30 AĞUSTOS, MUSTAFA KEMAL, LENİN VE BOLŞEVİKLER
Türkiye Sosyalist Hareketi (hareketleri mi deseydik) içinde, Mustafa Kemal önderliğindeki “Türk – İslam” Burjuva Milliyetçi Hareketi konusunda, tabiri caizse, tam bir karmaşa, eski sözlerle ifade edersek, “ifrat – tefrit” söz konusudur.
Yıl 1922. Lenin, Sovyet Rusya adına TBMM hükümetine kalıcı elçi olarak gidecek Aralov’la konuşuyor:
“- Demek böyle azizim dedi, savaşı bitirdiniz, diplomat oldunuz... Şimdi size büyük bir iş veriliyor. Türkiye'de yararlı çalışacağınızı umuyorum. Türkler ulusal kurtuluşları için savaşıyorlar. Bunun için merkez komitesi, askerlik işlerini bilen birisi olarak sizi oraya gönderiyor. Emperyalistler Türkiye'yi soyup soğana çevirdiler, hâlâ da soyuyorlar. Köylüler ve işçiler buna katlanamadılar ve baş kaldırdılar. Sabır bardağı taştı, gerek Doğu halkları gerek biz, emperyalist kuvvetlere karşı savaşıyoruz. Sovyetler Birliği Emperyalistlerle işini bitirdi. Onları bozguna uğrattı ve memleketten kovdu. Onların dişlerini söktük, keskin tırnaklarını vücudumuza geçirmelerine izin vermedik.
Lenin Türkiye'de olup bitenleri çok iyi biliyordu:
- Mustafa Kemal Paşa, doğaldır ki sosyalist değildir. Ama görülüyor ki iyi bir teşkilatçı. Kabiliyetli bir lider. Ulusal burjuva devrimini idare ediyor. İlerici, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist devrimimizin önemini anlamış olup, Sovyet Rusya'ya karşı olumlu davranıyor. O, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum. Halkın ona inandığını söylüyorlar. Ona, yani Türk halkına yardım etmemiz gerekiyor…”
Aslında Mustafa Kemal, Rus toplumu açısından “bilinmeyen bir kişi” değildir. Bu yalnızca, Çarlık Rusyası’nın müttefikleri olan İngiltere ve Fransa deniz ve kara güçlerinin Çanakkale’de aldıkları yenilgide, onun oynadığı önemli rol ile de ilgili değildir.
Mustafa Kemal, I. Paylaşım Savaşı sırasında, Bitlis ve Muş’a doğru ilerleyen Rus ordusuna karşı savaşa hazırlanan II. Osmanlı Ordusu’na atanır.
Bitlis ilk olarak 2-3 Mart'ta Rusya İmparatorluk Kara Kuvvetleri'nin 2. Kafkas Kolordusu tarafından düşürülür. Ancak 1 Ağustos'ta taarruza geçen Mirliva Mustafa Kemal Paşa komutasındaki Osmanlı 16. Kolordusu, Diyarbakır’a doğru ilerlemekte olan Nikolay Yudeniç komutasındaki Kafkas Ordusu'nu geri püskürterek 8 Ağustos'ta 5. Fırka ile Bitlis'i, 8. Fırka ile Muş'u geri alır.
25 Ağustos 1916'da Rus kuvvetleri tarafından Bitlis ve Muş tekrardan alınsa da, Mustafa Kemal’in de katıldığı Çapakçur Muharebeleri ile Rus birlikleri geri püskürtülür, Bitlis ve Muş geri alınır.
Bu muharebeler sırasında, alınan Rus savaş esirlerini Mustafa Kemal’in, bildiği Bulgarca ve Makedonca yardımıyla bizzat sorguladığı da bilinir.
Başka bir konu ise, bazı “sosyalist” gurupların, burjuva Mustafa Kemal hareketine verdiği büyük destek nedeniyle, Lenin önderliğindeki Bolşevikleri “sorgulamasıdır” (!).
Rus işgali sırasında Trabzon’da askeri belediye başkanlığı yapmış olan “Karayim” kökenli Yakov Kefeli, Bolşevik ihtilalinin ardından Trabzon’dan ayrılarak bir süre bulunduğu Odesa’yı, Bolşeviklerin, “Beyazları” ve işgal güçlerini yenmelerinin ardından terk ederken, şahit olduğu bir olaydan söz eder. Çar yanlıları, Bolşevik karşıtları, işgalci güçlerinin temsilcileri Odesa’dan ayrılırken, Odesa limanına yanaşan gemilerle 30.000 (otuz bin) Yunan askeri, “saman rengi üniformaları içinde 30.000 Yunan köylüsü” limana çıkar. Bu askerler, İngiltere’nin isteği üzerine, Kızılordu ile savaşmak için gönderilmiştir. Azak Denizi’nin batısında yer alan Krasnodar bölgesine kadar ilerleyen Yunan askerleri büyük zulüm yaparlar. Kızılordu bu kuvvetleri tamamen yok eder. Hasan İzzettin Dinamo, yaptıkları zulüm nedeniyle, ele geçen Yunan esirlerin tren raylarına bağlanarak, üzerinden tren geçirildiğini yazar.
Bir de, romancı Ernest Hemingway’in başımıza sardığı “Kemalizm” tanımı var. Hemingway, gazeteci olarak bulunduğu işgal İstanbul’undan gazetesine gönderdiği haberlerde, “Leninist ve Kemalistler’in işbirliği yaptıklarını” yazar. Elbette ki onun kullandığı bu tanım, özellikle işgal güçleri ve “yabancı” gazetecilerin kullandığı “Kemalciler” (Mustafa Kemal yanlıları) ile aynıdır.
“Kemalizm”in bir ideoloji olduğu savı, hem Mustafa Kemal yanlıları, hem de karşıtları tarafından kullanılmıştır. Bu tanımın Lenin, Stalin, Mao ve Ho Chi Minh tarafından kullanıldığı da doğrudur. Ama onlar Kemalizm’i bir ideolojiyi değil, bir hareketi tanımlamak için kullanmışlardır. Aynı yaklaşım, Mahir Çayan’da da görülür.
Elbette ki, Bilimsel Sosyalizm’de geçerli olan, ilkeler ve ustaların yaklaşımıdır… Bazı “kafadan çıkarımlar” değil.
A.H.Köse
YOKSULLAŞAN İŞÇİLERİN ÇÖZÜM ARAYIŞLARI
14 Şubat 2024
Yıldırım Koç
www.yildirimkoc.com.tr
Türkiye’de giderek derinleşen ekonomik kriz ve ayrıca iyice artan gelir ve servet dağılımı adaletsizliği, insanları çeşitli arayışlara itiyor. Kapitalizmin pisliklerinden biri, gösterişçi tüketimdir. Özellikle bazı televizyon dizilerinin etkisiyle daha da yaygınlaşan gösterişçi tüketim ve israf, bu arayış çabalarını daha da güçlendiriyor.
1980’li yıllarda bir banker furyası ve faciası yaşanmıştı. Yüksek oranlı aylık faiz geliri tuzağına düşen birçok kişi, birikimlerini kaybetmişti. Bu furyada evini ve arabasını satıp bankere yatıranlar bile vardı.
Şimdi benzer bir süreç, daha büyük boyutlu ve yaygın bir biçimde yaşanıyor. Umarım işin sonu banker faciasında olduğu gibi bitmez.
İşçiler arasında “borsada oynama” yaygınlaşıyor. Bazı gözlemler, üniversite öğrencileri arasında bile borsaya girenlerin sayısının arttığını gösteriyor. Yetersiz kalan gelirlerini telafi etmek veya hızla ve kolayca para kazanmak isteyenler, kulaktan dolma bilgiyle borsaya giriyor ve “oynuyor”. Bir işyerinde bir işçinin bu yolla biraz para kazanması, diğer işçilerin de bu alana üşüşmesine neden oluyor. Kimse bu alanda büyük para kaybedenlere bakmıyor. Kolayca para kazanmanın çekiciliği gözleri kör ediyor.
