Show newer

Oğlu ve eşi boğulurken (geleceği yok edilirken) sakallı bir adamı kurtaran adamı tasvir eden bu tablo (1826), rönesans öncesi Avrupa devletlerini anlatıyor..

Bu tablo, Fransız ressam Joseph Desire Court'in en iyi eserlerinden biridir...

Yaşlı adam geçmişi ve dini temsil eder, sakal mirası temsil eder.

Kırmızı renk ise yaşlı adamın dindarlığını simgeler.

Ve oğul geleceğin sembolü, eş hayatın; toprağın, sevginin sembolüdür.

Barış tablonun detaylarında gizlidir.. Kurtarılabilecek en yakın ve en hafif çocuktur; ancak geleceği olmayan, az gelişmiş adam, yanlış da olsa inançlarına tutunur.
.
instagram.com/p/CvVREt0thsx/?u

Kürt Rap Sanatçısı Saman Yasin, sömürgeci İran devleti tarafından cezaevinde işkence yapılıyor.
Yasin’e ses verelim, bu zulme durduralım!

twitter.com/lezbottann/status/

AVRUPA’NIN KALE DUVARLARI…
- MURAT ÇAKIR -
Avrupalı emperyalistler dünya çapında üretilen zenginliğin büyük bir bölümünü gasp yoluyla kendi refah coğrafyalarında yoğunlaştırırken, coğrafyalarını koruyan kale duvarlarını sürekli yükseltiyorlar. Emperyalist sömürü, müdahale savaşları, uluslararası hukuka aykırı işgaller ve hammadde kaynaklarının, dolayısıyla dünyanın talanı dünya çapında yoksulluğu, açlığı ve ekolojik felaketleri yaygınlaştırıyor. Sonucunda ise, sayıları hâlihazırda 100 milyonu aşan insan yurtlarını terk etmek zorunda kalıyorlar. Terk edemeyen milyarlar ise yoksulluk, açlık ve ekolojik felaketlerle boğuşuyorlar. Dünyayı küresel bir fabrika hâline getiren emperyalizm hem kendi coğrafyalarındaki hem de dünya çapındaki ezilen ve sömürülen sınıfları bölmek, altta tutmak için elinden geleni yapıyor.
Merkez kapitalist ülkelerin bulunduğu refah coğrafyalarının etrafı dünyanın lanetlilerinin aşamayacağı yüksek duvarlarla örülmüş durumda. Ama artık bu da yeterli görülmüyor: burjuva demokrasilerinin en temel hak ve özgürlükleri teker-teker rafa kaldırılarak, yardıma muhtaç milyonların refah coğrafyalarının yakınına gelmeleri dahi olanaksız hâle getiriliyor. Örneğin Britanya’nın gerici Sunak hükümeti karar altına aldığı ve büyük olasılıkla yakında yürürlüğe girecek olan “Yasa Dışı Göç Yasası” ile Britanya’ya bir şekilde gelmeyi başarabilen mültecileri hemen Ruanda’ya gönderecek. Britanya’nın imzası da bulunan bütün uluslararası insan hakları ve mülteci hukuku böylece geçersiz kılınacak.
Benzer bir girişim Almanya’da da tartışılıyor. Irkçı-faşist AfD partisinin toplumsal desteğinin artması gerekçe gösterilerek, Alman faşizminden çıkartılan bir ders olarak yürürlüğe sokulan “bireysel sığınma hakkının” kaldırılması isteniliyor. Aslında Federal Anayasa’da yer alan “sığınma hakkı” maddesi 1993 büyük uzlaşısıyla fiilen geçersiz kılınmış durumda. Çünkü Almanya etrafını çevreleyen ülkeleri “güvenli ülke” diye deklare ederek, kara yolu üzerinden Almanya’ya gelebilenlere sığınma hakkını kaldırmıştı. Bugün olduğu gibi, 1990’larda da doğrudan devlet politikalarıyla körüklenen faşist şiddet olayları bu hakkın kaldırılmasına gerekçe gösterilmişti.
Ancak sığınma hakkının fiilen kaldırılmış olması da burjuva siyasetçilerine ve yaygın medyadaki yaygaracılara yetmiyor. Kendileri gibi, yani “beyaz” olmayan insanlara en fazla düşük ücretli köle seviyesinde tahammül gösteren burjuva toplumları, şimdi de “beyaz” olmayanları Avrupa’nın sınırlarından binlerce kilometre uzakta tutmak istiyorlar. Zaten bu nedenle Türkiye ile yapılan mülteci antlaşmalarından sonra Tunus gibi bir dizi ülkeye yüklü meblağlar aktarılarak tampon bölge ve sınır koruma memuru olmaları sağlanmak isteniyor.
Elbette bazı istisnalar da yok değil. Örneğin Almanya “Nitelikli İşgücü Göç Yasası” ile belirli koşulları yerine getiren eğitimli, bu şekilde üretim süreçlerine ve hizmet sektörüne sorunsuz entegre edilebilecek ve varlıklarıyla ücretler üzerindeki baskıları artıracak göçmenleri ülkeye davet ediyor. Aynı zamanda bütçe kısıtlamaları ve yoksullara kapatılan eğitim-öğrenim yolları nedeniyle ortaya çıkan nitelikli emek eğitimindeki açığı, yoksul ülkelerin kendi olanaklarıyla eğittikleri nitelikli göçmenler üzerinden telafi edecekler. Böylelikle hem yoksul coğrafyalarda gerekli olan nitelikli emeği oralardan çekecekler, hem de dünya çapında üretilen her 15 doların sadece birini buralara “kalkınma yardımı” safsatasıyla aktararak, yoksul coğrafyalardaki egemen sınıflara rüşvet verecekler.
Göçmenlik ve mültecilik kapitalizm çağının en belirgin emarelerinden birisidir. Ama aynı zamanda kendi işçi sınıfını ve diğer toplumsal kesimleri zapturapt altına almanın, toplumsal hiddeti farklı yönlere kanalize etmenin ve egemen iktidarı korumanın da bir aracıdır. Egemenlik aracı olarak göç politikaları günümüzün neoliberal dünyasında sadece ırkçı-faşist hareketleri beslemenin bir yolu değil, aynı zamanda emperyalist yayılmacılığa, militarizme ve her türlü hak budanmasına toplumsal rıza üretimi için vazgeçilmez bir yöntemdir. Dolayısıyla kapitalizm aşılmadan faşizmin, ırkçılığın ve mülteci düşmanlığının yok edilmesi olanaklı değildir. O nedenle hangi solcu (!) mülteci karşıtlığı yapıyorsa, o, egemenlerin çıkarlarını koruyor demektir.
(POLİTİKA)

Hüseyin Topgider
Öyle olaylar yaşanıyorlki insan bu dünya yıkılsın diyor.
Sınırdışı edilen Afrikalı göçmen kadın ve kızı çölde susuzluktan öldü
Aklıma F.Hüsnü’nün şiiri geldi:
“Açtır binlerce yıldan beri
Karıncasından bakiresine kadar
Afrikayı düşünürüm
Önümdeki ekmeği canım istemez”

twitter.com/TopgiderH/status/1

.. benim soyum sona erebilir ama devrim asla silinmeyecektir!"

Çinli komünist devrimci ve gerilla komutanı Ling Fushun, 1936'da Koumintang milliyetçileri tarafından idam edilmeden hemen önce.
Yoksul köylü bir aileye doğan Ling Fushun, 1931 yılında geçinebilmek için asker olarak Koumintang milisine katılmış, 1932'de devrimci fikirlerle tanıştıktan sonra ise buradan ayrılıp yeraltı faaliyetlerine başlamıştır.
1936'da Puyuanzhen'de Koumintang güçleri tarafından yakalanmış ve lingchi adı verilen bir işkence yöntemiyle idam edilmiştir.
Ling Fushun'un son sözleri şu şekildeydi: "Ölümde korkulacak bir şey yoktur, benim soyum sona erebilir ama devrim asla silinmeyecektir!"

twitter.com/LaboransS/status/1

Büyük Patlama Teorisine 10 Bilimsel Alternatif

Terry Pratchett, evrenin başlangıcına dair genel kabul görmüş olan görüşü şöyle açıklar: “Başlangıçta sadece yokluk vardı, o da patladı.” Günümüzde kozmolojiye dair çoğunluk tarafından kabul görmüş olan teori, evrenin büyük patlamanın ardından sürekli genişliyor olmasıdır; ki bu da kozmik arka plan radyasyonu ve ışık spektrumunun kırmızı ucuna doğru ışığın bükülüyor olması gibi kanıtlarla desteklenmektedir.

