10 Ekim akşamı uğradığı saldırı sonucunda beyin ölümü gerçekleşen yaşam savunucusu ve gazeteci Hakan Tosun 16 Ekim Perşembe günü son yolculuğuna uğurlanacak. Hakan Tosun’un dostlarının yaptığı çağrıya göre saat 13.00’te Nurtepe Metro Meydanı’nda bir araya gelinecek. Buradan Nurtepe Cemevi’ne yürüyüş yapıldıktan sonra Hakan Tosun son yolculuğuna uğurlanacak.

Organlarıyla yaşam olacak
Öte yandan Tosun’un daha önce organ bağışçısı olduğu öğrenildi. Tosun’un organları bağışlanacak.

İlkeTV’den Eylül Deniz Yaşar’ın haberine göre yaşamını yitiren Tosun’un ailesine beyin ölümünün ardından organ bağışıyla ilgili rızaları soruldu. Ailesinin, organlarının bağışını kabul etmesi üzerine gerekli işlemler başlatıldı. Ailenin, hastaneden ölüm belgesi alabilmesi için öncelikle organ bağışı sürecinin tamamlanması gerektiği belirtildi.

Ne olmuştu?
Tosun’un, 10 Ekim akşamı Esenyurt’ta yaşayan ailesinin yanına giderken yolda darp edildiği öğrenilmişti. Kafasına aldığı darbe sonucu yol kenarında baygın halde bulunan Tosun, kimliği yanında olmadığı için hastaneye isimsiz olarak götürülmüş; bu nedenle ailesine uzun süre ulaşılamamıştı.

Hastanede yapılan kontrollerde Tosun’un beyin kanaması geçirdiği ve bilincinin kapalı şekilde yoğun bakımda tedavi altında olduğu açıklanmıştı.

Tosun’un darp edilmesine karıştığı düşünülen iki kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınan iki kişi ifadelerinin ardından tutuklandı.
instagram.com/p/DPy-43tjSqL/

HER ŞEY KAPKARAYDI.

Kadir Dağhan

Bugün 10 Ekim.
Bilen biliyor ne olduğunu.
Daha doğrusu duyarlı insanlar biliyor.
Atacıların, ecdatçıların, putçuların, yasakçıların, tekçilerin, yobazların hiçbir zaman umurlarında olmadı.
Bütün katliamlar barbarlıktır ahlaksızdır, vicdansızdır.
Ancak bazılarının tanımı da izahı da yoktur.
Tıpkı 10 yıl önce kayıtlara Gar katliamı olarak geçen 10 Ekim gibi
Üzerine kitaplar sayısız makaleler yazdım yine de tanımlamaya yetmedi
Çünkü her şey kapkaraydı o gün.
Daha doğrusu malum ve bilinen güçlerce karartılmıştı.
Ve hala da karanlık.
Bir asırdır hep karanlık olduğu gibi.
Aydınlıktan, barıştan, özgürlüklerden yana olan bir avuç zelal yüreğin, karanlıkları dağıtmak için verdikleri mücadele ise devam ediyor.
Bugün 10 Ekim.
Bugün unutulmaz, unutulamaz, unutulmamalı.
Unutanların insanlığı bitmiştir.
Cellatlar da unutmasın.
Katliamlara, katliamcılara, izin veren, göz yumanlara tek de3ğil, tüm dillerden LANET OLSUN.

10 Ekim Ankara gar katliamını unutmadık unutmayacağız!

Bugün bir kez daha
gördüm:
Türk solu denilen yapı, yıllardır kendisini “devrimci, ilerici, özgürlükçü” olarak tanıtsa da aslında en kritik yerde omurgasızlığını kanıtlamıştır.
Onların “özgürlük” ve “eşitlik” nutukları, Kürt halkının hakları söz konusu olduğunda bir anda suskunluğa dönüşür. Yıllardır aynı ikiyüzlülük…

12 Eylül faşizmi herkesi ezdiğinde bile, Kürtlerin yaşadığı özel zulmü görmezden geldiler. 1990’larda köyler yakılırken, faili meçhuller ortalığı kasıp kavururken, sahte bir
“anti-emperyalizm” maskesiyle devletin Kürt politikasının yanında hizalandılar. Bugün de aynı: “demokrasi” diye bağırıyorlar ama iş Kürtlere gelince devletin resmi tezlerini tekrarlıyorlar.
Bu mudur solculuk?
Bu mudur ilericilik?

