Nietzsche:
"Ona yükselmesi için meydan okudum."
Tagore:
"O sadece çiçek açmayı diledi."

…Şu an “sosyalistim”, “komünistim”, “demokratım”, “insan haklarından ve özgürlükten yanayım” diyen sözümona nice aydınımız, özünde ırkçı ve milliyetçiyse, bunu yüz yıldır Kemalizmin çöplüğünde beslendiklerine borçludurlar. Bir de “büyük” şair Nazım’a…

“Savaşçı ve faşist” ruhlu millete ve devlete sahip çıktılar;
Nazım gibi. Ülkeye şiirleriyle, edebiyata getirdiği kadarını da bu yolla götürmüştür…

Ülke edebiyatçıları, aydınların, solcuları, tiyatrocuları bayılırlar mesela şu dizelere:

“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket
bizim!”

diye bolca üflemeye, mastürbasyonla tatmin olmaya bayılırlar …

Oysa düşünmezler ki o memleket binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan Ermeni’nindir, Kürt’ündür, Rum’undur, Süryani’nindir, Laz’ın, Çerkes’in, Gürcü’nün, Arap’ın, Nasturi’nin, Êzidî’nin ve de Türk’ündür…
Bu memleket, bir orman gibi yaşayan herkesindir…

Gel de anlat bunu, “en aydın benim” diye ortalığa düşüp kasım kasım kasılan iki ayaklı dingillere!

Mahmut Uzun

instagram.com/p/DL2LoDUqSrY/

Mesele anarşizmi bugün, yarın ya da on yüzyıl içinde gerçekleştirip gerçekleştirmememiz değil, bugün, yarın ve her zaman anarşizme doğru yürümemizdir.
-- Errico Malatesta

Günümüzde kendini şirin gösteren Nazi ruhlu Kemalistlerin gerçek yüzleri
reddit.com/u/astare_siya/s/W0g

Kişi siyasi ve ekonomik tiranlığı reddeder ama psikolojik köleliği kabul eder. -Krishnamurti

“Hiç de sevilesi gelmiyor bana şu dar ruhlular: Ne iyilik sığar içlerine ne kötülük sığar.”

Friedrich Nietzsche

BİR DAHA KİMSEYE MUHTAÇ OLMAMAK İÇİN

Mahmut Uzun

Hiçbir Yahudi, Auschwitz fırınlarında yanarken “Yaşasın Demokratik Almanya!” demedi.

Hiçbir Yahudi, kendisini gaz odalarına gönderen devlete güzelleme yapmadı.
Hiçbir Yahudi, faşizmin gölgesinde oyalanmadı.
Onlar ne yaptılar?
Bir daha kimseye muhtaç olmamak için İsrail’i kurdular.

Peki biz ne yaptık?
Ne yaptı bu halk, Roboskî’de paramparça edilirken?
Zîlan’da, Dersim’de, Mahmur’da, Serêkaniyê’de katledilirken?
Ne yaptı bu halk, cezaevlerinde binlerce yiğidini kaybederken, dağlarda bedenleri kimsesiz bırakılırken?

Biz ne yaptık?

Biz, bize kurşun sıkanlara “demokratikleşme umudu” yükledik.
Bize inkârı reva görenlerin Meclisinde “çözüm aradık.”
Bizi fişleyen, yargılayan, yok sayanların yargısına “adalet” dedik.
Ve bazı Kürtler, hâlâ, o devleti kutsuyor.
Hâlâ Ankara’nın gölgesinde bir siyaset inşa etmeye çalışıyorlar.
Hâlâ bu barbar devletin, Türkiyeleşme masalının peşinden sürükleniyorlar.

Oysa halkımızın tarihi kanla, inkârla, imhayla yazıldı.
Oysa hepimiz biliyoruz:
Bu sistemin demokrasiyle, adaletle, eşitlikle hiçbir bağı yok.
Bu devlet Kürtlere ne verdi?
Kırımı, sürgünü, dil yasağını, mezarsızlığı…

Ve şimdi bizden ne istiyorlar?
Bu faşist düzene biat etmemizi, düşmanımızla barışmamızı, zalimi affetmemizi…

Hayır!