Ne var ki herkes bu görüşe katılmıyor. Yıllar boyunca kozmolojiye ve evrenin kökenine dair pek çok görüş ortaya atıldı. Bunlardan bazıları mevcut kanıtlar ve teknolojilerle kanıtlanamaz durumdaki ilgi çekici spekülasyonlarken, bazısı da evrenin insan duyularını aşan çıldırtıcı genişliğine anlam bulmaya çalışan sıra dışı fikirlerden ibaret.

Durgun Hâl

Albert Einstein’ın el yazmalarından yeni keşfedilen bir tanesine bakılırsa, ünlü bilim adamı İngiliz astrofizikçi Fred Hoyle’un evrenin sürekli genişlerken bir yandan da yeni maddelerin üretimi aracılığıyla sabit bir yoğunluğu koruyor olabileceğine dair teorilerini dikkate almış. Yıllar boyunca bilim çevreleri Hoyle’u bir kaçık olarak görmüş olsa da, bu el yazması belgeler Einstein’ın onun fikirlerine ciddi ölçüde kafa yorduğunu gösteriyor.

Durgun hâl teorisi 1948 yılında Hermann Bondi, Thomas Gold ve Fred Hoyle tarafından ortaya atıldı. Bu teori, ana fikrini evrene neresinden bakılırsa bakılsın, makroskopik anlamda her şeyin hemen hemen aynı göründüğü gözleminden alıyordu. Bu fikir evrenin bir başı ve sonu olmadığını varsaydığından felsefi açıdan da makul görünüyordu. Teori 1950 ve 60’lı yıllarda pek çok kişi tarafından kabul görmüştü. Evrenin genişliyor olduğuna dair kanıtlar ortaya çıktığında, teorinin savunucuları az da olsa düzenli olarak (yılda bir küp milde birkaç atom kadar) yeni maddelerin oluştuğunu öne sürdü.

Bizim galaksimizde olmayıp uzak (dolayısıyla da bize göre yaşlı) galaksilerdeki kuasarların varlığının gözlemlenmesi, bu teorinin güvenilirliğini ciddi ölçüde sarstı. Bilim insanları, kozmik arka plan radyasyonunun varlığını keşfettiklerinde ise durgun hâl teorisi tamamen çürütüldü. Ne var ki Hoyle teorisini savunmaya devam ediyordu, evrende helyumdan daha ağır atomların ortaya çıktığına dair bir dizi araştırma yayımladı; bu atomlar yaşam döngülerinin sonuna gelmiş olan ilk yıldızların yarattığı yüksek sıcaklıklar ve basınçla ortaya çıkmıştı. İronik olarak, Hoyle “büyük patlama” ismini ilk kullanan kişiydi.

Yorgun Işık
galaksi

Edwin Hubble, uzak galaksilerden yayılan ışık dalga boylarının, yakın gök isimlerinden yayılanlara nazaran, ışık spektrumunun kırmızı ucuna doğru daha fazla kırıldığını gözlemlemiş, bu nedenle de fotonların bir şekilde enerjilerini kaybettiği çıkarımını yapmıştı. “Kırmızıya kayma” olarak adlandırılan bu fenomen, Doppler etkisinin bir sonucu olarak, büyük patlamanın ardından sürekli gerçekleşen bir genişleme ile açıklanır. Durgun hâl teorilerinin destekçileri ise, uzayda yolculuk eden ışık fotonlarının kırmızı ışık spektrumunun daha uzun dalga boyuna ve daha az enerjiye sahip uçlarına doğru gittikçe enerjilerini kaybettiğini öne sürdü. Bu teori ilk olarak 1929 yılında Fritz Zwicky tarafından ortaya atıldı.

Ne var ki yorgun ışık teorisi ile ilgili bazı problemler var. Öncelikle, bir fotonun momentumunun değişmeden enerjisinin değişmesi mümkün değil; bu momentum değişikliğinin bir bulanıklaşma etkisi yaratması gerekir ki böyle bir şey gözlemlemiyoruz. İkincisi, bu teori süpernovalardan yayılan ışık yayılımlarında gözlemlenen örüntüleri açıklayamazken, genişleyen evren teorisinin genel görelilik kuramıyla birleştiğinde zamanda bükülmeye yol açacağına dair oluşturulan modeller bu örüntülerle örtüşüyor. Son olarak, yorgun ışık kuramına dair öne sürülen modellerin çoğu genişlemeyen bir evren varsayımına dayanıyor, ancak bu durumda gözlemlerimizle uyuşmayan bir arka plan radyasyonu spektrumunun oluşması beklenirdi. Eğer yorgun ışık teorisi doğru olsaydı, gözlemlediğimiz kozmik arka plan radyasyonunun tamamı bize en yakın galaksi olan Andromeda Galaksisi M31’den daha yakın kaynaklardan gelmesi ve onun ötesindeki her şeyin bize görünmez olması gerekirdi.

Sonsuz Şişme

Evrenin ilk dönemlerine dair pek çok yeni model, birbirine yakın parçacıkların aralarına giren büyük uzay boşlukları neticesinde pek çok farklı yöne dağılmalarıyla oluşan vakum enerjisinden kaynaklı, kısa süreli bir eksponansiyel genişleme (şişme olarak adlandırılır) olduğunu öngörmektedir. Bu şişmenin ardından, vakum enerjisi eriyik bir plazma çorbasına dönüşmüş, sonraları bundan atomlar, moleküller ve diğer parçacıklar oluşmuştur. Sonsuz şişme teorisi, işte bu şişme sürecinin hiç sona ermediğini öne sürer. Bunun yerine uzay baloncukları şişmeyi bırakıp düşük enerjili bir duruma geçmiş, sonra da içe doğru genişlemeye devam etmiştir. Bu baloncuklar, bir tencerede kaynamakta olan suyun çıkardığı buhar baloncuklarına benzetilebilir, tabii bu örnekte tencere sürekli büyümektedir.

Bu teoriye göre, evrenimiz sürekli şişmenin yarattığı devasa bir çoklu evrendeki pek çok evren baloncuğundan biridir. Bu teorinin test edilebilir yanlarından biri, birbirine çok yakın iki evrenin birbirine dokunduğunda her bir evrende uzay-zaman bozulmalarına yol açacağıdır. Bu teoriye dair en iyi kanıt, kozmik arka plan radyasyonumuzda gözlemlenen böylesi bir bozulmanın varlığıdır.

İlk şişme modeli Sovyet bilim adamı Alexei Starobinksy tarafından ortaya atılmıştı ancak daha büyük bir bilinirliğe kavuşması, büyük patlamadan önce eksponansiyel genişlemenin gerçekleşebilmesi için evrenin bir süper soğumaya maruz kalmış olması gerektiğini öne süren Batılı fizikçi Alan Guth sayesinde oldu. Andrei Linde bu teorileri aldı ve büyük patlamaya gerek olmadan, yeterli potansiyel enerji bulunursa böylesi genişlemelerin uzayda herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda gerçekleşebileceğini, çoklu evrenin her yerinde bunların sürekli olarak gerçekleşmekte olduğunu öne süren “sonsuz kaotik genişleme” teorisine dönüştürdü.

