Show newer

LOZAN (2)

(1.yılı, 80. Yılı, 100. Yılı… değişen ne?)*

Tolga ERSOY

1-Ritüeller kurgusu ya da toplamı sayabileceğimiz kut törenler, efsanenin -ideolojinin- yeniden üretilmesine önemli katkılar sunan kültürel öğelerdir. Özellikle hedef, ‘sıradanlaştırılmış’ ya da sindirilmiş topluluklar ya da toplumlar olduğunda ideolojinin yeniden üretimine yapılan katkı, hem nicelik hem da nitelik olarak daha da artacaktır. Bu ‘haldeki’ toplum ya da topluluklar için ister bilinmeyen bir tarihten akıp gelsin, isterse bilinen bir tarihin ardından kutlamalarla periyodik olarak yeniden yaratılsın, efsaneleri nedensellik ilişkileri içinde sorgulamak diye bir sorun olmadığı ya da bu durum bir sorun oluşturmadığı için resmi ideolojinin (efsanenin) içselleştirilmesi daha da çoğalır, derinleşir. Kut törenler böylece o toplumun ya da topluluğun resmi ideolojisinin-tarihinin en önemli ideolojik argümanlarının tekrarlanan -ve gerekiyorsa eğer yenileştirilmesinin -geliştirilmesinin- birer aracı olurlar. Bu öylesine bir araçtır ki, egemenler tarafından belirlenen yaşantı kalıplarının-davranışların meşruluğunu da sağlayan özellikleri de içerir. Sanılanın ötesinde güçlüdür, hatta başlı başına bir güç öğesidir.

2-“Tüm ölü kuşaklar yapısal olarak ‘yaşayanların beynini bir karasaban gibi kuşatana dek’ bu çatışmalar bitmek bilmez.”(Sahlins)

3-Ve eğer gerekiyorsa efsane zor kullanılarak yaratılır; 12 Eylül sonrası günleri-yılları anımsayın. Aradan geçen kırk sene bu çağrımızı birçoğumuz için anlamsız kılıyor; o günleri yaşayanlar ya göçüp gitti ya da gerçekten unuttu hele ki o umut bağlanan, övülen ve hatta fetişe edilen dindar-kindar ve en aşırısından –ne demekse- milliyetçi Z kuşağının “okuma” ve “öğrenme” konusundaki genel eğilimi düşünüldüğünde! Anımsatmaya başlayalım; Eylül faşizminin lideri American (our) boys Kenan Evren, sık sık ‘Anadolu gezisine’ çıkıp tarihten kopup gelmiş gibi duran, üzerinde çalışılmış-yapay pozlarıyla çeşitli kurtuluş ve kuruluş törenlerini tekrarlamaktan geri kalmazdı. (çağrışımlarımızı engellemeyelim!) ‘Düşmandan’ kurtuluş ve Atatürk’ün yöreyi ziyareti bir ilimizde ‘en az’ iki kut törenin çağdaş kutlamasına aracılık eden gerekçelerdi. Unutuldu, unutturuldu gitti nitekim; bu süreçte 12 Eylül faşizminin katkısı yadsınamaz. Bayramlarla birlikte her ilde yıl boyunca en az sekiz-on kez tören yapıldığına ve hatta yüzyıllardır ‘düşman’ eli değmemiş beldelerde ‘kurtuluş’ törenleri yapıldığına şahit olmadık mı? (İskitler, Bizans vs. olsa gerek!) Evet, zor günlerdi; faşist cunta gözetiminde ideolojinin kendisini yeniden üretmesi ve gerektiği ölçüde reforme etmesi için ideal araçlardan biri olarak görülüyordu törenler. Totalitarizm üslup değiştirdiğinde -egemenler için zor günler geride kaldığı için- törenler daha kalifiye bir biçime dönüştü. Resmi tarihin olmazsa olmaz anmalarıydı günümüze hüzünlü hatıraları kalan.