Asıl acı olan şu ki, Kürtlerin bir kısmı hala bunlara methiyeler düzüyor. Hala “belki bu defa farklı olur” diye umut bağlıyorlar. Oysa tarih defalarca gösterdi ki bu sahte dostlukların tek sonucu ihanettir. Kürtler, dost bildikleri sol hareketlerden defalarca sırtlarında hançer yedi. Yine de aynı hatayı tekrarlamakta ısrar ediyorlar.

Bu, sadece siyasetin değil, vicdanın da çöküşüdür. Bu, koca bir halkın göz göre göre kandırılmasıdır. Ve maalesef Kürtler, kendi trajedilerinin ortağı olan bu yalancı dostlukları hala alkışlıyor.

Yazık, çok yazık!

Mahmut Uzun

instagram.com/p/DPWg9kXDNiq/

Rigas'tan 1921 Anayasası'na: Eşitlik için hangisine dönelim

Tolga Güney

“Ne güne dek arkadaşlar, darda yaşayacağız, / aslanlar misali, yalnız, bayırlarda dağlarda…/ Bir saatlik özgür yaşam yeğdir bize/ Kırk yıllık köleliğe, hapise. … /Köleysen eğer, neye yarar yaşaman? / Düşün, ateştesin her an. / İster vezir ol, efendi ya da tercüman/ Hep boşa harcar seni Tiran. / Yiğit kapetasyonlar, papazlar, siviller/ ve ağalar, öldü hepsi haksız kılıç altında/ Öylesine çoktur bunlar, Türkler ve Rumlar/ Yitirdiler yaşamla servetlerini, nedensiz”

Yeni anayasa hazırlığıyla birlikte 1921 Anayasası'na dönülmesi ve bu anayasanın şimdikinden daha demokratik olduğuna dair söylemler ve tartışmalar sürüyor. Ancak varlığını Anadolu'nun Hristiyan nüfustan temizlenmesi ve mallarına çökülmesi üzerine kuran bir yapının oluşturduğu bir anayasanın demokratik olduğunu söylemek ne kadar mümkün? 24 maddeden oluşan bu anayasa güçler ayrılığı yerine güçler birliğini esas alan; yasama, yürütme ve yargıyı tek elde toplayan, azınlıklara dair tek bir maddesi bulunmayan, şer-i hukukun halen geçerli olduğunu anlatan, anadilin Türkçe olduğunu vurgulayan bir metinken buraya dönmeyi anlatmak ne kadar doğru? 24 madde içerisinde olumlu tek yönün 14 maddede genişçe anlatılan “kısmi özerklik” olduğunu söyleyebiliriz. Bunun da içinde bulunulan savaş durumunun ciddiyeti, yeni kurulmakta olan bir devletin kısmi tavizleri ve Müslümanlık Sözleşmesi’nin gereği olarak yapıldığını söylemek pek yanlış olmaz.

Buna karşılık Osmanlı döneminde, özellikle Rum ve Ermeni aydınları tarafından hazırlanan daha özgürlükçü anayasa çalışmaları olduğunu söyleyebiliriz. Bunların en bilineni Rigas Feraios'un hazırladığı ve uğruna öldürüldüğü anayasadır. Aslında Osmanlı dönemindeki padişahların isyan ya da dış baskı sonucu hazırlamak zorunda kaldığı metinler ve reformlar 19'uncu yüzyıl ile başlar. II. Mahmut’un âyanlar ile imzalamak zorunda kaldığı 1808 tarihli Sened-i İttifak, ilk ‘anayasal belge’ olarak kabul edilirken ilk anayasa ise 1876 tarihli Kanun-i Esasi oldu.

Kanun-i Esasi'ye kadar 1839'da Tanzimat Fermanı ve 1856'da da Islahat Fermanı yayımlandı. Bu iki fermanda da can ve mal güvenliği, adil yargılanma, Müslümanlar ile Müslüman olmayan halkın eşitliği, dini özgürlük, eşitlik ve devlet memuru olma gibi haklar getirildi. Bu fermanlar bir yandan Avrupa ülkelerinin baskısı bir yandan ise merkezi yapıyı koruyarak Osmanlı'nın dağılmasını önlemek amacıyla "mecbur" kalınarak ilan edilen metinler oldu.

Seçilmiş bir meclis ve demokratik yönetim organlarını anayasasına yazan Rigas, seçme ve seçilme hakkını 1921'den çok önce düzenleyerek, seçimlere yalnızca mülk sahiplerinin değil halkın tümünün katılmasını ve seçilenlerin ülkenin temsilcisi olmasını öngördü.

