MUTASAVVIF ve İSYANCI:
Börklüce Mustafa bilmecesi
Aydin Cubukcu
Börklüce Mustafa… Osmanlı tarihçileri ve sonra gelen herkes onu böyle anıyor. Yoldaşlarının ve kendisinin benimsediği namı, Dede Sultan! Şeyh Bedreddin tarafından halifesi olarak tanıtıldı, kethüda (çocuklarının eğitmeni ve sahip olduğu mülkün yöneticisi) olarak görevlendirildi. Nâzım Hikmet’in başlattığı “mitolojik” sahipleniş onu bir “köylü isyancı”, bir toprak adamı, yoksulların içinden gelen bir ihtilalci gibi anmayı seçti.1 Alevi tarihçiler, yazarlar, edebiyatçılar ise bir Kızılbaş önder olduğuna inanmayı uygun buldular.
Gerçekte kökü, kimliği, sınıfı hakkında hiçbir kesin bilgi yok. Yalnızca çözülmesi pek güç kördüğümler var ve onları oluşturan iplikçilerin hepsi kopuk kopuk.
Bu yazının sınırlarını aşacak olan geniş açıklamalardan kaçınarak elde bulunan verilerin toplamını kısaca özetleyeceğim.
Şeyh Bedreddin’in, kökleri Selçuklu sultan ailesine dayanan soyağacı hemen hemen eksiksiz biliniyor ve bu konuda pek fazla tartışma yok. Sadece saray tarihçileri bunun, şahlık iddiasını güçlendirmek için uydurulmuş bir hikâye olduğunu iddia ediyorlar.
Börklüce Mustafa’nın ise soyu ve nerede doğduğu hakkında kesin bir bilgi yok. Yakın zamanda, Börklüce Mustafa’ya ait olduğu düşünülen Tasvirü’l Kulûb adlı bir eseri, beş yazma nüshasını karşılaştırarak çeviren ve açıklayıcı notlarla yayımlayan Dursun Gümüşoğlu, kitaptaki “Hoca Burhaneddin oğlu Mustafa” imzasının, Sivas Sultanı Kadı Burhaneddin’e işaret ettiği yolundaki iddiaya katılmaktadır.3
Bu iddia birçok bakımdan önem taşıyor. Öncelikle, Börklüce Mustafa ile Şeyh Bedreddin’in nasıl tanıştıkları meselesinin, en azından tarihsel verilere uygun bir varsayım çerçevesine oturtulabilmesi için kapı aralıyor. Şeyhin, bir rastlantı sonucu bir köylüyle tanışıp onu halifesi ve kethüdası yapıvermesinin masalsılığına karşı, Selçuklu yönetici sınıfı içinde kökleri birleşen iki baba dostu olarak önceden tanışmış olmaları dolayısıyla böyle bir ilişkinin gelişmesi gerçeğe daha yakın duruyor. Mustafa, okumaz-yazmaz bir köylü olmak bir yana, Sünni fıkıh ilminin zirvesi olarak kabul edilen büyük bilgin ve Çelebi Musa Sultan’ın kazaskeri Şeyh Bedreddin’in kethüdası olacak kadar eğitimli ve öyleyse aynı zamanda soylu biri olmalıdır. Değilse, Tire’de karşılaşır karşılaşmaz, hem çocuklarını emanet etmesi, hem de halifesi olarak orada bırakıp yoluna devam etmesi açıklanamaz.
Öyleyse, Börklüce’nin tarihsel kimliğini inşa etmek için –başkaca kanıtlarla desteklenmeye muhtaç- ilk varsayımı elde etmiş oluyoruz: Börklüce, basit bir köylü değildir, ama bu bir köylü önderi olmadığı anlamına gelmez.
Börklüce’nin isyandaki yerini ve işlevini de yeniden düşünmemiz için önemli bir başka veri bulunuyor. O da, Bedreddin’in Aydın ve Rumeli ile ilişkisi hakkındadır.
