal-Pendik bölgelerinde yoğunlaşmış olan sanayi kuruluşları günümüzde organize sanayi bölgelerinde, serbest bölgelerde, Çerkezköy-Çorlu-Lüleburgaz üçgeninde, Gebze ve Bandırma civarında yoğunlaşmış durumda. Bu işyerlerinde çalışan işçiler arasında günümüzde fazla bir ilişki yok. İşçiler işyerlerine servis araçlarıyla geliyor ve servis araçlarıyla işyerinden ayrılıyor. Ancak sorunlar arttığında, gerek oturdukları mahallelerde, gerek sosyal medya üzerinden hızla bir araya gelebiliyorlar.
İşçinin nasırına basmamak lazım. Ancak önümüzdeki aylarda enflasyon oranında yaşanan artış devam edecek; insanların gerçek gelirleri daha da düşecek; işçilerin ve memurların nasırına kötü biçimde basılacak. O zaman, bugün sendika üyesi olmadıkları için örgütsüz gibi gözüken insanların da, sendika üyelerinin de nasıl hızlı bir biçimde örgütlenip tepki göstereceklerine tanık olacağız.
Narinler katlediliyor…
Dirim öldürülüyor…
Kız-oğlan çocuklarına, kadınlara en son saldırılar üzerine yeniden yayınlıyorum:
Uluslarüstü finans-kapital'in küresel faşizmi, şark derebeyliği ile kol kola, her türlü yaşam kıpırtısına; tohuma, biyoçeşitliliğe, doğal ve geleneksel her türlü üretim ve üreyim faaliyetine, doğada ve toplumdaki her türlü doğal cinsel-dirimsel kıpırtıya, filizlenmeye ve sevgiye ve aşka VE KIZLI OĞLANLI ÇOCUKLARA, KADINA VE ANAYA düşmandır... Her alanda ve her an yaşamı ve sevgiyi ve aşkı VE DİŞİYİ savunmak bir tercih değil hayati bir zorunluluktur. Bunun için de tüm yaşam savunucuları öncelikle ve ivedilikle duygu-düşünce-davranış bütünlüğüyle organize olup SAVAŞ DÜZENİNE geçmeli...
Nasıl insan olduğumuzla ilgili şöyle bir masal anlatmak istiyorum:
BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ...
BİR ZAMANLAR "BİR"LER YOKMUŞ! "BİN"LER VARMIŞ!
"BEN"LER YOKMUŞ! "BİZ"LER VARMIŞ!
DEVLET DE YOKMUŞ! KADIN VARMIŞ; İNSAN VARMIŞ!
Bir zamanlar, BABUİN denen bir maymun türü varmış. Bu türün yırtıcı ve saldırgan olan erkekleri, dişilerin ve yavruların üzerinde genoside dayalı, ‘çok karılı’, mutlak bir egemenliğe sahipmiş.
O zaman besin maddeleri çok kısıtlı ve zor temin edilebiliyormuş. Türünün bebek, genç yavru, güçsüz erkek ve dişilerini parçalayıp yemek ve ayırdetmeksizin onlara tecavüz etmek; doymakbilmez bir etobur olan Babuin erkeğinin günlük davranışlarındanmış. Her güçlü Babuin erkeği, egemenliği altında ezip kanını emdiği küçük bir Babuin sürüsünü güdermiş.
Bütün canlılar; yaşama ve türünü devam ettirme içgüdüsüne, yaşam enerjisine sahiptirler.
Babuin erkeğinin bencil hayvansal içgüdüyle mutlak egemen bir zorba olarak sivrilmesi, sürüde; yaşama ve türünü devam ettirme içgüdüsüyle kollektif reaksiyonu geliştirmiş.
Önce; sürüdeki tüm erkek ve dişileri uzunca bir süre karnında taşıdıktan sonra doğuran, emzirip büyüten analar karşı durmuş Babuin’e. Yenilmişler. Böyle yüzlerce ve binlerce denemelerle uzun yıllar, yüzyıllar, bin yıllar geçmiş.
Nihayet birgün; sürünün genç erkek ve genç kızlarını da arkasına alan analar, zorba erkeği sürüden kovup yoketmeyi başarabilmişler. İlkel taş aletleri, (belki de ilk defa) kan emici Babuin’in kalın kafasını kırmakta kullanarak ANACIL bir “düzen” kurmuşlar; yaşayabilme ve türlerini sürdürebilme içgüdüleriyle. Bu ilk insanlaşan atalarımızın ellerinin, alet kullanarak yaptığı ilk iş; belki de bu olmuştur. Kim bilir?
İnsanlaşma sürecinden geri dönüşü önlemek için de, deneme-yanılma ile buldukları bir dizi kural ve yasaklamaları kesin ve acımasız yaptırımlara bağlamışlar. İnsanlık tarihinin ilk "proletarya diktatörlüğü" bu olsa gerek... İlkin, yaşlılarla gençlerin cinsel birleşmelerini yasaklamışlar. Daha sonra, başka nedenlerin de etkisiyle, kardeşler arası evlilikten vazgeçmişler.
Doğum yapan kadınların yanına erkeklerin sokulmaması ve lohusalık dönemi, doğum yapan kadının ve bebeğin çevresinde sürekli ateş (savunma silahı) yakılması, avdan dönen erkeklerin bir müddet karantinaya alınıp sadece bitkiyle beslenmeleri, av vahşetinden kurtarıldıktan sonra topluma karışabilmeleri vb. yüzlerce yazısız kural; hayvanlığa dönüşü imkansızlaştırmak için gelenekleşmiş...
İŞTE BUNUN İÇİN TÜM ÖZEL MÜLKİYET İKTİDARLARI VE ONLARIN TEMSİLCİLERİ VE ÇÖMEZLERİ VE AŞAĞIYA DOĞRU HİYERARŞİK OLARAK SIRALANAN İRİLİ-UFAKLI GÜÇ VE İKTİDAR SAHİPLERİ KIZLI OĞLANLI ÇOCUKLARA, KADINA VE YAŞAMA DÜŞMANDIR...
VE İNSANLIĞI YENİDEN BABUİN DÜZENİNDE KÖLE HAYVANLAR DURUMUNA DÜŞÜRMEK ÜZERE HER ŞEYİ GÖZE ALMIŞ SALDIRIYOR SİSTEMİN YAŞAM DÜŞMANI BABUİNLERİ...
İNSANLIĞI; sadece kapitalizme mahkum etmekle yetinmiyorlar. Daha gerilere, derebeylikten de, feodal ve köleci sistemlerden de daha gerilere, İLKEL KOMÜN ÖNCESİ HAYVANLIĞA MAHKUM ETMEK İSTİYORLAR...
Nezih Gençler
GÖBEKLİTEPE..!
“Laser taramasında toprak altındaki yapılar görünüyor.
Bu alan ağaçlandırılarak kazı durduruluyor ve Göbeklitepe karanlığa gömülmek isteniyor.
Çünkü buluntular batıyı hiç memnun etmedi.
Büyük olasılık yeni bir İngiliz oyunu ile karşı karşıyayız.
Dinlerin (Budizim dahil) toplam yaşı 8500-Yıl.
Göbekli tepeden çıkan bulgulara göre burada 12.000-Yıl önce yaşam olduğu tespit edildi.
Bu durumda; Adem ve Havva dahil olmak üzere tüm dinler boşa düşmüş olacaktı.
Bu nedenle; Papalık dahil tüm dini merkezlerin işleri bozulacaktı.
Bundan korktukları için, kazıyı durdurdular ve Göbeklitepeyi ortaya çıkaran Alman Profesör evinde ölü bulundu.
Sözde; kalp krizi geçirmiş. ”
Bahadır Yasa
[ alıntı ]
Milyon yıl önce ilk İNSAN türü olarak dünyada yaşamaya başlayan "dik yürüyen maymun adam"; Ptekantrop, giderek Neandertal insana evrilmiş, daha sonra da benzer nedenlerle Neandertal İnsan'ın yerini Homosapiens, "us insanı" aldı ve hâlâ da dünyada varlığını sürdürüyor. İşte o Homosapiens'in geldiği son durumu gösteren bu fotoğrafı ibreti alem için yayınlıyoruz. Dünyalı Homosapiensler yaşama, doğaya ve topluma ters bir duruma düştü... Yaşama ve gerçek insana düşman Homosapiensle vedalaşma zamanı gelmiş...
✒️ Nezih Gençler
Bir süredir çeşitli nedenlerle seyrekleştirdiğim Kıvılcımlı ile ilgili paylaşımlarımı yeniden sıklaştırmaya başlıyorum. Bugün, aslı Hollanda'daki arşivde olan Kıvılcımlı'ya ağabeyi tarafından yazılmış olan mektubun çevrilmiş halini[tesadüf; mektup da 2 Mart (1962) günü yazılmış] ve Askeri Tıbbıye'de iken ağabeyiyle olan bir gençlik fotoğrafını paylaşıyorum. Mektubu yeni yazıya aktaran kardeşim Cengiz Yolcu'ya minnet ve şükranlar.
2. 3. 962
Mudanya
Kardeşim Hikmet
İsmin gibi hikmetsin: Hayatının bu çağına kadar denilenlerin çeşnisini tadarak lezzetini tahlil ederek geldin. Felsefenin özünü hassas fikir terazinle tartar, dünya seyrini 360 açıya bölerek değerlendiriyorsun. Herkese nasip olmayan bir varlık bu hikmet değil mi? Benim henüz hayata gözümün açılmadığı bıyıklı zamanımla, senin Tıbbiye-i Şahane’deki üniformalı, resmimiz zamanında, seni kılarken görmedim, ama anamızdan duyduğuma göre, bir vakit namazını kazaya bırakmayan tek günlük orucunu feda etmeyen o günün Doktor Hikmet’ine bu günün Şeker Bayramı mübarek olsun.