İşçiler arasında kripto paraya yatırım yapanlar da var. Kripto para fiyatlarında son yıl yaşanan düşüş bu alanın çekiciliğini bir ölçüde azalttı; ancak yine de bu alana umut bağlayanların sayısı az değil. Hiç bilmedikleri bir alana para yatıranlar, resmen kumar oynuyor.
Gelir açığını kapatmak veya kolayca para kazanmak peşinde olanların düştüğü başka tuzaklar da var.
Çiftlikbank olayını hepimiz biliyoruz.
Bir de Cancri Jewellery diye bir dolandırıcılık yaşanmış. Bu girişimi 2022 yılı ortalarında beni arayıp kaybettiği parayı nasıl alabileceğini soran bir işçiden öğrendim. Bu tezgaha da 110 bin kişi düşmüş. “Pırlanta mücevher paketine katılanlara haftada yüzde 5, yılda yüzde 260, altın mücevher paketine katılanlara haftada yüzde 3,5, yılda yüzde 182, yarı değerli taşlarla yapılan takı paketine dahil olanlara haftada yüzde 3,5, yılda yüzde 182, mozanit takı sistemine girenlere ise haftada yüzde 6, yılda yüzde 312 kâr payı vaat ediliyor”muş.
“Bedava peynir ancak fare kapanında olur” sözü bazı işçilerin bu girişimlerine çok iyi oturuyor.
İşçiler arasında internet üzerinden bahis ve kumarın da çok yaygınlaştığı belirtiliyor. Özellikle yurtdışı kaynaklı bahis ve kumar siteleri nedeniyle arabasını ve evini kaybeden işçilerin olduğunu anlattılar.
Ekonomik krizin faturası işçilere kesildiği sürece, bu tür arayış ve girişimler artacak.
Çalışmadan uyanıklıkla kolayca para kazanma girişimleri birer birer felaketle sonuçlanınca, hakları korumak ve geliştirmenin yolunun demokratik yollardan örgütlü mücadeleden geçtiği yaşanarak öğrenilecek.
İŞÇİLER ÖRGÜTSÜZ MÜ?
4 Ocak 2022
Yıldırım Koç
www.yildirimkoc.com.tr
İşçi sınıfını diğer emekçi sınıf ve tabakalardan ayıran en önemli özelliklerden biri, örgütlenme ve toplu eylem yeteneğidir. Emekçi sınıf ve tabakaların içinde işçi sınıfının dışında esnaf-sanatkarlar ve küçük üretici köylüler de var. Ancak Türkiye’de bu toplumsal sınıfların böyle bir yeteneği, ne yazık ki, yok.
Esnaf-sanatkar, tekelci sermayenin perakende ticarete yönelmesiyle birlikte büyük bir çöküntü yaşıyor. Sözde Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu içinde örgütlüler. Ancak yaşanan büyük sıkıntılara rağmen en küçük bir kitlesel ve etkili tepkileri yok. Kaderlerine katlanıyor gibiler.
Küçük üretici köylüler artan mazot, gübre, tarım ilacı ve girdi fiyatlarından perişan durumda. Sözde Türkiye Ziraat Odaları Birliği içinde örgütlüler. Ancak açlıkla karşı karşıyayken ve elindeki avucundakini hızla yitirirken, en küçük bir kitlesel ve etkili tepkileri yok. Mezbahaya giden koyunlar gibiler.
İşçi sınıfı farklı.
İşçi sınıfının değişik örgütlenme biçimleri var.
Günümüzde bunlar içinde en önemlisi sendikalar.
İşçi sınıfını temsil etme iddiasında olan siyasi partiler de var.
Dernekler, vakıflar, sosyal medya üzerinden gerçekleştirilen platformlar da örgütlenme biçimleri.
Ancak genellikle gözden kaçırılan bir başka örgütlenme biçimi, özellikle belirli bir sürekliliği olan işyerlerindeki fiili örgütlülük durumlarıdır. Her işyerinde sözü geçen, sözü dinlenen deneyimli öncü işçiler vardır. Bir gelişme olduğunda, herkes Ahmet Abi’nin veya Ayşe Abla’nın ağzına bakar, onların sözünü dinler. Onlar, o güne kadarki davranışlarıyla fiili işçi önderleridir. İşyerinde resmen bir örgütlülük yoksa bile, önderliği kabul edilen işçiler vardır. İşler iyi gittiğinde işçiler siyasi görüşe, inanca, etnik kökene, vb. göre bölünür. Ancak işler kötü gittiğinde, ekmek kavgası onları bu kişilerin etrafında birleştirir.
Bazı sendikalardaki üyelik, esasında işçilerin veya memurların sermayeye veya hükümete karşı hak ve çıkarlarını korumaya yönelik bir örgütlenme olmaktan çok, işçileri ve memurları kontrol altında tutma çabasının bir parçasıdır. Bu nedenle, bazen örgütlü gibi gözüken gerçekte örgütsüzdür; örgütsüz gibi gözüken gerçekte örgütlüdür.
Buna karşılık bazı işyerlerindeki fiili örgütlenme, ihtiyaç duyulduğunda yanlış sendikal politikalara karşı da tavır alabilecek, gerektiğinde sermayeye ve siyasal iktidarlara kafa tutabilecek yapılardır. Örneğin, 15-16 Haziran 1970 eyleminde işyerlerindeki direniş komiteleri önemlidir. 1989 Bahar Eylemleri ilk başta sendikaların dışında, işyerlerindeki fiili önderlerin öncülüğünde gelişti; sendikaların eylemlere sahip çıkması daha sonradır. 2015 yılında Bursa’da Renault, Tofaş ve diğer işyerlerinde başlayan ve ardından Gölcük ve Eskişehir’e de sıçrayan büyük işçi eylemlerinin hedefinde, öncelikli olarak işyerinde örgütlü bulunan sendika vardı. İşçileri yönlendirenler, işçilerin kendi aralarından seçtikleri öncü işçilerdi.
İşçilerimiz gerçekçidir, sırtlarında yumurta küfesi taşıdıkları için de ihtiyatlıdır. Mecbur kalmadıkça risk almaz. Köpeğe dalaşmak yerine çalıyı dolaşmayı yeğlerler. Ancak başka çareleri kalmadığında risk alırlar. Ancak hayat zorladığında, esnaf-sanatkarın ve küçük üretici köylülüğün yapamadığı büyük işleri başarırlar. Buradaki ölçüt, hayatın zorlamasıdır; yaşayabilmek için başka çare bırakmamasıdır. O nokta geldiğinde, son derece ihtiyatlı bir biçimde başlayan bir süreç, kısa bir sürede kitle eylemlerine dönüşür. Ben bu süreci, akşam vakti Kızılay’da yayalara kırmızı ışık yanarken bekleyen insanların tavrına benzetiyorum. Yayalara kırmızı ışık yanıyordur, ancak dolmuşa yetişilecek, metroya binilecek, eve gidilecektir. Karşıya geçmek için önce birkaç kişi bir adım atar. Arkadan üç beş kişi daha harekete geçer. Sonra da bir anda bekleyen birkaç yüz kişi, yayalara kırmızı ışık yanarken karşıya geçmiştir bile. Hiçbir trafik polisi, bu kişilere müdahale etmez, edemez. İşçi sınıfımız ne zaman adım atılacağını gerçekten gayet iyi bilir.
Dıştan bakıldığında örgütsüz gibi gözüken kitle, bir anda gerçek örgütlülüğünü eyleme yansıtır.
İlginç bir süreç yaşıyoruz.