Kürt halkı, Yahudilerin yaptığı gibi bir onur savaşı vermedikçe özgür olamaz.
Faşizmin kırıntılarına razı olanlar, kendi halkına ihanet eder.
Demokrasi masallarına tutunanlar, sadece yeni bir inkârın zeminini hazırlar.

Unutmayın: PKK, Apo ve Kürt özgürlük hareketi, tam da bunun için doğdu.
Baş eğmemek için.
Biat etmemek için.
Bir daha kimseye muhtaç olmamak için.

Şimdi sorumluluk hepimizin.
Ya şerefimizle direniriz, ya da bir halk olarak kendimizi inkâr ederiz.
Tercih, her Kürdün vicdanında yankılanıyor.

Ya onurlu bir gelecek…
Ya da düşmanın sofrasında utançla yaşamak.

Tercih sizin.
Ama tarih affetmeyecek.

Mahmut Uzun
instagram.com/p/DLxJh7kK6PO/

Mahmut Uzun on Instagram: "BİR DAHA KİMSEYE MUHTAÇ OLMAMAK İÇİN Mahmut Uzun Hiçbir Yahudi, Auschwitz fırınlarında yanarken “Yaşasın Demokratik Almanya!” demedi. Hiçbir Yahudi, kendisini gaz odalarına gönderen devlete güzelleme yapmadı. Hiçbir Yahudi, faşizmin gölgesinde oyalanmadı. Onlar ne yaptılar? Bir daha kimseye muhtaç olmamak için İsrail’i kurdular. Peki biz ne yaptık? Ne yaptı bu halk, Roboskî’de paramparça edilirken? Zîlan’da, Dersim’de, Mahmur’da, Serêkaniyê’de katledilirken? Ne yaptı bu halk, cezaevlerinde binlerce yiğidini kaybederken, dağlarda bedenleri kimsesiz bırakılırken? Biz ne yaptık? Biz, bize kurşun sıkanlara “demokratikleşme umudu” yükledik. Bize inkârı reva görenlerin Meclisinde “çözüm aradık.” Bizi fişleyen, yargılayan, yok sayanların yargısına “adalet” dedik. Ve bazı Kürtler, hâlâ, o devleti kutsuyor. Hâlâ Ankara’nın gölgesinde bir siyaset inşa etmeye çalışıyorlar. Hâlâ bu barbar devletin, Türkiyeleşme masalının peşinden sürükleniyorlar. Oysa halkımızın tarihi kanla, inkârla, imhayla yazıldı. Oysa hepimiz biliyoruz: Bu sistemin demokrasiyle, adaletle, eşitlikle hiçbir bağı yok. Bu devlet Kürtlere ne verdi? Kırımı, sürgünü, dil yasağını, mezarsızlığı… Ve şimdi bizden ne istiyorlar? Bu faşist düzene biat etmemizi, düşmanımızla barışmamızı, zalimi affetmemizi… Hayır! Kürt halkı, Yahudilerin yaptığı gibi bir onur savaşı vermedikçe özgür olamaz. Faşizmin kırıntılarına razı olanlar, kendi halkına ihanet eder. Demokrasi masallarına tutunanlar, sadece yeni bir inkârın zeminini hazırlar. Unutmayın: PKK, Apo ve Kürt özgürlük hareketi, tam da bunun için doğdu. Baş eğmemek için. Biat etmemek için. Bir daha kimseye muhtaç olmamak için. Şimdi sorumluluk hepimizin. Ya şerefimizle direniriz, ya da bir halk olarak kendimizi inkâr ederiz. Tercih, her Kürdün vicdanında yankılanıyor. Ya onurlu bir gelecek… Ya da düşmanın sofrasında utançla yaşamak. Tercih sizin. Ama tarih affetmeyecek. Mahmut Uzun"