Kardeş: Bu beyaz tabaka gevezelikle dolacak, mektup deyince şundan bundan doldurulmuş aktariyeye benzemesi lazım, dükkanda bazı öyle şeyler bulunur ki, senelerce el sürülmemiş kutusunun kapağında bir parmak toz, mal sahibini müşteri ikaz ederek hatırlatır; ha sahi dur bakayım olacaktı der ve kutunun üzerinde ağırlık yapan tozların temizlenmesine vesile olur. İşte ben de yarım asra yakın geriye dönerek, bir tutam bal için bir çuval keçi boynuzu çiğnemeye çalıştım. Bu laf peşrevinden sonra esasa geçiyorum.
Henüz Tıbbiye İstanbul’a nakletmemişti, sen de serîriyat-ı asabiyede[psikiyatri kliniği, A. Kale] idin. Sana işçi arkadaşlarımdan birisini getirmiştim, bu arkadaş senede bir iki defa boğazının ... kısmı şişiyordu ölüm tehlikesi geçiriyordu, bir iğne yaptın. Bir de suya tuz katarak içirdin. Tahminime göre bu hastalığa bir daha tutulmadı. Şimdi bizim hatun benzeri hastalığa tutuldu. Bu hastalığa deva istiyorum. İkincisi hatunun yaşı 45 adet aksamaları oluyor, diz kapakları şişiyor, baş ağrısı yapıyor, hafif de olsa bir asabiyet oluyor, buna da bir çare kardeş. Gürültümüzün sonu buna dayanıyor. Şehriban, Emine Hanıma sana hürmet selamlarını sunar, bendenizin Emine Hanıma gerekse sana selamlarımı sunar. Kardeş selamlarımla:
Akmet Kale
İmza
Ş. Demiryol
[Renkli kalemle yazılanlar Doktor’un notları, çeşitli ilaç isimleri ve kullanım miktarları yazılmış.]
İkinci fotoğraftaki ufak parça:
Bundan yirmi gün evvel hastalandım. Kendimce grip diyorum. Belki de değil. Kulaklarım tıkandı duyamıyorum. Bana da bir çare. Hâlâ kendime gelemedim kardeş.
SİLEZYALI DOKUMACILAR,
Marx ve Engels'in çağdaşı Alman şair Heinrich Heine'in,bastırılan işçi isyanına dair ünlü şiiridir..
Heinrich Heine,geleceğe ilişkin şu öngörüsünden ötürü iyi bilinen bir isimdir:
“Onlar nerede kitapları yaksalar, sonunda
insanları da yakarlar.”
Nitekim yaklaşık bir asır sonra Nazi faşizmi toplu kitap yakma eylemlerinden sonra,
toplama kamplarında binlerce insanı
fırınlarda yakarak katledecekti..
İnsanlık tarihi, daha sonraki yıllarda,dünyanın
birçok bölgesinde Heine'in bu öngörüsünün
örnekleriyle doldu,taştı..
Bu şiirini 1844 yılında,çok düşük ücretlerle çalıştırılan ve bu duruma isyan eden dokuma işçilerinin isyanının kanla bastırılması üzerine yazmıştır..Silezya'lı dokuma işçilerinin mücadelesi,işçi sınıfının mücadele
tarihinin ilklerinden olması nedeniyle önemlidir..
************************************************************
SİLEZYALI DOKUMACILAR
Gözler kupkuru, yaş yok gözlerde bir damla.
Oturmuşlar tezgahları başına, diş bilerler.
Dokuruz kefenini senin, hey Almanya, Almanya,
dokuruz sana bir yuf,bir yuf daha, bir yuf daha,
dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!
****
Yuf o tanrıya, tapındığımız tanrıya,
soğuk kış gecelerinde biz, aç çıplak
yalvardık yakardık, umutlandık, bekledik boşuna,
komadı bizi insan yerine, aldattı bizi, alay etti acımızla.
Dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!
****
Yuf o krala, zenginlerin adamına,
halkın yoksulluğuna hiç aldırmayan o krala,
bir de soyar bizi varana dek son kuruşumuza,
kurşunlatır köpekler gibi sokak ortasında bizi.
Dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!
****
Yuf o anayurda, bağrımıza bastığımız anayurda,
yalnız alçaklığın, utancın çiçeği yetişir üzerinde,
ve çiçekler soluverir, çiçekler açar açmaz, anide,
solucanlar büyür ve kurtlar, kokuşmuşluğun kucağında.
Dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!
****
Dokuruz ha dokuruz, senin sonunu dokuruz, gece gündüz,
inleyen tezgâhlarda mekiklerimiz savrula savrula,
sana kefen dokuruz, ey koca almanya, sana kefen dokuruz,
dokuruz sana bir yuf, bir yuf daha, bir yuf daha,
dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!
****
★ Güntekin Eke
(Heinrich HEINE-Çevirenler:A.KADİR,Selâhattin YILDIRIM)
CHP'NİN AÇMAZLARINDAN:
"İNANÇLARA SAYGILI LAİKLİK!.."
************************************
Laikliğin bu cümleyle sunumunu ilk kez
Mustafa Sarıgül'ün İstanbul Belediye Başkanlığına adaylığı sürecinde duymuştuk..
Muharrem İnce'nin dağıttığı seçim
broşüründe de aynı tanıma yer verilmişti..
Günümüzde de,özellikle CHP'li bazı yöneticilerin ağzından duyuyoruz..
Yanlış ve laiklik kavramını çarpıtan,tarihsel
arka planından kopartan,sulandıran,dolayısıyla
işlevsiz kılmaya dönük bir tanım!..
Laiklik,Burjuvazinin iktidara ortak olarak,feodalizmi tasfiye etme mücadelesinin bir ürünüdür..
Bu mücadelenin nirengi noktası Büyük Fransız
Devrimi(İhtilal-i Kebir) ve bu devrim sonucu 1905 ve 1907 yıllarında Fransa'da laiklik konusunda çıkarılan yasalardır..
Bu dönem aynı zamanda,burjuvazi ile birlikte
işçi sınıfının da sürece dahil olmaya başladığı
bir dönemdir..
Fikret Başkaya, bu mücadeleler süzgecinden varılan sonucu: “İnsan haysiyetinin yeniden tesisi demek olan, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, laiklik, sekülerizm ve demokrasi kavramlarının arka planında modern çağın iki büyük devrimi olan Fransız ve Ekim devrimlerinin yarattığı zihinsel ve entelektüel birikim ve enerji vardır.
Ve insanlığın rotasının var olandan kopuşun ve
değiştirdiğinin ilk adımları bu aydınlanma hareketleridir.
Değişen bu rotanın en önemli yönelimi de LAİKLİKTİR” şeklinde özetliyor.
Bilimsel Sosyalizm'in kurucuları Marks-Engels ustalara göre de;"Fransa’daki büyük devrim ile birlikte eski yapıdan,
geçmişin geleneklerinden radikal bir kopuş gerçekleşir ve Devrim, Feodalizmin son kalıntılarını ortadan kaldırarak
eski Roma Hukuku'na modern Kapitalizmin koşullarına göre güçlü bir uyarlama yapar.."
Engels devamla;
" gelişen burjuvazinin kurumlaşmış din ile
çarpışmasının doğrudan sınıf çıkarlarıyla ilgili bir zorunluluğun sonucu olduğunu" ifade eder.
*******
Bu tarihsel arka plan çerçevesinde ve örneklediğimiz bu bilimsel tanımlar ışığında ifade edersek;Laiklik kavramı ve kurumu,sınıfsal bir zorunluluk olarak
toplum ve tarih sahnesinde yerini alır ve toplumun geçmişe ait geleneksel inançları karşısında "saygı-sevgi-aşk-nefret" gibi "duygusal" bir yapısı,tavrı yoktur ve olamaz..
Bu nedenle;Laiklik inançlara "saygı" da duymaz;
inançlara "saygısızlık" da yapmaz!..
*******
Bunca ayrıntının "seçim çalışmaları çerçevesinde" ve "broşür ölçüsünde",halkın anlayacağı bir dille halka aktarımı mümkün değil,deniyorsa...
Laikliğin topluma en basit şekliyle anlatımı;
"Din ve devlet işlerinin en kesin ve katı çizgilerle ayrılması"dır..
Hiç sulandırmadan,oportünizm yapmadan,
popülizme saplanmadan...
Gerisi;bir ayrık otu gibi toplumun bünyesini saran ve kemiren,devleti ele geçirme hedefine adım adım yaklaşan cemaat,tarikat örgütlenmelerine yol vermek anlamına gelecektir..
✏️ Güntekin Eke ( 07.06.2023 )
“ Bugün Sendika Akademisi'ndeydik. 6 yıl önce kaybettiğimiz sevgili eşim/babamız İlter Ertuğrul'un arşivini Akademiye bağışladık. İlter hayatı boyunca bu ülkenin kamu kaynaklarını korumak için mücadele etti. Özelleştirmeye karşı hukuk mücadelesini başta hocası ve yol arkadaşı sayın Prof. Dr. Mümtaz Soysal olmak üzere sendikalar ve bazı akademisyenlerle kurdukları KİGEM aracılığıyla yürüttüler. Limanların, madenlerin, telekomun, petrolün, kağıdın, ormanların ozellestiilmemesi için davalar açtılar, raporlar hazırladılar, eğitimler yaptılar. Özelleştirmeye karşı açtıkları davaların çoğunu kazandılar. Ama ülkemizde hukuk uygulanmadı. İlter'in bu mücadelesine ve arşivine sahip çıkacak en doğru yer Sendika Akademisi. Tek Gida-İş Sendikası'nın kurduğu ve başında bu alandaki en deneyimli kişi olan sayın Yıldırım Koç'un bulunduğu Sendika Akademisi kütüphanesi tüm araştırmacıların yararlabileceği ciddi bir arşiv oluşturuyor. Emeklerine sağlık. İlter'in çok mutlu olduğuna eminim...Anıl Ertuğrul ve Duru Hazan Ertuğrul en değerli mirasa sahipler... ”
MUTASAVVIF ve İSYANCI:
Börklüce Mustafa bilmecesi
Aydin Cubukcu
Börklüce Mustafa… Osmanlı tarihçileri ve sonra gelen herkes onu böyle anıyor. Yoldaşlarının ve kendisinin benimsediği namı, Dede Sultan! Şeyh Bedreddin tarafından halifesi olarak tanıtıldı, kethüda (çocuklarının eğitmeni ve sahip olduğu mülkün yöneticisi) olarak görevlendirildi. Nâzım Hikmet’in başlattığı “mitolojik” sahipleniş onu bir “köylü isyancı”, bir toprak adamı, yoksulların içinden gelen bir ihtilalci gibi anmayı seçti.1 Alevi tarihçiler, yazarlar, edebiyatçılar ise bir Kızılbaş önder olduğuna inanmayı uygun buldular.