Linde bu kuramını şöyle açıklamaktadır: “Tek bir fizik kuralına bağlı olarak bir evren yerine, sonsuz kaotik genişleme sürekli kendini yeniden üreten, böylece tüm olasılıkların gerçekleşebileceği, hâlihazırda mevcut olan bir çoklu evreni temel alır.”

Dördüncü Boyut Kara Delik İllüzyonu

Standart büyük patlama modeli evrenin sonsuz büyüklükte yoğunluğa sahip bir tekilliğin patlamasıyla oluştuğunu öne sürer, ancak kozmik ölçüde bakıldığında bu olayın üstünden çok az bir vakit geçmiş olmasına rağmen neden evrenin her yerinin aşağı yukarı aynı sıcaklıkta olduğunu açıklamakta zorlanır. Bazı kişiler bu durumun evrenin ışık hızından daha hızlı genişlemesini sağlayan bilinmeyen bir enerji formu ile açıklanabileceğini öne sürer. Perimeter Teorik Fizik Enstitüsü’nden bir grup fizikçi, evrenin dört boyutlu bir yıldızın sönerek bir kara deliğe dönüşmesi sırasında olay ufkunda oluşan üç boyutlu bir illüzyon olabileceğini öne sürdüler.

Niayesh Afshordi ve meslektaşları, 2000 yılında Münih’teki Ludwig Maximilians Üniversitesi’nden bir ekibin öne sürdüğü, evrenimizin dört boyutlu bir “toplu evrenin” yalnızca bir kolu olduğunu iddia eden fikri değerlendirdi. Şayet bu toplu evrende dört boyutlu yıldızlar da varsa, bu yıldızların da bizim evrenimizdeki üç boyutlu benzerleri gibi patlayarak bir süpernova oluşturma ve ardından kara deliğe dönüşme davranışını gerçekleştirmeleri gerektiğini fark ettiler.

Üç boyutlu kara deliklerin etrafı, olay ufku denilen küresel bir yüzeyle çevrilidir. Üç boyutlu kara deliğin olay ufkunun yüzeyi iki boyutlu olsa da, dört boyutlu bir kara deliğin olay ufkunun üç boyutlu olması gerekir. Afshordi ve ekibi dört boyutlu bir yıldızın ölümünü simüle ettiklerinde, ortaya çıkan üç boyutlu materyalin olay ufkunun etrafında bir üç boyutlu membran oluşturduğunu ve bunun yavaşça genişlediğini gözlemlediler. Böylece, evrenimizin dört boyutlu bir yıldızın çöküp kara deliğe dönüşmesinin ardından ortaya çıkan bir illüzyon olabileceği sonucuna vardılar.

Dört boyutlu toplu evren çok daha eski, hatta sonsuz yaşında olacağından, bu evrenimizde gözlemlediğimiz benzer sıcaklıkları açıklayabilir; ne var ki bazı veriler geleneksel modellere daha çok uyan çelişkilerin olduğunu göstermektedir.

Ayna Evren

Fizikteki en çetrefilli sorunlardan biri, kabul edilen neredeyse tüm modellerin (ki bunlara yerçekimi, elektrodinamik ve görelilik gibi modeller de dâhildir) zaman ileri de aksa geri de aksa evreni kolaylıkla açıklayabiliyor olmasıdır. Gerçek dünyada zamanın yalnızca tek bir yönde aktığını biliyoruz, buna getirdiğimiz standart açıklama ise zaman algımızın sadece düzenin düzensizliğe evrildiği entropinin bir sonucu olduğudur. Ne var ki bu teoriyi kabul edersek, evrenin başlangıçta yüksek bir düzene ve düşük entropi seviyelerine sahip olduğunu da kabul etmek zorunda kalırız. Pek çok bilim insanı evrenin erken dönemlerindeki düşük entropinin zamanın akışı sorununu çözmesi konusunda ikna olmuş durumda değildir.

Oxford Üniversitesi’nden Julian Barbour, New Brunswick Üniversitesi’nden Tim Koslowski ve Perimeter Teorik Fizik Enstitüsü’nden Flavio Mercati, kütle çekimin zamanın ileri gitmesini sağladığına dair bir teori geliştirdiler. Newton kütle çekim etkisindeki 1000 nokta benzeri parçacığın birbiriyle etkileşime girdiği bir bilgisayar simülasyonu üzerinde yaptıkları çalışmalarda, parçacıkların boyutları ve miktarlarından bağımsız olarak, sonunda minimum boyuta ve maksimum yoğunluğa sahip düşük karmaşıklıkta bir form oluşturduklarını gözlemlediler. Ardından parçacık sisteminin iki yöne doğru genişlemeye başladığını, simetrik ve karşılıklı iki “zaman doğrultusu” oluşturduğunu, düzenli ve karmaşık iki yapıya büründüğünü gördüler.

Bu nedenle, büyük patlama neticesinde bir değil iki evren oluştuğunu, ikisinin de birbirinin aksi yönünde ilerleyen zaman doğrultularına sahip olduğunu öne sürüyorlar. Barbour bunu şöyle açıklıyor:

“Bu ikili gelecek durumu her iki yönde uzanan tek, kaotik bir geçmiş olduğunu, yani bu merkezin iki yanında oluşmuş iki evrenin varlığını göstermektedir. İkisi de eşit ölçüde gelişmiş ise, her iki tarafta da zıt yönlerde akan bir zaman algısı gözlemlenecektir. Buradaki zeki canlılar, zamanı bu merkezden uzaklaşan tek yönlü akışa sahip olarak tanımlayacaklardır. Bu zıt evrendeki canlılar, bizi çok uzak bir geçmişte yaşıyor olarak düşünecektir.”

Uyumlu Halkasal Kozmoloji

Oxford Üniversitesi’nden fizikçi Sir Roger Penrose, büyük patlamanın evrenin başlangıcı değil, evrenin geçtiği genişleme ve küçülme döngülerindeki bir adım olduğunu söylüyor. Penrose, uzayın geometrisinin zamanla değiştiğini ve daha karmaşık bir hâle büründüğünü öne sürüyor, bunu da Weyl eğrilik tensörü denen, sıfırdan başlayıp zamanla büyüyen matematiksel bir nesneyle açıklıyor. Kara deliklerin entropiyi düşürecek bir rol oynadıklarını, evren genişlemesinin sonuna ulaştığında kara deliklerin kalan madde ve enerjiyi, ardından da birbirlerini yutacaklarını iddia ediyor. Hawking radyasyonuyla madde eriyip kara delikler enerjilerini kaybettiklerinde, tüm uzay yeknesak olacak ve kullanışsız enerjiyle dolacaktır.

Bu da bize uyumlu değişmezlik denen, farklı ölçeklere fakat aynı şekle sahip simetrik bir geometri fenomenini gösterir. Evren başlangıcındaki şartları artık sağlamayacağından, Penrose uyumlu değişmezliğin uzayın geometrisini düzleştireceğini ve ayrışan parçacıkların sıfır entropi hâline gireceğini öngörmektedir. Evren bunun ardından kendi içine çökecek, yeni bir büyük patlamanın önünü açacaktır. Bu da evrenin sürekli tekrar eden bir genişleme ve küçülme döngüsüne sahip olduğunu gösterir. Penrose, her bir patlama ve çökme aralığını “eon” olarak adlandırır.

Penrose ve meslektaşı, Ermenistan’daki Yerevan Fizik Enstitüsü’nden Vahe Gurzadyan, kozmik arka plan radyasyonu üzerine NASA uydu verilerini toplayıp yaptıkları araştırmada, 12 net eşmerkezli halka bulduklarını öne sürüyorlar. Bunların, her bir eonun sonundaki süpermasif kara delik patlamaları neticesinde oluşan kütle çekimsel dalgaların kanıtı olduğunu söyleyerek, uyumlu halkalar kozmolojisi teorisini buna dayandırıyorlar.