Rigas Anayasası

Fakat Velestinli Rigas bunlardan bağımsız olarak ilk anayasal metin kabul edilen Sened-i İttifak'tan da yıllar önce Osmanlı döneminde ilk sivil anayasal mücadele yürüten kişi oldu. Hayal ettiği Osmanlı’nın önündeki engelin "tiran" yani padişah olduğunu düşünen Rigas, dil ve din farkı gözetmeden ‘bütün ulusların’ bir arada yaşayabileceği, hiçbir ulusun diğerleri üzerinde egemen olamayacağı bir düzeni savundu. Bunu kurmanın yolunun da tüm ulusların birleşerek tirana karşı ayaklanmasından geçtiğini söyleyen Rigas, cumhuriyetçi bir yönetim önererek, padişah yerine halk egemenliğine dayalı bir sistem öngördü. Seçilmiş bir meclis ve demokratik yönetim organlarını anayasasına yazan Rigas, seçme ve seçilme hakkını 1921'den çok önce düzenleyerek, seçimlere yalnızca mülk sahiplerinin değil halkın tümünün katılmasını ve seçilenlerin ülkenin temsilcisi olmasını öngördü. Yine Rigas Anayasası, 1921 Anayasası'nda bile yer almayan yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrılığı ilkesini benimsedi.

Yasa karşısında herkesin eşit olduğunun vurgulandığı anayasada, verginin zenginlikle orantılı şekilde alınması gerektiği söylenirken, Rigas Anayasası’nın 35'inci maddesi direnme hakkı “İdare, halkın ya da halkın bir kesiminin şikâyetlerini dinlemediği ve halletmediği durumda halkın ayaklanması en kutsal haktır” ifadeleri ile tanınıyor. Geniş özgürlükler tanıyan anayasanın son maddesi ise şöyleydi: “Anayasa Helenlere, Türklere, Ermenilere, Yahudilere ve başka bütün uluslara... eşitliği, özgürlüğü ve mal güvenliğini, din özgürlüğünü, sonsuz basın özgürlüğünü... toplantı özgürlüğünü ve insan haklarını garanti eder.”

Rigas, Ekim 1797’de ‘İnsan Hakları Bildirgesi’ni ve ‘Anayasa İlkeleri’ni hazırlar ve bastırır. Bu iki metin bir arada ‘Rigas’ın Anayasası’ olarak bilinir.”

Halkların birliğini ve eşitliğini savunan Rigas, yayınlarına da el koyan Viyana polisi tarafından tutuklanarak Osmanlı'ya teslim edildi. Kırk gün işkence gören Rigas, İstanbul’dan gelen ferman uyarınca kementle boğularak öldürülüp Tuna’ya atılır.

1793 Fransız Anayasası’nı ‘izleyen’ Anayasa, üç bin nüsha bastırılırken, ilk bölüm 35, ikinci bölüm 124 maddeden oluşuyor. Rigas Anayasası’nın girişinde ‘Helen’ demokrasisinden söz eder, fakat Eski Yunan demokrasi biçimlerinin bir kimliğin egemenliğinden çok tümünün birlikteliği ile geleceğini savunur.

Anayasanın insan hakları kısmında temel yurttaş hakları (mülkiyet, kanuni hakim, müsadere yasağı...), kişi güvenliği, ‘sosyal hak’ olarak kabul edilebilecek ilkeler bulunuyor. Bunlar arasında çalışanlara yardım sağlanması, herkese okuma yazma öğretilmesi, yoksulların vergi vermemesi gibi haklar var.

Halkların birliğini ve eşitliğini savunan Rigas, yayınlarına da el koyan Viyana polisi tarafından tutuklanarak Osmanlı'ya teslim edildi. Kırk gün işkence gören Rigas, İstanbul’dan gelen ferman uyarınca kementle boğularak öldürülüp Tuna’ya atılır.

Sırbistan: Sretensky Anayasası

Rigas'tan yıllar sonra 1835'te yine Osmanlı'nın bir parçası olan Sırbistan Prensliği'nde Sretensky Anayasası kabul edildi. Sırbistan’da anayasa girişimleri, Osmanlı’dan özerklik kazanma sürecinde Sırp liderlerin kendi yönetim sistemlerini kurma çabalarıyla şekillenirken, bu girişimler devletten bağımsız olarak Sırp toplumunun kendi inisiyatifiyle yürütüldü. Anayasa, bugün hala demokrasi ve anayasallığın bir standardı olarak kabul edilen yasama, yürütme ve yargı olmak üzere iktidarın bölünmesini sağlamayı hedeflerken iktidar prens, devlet konseyi ve halk meclisinden oluşuyordu. Sırbistan’ın ilk yazılı anayasası olarak kabul edilen Sretensky Anayasası, monarşik bir sistemin içinde, prensin yetkilerini sınırlayan bir meclis (Skupština) kurulmasını önerdi. Kişinin dokunulmazlığı, yasal yargılanma hakkı, hareket ve yerleşme özgürlüğü, konut dokunulmazlığı, meslek seçme hakkı, vatandaşların din ve milliyetine bakılmaksızın eşitliği gibi temel hakların tanındığı metinde, yargı bağımsızlığı ve vergi reformları öngörüldü. Anayasa köleliği ve feodal ilişkileri ortadan kaldırırken, Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilip Prens Miloš Obrenović'in yeminiyle onaylanmasına rağmen Osmanlı, Rusya ve Avusturya'nın baskısı altında sadece 55 gün sonra askıya alındı.