Gerçekte kökü, kimliği, sınıfı hakkında hiçbir kesin bilgi yok. Yalnızca çözülmesi pek güç kördüğümler var ve onları oluşturan iplikçilerin hepsi kopuk kopuk.
Bu yazının sınırlarını aşacak olan geniş açıklamalardan kaçınarak elde bulunan verilerin toplamını kısaca özetleyeceğim.
Şeyh Bedreddin’in, kökleri Selçuklu sultan ailesine dayanan soyağacı hemen hemen eksiksiz biliniyor ve bu konuda pek fazla tartışma yok. Sadece saray tarihçileri bunun, şahlık iddiasını güçlendirmek için uydurulmuş bir hikâye olduğunu iddia ediyorlar.
Börklüce Mustafa’nın ise soyu ve nerede doğduğu hakkında kesin bir bilgi yok. Yakın zamanda, Börklüce Mustafa’ya ait olduğu düşünülen Tasvirü’l Kulûb adlı bir eseri, beş yazma nüshasını karşılaştırarak çeviren ve açıklayıcı notlarla yayımlayan Dursun Gümüşoğlu, kitaptaki “Hoca Burhaneddin oğlu Mustafa” imzasının, Sivas Sultanı Kadı Burhaneddin’e işaret ettiği yolundaki iddiaya katılmaktadır.3
Bu iddia birçok bakımdan önem taşıyor. Öncelikle, Börklüce Mustafa ile Şeyh Bedreddin’in nasıl tanıştıkları meselesinin, en azından tarihsel verilere uygun bir varsayım çerçevesine oturtulabilmesi için kapı aralıyor. Şeyhin, bir rastlantı sonucu bir köylüyle tanışıp onu halifesi ve kethüdası yapıvermesinin masalsılığına karşı, Selçuklu yönetici sınıfı içinde kökleri birleşen iki baba dostu olarak önceden tanışmış olmaları dolayısıyla böyle bir ilişkinin gelişmesi gerçeğe daha yakın duruyor. Mustafa, okumaz-yazmaz bir köylü olmak bir yana, Sünni fıkıh ilminin zirvesi olarak kabul edilen büyük bilgin ve Çelebi Musa Sultan’ın kazaskeri Şeyh Bedreddin’in kethüdası olacak kadar eğitimli ve öyleyse aynı zamanda soylu biri olmalıdır. Değilse, Tire’de karşılaşır karşılaşmaz, hem çocuklarını emanet etmesi, hem de halifesi olarak orada bırakıp yoluna devam etmesi açıklanamaz.
Öyleyse, Börklüce’nin tarihsel kimliğini inşa etmek için –başkaca kanıtlarla desteklenmeye muhtaç- ilk varsayımı elde etmiş oluyoruz: Börklüce, basit bir köylü değildir, ama bu bir köylü önderi olmadığı anlamına gelmez.
Börklüce’nin isyandaki yerini ve işlevini de yeniden düşünmemiz için önemli bir başka veri bulunuyor. O da, Bedreddin’in Aydın ve Rumeli ile ilişkisi hakkındadır.
Fazla ayrıntıya girmeden şu kadarıyla yetinelim: Bir ayağı Aydın İllerinde, bir Ayağı Rumeli’de olan kalkışmanın maddi temeli, Şeyh Bedreddin’in her iki bölgede sahip olduğu geniş tımar toprakları ve üzerinde yaşayan halklardır. Öyleyse, Osmanlı tarihçilerinin ileri sürdüğü “Şeyhlikten şahlığa yükselme emeli vardı” iddiası bu bakımdan tamamen yakıştırma ve olmadık “bir suç” yükleme olmayabilir. Gerek Bedreddin’in Selçuklu sultan ailesinden gelmesi (büyük amcası Sultan III. Keykûbat’tır) gerekse babası Gazi İsrail’in Aydın ve Trakya’da geniş tımar topraklarının bulunması ve bunların tapulu vakıf toprakları halinde Bedreddin’in mülkü olması, en azından şahlığa niyet etmesi için geçerli dayanaklardır. Niyet etmiştir ya da etmemiştir, o ayrı, fakat buna hakkı olduğunu iddia etmesi ve eyleme geçmesi için yeterli dayanaklara sahiptir.4 Diğer yandan “fetret dönemi” denilen ve elinde toprak ve asker olan herkesin büyük-küçük bir beylik, sultanlık kurmasına olanak veren siyasal koşulları da böyle bir tasarı için uygundur.
Bu çerçevede, Bedreddin’in ve Börklüce Mustafa’nın, Osmanlı’nın merkezi bir iktidar kurma girişimi karşısında olanların temsilcisi olduğunu söyleyen tarihçi ve araştırmacıların tespitlerinin de tarihsel ve siyasal zemini vardır.
Ne var ki, eğer başarılı olsaydı, Bedreddin’in Varidat’ta dile getirilen dünya görüşüne, doğa, din ve insan anlayışına uygun nasıl bir toplum ve devlet modeli düşündüğüne dair hiçbir işaret yoktur. Fakat Musa Çelebi’yi kendisini destekleyen beylerin toprak ve mülk beklentilerini boşa çıkarmak yönünde etkilediği, bu yüzden örneğin Evranos Beyin, Çandarlı’nın vb. Çelebi Mehmet tarafına geçtikleri de muhtemel görünmektedir.
Börklüce Mustafa’nın Kadı Burhaneddin’in oğlu olup olmadığı da, tarihsel kimliğini tamamlamak için çözülmesi gereken problemlerden bir diğeridir. Buna dair de, bence kimi işaretler vardır.
Şeyh Bedreddin’in babası Gazi İsrail hem bir komutan, hem de bir kadıdır. Tıpkı Börklüce’nin babası olduğu ileri sürülen Kadı Burhaneddin gibi… Her ikisi çağdaştır ve meslektaştır. Bu hem Börklüce ve Bedreddin’in birbirlerini nasıl olup da bulduklarını açıklamamıza yardım eden bir unsurdur, hem de yeni bir iktidar için birlikte hareket etmelerine imkân sağlayan bir ilişkidir. Kitapta adı geçen Hoca Burhaneddin veya Hoca Burhan’ın gerçekten Sivas Sultanı Kadı Burhaneddin olup olmadığı bir yana, Selçuklu aristokrasisine mensup birisi ya da bir başka yüksek bürokrat, ya da en azından üst sınıflardan birisine mensup olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir. Ayrıca, Selçuklu fetih ve iskan politikasını yürüten “kurucu aileler” kategorisinde yer almış olmaları da kuvvetle muhtemeldir ve birlikte hareket etmeleri için bir gerekçe de budur.
Bu da bir başka koşula bağlıdır. Yine eğer diye başlayan bir başka cümle kurmak zorundayız: Eğer, Tasvir’ül Kulûb gerçekten Börklüce Mustafa tarafından yazıldıysa, görüyoruz ki, tasavvuf kültürüne hâkim, Arapça ve Farsça bilen biridir ve bu özelliklere sahip olabilmek için ancak yönetici sınıfa mensup olmak gerekir.
Tasvir’ül Kulûb
Elimizde Börklüce’ye ait olduğu ileri sürülen Tasvir’ül Kulûb’un iki ayrı araştırmacı tarafından düzenlenen açıklamalı çevirileri var. Dursun Gümüşoğlu’na ait olan beş ayrı nüshayı karşılaştırmalı olarak ele alıyor. Diğeri ise Mehmet Işıktan’a ait ve yalnızca Milli Kütüphane’de bulunan nüsha üzerine.5
Bunlardan Mehmet Işıktaş’a ait olan, yerleşik sosyalist algıyla kaleme alınmış bir inceleme ve değerlendirme bölümüyle başlıyor. Börklüce’yi yerleşik sosyalist kabulleniş açısından ele alıyor ve ona olan sevgisini açıkça gösteriyor. Ancak kendisinin de açık yüreklilikle belirttiği gibi, bu bir “uzman” çevirisi değildir ve Börklüce’ye yönelik bir saygı çalışmasıdır.
Diğeri ise, daha geniş bir araştırmanın ürünü. Beş ayrı nüshanın6 karşılaştırmalı incelemesini içeriyor ve farklı bir bakış açısını yansıtıyor. Kitaba yazdığı uzunca giriş bölümünde, Dursun Gümüşoğlu, başlıca iki iddia ileri sürüyor. Birincisi, Bedreddin ve Börklüce’nin isyancı-ihtilalci olmadıklarına dairdir. Gümüşoğlu her ikisinin de bir “yanlış anlama” sonucu katledildiklerini düşünüyor. Yanlış anlaşılmanın iki yanı var, ona göre. Birincisi, bir isyan hareketi yaratmamış olmalarına karşın, “nefsi müdafaa” durumunda olan dervişlerin direnmesi katledilmelerine yol açmıştır. İkincisi, tasavvuftaki “fakr ve dervişlik” düşüncesi, “saray çevresi tarafından mal paylaşımı olarak anlaşılmış” bu da “Börklüce’nin bedeninin ortadan kaldırılmasına sebep olmuştur.”
Gümüşoğlu, eserin tasavvufi içeriğini vurgulayarak, “ne Bedreddin’in ne de Börklüce’nin eserlerinde komünizme benzer bir tarzda mal ortaklığına dair en ufak bir söz, hatta bir işaret bile yoktur” diyor.