4-Lozan nedir? Lozan; Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı -Dünya Savaşı?- sonucunda kurulmaya çalışılan ‘yenidünya düzeninde’ Ortadoğu’nun ‘ne olacağı’ sorusuna verilen yanıtlardan birisidir ve bu anlamda emperyalist bir sözleşmenin ifadesinden başka bir şey değildir. Lozan, Türkiye için nedir? Lozan; kurulmaya çalışılan ‘yenidünya düzeninde’ Türkiye’nin de rol kapma isteğinden başka bir şey değildir, Türkiye’nin kapitalist-emperyalist dünyada var olma isteğinin, bu ‘dünyaya’ sözleşmeler yoluyla biat etmesinin onanmasından başka bir şey değildir ve bu anlamda kesinlikle antiemperyalist değildir.

Lozan’da Türkiye, ‘eskiden’ kalan birçok yükümlülüklerini kabul etmiş, eski devletin emperyalist yağmacılara olan borçlarını, emperyalizm tarafından onanmak amacıyla üstlenmiştir. Ortadoğu’da bugünküne benzer bir şekilde, egemen emperyalist güçlerin (İngiliz Emperyalizminin) rolünün onaylanması ve bu rolün meşrulaştırılmasının adıdır Lozan. Resmi ideolojinin en önemli argümanlarından olan ‘misak-ı milli’, bizatihi efsaneyi yazanlar ve ardından onu yeniden üretenler tarafından çiğnenerek -gerekli görüldüğünde günün koşullarına uygun yenileme!- Musul’la simgeleşen Ortadoğu petrollerinin emperyalist yayılmacılığa küçük bir eder karşılığı satılmasının adıdır.

Lozan, yeni devletin, kapitalist ilişkileri ve bu ilişkilerin sonucunda zorunlu olarak gelişecek ‘yeni’ bağımlılığın kabullenilmesinin ve bu kabulünde batılı kapitalist devletler tarafından onanmasını gösteren bir sözleşmenin adıdır; açık bir biat talebi ve bu talebin arkasından dünyanın yeni efendilerinin bu talebi kabulünün adıdır Lozan.

Lozan, aynı zamanda antikapitalist olmadan antiemperyalist olunamayacağının en net tarihi örneklerinden birisidir.

5-Yazılı ve görüntülü basın araçlarından Lozan’ın yüzücü yıl kutlamalarını izliyorum –ilk görünen bu kutlamaların nitelik ve nicelik yönünden değiştiği- ve bu görüntüler aracılığıyla gelecek yüzyıllarda antropolojik bir olgu olarak değerlendirileceğini düşündüğüm birçok kut törensel olguyu ve ritüel örneğini topluyorum. Yirmi yıl öncesine dönüp bir taraftan bu süreçteki “değişimi” anlamaya çalışırken yıllar öncesinden çok şaşırtıcı bir görüntü arşivin “tozlu” sayfalarından çıkıp önümüze düşüveriyor; görüntüyü ve ironiyi ‘The’ Marmara Oteli Balo Salonundan’ yakalıyorum. Bir tür işgali tanımlayan otel adı Lozan’a denk düşüyor! İçerde, aralarında Türk nasyonal sosyalizminin birkaç temsilcisinin de bulunduğu “mümtaz” bir kalabalık bağımsızlık ve egemenlik söylevi çekiyor. Diğer tarafta resmi ideolojinin kalesine dönüşmüş bir lise salonunda, çoğunluğunun ne konuşulduğunu dahi anlayamayacak kadar aptallaştırılmış kalabalıklar Denktaş’ın ırkçı nitelemelerle dolu söylevini ayakta alkışlıyor. Bu şartlar altında yazılı basına dönmek ruh sağlığı açısından daha yararlı gözüküyor. Ve işte yıllar öncesinden Lozan anmalarının ‘satırbaşları’: Kuşkusuz gerçeğine ya da öz benliğine -otuzlu yıllardaki Nazi hayranlığına- dönmekten her anma günü imtina etmeyen kimi gazete yazarları-yazanları bu törenlerin aktörlüğünü kimselere bırakmama yarışında… Yazılar -tıpkı bir tapınma halinin gereklerini yerine getirir gibi- alt başlıklarına göre paylaşılmış. Bu açıdan gazetelerin birkaç günlük sayısı bir bütün oluşturuyor.

