Bilimkurgu gibi ama gerçek: "Tek hücreli canlıyla fare yaratmak mümkün"

Hayvanların yaşamadığı dönemden kalma genlerle kök hücre üretildi
indyturk.com/node/749054

“Tenhalığı seviyorum.
Sık görüşülmeyen ama bağı da koparılmayan dostlukları. Sakin mekanları, az rastlanılmayı, kendimle kalmayı, kendimi saklamayı ve de sınırlarımı.”
—Tezer Özlü

Ahlâklı ve dürüst bir insanın varlığı, Tanrıya en büyük öküzü kurban eden sahtekar dindardan evladır.
Antik Mısır Deyişi (MÖ 2000)

Zorbanın tekini getirdiler, eldeki avuçtakini teslim ettiler. Bir avuç şakşakçı yağdanlık da kıçını yaladı! Bizi bu günlere düşürdüler.
Sadık Hidayet

"Yeni bir müzik için yeni kulaklar. En uzaklar için yeni gözler. Şimdiye dek sağır kalınmış doğrular için yeni bir vicdan. Kendi kendine saygı; kendi kendine sevgi; kendi kendisi karşısında koşulsuz bir özgürlük. İşte! Okurlarım ancak bunlardır, gerçek okurlarım, önceden belirlenmiş okurlarım: geri kalanın ne önemi var? Geri kalan, sadece insanlıktır"
Friedrich Nietzsche

“Neresinden tutacağız bu ülke üzerine kabus gibi çöken yaşamı.”
Tezer Özlü

Seni temsil etsinler diye , egemenleri daha fazla iktidarla ya da acizleri kötü niyetle donatıyorsun. Her defasında aldatıldığının çok geç farkına varıyorsun.
Wilhelm Reich

Cumhuriyetin İlk Darbesinde Kürtler: 49’lar Davası ve Sivas Kampı

27 Mayıs darbesi döneminde Kürtlere dönük politikayı, yaşanan iki önemli olay somut olarak ortaya koyuyor.

27 Mayıs darbesi döneminde Kürtlere dönük politikayı, yaşanan iki önemli olay somut olarak ortaya koyuyor. 1937-38 yıllarında gerçekleştirilen Dersim katliamının ardından Kürtler için 20 yıl sonra “ilk ses” olarak değerlendirilen “49’lar Davası” ve darbe sonrası Kürtlerin tutuklanarak kapatıldığı ve insanlık dışı uygulamalar ile tarihe geçen “Sivas Kampı”, resmi ideolojinin 27 Mayıs’ta Kürt politikasının sac ayaklarını oluşturuyor. Darbenin 51’inci yıldönümünde, Kürtlere dönük 27 Mayısçıların tavrı, cumhuriyet tarihi boyunca resmi ideolojinin Kürtlere yönelik uygulamalarından ayrı bir yerde durmuyor.

Türkiye’de Cumhuriyet’in kurulmasının ardından “ilk darbe” olarak yakın tarihe geçen 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin üzerinden 51 yıl geçti. 27 Mayıs, siyasal tartışmalarda 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerine göre “ilerici darbe” olarak görüldü ve Türkiye’ye siyasal tarihinde “iyi darbe” olarak atıf yapılan bir bakış açısı ile tartışıldı. Öyle ki 27 Mayıs’a sol kesimlerin büyük bir çoğunluğu dahi “devrim” misyonu biçti. Ancak, CHP’nin desteklediği ve dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın Yassı Ada yargılamaları sonrası idamları ile en fazla tartışılan 27 Mayıs darbesinin, çok fazla görülmeyen ve tartışma konusu yapılmayan yönü de vardı. Söz konusu darbe döneminde görülmeyen ve tarihe 49’lar Davası olarak geçen Kürt aydın ve öğrencilerine yönelik tutuklama ile darbeden hemen 4 gün sonra 485 Kürdün tutulduğu ve insanlık dışı uygulamalar ile gündeme gelen Sivas Kampı, 27 Mayıs döneminde resmi ideolojinin Kürt politikasını gözler önüne seriyor.

Dersim katliamından 20 yıl sonra ilk ses: 49’lar davası

27 Mayıs darbesini gerçekleştiren askeri cunta, darbe sonrası Kürt aydın ve öğrencilerinin yargılandığı ’49’lar Davası’nı karşılarında buldu. Söz konusu dava, Mart 1959’da Irak’ta bazı Türkmenlerin ölümüne yol açan gelişmelere misilleme olarak tutuklanan Kürt aydın ve öğrencilerinin yargılamalarını içeriyordu. Ve darbeciler, Kürt aydın ve öğrencilerinin yargılandığı bu davada hiç bir tolerans tanımadı. Öyle ki, 27 Mayıs darbesi sonrasında çıkarılan aftan, 49’lar muaf tutuldu ve 8 yıl boyunca yargılanmaları devam etti. Davanın somut hiç bir kanıtı olmamasına rağmen, Dersim katliamının ardından Kürtlerin “ilk sesi” olduğu için yargılamalar bir cezalandırma yöntemi olarak tarihe geçti.

Irak’taki Türkmenler için misilleme

1937-38 yıllarında gerçekleştirilen Dersim katliamından sonra Kürtler 20 yıl boyunca bir sessizliğe gömüldü. Bu sessizlik 1959’un Mart ayında bozuldu. Sevaf adında Arap ırkçısı bir general Kürtlere otonomi hakkı veren dönemin Irak Lideri Abdülkerim Kasım’a karşı ayaklandığında hükümet kuvvetleriyle birlikte hareket eden Molla Mustafa Barzani’ye bağlı güçler, Sevaf’ın yanında yer alan bir grup Türkmen’in savaş sırasında ölümüne neden olmuştu. Irak’ta yaşananların Ankara’da duyulması ve emekli bir general olan CHP milletvekili Asım Eren’in hükümete “Aynıyla mukabelede bulunmayacak mısınız” diye sormuştu. Eren’i protesto için bildiri yayımlayan Kürt öğrenciler, hazırladıkları metnin altına “Türkiye Kürtleri” imzasını koyunca Kürtlere yönelik fitil de ateşlenmiş oldu. Dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, “6-7 Eylül olayları dolayısıyla dış dünyada hayli eleştiriye muhatap olduk, itibar kaybettik, onun üzerine yeni bir şeyler eklemeyelim” uyarısın da bulunmasa belki de 49’lar davasından daha öte uygulamalar Kürtlere yönelik gerçekleştirilecekti. Çünkü, dönemin devlet yetkililerinin bir çoğunun ağzında, misilleme olarak “Kürtleri sallandıralım” düşüncesi dillendiriliyordu. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Kürt milletvekilleri tarafından az-çok yatıştırılmışken Musa Anter’in (Apê Musa) “kımıl/süne” zararlısını metafor olarak kullanıp onun üzerinden siyasete yönelttiği Kürtçe eleştiri ipleri koparttı. Cumhuriyet Gazetesi’nde yer alan “Doğu’daki bu küçük gazeteye kim kâğıt veriyor” yorumlarının ardından hükümet bir yandan istihbarat birimlerinin 2-3 bin Kürt’ün Batı’ya göç ettirilmesi önerisini değerlendirirken, diğer yandan hakkında dava açılan Musa Anter’e destek verdikleri tespit edilen 50 Kürt genç ve aydını gözaltına alındı. Kiminin evinde Barzani’nin resmi bulunduğu, kiminin evinde bağımsız Kürt devleti kurulmasını hedefleyen bir parti kuruluşuna ilişkin hazırlık evrakı ele geçirildiği iddia ediliyordu. Tutuklama kararını alan Ankara’da askeri savcılıktı ama 50 kişi İstanbul’a götürüldü ve Harbiye Askeri Komutanlığı’nda hücrelere konuldu. Hücre sayısı 40 olduğu için 10’u tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan sanıklardan Mehmet Emin Batu mide kanamasından yaşamını yitirince geriye 49 kişi kaldı ve dava bu sayıyla tarihe geçti. 14 ay tutuklu kaldıktan sonra sanıklar mahkemeye çıkarılmayı beklerken, 27 Mayıs darbesi gerçekleşti. Darbe sonrası öncelikli işlerinden biri olarak gördüğü genel af meselesi gündeme geldiğinde askeri cunta, 49’lar’ı af kapsamı dışında tuttu ve 49’lar aftan yararlanamadı.