Bu girişimler, Sırbistan’ın 1878’de Berlin Antlaşması ile tam bağımsızlığa ulaşmasında ve modern bir devlet yapısı kurmasında temel oluşturdu.

Rigas’ın Anayasası, tüm Osmanlı Devleti'ni kapsayan demokratik bir devrimi öneren ilk belgelerden biri olarak kabul edilirken, diğer anayasa girişimleri (Genç Osmanlılar veya Ermeni Nizamnamesi) daha çok reformist veya cemaat bazlı olarak kaldı.

Romanya’da girişimler

Sırbistan'ın yanı sıra Eflak ve Boğdan'da da Hıristiyan topluluklar kendi yönetimlerini modernize etmeye çalıştı. 1821'de Tudor Vladimirescu liderliğinde Eflak’ta başlayan isyan sonrası Vladimirescu, bir “Halk Meclisi” kurulmasını önerdi ve temel hakları (özgürlük, eşitlik, vergi reformu) garanti altına alan bir yönetim modeli talep etti. Bu öneriler, yazılı bir anayasa taslağına dönüşmese de anayasal düşüncenin erken bir örneğiydi. İsyan, Osmanlı Devleti’nden bağımsız olarak yerel liderler tarafından başlatıldı, ancak Osmanlı ve Rus müdahalesiyle bastırıldı.

Bu isyan bir bölgede değişimin temeli olurken, 1831-1832 yıllarında Eflak ve Boğdan için ayrı ayrı nizamnameler hazırlandı. Osmanlı Devleti’nin onayıyla, hazırlanan bu belgelere göre, Voyvodaların yetkilerini sınırlayan bir meclis (Divan) kuruldu; vergi sistemi, adalet ve eğitim reformları düzenlendi, temel haklar (mülkiyet, din özgürlüğü) tanındı. Nizamnameler, Eflak ve Boğdan’ın 1859’da Romanya adıyla birleşmesiyle sonuçlanan süreci hızlandırdı ve 1866 Romanya Anayasası’na zemin hazırladı.

Hristiyan cemaatlerin girişimleri

Rigas’ın Anayasası, tüm Osmanlı Devleti'ni kapsayan demokratik bir devrimi öneren ilk belgelerden biri olarak kabul edilirken, diğer anayasa girişimleri (Genç Osmanlılar veya Ermeni Nizamnamesi) daha çok reformist veya cemaat bazlı olarak kaldı. Tanzimat Fermanı'nın yayınlanmasının ardından gelen görece özgürlük döneminde birçok anayasal düzeyde kabul edilebilecek metin hazırlandı. Cemaatler, Tanzimat dönemiyle birlikte Batı’daki anayasal modellerden etkilenerek kendi yönetimlerini modernize etmeye çalıştılar. Bu girişimler, devletten bağımsız olarak cemaatlerin kendi aydınları ve liderleri tarafından başlatıldı, ancak yürürlüğe girmesi için Osmanlı Devleti’nin onayı gerekti. Bu nedenle, tamamen bağımsız olmaktan ziyade, devletin dolaylı denetimi altında gerçekleşen bu girişimler, cemaatlerin iç işlerinde demokratikleşme ve laikleşme yönünde adımlar oldu.

Bunlardan birisi olan 'Ermeni Milleti ve Nizamname-i Millet', Ermeni cemaatinin iç işlerini düzenleyen bir metin oldu. 1860 Nizamnamesi ile cemaatin dini ve dünyevi işlerini düzenleyen bir anayasa oluşturuldu. Ancak bu düzenleme Osmanlı Devleti tarafından reddedildi. 1863 Nizamname-i Millet ise ilk nizamnamenin revize edilmesi ile kabul edildi. Buna göre Ermeni Patrikhanesi’nin yetkileri sınırlandırıldı; patriğin mutlak otoritesi yerine, cemaat işlerini yönetmek için seçilmiş bir meclis (Meclis-i Umumi) kuruldu. Laik ve dini temsilcilerden oluşan bu meclis, eğitim, sağlık, vergi toplama ve cemaat içi adalet gibi konuları yönetiyordu. Yine nizamname cemaat üyelerinin temsilcilerini seçebildiği bir seçim sistemi getirildi.