6- Geçmişe döneli, yirmi yıl öncesine; ‘Bir kısım yazara’ düşen görev Lozan efsanesini yeniden diriltmek üzere bildik tarihi bildik öyküleriyle yeniden anlatmak. (bugün sayıları azalmış gibi görünmekle birlikte ikame edilenlerle birlikte gönüllülükleri konusunda hala duyarlılar). Anlaşılan o ki toplumun-topluluğun ‘masalı’ unutmuş olacağı düşünülüyor. Anımsatma işlevi, bir kut törenin temel fonksiyonunun yerine getirilmesi eylemiyle örtüşüyor. Ve bu anımsatmalarla törenin temel çerçevesi çiziliyor; Lozan’da ne tür bir sözleşme imzalandığının değil de, Lozan günlerinde neler olup bittiğinin anlatılması, tarihin tekrar tekrar yazılmasının biricik dayanak noktasını oluşturmaya devam ediyor.

Yirmi yıl öncesinden görüntüler; asil bir aileden geldiğini bıktırıcı biçimde tekrarlamakta sakınca görmeyen bir yazar yarım sayfalık yazısında böylesine bir ‘tarih bilimi ekolünden’ örnekler verirken ‘İsmet Paşa’nın dediği oldu’ diyerek sözlerini sonlandırıyor. Ne var ki bu son söz Lozan’da ne olup bittiğini açıklayabilirken, Lozan’ın ne tür bir emperyalist bağlaşıklık oluşturduğunu açıklamakta yeterli olmuyor. Cuntacı/darbe destekçisi bir “hukukçunun” yazısında önceki yaşarın öyküsünün sözlü tarih!- tarihi arka planını doldurma çabası içinde gözükürken, dinci faşistlerle yobazlarla demokrasi için kol kola gireceğini söyleyerek basın piyasasından peylenmeye çalışan Kemalist bir yazarın Lozan’a ayırdığı sütunu ise bu genel kavrayışın içinin doldurulması işlevini üstleniyor; ‘kim kime ne dedi’: masalın diyalog bölümlerindeki eksikliğin doldurulması…

7- Andığımız-anacağımız ve anmadığımız yazarlar Lozan’ı hangi perspektifle ele alıyor ve bu perspektiflerinde ‘bugünün’ yeri nedir? Bu sorunun bizce yanıtı ancak bugünü 25 Temmuz 1923’le karşılaştırarak verilebilir, öncesiyle hele ki ölü doğmuş bir emperyalist plan olan Sevr ile karşılaştırılarak ya da aradaki seksen yılı / yüz yılı yok sayıp bugün ile karşılaştırarak değil…

Bugünkü bağımlılığın Lozan’da tersyüz edildiği söylenegelen bağımlılıktan ne farkı var, IMF borçları ile Osmanlının borçlarının ödenmesi arasında ne fark var? Aslında doğru soru “ne gibi bir ilişki var” şeklinde olmalı değil mi? On yıl devam ettirilen kapitülasyon hukuku ile tahkim hukuku arasında ne fark var? Lozan’ın ertesinde ya da 1930’daki yoksulluk ve sefaletin göreceli değerlendirilmesinde, onun 2003’deki / 2023’deki yoksulluğumuzdan hiç bir farkının olmamasını nasıl açıklayabilir? (Halkın yüzde sekseni Lozan imzalandığı gün ya da Lozan’ın onuncu yıldönümünde geceyi aç geçiriyordu. Bugünde bu oranın aynı olması size neyi ifade ediyor.) O halde Lozan ne tür bir bağımsızlığı ne tür bir egemenliği tanımlamakta. 20-30’lu yıllarda Ortadoğu’da İngiliz emperyalizmine onay vermekle 2000’li yıllarda ABD emperyalizmine onay vermek arasında ya da vahşi petrol sermayesine ülke topraklarını peşkeş çekmek arasında farklılık var mıdır? Hala antiemperyalist miyiz sorusu kadar önemli olan o gün antiemperyalist olup olmadığımız sorusudur. Ya da 20-30’lu yılların millileştirmesiyle 80’li yıllarda başlayan ve –satacak neredeyse hiçbir şey kalmadı- devam eden özelleştirmeler arasında ne fark vardır; akla gelen ilk benzerliği söyleyeyim: ikisinin de bedelini yalnızca emekçi-ezilen halk ödemiştir-ödetilmiştir.