Fazla ayrıntıya girmeden şu kadarıyla yetinelim: Bir ayağı Aydın İllerinde, bir Ayağı Rumeli’de olan kalkışmanın maddi temeli, Şeyh Bedreddin’in her iki bölgede sahip olduğu geniş tımar toprakları ve üzerinde yaşayan halklardır. Öyleyse, Osmanlı tarihçilerinin ileri sürdüğü “Şeyhlikten şahlığa yükselme emeli vardı” iddiası bu bakımdan tamamen yakıştırma ve olmadık “bir suç” yükleme olmayabilir. Gerek Bedreddin’in Selçuklu sultan ailesinden gelmesi (büyük amcası Sultan III. Keykûbat’tır) gerekse babası Gazi İsrail’in Aydın ve Trakya’da geniş tımar topraklarının bulunması ve bunların tapulu vakıf toprakları halinde Bedreddin’in mülkü olması, en azından şahlığa niyet etmesi için geçerli dayanaklardır. Niyet etmiştir ya da etmemiştir, o ayrı, fakat buna hakkı olduğunu iddia etmesi ve eyleme geçmesi için yeterli dayanaklara sahiptir.4 Diğer yandan “fetret dönemi” denilen ve elinde toprak ve asker olan herkesin büyük-küçük bir beylik, sultanlık kurmasına olanak veren siyasal koşulları da böyle bir tasarı için uygundur.
Bu çerçevede, Bedreddin’in ve Börklüce Mustafa’nın, Osmanlı’nın merkezi bir iktidar kurma girişimi karşısında olanların temsilcisi olduğunu söyleyen tarihçi ve araştırmacıların tespitlerinin de tarihsel ve siyasal zemini vardır.
Ne var ki, eğer başarılı olsaydı, Bedreddin’in Varidat’ta dile getirilen dünya görüşüne, doğa, din ve insan anlayışına uygun nasıl bir toplum ve devlet modeli düşündüğüne dair hiçbir işaret yoktur. Fakat Musa Çelebi’yi kendisini destekleyen beylerin toprak ve mülk beklentilerini boşa çıkarmak yönünde etkilediği, bu yüzden örneğin Evranos Beyin, Çandarlı’nın vb. Çelebi Mehmet tarafına geçtikleri de muhtemel görünmektedir.
Börklüce Mustafa’nın Kadı Burhaneddin’in oğlu olup olmadığı da, tarihsel kimliğini tamamlamak için çözülmesi gereken problemlerden bir diğeridir. Buna dair de, bence kimi işaretler vardır.
Şeyh Bedreddin’in babası Gazi İsrail hem bir komutan, hem de bir kadıdır. Tıpkı Börklüce’nin babası olduğu ileri sürülen Kadı Burhaneddin gibi… Her ikisi çağdaştır ve meslektaştır. Bu hem Börklüce ve Bedreddin’in birbirlerini nasıl olup da bulduklarını açıklamamıza yardım eden bir unsurdur, hem de yeni bir iktidar için birlikte hareket etmelerine imkân sağlayan bir ilişkidir. Kitapta adı geçen Hoca Burhaneddin veya Hoca Burhan’ın gerçekten Sivas Sultanı Kadı Burhaneddin olup olmadığı bir yana, Selçuklu aristokrasisine mensup birisi ya da bir başka yüksek bürokrat, ya da en azından üst sınıflardan birisine mensup olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir. Ayrıca, Selçuklu fetih ve iskan politikasını yürüten “kurucu aileler” kategorisinde yer almış olmaları da kuvvetle muhtemeldir ve birlikte hareket etmeleri için bir gerekçe de budur.
Bu da bir başka koşula bağlıdır. Yine eğer diye başlayan bir başka cümle kurmak zorundayız: Eğer, Tasvir’ül Kulûb gerçekten Börklüce Mustafa tarafından yazıldıysa, görüyoruz ki, tasavvuf kültürüne hâkim, Arapça ve Farsça bilen biridir ve bu özelliklere sahip olabilmek için ancak yönetici sınıfa mensup olmak gerekir.