Soğuk Büyük Patlama ve Büzüşen Evren

Standart büyük patlama modeli, tüm maddeler tek bir noktadan patlayarak oluştuktan sonra, evrenin sıcak ve yoğun bir baloncuğa dönüştüğü ve milyarlarca yıl boyunca yavaşça genişlediği varsayımını öne sürer. Bu tekillik, genel görelilik ve kuantum mekaniği gibi teoriler konusunda bazı sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle Heidelberg Üniversitesi’nden kozmolog Christoff Wetterich, sürekli genişlemeyi öne süren standart modelin aksine evrenin soğuk ve çok büyük bir boşluk olarak başlamış, zamanla büzüştükçe parçacıkların birbiriyle temasları neticesinde canlanmış olabileceğini öne sürmektedir.

Bu modelde, astronomların gözlemlediği kırmızıya kayma etkisinin, evren küçüldükçe evrenin toplam kütlesindeki artıştan kaynaklandığı öne sürülür. Atomların yaydığı ışık parçacıkların kütlesiyle oluşturulur, daha yüksek enerji ışığın mavi spektrumuna gitmesiyle ortaya çıkarken, düşük enerjili ışık kırmızı spektruma doğru yol alır.

Wetterich’in teorisindeki ana sorun, kütlelerin kendilerini ölçemeyip yalnızca farklı kütleleri birbiriyle kıyaslayabildiğimizden, öne sürdüğü fikirlerin ölçümle ispatlanabilir olmamasıdır. Bir fizikçi, bu modelin evrenin genişliyor olması yerine onu ölçtüğümüz cetvelin kısalmakta olduğunu öne sürmekle eşdeğer olduğunu söylüyor. Wetterich, teorisinin büyük patlamanın yerini alacak bir teori olmadığını, yalnızca evrene dair yapılan gözlemlerle uyumlu olduğunu ve daha “doğal” bir açıklama olabileceğini söylemektedir.

Yaşayan Evren

Amatör bilim insanı Jim Carter, varsayımsal dönen mekanik nesneler olan “circlonlar”ın sonsuz hiyerarşisine dayanan, kişisel bir evren teorisi geliştirmiştir. Carter, evrenin tüm tarihinin üretim ve füzyon işlemlerinden doğan circlon nesilleri ile açıklanabileceğini iddia eder. Carter bu teorilerine 1970’li yıllarda balon avlamak için dalış yaptığı sıralarda hava tankından çıkan mükemmel yuvarlaklıktaki baloncukları görmesinin ardından, circlon eşzamanlılığının fiziksel formları olarak addettiği konserve tenekeleri ve lastikli çarşaflarla yaptığı kontrollü duman halkaları deneyleriyle ulaşmıştır.

Carter, circlon eşzamanlılığının evrenin başlangıcını büyük patlamadan daha iyi açıkladığını öne sürer. Yaşayan evren teorisi, en az bir hidrojen atomunun zamanın başlangıcından beri var olduğunu iddia eder. Başlangıçta, tek bir antihidrojen atomu üç boyutlu boşlukta süzülmektedir. Bu parçacık, tüm var olan evrenimizin kütlesine eşit bir kütleye sahiptir ve bir pozitif yüklü proton ile bir negatif yüklü antiprotona sahiptir. Evren mükemmel ve tam bir dualiteye sahipti ancak negatif antiproton pozitif protona göre biraz daha hızlı kütle çekimsel genişlemeye maruz kalmıştı, bu nedenle de göreli kütle kaybına uğradı. Dolayısıyla birbirlerine yaklaştılar ve negatif parçacık pozitif olanı yutarak antinötronu oluşturdu.

Antinötron da kütlesel olarak dengesizdi ama zamanla bir denge noktasına ulaştı, ardından tekrar ikiye bölünerek iki yeni parçacık-antiparçacık nötronu oluşturdu. Bu işlem arka arkaya tekrar ederek artan sayıda nötronun oluşmasını sağladı, bazıları ikiye bölünmek yerine kendilerini yok ettiler ki bu da kozmik ışınları ortaya çıkardı. Nihayet evren kararlı nötronlardan oluşan bir kütle hâline geldi, bu kütle bir süre sonra bozularak elektronların protonlarla ilk defa birleşmesine yol açtı. Böylece ilk hidrojen atomu meydana geldi, sonunda da giderek daha fazla sayıda elektron ve proton serbest kaldı ve birbirleriyle etkileşime geçerek elementleri oluşturdu. Adına “Büyük Donmuş Ateş Çağı” denen bir sürenin ardından yıldızlar, gezegenler ve bilinç oluştu.

Ne var ki pek çok fizikçi Carter’ın fikirlerini ampirik kanıtlara dayanmayan safsatalardan ibaret olarak görüyor. Eklemek gerekir ki, Carter’ın duman halkalarıyla yaptığı deneyleri baz alan eter teorisi 13 sene önce çürütülmüştü.

Plazma Evren

Standart kozmoloji kütle çekim kuvvetini bir şeylere şekil veren esas güç olarak görürken, plazma kozmolojisi veya elektrik evren teorisi, elektromanyetizmayı odağına alır. Bu teorinin ilk savunucularından biri olan Rus psikiyatrist Immanuel Velikovsky, 1946 yılında yayımladığı “Kütle Çekimsiz Kozmos” adlı çalışmasında, kütle çekiminin atomik yükler, serbest dolaşan elektrik yükleri ve güneşler ile gezegenler arasındaki manyetik alanların bir sonucu olarak ortaya çıktığını öne sürmüştü. 1970’li yıllarda Ralph Juergens de bu teoriyi biraz daha ileri götürerek, yıldızların güçlerini termonükleer işlemlerden değil, elektriksel reaksiyonlardan aldığını iddia etti.

Bu teorinin pek çok farklı varyasyonu bulunsa da, birçok noktada benzerdirler. Plazma evren teorileri Güneş’in ve diğer yıldızların sürüklenme akımları sayesinde elektriksel güçle dolduklarını, bazı gezegen yüzeyi özelliklerinin “süper yıldırımlar” sayesinde oluştuğunu, kuyruklu yıldız kuyruklarının, Mars’taki dalazların ve galaksilerin oluşumlarının hep elektriksel süreçlerle olduğunu öne sürer. Bu teoriler ayrıca uzayın derinliklerinin devasa elektron ve iyon iplikçikleriyle dolu olduğunu, bu akımların uzaydaki elektromanyetik çekim kuvvetleriyle eğilip büküldüğünü ve sonunda galaksiler gibi fiziksel nesneler oluşturduklarını iddia eder. Plazma kozmologları evrenin hem boyut hem de yaş olarak sonsuz olduğuna inanırlar.

Konu hakkındaki en çok ses getiren kitaplardan biri, Eric J. Lerner tarafından 1991 yılında yazılan “Büyük Patlama Hiç Olmadı” adlı kitaptır. Lerner kitabında, büyük patlama teorisinin döteryum, lityum-7 ve helyum-4 gibi bazı hafif elementlerin yoğunluklarını yanlış tahmin ettiğini, galaksiler arasındaki boşlukların büyük patlama sonrası zaman aralıklarıyla açıklanamayacak kadar büyük olduğunu ve uzak galaksilerin yüzey parlaklıklarının sabit olarak gözlemlendiğini, oysa genişleyen bir evrende, kırmızıya kayma etkisi nedeniyle bu parlaklığın azalıyor olarak görülmesi gerektiğini iddia eder. Ayrıca büyük patlama teorisinin şişme, karanlık madde ve karanlık enerji gibi pek çok varsayımsal kavram üzerine kurulduğunu ve evrenin hiç yoktan ortaya çıkmış olması durumunda enerjinin korunumu kanunu ihlal ediyor olduğunu öne sürer.

Bunların aksine, plazma teorisinin ışık elementlerinin bolluğunu, evrenin makroskopik yapısını ve radyo dalgalarının sönümlenmesinin kozmik arka plan radyasyonunun sebebi olduğunu doğru bir şekilde açıkladığını öne sürer. Pek çok kozmolog, Lerner’in büyük patlama teorisine yönelttiği eleştirilerin daha o kitabını yazdığı zamanlarda bile yanlışlığı kanıtlanmış kavramlara dayandığını söyler ve büyük patlamayı destekleyen gözlemlere getirdiği açıklamaların, çözdüğü sorunlardan çok daha fazlasını yarattığı fikrindedir.