Evet; temel yaklaşımımda ısrarlıyım. Kapitalizmle bir arada antiemperyalizm olmaz. Lozan nasıl ki kapitalizmle bir uyum programı ve emperyalizmin küresel kurgusunda en küçüğünden yer sahibi olabilmenin adı ise yüzyıldan bu yana devam eden uluslararası sermaye çevreleri ile yapılan tüm sözleşmeler/anlaşmalar da aynısıdır.

8-Sorun devamlılığı kabul etmekte; İşimize gelindiğinde öncesini işimize gelindiğinde sonrasını yok sayma hakkına sahip olmadığımızı-olunmaması gerektiğini düşünüyorum. Oysa bu ‘yöntem’ mitin yeniden üretilmesi için resmi tarihçilerin başvurduğu yegâne yol. Hiç kuşku yok ki bilim değil! Ne var ki ideolojinin yeniden üretilmesi için her zaman-çoğu zaman bilime gereksinim duyulmuyor. Sevr ile karşılaştırma, dönemin koşullarına uygun olarak başlıca yaklaşım tarzını oluşturuyor. Sevr ile Lozan arasındaki farklılıkların betimlenmesi Lozan övgüsünün en büyük dayanağını oluşturuyor. Nutuk tarihçiliğinin de bir örneği olarak ele alınabilinecek bu ‘karşılaştırma’ yöntemi, Lozan’ı sonrasıyla açıklamaktan kaçmayı kolaylaştırıyor. Sonrasıyla açıklanmayan bir Lozan, tarihi bir desenformasyondan başka bir şey ifade etmiyor. Bu bağlamda unuttuğumuz kimi yazarların eskilerde kalmış ancak yenilere yol gösteren yazılarını anmadan geçmek haksızlık olacaktır! Kadrolu bir Kemalist Lozan’ı Sevr ile Musul ve Kürt olgusu üzerinden karşılaştırıyor ama nedense Musul’un İngiliz emperyalizminin egemenliğine kayıtsız şartsız devredilişine ait hiç bir satıra rastlamıyor. Aynı şekilde, zamanındaki tercihlerin bugünkü -zorunlu- tercihlerin kökenini oluşturduğuna dair bir tartışmaya da -doğal olarak- yer verilmiyor.

Ulusalcı sol -nasyonal sosyalist!- yazarlarımızın ‘Lozan sonrası’ dendiğinde akıllarına gelen ise Süleymaniye’de Türk askerlerinin kafalarına ABD güçlerince çuval geçirilmesi! Kuşkusuz bu utanç verici olayın nedeni olan ‘kayıtsız şartsız bağımlılığın’ birden bire gökten düşme olasılığı yok! Ancak yazarlarımız on yıllar boyunca gelişip bu noktaya gelen bağımlılık ilişkilerini Lozan eksenli değerlendirmek yerine on yılları yok sayıp atlayarak Lozan’ı güncel siyasi bir unsura indirgemeyi tercih ediyorlar. Sorun bu çuvalın-çuvalların kafalara ne zaman geçirildiği… Çıkarmak kuşkusuz yalnızca bizlerin becerebileceği bir iş…

Yazarlarımız tıpkı bugün olduğu gibi yirmi yıl öncesinde de masalın ‘yedi düvel’ versiyonunu pişirip okurun önüne koyarken, ABD’den ithal edilen bir Dünya Bankası görevlisi ile aynı hükümette görev yaptığını, tahkim yasasını-tütün yasasını ve daha nice ABD patentli yasaları çıkaran hükümetin elemanı olduğunu, üyesi olduğu ulusalcı hükümetinin emeğe ve insanlığa yaptığı onaylı saldırıları unutmuş gözüküyor ya da unutturmaya çalışıyor. Kut törenin hakkıyla yapılması ‘unutma’ olgusunu zorunlu kılıyor. Bir başkası ise benzer nitelikteki yazısını ‘Lozan’da nereye’ diye sorarak bitiriyor. Oysa bu sorunun yanıtı Lozan’da gizli. Lozan’dan çıkılan yolun nereye ulaşacağı doğru bir Lozan okumasıyla seksen yıl /yüz yıl öncesinde görülebiliyor. Bir diğer yazarın karşılaştırması ise ders niteliğinde: ‘İnönü, Nur ve Saka 24 Temmuz 1923’te Lozan Üniversitesi’nin merdivenlerinden çıkarken giyim ve kuşamlarıyla insana güven veriyor… Lozan’dan seksen yıl sonra Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçirilirken siyasiler bunu içine sindirebiliyor…” Bize ise paragrafın sonuna ünlem ve soru işareti koymak düşüyor. Ve bir sorunun tekrar sorulmasını zorunlu kılıyor; çuval ne zaman geçirildi; yirmi yıldan bu yana neden çıkarılamadı?