Osmanlı'nın bir diğer Hristiyan milleti Rumlar da 1862 Rum Milleti Nizamnamesi ise kendi nizamnamesini oluşturdu. Bu belge, Patrikhane’nin yetkilerini düzenliyor ve cemaatin dünyevi işlerini yönetmek için karma bir meclis (Etniki Meclis) kuruyordu. Belgeye göre patrik seçiminde cemaatin temsilcilerinin rolü artırıldı, cemaatin gelir ve giderlerini yönetmek için bir mali komisyon kuruldu, eğitim ve kilise işleri için ayrı meclisler oluşturularak yönetim demokratikleştirildi.

Bulgar Eksarhlığı'na bağlı Sveti Stefan Kilisesi, İstanbul Fatih'te

İstanbul Rumlarının yanı sıra Girit Rumları da kimi girişimlerde bulundu. Girit Rumları, Osmanlı yönetimine karşı 1866-1868 isyanında özerklik ve kendi yönetimlerini düzenleme hakkı talep ederken, isyan sırasında, adanın iç işlerini düzenlemek için bir “Geçici Yönetim” kuruldu. Bu yönetim, bir meclis oluşturarak vergi toplama, adalet ve eğitim gibi konularda kararlar aldı. Yazılı bir anayasa taslağı ortaya çıkmasa da bu yönetim proto-anayasal bir düzen olarak değerlendiriliyor. İsyanın bastırılmasından sonra, Osmanlı'nın da onayıyla 1868 Organik Nizamname'si hazırlandı. Bu nizamname, Hıristiyan ve Müslüman toplulukların eşit temsilini sağlayan bir idari meclis kurdu ve yerel özerkliği artırdı.

Yine 1870'de Rum Patrikhanesi’nden ayrılarak kendi kiliselerini (Bulgar Eksarhlığı) kuran Bulgarlar da kendi iç yönetimlerini düzenlemek için anayasal girişimlerde bulundular. Buna göre Eksarhlık’ın yönetimi için seçilmiş temsilcilerden oluşan bir meclis kuruldu, cemaatin eğitim, kültür ve dini işleri için özerk bir yapı oluşturuldu. Bu girişimler 1878 Berlin Antlaşması’yla Bulgaristan’ın özerk bir prenslik haline gelmesinde dolaylı bir rol oynadı. Öte yandan Osmanlı içinde bulunan Arnavut ve Yahudi toplumları da kendi cemaatlerine yönelik düzenlemeler içeren girişimlerde bulundu.

Tüm bu katliamların üzerine 20 Ocak 1921'de ilan edilen ve bugünlerde ona dönüş çağrıları yapılan 1921 Anayasası ne kadar demokratik olabilirdi. Azınlıklara dair tek kelimenin geçmediği, güçler birliğini esas alan ve halen şer-i hukuku öngören bu anayasa olumlu denilebilecek tek özelliği ise görece özerklik tanıması oldu. Bu tek başına yeterli mi?

Lübnan’da halkların talebi

Anadolu ve Balkanlar'da yaşanan bu gelişmelerin yanı sıra Lübnan'da da kimi girişimlerde bulunuldu. Marunîler, Dürzîler, Sünnîler, Şiiler ve daha birçok topluluğunun yaşadığı bölgede halklar özerklik, anayasa ve temel hakların tanınması taleplerinde bulundu.

Bu talepleri üzerine Osmanlı'nın onayıyla ilk olarak 1842’de Çift Kaymakamlık Sistemi getirildi. Çift Kaymakamlık, yazılı bir anayasa olmasa da yerel yönetimlerin dini temelde özerkliğini düzenleyen bir proto-anayasal düzenlemeydi. 1861'de ise Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı ve Organik Nizamname ilan edildi. Buna göre Cebel-i Lübnan, Hıristiyan bir mutasarrıf (valinin eşdeğeri) tarafından yönetilecek, bölge, dini ve etnik temelde idari birimlere ayrılacak, her birim, kendi topluluğunun temsilcileri tarafından yönetilecekti. Buna göre bir “İdari Meclis” kuruldu; bu meclis Marunîler, Dürzîler, Sünnîler, Şiiler ve diğer topluluklardan temsilciler içeriyordu. Meclis, vergi toplama, eğitim ve yerel yönetim işlerini düzenliyordu. Yine nizamname ile temel haklar (mülkiyet, din özgürlüğü) garanti altına alındı.