6 likes, 0 comments - muzun58 on July 6, 2025: "BİR DAHA KİMSEYE MUHTAÇ OLMAMAK İÇİN Mahmut Uzun Hiçbir Yahudi, Auschwitz fırınlarında yanarken “Yaşasın Demokratik Almanya!” demedi. Hiçbir Yahudi, kendisini gaz odalarına gönderen devlete güzelleme yapmadı. Hiçbir Yahudi, faşizmin gölgesinde oyalanmadı. Onlar ne yaptılar? Bir daha kimseye muhtaç olmamak için İsrail’i kurdular. Peki biz ne yaptık? Ne yaptı bu halk, Roboskî’de paramparça edilirken? Zîlan’da, Dersim’de, Mahmur’da, Serêkaniyê’de katledilirken? Ne yaptı bu halk, cezaevlerinde binlerce yiğidini kaybederken, dağlarda bedenleri kimsesiz bırakılırken? Biz ne yaptık? Biz, bize kurşun sıkanlara “demokratikleşme umudu” yükledik. Bize inkârı reva görenlerin Meclisinde “çözüm aradık.” Bizi fişleyen, yargılayan, yok sayanların yargısına “adalet” dedik. Ve bazı Kürtler, hâlâ, o devleti kutsuyor. Hâlâ Ankara’nın gölgesinde bir siyaset inşa etmeye çalışıyorlar. Hâlâ bu barbar devletin, Türkiyeleşme masalının peşinden sürükleniyorlar. Oysa halkımızın tarihi kanla, inkârla, imhayla yazıldı. Oysa hepimiz biliyoruz: Bu sistemin demokrasiyle, adaletle, eşitlikle hiçbir bağı yok. Bu devlet Kürtlere ne verdi? Kırımı, sürgünü, dil yasağını, mezarsızlığı… Ve şimdi bizden ne istiyorlar? Bu faşist düzene biat etmemizi, düşmanımızla barışmamızı, zalimi affetmemizi… Hayır! Kürt halkı, Yahudilerin yaptığı gibi bir onur savaşı vermedikçe özgür olamaz. Faşizmin kırıntılarına razı olanlar, kendi halkına ihanet eder. Demokrasi masallarına tutunanlar, sadece yeni bir inkârın zeminini hazırlar. Unutmayın: PKK, Apo ve Kürt özgürlük hareketi, tam da bunun için doğdu. Baş eğmemek için. Biat etmemek için. Bir daha kimseye muhtaç olmamak için. Şimdi sorumluluk hepimizin. Ya şerefimizle direniriz, ya da bir halk olarak kendimizi inkâr ederiz. Tercih, her Kürdün vicdanında yankılanıyor. Ya onurlu bir gelecek… Ya da düşmanın sofrasında utançla yaşamak. Tercih sizin. Ama tarih affetmeyecek. Mahmut Uzun".

Instagram

"Sanki insan alçalma ile cezalandırılma arasında bir seçim yapmak zorundaymış gibi."

- Albert Camus

İktidardaki her gerilemenin şiddete açık bir davetiye olduğunu biliyoruz. iktidarı elinde tutup da elerinden kaymakta olduğunu hisseden herkes, kaybettiklerinin yerine şiddeti koymanın cazibesine direnmekte zorlanmıştır.

HANNAH ARENDT

"Soylu bir adam kendini kendinden daha yüksek bir fikirle karşılaştırır ve değerlendirir; sıradan bir adam ise kendinden daha düşük bir fikirle. Biri arzu üretir; diğeri ise hırs, ki bu da bayağı bir adamın arzuladığı şeydir." ~Marcus Aurelius

Mustafa Kemal ve Aleviler

Mustafa Kemal “kurtuluş savaşı” için çıkmış olduğu Batı Ermenistan destek turlarının, Amasya, Erzurum ve Sivas kongrelerinden sonra,

22 aralık 1919 tarihinde, Alevi toplumunun da desteğini almak üzere, Hünkar Bektaş-i Veli dergahını ziyaret ederek destek ister.