Felsefi olarak da, her ikisinin de materyalizmle alakasının olmadığını kanıtlama çabasına girişiyor: “Başta Nâzım Hikmet olmak üzere Türk sosyalistlerinin tümüne göre de Börklüce Mustafa materyalist, dolayısı ile ateisttir. Okuyucuya sunulan Tasvirü’l Kulûb adlı kitap, bu yaklaşımın gerçeklere uygun olmadığını kanıtlamaktadır.”
Gümüşoğlu’nun, asıl amacının günümüz Alev’i toplumunun, özellikle de gençlerinin siyasal eğilimleri üzerinde etkili olacağından endişelendiği sosyalist yaklaşımlardan Bedreddin ve Börklüce’yi tenzih etmek olduğu anlaşılıyor. Daha önce aynı yolda iddialarını ilk kez dile getirdiği başka bir makalesi de Cem Vakfı tarafından yayımlanmıştı.7
Başlıca dayanak noktası her iki düşünürün de mutasavvıf olmalarıdır. Ona göre, bir mutasavvıf, isyancı ve materyalist olamaz! Özellikle Tasvirü’l Kulûb’un yoğun tasavvufi- dinsel içeriğini bu iddiasının dayanağı olarak değerlendiriyor.
Gerçekten Tasvirü’l Kulûb, mitolojik Börklüce Mustafa imgesi açısından bakıldığında “ona yakıştırılmayacak” bir içerik taşıyor. Bununla beslenmiş solcu beklentiler açısından hayal kırıklığı yaratacak kadar mistik ve dinsel bir içeriğe sahip.
İsyan ve Tasavvuf
Bu noktada yanıtlanması gereken ilk soru şudur:
Dinsel, mistik, tasavvufi bir düşünce, bir felsefe aynı zamanda ihtilalci, isyancı olabilir mi?
Gümüşoğlu’nun iddiası bu ikisinin bir arada bulanamayacağı yönündedir.
Bütün isyanlar için şu ortak özellikleri sayabiliriz:
Her isyanın belli başlı üç unsuru vardır: a) Felsefi, ideolojik, b) Siyasi, c)Askeri, teknik.
Bu üç özellik isyanın gerçekleştiği tarihsel ve sosyal temel üzerinde ve kendisine özgü bir biçim ve içerik kazanır.
Diğerlerini bir yana bırakarak, isyan-ideoloji ilişkisini ele alalım.
Her isyanın ideolojisi, genellikle egemenlerin ideolojisine karşıt, uzlaşmaz ve dışlayıcı içeriktedir. İlk bakışta karşı karşıya gelenlerin, isyancıların ve egemenlerin sırf bu “düşünce ayrılığı” yüzünden karşı karşıya geldikleri sanılır. Pek çok durumda isyancılar ve egemenler de böyle zannedebilir. Oysa kimi durumlarda, ideoloji (bu bir din, mezhep, kültür, felsefe biçiminde olabilir) isyanın ardından gelir. Bir başka yerde, bir başka zamanda oluşmuş olan bir düşünce gelip isyanla bulaşabilir. Bir başka deyişle, isyanlar herhangi bir ideolojiden kaynaklanmaz: Her isyan, kendisine özgü bir düşünce sistemi, isyanın içeriğine ve hedeflerine uygun bir ideoloji geliştirir veya daha önce yaratılmış olan bir düşünceyi bayrak edinir.
Börklüce Mustafa isyanının düşünsel yapısı hakkında çok fazla bilgi yoktur. Elde Şeyh Bedreddin’in Varidat adlı eseri ve şimdi Börklüce’nin Tasvirü’l Kulûb’u vardır. Onlarda da yalnızca vahdet-i vücud felsefesinin hakim olduğu kimi tasavvufi düşünceler vardır. Sosyal, siyasal sonuçlar çıkarmaya elverişli herhangi bir ibare yoktur.
Ancak tarihsel maddi koşullara baktığımızda, özellikle fetret devrinin siyasal ortamı göz önünde tutulduğunda, farklı sosyal sınıf ve tabakaların kendi koşullarını değiştirmek, daha adil, eşit bir toplum özlemiyle, ya da doğrudan doğruya kendi varlıklarını korumak amacıyla ayağa kalkmalarını zorunlu kılan bir hayatın varlığı tartışma götürmez.
Bedreddin ve Börklüce’nin hareketi, bu sosyal-tarihsel koşullarda ortaya çıkmıştır. Arkalarında, en yakını Babai isyanları olmak üzere, pek çok halk isyanı vardır. Bu büyük isyanın kırımından kurtulan halk yığınlarının önlemli bir bölümü de Ege ve Trakya’ya göçmüştür. Aradan yaklaşık 150 yıl geçmiş olmasına karşın, anıları tazedir, isyan ateşlerinin sıcaklığı hâlâ üzerlerindedir.8 Her iki bölgede de Bedreddin hareketinin sosyal gücünü, kıtanın en yoksul ve en mülksüz bırakılmış bu halkı oluşturmaktadır. Daha sonra Alevilik, Bektaşilik biçiminde kendisini gösterecek olan inançlar da, bu sosyal temel üzerinde yükselmiş, dolayısıyla bütün Anadolu isyanları “Alevi isyanı” olarak görünmüştür.
Her imparatorluk, her beylik, her yağmacı silahlı grup tarafından ezile soyula yaşamaya zorlanmış olmanın sonucu, bu halklar, bir yandan İran yaylasının çok eski isyancı geleneklerinin düşünsel-felsefi mirasını, Ege ve Trakya’nın Roma döneminden ve Hıristiyanlığın ilk dönemlerinden kalan “eşitlikçi” muhalif düşünceleriyle harmanlayarak benimsemiştir. Bir yerde Kızılbaş olmuşlardır, bir yerde Bogomil, Khatar ya da Bedreddinî… Hangi biçim altında, hangi adla tanınmış olursa olsunlar, aynı talepleri, aynı özlemleri taşımışlardır. Mülksüz bırakılmış olmaları yüzünden, herkesin mülksüz olmasını istemişler, eşitsizlikten yılmış olduklarından herkesin eşit olmasını, adaletsiz bir dünyadan ötesini tanımadıklarından adil biri dünyanın kurulmasını istemişlerdir. Kendi aralarında sınıf, imtiyaz, ayrımcılık bilmediklerinden, ancak bunların olmadığı bir dünyada rahat edebileceklerini hissetmişlerdir.
Aslında onlar, ne Kızılbaş’tır, ne Khatar, ne Bogomil, ne Bedreddinî… Onlar sadece yoksul ve ezilmişlerdir.
İsyanlarının belirleyici nedeni yalnızca budur. Yüzlerine hangi savaş boyasını sürerlerse sürsünler, gönüllerinde hangi azizin, hangi ermişin, hangi dedenin, hangi şeyhin adını taşırlarsa taşısınlar, istedikleri, özledikleri aynıdır.
Bedreddin’in komünistliği meselesi
Bedrettin ve Börklüce hakkında “sosyalist” ya da “materyalist” kavramlarının kullanılması tarihsel olarak esasen yanlıştır ve bunun eleştirisini ya da savunusunu esas alan bir çalışma da tümüyle ideolojik kaygıları dile getirir.
Yine Dursun Gümüşoğlu’nun itirazlarından yola çıkarak, şu sorunun cevabını arayalım: Bir mutasavvıf, aynı zamanda “materyalist” ve eşitlikçi olabilir mi? Tarihte bunun hiç mi örneği yoktur?dosya1Şeyh Bedreddin üzerine en yetkin incelemelerden birini yapmış olan Michel Balivet’in Tarih Vakfı Yurt Yayınlarında çıkan “Tasavvuf ve İsyan”9 adlı eseri, adından başlayarak bunun mümkün olduğunu gösteren pek çok örnek içeriyor. Özellikle İran ve Anadolu isyan önderlerinin hemen hepsi, İslamiyet’in “şekilci” buldukları özelliklerini reddederek “özünü bulmaya” yönelmiş mutasavvıflardır. Onların egemen ideolojiyle kavgalı bu görüşleri, halkların hayat koşullarına karşı verdikleri kavgayla birleşmeye elverişlidir. Ve şu da var ki, aslında halklar, hangi din olursa olsun, egemenlerin eliyle kendilerini bir biçime sokmaya çalışan her dayatmaya içten içe zaten karşıdır.
Öyleyse, Bedreddin örneğinde de, ezilmiş yoksulların özlemlerini doğrudan, somut sosyal siyasal programlar halinde dile getirmemiş olsa bile, sırf egemen ideolojiye karşı geleneksel-tarihsel muhalif motifleri taşıyan, dinler, mezhepler, peygamberler arasında ayrım gözetmeyen eşitlikçiliği ve özellikle cennetin de cehennemin de bu dünyada olduğunu söyleyen görüşleriyle onlara yakın ve çekici gelmiştir.
Bir yanda bütün İslami fıkıh biliminin zirvesi olarak kabul edilen bir bilgin, aynı zamanda panteist bir zındık, bir mülhid olabilir mi?
Bir yandan biri zındık olduğu söylenerek idam sehpasına gönderilirken, diğer yanda bütün medreselerde, hatta günümüz ilahiyat fakültelerinde kitaplarının okutulması nasıl açıklanabilir?
Bir yandan bir sufî olarak Varidat’ı ortaya çıkarırken, diğer yanda İslam Hukuku’nun en temel eserlerini Câmiu’l-Fusûleyn’i, Letâifu’l-İşârât’ı nasıl yazabilmiştir?
Kısaca, biri bilgin, diğeri düşünür olarak Bedreddin’i iki ayrı işlevle tanımanın doğru olacağını belirtelim. “İlmine sadık” dürüst bir bilim adamı, fakat kendine özgü düşünceleriyle farklı bir önder. İslam hukuku üzerine yazarken, bu “ilmin” bütün gereklerini, en kapsamlı haliyle ve tartışılmaz biri metodolojik üstünlükle ele alıp işinin gereğini hakkıyla yerine getirirken bir bilgin; deyim yerindeyse, “laboratuvarından çıkınca” kendisi olan bir düşünür!