Rigas’ın katledildiği Nebojša Kulesi’nin önündeki anıt

1921 Anayasası yeter mi?

Osmanlı'nın dış baskılarla da olsa Hristiyanlara karşı tanıdığı bu özerklik, önce Abdülhamit'in tahta çıkması ve Kanuni Esasi'yi askıya alması sonrasında da İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Anadolu'yu Hristiyanlardan temizlemek istemesi ile yerini katliamlara bıraktı. Anayasayı rafa kaldırıp, parlamentoyu fesheden Abdülhamit 33 yıl sürecek İstibdat Dönemi’nde tüm muhaliflere ama özellikle Ermenilere yönelik katliam ve sürgün girişimlerinde bulundu. 300 bin Ermeni’nin hayatını kaybedeceği bu süreç, Hristiyan uluslara yönelik sürecek olan soykırım planının başlangıcı oldu. Bu tarihten 1921'e kadar 1915 Ermeni, Süryani ve 1919 Rum soykırımları ile en az 2 buçuk milyon Hristiyan katledildi.

Tüm bu katliamların üzerine 20 Ocak 1921'de ilan edilen ve bugünlerde ona dönüş çağrıları yapılan 1921 Anayasası ne kadar demokratik olabilirdi. Azınlıklara dair tek kelimenin geçmediği, güçler birliğini esas alan ve halen şer-i hukuku öngören bu anayasa olumlu denilebilecek tek özelliği ise görece özerklik tanıması oldu. Bu tek başına yeterli mi? Elbette yetmez.

“Bizim istediğimiz eşitlik. Talebimiz Ermeni, Türk, Kürt, Alevi, Laz, Ezidi, Süryani, Arap ve Kıptilerle birlikte eşit koşullarda kardeşçe yaşamak istiyoruz... Yaşasın sosyalizm"

Yüzümüzü Rigas ve Paramaz’a dönelim

Halkların birlikte yaşamını ve halk egemenliğini istiyorsak dönmemiz gereken yerin Rigas Anayasası olduğunu bilmeliyiz. Yüzlerce yıl önce Helen topraklarından çıkan özgürlük ve eşitlik sesine kulak vermeliyiz. Anayasamızın hak ve özgürlükleri temel alan, eşitliği sağlayan, zenginden daha fazla vergi alınmasını isteyen bir düzleme gelmek gerçek anlamda demokratik bir devrimin önünü açmak istiyorsak, yüzümüzü Rigas'ın yıllar önce işaret ettiği noktaya dönmeliyiz. Tabii ki işçilerin günde 8 saat çalışması, anadilde eğitim talebi uğruna idama giden Ermeni Sosyalisti Paramaz'ı (Madteos Sarkisyan) da unutmayalım. Paramaz'da tıpkı Rigas gibi halkların birlikte yaşamını savundu ve idam sehpasından “Bizim istediğimiz eşitlik. Talebimiz Ermeni, Türk, Kürt, Alevi, Laz, Ezidi, Süryani, Arap ve Kıptilerle birlikte eşit koşullarda kardeşçe yaşamak istiyoruz... Yaşasın sosyalizm" diye seslendi. Eğer bu toprakların eşitlikçi, özgürlükçü, demokrat, sosyalistlerini anacak ve bir yerlere geri döneceksek, Rigas ve Paramaz’ın uğruna ölüme yürüdüğü ideal ve taleplere dönmeliyiz.

Yazıya son noktayı Rigas'ın yıllar önce bize seslendiği şiiri ile koyuyorum:

“Ne güne dek arkadaşlar, darda yaşayacağız, / aslanlar misali, yalnız, bayırlarda dağlarda…/ Bir saatlik özgür yaşam yeğdir bize/ Kırk yıllık köleliğe, hapise. … /Köleysen eğer, neye yarar yaşaman? / Düşün, ateştesin her an. / İster vezir ol, efendi ya da tercüman/ Hep boşa harcar seni Tiran. / Yiğit kapetasyonlar, papazlar, siviller/ ve ağalar, öldü hepsi haksız kılıç altında/ Öylesine çoktur bunlar, Türkler ve Rumlar/ Yitirdiler yaşamla servetlerini, nedensiz”
politikart.net/yazi/rigastan-1

Fotoğrafın Sessiz
Çığlığı

Bu karede gördüğümüz çocuklar, aslında tarihin en acı sayfalarından birinin tanıklarıdır. Onların masum bakışlarının ardında, anneleri ve babaları soykırımda öldürülmüş olmanın tarifsiz hüznü saklıdır. Geriye kalan bu yetimlerin önüne bir katilin portresi konulmuş, ellerine Osmanlı bayrağı tutuşturulmuş ve kameraya “itaatkar tebaanın” temsili olarak sunulmuşlardır.