Eskiden İstanbul’da Haliç’in çevresinde, Levent ve Kartal-Pendik bölgelerinde yoğunlaşmış olan sanayi kuruluşları günümüzde organize sanayi bölgelerinde, serbest bölgelerde, Çerkezköy-Çorlu-Lüleburgaz üçgeninde, Gebze ve Bandırma civarında yoğunlaşmış durumda. Bu işyerlerinde çalışan işçiler arasında günümüzde fazla bir ilişki yok. İşçiler işyerlerine servis araçlarıyla geliyor ve servis araçlarıyla işyerinden ayrılıyor. Ancak sorunlar arttığında, gerek oturdukları mahallelerde, gerek sosyal medya üzerinden hızla bir araya gelebiliyorlar.
İşçinin nasırına basmamak lazım. Ancak önümüzdeki aylarda enflasyon oranında yaşanan artış devam edecek; insanların gerçek gelirleri daha da düşecek; işçilerin ve memurların nasırına kötü biçimde basılacak. O zaman, bugün sendika üyesi olmadıkları için örgütsüz gibi gözüken insanların da, sendika üyelerinin de nasıl hızlı bir biçimde örgütlenip tepki göstereceklerine tanık olacağız.
Narinler katlediliyor…
Dirim öldürülüyor…
Kız-oğlan çocuklarına, kadınlara en son saldırılar üzerine yeniden yayınlıyorum:
Uluslarüstü finans-kapital'in küresel faşizmi, şark derebeyliği ile kol kola, her türlü yaşam kıpırtısına; tohuma, biyoçeşitliliğe, doğal ve geleneksel her türlü üretim ve üreyim faaliyetine, doğada ve toplumdaki her türlü doğal cinsel-dirimsel kıpırtıya, filizlenmeye ve sevgiye ve aşka VE KIZLI OĞLANLI ÇOCUKLARA, KADINA VE ANAYA düşmandır... Her alanda ve her an yaşamı ve sevgiyi ve aşkı VE DİŞİYİ savunmak bir tercih değil hayati bir zorunluluktur. Bunun için de tüm yaşam savunucuları öncelikle ve ivedilikle duygu-düşünce-davranış bütünlüğüyle organize olup SAVAŞ DÜZENİNE geçmeli...
Nasıl insan olduğumuzla ilgili şöyle bir masal anlatmak istiyorum:
BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ...
BİR ZAMANLAR "BİR"LER YOKMUŞ! "BİN"LER VARMIŞ!
"BEN"LER YOKMUŞ! "BİZ"LER VARMIŞ!
DEVLET DE YOKMUŞ! KADIN VARMIŞ; İNSAN VARMIŞ!
Bir zamanlar, BABUİN denen bir maymun türü varmış. Bu türün yırtıcı ve saldırgan olan erkekleri, dişilerin ve yavruların üzerinde genoside dayalı, ‘çok karılı’, mutlak bir egemenliğe sahipmiş.
O zaman besin maddeleri çok kısıtlı ve zor temin edilebiliyormuş. Türünün bebek, genç yavru, güçsüz erkek ve dişilerini parçalayıp yemek ve ayırdetmeksizin onlara tecavüz etmek; doymakbilmez bir etobur olan Babuin erkeğinin günlük davranışlarındanmış. Her güçlü Babuin erkeği, egemenliği altında ezip kanını emdiği küçük bir Babuin sürüsünü güdermiş.
Bütün canlılar; yaşama ve türünü devam ettirme içgüdüsüne, yaşam enerjisine sahiptirler.
Babuin erkeğinin bencil hayvansal içgüdüyle mutlak egemen bir zorba olarak sivrilmesi, sürüde; yaşama ve türünü devam ettirme içgüdüsüyle kollektif reaksiyonu geliştirmiş.
Önce; sürüdeki tüm erkek ve dişileri uzunca bir süre karnında taşıdıktan sonra doğuran, emzirip büyüten analar karşı durmuş Babuin’e. Yenilmişler. Böyle yüzlerce ve binlerce denemelerle uzun yıllar, yüzyıllar, bin yıllar geçmiş.
Nihayet birgün; sürünün genç erkek ve genç kızlarını da arkasına alan analar, zorba erkeği sürüden kovup yoketmeyi başarabilmişler. İlkel taş aletleri, (belki de ilk defa) kan emici Babuin’in kalın kafasını kırmakta kullanarak ANACIL bir “düzen” kurmuşlar; yaşayabilme ve türlerini sürdürebilme içgüdüleriyle. Bu ilk insanlaşan atalarımızın ellerinin, alet kullanarak yaptığı ilk iş; belki de bu olmuştur. Kim bilir?
İnsanlaşma sürecinden geri dönüşü önlemek için de, deneme-yanılma ile buldukları bir dizi kural ve yasaklamaları kesin ve acımasız yaptırımlara bağlamışlar. İnsanlık tarihinin ilk "proletarya diktatörlüğü" bu olsa gerek... İlkin, yaşlılarla gençlerin cinsel birleşmelerini yasaklamışlar. Daha sonra, başka nedenlerin de etkisiyle, kardeşler arası evlilikten vazgeçmişler.
Doğum yapan kadınların yanına erkeklerin sokulmaması ve lohusalık dönemi, doğum yapan kadının ve bebeğin çevresinde sürekli ateş (savunma silahı) yakılması, avdan dönen erkeklerin bir müddet karantinaya alınıp sadece bitkiyle beslenmeleri, av vahşetinden kurtarıldıktan sonra topluma karışabilmeleri vb. yüzlerce yazısız kural; hayvanlığa dönüşü imkansızlaştırmak için gelenekleşmiş...
İŞTE BUNUN İÇİN TÜM ÖZEL MÜLKİYET İKTİDARLARI VE ONLARIN TEMSİLCİLERİ VE ÇÖMEZLERİ VE AŞAĞIYA DOĞRU HİYERARŞİK OLARAK SIRALANAN İRİLİ-UFAKLI GÜÇ VE İKTİDAR SAHİPLERİ KIZLI OĞLANLI ÇOCUKLARA, KADINA VE YAŞAMA DÜŞMANDIR...
VE İNSANLIĞI YENİDEN BABUİN DÜZENİNDE KÖLE HAYVANLAR DURUMUNA DÜŞÜRMEK ÜZERE HER ŞEYİ GÖZE ALMIŞ SALDIRIYOR SİSTEMİN YAŞAM DÜŞMANI BABUİNLERİ...
İNSANLIĞI; sadece kapitalizme mahkum etmekle yetinmiyorlar. Daha gerilere, derebeylikten de, feodal ve köleci sistemlerden de daha gerilere, İLKEL KOMÜN ÖNCESİ HAYVANLIĞA MAHKUM ETMEK İSTİYORLAR...
Nezih Gençler
ENGELS VE MARX-ENGELS
Fuat Filizler
Engels ve Marx’ın yoldaşlığı, tarihin gördüğü en üretken, en yaratıcı, en devrimci, en özverili, en birbirini bütünleyici ve geliştirici ortaklaşmalardan biriydi. Öyle ki birisi olmasaydı, diğeri tarafından bugün bildiğimiz Marksizmin temel fikirleri şu veya bu düzeyde belki yine geliştirilebilir, ama çıktığı anıtsal doruğa çıkamazdı.
Kutsal Aile, Alman İdeolojisi ve Komünist Manifesto, ortak yapıtlarıdır. Ama gerçekte tüm temel yapıtları ortak sayılabilir. Marx’ın yaşamını yitirmesinden sonra geride bıraktığı tamamlanmamış çalışmalarından, yıllar ve yıllar süren olağanüstü bir çalışmayla Kapital’in 2. ve 3. cildini yayına hazırlayanın Engels olması nedeniyle, Lenin Kapital’in 2. ve 3. cildini Marx ve Engels’in ortak yapıtları olarak tanımlar. Engels’in Anti-Duhring’inin ekonomi politik eleştirisi ilgili bir bölümünü yazan Marx’tı. Yine Engels’in Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Marx’ın Etnoloji Defterlerindeki alıntıları, notları ve fikirlerinin kılavuzluğuna dayanıyordu. Marx’ın 18 Brumaire’inin ismi kadar ünlü açılış cümlesi (“tarihte her olay iki kez gerçekleşir, ama birincisi trajedi, ikincisi komedi olarak”) ve bir dizi fikri Engels’in kendisine yazdığı mektuplardan esinlenmişti.