‘Sallandırma’ kılıfa uymadı

27 Mayısçıların niyeti tutuklu Kürt öğrencileri ve aydınlarını, diğerlerine emsal olmak üzere alelacele yargılayıp idam etme düşüncesiydi. Darbeciler, “Sallandıralım” da mutabıktı. Ancak savcılık bu yönde bir talebi kılıfına uyduracak delilden yoksundu. Ve o nedenle iddianame kaleme alınamıyordu. Daha ötesi bir-iki istisna dışında Kürt asıllı hukukçu milletvekilleri dahil kimse sanıkların savunmasını üstlenmeye talip değildi. Nihayet 3 Ocak 1961’de mahkeme başladı. Savcılık, 50 sanıktan 15’i için kafi delil bulunmadığı için, 10 sanık hakkında mahkumiyete yeterli delil olmadığı için beraat kararı verilmesini istedi, fakat 24 sanığın, “Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin hâkimiyeti altına koymaya veya devletin birliğini bozmaya veya devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf bir fiil işleyen kimse ölüm cezası ile cezalandırılır” hükmünü getiren TCK’nin 125. maddesine göre yargılanması istedi. İdamı istenenler arasında Şevket Turan, Naci Kutlay, Ali Karahan, Yavuz Çamlıbel, Ziya Şerefhanoğlu, Medet Serhat, Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak, Yaşar Kaya, Haydar Aksu, Fadıl Budak, A. Efem Dolak, Musa Anter, Canip Yıldırım ve Mehmet Bilgin’inde isimleri bulunuyordu. Ortada delil olmadığı için tüm sanıklar 30 Nisan 1964’te beraat etti, ancak savcının itirazı üzerine karar Askerî Yargıtay tarafından bozuldu. 1965’te suç vasfı değiştirilerek dava yeniden görüldü. Bu sefer Y. Çamlıbel, Ş. Turan, M. Serhat, H. Akkuş, Ö. Akkoyunlu, S. Kılıçoğlu, Ş. Septioğlu, S. Elçi, S. Kırmızıtoprak, Y. Kaya, F. Savaş, F. Budak, A. E. Dolak, C. Yıldırım ve M. Anter TCK’nın 141 ve 142. maddelerinden yani “yabancı devletlerin müzahereti ile milli duyguları yok etmeye ve zayıflatmaya matuf cemiyet kurmaktan” 16 ay hapis, 5 ay 10 gün sürgün cezası aldı. Askerî Yargıtay bu kararı da bozunca dava Askerî Yargıtay Daireler Kurulu’na gitti, ancak karar kesinleşmeden dava zaman aşımına uğradı ve Türkmenler için yapılan bir misilleme olan ’49’lar’ davasının seyri yargı süreci açısından sonuçlanmış oldu.

Sivas kampı ve sürgün

27 Mayısçıların Kürtlere dönük bir diğer uygulaması ise insanlık dışı uygulamalarla tarihe geçen Sivas Kampı idi. 31 Mayıs 1960’ta, Cumhuriyet gazetesinde, “Sabık iktidar, Şeyh Said’in oğlunun Rus yapısı ciple Doğu’da propaganda yapmasına göz yummuştur” iddialarının yer aldığı bir habere yer verilmişti. Yine o günlerde Hakkari, Van, Siirt, Mardin, Diyarbakır gibi bölgenin sınır kentlerinde Barzani hareketine destek eylemleri yapıldığı yönünde iddialara basında yer veriliyordu. Haberden bir gün sonra 1 Haziran 1960’ta, bölgelerinde etkili olan toprak ağalarından, aşiret reislerinden, şeyhlerden ve Kürt milliyetçisi olduğu iddia edilen toplam 485 kişi tutuklanarak, Sivas-Kabakyazı’da açık arazide kurulan bir kampa kapatıldı. Dönemin gazetelerinde, Kürtler hedef gösterilirken, bu kampa ilişkin ise herhangi bir habere yer verilmedi. Olay ortaya çıktığında gerek Milli Birlik Komitesi (MBK) adına yapılan açıklamalarda, gerekse de gazetelerde yazdırılan yazılarda, “ağalık ve şeyhlik düzeninin yıkılması” haberlerine yer veriliyordu. Konuya ilişkin MBK bildirisinde ise, “Türkiye’nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanı olduğu, başka gayeler taşıyan birkaç kişiye benimsetilecektir” denilerek, farklı düşünen her kesime bir tehdit mesajı gönderiliyordu. Yine Sivas Kampı’nın dikkat çeken bir yanı ise, tutuklananların CHP’li ağa ve şeyhler değil de, DP’li olmaları kafalarda, “ağalık ve şeyhlik düzeninin yıkılmasından” öte başka soru işaretlerine neden oluyordu.

Kampta tutulan Kürtlerin hepsinin bütün mallarına el konulmuştu. Sivas Kampı’nda tutulanların bir bölümü, sürgün ile karşı karşıyaydı. Sürgüne gidecek 54’ü DP’li, biri Cumhuriyetçi Köylü Millet Parti’li 55 Kürt, “Babam Şarkın cellâdıydı, ben de sizin cellâdınız olacağım” sözleriyle övünen İçişleri Bakanı Muharrem İhsan Kızıloğlu tarafından seçildi. 55 kişi, Antalya, İzmir, Burdur, Muğla, Afyon, Isparta, Manisa, Çorum ve Denizli’ye gönderilerek, sürgüne tabi tutuldu. 21 Kasım 1960’ta 193 kişi tahliye edildi. Geriye kalanlar dokuz ay kampta kaldıktan sonra, üç aylarını sekiz vilayetin nezarethanelerinde geçirip, üstüne de iki buçuk yıl sürgün hayatı yaşadıktan sonra, 55 sürgünle birlikte Ekim 1963’te çıkarılan “genel afla” serbest bırakıldı.-DİHA

İbrahim Aslan
lekolin.org/cumhuriyetin-ilk-d

TBKP: Sürece müdahalede hatırda tutulması gereken bir örnek… / Komünist Parti'nin yasallaşmasını perçinleyen barışçı eylemler...
sesonline1.blogspot.com/2019/1

'Benim bu hale gelmeme bir tek cümle sebep olmuştur'

Türkiye’nin sayılı Sümerologlarından Veysel Donbaz ile Sümeroloji’yi, Sümer ve Asur kültürlerini ve tarihin bu az bilinenlerinin Anadolu kültürü üzerindeki etkilerini konuştuk.
gazeteduvar.com.tr/kultur-sana

CIA’den SADAT’a: Özel harp taktikleri

Peker'in Nevzat Tarhan'la ilgili paylaşımları 12 Eylül öncesinde siyasi tutuklar üzerinde yapılan ilaç deneylerine kadar uzanan 'özel harp' taktiklerinin yeniden hatırlanmasına neden oldu...
gazeteduvar.com.tr/ciaden-sada

“60. Yılında 1964 Sürgünleri ve İstanbullu Rumlar” Konferansı

1964 yılında İstanbul’da yaşayan Yunan uyruklu nüfusun Kıbrıs politikasında koz olarak kullanılması sonucu sınır dışı edilmesiyle, İstanbul Rum cemaatinin nüfusunda radikal bir düşüş yaşandı. Yunan uyruklularla evli olan T.C. tabiiyetinde bulunan İstanbullu Rum Ortodokslar da ailelerinin parçalanmasını önlemek, aile birliklerinin devamını sağlayabilmek adına 1964 sürgün kararından kısa bir süre sonra Yunanistan’a göç etmek zorunda kaldılar. 1964’den sonra da Kıbrıs gerginliğinin kızıştığı dönemlerde yaşanan baskılar, güvensizlik, kısmen de ekonomik sebeplerden dolayı bu göç aralıklarla devam etti. Özellikle 1964’den 1990’lı yıllara kadar devam eden göçler sonucu şu anda İstanbul’da yaklaşık 1.500 kişilik bir Rum nüfus kaldığı tahmin edilmektedir.

1964 Sürgünleri Rum cemaatinin kolektif belleğinde çok baskın bir travmadır. Bunun en temel sebeplerinden biri bu göçün kendi devletleri tarafından uygulanan bir “zorunlu göç” olması ve uygulanış şeklinin insanların onurunu kıracak bir şekilde gerçekleşmesiydi. Her hafta gazetede isimleri çıktı mı diye kontrol ederek, kendi isimlerini gördüklerinde de bir gecede yanlarına sadece bir valiz ve belli bir miktar para alarak evlerini, komşularını, Şehirlerini terk etmek zorunda bırakılan insanlar uzun yıllar bu kırgınlık yüzünden tekrar bu topraklara adım at(a)madılar.

“Benim annemin kuzeninin kocası Yunan tebalıydı. Kuzenime listeyi getirirlerdi. 24 saat içinde terk edilecek diye, her gün listeye bakarlardı babası listede mi diye. Bir sene bu sıkıntıyı yaşadılar. Annem sorardı telefonda, şifreli konuşurlardı, “ne oldu paketten birşey çıktı mı?” diye… huzursuzluğu düşünsene!” Rum, 65, Kadın[1]

1964’deki göçün zorunlu bir göç olması, İstanbul’da kalıp hayatlarına devam eden Rumların da bilinçaltına, “tekrar bir siyasi kriz olursa koz / rehine yerine kullanılacağız, bizi her an gönderebilirler” şüphesini ve güvensizliğini bıraktı. Tüm bu olumsuz algı ve duygular, 1964’den sonra Rumların kolektif belleğine yerleşen ve de farklı kimlik stratejileriyle kuşaklar arası aktarılan bir duygusal miras olarak kaldı.

“Eylül’de (6-7 Eylül 1955) giden olmadı ama esas kıyım 64’de. Doksan küsur binden otuz bine indi nüfus. Ben ilkokuldaydım, Zapyon’da. İçimde uktedir hala. Sınıfın yarısı gitmişti nerdeyse. Bir sene sonra yarısı yoktu arkadaşlarımın.” Rum, 68, Kadın

Zorunlu göçlerin bir diğer önemli sonucu da kent coğrafyasında yarattığı parçalanma oldu. 6-7 Eylül Pogromları, 1964 zorunlu göçleri ve 70 sonrası Kıbrıs krizi nedeniyle “rehine tutulmaları”, “koz” olarak görülmeleri, Rumların içlerine kapanmalarına, geniş topluma karşı daha kapalı ve pasifize bir hayat yaşamalarına, korunmacı bir içgüdüyle cemaatlerinin birarada olduğu belli başlı semtlerde kümelenmelerine sebep oldu. 6-7 Eylül Pogromları ve 1964 yılındaki sınır dışı edilme ile özellikle Samatya, Yedikule ve Fener semtlerindeki Rum nüfusu neredeyse sıfırlandı. Böylece İstanbul’un gayrimüslimlerinin adları ile anılan semtlerin sosyal tabakalaşmasında keskin bir değişim ve dönüşüm de yaşanmış oldu.