Tasvir’ül Kulûb
Elimizde Börklüce’ye ait olduğu ileri sürülen Tasvir’ül Kulûb’un iki ayrı araştırmacı tarafından düzenlenen açıklamalı çevirileri var. Dursun Gümüşoğlu’na ait olan beş ayrı nüshayı karşılaştırmalı olarak ele alıyor. Diğeri ise Mehmet Işıktan’a ait ve yalnızca Milli Kütüphane’de bulunan nüsha üzerine.5
Bunlardan Mehmet Işıktaş’a ait olan, yerleşik sosyalist algıyla kaleme alınmış bir inceleme ve değerlendirme bölümüyle başlıyor. Börklüce’yi yerleşik sosyalist kabulleniş açısından ele alıyor ve ona olan sevgisini açıkça gösteriyor. Ancak kendisinin de açık yüreklilikle belirttiği gibi, bu bir “uzman” çevirisi değildir ve Börklüce’ye yönelik bir saygı çalışmasıdır.
Diğeri ise, daha geniş bir araştırmanın ürünü. Beş ayrı nüshanın6 karşılaştırmalı incelemesini içeriyor ve farklı bir bakış açısını yansıtıyor. Kitaba yazdığı uzunca giriş bölümünde, Dursun Gümüşoğlu, başlıca iki iddia ileri sürüyor. Birincisi, Bedreddin ve Börklüce’nin isyancı-ihtilalci olmadıklarına dairdir. Gümüşoğlu her ikisinin de bir “yanlış anlama” sonucu katledildiklerini düşünüyor. Yanlış anlaşılmanın iki yanı var, ona göre. Birincisi, bir isyan hareketi yaratmamış olmalarına karşın, “nefsi müdafaa” durumunda olan dervişlerin direnmesi katledilmelerine yol açmıştır. İkincisi, tasavvuftaki “fakr ve dervişlik” düşüncesi, “saray çevresi tarafından mal paylaşımı olarak anlaşılmış” bu da “Börklüce’nin bedeninin ortadan kaldırılmasına sebep olmuştur.”
Gümüşoğlu, eserin tasavvufi içeriğini vurgulayarak, “ne Bedreddin’in ne de Börklüce’nin eserlerinde komünizme benzer bir tarzda mal ortaklığına dair en ufak bir söz, hatta bir işaret bile yoktur” diyor.
Felsefi olarak da, her ikisinin de materyalizmle alakasının olmadığını kanıtlama çabasına girişiyor: “Başta Nâzım Hikmet olmak üzere Türk sosyalistlerinin tümüne göre de Börklüce Mustafa materyalist, dolayısı ile ateisttir. Okuyucuya sunulan Tasvirü’l Kulûb adlı kitap, bu yaklaşımın gerçeklere uygun olmadığını kanıtlamaktadır.”
Gümüşoğlu’nun, asıl amacının günümüz Alev’i toplumunun, özellikle de gençlerinin siyasal eğilimleri üzerinde etkili olacağından endişelendiği sosyalist yaklaşımlardan Bedreddin ve Börklüce’yi tenzih etmek olduğu anlaşılıyor. Daha önce aynı yolda iddialarını ilk kez dile getirdiği başka bir makalesi de Cem Vakfı tarafından yayımlanmıştı.7
Başlıca dayanak noktası her iki düşünürün de mutasavvıf olmalarıdır. Ona göre, bir mutasavvıf, isyancı ve materyalist olamaz! Özellikle Tasvirü’l Kulûb’un yoğun tasavvufi- dinsel içeriğini bu iddiasının dayanağı olarak değerlendiriyor.
Gerçekten Tasvirü’l Kulûb, mitolojik Börklüce Mustafa imgesi açısından bakıldığında “ona yakıştırılmayacak” bir içerik taşıyor. Bununla beslenmiş solcu beklentiler açısından hayal kırıklığı yaratacak kadar mistik ve dinsel bir içeriğe sahip.