Engels’i bir yerde “Marx’tan önceki ilk Marksist” saymak bile mümkün. Marksist ekonomi-politik eleştirisinin bir dizi temel çizgisini tohum olarak içeren “Bir Ekonomi-Politik Eleştirisinin Anahatları” yazısını Engels, 1843’te, 22 yaşındayken yazmıştı. Engels bu yazısında hem klasik burjuva ekonomi-politikçileri Adam Smith ve Ricardo’ya dikkate değer eleştiriler yöneltiyor, hem de çıkışını onlardan alıp eleştirel olarak geliştirmeye başladığı, kapitalizmin krizlerinin ve yıkılışının kaçınılmazlığını (aşırı üretim krizleri ve kar oranlarının düşme eğilimi yasası) ortaya koymaya çalışıyordu. Marx’ı ekonomi-politik eleştirisinde derinleşmeye yönlendiren de Engels’di.
İşçi sınıfını tarihin yeni devrimci öznesi ve önderi olarak tanımlayan da ilk Engels oldu. Henüz 1839’da, 18 yaşındayken, bir dergide yayınlanan yazısı işçi sınıfının kapitalist sistem içindeki sefaletine ve uzlaşmazlığına dairdi. 1843-44’te yazdığı “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” ise, Marksizmin – Marx’ın Kapital’de kendi bilimsel çalışmaları açısından da bir başlangıç noktası olarak tanımlayarak övdüğü- ilk klasiği olarak kabul edilir.
“İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu”, işçi sınıfını yalnızca acı çeken değil mücadeleci karakteri ve kapitalizmi yıkacak devrimci önderlik kapasitesi ile ele alan, bugün her zamankinden daha güncel, kriz ve pandemi sürecindeki sınıf durum ve mücadelelerini anlamak için okunması olmazsa olmaz bir kitap. Engels, Komünist Manifesto’nun bir temelini oluşturan bu kitabında, çiçek hastalığı, kolera, tifüs, tifo, tüberküloz, kızılcık, boğmaca ve diğer epidemileri (bulaşıcı hastalık salgınlarını), doğrudan sınıf temeline oturtuyor (işçilerin ağır çalışma ve yaşam koşulları; yetersiz beslenme, aşırı çalıştırılma, çalışırken toksik maddelere maruz kalma, her türden iş sakatlanması ve yaralanması, sağlıksız, altyapısız, havasız, gün ışığı görmeyen iş yerleri, sokak ve konutlar, toprak ve doğadan kopmuşluk, çöküntü alanlarına yığılmışlık, vd) ve bu işçi epidemilerini periyodik (özellikle her kriz devresinde nükseden) olarak tanımlıyordu. (Bu arada Engels’in İrlandalı ve işçi sınıfı ile içeriden bağ kurmasını sağlayan, İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu kitabını bizzat sayısız işçiyle görüşerek ve çalışma/yaşam koşullarını gözlemleyerek yazabilmesine önayak olan, İrlandalı Feinancı -o dönemki İrlanda özgürlük savaşı örgütü- işçi sevgilisi Mary Burns’ü de saygıyla analım.)
Marx’ın Kapital’in 1. Cildinde kriz koşullarında işçi sınıfının durumuna dair bölümleri (sermaye birikiminin mutlak genel yasasına, yani işçi sınıfındaki sefalet birikiminin ampirik olarak tanıtlanmasına ilişkin bölümlerdir), Engels’in İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu’ndaki analizlerinin güncellenmiş ve güncel bilimsel verilerle desteklenmiş halidir. Yine Kapital’in 1. Cildindeki, makineleşme, üretim, iş bölümü, muhasebe teknikleri ve emek organizasyon ve süreçleri ve bunlardaki gelişmelere ilişkin bölümlerde, Marx’ın bu konulardaki bitip tükenmez sorularına (Marx’ın bu çalışmalarını yaparken onun geçimini sağlayabilmek için babasının fabrikasında bir dönem idari memur olarak çalışma özverisi gösteren) Engels’in sabırlı, özenli, ayrıntılı, derin ve somut yanıtlarının önemli payı vardır.
Engels’in Avrupa’da 1848-49 devrimleri sırasında kaleme aldığı ve 1850’de yayınlanan (16. yüzyıl köylü devrimlerine ilişkin) Almanya’da Köylü Savaşı kitabı ise, Marx’la birlikte geliştirdikleri tarihsel materyalizm kuramının (üretici güçler/üretim ilişkileri bağdaşmazlığı temelinden devrimci sınıf savaşımları) tarihteki bir devrimci kriz ve sınıf savaşımları dalgası sürecine ilk görkemli uygulamasıdır. Bu açıdan Marx’ın görkemli “Fransız üçlemesi”nin (Fransa’da 1848 devrimlerine ilişkin Fransa’da Sınıf Savaşımları, 18 Brumaire ve Paris Komün Devrimi’ne ilişkin Fransa’da İç Savaş) öncülü sayılabilir.
Engels, aslen Marx’ın parça başı ücretle yazılar yazdığı New York Tribune’e 1851’de 18 bölümden oluşan Almanya’da Devrim yazı dizisini Marx imzasıyla yazdı. Marx’ın çalışmalarını sürdürebilmesini sağlamak, Marx ailesine geçim desteği sunmak için kendisine işkence gibi gelen babasının fabrikasında çalışmakla kalmadı, New York Tribune’e parça başı yazı parasını Marx’a bırakarak, Marx imzasıyla pek çok yazı yazdı. Almanya’da Devrim, Marx’ın 1855 doğumlu kızı Eleanor (“Tussy”) tarafından, Marx ve Engels’in her ikisinin de ölümünden epey sonra, 1897’te kitap olarak yayınlandığında, halen Marx imzasını taşıyordu. Tussy bile, kitabın asıl yazarının Engels olduğunu bilmiyordu. Üstelik, Tussy editörlüğünü yaptığı kitaba, yine New York Tribune’de Marx imzasıyla yayınlanmış bir makale daha eklemişti, fakat bu makalenin de yazarı aslında Engels’ti! Kitabın asıl yazarının Engels olduğu, ancak 1919’da Marx-Engels arası mektuplaşmaların incelenmesiyle anlaşılabildi. Kautsky 1925’te kitabı Almanya’da Devrim ve Karşı Devrim adıyla Almanca’ya çevirdi, fakat kitap bir çok başka ülkede daha uzun süre Marx imzasıyla basılmaya devam etti.
Dolayısıyla yalnızca “Marx’ın Fransız üçlemesi”nden değil, Marx ve Engels’in Avrupa Devrimleri ve Karşı devrimleri (16. yüzyıl köylü devrimleri, 1848 devrimleri, 1871 Paris Komün Devrimi) Beşlemesinden bahsetmek doğru olur. Teori ile Pratik arasındaki, Tarih Bilinci ile Gelecek Perspektifi arasındaki, üretici güçler üretim ilişkileri devlet ideoloji ve sınıflar ve sınıf savaşımları arasındaki tarihsel-diyalektik ilişkiler, tarihsel materyalizm, devrimci kriz ve ayaklanmalar, sınıf savaşımları ve iç savaşların, devrim ve karşı devrimlerin gelişim evreleri ve sonuçları, farklı toplumsal sınıf ve kesimlerin ve öne çıkan temsilcilerinin karakteristik özellikleri… Bu 5 Marx ve Engels devrimci tarih bilimi uygulamalı klasiğini bir bütün olarak okumak, çok daha eğitici ve geliştirici olacaktır.