Azınlıklara dair disiplinler arası literatür yaklaşık son 20 sene içerisinde değerli çalışmalar içermesine rağmen 1964 Sürgünleri akademik alanda halen mikro bir alan kaplamaktadır. Aşağıda tanıtım afişi yer alan, istos yayın ve Hrant Dink Vakfı ortaklığı ile 20 Kasım’da yapılacak olan, “60. Yılında 1964 Sürgünleri ve İstanbullu Rumlar” tam da bu boşluğu doldurmaya yönelik atılan çok değerli bir katkı sunmaktadır alana. Ayrıca her Cuma saat 14:00’de Spotify’da, “Apelasis: 1964 ve Ötesi” podcast serisi yayında olacaktır. Umuyoruz ki Sürgünün 60. Yıl vesilesi ile hazırlanan bu değerli konferans ve Podcast serisi ile hatırlayıp, hafızaları tazeleyerek, zorunlu yerinden edilmelerin tarihsel sürekliliğine ve bugüne etkilerine dair disiplinler arası bir bakış açısıyla tartışma ve düşünme fırsatı bulacağız.
hyetert.org/2024/11/14/60-yili

Kanun gömleği giymiş zulüm: Varlık Vergisi
Varlık Vergisi

Sait Çetinoğlu

Hayk Ertaşkıran, 20 kur’a askerlikten hasta olarak dönmüştür. Hayk’ın Karaköy’de bir ayakkabıcı dükkanı vardır. Kendisine yüklü miktarda Varlık Vergisi salınır. Kanser hastası ve yatalak olduğundan hakkını savunamaz, dükkanı evi tamamen boşaltılıp bir tek yattığı yatak bırakılır. İki gün sonra Hayk eşine; “Saint Antuan Kilisesi’nde başımıza gelen felaketler için dua et ve dönüşte Beyoğlu’ndan bir tavuk al da gel canım çekti” der. Eşi duasını yapıp satın aldığı tavukla eve döndüğünde Hayk’ın cansız bedeniyle karşılaşır. Hayk, eşi kiliseye gittiğinde mutfaktaki ocak da alındığından boşta olan havagazı musluğunu açarak hayatına son verir.

Aslında Hayk Ertaşkıran’ın hikayesi Varlık Vergisi’nin özetidir. Başka söze gerek olmamasına rağmen biraz daha altını doldurursak:

Varlık Vergisi azınlıklara yönelik bir siyasettir ve bu siyaset kendisini bir “ekonomik” uygulamanın arkasına gizler. Cumhuriyet tarihinin kara sahifelerinden biri olan Varlık Vergisi, İkinci Savaş sırasındaki hükümetin bilinçli politikaları sonucunda fiyatların artışı, sermaye birikimini hızlandırma adına, karaborsa ve vurgunculuğa göz yumulması neticesinde -buna kısaca yağma da diyebiliriz- hükümete karşı oluşan tepkileri savuşturmak ve harp sırasında oluşan aşırı kazançların vergilendirileceği gibi masum bir “iktisadi” gerekçe ile çıkarılıp, savaşın verdiği fırsattan yararlanarak (sadece bir ayağı sermayenin “Türk”leştirilmesinin sağlanması olan) azınlık mensubu vatandaşların biçilmesine ve ekonomik ve kültürel olarak silinmesine, yaşam araçları elinden alınarak göç etmekten başka bir seçenek bırakmamaya yönelik İttihatçı gelenekten gelen etnik temizlik politikasının kırbacıdır. Yasa tamamen siyasidir ve pre-kapitalist/melez bir sosyal formasyona tekabül eden uygulamayı temsil eder.

Hükümet Varlık Vergisi öncesinde yaptığı mükemmel bir manipülasyonla kendisine yönelen ve/veya yönelebilecek tepkileri azınlıklara yönelterek savuşturmayı becermiş, bu yasayla, azınlıkları iktisadi ve kültürel olarak yok ederek homojen bir yapı şekillendirme fırsatını yakalamıştır. Çünkü ülkenin geri kalanında etnik temizlik yapılmıştı, ama İstanbul hâlâ Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerden arındırılamamıştı.

EKONOMİK VE KÜLTÜREL JENOSİD
Varlık Vergisi kanun gömleği giydirilmiş zulmün adıdır. İkinci Savaş yıllarında gayrimüslim vatandaşları ödeyemeyeceği derecede borçlandırıp, onların her şeylerine el konularak tüketilmelerine ve yaşamlarını devam ettiremeyecek duruma düşürerek, bu coğrafyadan ayrılmalarına/kovulmalarına yönelik siyasetin aracıdır. Hacizlerde bütün eşyalar yağma ve müsadere edildikten sonra kira devir haklarının dahi hacze konu olması gayrimüslimlere hiçbir şekilde yaşama hakkı tanınmamasının göstergesidir. Varlık Vergisi özel bir operasyondur. Operasyon devlet, basın (i), özel sektör ve halk işbirliğinin mükemmel örneğidir.

Varlık Vergisi siyasî bir karardır ve amacı gayrimüslimlerin birikimlerine el konulması, sermayenin el değiştirmesi ve müsaderesinin çok ötesindedir. Bu yasayla gayrimüslimlerin her şeyleri müsadere edilerek ekonomik ve kültürel jenosidi amaçlanmıştır. Sermaye transferi, siyasî kararın sonuçlarından sadece biridir. Azınlıkların belleğinde Saraçoğlu’nun “haraçoğlu” olarak hatırlanması nedensiz değildir. Varlık Vergisi Kanunu’nun bu temel özelliği, dönemin gazetelerinde yer alan bazı mezat ilânlarıyla belgelenmiştir.

Çok kısa zamanda örgütlenip sonuç alınması, bir anda gayrimüslimlerin donuna varıncaya kadar soyulması, önceden bir hazırlığın ve stratejinin var olduğunun göstergesidir. Donuna varıncaya kadar derken ironi yaptığımız sanılmasın; genç kadınların çeyizlik donları da el konulanlar arasındadır.

Verginin amacını, en iyi verginin mimarları bilir; onlardan biri de Saraçoğlu’dur. Saraçoğlu verginin, gayrimüslimlerin piyasadan silinmesinin ötesinde amaçlarının olduğunu gizlememektedir. Saraçoğlu memleketi olan Ödemiş’in Gölcük yaylasında yaptığı konuşmasında “Biz bu vergiyi Türk tüccarını ön plana çıkarmak için ihdas ettik. İstanbul’da dolaştığım zaman her nereye baktım ise azınlıkların çok gösterişli işyerlerini gördüm” der.

İstanbul Defterdarlığı’nın haczedip içindeki büyüklü küçüklü 150 domuzla birlikte mezata çıkardığı (27 Şubat 1943 günlü Tasviri Efkâr) domuz çiftliği de bu tasarımın bir örneğidir. Çiftliğin satışının ikinci bir ilanının olmamasından satışın gerçekleştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Tesis bir Müslüman tarafından satın alınmıştır.

Varlık Vergisi vasıtasıyla, en ağır vergi tahakkuk ettirilen Barzilay ve Benjamen firmasının kullanılır durumdaki gemilerinin Deniz Yolları’na devredilip Haliç’te çürümeye terk edilmesi de yasanın siyasi karakterinin aslolduğunu belgelemektedir.

1530 LİRALIK BORCA 24 BİNLİK HACİZ
Zaten azınlık sermayesi, Kemalistlere göre rasyonel sermaye değildir. Nesim Kızı Kade’nin 1530 liralık borcuna karşılık 24 bin lira değer konulan gayrimenkulünün haczedilmesi (14 Mart 43 Yeni Asır ) uygulanan politikanın boyutunu ortaya koymaktadır. Kışın ortasında sobaların, perdelerin dahi haczedilmesi yeterince açıklayıcı olsa gerektir.

Varlık Vergisi’ni vermeyen avukatların barodan çıkarılması da bu çerçevede alınan kararlar arasındadır.

Daha dramatik örnekler de vardır: Erman ve Emil’in cenaze arabasına dahi el konulup mezatta satılmıştır (Tasviri Efkâr 6 Kasım 1943 ). Cenaze arabasına el konulup mezatta satılmasının mantığı nedir? Hangi amaca hizmet etmektedir? Cevap verelim: Azınlıklara bu coğrafyada yer yoktur. Azınlıklara bu coğrafya ölülerine dahi dar edilsin ki her şeylerini bırakıp bu ülkeden gitsinler. Hiçbir izleri de kalmasın. Cako Ventura’nın bir küçük duvar aynasına (Yeni Asır. 24 Aralık 1943 ) varıncaya kadar her şeylerine el konulması, hatta çocuk oyuncaklarının bile hacze konu olması kanunun ne kadar acımasız olduğunun göstergesi olarak da okunabilir.

O yıllarda sağlık sorunlarının çok vahim olmasına rağmen, Varlık Vergisi’yle doktorların muayene eşyalarına da el konulması (ii), azınlık mensubu doktorların ve sağlık kuruluşlarının hizmet veremez duruma getirilmesi, azınlık cemaatlerinin hastanelerine ağır vergiler konulması, vergisini ödeyemeyen avukatların barodan kayıtlarının silinmesi bu yasadan amacın gelir elde etmek olmadığının, yasanın, azınlıkların bu coğrafyadan silinmesinin aracı olduğunu kolayca söyleyebiliriz.

Varlık Vergisi ile müsadere edilip mezatta satılan gayrimenkullerin tahsilâta oranının Faik Ökte’nin verdiği bilgilere göre yüzde 1 civarında olması da amacın siyasi niteliğini daha açık ortaya koymaktadır.