Bu çelişik, ya da şizofren bir kişilik değildir.
Gelelim, komünistlik meselesine!
Şeyh Bedreddin’in komünist, sosyalist vs. olduğunu düşünen pek çok amatör düşünür vardır! Ama örneğin, Dursun Gümüşoğlu’nun söylediğinin aksine Nazım Hikmet bunlardan biri değildir. Nâzım Hikmet, Osmanlı tarihçilerinin ittifakla söyledikleri, ama geleneksel olarak her isyancı için ileri sürülen “mal ortaklığı savunuculuğu” iddiasını temel alarak şiirini geliştiriyor. Osmanlının bu iddiası, yalnızca karalama amacıyla ileri sürülmüş değildir. İsyancı kitlelerin, önderleri kimi olursa olsun, böyle bir talebi vardır ve bu bakımdan iddia doğrudur. Ama bu talep onları günümüzdeki anlamıyla “komünist” olarak adlandırmayı doğru kılmaz.
Bedreddin’in komünist olduğunu zannedenler yalnızca mitolojiye ihtiyaç duyan solcular değildir. Osmanlı tarihçilerinin düşmanlık izini süren kimi sağcı yazarlar da, Bedreddin’e ve Börklüce’ye yönelttikleri suçlamalarda bu kavramı kullanıyorlar.
En ileri gideni, İbrahim Konyalı, “Stalin’in Şeyhi Bedreddin Simavi”10 başlıklı makalesinde, Bedreddin hakkında, “bu zat, Rusya’da Müjdekten sonra deli ve kızıl bir rejimin ilk müjdeleyicileri başında yer almaktadır” diyor. “Eğer ihtilali muvaffak olsaydı, dünya kızıl tehlike acısını 530 yıl önce tatmış olacaktı” diye ekliyor. Ve sonra, Bedreddin ve Börklüce Mustafa’yı katleden Çelebi Mehmed’i “komünizmin müthiş düşmanı” olarak kutsuyor!
Burada, Soğuk Savaş’ın propaganda saldırısının sonucu olarak ortaya çıkmış cehalet tüccarlığının komikliği bir yana, bütün tarih felsefesi literatürü tarafından yöntemsel bir hata olarak kabul edilen, farklı tarihsel dönemlere ait kategorilerin geçmişe uygulanmasının sonucunu görüyoruz. Aynı hata geneldir ve İbrahim Konyalı adlı şahsa mahsus değildir; pek çok solcu yazar da aynı hataya kolaylıkla düşebilmektedir.
Dursun Gümüşoğlu’nun da tartışmaya giriştiği konunun esası budur. Bedreddin ve Börklüce’nin komünist olup olmadığını tartışmak, tamamen güncel siyasal ihtiyaçlarla ilgilidir; tarihle, felsefeyle ilgisi yoktur ve Gümüşoğlu’nun girişimi, aslında İ. Konyalı’nın yaptığını tersinden yapmaktan ibarettir.
Sonuç
Börklüce Mustafa’nın üzerindeki sır perdelerini açmak, çok yönlü bir problemler yumağını çözmeye çalışmak gibidir. Tartışmaya, tarih bilgisinin yanı sıra, inançlar, tahayyüller, siyasi ihtiyaçlar dâhil olunca, en kolay yol, düğümü çözmek yerine İskender Kılıcı sallamak oluyor.
Tasvirü’l Kulûb’un ona ait olup olmadığına, soyuna- sopuna dair tartışmalara, Bedreddin’in eylemiyle kitabının nasıl bağdaştırılacağına dair cümleler, hep “eğer, … ise” kalıbıyla kurulmak zorundadır.
Romancının, şairin, inanç ehlinin işi kolaydır ve bu konularda fazla bilgiye, veriye ihtiyaçları yoktur. Ama tarihe sınıf mücadeleleri tarihi açısından bakanların rasgele söylentilerden, kanıtlanması güç ve belki de gereksiz konuları “ihmal edilebilir unsurlar” olarak kabul etmesi gerekiyor.
Çünkü meselesinin esası, bir isyanın öncülerinin kimliğinden çok isyan edenlerin eyleminin içeriğidir.
Elbette Bedreddin ve Börklüce, yüzyıllara yayılan bir halk isyanın içinde bir yere sahiptirler ve bu bakımdan bütün çağların isyancılarının yanındadırlar. Günümüzde de her ikisine, ezilenlerin ve mülksüz bırakılmışların saflarında en onurlu yer verilmelidir. Çünkü başkaldıranlar öyle kabul etmişlerdir, çünkü düşmanları onları oraya koymuşlardır. Öyleyse, bizimdirler ve bizim kalacaklardır.
Kaynaklar
1 Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun karalama romanı “Darağacı” (İrfan Yayınevi, İstanbul, 1984) dâhil, Bedreddin üzerine yazılmış bütün romanlarda çizilen portre böyledir. Yılmaz Gruda’nın “Köylü Devrimci Börklüce Mustafa” adlı destanı ve ana kaynak Doukas’ın notları da böyle kabul ediyor. Bkz: Michael Doukas, Tarih – Anadolu ve Rumeli 1326-1462”, çev. Bilge Umar, Arkeoloji ve Sanat Yayınları.
2 Bu kanının güçlü dayanakları vardır. Bir başka çalışmada tarafımızdan gerekçeleriyle açıklanacaktır.
3 Bu iddiayı ilk kez Bezmi Nusret Kaygusuz öne sürmüştür. Bkz: Bezmi Nusret Kaygusuz, Şeyh Bedreddin Simaveni, İhsan Gümüşkaynak Matbaası, İzmir, 1957
4 Vakıf topraklarının tapularını bulan ve yayınlayan M. Armağan, “Tire’den Darağacına Bedreddin”, kendi yayını, İzmir 2004
5 Dursun Gümüşoğlu, Tasvirü’l Kulûb – Börklüce Mustafa, Barış Kitap, 2015; Mehmet Işıktaş, Börklüce Mustafa ve Tasvirü’l Kulûb, Karina yayınları, 2015
6 Bu yazmalar, Topkapı Sarayı Emanet Hazinesi, Milli Kütüphane, Manisa İl Halk Kütüphanesi, Vatikan Kütüphanesi Türkçe Yazmalar Bölümü ve Avusturya Dükalık Kütüphanesi Gotha Koleksiyonu’nda bulunuyor.
7 https://issuu.com/designer_sc/docs/program_kitapcik
8 Kaldı ki, Anadolu’da 16. Yüzyıla kadar süren pek çok isyan ve ayaklanmada bu büyük başlangıcın izleri, gelenekler ve özlemler açısından olduğu kadar kültür olarak da yaşamaya devam etmiştir.
9 Michel Balivet, “Şeyh Bedreddin, Tasavvuf ve İsyan”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2011
10 Necdet Kurdakul, Bütün Yönleriyle Bedreddin, Döler Reklam Yayını, 1971, s. 309
İŞÇİLER ÖRGÜTSÜZ MÜ? - 4 Ocak 2022
Yıldırım Koç - www.yildirimkoc.com.tr
İşçi sınıfını diğer emekçi sınıf ve tabakalardan ayıran en önemli özelliklerden biri, örgütlenme ve toplu eylem yeteneğidir. Emekçi sınıf ve tabakaların içinde işçi sınıfının dışında esnaf-sanatkarlar ve küçük üretici köylüler de var. Ancak Türkiye’de bu toplumsal sınıfların böyle bir yeteneği, ne yazık ki, yok.
Esnaf-sanatkar, tekelci sermayenin perakende ticarete yönelmesiyle birlikte büyük bir çöküntü yaşıyor. Sözde Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu içinde örgütlüler. Ancak yaşanan büyük sıkıntılara rağmen en küçük bir kitlesel ve etkili tepkileri yok. Kaderlerine katlanıyor gibiler.
Küçük üretici köylüler artan mazot, gübre, tarım ilacı ve girdi fiyatlarından perişan durumda. Sözde Türkiye Ziraat Odaları Birliği içinde örgütlüler. Ancak açlıkla karşı karşıyayken ve elindeki avucundakini hızla yitirirken, en küçük bir kitlesel ve etkili tepkileri yok. Mezbahaya giden koyunlar gibiler.
İşçi sınıfı farklı.
İşçi sınıfının değişik örgütlenme biçimleri var.
Günümüzde bunlar içinde en önemlisi sendikalar.
İşçi sınıfını temsil etme iddiasında olan siyasi partiler de var.
Dernekler, vakıflar, sosyal medya üzerinden gerçekleştirilen platformlar da örgütlenme biçimleri.
Ancak genellikle gözden kaçırılan bir başka örgütlenme biçimi, özellikle belirli bir sürekliliği olan işyerlerindeki fiili örgütlülük durumlarıdır. Her işyerinde sözü geçen, sözü dinlenen deneyimli öncü işçiler vardır. Bir gelişme olduğunda, herkes Ahmet Abi’nin veya Ayşe Abla’nın ağzına bakar, onların sözünü dinler. Onlar, o güne kadarki davranışlarıyla fiili işçi önderleridir. İşyerinde resmen bir örgütlülük yoksa bile, önderliği kabul edilen işçiler vardır. İşler iyi gittiğinde işçiler siyasi görüşe, inanca, etnik kökene, vb. göre bölünür. Ancak işler kötü gittiğinde, ekmek kavgası onları bu kişilerin etrafında birleştirir.
Bazı sendikalardaki üyelik, esasında işçilerin veya memurların sermayeye veya hükümete karşı hak ve çıkarlarını korumaya yönelik bir örgütlenme olmaktan çok, işçileri ve memurları kontrol altında tutma çabasının bir parçasıdır. Bu nedenle, bazen örgütlü gibi gözüken gerçekte örgütsüzdür; örgütsüz gibi gözüken gerçekte örgütlüdür.