O dönemde dergahın Piri Postnişini (Şeyh)olan Ahmet Cemalettin Çelebi ile görüşmeler gerçekleştirir. Bazı vaatlerde bulunur, derki; işgalcileri bir yurttan kovalım, sonrasında herkesin özgürlüklerini yaşayabileceği bir devlet kurma niyetindeyim. Hatta bu devletin adının Anadolu Cumhuriyeti olacağını dillendirir.

Bu vaat ve temennileri olumlu karşılayan A.Cemalettin Çelebi, “paşam yanındayız bu mücadelen de” der ve içinden geçtikleri sürecin zorluklarla dolu olduğunu bildiğinden, ilk etapta, dergahın birikmiş tasarruflarından, iki bin Reşat altını

M. Kemale takdim ettiği söylenir.

Ama M.Kemal’in istekleri sadece maddi boyutla sınırlı değildir elbette.

A.Cemalettin Çelebiye, “sizin Alevi toplumu üzerinde sevilen sayılan biri olduğunuzu biliyorum, onun için asker toplama noktasında sizlerden destek istiyorum”der. A.Cemalettin Çelebi bu noktadaki isteğini de ikiletmez ve kalkar bizatihi kendisi Sivas, Tokat, Amasya, Çorum gibi illeri ziyaret ederek süreci ve verilen vaatleri anlatarak eli silah tutan herkesin askere katılması için çalışır.

Bu çalışma, gerçekten halktan ciddi bir kabul ve desteğe dönüşür ve Alevi toplumu her alanda gelişen direniş hareketlerine ciddi katılım sağlarlar.

Mustafa Kemal bu vaatlerini Erzurum’da, Amasya’da ve Sivas kongrelerinde, Kürt aşiret liderlerine de sunmaktadır, örneğin Sivas Koçgiri aşiret liderlerinden görüştüğü Alişan beye de iletmiştir, gelin bu süreci destekleyin kurulacak olan Cumhuriyette Kürt halkının bütün demokratik haklarının anayasal güvenceye kavuşturulacağının sözlerini vaadetmiştir. Hatta bu vesileyle Alişan beye vekillik teklifinde bulunmuştur.

Dolayısıyla Koçgiri toplumu bu vaatleri esas alarak her türlü desteği sunmuştur M.Kemale. Büyüklerimizden de benzeri olayları dinlemiştik, özellikle Ahmet Cemalettin Çelebi’nin Koçgiri gezisinden sonra, askeri müfrezeye, ciddi anlamda bir katılımın olduğu söylenirdi.

Bu desteklenen süreç, 1921 yılı birinci meclis sürecine kadar devam eder. Güneydoğu coğrafyasından gelen vekiller, Kürdistan mebusu olarak kayda geçmişlerdir. Alevi toplumunun yoğun yaşadığı bölgenin vekillerine, Dersim mebusu olarak tanımlanır ve kabul görürler. Bütün bu tanım ve kabullerin, ülke gerçekliği bakımından çok değerli olduğunu da belirtmekte fayda var.

Ama her nedense Mustafa Kemal bu vaad ettiği hiçbir sözünün arkasında durmamaktadır maalesef, çünkü asıl niyetinin bu olmadığı ve kurmak istediği şeyin tek etnik kimliğe dayalı Türkçü devletin amacına ulaşmak için bütün bu süreçleri taktiksel olarak kullandığı bir bir ortaya çıkmaya başlamıştır aslında.

Dolayısıyla Mustafa Kemal harekâtı başarıyla sonuçlandıktan sonra devletin resmi dini “İslam’dır” der. Sünni islam anlayışını devletin resmi dini olarak ilan eder. Alevilere verdiği hiçbir sözün arkasında durmaz. Aleviliği yok sayar. Aleviler rahatsız olurlar. Mustafa Kemal’e isteklerini bir kez de yazılı olarak telgraflarla bildirirler. Mustafa Kemal ise, bu verdiği sözlerin hiçbirinin yaşanmamışcasına, Sünni islam dini dışında, hiçbir inancı tanımadığını ilan eder.