Keyder, Varlık Vergisi’yle verilen mesajın açık olduğunu söyler: Gerçek ekonomik etkisi ne olmuş olursa olsun, bu uygulamanın verdiği mesaj açıktı ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında, birçok gayrimüslim İstanbul’u terk etti. Mesaj azınlıklarca alınmıştır. Kitleler halinde bu coğrafyayı terk edecekler ya da 1964 yılında olduğu gibi kitleler halinde sınır dışı edileceklerdir.

VERGİNİN SOSYAL HİZMETİ!
11 Kasım 1942 tarihinde kabul edilen bu yasayla “verginin yüzde 70’i İstanbul’daki mükelleflere tahakkuk ettirilmiştir ve bu mükelleflerin yüzde 87’si gayrimüslimdir. Müslümanlar ise yüzde 7’lik bir oranı oluşturmaktadır. Oysa bu yıllarda Müslüman-Türk şir­ketlerde bir patlama yaşanmıştır. Anadolu eşrafı ve büyük top­rak sahipleri, hükümet politikasıyla savaş yıllarında yaratılan suni darlıktan hatırı sayılır bir birikim sağlamıştır ve bu biriki­mine İstanbul’da yeni kanal aramaktadır. İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası’na 1942 yılı içinde 8 bin yeni kayıt yapılarak üye sayısı 28 bine yükselmiştir. Yeni girişimcilere hazır pazar… Uygulamacılardan Ferit Melen’in “Varlık Ver­gisi sonrasında tüm Anadolu tüccarı örneğin Koçlar, Sa­bancılar bu hadise ile kendilerine yer bulmuşlardır. Bu hadisenin böyle de sosyal bir hizmeti olmuştur. Varlık Vergisi ile tüm amaçlar bir arada çözülmek istenmiştir” sözleri bu olgunun ifadesidir.

Varlık Vergisi İttihat Terakki geleneğinin devamı olarak Cumhuriyet tarihinin azınlık karşıtı politikalarının en önemli pratiklerinden biri olan ‘1934 Trakya olayları’, ‘vatandaş Türkçe konuş’ ve ’20 kur’a ihtiyatlar uygulaması’ndan sonra azınlıkların bu coğrafyada artık bir yeri olmadığını gösteren önemli siyasi uygulamalardan biridir. Anlayamayanlara 6/7 Eylül olaylarıyla 1955 yılında daha net olarak anlatılacaktır. Azınlıkların seçeneği, ülkeden gitmek ve her şeylerini burada bırakmaktır. 1948’de İsrail’e gitmek isteyen Museviler de her şeylerini bırakma karşılığında ülkeden çıkabilme izni alabilmişlerdir. Kıbrıs olayları bahane edilerek etabli Rumlar da 1964’te her şeyleri bıraktırılarak sınır dışı edilirken, Yahudilerle aynı kaderi paylaşacaklardır: ‘0 Kilo. ‘0 Dolar!’

Bir resmi gazete olan 13 Kasım 1942 tarihli Ulus’ta, Fazıl Ahmet Aykaç’ın, Son kararları Düşünerek başlıklı Varlık Vergisi ile ilgili yazısındaki ürkütücü sözleri de bu kapsamda ele alabiliriz: “Bilelim ki yapılan şey, dün haddini bilmemiş olanlara bir ceza olmaktan ziyade onu yarın unutacaklara karşı muazzam bir ihtardır”.

Bir Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı yayınında ise şu ifadeler yer almaktadır: “İttihat ve Terakki’nin 1908’den itibaren başlattığı millî iktisat politikasına rağmen, Osmanlı sanayiinde gayrimüslimlerin ve yabancıların hemen hemen tamama yakın etkinliklerinin, 1915 yılında bile (abç) azaltılamadığını söylemek yanlış olmaz. Bu durumun Birinci Dünya Harbi ve sonrasında kısmen; Cumhuriyeti kuran kadro tarafından gerçekleştirilecek millileştirme faaliyetleriyle de 1930’lardan sonra derece derece düzeltileceğini belirtelim” sözleri de politika devamlılığını işaret etmektedir.

Genel kanının aksine Varlık Vergisi’yle sadece azınlık burjuvazisi hedeflenmiş değildir. Varlık Vergisi’yle azınlıkların tümünün tüketilmesi hedeflenmiştir. Başka türlü yoksulların barakalarına varıncaya kadar el konması nasıl izah edilebilir? Gayrimüslimlerin en yoksul kesimlerinden seyyar satıcı, hademe, şoför gibi günlük çalışanlardan 26 bin kişi vergilendirilmiştir. Taban 500 liradır. Bu rakam çok yerde Müslümanların tavan ödemelerine denk gelir.

Bu vergiye tabi tutulan İstanbul’daki toplam mükelleflerin(!) yüzde 25’ini oluşturan seyyar grubunda (15 bin 413 kişi), kişi başına 624 lira vergi düşer. Ücret karşılığı olarak çalışan hizmetli grubu (10 bin 991 kişi), toplam mükelleflerin yüzde 18’ini oluşturur ve kişi başına 626 lira düşer. Mülksüz gruplar, mükelleflerin (!) yüzde 43’ünü temsil ederler. Çoğu İstanbul’da Balat, Hasköy, Kuledibi, İzmir’de Keçeciler, Çankaya, Mezarlıkbaşı ve Irgat Pazarı gibi fukara mahallelerinde yaşayan proleter, alt, orta tabaka veya esnaf Musevilere, aralarında çok işadamı, tüccar, zengin bulunsa dahi, genel olarak zenginleştiniz demek yanlıştı.

İTTİHATÇI POLİTİKANIN KRİSTALİZE HALİ
Varlık Vergisi orantısızdır: Bu vergiye ilişkin bir incelemede, orantısızlık açıkça görülmektedir, İstanbul’da 100’ün üzerinde rastgele seçilen aynı güçte olan mükelleflere uygulanan verginin, firmaların gücüne kıyaslanmasında şöyle bir sonuca ulaşılmaktadır:

Etnik köken Kapital gücü-vergi ilişkisi
Ermeni tüccarlar yüzde 232
Yahudi tüccarlar yüzde 179
Rum tüccarlar yüzde 156
Müslüman-Türk tüccarlar yüzde 4.94

Bu yasa her şeye rağmen bu coğrafyada tutunabilen azınlıkların zor kullanılarak ekonomik gücünün kırılması, azınlıkların tüketilmesi için zincirleme ekonomi dışı politikaların uygulanması, ekonomik ve kültürel jenosidin pratikleri olarak İttihatçı politikanın kristalize olmuş halidir.

Vergi, ruhunda 1915 jenosidinin genlerini taşımaktadır. Başka bir ifadeyle 1915 jenosidi ruhunun 1942’de hortlamasıdır. Her ikisinde de savaş fırsatı değerlendirilmiş, savaş ortamının güç dengeleri hesap edilmiştir. Savaş süresince “tarafsızlık/savaş dışılık” politikası ile birlikte uygulanan şantaj politikasının verdiği hareket serbestliği, vergiyi uygulamada hükümete eşi bulunmaz bir fırsat ve kolaylık sağlamıştır.

Bu durum Boston’da yayınlanan Ermeni gazetesi Hairenik’in 30 Haziran 1943 tarihli sayısındaki Canavar Yine Zincirlerinden Boşandı başlıklı makalesinde dile getirildi.

Varlık Vergisi aynı zamanda İttihatçı Paşa İnönü’nün Lozan’da yarım bıraktığı ya da gerçekleştiremediği azınlıklardan kurtulma projesinin uzantısı olan İttihatçı geleneklere uygun bir projedir.

Komisyonlardaki etkin görevlerde Tophaneli Bican Bağcıoğlu, Tevfik Amca, İTC Katib-i Mesulu ve Hamallar Kahyası Reisi ve 1915 Soykırımında Konya’nın yerlisi Ermenileri ve Konya’da konaklayan Ermenileri ölüm yollarına süren Mahmut Ferit Hamal gibi eski İttihatçıların bulunması İTC’nin mutemet şeyhülislamı Hayri Efendi’nin oğlu Suat Hayri Ürgüplü’nun bütün komisyonlara hakim olup kontrol görevinde bulunması, bu kadroların yarım kalan bir hesabı görme operasyonu olarak görmemizde ayrı bir ipucudur. Bu eski İttihatçıların gerek komisyonlardaki tavırları gerekse süreci takipleri sırasındaki eylemleri de bunu doğrulamaktadır.

Aşkale’ye sevk gününe ilişkin Faik Ökte’nin söyledikleri bu konuda başkaca yorum yapmamıza gerek bırakmamaktadır; “Sevk günü eski İttihatçılardan birkaçı bana müracaatla kafileden Sekip Adut ve benzeri birkaç kişinin sağ salim dönüp dönmeyeceğini sordular”.

Vergiyi kabul eden mebusların listesinde gerek meclis bileşenleri gerekse kabul oyu veren meclis üyelerine ilk bakışta Teşkilat-ı Mahsusa elemanlarının çokluğu Varlık’ın 1915’le ilişkisini bir başka açıdan da netleştirmektedir. Varlık Vergisi Kanunu oylamasına katılarak kabul oyu verenler arasında azınlık mebuslardan Ermeni Berç Türker (Keresteciyan), Rum İstamat Özdamar (Pulluoğlu) da bulunmaktadır.