İsyan ve Tasavvuf
Bu noktada yanıtlanması gereken ilk soru şudur:
Dinsel, mistik, tasavvufi bir düşünce, bir felsefe aynı zamanda ihtilalci, isyancı olabilir mi?
Gümüşoğlu’nun iddiası bu ikisinin bir arada bulanamayacağı yönündedir.
Bütün isyanlar için şu ortak özellikleri sayabiliriz:
Her isyanın belli başlı üç unsuru vardır: a) Felsefi, ideolojik, b) Siyasi, c)Askeri, teknik.
Bu üç özellik isyanın gerçekleştiği tarihsel ve sosyal temel üzerinde ve kendisine özgü bir biçim ve içerik kazanır.
Diğerlerini bir yana bırakarak, isyan-ideoloji ilişkisini ele alalım.
Her isyanın ideolojisi, genellikle egemenlerin ideolojisine karşıt, uzlaşmaz ve dışlayıcı içeriktedir. İlk bakışta karşı karşıya gelenlerin, isyancıların ve egemenlerin sırf bu “düşünce ayrılığı” yüzünden karşı karşıya geldikleri sanılır. Pek çok durumda isyancılar ve egemenler de böyle zannedebilir. Oysa kimi durumlarda, ideoloji (bu bir din, mezhep, kültür, felsefe biçiminde olabilir) isyanın ardından gelir. Bir başka yerde, bir başka zamanda oluşmuş olan bir düşünce gelip isyanla bulaşabilir. Bir başka deyişle, isyanlar herhangi bir ideolojiden kaynaklanmaz: Her isyan, kendisine özgü bir düşünce sistemi, isyanın içeriğine ve hedeflerine uygun bir ideoloji geliştirir veya daha önce yaratılmış olan bir düşünceyi bayrak edinir.
Börklüce Mustafa isyanının düşünsel yapısı hakkında çok fazla bilgi yoktur. Elde Şeyh Bedreddin’in Varidat adlı eseri ve şimdi Börklüce’nin Tasvirü’l Kulûb’u vardır. Onlarda da yalnızca vahdet-i vücud felsefesinin hakim olduğu kimi tasavvufi düşünceler vardır. Sosyal, siyasal sonuçlar çıkarmaya elverişli herhangi bir ibare yoktur.
Ancak tarihsel maddi koşullara baktığımızda, özellikle fetret devrinin siyasal ortamı göz önünde tutulduğunda, farklı sosyal sınıf ve tabakaların kendi koşullarını değiştirmek, daha adil, eşit bir toplum özlemiyle, ya da doğrudan doğruya kendi varlıklarını korumak amacıyla ayağa kalkmalarını zorunlu kılan bir hayatın varlığı tartışma götürmez.
Bedreddin ve Börklüce’nin hareketi, bu sosyal-tarihsel koşullarda ortaya çıkmıştır. Arkalarında, en yakını Babai isyanları olmak üzere, pek çok halk isyanı vardır. Bu büyük isyanın kırımından kurtulan halk yığınlarının önlemli bir bölümü de Ege ve Trakya’ya göçmüştür. Aradan yaklaşık 150 yıl geçmiş olmasına karşın, anıları tazedir, isyan ateşlerinin sıcaklığı hâlâ üzerlerindedir.8 Her iki bölgede de Bedreddin hareketinin sosyal gücünü, kıtanın en yoksul ve en mülksüz bırakılmış bu halkı oluşturmaktadır. Daha sonra Alevilik, Bektaşilik biçiminde kendisini gösterecek olan inançlar da, bu sosyal temel üzerinde yükselmiş, dolayısıyla bütün Anadolu isyanları “Alevi isyanı” olarak görünmüştür.