9-“Dünyaları ancak ölümsüzlerin, başlangıç zamanında yaptıklarının yinelenmesi, yaratılış mitinin yeniden yapılanmasıyla yenilenebilmektedir.”(Eliade)

10-Mitin yeniden yapılandırılarak yenilenmesi, kökene dönüş inancının sahip olduğu potansiyel gücü toplum üzerinde denetim erkine dönüştürür. İdeolojinin buradaki bir işlevi de var olanın güçlendirilmesinden çok, öze dönüşle iyinin-doğrunun yeniden yaratılabileceği umudunu kitlelere aşılamaktır. Umut, tarihin bozundurularak sunulması sayesinde yaratılmaktadır ve ‘iyiye-doğruya-öze’ olarak simgelenen her geriye dönüş bir dizi ritüeli içerse de mutlaka ciddi bir ideolojik müdahale ile mümkün olabilmektedir. Ve bu süreci resmeden unsurların tümü, var olan ‘bilginin’ dışlanarak ya da yok sayılarak ‘ilk bilginin’ yeniden keşfedilmesine aracılık etmek üzere koşullanmışlardır ve burada ‘ilk bilgi’ ile kastettiğimiz resmi ideoloji ya da mitsel paradigmalardır. Paradigma şekil ile desteklenen bir kurgudur ve bu kurgu bir tür bağımlılık ilişkisini de tanımlamaktadır. Toplumsal ölçekte böylesine bir bağımlılık zaten oldukça güçlü bir şekilde yaratılmış mitin, bağımlılığın her anımsatılışında daha da güçlenmesine yol açar. Biçimlendirilmiş müdahaleli duyguların aklın ötesine geçmesiyle tamamlanan ve her tamamlanış anında yeniden üretilmeye gereksinim duyulan bir süreçler dizisidir söz konusu olan.

*Bir önceki yazıda olduğu gibi uzun zaman önce yazılmış bir yazının güncellenmiş halidir. Güncelleme gerekli midir?

(25 Temmuz 2003 / 2023)

noktahaberyorum.com/lozan-2-to

Lozan (1)

Tolga ERSOY

[İktidarıyla, muhalefetiyle ve “sol” muhalefetiyle tüm yerli ve milli unsurlar –ve hatta “Lozan sona ersin o zaman uçacağız” diye heyecanlanan açılığını, yoksulluğunu “gizli maddeler” söylemine dayandıran dindar ve kindar, zekâ sorunlu ve çokça sakil kimileri / kuşaklar dahi- Lozan’ın yüzüncü yaş gününü kutlamaya hazırlanırken 2006 yılında –bundan on yedi sene önce- yazdığım –ufak tefek kehanetlerde içerdiğini gördüğüm- bir yazıyı güncellemeden paylaşıyorum; güncelleme işi okurlara bırakılabilir ve kuşkusuz görülecektir ki tüm olumsuzluklar derinleşmiş, öznelere yenileri eklenmiştir.]

Şecaat arz ederken; 24 Temmuz 2006, Ankara’nın bir semtinde yürüyorum, kemalizmin kalesi –kimi zamanlarda son kalesi- olarak tanımlanan bir semt burası. Gelir düzeyi ne Türkiye’nin diğer bölgeleriyle ne de kendisini çepeçevre kuşatan gecekondu mahalleleriyle kıyaslanmayacak ölçüde “yüksek” bir semt burası; kısa bir gezinti dahi dikkatli bir gözlemciye yerleşim bölgesinin sosyo kültürel ve ekonomik yapısı hakkında bilgi verecek kadar veri sağlayabilir. Yerleşim bölgesinin sırtlarına doğru tırmandıkça gelir düzeyindeki anlamlı artışla paralel olarak burjuvazimizin temel sorunlarından biri olan teşhir olgusunun galebe çalmaya başladığını görüp rahatsız olmamanız elde değil; özetle bu insanların sorunları ile hemen yanı başındaki diğer insanların sorunlarının hem nitelik hem de nicelik açısından farklı olduğunu söyleyebilmek için yalanlar bilimi istatistiğe gerek yok. Bu renklilik içinde ayrıksı gibi duran ancak bu durumu tümüyle açıklayan dev duvar afişleri ile karşılaşıyorum. Birlikte okuyalım: “Lozan Türkiye’nin Onurudur, Lozan Türkiye’nin Tapu Senedidir.”