VERGİNİN EKONOMİYE FAYDASI OLMADI
Verginin acımasızlığına dayanamayan, itiraz eden ve görevden ayrılan müfettişler de vardır: Faik Ökte, “Fatih şubesinde çalışan İhsan Arat mükelleflerin ıstıraplarına, gözyaşlarına birkaç aydan fazla dayanamadı. Bu işten affedilmesini istedi. Şubesi munzam vazife olarak Rifat Onat’a verildi. Bütün varlığı satılan mükelleflerin çalışma kampına gönderilmesine en evvel Ekrem Türkay itiraz etti. Dinlemediler. Türkay ayrıldı. Şubesi Vefik Pirinççioğlu’na (iii) verildi”. Varlık Vergisi bürokratları yönetim basamaklarını en hızla tırmanan bürokratlar arasındadırlar.

Ekonomik bir politika olmadığından, verginin ekonomiye bir faydası olmamıştır. Toplanılan gelirler üretken olmayan harcamalara gitmiştir. İktidar bu olanağı iktidarını sürdürebilmek için günlük harcamaların finansmanında değerlendirmiştir. İki yıllık bütçelerin karşılaştırması bunu açıkça göstermektedir.

Varlık Vergisi’nin uygulamacısı Faik Ökte’nin, devlet tarafından icra yoluyla satışa çıkarılıp el değiştiren malların yeni sahiplerinin, savaş koşullarında mal darlığı ve karaborsa nedeniyle fiyatlarının yüksek olmasından dolayı normalin üstünde fiyatla satıldığını söylemesi, Türk ve Müslüman kesimin ihtikârına göz yumulduğunun ifadesidir.

Devlet harcamalarının yüzde 38’i ve milli gelirin yüzde 3,5’i, sanayi ve hizmetler kesiminde yaratılan hâsılanın yüzde 8’i oranında tahsilât yapılmasına rağmen emisyon hacminin daralmaması, haczedilen mallar dolayısıyla (iv) piyasada mal bolluğuna rağmen fiyatların düşmemesi, Müslüman tüccarın ihtikâra devam etmesinin göstergesi olarak okunabilir.

Varlık Vergisi borçlarını ödeyemeyen İzmirli mükellefler Sivrihisar’daki zorunlu çalışma kamplarına sevk edilirken, Başvekilin memleketi Ödemiş’te bayram vardır. Ödemişliler Başvekilin onuruna eğlenceler düzenlenmektedir.

Ekonomideki zorlukların aşılması(!) için konulduğu söylenen verginin kahramanı muzaffer başvekilin yurttaşları üzerinde kazandığı zaferin anısı abideleştirilmektedir. 2 Eylül günlü Tasviri Efkâr gazetesi İzmir Ödemiş yolunun her istasyonunda halk tarafından eşine nadir tesadüf olunur tezahüratla karşılandığını birinci sahifeden ilan ederken, Saraçoğlu anıtının bir gün önce açıldığını da şöyle müjdelemektedir: Başvekille beraber: İzmir’den Ödemiş’e, Saraçoğlu anıtı dün açıldı (Tasviri Efkâr 2 Eylül 1943)

Aynı dönemde zor ekonomik koşullar altında olunmasına rağmen İnönü büstlerinin de açılışlarında da geri kalınmamaktadır. 1943 bütçesine, Atatürk anıtı proje masrafları olarak 250 bin lira konduğunu da belirtelim.

SUÇ ORTAKLARI YARATILDI
Bu arada iktidar – vaziyetin icaplarından dolayı – kendisine suç ortakları yaratmaktan da geri kalmamaktadır. İktidarına destek ve verginin meşrulaştırılması için memurlara birer kat elbise ve birer maaş ikramiye verilmesi de unutulmaz. Rejimin üst düzey bürokratları da paylarını lojman olarak alırlar. Bugünkü adıyla Namık Kemal Mahallesi (eski adıyla Saraçoğlu Evleri) o günlerin eseridir.

Tüketiciler de unutulmaz; ucuz yiyecek için onlara da buğday alımı yapılır. Bu dönemde tek tip ya da makbul vatandaş yaratma mekanizması olarak kurulan Halkevleri’ne ayrılan kaynaklar ise birkaç önemli bakanlık bütçelerinin toplamından fazladır.

Varlık Vergisi’yle yapılan harcamalardan söz açılmışken iki kalem harcamadan daha söz edelim: Biricisi; 1943 bütçesine Varlık Vergisi’ne ait her türlü ücret ve harcamalar olarak 500 bin lira ödenek konulmuştur. İkincisi, gazetelere 299 bin 888 lira ilan bedeli olarak yapılan ödemedir. Faik Ökte, “İlan dolayısıyla gazetelerle aramızda sinsi bir mücadeledir başladı. Nihayet zimmî bir anlaşmaya vardık. Borçlunun kesesinden ödenen bu tevziatın yekûnu 299 bin 888 liradır.” diye açıklar.

Gazetelere ödenen bu miktar sadece İstanbul’u kapsamaktadır. Gazeteler ya da gazeteci partililer/partili gazeteciler, iktidara desteklerinin(!) karşılığını mağdurların kesesinden almışlardır.

Varlık Vergisi’nin 14’üncü maddesi müsaderenin kanunlaştırılmasıdır. Bu madde hükmü ile vergi mükellefi kılınarak vergi yükü bindirilen birinin borcuna karşılık neredeyse bütün akrabalarının malları teminat olarak haczedilebilmektedir.

KIRIMIN KÜLTÜREL BOYUTU
Yasayı bilmeyen bir hukukçuya bu madde okunursa şaka zanneder. Kırımın bir de kültürel boyutu vardır. Bu vergi neticesinde başlayan kitlesel göç, çok önemli bir kültür birikiminin yok olmasına, kültürel iklimin çoraklaşmasına neden olmuştur. Kayıp sadece azınlık cemaatlerinin kaybı değildir söz konusu olan, kültürel soykırımdan azınlık cemaatleriyle birlikte Türkiye de kaybetmiştir.

Kültürel yıkımın bir veçhesi de, entelektüel gerilemedir. Azınlıkların içine düştüğü yoksulluk, çocuklarının eğitimine de yansımıştır. Gayrimüslimler çocuklarını okutamaz duruma gelmemişlerdir. Çoğu gayrimüslim öğrenci okullarını bırakmak zorunda kalmıştır.

Varlık Vergisi uygulaması 1948 Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nde soykırım tanımının manevi ve maddi unsurlarını içermektedir: Eylemin “ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla” yapılmış olması, sözleşmede maddi unsur olarak tanımlanan azınlıkların yaşam araçlarının ellerinden alınması ve bir kısmının toplama kamplarına sürülmesi “grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldırılacağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek”, azınlıkların savaş ortamında yaşama araçlarından koparılarak açlığa mahkûm edilmeleridir. Bu açıdan da Varlık Vergisi insanlığa karşı işlenen bir suçtur aynı zamanda.

Türk solunun Varlık Vergisi’nin komprador burjuvazinin tasfiyesine yönelik olduğu ve bunların tırpanlandığı değerlendirmeleri boşlukta kalmaktadır. İttihatçılığın devamı olan Kemalizm’den beslenen “sol” için bu değerlendirme normaldir. Ancak Marksist iddialı iktisatçıların da konuya aynı açıdan bakmaları ya da azınlıklara yapılan bu uygulamayı görmezden gelmeleri anlaşılmazdır. Komprador retoriğini sürdürenlerin, ecnebi mükelleflerin(!), konsolosluklarının baskısı ile Müslümanlara uygulanan oranda vergilendirilmesine -daha doğrusu vergilendirilmemesine (v) karşı suskun kalmaları ayrı bir konudur. Vatandaşların etnik kökenine göre ayırıp bir bölümünü içerideki yabancılar olarak nitelenmeleri düşündürücüdür.

ÇALIŞMA KAMPLARI YASANIN SİLAHIYDI
Borcunu ödeyemeyen mükellefler 27 Ocak’tan itibaren toplama kamplarından alınarak Aşkale’ye gönderilmeye başlanır. Sabiha Sertel, Aşkale’de yaşananları anılarında şöyle nakleder; “Gidenlerden gelen mektuplar, Allah’ın çayırında, çadırlar, barakalar içinde yaşadıklarını, yiyecek bulmadıklarını, her gün sabahtan akşama kadar taş kırdıklarını bildiriyordu. Kanun, Nazi metotlarıyla yürütülüyordu. Şükrü Saraçoğlu, efendisi Von Papen’den, Hitler’den iyi ders almıştı… Verginin bu şekilde alınması hem içte, hem dışta kötü tepkiler yaptı. Dünya basınında Türk toplumu için yüz kızartıcı yazılar çıkıyordu. Bütün gürültülere, baskılara rağmen Varlık Vergisi, hükümetin istediği geliri sağlamadı. Ekonomik durum daha da kötüleşti”.

Mükelleflerin (!) çalışma kamplarına alınmaları yasanın en önemli silahlarından olduğu için sürgünler çalışma kamplarında kötü şartlarda çalışmakta ve barınmaktadırlar. Üzerlerinde baskı olmaması düşünülemez; nitekim anlatımlar ve raporlar bunu doğrular niteliktedir. “Aşkale’ye gönderilen mükellefler kafilesine yirmi kur’a gayrimüslim ihtiyatların silâhaltına alınmaları sırasında onların komutanları olan Albay Cevat Çetin komutanlık yaptı[ğını]” da eklersek Sürgünlerin yaşadığı dehşeti belki daha iyi anlayabiliriz.