Gökkuşağı Kütle Çekimi Teorisi

Gökkuşağı kütleçekimi 2000’li yılların başında çok büyük cisimlerin dünyasını konu edinen genel görelilik ile çok küçük cisimlerin dünyasıyla ilgilenen kuantum mekaniği arasındaki vadiyi doldurmak amacıyla ileri sürüldü. Bu teori, kuantumun kütleçekim üzerindeki etkilerini tam olarak açıklayan bir teori değil ve genel geçer olarak kabul edilmiyor da… Yine de bazı fizikçiler, bunu evrenin nasıl başladığı sorusu üzerine uyguluyor ve “gökkuşağı kütle çekimi” etkisinin doğru olduğunu gösterebiliyorlar. hâliyle bu durum, uzay ve zamanın Büyük Patlama Teorisi’nin çizdiğinden çok daha farklı kökenleri olabileceğini düşündürüyor.

Einstein’ın Genel Görelilik Kuramı’na göre devasa nesneler uzay-zamanı ve ışık da dâhil olmak üzere, onun içerisinde hareket eden her şeyi bükerler ve eğik bir yol izlemelerine neden olurlar. Standart fizik, bu eğik yolun uzay-zamanda hareket eden cisimlerin enerjisinden bağımsız olması gerektiğini söyler. Ancak gökkuşağı kütle çekimine göre enerji yolu etkiler. Mısır’ın Zewail şehrindeki Teorik Fizik Merkezi’nden olan ve Journal of Cosmology and Astroparticle Physics dergisinde konuyla ilgili makalesi yayımlanan Adel Awad şunları söylüyor: “Farklı enerjili parçacıklar, farklı uzay-zaman görürler, dolayısıyla farklı kütle çekim alanlarını deneyimlerler.”

Bir senaryoya göre, eğer ki zamanı geriye doğru takip edecek olursanız, evren giderek yoğunlaşacaktır ve sonunda sonsuz yoğunluğa doğru gidecektir; ancak asla sonsuz değere ulaşamayacaktır. Öteki senaryoya göreyse, yine evrenin çok yüksek bir yoğunluğu vardır; ancak bu defa bu yoğunluk değeri sonsuz değil, sonludur. Yani bu senaryoya göre, çok yüksek bir yoğunluk değerinde, evrenin başlangıç yoğunluğu sabitlenecektir. İki senaryoda da, tekillik (singülarite: noktasal hacimde, sonsuz kütle, yani sonsuz yoğunluk) bulunmamaktadır: yani evren asla sonsuz yoğunluğa ulaşmaz. Ki bu da, Büyük Patlama’nın olmamış olabileceği anlamına gelir.

Bu sonuç, evrenin belki de hiçbir zaman bir başlangıcı olmadığını gösteriyor. Bunun yerine zaman, sonsuza kadar geri takip edilebilir. Ancak tabii ki bu senaryoların gerçeği yansıttığı sonucuna varmak henüz mümkün değil; yine de sonuçlar ilgi çekici. Araştırmada yer almayan ancak kütle çekiminin kuantum teorisi üzerine araştırmalar yapan Amelino-Camelia şunları söylüyor:

“Bu yöndeki çalışmalar, söz konusu fikrin kozmolojide haklı bir yeri olduğunu gösterebilir, bu da beni yüreklendiriyor. Kuantum kütle çekiminde, gökkuşağı kütle çekimi olarak adlandırabileceğiniz özelliğe dair giderek artan örnekler bulmaktayız. Bu durum, giderek dikkat çeken bir hâl alıyor.”

Kaynaklar:

Listeverse
Evrim Ağacı

bilimkurgukulubu.com/genel/bil

Görülen lüzum üzerine bir kez daha hatırlatayım;
Kemalizm en barbar, en pespaye, en alçak, en çukur bir ideolojidir. Kendinizi ve çocuklarınızı Kemalizmden uzak tutunuz.!

Mahmut Uzun
instagram.com/p/Cu1lSJPqdc_/?u

Beyler, çok bilmişler, toplaşın hele sizlere iki laf edeyim.!

Kominizm ve Milliyetçilik birbirine dışlayan kavramlardır.

Bizim ülkemizde kimin gerçekçi anlamda sosyalist olduğunun başlı başına ölçütü kemalizmden
köklü bir kopuş yapmış mı yapmamış mı?
Sorusunda yatıyor.
Bu konuda kendisini sorgulamamış, özeleştiri yapmamış hiç bir sosyalist, sol parti, örgüt bu devletten kopmamıştır. Samimi olanlar eninde sonunda kendiyle bu yüzleşmeyi yapan, yapacaklardır.!

Yapmayanlar, başta türk halkı olmak üzere bu topraklarda yaşayan halklara karşı vebal ve suç işlemeye, suçun
ortağıdırlar…
Ve bu Kemalizmin iki yüzlülüğünü alınlarında kara bir leke gibi ömür boyu taşıyacaklardır…

Dünyanın her yerinde özgürlük mücadelesini, ulusal bile olsa kayıtsız şartsız desteklemeyen sosyalist -kominist olamaz.
Ülkemizde en azından şunu biliyoruz geleneksel soldan kopmuş gerçekçi türk aydın ve sosyalistleri bağımsız ve özgürlük mücadelesi veren Kürtlere ve diğer halklara kayıtsız destek vermek olmalıdır, çözüm önerlerinin ve kabüllerin bir aldatmaca, yalan ve “TC” çıkarı için olmamalıdır…

Mahmut Uzun

instagram.com/p/Cu0ujQXq-Rq/?u

'Böyle hak aranmaz' diyenlere hatırlatalım: "Eğer işçiler daha iyi ücretler için, sekiz saatlik iş günü için, güvenli ve sağlıklı bir atölye için, çocuk işçiliğinin kaldırılması için ya da kendilerini ilgilendiren başka herhangi bir konu için greve gitmeyi düşünürlerse, efendiler Devlet ve 'mülkiyet hakları' adına onlara efendilerine karşı güç kullanmanın ne kadar 'adil' olduğunu öğreteceklerdir."

-Voltairine de Cleyre

Farklı Gerçekler
Kristof Kolomb, gemilerin zorunlu tamiratı için Jamaika'ya uğrar. Oradaki yerliler tamirata yardımcı olur, gemi tayfasına yiyecek içecek verir. Ancak tamirat aylarca bitmez. Üstelik gemi tayfası, yerlilerin yiyeceklerini yağmalar. Bu duruma kızan yerliler, yardımı ve yiyeceği keser. Çaresiz durumdaki Kolomb, gemilerde bulunan takvimi karıştırırken, ertesi gün Ay tutulması olduğunu öğrenir ve hemen yerlilerin şefine gider.
Şefe, Tanrı ile haberleştiğini ve Tanrı'nın yardımın kesilmesine çok kızdığını, bu kızgınlığını da Ay'ı kan kırmızıya çevirerek göstereceğini söyler.
Ertesi gün akşam Ay tutulması başlar ve Ay'ın rengi tutulmadan dolayı kızıla döner. Kolomb'un oğlu, o anı günlüğüne şöyle yazmış:
"İnleme ve feryatlarla birlikte, her yerden gemilere doğru geldiler, yiyecek ve içecekler getirdiler, Tanrı'ya onları affetmesini söylemesi için amirale yalvardılar.”
Kolomb kum saatine bakar, 48 dakika süren tutulma bitmek üzeredir.
Onlara Tanrı'nın kendilerini affettiğini ve Ay'ı birazdan normal rengine çevireceğini söyler.
Tutulma biter, Tanrı tarafından affedilen yerliler de mutludur, evrenin işleyişini bilen Kolomb tek bir not düşer seyir defterine:
"Cehalet, her zaman köleliği getirir."
Haziran 1503