Bu telgraf ve yazışmalara rağmen, Ankara’dan herhangi bir yanıt alamayan Koçgiri aşireti liderleri, 1921 yılında, M.Kemalin verdiği hiçbir sözün arkasında durmadığını ve kendilerini kandırdıklarını, dolayısıyla Mustafa Kemal’in bir Kürt ve Alevi düşmanı olduğunu deklare ederler. Bunun üzerine, 1921 yılında Alişer, Zarife, Haydar bey ve Alişan bey öncülüğünde, Mustafa Kemal’in kurmak istediği ırkçı faşist sisteme karşı direniş ve isyan başlatılır.

Koçgiri halkının, demokratik taleplerine bir çözüm üretmek yerine, merkez ordusu ve topal Osman çetesini donatarak bölgeye gönderen M.Kemal, en kanlı biçimde isyanı bastırır, binlerce insanın katlettirir ve geride kalanların, neredeyse yaşayabilecekleri bir alan bırakmamak üzere bölgeyi talan ettirir. Ayrıca katliamda sağ yakaladıkları bütün aşiret liderlerini sürgüne gönderir.

Mustafa Kemal Koçgiri Katliamından sonra, kafasında tasarlamış olduğu Türk-İslam sentezine dayalı politik tercihinin hayat bulabilmesi için, Alevilerin asimile edilmesi gerektiğini söyler, ve bunun sistematik olarak yürütülmesini sağlar.

Cumhuriyetin ilanının üzerinden, 1924 yılında tek din ve onun bir tek mezhebi olan Sünni İslam esaslarına dayalı olarak diyanet işleri başkanlığını kurar.

Bununla da yetinmez, 30 Kasım 1925 yılında Tekke ve Zaviye kanunu adı altında Alevi inancını tamamıyla yasaklar. Alevi inancını yaşatan ne kadar dergah varsa, başta Hünkar Bektaşi Veli dergahı olmak üzere, bütün dergahları kapatır ve Ana, Mürşit, Pir, Reybér gibi inanç temsiliyeti olan makam ve şahsiyetleri, üfürükçü ilan ettirerek, terör suçları kapsamına alır. Böylelikle Alevi inancını bu kanunla birlikte, artık devletçe mücadele edilmesi gereken bir inanç haline dönüştürür.

Hatta Alevî toplumunun, bir daha geçmişiyle bir bağ kurmaması için, kimliklerine zorla İslam ibaresini yazdırarak, hafızalarını dumura uğratır.

Yaşanan onca olaylardan sonra, Alevi toplumu, artık Mustafa Kemal’e kesinlikle güvenmemektedir.

Dersim halkı, inançlarının yasaklanmasını içlerine sindirmezler. Koçgiri katliamından sonra sıranın kendilerine geleceğini iyi bildiklerinden, inançlarına her zamankinden daha sıkı sıkıya bağlılığı savunurlar.

Bütün bu süreçleri sistematik olarak yürüten Mustafa Kemal, artık planının ikinci aşamasına geçer. 1935 yılında özel Tunceli Kanununu çıkarır. Bu kanunla birlikte Dersim’in adını Tunceli olarak bilinçli bir şekilde değiştirir.

Sonrasında Tunceli, Erzincan ve Bingöl’ü içeren, Elazığ merkezli, savaş konseptli bir Genel Valilik kurdurur (6 Ocak 1936). Bu genel valiliğin başına, Dersim Valisi ve Kumandanı sıfatıyla, Abdullah Alpdoğan’ı getirir. Abdullah Alpdoğan Koçgiri katliamında görev yapan onca sivil insanı katleden merkez ordusunun komutanı Sakallı Nurettin Paşa’nın damadıdır aynı zamanda.