Aşkale’de tutsaklardan biri sıranın biraz dışına çıktığında komutan albayın hışmına uğrar, Albay tutsağa şiddetle vurur, aldığı darbeden dişleri dökülen tutsak yerden dişlerini toplar, tutsağın, dişlerini kanıt olarak saklayacağını anlayan albay dişleri zorla elinden alıp taşla ezer(…) Albay başka bir zaman nutkunu şu sözlerle bitirir: “Neden şikayet ediyorsunuz? Bizim köylülerimize bakın bize ürünlerinin dörtte üçünü vermek zorundalar [Toprak mahsulleri vergisi kastediliyor] yine de şikâyet etmiyorlar.” Genç bir Ermeni ise sırasından ayrılmadan şunları söyler: “Bize çiftçileriniz gibi davranmanızdan memnun olurduk, onlar dörtte üçünü veriyorlar ama çiftliklerini, tarlalarını, hayvanlarını ve evlerini ellerinde tutuyorlar ve çalışmaya devam ediyorlar, bizim için ise (bize gelince) bizi tamamen çökerttiniz, yok ettiniz. Bizden işlerimizi, evimizi ve paralarımızı aldınız. Burada biz dünyada hiçbir ülkede olmadığı bir şekilde suçlu muamelesi görüyoruz. Suçluların barınma ve yiyecek ihtiyacı karşılanır. Sadece bize hiçbir şey vermemekle kalmadınız, zorunlu ihtiyaçları karşılamak için tuttuğumuz küçük şeyleri de alıyorsunuz, bu yüzden açlıktan ölüyoruz.”

Aşkale’de zorunlu çalışmaya tabi tutulan mükelleflerden 21’i (kamplarda 10 ay kalan Parseh Gevrekyan’a göre 25’i) yani yüzde 1,5’i kampta hayatını kaybetti. Ölenlerin dini ve etnik kimliği farklı da olsa azınlıklar cenaze törenlerini birlikte yaptılar. “Sürgünler naaşları tahta üstüne koyarlar ve tarlalara gömerlerdi; yanlarında da boş bir şişenin içine ölünün isminin yazılı olduğu bir kağıt parçası koyarlardı. Papaz yoktu. İçlerinden birisi papazlık görevi yapar, cenaze ilahisini okurdu ve sonradan trisagion (üç kere kutsal duası).” (O Politis (Ο Πολίτης), Atina, Şubat 1993)

Ne yazık ki Aşkale’de ölen Varlık Vergisi kurbanlarının Kamhi, Elyazar, Romano, Kostantinidis, İosif Topaloğlu,Yeorgio Topaloğlu, İsak Antoniadi, Konstandinos İatru ve Delioğlu’nun dışında diğerlerinin kimliklerini hâlâ bilmiyor olmamız acıtıcı bir gerçeği ifade etmektedir. 20 kur’a uygulamasında ölen kurbanlar kimsenin aklına gelmemiştir. Bu kurbanların da sayıları ve kimlikleri dahi bilinmemektedir. İktidar bu ölümleri doğal ölüm saymaktadır. İzmir’de de uygulama sırasında vergi kurbanlarından dördü vefat ettiğinden çalışma kamplarına sürülemediği ifade edilmiştir (16 Ekim 1943 Anadolu). Bu dört kişinin ölümü bu zulüm şartlarında doğal ölüm sayılabilir mi?

Kendisine uygulanan verginin miktarı karşısında, Zonguldak Devrekli Kasketçi Andon kalp krizi geçirerek anında ölmüştür.

Ya kamplardaki kötü yaşam koşullarında etkilenerek sağlığı bozulanlar ve birkaç yıl içinde hayatını kaybedenler… “[D]eri ticaretiyle uğraşan 51 yaşındaki amcama bütün servetinden fazla bir meblağ vergi olarak tahakkuk ettirilmişti. Onu ödeyemedi. Çalışma kampına gönderildiğinde şeker hastası idi. Kamptan geri döndüğünden bir buçuk yıl kadar sonra kalp krizi ve tıbbi komplikasyonlar sonucu vefat etti. Birçok aile dostumuz birkaç gün veya hafta dayanamadan kamplarda vefat ettiler.”

Kamptaki yaşam koşulları çoğu tutuklu için doğal ölüm sebebi oluşturmaktadır. Bu durumdan birçok raporda söz edilmektedir:

“Kötü yaşam koşulları ve tıbbî olanakların yetersizliği nedeniyle Romano adında bir Yahudi, kısa süren bir hastalık ve yardımı istenen doktorun da hastayı muayene etmeyi reddetmesinin ardından 28 Mart 1943 tarihinde bir ahırda saman döşek üzerinde vefat etti. Bazil Konstantinidis adlı bir Rum çalışma kampından dönerken Erzurum’da vefat etti. Kendisine tıbbî yardım yapılmamıştı. Bazil Konstantinidis, vefat etmeden önce Erzurum’dan karısına yolladığı son mektupta, mücevherler dâhil olmak üzere elde mevcut son varlıklarını satmasını, bundan elde edeceği para yetişmezse eşten dosttan borç alıp vergiyi ödemesini istedi. Kocasının vefat ettiğinden haberdar olmayan eşi son ziynet eşyasını satıp zorlukla parayı toplayıp vergiyi ödedikten ve makbuzu aldıktan sonra memura Erzurum’daki yetkililere telgrafla verginin tamamen ödendiğini bildirip kocasının serbest bırakılmasını istemelerini rica etti. Vergi memuru kadına çok üzgün olduğu ancak kocası birkaç gün önce vefat ettiği için telgraf çekemeyeceği cevabını verdi.”

KAPISINA TAHSİLDAR GÖNDERECEK MÜKELLEF KALMADIĞINDA…
3 Aralık 1943 günlü Başbakanlık onayında sürgünlerin evlerine dönmesine izin verilir

Dâhiliye, Maliye, Nafia Vekâletlerine,

Varlık Vergisi borçlarını kanunun tayin ettiği müddet içinde ödemediklerinden dolayı çalışma mükellefiyetine tabi tutulmuş olan vatandaşların, aile ve iş muhitlerinde çalışarak bakiye borçlarını ödeyebilmek imkânlarını bulabilmeleri için aileleri nezdine iadeleri tensip olunur.

Arzederim. Dâhiliye, Maliye, Nafıa Vekâletlerine yazılmıştır.

Başvekil

Eve dönüşte tesadüf vapur iskelesinde İstanbul defterdarına rastlarlar, aynı vapura binerler. Sürgünler Faik Ökte’yi tanıdıklarında vapurun üst güvertesinden ona doğru eğilerek hep bir ağızdan “Yaşasın Cumhuriyet!” diye bağırırlar. Faik Ökte: “Bu uğultu ne zamandır cefa çeken bedbaht bir kitlenin alabileceği en büyük intikamdı…”

Varlık Vergisi bir muhalif oya karşılık 310 kabul oyuyla 15.3.1944 tarihinde kaldırılır.

Ancak Varlık Vergisi’yle ilgili mezat ilanları 15.3.1944 günü dâhil devam eder. Suat Kehribar (Salamon)’a ait bakır fabrikası hissedarlık hukukunun satışı 15.3.1944 Tasviri Efkâr da yer alır. Düzeltme ilanlarına rastlamadığımızdan, vergi kaldırıldıktan sonrada satışların sürdüğünü anlıyoruz. Satılamayan menkul ve gayrimenkuller artık hazine malı olmuştur, bunların mükelleflere iadesi söz konusu değildir.

Verginin kaldırıldığı oturumda konuşan toprak ağası Emin Sazak’ın sözleri 16 Mart 1943 günlü Tasvir Efkâr gazetesinde şöyle nakledilmektedir: “Hükümet bu kanun lahiyasile… vergi borçlarını affetmiş olabilir. Fakat bunlar halkın nazarında birer cani, yurdumuza ihanet etmiş kadar maznundurlar. Bir gün millet intikamını alacaktır.”

Varlık Vergisi tahsilatı ertesi yıl bitti “öngörülen hedefler” gerçekleşmedi. Ekonomi göstergeler daha da kötüleşti. Ancak bu kez kapısına tahsildar gönderecek mükellef kalmadığı gerçeğinin altını çizmek gerekir.

Sait Çetinoğlu
(i) 1942 yılı CHP iktidarında muhalif medya yok. Tamamı merkez medya. Medyayı kontrol eden Basın Konseyi’nin başında Cemal Paşa’nın özel kalemi Ulus Gazetesinin başyazarı Falih Rıfkı vardır. Falih Rıfkı için tek gerçek, devletin gerçeğidir: “Hakikatin ne lüzumu var devletin hakikati yeter!”

(ii) Dişçi Nubar Peştamalcıyan’ın dişçiliğe ait alet ve edevatın mezatta satışı, 10.4.1943 Tan, Doktor Yaranusyan’ın doktor muayene eşyalarının mezatta satışı, 8.3.1943 Tasviri Efkâr

(iii) Vefik Pirinççioğlu, Diyarbakırdaki 1895-96 Ermeni kırımlarının sorumlusu Arif’in torunu ve 1915’te Diyarbakır’daki Ermeni Soykırımı sorumlularından Feyzi Pirinççioğlu’nun oğludur.1960 darbesi sonrası kurulan İnönü restorasyon hükümetinde bakanlığa getirilecektir.