Her imparatorluk, her beylik, her yağmacı silahlı grup tarafından ezile soyula yaşamaya zorlanmış olmanın sonucu, bu halklar, bir yandan İran yaylasının çok eski isyancı geleneklerinin düşünsel-felsefi mirasını, Ege ve Trakya’nın Roma döneminden ve Hıristiyanlığın ilk dönemlerinden kalan “eşitlikçi” muhalif düşünceleriyle harmanlayarak benimsemiştir. Bir yerde Kızılbaş olmuşlardır, bir yerde Bogomil, Khatar ya da Bedreddinî… Hangi biçim altında, hangi adla tanınmış olursa olsunlar, aynı talepleri, aynı özlemleri taşımışlardır. Mülksüz bırakılmış olmaları yüzünden, herkesin mülksüz olmasını istemişler, eşitsizlikten yılmış olduklarından herkesin eşit olmasını, adaletsiz bir dünyadan ötesini tanımadıklarından adil biri dünyanın kurulmasını istemişlerdir. Kendi aralarında sınıf, imtiyaz, ayrımcılık bilmediklerinden, ancak bunların olmadığı bir dünyada rahat edebileceklerini hissetmişlerdir.
Aslında onlar, ne Kızılbaş’tır, ne Khatar, ne Bogomil, ne Bedreddinî… Onlar sadece yoksul ve ezilmişlerdir.
İsyanlarının belirleyici nedeni yalnızca budur. Yüzlerine hangi savaş boyasını sürerlerse sürsünler, gönüllerinde hangi azizin, hangi ermişin, hangi dedenin, hangi şeyhin adını taşırlarsa taşısınlar, istedikleri, özledikleri aynıdır.
Bedreddin’in komünistliği meselesi
Bedrettin ve Börklüce hakkında “sosyalist” ya da “materyalist” kavramlarının kullanılması tarihsel olarak esasen yanlıştır ve bunun eleştirisini ya da savunusunu esas alan bir çalışma da tümüyle ideolojik kaygıları dile getirir.
Yine Dursun Gümüşoğlu’nun itirazlarından yola çıkarak, şu sorunun cevabını arayalım: Bir mutasavvıf, aynı zamanda “materyalist” ve eşitlikçi olabilir mi? Tarihte bunun hiç mi örneği yoktur?dosya1Şeyh Bedreddin üzerine en yetkin incelemelerden birini yapmış olan Michel Balivet’in Tarih Vakfı Yurt Yayınlarında çıkan “Tasavvuf ve İsyan”9 adlı eseri, adından başlayarak bunun mümkün olduğunu gösteren pek çok örnek içeriyor. Özellikle İran ve Anadolu isyan önderlerinin hemen hepsi, İslamiyet’in “şekilci” buldukları özelliklerini reddederek “özünü bulmaya” yönelmiş mutasavvıflardır. Onların egemen ideolojiyle kavgalı bu görüşleri, halkların hayat koşullarına karşı verdikleri kavgayla birleşmeye elverişlidir. Ve şu da var ki, aslında halklar, hangi din olursa olsun, egemenlerin eliyle kendilerini bir biçime sokmaya çalışan her dayatmaya içten içe zaten karşıdır.
Öyleyse, Bedreddin örneğinde de, ezilmiş yoksulların özlemlerini doğrudan, somut sosyal siyasal programlar halinde dile getirmemiş olsa bile, sırf egemen ideolojiye karşı geleneksel-tarihsel muhalif motifleri taşıyan, dinler, mezhepler, peygamberler arasında ayrım gözetmeyen eşitlikçiliği ve özellikle cennetin de cehennemin de bu dünyada olduğunu söyleyen görüşleriyle onlara yakın ve çekici gelmiştir.
Bir yanda bütün İslami fıkıh biliminin zirvesi olarak kabul edilen bir bilgin, aynı zamanda panteist bir zındık, bir mülhid olabilir mi?
Bir yandan biri zındık olduğu söylenerek idam sehpasına gönderilirken, diğer yanda bütün medreselerde, hatta günümüz ilahiyat fakültelerinde kitaplarının okutulması nasıl açıklanabilir?