Peki, insan kendi elleriyle yok ettiği bir halkın çocuklarını sahiplenince, bu gerçekten bir merhamet göstergesi midir?
Yoksa katliamın üstünü örtmeye dönük bir sahneleme midir?
Üstelik ortada duran portre, bizzat bu yıkımın fermanını veren bir katile aittir. Bu fotoğraf, sadece yetimlerin değil, aynı zamanda tarihin kandırılmak istenen vicdanının resmidir.

Hem yok edeceksiniz, hem de dünyaya şirin görünmeye çalışacaksınız. Medeni dünyanın gözünde insani bir manzara çizmek için çocukların gözyaşlarını propaganda malzemesi yapacaksınız.
Barbarlık işte tam da budur: Hem öldürmek, hem sahiplenmek; hem yok etmek, hem de kurtarıcı rolüne soyunmak.

Bugün bile bu devlet, Ermeni Soykırımı’nı kabul etmiyor. Oysa bu inkar, sadece geçmişe değil, bugüne ve yarına da yöneliktir. Çünkü kabul etmek demek, aynı zihniyetin Kürtlere, Ezidilere, Alevilere ve farklı inançlara karşı işlediği ve işleyeceği suçların da itirafı demektir. Tarihi reddetmek, aslında gelecekte aynı suçları işleme niyetinin gizlenmesidir.

Düşünün:
• Dersim’de on binlerce insan katledildiğinde de “medeniyet” adına yapıldığı söylendi.
• 1990’larda köyler yakılıp yüz binler sürgün edildiğinde de “terörle mücadele” bahanesi ileri sürüldü.
• Bugün Kürtlerin kimliği, dili ve iradesi hedef alındığında da “birlik ve bütünlük” kılıfı kullanılmakta.

Aynı sahne, farklı figüranlarla tekrar ediyor. Dün Ermeniler, Süryaniler, Rumlar bu topraklarda yok edildiler. Bugün ise Kürtler benzer bir kaderin kıyısına itiliyor.

Bu fotoğraf bize şunu söylüyor: Bir devlet, işlediği suçlarla yüzleşmediği sürece, o suçları tekrar etmekten geri durmaz. Ermeni yetimlerinin o bakışları, sadece geçmişin çığlığı değil; aynı zamanda bugünün ve yarının uyarısıdır.