(iv) Gayrimüslimlerin mallarını saklamadıkları, ticarethanelerinde bulunan malların haczedildiği gazetelerdeki haciz listelerinden anlaşılmaktadır. Zaten Milli Koruma Kanunu’nun denetimi de her an gayrimüslimlerin üzerindedir. Kaçırmaları söz konusu değildir. Gümrükteki ambarındaki mallar, akreditifler dahi hacze konu olmuştur

(v) M [Müslüman] grubunun vergileri gayet hafifti, hatta bir kısım mükellefler kendilerinden neden bu kadar az vergi tarh edilmiş olduğuna hayret etmişlerdi. Halide Edip bu meyandadır. Verginin ilanı günü sevincinden kurban kesen M mükellefler vardır” Faik Ökte, Varlık Vergisi Faciası s.129

KAYNAKLAR:

A.Sait Çetinoğlu, Varlık Vergisi 1942-1944, Ekonomik ve Kültürel Jenosid, Belge Y. 2009, Ali Güler, Türkiye’deki Gayri Müslimler Gnkr. Y. 1996, Anver Levi, Türkiye Cumhuriyeti’de Yahudiler iletişim y.1998, Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları İletişim Y. 2006, Çağlar Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, İletişim Y.2005, Faik Ökte, Varlık Vergisi Faciası. Nebioğlu,1951, Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi İmge, 2004, Muhammet Güçlü, Varlık Vergisi Kanunun Çıkarılması, Uygulanması, Kaldırılması ve Sonuçları, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi Ege Ün 1990, Rıdvan Akar, Aşkale Yolcuları, Belge Y. 2000, Rıfat N. Bali Bir Türkleştirme Serüveni İletişim Y.2005. s 456 Rıfat N. Bali The “Varlık Vergisi” Affair A Study of Its Legacy selected Documents, The Isıs Pres, 2005. Sabiha Sertel, Roman Gibi 1919-1950, Cem Yayınevi, 1978 s. 240
saitcetinoglu.com/kanun-gomleg

Çözümü yapay zekaya sordum…

Mehmet Altan

Bir sokak röportajında “Ben Türk değilim” diyenin Sulh Ceza Hakimliğince “silahlı örgüt propagandası yapma” suçlamasıyla tutuklandığı bu ortamda, Mehmet Şimşek yöntemini izleyerek yapay zekaya “Türkiye’de Kürt Sorunu nasıl çözülür?” diye sordum.
artigercek.com/makale/cozumu-y

"Dünya bir rüya sahnesinde sahnelenen bir tiyatrodur."

Guru Nanak

İstiklal Mahkemeleri ve Pontoslu Rumlar

Tamer Çilingir

İstiklal Mahkemelerinin kuruluş amacı düzenli ordunun kurulmasını ve yaşamasını sağlamak için asker kaçakları sorununu çözmekti. Kısa süre sonra ise mahkemelerin yetkileri vatana ihanet, casusluk, ayaklanma gibi maddeleri de kapsayacak şekilde genişletildi.

Aybars’a göre 1920-1922 yılları arasında 59 bin 164 sanık birinci dönem İstiklal mahkemelerinde yargılanmış, bu sanıklardan 11 bin 744 sanık aklanmış, 4 bin 168 sanık çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştır. 1920 yılı ocak ayından 1922 Temmuz ayına kadar geçen sürede çeşitli istiklal mahkemelerince verilen idam kararı 1054’tür. [1]

Sürekli bu mahkemelerin adalet dağıttığından dem vuran ve çok az insanın idam edildiğini söyleyen doktora tezini İstiklal mahkemeleri üzerine yapan Ergün Aybars’ın yaptığı bu hesaba göre geride kalan 42 bin 198 sanığa ne olmuştur?
Bilmiyoruz!

300.000 kaçak asker

1918 yılında Mondros Mütarekesini imzalayarak 1.Dünya Savaşının mağlubu olan Osmanlı zaten bu mütareke sonucu ordularını dağıtıp silahlarını teslim etmeyi kabul eder.
Öte yandan savaşın galipleri açısından geride kalan Osmanlı topraklarında nasıl bir yönetim olacağına dair bir fikir yoktur.
Rusya’da 1917’de gerçekleşen Bolşevik devrim hem Avrupa’da hem de dünyadaki diğer kapitalist ülkelerin politikalarını yeniden gözden geçirmelerine sebep olur. Osmanlı da bu durumun farkındadır ve Mondros’ta altına imza atmasına rağmen silah bırakmak yerine geride kalan Hristiyan Rumları sürgün ederek ya da yok ederek tüm nüfusu Müslüman olan bir devlet olarak varlığını sürdürmek niyetindedir. Ancak halk savaşmak istemektedir, 1918 yılında Türk ordusunun asker kaçağı sayısı 300 bin idi.[2]

Evinin yakılması ve ailesinin sürgün edilmesine…

Diğer İstiklal Mahkemeleri gibi Amasya İstiklal mahkemesi de binlerce asker kaçağının evinin yakılıp ailesinin sürgün edilmesine karar verdi. Değnekle darp, pranga-bend ve kelepçe-bend en çok verilen cezalardandı.
Mecliste yapılan bazı görüşmelerde ev yakma cezaları eleştirilince bu cezanın yerini ‘suçun tekrarlanması durumunda idamına karar verilmesine’ dönüştürüldü.

Böylece asker kaçakları zorla yeniden silah altına alınıyor ve köy baskınlarında, kilise yakmalarda, cinayetlerde en öne sürülüyorlardı.

Pontos’ta İstiklal Mahkemeleri
Pontos’ta kurulan İstiklal Mahkemeleri değişik tarihlerde değişik adlarla anılmıştır. Sivas İstiklal Mahkemesi, Samsun İstiklal mahkemesi adlarıyla anılsalar da çalışma alanı Amasya’da olduğu için bu iki mahkemenin adı birçok belgede Amasya İstiklal Mahkemeleri olarak geçer. Samsun İstiklal Mahkemesi Pontus Rum Ayaklanmasına katıldıkları gerekçesiyle 485 kişiyi ölüm cezası ile cezalandırmıştır.

Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından haklarında ölüm cezası verilenlerin 28’i Rum ve Ermeni’dir.

Merzifon Koleji davası…
Merzifon Koleji Pontos Rum Soykırımını savunanlar açısından en çok dile getirilen bir okuldur. O tarihte dünyada eşi benzeri olmayan dört dilde eğitimin yapıldığı, kütüphanelerinden botanik bahçelerine ve laboratuvarlarına kadar modern bu okulun öğretmenleri, öğrencileri İstiklal mahkemesi kararlarıyla idam edilirler.

İstiklal Mahkemesi Kararı:
‘’Icab-ı keyfiyet bi’l-müzakere: Memalik-i devlet-i aliyeden bir kıtayı Pontus namı altında ayırarak hükûmet teşkili maksadıyla teşkil eden Pontus cemiyetlerinden Merzifon’da Amerikan Koleji’nde tesis edilen şubenin reisi Kuyumcuoğlu Teoharidis, azadan Çakalof Grigori, Haralambos Yuvanaki, Yorgi Lambryanos, Anastas Simonaki ve Simon Ananyadi ve Protestan Vaizi Yakof oğlu Pavlosi, Bıçakçıoğulları’ndan Kosti oğlu Anisti ve Nazar oğlu Ru- pen, Artin oğlu Ardaşes, İstefan oğlu Artin, Ohan oğlu Mihran nam eşhas- dan Teoharidis, Çakalof, Haralambos, Yorgi, Anastas, Simon ve Vaiz Pavlos’un marrü’z-zikr Pontus Cemiyetini teşkil ile talebelere âmal-i Yunaniye’yi talim ve hükûmetin mevcudiyetine kasd etmek üzere çeteler teşkil eyledikleri ve bunlardan Vaiz Pavlos’un mezkûr mektebin Türkçe muallimi Zeki Efendi’nin katlinde dahi medhaldar olduğu ol babdaki evrak-ı tahkikiye mündericatı ve Pontus Kulübü derununda zühur eden risaleler ve zabıtnameler hulasası ve elde edilen mektuplar mealinden anlaşılmakla merkumûndan derece-i cürmlerine nazaran Teoharidis, Haralambos, Yorgi, Anastas, Simon ve Vaiz Pavlos’un sal- ben idamlarına ve Çakalof’un dahi on beş sene müddetle küreğe vazına ve müddet-i mahkûmiyetini Malatya Hapishanesinde ikmaline ve diğeri Anesti, Rupen, Ardaşes ve Artin ve Mihran’ın dahi şüpheli eşhasdan olmak itibariyle seferberlik hitamına değin Bitlis Hapishanesinde tevkiflerine ve diğer maznunun aleyhim vadi-i firarda bulunan Statirapulos ve Kazancı oğlu ve Mimo oğlu ve Sinoblu Avirinos ve Tohomof ve Boyacıoğlu Santral Sigor Zigorido, Yuvanis Kantarcıoğlu, Yani Dimitriyadis. Anastas Tarakçıoğlu ve Aslen İnebolulu Papadapolus, Bestekar Serinidis, İstadyadisi ve Saramasi, Pembepen- dis, Savas Teodaridis, Ayakimidis’in dahi merkumûnun efalinde müşarik ve medhaldar bulundukları kezalik esbabı ve delail-i mezkûre ile sabit olduğundan bunlarında idamlarına ve bilcümle emval ve emlaklerinin müsaderesine vicahen ve gıyaben bi’l-ittifak karar verilmiştir. 12 Eylül 337

Aza (Sinop) Aza (Bursa) Reis (Canik Mebusu) ’’[3] (1921)

Pontus Cemiyeti Merkez Umumiyesi davası…
Nikos Kapetanidis (Rize 1889, Amasya 1921) Pontoslu Rum gazeteci ve gazete yayıncısı. Nikos Kapetanidis Pontos’un ünlü isimlerinden biriydi

Trabzon’da bir Rum okulunu okuduktan sonra yine Trabzon’daki Trabzon kolejine devam etti. 1910 ile 1911 yıllarında yayıncı arkadaşı Philos Ktenidis’in dergisi ‘Epitheorisi’ de yazarlık yaptı. Sonra kendisinin kurduğu Epochi gazetesiyle eğitim sorunlarını, özellikle Rumca eğitim veren yerel okulları dile getiren araştırma ve yazılar yayımladı. Rumca eğitimin Patrikhane ve dini otoriteler tarafından kontrol edilmesine karşı çıktı.