Ancak Marx ve Engels’in kolektif emek ve dehaları, birbirlerinin çalışmalarına dışarıdan esin vermeleri ve katkıda bulunmalarının epey ötesine geçer. İki devrimci dahinin praksislerini içsel olarak toplumsal-bileşik hale getirmesiyle ortaya çıkan devrimci kapasite, ikisinin etkinliğinin aritmetik toplamının ötesinde bir güç ve etkiye sahip olabilmiştir. Başka deyişle, her ikisinin başlıca devrimci teorik ve pratik etkinlikleri (1844’ten itibaren) birbirine içerilidir. Dolayısıyla aslında Marksizmin kuruculuğu ve geliştirilmesinde Engels’in katkıları şunlardır, Engels’in ve Marx’ın birbirlerinin yapıtlarına katkıları bunlardır, tarzı incelemeler gereksizdir. Bunları bugün vurgulamak zorunda kalmamız, son 50-60 yılda bir takım öznelci-idealist sözde “Marksist” aydın ve akademisyenler tarafından Engels’in kenara itilmesi ve Marx’tan koparılmaya çalışması (ne yazık ki epey de etkili olmuş) operasyonuna karşı, Marksizm kuruculuğu ve geliştirilmesinde Engels’in olmazsa olmaz yerinin savunulması içindir.
Her şey bir yana, ikisi arasındaki dünya çapında bir başka örneği olmayan mektuplaşma trafiğinin hacmine, kapsamına, içeriğine, niteliğine bakmak yeterli olacaktır. Birlikte çalışmaya karar verdikleri 1844 yılından Marx’ın yaşamını yitirdiği 1883’e kadarki 39 yıl içinde, birbirlerine yazdıkları binlerce mektubun toplamı, yaklaşık 15 bin basılı kitap sayfası hacmindedir. (MEGA projesi kapsamında, Marx ve Engels’in tüm yazışmaları -birbiriyle ve başkalarıyla- 35 cilt olarak planlandı. Bugüne kadar yalnızca 13 cildi yayınlanabildi. Engels ve Marx’ın, 1848 devrimlerinin yenilgisinden ve Paris Komünü’nün yenilgisinden sonra olduğu gibi, cadı avları ve takibatlar nedeniyle, kendi aralarındaki mektuplaşmalardan devrimci gizli enformasyon içeren 1300 kadarını imha ettikleri de biliniyor.) Ayrı yerlerde bulundukları dönemlerde günaşırı mektuplaşıyorlar, gündeliğe varana kadar fikirlerini, görüşlerini, yeni keşiflerini, çalışmalarını, tutumlarını, hemen her konudaki (ekonomik, toplumsal, siyasal, uluslar arası, bilimsel, teknik, edebi-kültürel) gelişmeler üzerine analizlerini, nasıl tutum almak gerektiğini birbiriyle paylaşıyorlar, birbirinden görüş ve değerlendirme, onay ve destek istiyorlardı.
Marx’ların küçük kızı Tussy, Engels’in her mektubunun Marx ailesinde birlikte ve adeta törenle ve sanki Engels de ordaymış ve konuşuyormuş gibi okunduğunu, mektubu yüksek sesle okuyan Marx’ın Engels’in mektuptaki her esprisine kahkalarla güldüğünü, Marx’ın sık sık mektubu yüksek sesle okumayı kesip sanki Engels karşısındaymış gibi onunla konuştuğunu, daha önce Engels’e yazmış olduğu bir görüşüne Engels’in katıldığını görünce çocuk gibi sevindiğini, Engels’in mektubunda nadiren katılmadığı bir yan olduğunda ise yine Engels karşısındaymış gibi onunla hararetle tartışmaya giriştiğini, anlatır.
Bu tabloyu gözümüzde canlandırarak, Marx ve Engels’in her ikisinin de bağımsız varlık ve kişiliklerini koruyarak, her birinin kurucu emeklerinin birbirinin adeta “alter ego”su olacak kadar birbirine içerili olduğunu görebiliriz.
Engels’in komünist devrimci yaşamı boyunca en önem verdiği konulardan biri, Komünizmin İlkeleri’nden Anti-Duhring ve Köken’e kadar tüm çalışmalarında da merkezi bir yer verdiği, (Fransız ütopik sosyalisti Fourier’den alıp geliştirdiği) iş bölümü sorunuydu. Üretimin ve yaşamın belli bir alanınında uzmanlaşıp diğer tüm alanlarında körelmeye (parça-işçi, parça-insan olmaya) karşılık, komünizmi herkesin tüm yönlü toplumsal-bireysel yetilerini özgürce geliştirebilmesi olarak tanımlayan ilk kişi belki Engels değildi. Fakat “sınıflar iş bölümünden doğdular” belirlemesi üzerinden, iş bölümü sönümlendirilmeden özel mülkiyet ve buna dayalı toplumsal sınıfların ortadan kaldırılamayacağını ilk söyleyen Engels’ti.
İş bölümünün bilimsel-eleştirel analizini daha ileriye taşıyan (iş bölümünün -dolayısıyla özel emeğin- meta üretiminin zorunlu koşulu olduğunu ve kapitalizmde göreli artı-değer ile iş bölümü ilişkisini ortaya koyan, iş bölümünün kapitalist meta üretim ilişkilerinin zorunlu koşulu ve ayrılmaz bileşeni olduğunu ortaya koyan, kapitalizmde üretimin çelişkin toplumsallaşması çerçevesinde iş bölümünün sönümlendirilmesinin gelişen koşullarını somut olarak ortaya koyan) Marx olmakla birlikte, Engels’in “sınıflar iş bölümünden doğdular (ve dolayısıyla iş bölümü sorunu çözülmeden de ortadan kaldırılamazlar-bn)” cümlesini mıh gibi aklımıza yazmakta fayda var. Çünkü iş bölümü sorunu tarih bilimsel-eleştirel somut olarak ele alınmadan, yalnız gelişkin bir bilimsel komünizm kuramı yapılamamakla kalmaz, sınıf içi bölünmeleri (kafa emeği/kol emeği, kadın/erkek, kent/kır, emperyalist/bağımlı kapitalist ülkelerden işçiler, egemen/ezilen ırk, ulus, cinsiyetten işçiler, vd) aşmaya dönük daha ileri bir güncel sınıf savaşımı ve komünist devrimci örgüt anlayışı da geliştirilemez.
Engels’te (Marx kadar) büyüleyici olan, iş bölümünün parçalayıcılığı ve körelticiliğine karşı gerçek komünist birey olmanın temel koşullarından olan çok yönlü yetilerin bütünlüğünü kendisinde cisimleştirmiş olmasıydı. Bir komünist devrimci teorisyen, propagandacı, ajitatör, örgütçü olduğu kadar iyi bir organizatör ve konspiratördü. Marx’ın, parasızlık ve baskı-takibat nedeniyle Belçika sürgününde çakılıp kaldığı 1848 devrimleri arifesinde, Londra-Paris ve bir dizi başka ülke arasında mekik dokuyarak Adiller Birliği’nin Komünistler Birliği’ne dönüştürülmesinin ön koşullarını yaratan Engels’ti. Yine Engels İrlandalı işçi sevgilisi Mary Burns ile birlikte, Fenian ayaklanmasının başarısız olmasından sonra tutuklanan ve ağır işkence altında tutulan 4 Fenian önderi tutsağı hapishaneden kaçırılmasında da rol oynamıştı. Askeri teknik, taktik ve strateji bilginiydi; bunu yalnız süvari olarak katıldığı Almanya 1849 devrimindeki 3 ciddi savaşta göstermekle kalmamış, yaşamı boyunca yakından izlediği tüm savaşlara ilişkin askeri analiz ve öngörülerindeki doğruluk ile kanıtlamıştı.