Mahmut Uzun
instagram.com/p/DPTpZefjCfW/

AŞK HUDUT TANlMlYOR ! DERSİM ' DE BİR ERMENİ ÇİÇEĞİ NlVART . ERMENİ DERESİNDE ÜÇ KADlN Dersim ' li sanatçı Delil Xıdır ' ın babası Musa ' nın , sevdiği ama kavuşamadığı Ermeni kızı Nıvart ' ın hikayesini , yeni yayınladığı şarkıda anlatıyor . Nıvart 1915 Ermeni Soykırımından sağ kalmayı başarmış ancak 1938 Dersim Katliamında , Musa ' nın dayı kızları ile birlikte katledilmişler . Dersim ' li sanatçı Delil Xıdır , genç bir Ermeni kadının hikayesini anlattığı " Nıvart " şarkısını yayınladı . Sanatçı Delil Xıdır ile yapılan mülakatında şunları dile getirmiştir . Dersim Hozat İlçesinin Kızılmezra köyünde 1955 yılında doğmuşum . Köyümüz 1938 ' de devletin kolluk kuvvetleri tarafından basılmış , toplu katliamlar sonucu 165 kişi öldürülmüştür . Sadece 5 kişi sağ olarak kurtulabilmiştir . Babam bu katliamdan yaralı olarak kurtulmuş , eşini ve iki çocuğunu yitirmiş . Annem ise Ovacık doğumlu , Dersim Katliamında 16 yaşında ve 6 aylık hamileymiş . Annem , ormana kaçıp kurtulabilmiş ancak düşük yapıp çocuğunu kaybetmiş Dedem , annemi perişan halde bulup eve getirmiş . Çocuğunu kaybetmiş bir anne , eşini ve iki çocuğunu yitirmiş babamla 1938 yılında evlenmişler . Yani yaralı bir babadan ve yüreği yanmış bir anadan ben doğmuşum . Bu coğrafyada yaşayan herkes gibi , bizim hayatımızda katliamların , sürgünlerin , yarım kalmış sevdaların gölgesinde geçmiştir . Daha önce Ermenilerin yaşadığı acılar , sürgünler , tehcirler yarım kalan aşklar , gizemli sevdalar da bu toprakların hafızalarında kalmıştır . Benim yaşamın da kuzuların ardından koşarak geçmiştir . Köyden 12 yaşında ayrılıp Elazığ ' a taşındık daha sonra yurtdışına çıktım şu anda 44 yıldan beri Avusturya ' da yaşıyorum . Sanatçıyım , bu coğrafyanın şarkılarını çalmaya çalışıyorum . Delil Xıdır , babasının Ermeni kızı Nıvart halkına babasından duyduklarını şöyle anlatıyor ben 70 yaşına geldim , babam 60 yıl önce bunları bana anlatmıştı . Babamın sevdalandığı kızın babası Melkon , biz ona " Miko " amca deriz . Miko amcanın bir de Garo isminde kardeşi vardı . Torut köyünde yaşıyorlarmış , 1915 Ermeni Soykırımınıda Miko amcanın üç çocuğunu götürmüşler ve onlardan bir daha haber alınamamış . Miko amca sonradan Torut köyünden taşınıp bizim köye yerleşmişler , evleri bizim evin karşısında bulunuyordu . Gel zaman git zaman babam Musa , kızları Nıvart ' a aşık olmuş . Babamın dayısı ağa imiş , Mehmet ağa derlermiş . Bir gün Mehmet ağa köyümüze gelir ve Miko amcalara misafir misafir olurlar . Mehmet ağa ' nın korumalarından biri ileri geri konuşur " Ermeni katliamlarında bende oradaydım , şunları yaptım , bunları yaptım " diyerek böbürleniyormuş . Yemekler yenmiş , çaylar açılmış sıra babama , Nıvart ' ı istemeye gelmiş . Mehmet ağa " Miko , bizim yeğen senin kız Nıvart ' a aşık , kızını ver de akraba olalım " der . Miko amca yanındaki adamı göstererek " sabahtan beri bu adam bize hakaret ediyor " diyince Mehmet ağa , hırsını alamayıp yanındaki adamın ağzına bir yumruk vuruyor Meğerse babamın dayısının yanındaki adam 1915 Soykırımına katılan milislerden birisiymiş . Böylece Miko amca vermemiş Nıvart ' ı babama , aradan birkaç ay sonrada bizim köyden başka bir köye göçerler Aradan yıllar geçmesine rağmen Nivart hala evlenmemiştir . Tesadüf olacak ki kader bir kez daha Miko amca ile Mehmet ağa ' yı tekrar buluşturur . Mehmet ağa , Miko amca ve karısı Hozat ' ta Roşe denilen yerde katledildiler . Miko amcanın kızı Nıvart ve Mehmet ağa ' nın kızları Gülizar ve Fecire esir alınırlar Mehmet ağanın ablası nenem , jandarmaların önünü keserek " yeğenlerimi serbest bırakın " diye yalvarır jandarmalar kızların kim olduklarını iyi bildiklerinden olacak ki " hayır bu Miko ' nun kızıdır , Ermeni dir diğer kızlar da bize baş kaldıran Mehmet ağa ' nın kızları dır " diyerek geri vermezler . Kızlar , iki gün ağır işkenceden geçirildikten sonra , köyümüzün hemen yanında " Ermeni Deresi " vardı oraya götürüp üçünü de katletmişer . Ermeni Deresi , Ermenileri orada katledilmesinden dolayı o isim verilmiş . Biz çocuktuk sürüyü otlatırken ağaçlardan sarkan saç telleri görürdük , gidip dallardan çekerdik , büyüklerimiz günahtır etmeyin derlerdi saçları elimizden alıp oradaki bir taşın altına koyarlardı . Meğerse o 3 kız burada katledilmiş , köylüler getirtip o taşın altına gömmüşler . Babam her " Ermeni Deresi ' neden geçtiğimizde bir yeri sürekli öperdi . Orada Miko amcanın kızı Nıvart , babamın dayısı Mehmet ağa ' nın kızları Gülizar ile Felice gömülü imiş , yıllarca sonra anlattı babam bizlere yıl 1979 yılında . Agos Gazetesi

"15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleri ile karşılaştım. En kötüsü harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. Çok sordular kim yaptı diye, ama o gün de söylemedim, bugün de söylemeyeceğim."

Lefter
6-7 Eylül Olayları

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.