Yani Kürt ve Alevi katletme konusunda hayli deneyimli bir ailedir.

Sonrasında bilinen tarihi gerçeklikler yaşanır. Sinsi planlarla, sanki DERSİM’de bir isyan varmış gibi uydurma bir tezle, asıl dertlerinin o coğrafyayı insansızlaştırmak olduğunu, hemde hedef haline getirdikleri Alevi inancının kökünü kazımak olduğunu, tarihi gerçeklikler bize teyid etmiş durumdadır.

Soykırımdan sağ kalan insanları ise, bir daha kültürel kimlikleriyle buluşmamaları için, yada daha rahat asimile olmaları için, deyim yerindeyse çil yavrusu gibi ülkenin çeşitli bölgelerine sürgüne gönderilirler.

Mustafa Kemal’in Alevi toplumuna yaptığı bunca zulüm ve soykırıma rağmen, günümüzde halen M.Kemalin kurduğu Cumhuriyeti laik bir cumhuriyetmiş gibi savunan büyük bir Alevi kitlesi var. Şimdi bu kafası karışık Aleviler’e şu soruyu sormak lazım.? Ya yukarıda anlattığımız bunca tarihi yaşanmışlıklar yalan, yada bilgi belge ve tarihi gerçekliğe dayanmayan, sizin bu söyledikleriniz.?

Peki bizdeki laiklik anlayışının bu çerçeveyle her hangi bir alakası varmı sizce.? Onun için Mustafa Kemal’in laiklik diye yutturmak istediği şey, bütün farklı inançların yasaklandığı, bir tek Sünni İslam dininin devletin resmi dinine dönüştürüldüğü yalanının adıdır tek kelimeyle.?

Arada yüz yıl geçmesine rağmen, Kemalist çizgide siyaset yapan politikacılar arasında bir tekinin bile, biz bu Koçgirde, Dersim’de on binlerce Aleviyi neden öldürdük, bu tarihi bir hataydı diyen ve bu anlamda Alevi toplumundan özür dileyen bir politikacıya rastladınız mı hiç.?

Dolayısıyla Alevilerle Kemalistlerin aynı potada yan yana siyaset yapıyor olmaları bile doğanın kuralına aykırı bir durumdur, çünkü Kemalizm çok kültürlülüğü, çok dilliliği, ve çok inançlılığı reddeden faşist bir zihniyete sahiptir.

(Sabri Karaman)

westernarmeniatv.com/tr/societ

"Her şeyden önce sahtekârlıktan, her türlü sahtekârlıktan, özellikle de kendinize karşı sahtekârlıktan kaçının. Kendi hilekârlığınıza dikkat edin ve her saat, her dakika onu araştırın."
- Fyodor Dostoyevski

Adana Katliamları-20. Yüzyıl Başında Devrim ve Şiddet - Bedross Der Matossian (Çev. Renan Akman) (372 sayfa)
Adana Katliamları, 1908 Jön Türk Devrimi sonrası oluşan birlikte yaşama ve özgürlük umutlarının yerini nasıl şiddetin ve
çatışmanın aldığını gözler önüne seriyor. 1909 yılında Adana ve çevresinde paranoyanın neden olduğu iki ayrı katliam dalgasıyla öldürülen Ermenileri, yakıp yıkılan mahalleleri, işyerlerini, Osmanlı hükümetinin müdahale etmekteki başarısızlığını, sıradan insanların faillere dönüşümlerini anlatıyor. Bedross Der Matossian, bu katliamlara giden yoldaki tüm etkenleri incelerken, katliamlar sonrası insani yardımları ve müdahaleleri, yargılamaları da es geçmiyor. Çok sayıda kaynaktan yararlanarak yazdığı bu eseriyle tarih çalışmalarında kendisine pek yer bulamamış Adana katliamlarını gün yüzüne çıkarıyor, yaşanan trajedinin neden ve sonuçlarını titizlikle masaya yatırıyor.

bianet.org/haber/iletisim-yayi

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.