Engels aynı zamanda büyük bir tarih bilimci ve bilim tarihçisi, doğa bilimleri tutkunu, diyalektik mantıkçı ve dil bilimciydi. (8 dili ve 2 antik dili anadili gibi biliyor, 10 kadar dili de okuduğunu anlayacak kadar biliyordu. Ömrünün son yıllarında Arapça ve Farsça’yı da öğrenmeye başlamıştı. Bir mektubunda Farsçayı öğrenmesi için 3 haftanın yeteceğini yazıyordu. Bu bile Engels’in bilimsel ve diyalektik çalışma sistematiğine dair önemli bir ipucu verir. Kelime ve kalıp ezberlemekle hiç uğraşmaz, bir dilin başlıca kök ve iç yapısına/bağıntılarına nüfuz eder, gerisi pratiktir.) Sanatla, başta şiir, edebiyat, tiyatro, resim olmak üzere her zaman içli dışlıdır, hatta not defterlerine ve mektuplarına yaptığı amatör çizim ve karikatürlerinden resme de belli bir yeteneğinin olduğunu görmek mümkündür.
Engels ve Marx’ın kendi aralarında yaptıkları gönüllü ve bilinçli iş bölümleri de, iş bölümünün Marksist eleştirisine ters düşmez. Bu hiç bir zaman katı hiyerarşik bir iş bölümü olmamıştır. Çünkü her ikisi de, bağımsız yaptıkları çalışma ve açılımlarda bile, diğerinin emeğinin, katkılarının, öneri ve eleştirilerinin kendi emek ve gelişimlerine içerili olduğunun bilincindedirler. Her birinin belli bir anda uğraştığı konu ne olursa olsun (ekonomi-politik, siyaset, diyalektik, tarih, doğa bilimleri, antropoloji, kültür-sanat, propaganda, örgütçülük, vd) diğerinin de bu konuda temel ve asgari bir birikimi ve deneyimi olduğundan, devrim açısından önem taşıyan her adımlarında birbiriyle görüş alışverişi yapmayı ilke edindiklerinden, birbirlerinin onayları kadar eleştirilerini de öncelikle dikkate aldıklarından, bu, katı hiyerarşik ve engelleyici bir iş bölümü değil, saydam, geçişli, ve birbirini bütünleyici ve geliştirici bir iş bölümüdür.
Her birinin birbirinin olağanüstü yetilerine karşı en ufak bir haset duymayışı, birbirlerine olan yüksek bağlılık, sevgi ve saygı kadar birbirine karşı mütevazılıkları da bunun göstergisidir. Engels’in kendisini “ikinci keman” sayma mütevazılığı ve Marx’a olan bağlılığı ve hayranlığı iyi bilinir ama nedense Marx’ın Engels karşısındaki mütevazılığı ve ona olan bağlılığı ve hayranlığı hep örtbas edilir (Engels’i Marx’tan koparma ve kenara itme oportünist operasyonunun bir parçası olarak!).
Marx’ın Kapital’in ilk cildinin çıkışını Engels’e haber verirken yazdığı cümle: “Sen olmasaydın bunu ben kendi başıma başaramazdım.” Genellikle bu cümlenin yalnızca, Marx’ın Kapital’i yazabilmesi için Engels’in yaptığı özveriyle sınırlı olduğu sanılır. Hayır! Bu cümle “Sen olmasaydın, tarihsel-diyalektik materyalizm, kapitalizmin devrimci sınıf ekseninden bilimsel- eleştirel analizi ve bilimsel komünizm perspektifi, tek kelimeyle Marksizm olmazdı, bunu ben tek başıma başaramazdım” kapsam ve derinliğindedir.
Kanıt mı? İşte Marx’ın Engels’e dair cümlelerinden bir kaçı: “Engels’in o harikulade makalesinden beri…” (Katkı’ya Önsöz, 1859). “Engels kendi-başkam (bu Hegelci ifade, “öteki ben” ya da “ruh ikizim” diye de çevrilebilir-bn) sayılır.” (Marx’tan Szemere’e mektup, 1860). “Bildiğin şey, birincisi ben hep geç başlarım. İkincisi her zaman senin ayak izlerini takip ederim.” (Marx’tan Engels’e mektup, 1864) (Bu sonuncu ifade, Marksist bir içeriğe sahip ilk ekonomi-politik eleştirisinin, ilk felsefi idealizm eleştirisinin, ilk sınıf analizinin ve ilk devrimci sınıf savaşımı/devrim analizinin Engels tarafından yapılmış olmasına ilişkindir.)
Tüm bu nedenlerle Engels ve Marx’ı birbirinin karbon kopyası saymak ne kadar yanlışsa (çünkü birbirinden farklı olmasalar ve tamamen özdeş olsalardı, birbirlerini ve Marksizmin farklı yönlerini geliştiremezlerdi) devrimci tarih bilimi ve pratiğinin kuruculuğunu yalnızca birine, Engels’i dışlayarak veya küçümseyerek yalnızca Marx’a indirgemek de o kadar yanlıştır.
Engels’i kenara itmek ve Marx’tan koparmaya çalışmak, her zaman Marx’ın büyük bilimsel otoritesini karşısına alma cesareti olmayan demagogların, aslında (aynı zamanda) Marx’a ve Marksizme saldırmanın kurnaz geçinen yöntemi olmuştur. Önce Engels ve (özellikle, Marksizmin tüm yönleriyle bütünlüklü ve yalınlaştırılmış bir özeti sayılabilecek) Anti-Duhring kitabı “pozitivist, Marx’ın vulgarize edicisi, çarpıtıcısı” vb ilan edilir. Ardından Marx’ta ve Marksizm’de özellikle (üretici güçler ve üretim ilişkileri diyalektiğine dair) tarihsel materyalizme ilişkin bölümler (örneğin Katkı’nın önsözündeki ünlü tarihsel materyalizm formülasyonu veya Kapital’in 3. cildindeki kar oranlarının düşme eğilimi yasası, vd) Engels’e atfedilip Marx’tan da ayıklanır. Böylece Marksizmde bilimsel olan ne varsa içi boşaltılıp Marksizm gerisin geriye öznelci-ütopik sosyalizme geri götürülmeye çalışılır. Bununla kalmaz 2. Enternasyonal’in sonraki felaketinden Engels sorumlu tutulur. Bununla da kalmaz Lenin ve Stalin, Engels’le kodlanarak, Marksizmden devrimci örgüt ve proletarya diktatörlüğü yaklaşımları da savuşturulmaya çalışılır.
Tüm bu, Engels’i önce karikatürize edip sonra devre dışı bırakma operasyonlarının özü özeti, aslında Marksizmin bel kemiğini oluşturan devrimci tarih bilimini karikatürize edip halı altına süpürme acınası çabasıdır. Ve tümü, Anti-Duhring’in yazımı boyunca Engels ile Marx arasındaki yazışmalar incelendiğinde, Anti-Duhring’in yazımının tamamlanmasından sonra da Marx tarafından okunup onaylandığının ve dahası Anti-Duhring’in ekonomi-politik eleştirisi bölümünün de Marx tarafından yazıldığının ortaya çıkması, daha dahası Anti-Duhring’in bir bölümünü oluşturan Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm ayrı bir kitap olarak yayınlandığında ön sözünün Marx tarafından yazıldığı bilindiğinde, fosss diye çöküverir. Kar oranlarının düşme eğilimi yasasının (yani üretici güçler/üretim ilişkileri çelişkisinin, yani tarihsel materyalizmin) Engels’in Kapital’in 3. cildini redakte ederken yaptığı bir çarpıtma olduğu iddiası ise aynı ölçüde komiktir. Kapital’in 1. cildini kabul edip 3. cildini reddeden (Michael Heinrich vb) Marksologlar kendilerini komik duruma düşürmekten başka bir şey yapamazlar; çünkü kar oranlarının düşme eğilimine ilişkin teori, 1. ciltteki göreli artı-değer teorisinin kaçınılmaz sonucudur. Dolayısıyla Engels’e (ve aslında Marksizmin temeline) karşı bu saldırılar, kapitalizmi kabul edip sonuçlarını reddetmek kadar ahmakçadır.
Engels Marx’ı ve Marksizmi eksiltmek veya çarpıtmak şöyle dursun, Marksizmi Marksizm (ve dahası Marx’ı Marx) yapanlardan biriydi. Tarihin gördüğü en yetenekli, en gelişkin, en yaratıcı, en enerjik, en tutkulu, en çok yönlü devrimcilerden biriydi.