“İNANÇ”, ATEİZM, TAVIR

TEMEL DEMİRER

“Biz materyalist ve ateistleriz

ve gerçeklerle övünürüz.”[1]

Biliyorum: Kimileri için “nazik” bir mesele, ya da oldukça mesafeli ve sakınımlı olunan bir soru(n)dur “İnanç” ve ateizm ile tavır…

* * * * *

Öncelikle Simone de Beauvoir gbi, “Ölüme, sonrasını hiç merak etmeyecek kadar köktenci bir inancım var,” diyenlerden birisi olarak Dan Barker’in, “İçinde, konuşan hayvanların, büyücülerin, cadıların, yılanlara dönüşen sopaların, gökten düşen yiyeceklerin, suyun üstünde yürüyen insanların ve her türlü sihirli, tuhaf ve ilkel öykülerin yer aldığı bir kitaba inanıyorsunuz, sonra da bana, akıl sağlığın bozuk mu diyorsunuz?” sorunun altını çizerek Judith Hayes’den aktarmalıyım:

“Nuh’un Gemisi ve Tufan öyküsü köktendinciler tarafından savunulması belki de en mantıksız öyküdür. Örneğin, gemisini doldurduğu sırada Nuh, penguenleri ve kutup ayılarını nasıl oldu da Filistin topraklarında bulabildi?”[2]

Kanımca iman; düşünme ve kanıtları değerlendirme ihtiyacından sakınmak için büyük bir bahane, muazzam bir kaçıştır; kanıt yokluğuna rağmen, belki de olmadığından, inanmak demektir.

İnanç(lar) gerçeğin düşmanıdır ve nihai kertede, aklın yok edilmesinden başka bir şey değildir; olamaz da! Malum, ne kadar az bilirseniz, o kadar şiddetle savunursunuz.

Ancak “Majorem fidem homines adhibent iis quae non intelligunt/ İnsanlar anlaşılmaz şeylere kolayca inanırlar”ken; “Bawerî ji ramînê hêsantir e. Ji ber vê ji ramangêran hê zêdetir bawermend hene./ İnanmak, düşünmekten kolay. Bu yüzden, düşünenden çok inanan var,” diye uyarır Bruce Calvert.

Gerçeği bilmek istememekle malûl inanç, dine/ veya dinsel dogmaya inananlara, sorgusuzca biat edenlere aittir.

Tam da bunun için “Hangi inanç olursa olsun kutsaldır. İlk totem inancı da insanlık için kutsaldı, tek tanrılı dinlerden önce de inançlar kutsaldı. Totem, toplumun varlığını, ahlâkını, adaletini, eşitliğini ifade eden inancı temsil ettiği için kutsaldı. En başta da toplumun varlığını ve gücünü ifade ettiği için kutsaldı. İnsanlık totemde toplumsallığını ve gücünü gördüğü için kutsallık atfediyordu. Her inanç tamamen topluma ait olarak kutsal değerlerin taşıyıcısı oluyordu. Tek tanrılı dinlerde hak, adalet, vicdan, eşitlik biçiminde somutlaşan kutsallık, daha sistematik hâle gelmiştir.”[3]

Veya “Günümüzde bizzat bana ‘Sen hâlâ geleneksel Müslüman mısın?’ diye soran dangalaklar var. Geleneksel olmayıp da ne olacaktı? Bu din bize Hz. Peygamber’in gününden, geleneksel, yani nakil yoluyla gelmedi mi?”[4] türünden “varsayım”lar “Anlamak için inanıyorum,” diyen Anselmus’un açmazını anımsatırken, Carl Sagan’dan aktararak hatırlatalım: “Herhangi bir şeye inanan birisini ikna edemezsiniz, çünkü inançları kanıta değil, inanmaya duydukları köklü ihtiyaca dayanır.”

Mesele “hüküm” niteliğindeki “varsayım”larken; “Bilebildiğim kadarıyla hiç bir ilahide ‘zekâ’ kelimesi geçmiyor,” der Bertnard Russell da…

Devamla: Benedictus de Spinoza’nın,“Hurafeleri doğuran ve besleyen neden korkudur. Kalabalığı yönetmek için, hurafeden daha etkili bir şey yoktur”;[5] Henrik İbsen’in, “Sen ona inanç dersin, biz korku deriz,” ifadelerindeki kesinlikle ekler Eric Hoffer de: “Dağları yerinden oynatmaya yeterli teknik gücün bulunduğu yerde, dağları yerinden oynatan inançlara ihtiyaç yoktur.” “Mutlak iman, mutlak güç gibi mutlak biçimde bozulur.” “Kesin inançlı kendi siyasi, dini, felsefi inancının mutlak gerçek olduğuna, bunu başkalarına zorla uygulamak gerektiğine bağnazca inanır.”

Bağnazlık ile malûl inanç konusu karmaşık, göreli ve müphem iken; bilinç, insanın eleştirellik gücünü harekete geçirir.

İnanç özünde hoşgörüsüzken; dogma, apaçık ki, düşünme yasağından başka bir şey değil ve bu nedenle de “Dogmanın ölümü ahlâkın doğumudur,” Immanuel Kant’ın işaret ettiği gibi…

İnsan(lık)ı doğruya inançlar değil, ancak bilgi götürürken; “İnanç bilgi tarafından iyileştirilebilen bir yaradır,” diye ekler Ursula K. Le Guin.

Bu noktada Thomas Aquinas’ın, “Bilmek akılsal bir etkinliktir”; Sami Aldeeb’in, “Gökten; yağmur, göktaşı, kuş pisliğinden başka bir şey gelmedi”; Salman Rüşdi’nin, “Kafanız uydurma şeylerle dolu; bu nedenle orada gerçeklere yer yok,” deyişlerinde itiraz edilecek ne olabilir ki?

“Credat judeus apella/ İnanmak isteyen inansın, ama ben hayır,” diyen ateistler Carl Sagan gibi, “İnanmak değil, bilmek istiyorum,” der ve Ludwig Wittgenstein’den aktarırlar: “Gizem yoktur. Bir soru sorulabiliyorsa, yanıtlanabilir de.”

Çünkü Voltaire’in ifadesiyle, “Batıl inançlar tüm dünyanın alev almasına yol açar; felsefe bu yangını söndürür.”

Ve nihayet “Araştırma ve bilim önce inançsızlıkla başlar. Ancak, inançsızlık başlı başına strestir. Yalnızca güçlüler buna dayanabilir. Bir düşünürün, sorması gereke asıl soru nedir biliyor musunuz? (…) Asıl soru şudur: Hakikâtin ne kadarına dayanabilirim?”[6]

* * * * *

Eleştiri, itiraz, kavrama, düşünme ve değiştirmenin önündeki en büyük engellerden birisi olarak “inanç” açmazı toplumsal gelişmenin önündeki -yıkılması gereken!- barikattan başka bir şey değildir.

Emma Goldman’ın, “Tanrı’ya inanmıyorum, çünkü insanlığa inanıyorum. İnsanlık artık nasıl bir suç işlediyse, tanrınızın yaptığı aptalca işleri geri alabilmek için binlerce yıldır çalışıp didiniyor.” “Ateizmin felsefesi, herhangi bir ahiret ya da yüce lider olmayan bir yaşam kavramını öne sürer.” “Tanrıları inkâr edişiyle ateizm, aynı zamanda insanlığın da en büyük olumlaması ve insanlık aracılığıyla hayata, amaca ve güzelliğe sonsuz evet anlamına geliyor,” saptaması eşliğinde aktarmalıyım…

Charles Darwin’in, “Size üzülerek bildiririm ki; İncil’in Tanrı katından indirildiğine ve İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğuna inanmıyorum”…

Sigmund Freud’ün, “Tanrı, abartılmış bir baba figüründen başka bir şey değildir”…

Denis Diderot’nun, “Tanrıya inanmamı istiyorsan, ona dokunmamı sağla”…

Simone de Beauvoir’ın, “İnanmadığım bir tanrıya kızamam”…

Ernest Hemingway’in, “Düşünen bütün insanlar ateisttir”…

Eduardo Galeano’nun, “Tanrım yoktur benim,”…[7]

Sait Faik Abasıyanık’ın, “Allah hiç gülmez mi?..”[8]

Paulo Coelho’nun, “Tanrı varsa, ki ben olmadığına gerçekten inanıyorum, insan aklının sınırları olduğunu da bilir. Yoksulluğu, haksızlığı, açgözlülüğü, yapayalnızlığı, bütün bu karmaşayı o yaratmadı mı?..”[9]

Charlie Chaplin’in, “Aklım başımda olduğu için Tanrı’ya inanmıyorum”…

Baron d’Holbach’un, “Bütün çocuklar ateisttir, tanrı fikri onlarda yoktur”…

Benzeri ifadeleriyle maruf ateistler insan(lık)a müthiş hizmetler vermişlerdir.