merdi kıpti sirkatin söyler; Lozan’ın ya da tapu senedinin alınışının seksen üçüncü yıldönümü bu müstesna semtimiz başta olmak üzere yurdun dört bir köşesinde –dış temsilciliklerimizde vs.- coşku ile kutlanırken sağlı sollu kemalistler tarafından hazırlanan bir kapitülasyon/bağımlılık yasası daha –ithalatta stopaj vergisinin kaldırılması- IMF/Dünya Bankasının yönetimi altında birkaç gün içinde hazırlanıp bu semtimizin tepelerinde bir yerde son imzalarda atıldıktan sonra yürürlüğe giriyor. Sorgulanmaksızın, tartışılmaksızın. Lozan’da alındığı iddia edilen tapu senedindeki bu koca ipotek en büyük kemalistlerimiz tarafından alel acele uygulamaya sokuluyor; “ekonomimizin bekası için”

Ekonomik refah için (!) resmi ideolojide bir delik daha açılmasına göz yummaktan başka çareleri yok, aslında resmi ideoloji denen şey de kötü yapılmış bir yama işi –patch work- yorgana benzetilebilir, hava geçiriyor. Soğuktan, ayazdan ve yoksulluğun diğer getirilerinden koruyamıyor. “Bununla örtün, bununla ısın, bununla açılığını unut…” diye emrediliyor, başında silahlı bir muhafız emre ne ölçüde uyulduğunu denetliyor. Yığınlar öyle imiş gibi masallarıyla zor altında uyutulurken, egemen ideolojinin egemenliğindeki “yönetici sınıf” bu oyuna “diğer taraftan” katılmakta bir sakınca görmüyor. Resmi ideoloji yönetirken egemen ideoloji sömürüyor. Egemen ideolojinin başatlığı, resmi ideoloji üzerindeki zorunlu yönlendirici etkisi her geçen gün tekrar görülüyor.

Burada asıl soru ise “gerçekten öyle miydi?” şeklinde sorulmalı. Ya da Lozan nedir? Afişler hala sokakları süslemeye devam ediyor; hava şartlarına direnemeyip dökülene kadarda orada kalacak gibi görünüyor. Kutsallaştırmadan gelen bir dokunulmazlıkları ve bu dokunulmazlığı garanti altına alan hukuk adı altında bir zor unsuru var. Emperyalizmin sözcüsü “yeni bir Ortadoğu” haritasından ya da “düzeninden” söz ederken, bu afişlerin hala varlığını ısrarla koruması ironik ve diğer taraftan açıklayıcı. Çünkü Lozan aynı zamanda Ortadoğu’nun haritasının yeniden çizilmesinin geride kalmış bir simgesinden başka bir şey ifade etmiyor. Ve hatta hiçbir şey ifade etmiyor. O halde bir soru daha soralım: Lozan 1923’de imzalanırken emperyalistler için ne ifade ediyordu?

Resmi ideolojinin takviminde her yıl 24 Temmuz, Lozan Anlaşması’nın kutlanmasına ayrılır. Kutlamalar efsanenin kendisini yeniden üretmesi için önemli; çok sayıda iç tutarlılığı olmayan, gerçeklikten kopuk ve ancak zor yoluyla korunan argümanların bir bütünü olan resmi ideolojiyi-resmi tarihi de bu bağlamda bütünsel bir zor argümanı saymamak için hiçbir nedenimiz yok. Bütünlüğünün korunması zorla sağlanıyor ancak her bir parçasında oluşan defekt onun bütünlüğünü tümden bozabilecek kadar önemli, kutlamalar, anmalar, ritüeller bunun için. Bu sene, 2006’da kutlamaların biraz sönük geçtiği görünüyor. Konunun konjonktürel önemine ve pragmatik ideolojik gereksinimlere göre kutlamanın niteliği ve niceliği değiştiğini biliyoruz, görüyoruz; bu “eşyanın doğasından” gelen bir unsur. Kimi zaman en üst düzeyde devlet temsilcilerinin katıldığı törenler yapılırken, kimi zamanlarda da, devletin ideolojik sözcüsü konumuna indirgenmiş üniversitelerde, ancak birkaç kişinin dinlediği sönük konferanslarla “kutlama” geçiştiriliyor. Ne var ki, her ne şekilde olursa olsun anma törenlerinin aksatılmamasına özen gösterilir; nitelik ve nicelik sorunu aranmaz. Bu senenin bahtına muhtarlık düzeyinde anmalar düştü. Emperyalizme biat sözleşmelerine imza atanların demeçleri ile de işin cilası yapıldı.