Bir yandan bir sufî olarak Varidat’ı ortaya çıkarırken, diğer yanda İslam Hukuku’nun en temel eserlerini Câmiu’l-Fusûleyn’i, Letâifu’l-İşârât’ı nasıl yazabilmiştir?
Kısaca, biri bilgin, diğeri düşünür olarak Bedreddin’i iki ayrı işlevle tanımanın doğru olacağını belirtelim. “İlmine sadık” dürüst bir bilim adamı, fakat kendine özgü düşünceleriyle farklı bir önder. İslam hukuku üzerine yazarken, bu “ilmin” bütün gereklerini, en kapsamlı haliyle ve tartışılmaz biri metodolojik üstünlükle ele alıp işinin gereğini hakkıyla yerine getirirken bir bilgin; deyim yerindeyse, “laboratuvarından çıkınca” kendisi olan bir düşünür!
Bu çelişik, ya da şizofren bir kişilik değildir.
Gelelim, komünistlik meselesine!
Şeyh Bedreddin’in komünist, sosyalist vs. olduğunu düşünen pek çok amatör düşünür vardır! Ama örneğin, Dursun Gümüşoğlu’nun söylediğinin aksine Nazım Hikmet bunlardan biri değildir. Nâzım Hikmet, Osmanlı tarihçilerinin ittifakla söyledikleri, ama geleneksel olarak her isyancı için ileri sürülen “mal ortaklığı savunuculuğu” iddiasını temel alarak şiirini geliştiriyor. Osmanlının bu iddiası, yalnızca karalama amacıyla ileri sürülmüş değildir. İsyancı kitlelerin, önderleri kimi olursa olsun, böyle bir talebi vardır ve bu bakımdan iddia doğrudur. Ama bu talep onları günümüzdeki anlamıyla “komünist” olarak adlandırmayı doğru kılmaz.
Bedreddin’in komünist olduğunu zannedenler yalnızca mitolojiye ihtiyaç duyan solcular değildir. Osmanlı tarihçilerinin düşmanlık izini süren kimi sağcı yazarlar da, Bedreddin’e ve Börklüce’ye yönelttikleri suçlamalarda bu kavramı kullanıyorlar.
En ileri gideni, İbrahim Konyalı, “Stalin’in Şeyhi Bedreddin Simavi”10 başlıklı makalesinde, Bedreddin hakkında, “bu zat, Rusya’da Müjdekten sonra deli ve kızıl bir rejimin ilk müjdeleyicileri başında yer almaktadır” diyor. “Eğer ihtilali muvaffak olsaydı, dünya kızıl tehlike acısını 530 yıl önce tatmış olacaktı” diye ekliyor. Ve sonra, Bedreddin ve Börklüce Mustafa’yı katleden Çelebi Mehmed’i “komünizmin müthiş düşmanı” olarak kutsuyor!
Burada, Soğuk Savaş’ın propaganda saldırısının sonucu olarak ortaya çıkmış cehalet tüccarlığının komikliği bir yana, bütün tarih felsefesi literatürü tarafından yöntemsel bir hata olarak kabul edilen, farklı tarihsel dönemlere ait kategorilerin geçmişe uygulanmasının sonucunu görüyoruz. Aynı hata geneldir ve İbrahim Konyalı adlı şahsa mahsus değildir; pek çok solcu yazar da aynı hataya kolaylıkla düşebilmektedir.
Dursun Gümüşoğlu’nun da tartışmaya giriştiği konunun esası budur. Bedreddin ve Börklüce’nin komünist olup olmadığını tartışmak, tamamen güncel siyasal ihtiyaçlarla ilgilidir; tarihle, felsefeyle ilgisi yoktur ve Gümüşoğlu’nun girişimi, aslında İ. Konyalı’nın yaptığını tersinden yapmaktan ibarettir.