Bunlardan kimi kendi dallarında Nobel ödülü almış ve ateistliklerini açıklamış bilim insanlarıdır. Bugün eğer insan ömrü uzamış, çeşitli hastalıklara çare bulunmuş, modern teknolojinin çeşitli olanakları insanlığın kullanımına sunulmuşsa onların araştırma, buluş ve yaratıcılıkları sayesindedir:

ABD’li biyokimyacı Julius Axelrod (1912-2004), İngiliz fizikçi Patrick Blackett (1897-1974), Hint/ ABD’li astrofizikçi Subrahmanyan Chandrasekhar (1910- 1995), 1953’te DNA moleküllerini bulan İngiliz moleküler biyolog ve fizikçi Francis Crick (1916-2004), fizikçi ve kimyacı Marie Curie (1867-1934), ABD’li fizikçi Richard Feynman (1918-1988), Rus fizikçi Vitaly Ginzburg (doğ. 1916), Fransız fizikçi Frédéric Joliot-Curie (1900-1958), İngiliz kimyacı Harold Kroto (doğ. 1939), Brezilya/ Britanyalı tıp bilimcisi Peter Medawar (1915-1987), İngiliz biyokimyacı Peter D. Mitchell (1920-1992), Fransız biyolog Jacques Monod (1910-1976), ABD’li genetikçi, eğitimci Hermann Joseph Muller (1890-1967), Britanyalı genetikçi ve hücre biyoloğu Paul Nurse (doğ. 1949), ABD’li kimyacı Linus Pauling (1901- 1994), Britanyalı biyokimyacı ve moleküler biyolog Richard J. Roberts (doğ. 1943), Hintli ekonomist Amartya Kumar Sen (doğ. 1933), Kanada/ Britanyalı biyokimyacı Michael Smith (1932-2000), ABD’li moleküler biyolog James D. Watson (doğ. 1928), ABD’li fizikçi Steven Weinberg (doğ. 1933)…

İnsanlık olarak bu kişilere çok şey borçluyuz ve bunda da ateist olmaları önemli rol oynamıştır!

Kolay mı?

“Ateizm, tüm tanrılara ve ruhsal varlıklara olan metafizik inançları reddeden ve var olan gerçekliği inanç yoluyla açıklamayı kabul etmeyen bir felsefi düşünce akımıdır. Ateistler, bazen “Tanrıtanımaz” sözcüğüyle anılsalar da bu adlandırma “var olan bir Tanrı’yı reddetme” fikrine atıfta bulunduğu için ateistler tarafından kabul görmez. Ateizm inanç koşullanmalarını, hayali yaratıkları ve olayları reddeder. Ateist bakış açısıyla Tanrı’nın yanı sıra tüm metafizik inançlar ve tüm ruhani varlıklar da reddedilir.”[10]

* * * * *

Dini inanış sorununa nasıl yaklaşmak gerekir? Bunun yanıtı açıktır; Tanrı/ Allah/ Yaratıcı vb. kavramlarda ifade edilen ve olayların nasıl olduğu, kim tarafından yapıldığı sorularına verilmeye çalışılan yanıtların toplamı kişi ile bu evreni/ insanı yarattığı iddia edilen arasında olduğu sürece inanan kişi dışında kimseyi ilgilendirmeyen bir konu olarak algılanmak zorundadır.

Yine tartışmanın merkezinde bir yaratıcı olup olmadığı sorusunu yerleştirmek taraflar açısından kesin ve net olarak ispata dayalı olgular olmadıkları için sorun çözücü olmaktan uzak olduğundan gereksiz kabul edilmelidir.

Böyle bir inanca ihtiyaç duyanlar inanmakta, duymayanlar da inanmamakta özgürdürler. Bizim için bir Yaratıcının /Allah’ın/ Tanrı’nın varlığı tartışması var olan bilimsel bilgi ve değerlendirmelerin toplamı açısından bakıldığında gereksiz bir tartışmadır. Yani sorun Tanrı/ Allah ya da Yaratıcının varlığı ya da yokluğu değil, bu iddia edilen güçlerin insanlara /toplum düzenine/ ilişkin bir görevler ve sorumluluklar bütünü yüklemesi ve buna ilişkin kurallar/ cezalar öngörmesidir.

Tartışılması gereken şey bu görüşün, kutsal emir ve cezaların insanlığın geldiği nokta itibarı ile nasıl değerlendirilmesi gerektiğiyken;[11] Charles Dickens’dan aktarmadan geçmeyelim: “Dünyada öyle aç insanlar var ki, onlar tanrıyı ancak ekmek biçiminde görürler.”

Unutulmamalıdır ki, dine inananlar ile dinciler arasında uçurum vardır.

Dinciler biat etme özgürlüğü için mücadele ederlerken; din, insanlığın karanlık zamanlarının siyasi iktidarıdır.

Dinciler ile dini söylem ve dini referanslarla mücadele edilemeyeceğini Fransız devrimi bize anlatır. Fransız devriminde din dışında söylemler ile halk iktidara gelmiş ve dini olması gerektiği yere çekmiştir.

İ. Lenin’in ifadesiyle, “Din, kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir.”
Kaldı ki V. İ. Lenin’in ‘Din Üzerine’[12] başlıklı yapıtında kaleme aldıkları temel karşıtlık olarak sınıf karşıtlığını görür. Mücadelenin temeline dini görüşlerdeki ayrılığı değil, sınıf mücadelesini koyup ekler:

“Marksist, materyalist, yani din karşıtı olmalı, ama diyalektik bir materyalist olmayı da unutmamalı, yani dine karşı savaşı spekülatif bir biçimde değil, tekdüze bir propagandanın soyut ve salt teorik alanında değil, somut bir biçimde, yığınların en etkin eğitim aracı olan sınıf savaşımı platformunda ele almalıdır. Marksist, somut durumun tümünü hesaba katmasını bilmelidir; her zaman için anarşizm ile oportünizm arasındaki dengeyi bulmasını (bu denge nispi, esnek, değişkendir, ama vardır) ne soyut ‘revolüsyonarizm’e, ne anarşizmin laf ebeliğine, ne de küçük burjuva ya da liberal ‘aydın darkafalılığı’ ve oportünizmine düşmemesini bilmeli, bu ikinciler gibi dine savaş açmaktan korkmamalı.”

Zaten bir sosyalist için temel çatışma sömüren ve sömürülen çatışmasıdır, diğer bütün ayrımlar bu çatışmanın doğurduğu sonuçlardır. Proleterleri dindar-dindar olmayan diye ayırmak sınıfsal hareketi bölmek ve egemen güçlerin çıkarlarına hizmet etmektir.[13]

Karl Marx ile Friedrich Engels ‘Komünist Parti Manifestosu’nda, “Devrimlerin ve karşıdevrimlerin tarihi sınıf mücadelesinin tarihidir,”[14] derlerken birincil derecede önemli olan, bir proleterin dini inancı değil, sınıf bilincine sahip olup olmadığıdır. Hatta din adamları içinde bile devrimci mücadelenin saflarına katılacaklar olabilir, onları dışlamak yerine mücadeleye katmak için çaba gösterilmelidir.