GÖBEKLİTEPE..!
“Laser taramasında toprak altındaki yapılar görünüyor.
Bu alan ağaçlandırılarak kazı durduruluyor ve Göbeklitepe karanlığa gömülmek isteniyor.
Çünkü buluntular batıyı hiç memnun etmedi.
Büyük olasılık yeni bir İngiliz oyunu ile karşı karşıyayız.
Dinlerin (Budizim dahil) toplam yaşı 8500-Yıl.
Göbekli tepeden çıkan bulgulara göre burada 12.000-Yıl önce yaşam olduğu tespit edildi.
Bu durumda; Adem ve Havva dahil olmak üzere tüm dinler boşa düşmüş olacaktı.
Bu nedenle; Papalık dahil tüm dini merkezlerin işleri bozulacaktı.
Bundan korktukları için, kazıyı durdurdular ve Göbeklitepeyi ortaya çıkaran Alman Profesör evinde ölü bulundu.
Sözde; kalp krizi geçirmiş. ”
Bahadır Yasa
[ alıntı ]
İnşaata dayalı büyümenin sonunda Türkiye'de servet dağılımı:
-2002'den bu yana en zengin yüzde 10’luk kesimin toplam servetten aldığı pay %67.7'den %81.2’e çıktı.
-Geriye kalan yüzde 90’lık nüfusun payı %32.3'ten %18.8’e düştü.
Yazının tamamı şurada:
https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/11/19/insaata-dayali-buyume-modeli-ve-servet-dagilimi-adaletsizligi
Milyon yıl önce ilk İNSAN türü olarak dünyada yaşamaya başlayan "dik yürüyen maymun adam"; Ptekantrop, giderek Neandertal insana evrilmiş, daha sonra da benzer nedenlerle Neandertal İnsan'ın yerini Homosapiens, "us insanı" aldı ve hâlâ da dünyada varlığını sürdürüyor. İşte o Homosapiens'in geldiği son durumu gösteren bu fotoğrafı ibreti alem için yayınlıyoruz. Dünyalı Homosapiensler yaşama, doğaya ve topluma ters bir duruma düştü... Yaşama ve gerçek insana düşman Homosapiensle vedalaşma zamanı gelmiş...
✒️ Nezih Gençler
Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı, işte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, ulusun ve devletin bağımsızlığını koruyacak (silahlı) kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve ulusun araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya ulusun kendisine kalıyordu... İşte buna KUVÂ-Yİ MİLLİYE diyoruz... Mustafa Kemal Atatürk
İhsan Eliaçık: Boşa kurban kesmeyin
İlahiyatçı yazar İhsan Eliaçık, kurban bayramı ile ilgili çok konuşulacak bir yazı kaleme aldı. Kurbanın yanlış anlaşıldığını savunan ve hayvanların boşa kesildiğini belirten Eliaçık, bunun İslam öncesi bir kültürün devamı olduğunu, Sümerler'de ihtiyaç fazlası tapınağa getirilen malların üzerinin “Tanrı malı” diye damgalanarak ihtiyaç sahiplerine bırakıldığını anlattı.
Bu kültürün İslamiyette de sürdüğünü belirten Eliaçık, Adilmedya.com sitesindeki yazısında "Mekke’de çıkan Peygamber Hz. Muhammed de, insanlara aynı şeyi anlattı. Dedi ki, burası Allah’ın evidir, ihtiyacından fazla olanı herkes buraya getirsin. Getirdiler ve oraya bıraktılar. Üzerinde, Allah’ın ismi anılmak, üzerine Tanrı damgası vurulması kültürünün devamıdır" dedi ve şöyle devam etti:
"Üzerine Allah’ın adı anmayı, bıçağı eline alıp, bismillahirrahmanirrahim diyerek, böyle fışkırtarak hayvanın kanını dökmeye çevirdiler. Üzerinde Allah’ın ismi anılmak bu değildir! Üzerinde Allah’ın ismi anılmak demek, ben bu keçiyi, koyunu, deveyi, kamuya, yoksula, gitsin diye adıyorum demektir. Üzerinde yazıyor işte Tanrı malı, eskiden böyleydi, Kuran’dan sonra buna, üzerine Allah’ın ismini anmak dendi, bu sözler, bu hayvan kamu malıdır, yoksulun malıdır, kimse almasın demektir. İşte bunlara [hedy] denilir."
KESMEKLE ALAKASI YOKTUR
"İlk bakışta bunların, kesmekle alakası yoktur" diyen Eliaçık şunları yazdı:
"Fakat daha sonra, uzak diyarlardan gelenler (hacılar) olduğu için, o hayvanlardan kesip, o insanların karınlarını doyurmak için de kullanılmıştır. Zamanla, önceki asli vazifesi unutulup, kesme ön plana çıkarılarak, getirilip kesiliyor, bırakılıp gidiliyor şekline dönüştü. Kuran geldiğinde Araplar bunu zaten yapıyorlardı, Kâbe’nin etrafı, kesilmiş kurbanlarla doluyordu. Kuran geldi ve bu insanlara dedi ki, bu kestiğiniz hayvanların etleri ve kanları Allah’a ulaşmaz, ulaşacak olan sizin takvanızdır. Bu şu demektir: Bunları kesiyorsunuz da, bunlar Bana ulaşmıyor, dolayısı ile, kesip durmanıza gerek yok, siz asıl, kendi aranızdaki davranışlarınıza bakın, birbirinize iyilik etmeyi öğrenin, adaletle davranın, işçinizi ezmeyin, kimseyi sömürmeyin, kul hakkı yemeyin, Ben bunlara bakarım, kestiğinize ve kana değil! Bunu açıkça söylüyor. Fakat bunu da şöyle anladılar: Tamam, Allah ete ve kana bakmaz, takvaya bakar, yani bıçağı eline alır, hayvanı keserken ki duygularına bakar, bunu Allah için kesiyorum derken ki duygularına bakar, takva budur, diyorlar. Böyle yorumladılar."
BOŞA KESİP DURMAYIN
"Ben bu yoruma da katılmıyorum, yanlış bir yorumdur. Kuran diyor ki, onların etleri kanları Allah’a ulaşmaz! Yani, boşuna kesip durmayın. Allah diyor ki, onlar Bana ulaşmaz, Ben sizden iyilik, doğruluk, dürüstlük, kardeşlik, merhamet, sevgi, bunları bekliyorum; karz-ı hasen, salât, zekât, ihtiyaç fazlasını verme, isâr, birbirinize kendinizi feda etme, yoksulları gözetme, zayıfın elinden tutma, düşmüşü kaldırma, bunları beliyorum, takva budur. Her yeri kan gölüne çevirdiğin zaman, Allah bundan mutlu oluyor değildir. İşin aslı buydu, sonra döndü dolaştı ve başka bir şeye dönüştü."
BEN 20 YILDIR KESMİYORUM
"Bakın, açık açık söylüyorum. Ben kendimi söyleyeyim, yirmi yıldır bayramda hayvan kesmiyorum. Ama, gurban, yakınlaşma, garip gureba ile yoksulla yakınlaşma bayramını çok seviyorum. Hayvan kesmiyorum ama bayram kutluyorum. Bayram çok güzeldir."
http://www.radikal.com.tr/turkiye/ihsan_eliacik_bosa_kurban_kesmeyin-1217093
27 MAYIS’IN KARANLIK ABD BOYUTU...
Çoğumuz düşünmüşüzdür bu boyutu. Ben çok aradım. Ama belge, bilgi yok. Çok cılız birkaç değinme dışında, genellikle hem ABD hem Türk kaynaklar hep ABD'nin son derece masum olduğunu iddia ediyor benim okuduklarımda.