Diğer taraftan unutulmamalıdır ki Lozan Anlaşması –kesinlikle “Antlaşma” değil-, uluslararası bir anlaşmanın normlarına göre, gündemini sonuçlandırma açısından ele alındığında oldukça güdüktür. Birçok konunun zamana bırakılarak kapitalist yayılma stratejileri-yenidünya düzeni kuralları içinde çözümlenmesi uygun görülmüştür ve bu haliyle o, Osmanlı’nın da taraf olarak katıldığı emperyalist paylaşım savaşı sonrası dünyayı yeniden şekillendirmeye çalışan ya da yenidünya düzenini kurgulayan çok sayıdaki anlaşmalardan ya da uluslararası protokollerden yalnızca birisidir. Yalnızca birisi… Ancak dile getirmeye çalıştığımız gibi, Lozan Anlaşması’nı Türkiye açısından önemli kılan unsur, onun ideoloji oluşturmadaki yadsınmaz etkisidir.

Resmi ideoloji için müttefikler tarafından “tanınma” olgusunun vurgusu çok önemlidir ve ideoloji bu bağlamda Lozan Anlaşması’nı, yıllarca savaştığı “Batı’nın” yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıdığı anlaşma olarak ele alma eğilimindedir. “Tanınma” durumunun ön plandaki olgu olmasına özen gösterilir. Oysa kapitalizm için “tanıma”, çizilen sınırlardan öte, bu sınırlarla alanı belirlenmiş ülkenin, uluslararası kapitalizm için pazar olma durumu ile tamamen örtüşen bir özellik içerir. Özetle, herhangi bir ülke pazar olabilecek niteliğe sahipse, neden tanınmasın? Hele ki yeni kurulan bir ulus devlet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti oluşturulan yenidünyanın, oluşan yeni kapitalist düzenin bir unsuru olmaya bu kadar hevesli iken. Ayrıca bir anımsatma da zorunlu: Amerika Birleşik Devletleri bu sözleşmenin hiçbir yerinde yer almıyor ve kuşkusuz bu sözleşme ABD emperyalizmini daha ilk andan itibaren fazla ilgilendirmiyor, ABD emperyalizmini bağlamıyor.

Kapitalizme biat etmiş ya da kapitalist kalkınma yolunu seçmiş ve bu yolda kapitalist devletlere önemli güvenceler vermiş Türkiye Cumhuriyeti’nin, bu bağlamda “Batı” için tanınmama olasılığı yoktur. Üstelik savaş sonrasının yenidünya düzeninde zayıflamış pazarlara göre güçlü ulusal özelliği olan pazarların tercih edilir olduğu da görülmektedir. Lozan Anlaşması sürecinde ve sonrasında yaşananların dezenformasyonu ya da ideolojinin “tanınma” olarak sunduğu olgu, aslında bu biatın kabulünün maniple edilmiş şeklidir. Ve ideoloji bu süreci “ulusal bağımsızlığın kazanılmasında” önemli bir dönüm noktası olarak göstermekle kendi iç tutarlılığını da korumaktadır ki “ulusal bağımsızlık” retoriğinin de ayrıca tartışılması gerekmektedir.