Buna karşılık bazı işyerlerindeki fiili örgütlenme, ihtiyaç duyulduğunda yanlış sendikal politikalara karşı da tavır alabilecek, gerektiğinde sermayeye ve siyasal iktidarlara kafa tutabilecek yapılardır. Örneğin, 15-16 Haziran 1970 eyleminde işyerlerindeki direniş komiteleri önemlidir. 1989 Bahar Eylemleri ilk başta sendikaların dışında, işyerlerindeki fiili önderlerin öncülüğünde gelişti; sendikaların eylemlere sahip çıkması daha sonradır. 2015 yılında Bursa’da Renault, Tofaş ve diğer işyerlerinde başlayan ve ardından Gölcük ve Eskişehir’e de sıçrayan büyük işçi eylemlerinin hedefinde, öncelikli olarak işyerinde örgütlü bulunan sendika vardı. İşçileri yönlendirenler, işçilerin kendi aralarından seçtikleri öncü işçilerdi.
İşçilerimiz gerçekçidir, sırtlarında yumurta küfesi taşıdıkları için de ihtiyatlıdır. Mecbur kalmadıkça risk almaz. Köpeğe dalaşmak yerine çalıyı dolaşmayı yeğlerler. Ancak başka çareleri kalmadığında risk alırlar. Ancak hayat zorladığında, esnaf-sanatkarın ve küçük üretici köylülüğün yapamadığı büyük işleri başarırlar. Buradaki ölçüt, hayatın zorlamasıdır; yaşayabilmek için başka çare bırakmamasıdır. O nokta geldiğinde, son derece ihtiyatlı bir biçimde başlayan bir süreç, kısa bir sürede kitle eylemlerine dönüşür. Ben bu süreci, akşam vakti Kızılay’da yayalara kırmızı ışık yanarken bekleyen insanların tavrına benzetiyorum. Yayalara kırmızı ışık yanıyordur, ancak dolmuşa yetişilecek, metroya binilecek, eve gidilecektir. Karşıya geçmek için önce birkaç kişi bir adım atar. Arkadan üç beş kişi daha harekete geçer. Sonra da bir anda bekleyen birkaç yüz kişi, yayalara kırmızı ışık yanarken karşıya geçmiştir bile. Hiçbir trafik polisi, bu kişilere müdahale etmez, edemez. İşçi sınıfımız ne zaman adım atılacağını gerçekten gayet iyi bilir. Dıştan bakıldığında örgütsüz gibi gözüken kitle, bir anda gerçek örgütlülüğünü eyleme yansıtır.
İlginç bir süreç yaşıyoruz.
Eskiden İstanbul’da Haliç’in çevresinde, Levent ve Kartal-Pendik bölgelerinde yoğunlaşmış olan sanayi kuruluşları günümüzde organize sanayi bölgelerinde, serbest bölgelerde, Çerkezköy-Çorlu-Lüleburgaz üçgeninde, Gebze ve Bandırma civarında yoğunlaşmış durumda. Bu işyerlerinde çalışan işçiler arasında günümüzde fazla bir ilişki yok. İşçiler işyerlerine servis araçlarıyla geliyor ve servis araçlarıyla işyerinden ayrılıyor. Ancak sorunlar arttığında, gerek oturdukları mahallelerde, gerek sosyal medya üzerinden hızla bir araya gelebiliyorlar.
İşçinin nasırına basmamak lazım. Ancak önümüzdeki aylarda enflasyon oranında yaşanan artış devam edecek; insanların gerçek gelirleri daha da düşecek; işçilerin ve memurların nasırına kötü biçimde basılacak. O zaman, bugün sendika üyesi olmadıkları için örgütsüz gibi gözüken insanların da, sendika üyelerinin de nasıl hızlı bir biçimde örgütlenip tepki göstereceklerine tanık olacağız.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin halkla birlikte zor koşullarda var ettikleri……
1923 – Cumhuriyet Halk Partisi Kuruldu. (9 Eylül 1923)
1923 – CHP Genel Başkanlığına Mustafa Kemal Atatürk seçildi. (11 Eylül 1923)
1923 – Ankara Başkent ilan edildi. (13 Ekim 1923)
1923 – Cumhuriyet ilan edildi (29 Ekim 1923)
1923 – Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu kuruldu.
1924 – Hilafet kaldırıldı.
1924 – Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) kabul edildi.
1924 – İlköğretim zorunlu hale getirildi…
1924 – Lozan Antlaşması yürürlüğe girdi.
1924 – Gölcük’te ilk tersane ünitesi kuruldu.
1924 – Devlet Demiryolları kuruldu.
1924 – İstanbul – Ankara arasında ilk yolcu uçağı seferi yapıldı.
1924 – Türkiye İş Bankası kuruldu.
1924 – Türk Kadınlar Birliği kuruldu.
1924 – Ankara ilk planlı şehir olarak tanzim edildi.
1924 – Cumhurbaşkanlığı Orkestrası kuruldu.
1924 – Türkiye Tütüncüler Bankası kuruldu.
1924 – İlk milli sigorta Anadolu Sigorta faaliyete geçti.
1924 – Bursa’da Karacabey Harası kuruldu.
1924 – Milli Sahne Ankara’da ilk tiyatro olarak kuruldu.
1924 – Topkapı Sarayı müze olarak ziyarete açıldı.
1924 – Türkiye Cumhuriyeti yazılı ilk madeni para tedavüle çıktı.
1924 – Atatürk’ün önerisiyle ismini de verdiği Cumhuriyet Gazetesi yayına başladı.
1925 – Danıştay kuruldu.
1925 – Türk Hava Kurumu (Türk Tayyare Cemiyeti) kuruldu.
1925 – İstanbul’da Liman İşleri inhisarı kuruldu.
1925 – Osmanlı’da köylülerden alınan Aşar Vergisi kaldırıldı.
1925 – Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü kuruldu.
1925 – Sanayi ve Madenler Bankası kuruluş kanunu kabul edildi.
1925 – 1920’de Atatürk tarafından kurulan Anadolu Ajansı bir anonim şirkete dönüştürüldü.
1925 – Ticaret ve Sanayi Odaları Kanunu kabul edildi.
1925 – Gazi Orman Çiftliği kurulmaya başlandı.
1925 – Eskişehir Cer Atölyelerinde demiryolu malzemesi üretecek birimler hizmete girdi.
1925 – Adana Mensucat Fabrikası üretime başladı.
1925 – Türkiye’nin ilk betonarme köprüsü Menderes Nehri üzerine yapıldı.
1925 – İlk Cumhuriyet altını basıldı.
1925 – Adana ve Bergama Müzeleri açıldı.
1925 – Tayyare Cemiyeti’nin katkılarıyla Ankara’da Türk yapımı ilk planör uçuruldu.
1925 – Şeker Fabrikaları kurulmasına ilişkin kanun kabul edildi.
1926 – Demir Çelik Sanayiinin kurulmasına ilişkin kanun yayımlandı.
1926 – Uluslararası saat ve takvim uygulanmasına başlandı.
1926 – Türk Medeni Kanunu yürürlüğe girdi. Kanunla kadın erkek eşitliği sağlandı.
1926 – Türk Telsiz Telefon Şirketi kuruldu
1926 – Eskişehir Uçak Bakım İşletmesi açıldı.
1926 – Yabancı gemilere tanınan ayrıcalıkları kaldıran Kabotaj Kanunu yürürlüğe girdi.
1926 – İlk şeker fabrikası olan Alpullu Şeker Fabrikası işletmeye açıldı.
1926 – Ankara otomatik telefonu işletmeye açıldı.
1926 – İstanbul’da inşaat demiri üreten ilk haddehane açıldı.
1926 – Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri kuruldu.
1926 – Amasya, Sinop ve Tokat Müzeleri açıldı.
1926 – Kayseri Uçak ve Motor Fabrikası açıldı. 1950’li yıllarda Adnan Menderes hükümetince kapatılana kadar bu fabrikada toplam 112 savaş uçağı üretildi.
1926 – Bakırköy Çimento Fabrikası kuruldu.
1926 – Uşak Şeker Fabrikası işletmeye açıldı.
1927 – Teşviki Sanayi Kanunu kabul edildi.
1927 – Bünyan Dokuma Fabrikası hizmete girdi.
1927 – Ankara – Kayseri demiryolu açıldı.
1927 – Emlak ve Eytam Bankası kuruldu.
1927 – İstanbul Radyosu yayınlarına başladı.
1927 – Samsun – Havza – Amasya demiryolları açıldı.
1927 – Bursa Dokumacılık Fabrikası açıldı.
1927 – Eskişehir Bankası kuruldu.
1927 – Ankara Arkeoloji Müzesi ve Sivas Müzesi kuruldu.
1927 – Okullarda karma eğitime geçildi.
1927 – İlk basketbol ligi düzenlendi.
1927 – İlk Köy Öğretmen Okulu Kayseri’de açıldı.
1927 – Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kağıt parası tedavüle çıkarıldı.
1927 – İzmir Müzesi açıldı.
1927 – Ankara’da Çocuk Sarayı açıldı.
1927 – İlk düzenli radyo yayını İstanbul’da başladı.
1928 – Laiklik Cumhuriyetin temel ilkesi olarak kabul edildi.
1928 – Anadolu Demiryolu Şirketi yabancılardan satın alındı.
1928 – Haydarpaşa-Eskişehir-Konya ve Yenice-Mersin Demiryolları yabancılardan satın alındı.
1928 – Ankara Çimento Fabrikası açıldı.
1928 – Türk halkına okuma-yazma öğretmek için Millet Mektepleri açıldı.(1936’ya kadar 16-45 yaş arasındaki yaklaşık 3 milyon kişiye temel eğitim verildi.)
1928 – Ankara Numune Hastanesi açıldı.
1928 – Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü kuruldu.
1928 – Türk Eğitim Derneği (TED) Atatürk’ün koruyuculuğunda Ankara’da kuruldu.
1928 – Türk Vatandaşlığı Yasası kabul edildi.
1928 – İstanbul Bomonti’de Türk Mensucat Fabrikası hizmete girdi.
1928 – Amasya – Zile demiryolu açıldı.