Doğaldır ki bu tutumun da bir sınırı olduğu unutulup, göz ardı edilmemeliyken;[15] filozof Simon Crichley, “Felsefe ve siyaset, sırasıyla din ve adalet alanlarında düş kırıklıklarından kaynaklanır” diyordu. Radikalizmi hemen, buraya; dini anlamlar sistemini ve/veya verili adalet sistemini kökten değiştirmeyi amaçlamak olarak koyabiliriz.

Malum: Postmodernizmin, restorasyonun etkisiyle sol radikalizm zayıfladıkça, dinci radikalizm güçlendi, güçlenmeye de devam ediyor. Çaresi daha fazla sivil toplum, liberalizm, sahte radikalizm değil. Çare, “Gericiliğin panzehiri soldur, aydınlanmadır,”[16] deyişinin de ötesine geçen daha fazla sekülarizm, sol bir radikalizm!

Çünkü insan(lık), emperyalist-kapitalizmin egemen olduğu, meta üretimiyle birbirlerine bağlandıkları sürdürülemezlik dünyasından; ancak, kendi geleceklerini ellerine alıp, üretimin eşit dağıtıldığı bir dünyada, özgürlüğe kavuşabilirler

Karl Marx için din, “Zincirlerin üzerinde açan hayali çiçekler” ya da “Kalpsiz bir dünyadaki sığınak” olma işlevini yerine getiren, ve de yabancılaşmış insanları, egemen sınıflar tarafından sömürmek ve yönetmek amacıyla kullanılan toplumsal bir kurumdur.

Her üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf bir ideoloji inşa ederlerken; Friedrich Engels, “Tüm dinler, gündelik yaşamı kontrol eden dış güçlerin insan zihnindeki fantastik yansımalarından başka bir şey değildir,” der.

Friedrich Engels’in ‘Fransa’da İç Savaş’ın önsözünde yazdığı gibi, “Devletle ilişki konusunda, din bütünüyle özel hayata dair bir sorundur.”[17]

İ. Lenin’den hareketle toparlarsak:[18] “Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikle şu sözlerle belirtirler: ‘Din, kişinin özel meselesi olarak görülmelidir’…”
“Devlet, dinle ilgilenmemelidir; dinsel kurumlar devlete bağlı olmamalıdır. Herkes istediği dini savunmakta ya da dinsiz; yani genelde her sosyalist gibi ateist olduğunu açıklamakta özgür olmalıdır”…

“Herkes istediği dini izleme ya da ret etme konusunda özgür olmalı”…

“Vatandaşlar arasında dini inanışlardan kaynaklanan ayrımcılığa tahammül edilemez. Vatandaşın dininin resmi belgelerdeki yalın ifadesi bile kaldırılmalıdır,”[19] tutumuyla tartışıl(a)maz bir özgürlükçülüktür esas olan.

O hâlde Mihail Bakunin’in, “En başta, ilahiyatın ilahi zorbalığına, Tanrı’nın hayaline başkaldırmak gerekir. Gökyüzünde bir efendimiz bulunduğu sürece yeryüzünde kölelikten kurtulamayız”; Emma Goldman’ın, “İnsan gerçekten kurtulacaksa, kurtarması gereken şey cennet değil, yeryüzüdür,” uyarılarını “es” geçmeden Charlie Chaplin’in deyişiyle, “Din, dil, ulus ayrımcılığı olmayan yeni bir dünya yaratalım.”

11 Eylül 2022 12:35:46, Çeşme Köyü.

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No:255, Ekim 2022…

[1] Mihail Bakunin.

[2] “İşte Kitabı Mukaddes’ten birkaç örnek:

‘Çocuğunu terbiye etmekten geri kalma; onu değnekle dövsen de ölmez. Onu değnekle döversen canını ölüler diyarından kurtarırsın.’

‘Kilise Mesih’e ne kadar bağımlıysa, kadınlar da kocalarına her durumda o kadar bağımlı olsunlar.’

‘Her durumda’! Dayakta da bağımlı olsunlar mı? Ya evlilik içi tecavüzde? Sözel ve psikolojik suistimalde? Maddi bağımlılıkta?” (Walter Sinnott-Armstrong, Tanrısız Ahlâk, çev: Attila Tuygan, Ayrıntı Yay., 2011, s.41.)

[3] Hüseyin Ali, “Demokratik İslâm!”, Gündem, 29 Mayıs 2015, s.14.

[4] Fuat Bol, “Hangi İslâm?”, Hürriyet, 14 Kasım 2020, s.14.

[5] Benedictus de Spinoza, Teolojik Politik İnceleme, çev: Murat Erşen, Doğu Batı Yay., 2018.

[6] Irvin D. Yalom, Nietzsche Ağladığında, çev: Aysun Babacan, Ayrıntı Yay., 1996.

[7] Eduardo Galeano, Kucaklaşmanın Kitabı, çev. Nihal Yeğinobalı, Can Yay., 1994, s.287.

[8] Sait Faik Abasıyanık, Semaver, Yapı Kredi Yay., 6. Baskı, 2004, s.11.

[9] Paulo Coelho, Veronika Ölmek İstiyor, Çev: Haldun Pamir, Can Yay., 2 baskı, 2010, s.18.

[10] Deniz Kavukçuoğlu, “Nefret Söylemleri”, Cumhuriyet, 12 Mart 2014, s.13.

[11] Ali Öztürk, “Bir Varmış Bir Yokmuş ya da İslâmiyet’e Giriş Notları”, Birgün, Yıl:13, No:488, 17 Temmuz 2016, s.2.

[12] V. İ. Lenin, Din Üzerine, çev: Süheyla Kaya-İsmail Yarkın, İnter Yay., 1998.

[13] Atilla Cemal Eşen, Dinlerin Sınıfsal Kökeni ve Din Üzerinden Siyaset, Berfin Yay., 2021.

[14] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[15] Başbakan Erdoğan ve Abdullah Öcalan’ın ağzından, farklı bağlamlarda da olsa ‘İslâmîyet’in birleştirici gücü’ hakkında yorumlar duyduk. Epeydir, Asr-ı Saadet, Medine Sözleşmesi, Hudeybiye Barışı gibi İslâmî kavramlara dayalı ‘çözüm önerileri’ duyuyoruz. Toplumları bir arada tutan unsurlar arasında dinin önemli bir yeri olduğu doğru ancak tarih bize din kardeşliğinin bazen hiç işe yaramadığını, dahası din konusundaki farklı düşüncelerin toplumları bıçak gibi bölebileceğini gösteriyor. (Ayşe Hür, “Dört Halife Dönemi’nden Bugüne ‘İslâm Kardeşliği’…”, Radikal, 14 Nisan 2013, s.28-29.)

[16] İbrahim Varlı, “Radikal İslâmın Panzehiri Sekülarizmdir”, Birgün, 29 Mart 2016, s.13.

[17] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.

[18] “Komünist partiler, din ve devlet arasındaki ilişki sorununun bir çözüm yolu olarak laiklik fikrini yeterince savunmadılar. Manevi hayatın mümin ile Rabbi arasındaki bireysel bir mesele olduğu fikrini açıkça öne sürmediler. Komünistler, laikliği vatandaşlık başta olmak üzere bireysel ve kitlesel özgürlüklere saygı esasına dayalı toplumsal düzenlemenin bir yolu olarak kullanmak yerine çoğu zaman laikleri, burjuva sınıfına dahil ettiler. Yani komünizmin düşmanı bellediler.” (“Arap Komünistler Siyasal İslâm’ı Nasıl Beslediler?”, 25 Haziran 2019… aawsat.com/turkish/home/articl)

[19] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Din, çev: Nihal Şen, Evrensel Basım Yayın, 2013.

sonhaber.ch/inanc-ateizm-tavir

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.