Bunların yanı sıra Pontos’ta resmi devlet görevlilerinin vahşeti ve sivillere yönelik katliamlarla ilgili yazılar yayımladı. Katliamları yapanların isimlerini mevkilerini de anlatıyordu yazılarında.

20 Mart 1920 tarihinde onunla görüşen Topal Osman Rumlara yapılanları yazmamasını istedi, tehdit etti. Ama Nikos Kapetanidis gerçekleri yazmaya devam etti.

5 Mart 1921’de Epochi gazetesinin son sayısı yayınlandı. 10 Mart 1921 günü evinde K. Konstantinidis tarafından yazılan bir mektup bulunduğu iddiasıyla göz altına alındı ve İstiklal Mahkemesi’ne çıkarıldı.

Diğer 68 Pontoslu yurtseverle birlikte idamına hükmedildi.

İstiklal Mahkemesi Kararı:
‘’İcab-ı keyfiyet müzakere olunduğunda: Mütarekeden sonra Rum nüfusunun teksiri zımnında Rusya’dan ve diğer yerlerden birçok Rum muhacirini celb ve öteden beri derceyledikleri meblağ-i külliye mukabilinde silah ve cephane tedarik ile çeteler teşkil ve teçhiz ve bir reis ile iki azadan mürekkep bir heyet tarafından idare edilen her köy ve kasabanın nüfus miktarına göre Hazreti İsa millet ve vatanı namına muhalefet edenler hakkında hüküm vermek üzere bir reis ve dört azadan mürekkep gizli mahkemeler teşkil ve yirmi yaşından yukarı kişileri silah tedarikine mecbur tutup fakir olanların silahlarını dahi metropolit hanelerce temin ve Rum milliyetçiliğinin canlandırılması ve milli menfaatlerin tüm savunma araçlarını hazırlayarak hükümetin kuvvetli olduğu zaman ve yerlerde sakin davranıp fırsat oluştuğunda zaten hazır bulunan teşkilatla derhal faaliyete geçerek Osmanlı Devleti’nden – Zonguldak’tan Batum’a kadar olan sahili ve Trabzon, Ordu, Giresun, Canik, Sinop, Zonguldak, Tokat, Amasya, Çorum, Yozgat ve Sivas’ı içeren – bir bölgeyi siyasi, mali ve fiili teşkilatla “Pontus” adı altında bir cumhuriyet kurma maksadıyla Paris’te Serpante Sokağı’nda 38 numarada tesis ettikleri Pontus Cemiyeti Merkez Umumiyesi’nin merkezi olmak üzere başlangıçta İstanbul’da Galata’da Büyükhan’da ve daha sonra Trabzon’da ve çeşitli yerlerde teşkilat kurarak faaliyete geçtikleri anlaşılan Pontus Komitesi’nin Trabzon Heyet-i Merkeziyesiyle Giresun ve Ordu şubelerinin merkezi ve idare heyeti ve icra heyetinden ve üyelerinden ve faaliyetlerinden bulundukları evrak-ı tahkikiye mündericatıyla hane ve mağazaları ve metropolit hanelerde zuhur eden evrak ve saik ve Paris ve İstanbul’daki merkez umumilerle vuku bulup elde edilen muhaberat dosyalarından ve kendilerinin ikrar-ı müevvellerinden ve hükümet-i mülkiye ve cihet-i askeriyenin tahkikatından ve Giresun Rum Cemaati Ruhani Reisi Vekili Papaz Yakobi ve Meclis-i Cismani Reis Vekili Panosi oğlu Hacı Todor ve refikasının şehadatından ve Samsun Pontus Heyet-i Merkeziyesiyle vuku bulan muhaberelerinden müsteban olan maznunun aleyhimden mevkuf bulunan Trabzon Mebus-ı esbakı ve Trabzon Pontus Heyet-i Merkeziyesi murahhası ve vekil-i siyasisi Kokıriogulları’ndan Yani oğlu Matyos ve müskirat fabrikatörü Akriditiogulları’ndan Yorgi oğlu Aleksi, Epohi gazetesi sahibi Kapudanidiogulları’ndan Lambo oğlu Nikos ve Giresun tüccarlarından Kakulidiogulları’ndan Todor oğlu Yorgi, metropolid katibi Sürmeliogulları’ndan Kaptan Yani oğlu İspir, tüccardan Sürmeliogulları’ndan Kaptan Yani oğlu Yordan, tüccardan Atmacidiogulları’ndan Kosti oğlu Yanko, tüccardan Kılınçoğulları’ndan Pavril oğlu Yorgi, Ordulu Avram Tokadlidis, Hacı Korkor oğlu Paminonda’nın vicahen ve Trabzon metropolidi Hrisantos ve Giresun metropolidi Lavrandiyos, Giresunlu Kaptan Yorgi oğlu Kostantin, Teofidos Aristedos, tüccardan Mavridiogulları’ndan Mihail, Mavridiogulları’ndan Polyodyos, Hacı Lefteryadi Haralambo, Delikari Aristidi, Atmacidi Kosti, Destebaşı oğlu Lazari, Yasotiti Nikola, Yasotiti Leonida, Atmacidi Sava, Mihail oğlu Yorgi, Galoroplos Yorgi, Papas Ayvalıklı Yuvakim, Testeryadis Yanko, Emruz oğlu Todor, Ordu Metropolidi İlyadis Polikaryus, Doktor Tirebolulu Haralambo, Ordu Bank-ı Osmani sabık direktörü Şekeryadis, Dimistoklis Yasfiyadis, Makridis Pavli, metropolit vekili Papaz Papatodor mahdumu Kosti, Doktor Mihalaki Galitos’un gıyaben idamlarına ve işbu gıyaben idama mahkum olanların emval ve emlaklerinin müsaderesine ve diğer maznu-nun aleyhim Giresunlu Keşişoğulları’ndan Panayot oğlu Yanko ve Bakkalzaroyadisogulları’ndan Dimitri oğlu Korkor ve Nakadkusogulları’ndan Yorgi oğlu Aleksi’nin on beş sene müddetle Bitlis Hapishanesinde küreğe konulmalarına ve Giresunlu Tosunoğulları’ndan Haralambos oğlu Papaz Nikola, Muhtar Uzunyorogulları’ndan Simon oğlu Panayot, Terziromanogulları’ndan Yani oğlu Yorika ve Afandulogulları’ndan Sava oğlu Kosti ve Ordulu Doktor Tanasaki ve Ordu sabık reji muhasebecisi Çilingir oğlu Aleko’nun dahi şüpheli kişilerden olmaları dolayısıyla seferberlik hitamına kadar Muş Hapishanesinde tevkiflerine ve el-yevm Trabzon’da bulunduğu anlaşılan Vasiliyus Yovanidis ve Giresun’da oldukları anlaşılan Delekof Hacı Vasil, Kılınçoğulları’ndan Lefter oğlu Yorgi, Haralambo Papadoplu, Papadoplu Apaminonda, Makridi Nikola, Makridi Yanko, Arslan oğlu Borika veledi Sava, Hacı Lefter oğlu Panayot, Çavuş oğlu Hacı Sava, Kunduracı Anesti ve Ordu’da bulundukları anlaşılan Hacı Korkor oğlu Platon ve Çomidi Lamto’nun dahi celblerine vicahen ve gıyaben ve müttefikan karar verilip tefhim kılındı. 28 Eylül 337

Aza (Sinop) Aza (Bursa) Reis (Canik Mebusu) ’’[4] (1921)

Pontos’taki İstiklal mahkemelerine ilişkin TBMM tarafından yayınlanan son belgeler birbirini tekrar eden sayfalarla doludur. Bunun yanı sıra birçok kararın bu belgelerde yer almadığı şüphesi uyandırmaktadır.

Ancak Pontos’ta 1919-1923 yılları arasında Rumlara yönelik işlenen suçlara dair TBMM Gizli Celse Tutanakları başta olmak üzere birçok resmi tarih kayıtları belgelerle doludur.

[1] Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Doğan Kitap Birinci Baskı, 1975, Sayfa 17

[2] Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Doğan Kitap Birinci Baskı, 1975, Sayfa 65

[3] Amasya İstiklal Mahkemesi (Kararlar ve Mahkeme Zabıtları) cilt 12/1, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri başkanlığı Yayınları, Sayfa 664-665

[4] Amasya İstiklal Mahkemesi (Kararlar ve Mahkeme Zabıtları) cilt 12/1, TBMM Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri başkanlığı Yayınları, Sayfa 667-671

pontosgercek.com/istiklal-mahk

"Kendi yolunda giden biri, hiç kimseyle karşılaşmaz: 'Kendi yolunda yürümenin' yapısında vardır bu."

Friedrich Nietzsche

Eğer bir insan, 7 yaşındaki inançları ile 37 yaşında kendini hâlâ iyi ve mutlu hissedebiliyorsa, bu kişi ömrünü boşa harcamış demektir.

Marlo Morgan

Ne kadar az yetenekleri varsa, o kadar çok gurur, kibir ve küstahlıkları vardır. Ancak tüm bu aptallar, kendilerini alkışlayan başka aptallar bulurlar.

Desiderius Erasmus

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.