Sonuç
Börklüce Mustafa’nın üzerindeki sır perdelerini açmak, çok yönlü bir problemler yumağını çözmeye çalışmak gibidir. Tartışmaya, tarih bilgisinin yanı sıra, inançlar, tahayyüller, siyasi ihtiyaçlar dâhil olunca, en kolay yol, düğümü çözmek yerine İskender Kılıcı sallamak oluyor.
Tasvirü’l Kulûb’un ona ait olup olmadığına, soyuna- sopuna dair tartışmalara, Bedreddin’in eylemiyle kitabının nasıl bağdaştırılacağına dair cümleler, hep “eğer, … ise” kalıbıyla kurulmak zorundadır.
Romancının, şairin, inanç ehlinin işi kolaydır ve bu konularda fazla bilgiye, veriye ihtiyaçları yoktur. Ama tarihe sınıf mücadeleleri tarihi açısından bakanların rasgele söylentilerden, kanıtlanması güç ve belki de gereksiz konuları “ihmal edilebilir unsurlar” olarak kabul etmesi gerekiyor.
Çünkü meselesinin esası, bir isyanın öncülerinin kimliğinden çok isyan edenlerin eyleminin içeriğidir.
Elbette Bedreddin ve Börklüce, yüzyıllara yayılan bir halk isyanın içinde bir yere sahiptirler ve bu bakımdan bütün çağların isyancılarının yanındadırlar. Günümüzde de her ikisine, ezilenlerin ve mülksüz bırakılmışların saflarında en onurlu yer verilmelidir. Çünkü başkaldıranlar öyle kabul etmişlerdir, çünkü düşmanları onları oraya koymuşlardır. Öyleyse, bizimdirler ve bizim kalacaklardır.
Kaynaklar
1 Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun karalama romanı “Darağacı” (İrfan Yayınevi, İstanbul, 1984) dâhil, Bedreddin üzerine yazılmış bütün romanlarda çizilen portre böyledir. Yılmaz Gruda’nın “Köylü Devrimci Börklüce Mustafa” adlı destanı ve ana kaynak Doukas’ın notları da böyle kabul ediyor. Bkz: Michael Doukas, Tarih – Anadolu ve Rumeli 1326-1462”, çev. Bilge Umar, Arkeoloji ve Sanat Yayınları.
2 Bu kanının güçlü dayanakları vardır. Bir başka çalışmada tarafımızdan gerekçeleriyle açıklanacaktır.
3 Bu iddiayı ilk kez Bezmi Nusret Kaygusuz öne sürmüştür. Bkz: Bezmi Nusret Kaygusuz, Şeyh Bedreddin Simaveni, İhsan Gümüşkaynak Matbaası, İzmir, 1957
4 Vakıf topraklarının tapularını bulan ve yayınlayan M. Armağan, “Tire’den Darağacına Bedreddin”, kendi yayını, İzmir 2004
5 Dursun Gümüşoğlu, Tasvirü’l Kulûb – Börklüce Mustafa, Barış Kitap, 2015; Mehmet Işıktaş, Börklüce Mustafa ve Tasvirü’l Kulûb, Karina yayınları, 2015
6 Bu yazmalar, Topkapı Sarayı Emanet Hazinesi, Milli Kütüphane, Manisa İl Halk Kütüphanesi, Vatikan Kütüphanesi Türkçe Yazmalar Bölümü ve Avusturya Dükalık Kütüphanesi Gotha Koleksiyonu’nda bulunuyor.
7 https://issuu.com/designer_sc/docs/program_kitapcik
8 Kaldı ki, Anadolu’da 16. Yüzyıla kadar süren pek çok isyan ve ayaklanmada bu büyük başlangıcın izleri, gelenekler ve özlemler açısından olduğu kadar kültür olarak da yaşamaya devam etmiştir.
9 Michel Balivet, “Şeyh Bedreddin, Tasavvuf ve İsyan”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2011
10 Necdet Kurdakul, Bütün Yönleriyle Bedreddin, Döler Reklam Yayını, 1971, s. 309