Oysa çok kuşku verici ipuçları var. Mesela o sırada ABD'nin Ankara büyükelçiliğinin CIA İstasyon Şefi, Özbek kökenli bir TÜRK!!!... Ruzi Nazar... Kendisi 1. Dünya Savaşı sırasında Rus ordusu saflarında Almanya'ya karşı savaşırken, Hitler'in kurduğu Müslüman Tugayına katılmış. Sonra Hitler Almanyasında yükselmiş. Almanya yenilince Alman İstihbarat örütünün başı olan general Gehlen ve bilumum Alman istihbarat belgeleriyle birlikte ABD'ye sığınmışlar. Hatta o güne kadar doğru dürüst bir istihbarat örgütü olmayan ABD'ye CIA'nın temelini atanın bu Gehlen olduğu söylenir. Ruzi Nazar bu adamın yamağıdır. Kendisi hakkında çok önemli bir kitap yazmış olan, bir zamanlar Alparslan Türkeş'in talimatıyla MHP'nin Almanya "müfettişi" olan Enver Altaylı, gazete haberlerinden bildiğim kadarıyla bugün FETÖ'cülükten tutuklu. Ruzi Nazar o 60'lı yıllarda en etkin siyasetçiler, gazeteciler, iş adamları vb. nezdinde çok popüler bir "Ankaralı" adeta. Bahçelievlerdeki evi bütün bu çevrelerin davetli davetsiz sürekli uğrak yeri. Ankara'nın kallavi lokantalarına, meyhanelerine değil Nazar'ın evine gidiyorlar. Görünür gerekçe "canım bir Türk dostumuzun evine gidiyoruz..." E CIA Ajanlığı ne olacak...
Bütün bu ilişkileriyle Nazar'ın 27 Mayıs'tan haberdar olmaması ve elbette bunu Vaşington'a bildirmemesi mümkün mü?
Yani, sadece 12 Mart ve 12 Eylül değil, ne kadar gizlenirse gizlensin 27 Mayıs'ın da bir Amerikan komplosu olduğuna dair çok ciddi kuşkular var.
Buraya kadarı benim... Yakup Hoca (Kepenek, ODTÜ emekli iktisat profesörü, yakın zamana kadar Cumhuriyet, şimdi Birgün yazarı), benim bildiğim, okuduğum ilk kez ve kamuya açık olarak bu kadar net değinmiş. Kuvvetle okmanızı tavsiye ederim
27 MAYIS'IN KARA KUTUSU ABD... Ve İdamlar..
Yakup KEPENEK yakupkepenek06@hotmail.com (31 Mayıs 2019 Pazar, Birgün)
27 Mayıs 1960 askeri darbesinin açtığı ve yıllardır bir türlü kapanmayan ağır yara Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Zorlu ve Maliye Bakanı Polatkan’ın idam edilmeleridir.
Ülke kamuoyu ve siyaseti, idamların etkileri ve sonuçlarıyla uğraşmaktan bir türlü kurtulamıyor.
Bunun ana nedeni, genel olarak 27 Mayıs, daha özelde de idamlar konusunda Amerika Birleşik Devletleri-ABD’nin gerçek yerinin günümüze dek açıklık kazanmamış olmasıdır. 27 Mayıs’ta ABD, en duyarlı kısımıyla bugüne dek açılıp okunmayan bir kara kutu özelliği taşıyor.
Çünkü o kısmı ABD yıllardır açmıyor!
Kaldırılmayan CIA Şalı
ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı ( CIA) üzerinden en az 25 yıl geçen olaylara ilişkin belgelerin üzerindeki gizliliği kaldırır. Ancak, 18 Ocak 2017’de 13 milyon belgede Türkiye’deki 12 Mart 1971 darbesi için yaptığı gibi, erişime açtığı belgelerin kimi satırlarını siler. Evet, yanlış okumadınız üzerini kapatır!
27 Mayıs’ın kimi yönleri de açıklanmıyor. Aradan 36 yıl geçtikten sonra 27 Mayıs’ı ABD belgelerinde derinlemesine araştıran saygın bir bilim insanı, siyasi tarihçi Prof Dr. Fahir Armaoğlu şöyle diyor:
Gürsel hükümeti ile ABD ilişkilerine ilişkin olayların yazıldığı bazı telgrafların yayınından çekinilmiştir…Bunun sonucu olarak Yassıada duruşmalarıyla, idamlarla ve 14’ler olayı ile ilgili olarak ABD hükümetinin tutumunu tespit etmek mümkün olmamıştır “Amerikan Belgelerinde 27 Mayıs Olayı” Belleten c.LX, Nisan 1996, Sayı 227; ayrı basım, ss.203-226.
ABD, Yassıada duruşmaları, idamlar ve 14’ler olayı gibi 27 Mayıs’ın en bilinmesi gerekli olgularının belgelerini saklıyor. Üç konu, duruşmalar, idamlar ve 14ler içinde, etkileri yönünden en önemli olanı kuşkusuz idamlardır.
Yassıada’da 15 idam kararı çıktı. Cumhurbaşkanı Bayar, idam edilmekten yaş haddi nedeniyle, iyi ki de kurtuldu. Kalan 14 kişi içinden yalnızca o yılın Temmuz ortalarında resmi bir ziyaret için Moskova’ya gidecek olan üçlünün seçilmesi nasıl oldu? Asıl karanlık nokta bu!
Yerliler de çok yararlandı; yararlanıyor
Gizlilik kime yarıyor? Hiç kuşkusuz kendi ulusal çıkarı öyle gerektirdiği için ABD’ye.
Ancak, genel olarak 27 Mayıs’ta ABD, özellikle de CİA’nin etkisinin gizli tutulmasından yararlanan yalnızca ABD değildir.
Bu ülkede, ABD’ye yakınlıktan doğrudan ya da dolaylı olarak, siyasal ve ekonomik çıkar sağlayan yerli kişi ve çevreler, yıllar boyu o gizlilikten yararlandı. O yıllardan başlayarak komünizm düşmanlığı şemsiyesi altında toplanan sağcıların tamamına yakını; onların örgütleri ve partileri, 27 Mayıs, özellikle de idamlar konusunda ABD’ye toz kondurmadılar. ABD emperyalizmine karşı çıkanlar komünistlikle suçlandı. Ülkenin özgürlükçüleri, demokratları, sosyalistleri ve barış severleri, taşlandı, işlerinden kovuldu,hapsedildi ve öldürüldü; özetle ezildi; CHP suçlandı. O kadar ki, yine bir mayıs günü, 6 Mayıs 1972’de, gerçekten sudan sebeplerle suçlanan üç fidan, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan, idam kararlarının, “üçe karşı üç” türü ilkel intikam sesleriyle Meclis’teki sağcıların oylarıyla darağacına gönderildi.
Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamı cinayettir. Bu cinayetin gerçek faili, ilgili belgeleri açıklamadıkça ABD’dir. Eğer iktidardakilerin Yassıada bağlamında döktükleri timsah gözyaşları değilse, ABD’den kara kutuyu açması neden resmen istenmiyor?
Bu ülkede 27 Mayıs 1960 sonrasının halkoylaması ile kabul edilen, demokratik ve özgürlükçü 1961 Anayasası, önce sağcı siyasetçiler, sonra da 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri, daha sonra da 12 Eylül 2010 ve sonrasında sözüm ona sivil AKP iktidarı tarafından iğdiş edilerek tanınmaz hale getirildi.
Eğer Türkiye sağı, özgürlükçü olabilseydi, geçen Çarşamba günü, 27 Mayıs 2020’de “Demokrasi ve Özgürlük”, yalnızca 10,37 hektarlık daracık Yassıada’da değil, 78 milyon 356 bin 2 00 hektarlık bütün Türkiye’de açılır ve çoktan 83 milyonun yaşamı olmuş olurdu!
Ali Tartanoğlu
✅ VATAN POSTASI resmi.
📌davetiye adresiniz ↓
→ https://qoto.org/invite/bkoiwmFj ←
Not : Vatan Postası'nın herhangi bir parti,dernek,şirket vb. ile direk/dolaylı bağı yoktur. BAĞIMSIZDIR.