1928 – Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki hakkındaki kanun kabul edildi.
1928 – Malatya Elektrik Santralı açıldı.
1928 – İlk defa Kadınlar Mahkemelerde Avukat olarak görev aldılar.
1928 – Kütahya – Tavşanlı demiryolu açıldı.
1928 – İstanbul’da Üsküdar, Bağlarbaşı ve Kısıklı’da tramvay hatları açıldı.
1928 – Ankara’nın ilk büyük oteli Ankara Palas açıldı.
1928 – Gaziantep’te Mensucat Fabrikası işletmeye açıldı.
1929 – Mersin- Adana demiryolu yabancılardan satın alındı.
1929 – Ankara ile İstanbul arasında telefon konuşmaları başladı.
1929 – Ayancık Kereste Fabrikası açıldı.
1929 – Trabzon Vizera Hidroelektrik Santralı hizmete girdi.
1929 – İstanbul’da Fatih-Edirnekapı tramvay hattı hizmete girdi.
1929 – Anadolu-Bağdat, Mersin- Tarsus Demiryolları yabancılardan satın alındı.
1929 – Haydarpaşa Limanı yabancılardan satın alındı.
1929 – Kütahya- Emirler, Fevzipaşa-Gölbaşı demiryolları açıldı.
1929 – Deniz Ticaret Kanunu kabul edildi.
1929 – Paşabahçe Rakı ve İspirto Fabrikası açıldı.
1929 – Yeni Türk harfleriyle ilk posta pulları basıldı.
1930 – Ankara – Sivas Demiryolu Hattı ulaşıma açıldı.
1930 – Kadınlar Belediyelerde seçme ve seçilme hakkı kazandı.
1930 – Ankara’da Ziraat Enstitüsü kuruldu.
1930 – Kayseri – Şarkışla demiryolu açıldı.
1930 – Türkiye Gazeteciler Birliği kuruldu.
1930 – İstanbul Galata Köprüsü’nden 70 yıldan beri alınan köprü geçiş ücreti kaldırıldı.
1930 – Ankara Etnografya Müzesi halka açıldı.
1931 – Bursa- Mudanya demiryolu yabancılardan satın alındı.
1931 – Gölbaşı – Malatya demiryolu açıldı.
1931 – 10 ilde Bölge Sanat Okulları açıldı.
1931 – Çocuk Esirgeme Kurumu kuruldu.
1931 – Tekel Genel Müdürlüğü kuruldu.
1931 – Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kuruldu.
1931 – Uluslararası ölçü birimleri kabul edildi.
1931 – Türk Tarih Kurumu kuruldu.
1932 – Devlet Sanayi Ofisi (DSO) kuruldu.
1932 – Samsun- Sivas demiryolu açıldı.
1932 – Diyarbakır Tekel Rakı Fabrikası açıldı.
1932 – Sanayi Teşvik Kanunu ile toplam 1473 işletme teşvikten yararlandırıldı.
1932 – İzmir Rıhtım İşletmesi yabancılardan satın alındı.
1932 – Türkiye Sanayi Kredi Bankası kuruldu.
1932 – Kütahya – Balıkesir demiryolu açıldı.
1932 – Ulukışla – Niğde demiryolu açıldı.
1932 – Halkevleri açıldı. (1951’de Adnan Menderes hükümetince kapatıldıklarında 478 Halkevi, 4322 Halk Odası vardı.
1932 – Türk Dil Kurumu kuruldu.
1932 – Türkiye Milletler Cemiyetine üye oldu.
1933 – Eskişehir Şeker Fabrikası açıldı.
1933 – Sümerbank resmen faaliyete geçti.
1933 – İstanbul – Ankara arasında düzenli uçak seferleri başladı.
1933 – Adana-Fevzipaşa demiryolu açıldı.
1933 – Ulukışla – Kayseri demiryolu açıldı.
1933 – Yerel Yönetimlere finansal yardım için İller Bankası kuruldu.
1933 – İstanbul Üniversitesi kuruldu.
1933 – Zonguldak Yatırım Bankası ve Kayseri Milli İktisat Bankası kuruldu.
1933 – Havayolları Devlet İşletmesi kuruldu.
1933 – Samsun- Çarşamba demiryolu hattı yabancılardan satın alındı.
1933 – Halk Bankası kuruldu.
1933 – Ankara’da Yüksek Ziraat Enstitüsü açıldı.
1934 – Bandırma- Menemen- Manisa demiryolu yabancılardan satın alındı.
1934 – İlk Türk Operası sahnelendi.
1934 – Kadınlar birçok Avrupa ülkesinden önce genel seçimlerde seçme/seçilme hakkı kazandı.
1934 – İzmir-Kasaba demiryolu yabancılardan alınarak devletleştirildi.
1934 – Keçiborlu Kükürt Fabrikası üretime başladı.
1934 – Soyadı Kanunu kabul edildi.
1934 – Turhal Şeker Fabrikası açıldı.
1934 – Isparta Gülyağı Fabrikası üretime başladı.
1934 – Kayseri Uçak ve Motor Fabrikasında yapılan ilk uçağın deneme uçuşu yapıldı.
1934 – Basmane İzmir – Afyon demiryolu yabancılardan satın alındı.
1934 – Sümerbank Bakırköy Bez Fabrikası’nın açılışı yapıldı.
1934 – İlk Süttozu Fabrikası Bursa’da açıldı.
1934 – Zonguldak Kömür Yıkama Fabrikası işletmeye açıldı.
1934 – Demiryolu Elazığ’a ulaştı.
1935 – Haftasonu tatili Cumartesi-Pazar olarak kabul edildi.
1935 – Aydın Demiryolları yabancılardan satın alındı.
1935 – MTA Enstitüsü kuruldu.
1935 – ETİBANK kuruldu.
1935 – Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş. kuruldu.
1935 – Türkkuşu kuruldu.
1935 – İstanbul Rıhtım Şirketi yabancılardan satın alındı.
1935 – Ankara’da troleybüs hattı işletmeye açıldı.
1935 – Fevzipaşa-Ergani-Diyarbakır demiryolları açıldı.
1935 – İlk Arkeolojik kazılar Alacahöyük’te başladı.
1935 – Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası üretime başladı.
1935 – Zonguldak Türk Antrasit Fabrikası işletmeye açıldı.
1935 – Afyon – Isparta demiryolu açıldı.
1935 – Sümerbank Kayseri Dokuma Fabrikası’nın açılışı yapıldı.
1935 – Ankara Mamak’ta Gaz Maskesi Fabrikası açıldı.
1935 – Ayasofya müze olarak ziyarete açıldı.
1935 – Ankara’da Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi açıldı.
1936 – Kabotajın Deniz Yolları İdaresi’ne geçmesi sağlandı.
1936 – Ankara Çubuk Barajı açıldı.
1936 – Motreux Boğazlar Sözleşmesi imzalandı.
1936 – Çanakkale ve İstanbul Boğazlarında askerden arındırılmış bölgelere Türk askerleri yerleştirildi.
1936 – Ankara’da Devlet Konservatuarı açıldı.
1936 – Edirne-Sirkeci Şark Demiryolları yabancılardan satın alındı.
1936 – Haydarpaşa Numune Hastanesi hizmete girdi.
1936 – Sümerbank Malatya İplik ve Bez Fabrikası kuruldu.
1936 – İzmit Kağıt ve Karton Fabrikası hizmete girdi.
1936 – Elazığ Şark Kromları İşletmesi kuruldu.
1936 – İzmir Enternasyonal Fuarı açıldı.
1936 – İzmir Havagazı Şirketi yabancılardan satın alındı.
1936 – İstanbul Telefon Şirketi yabancılardan satın alındı.
1936 – SEKA’nın İzmit’teki fabrikasında ilk kağıt üretildi.
1936 – Ankara 19 Mayıs Stadyumu hizmete açıldı.
1937 – Sümerbank Konya Ereğlisi Dokuma Fabrikası üretime başladı.
1937 – Ziraat Bankası Kanunu kabul edildi.
1937 – Kozlu Kömür İşletmeleri yabancılardan satın alındı.
1937 – Çatalağzı – Zonguldak demiryolu açıldı.
1937 – İstanbul Resim Heykel Müzesi açıldı.
1937 – Ankara’da ilk Bira Fabrikası kuruldu.
1937 – Toprakkale – İskenderun demiryolu yabancılardan satın alındı.
1937 – Ankara’da Motorlu Tayyarecilik Okulu açıldı.
1937 – Urfa’da Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği açıldı.
1937 – Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası açıldı.
1937 – Denizbank kuruldu.
1937 – İstanbul ve Trakya Demiryolları yabancılardan satın alındı.
1937 – Diyarbakır – Cizre Demiryolu açıldı.
1937 – Yozgat Termo-Elektrik Santralı hizmete girdi.
1938 – Gemlik Suni İpek Fabrikası açıldı.
1938 – İzmir Telefon Şirketi yabancılardan satın alındı.
1938 – Ankara Radyoevi hizmete girdi.
1938 – Divriği Demir Madenleri üretime başladı.
1938 – Bursa Merinos Fabrikası faaliyete geçti.
1938 – Murgul Bakır İşletmeleri satın alındı.
1938 – Türk askerleri Hatay’a girdi.
1938 – Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü kuruldu.
1938 – Devlet Havayolları Genel Müdürlüğü kuruldu.
1938 – Eskişehir İspirto Fabrikası açıldı.
1938 – İstanbul Elektrik Şirketi yabancılardan satın alındı.
1938 – Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) kuruldu.
1938 – Sivas – Erzincan demiryolu açıldı.
1938 – Giresun’da Fiskobirlik kuruldu.
ATATÜRK’ün VEFATINDAN SONRA
1939 – Ergani Bakır İşletmesi hizmete girdi.
1939 – Karabük Demir Çelik Kok Fabrikası üretime başladı.
1939 – İstanbul’da yabancıların işlettiği Tramvay Şirketi tesislerini hükümete devretti.
1939 – İstanbul’daki Tünel İşletmesi tüm tesislerini hükümete devretti.
1939 – Bursa ve Mersin elektrik tesisleri devletleştirildi.
1939 – Adana Elektrik Şirketi devletleştirildi.
1939 – Sivas Demiryolu Makinaları Fabrikası kuruldu.
1939 – Aydın’da 4000 köylüye toprak dağıtıldı.
1939 – İstanbul’da İETT kuruldu.
1939 – Fransız askerleri Hatay’dan çıkartıldı, Hatay Türkiye’ye katıldı.
1939 – Karabük Demir Çelik Fabrikası Yüksek Fırınları hizmete girdi.
1939 – Ankara Havagazı Şirketi devletleştirildi.
1939 – Karabük Demir Çelik Boru Fabrikaları hizmete girdi.
1939 – Milli Piyango İdaresi kuruldu.
1939 – Unkapanı Atatürk Köprüsü açıldı.
1939 – İlk Türk denizaltısı Haliç’te denize indirildi.
1939 – Sivas – Erzurum demiryolu açıldı. Cumhuriyetin ilk 15 yılında yapılan demiryolu 3.000 km’ye ulaştı.
1939 – Tekirdağ Şarap Fabrikası hizmete açıldı.
1940 – Kozabirlik kuruldu.
1940 – Türk Petrol Şirketi kuruldu.
1940 – Köy Enstitüleri kuruldu. (Toplam sayısı 21’i bulan köy enstitüleri 1954 yılında Adnan Menderes Hükümeti tarafından tamamen kapatıldı.)
1940 – İstanbul Radyo İstasyonu hizmete girdi.
1940 – Ereğli Kömür İşletmesi kuruldu.
1940 – Haliçte yapılan İkinci Türk denizaltısı donanmaya katıldı.
1940 – Taksim Gezi Parkı İstanbul’da açıldı.
1940 – Eğitim amaçlı Halk Odaları kuruldu. İlk etapta 141 Halk Odası açıldı.
1940 – Ankara’da Milli Halk Kütüphanesi açıldı.
1940 – Garp Linyitleri İşletmesi kuruldu.
1941 – Gebere Barajı açıldı.
1941 – Petrol Ofisi kuruldu.
1941 – Türk Hava Kurumu Ankara’da uçak fabrikası kurdu.
1941 – THY Yurtiçi uçuş merkezlerinin sayısı 11’e çıktı.
1942 – Ankara Etimesgut’ta üretilen ilk Türk uçağı deneme uçuşları yaptı.
1942 – Türk Devrim Tarihi Enstitüsü kuruldu.
1942 – İlköğretim seferberliği başladı.
1942 – Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü açıldı.
1942 – Dalaman ve Hatay Devlet Üretme Çiftlikleri kuruldu.
1942 – Bursa, Denizli, Mersin, Çorum ve Urfa’da Kız Sanat Enstitüleri açıldı.
1942 – İlk büyük Türk ilaç fabrikası Eczacıbaşı İlaç Fabrikası Levent’te açıldı.
1942 – Atatürk Devrim Müzesi açıldı.
1943 – Ticaret ve Sanayi Odaları, Esnaf Odaları ve Ticaret Borsası Kanunu kabul edildi.
1943 – Zonguldak-Kozlu demiryolu hattı açıldı.
1943 – İstanbul’da Atatürk Bulvarı açıldı.
1943 – Ankara’da Gençlik Parkı açıldı.
1943 – Diyarbakır – Batman Demiryolu açıldı.
1943 – Seyhan Regülatörü açıldı.
1943 – Sivas Çimento Fabrikası açıldı.
1943 – İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü kuruldu.
1943 – İstanbul’da Yıldız Parkı açıldı.
1943 – Ankara Fen Fakültesi açıldı.
1944 – Türkiye Zirai Donatım Kurumu (TZDK) kuruldu.
1944 – İzmit Klor Alkali Fabrikası hizmete girdi.
1944 – İzmit Selüloz Fabrikaları işletmeye alındı.
1944 – Türk Hava Kurumu’nun Ankara’daki uçak fabrikasında 140 eğitim uçağı, ambulans uçakları ve çok sayıda planör üretildi.
(Ne yazık ki; Ankara, Kayseri ve Eskişehir’deki Uçak ve Uçak Motoru Fabrikalarının tamamı 1950’li yıllarda Adnan Menderes hükümeti tarafından kapatılmıştır.
1944 – İzmit’te Gazete ve Sigara Kağıdı Fabrikası açıldı.
1944 – Yeşilköy’de yerli sermaye ile üretilen ilk Türk özel yolcu uçağının denemesi yapıldı.
1944 – Anıtkabir’in temeli atıldı.
1944 – İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) kuruldu.
1944 – Mersin Limanı hizmete açıldı.
1944 – Gaziantep Havaalanı açıldı.
1944 – Fevzipaşa – Malatya ve Diyarbakır – Kurtalan demiryolları hizmete girdi.
1944 – Sakarya’da Ziraat Alet ve Makinaları Fabrikası üretime başladı
1944 – İzmir’de Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu açıldı.
1945 – Şirketi Hayriye devlet tarafından satın alındı.
1945 – Türkiye Birleşmiş Milletler’e kurucu üye olarak katıldı.
1945 – İskenderun Limanı hizmete girdi.
1945 – Türkiye ilk defa yerli ampul üretimine başladı.
1945 – Balıkesir, Van, Rize, Erzurum, Erzincan ve Çankırı’da liseler ve enstitüler açıldı.
1945 – Çiftçiyi ve Köylüyü Topraklandırma Kanunu kabul edildi.
1945 – Ormanlar koruma amacıyla devletin mülkiyetine geçti.
1945 – İstanbul – Londra ve İstanbul – Paris uçak seferleri başladı.
1946 – İş ve İşçi Bulma Kurumu hizmete başladı.
1946 – İşçi Sigortaları Kurumu yürürlüğe girdi.
1946 – İstanbul – Ankara arasında yataklı tren seferleri başladı.
1946 – Ankara Üniversitesi kuruldu.
1946 – Elazığ Tekel Şarap Fabrikası açıldı.
1946 – İstanbul ve Ankara Gazeteciler Cemiyeti kuruldu.
1946 – Türkiye’nin ilk çok partili seçimleri yapıldı.
1947 – Heybeliada Senatoryumu hizmete girdi.
1947 – İstanbul Açıkhava Tiyatrosu açıldı.
1947 – İşçi ve İşveren Sendikaları Kanunu kabul edildi.
1947 – Palu-Genç demiryolu açıldı.
1947 – Türkiye Dünya Sağlık Örgütüne üye oldu.
1947 – Rize Çay Fabrikası hizmete girdi.
1947 – Eskişehir Demiryolu Takım Fabrikası hizmete girdi.
1947 – İstanbul’da İnönü Stadyumu açıldı.
1948 – Köprüağzı – Maraş demiryolu açıldı. Açılan son demiryolu hattı oldu; çünkü 1950’deki Adnan Menderes hükümetinden itibaren demiryolu yapımları durduruldu.
1948 – Çatalağzı Termik Santralı hizmete girdi.
1948 – Türkiye Milli Talebe Federasyonu kuruldu.
1948 – Milli Kütüphane hizmete girdi.
1948 – Ankara Etimesgut’ta kurulan Uçak Motor Fabrikası hizmete girdi.
1949 – Porsuk Barajı açıldı.
1949 – Emekli Sandığı kuruldu.
1949 – Türkiye İnsan Hakları Bildirgesini onayladı.
1949 – Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü kuruldu.
1949 – İstanbul’da Kartal- Yalova araba vapuru hattı açıldı.
1949 – Sümerbank Ateş Tuğla Fabrikası Filyos’ta açıldı.
1949 – Muş’ta Alparslan Devlet Üretme Çiftliği kuruldu.
1949 – Murgul Bakır İşletmeleri üretime başladı.
1949 – Türkiye Avrupa Konseyi’ne kabul edildi.
1923 – 1950 arasında yapılan tüm bu eserler ve yatırımlar gerçekleştirilirken tek kuruş bile borç alınmamıştır.
Borç alınmadığı gibi Osmanlı’nın bıraktığı Düyun-u Umumiye borçları da ödenmiştir.
1929 -1932 arası Dünya tarihinde şu ana kadar yaşanan en büyük kriz olan “Dünya Ekonomik Bunalımı” dönemidir. Teğet geçmemiştir!
1939 – 1945 arası tüm dünyanın yıkıma sürüklendiği II. Dünya Savaşı dönemidir.
Bu dönemde tüm dünya kana bulanırken ve komşu ülkelerde bile milyonlarca insan ölürken; tek bir Türk vatandaşının burnu dahi kanamamıştır.
Genç Türkiye Cumhuriyetini kuran iradenin elbetteki hataları da olmuştur.
O günkü Türkiye’nin yoksulluğunu ve savaş zamanlarını göz önüne aldığımızda ne kadar zorluklar çekildiği ortadadır.
Örneğin; sık sık gündeme gelen şu camilerin kapatılırak depoya dönüştürülmesi konusunun gerçek yüzü şudur:
İkinci dünya savaşında sınırlara yığınak yapmak zorunda kalan orduyu doyurmak amacı ile köylüden toplanan hububat modern SİLO’lar olmadığı için camiler boşaltılarak SİLO yerine kullanılmıştır. Doğru olan yöntem de odur…
Peki bütün bu yapılan yatırımları ve emperyalizmin ellerinden alınarak devletleştirilen işletmeleri kimler tekrar emperyalistlere satmaya başladı? Adnan Menderes…
Son Söz:
Vatan; doyduğun ve mutlu olduğun yerdir.
Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti…
Kaynakça:
Mehmet Sağlam (düzenleme)
Bülent Özer
✅ VATAN POSTASI resmi.
📌davetiye adresiniz ↓
→ https://qoto.org/invite/bkoiwmFj ←
Not : Vatan Postası'nın herhangi bir parti,dernek,şirket vb. ile direk/dolaylı bağı yoktur. BAĞIMSIZDIR.