Hasta olduğu ilan edilen adam, göreceli olarak sağlığına kavuşmakla birlikte, aslında böylesine sağlıklılığın, hastalığı gizlemekten başka bir işe yaramamasının, resmi ideolojinin, devletin tüm kurumlarının yardımıyla yaptığı bir müdahale olarak değerlendirilmesi zorunludur. Eski olan törpülenmiş, yeni düzene uygun hale getirilmiş, yenilenmiş ya da yeni imişcesine pazara çıkarılmıştır. Ve yenilenme süreci, doğal olarak işe yaramayan parçaların-kurumların ortadan kaldırılmasını ve yerine konanların her anlamda korunması ve sorgulanmaksızın desteklenmesini içermektedir. “Lozan ideolojinin neresinde?” sorusunu yanıtlarken, sürecin bu yaklaşımla değerlendirilmesi de zorunlu olmaktadır. “Ulusal bağımsızlığın kazanılması için bir dönüm noktası, ulusal egemenliğimizin pekiştirilmesi” ya da “Batılı -eski düşman- ülkeler, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıdı” gibi ideolojik argümanlarla desteklenmeye çalışılan antiemperyalistlik vurgusu, bir taraftan “eskinin ulusal bağımsızlığı emperyalizme boyun eğerek kaybettiği” söylemini geliştirip, olmayan farkı varmış gibi gösterip ve üstelik alabildiğine abartırken; diğer taraftan da, asıl önemli olan, kapitalizme zorunlu biatın bu bağlamda tartışılmasını engellemeye çalışmaktadır. Az gelişmiş ülkenin kapitalizmi seçmesi ile bu seçiminin sonucunda daha ilk an’dan itibaren –belki de hiç ara verilmeksizin denmesi daha doğru- emperyalizme boyun eğmesinin zorunluluğu, birbirinden ayrı ve hiç çakışmayan iki unsurmuş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Kapitalist ilişkilerin ve yöntemin kabulünün özgün bir antiemperyalizm olduğu savının gerçekliliğinin olmadığını tarih bize kısa bir zamanda yeniden göstermiş, ancak Lozan eksenli ideolojik müdahale ile öyleymiş gibi gösterme çabası günümüze değin devam edegelmiştir.

Ulusal bağımsızlıkla ekonomik bağımsızlığın bir birinden ayrı şeylermiş gibi göstermenin ilk adımının Lozan’da atıldığını ve bu yaklaşımın günümüze değin korunması için yoğun bir çaba gösterildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Başlangıçta sol söylemle de desteklenen bu yaklaşımın geçerliği olmadığını tarih görebilenlere göstermektedir, bu pratiğin olmazlığını, yanlışlığını bize gösterdiği için tarihe ve tarihin yazıldığı sürece/zaman’a ne kadar şükran duysak azdır, derslerini yenilgilerle almış olsak bile!

Neden-sonuç ilişkisini sorgulamaktan aciz bırakılan yığınlara öyleymiş gibi gösterme, kapitalist sömürünün artarak devam etmesi için çok önemlidir. İdeoloji ve böylesine kurguladığı bir sistemi devletçilik-milliyetçilik-halkçılık gibi söylemlerle desteklemektedir. “Biz bize benzeriz” söylemi bu alandan verilecek örnektir ve bu söylemde, en az Lozan sürecinin bir ürünü olan ve doğumu emperyalistlere “bakın biz de sizin gibiyiz, size hizmet etmek istiyoruz” gösterisinden başka bir şey olmayan İzmir İktisat Kongresi’nde dile getirilen “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” söylemi kadar bilimsel yaklaşıma aykırı ve gerçek dışıdır. Biz bize benzeyen, imtiyazsız sınıfsız ve üstelik kaynaşmış olduğu iddia edilen bu kitlenin resmi ideoloji ile kontrolü olanaklı olmadığında ise önce 141-142’lerle, ardından da “kaynaşmış” halkın %70’inin sefalet ve açlıktan kırılma noktasına geldiği 2000’lerde, yeni baskı yollarıyla kontrol altına alınabilmesi fazla zor olmamıştır. Oranların Lozan’dan bugüne aynen korunuyor olması da dikkate değer bir tutarlılık olarak gözükmektedir! Bu üç ideolojik unsurun korunması ise, “cumhuriyetçilik” söylemi ile garanti altına alınmak istenmiştir. Kurulduğu günden itibaren “sol”un sürekli muhalif olması ve düzenli olarak baskı altında tutulmaya çalışılması da bu bağlamda önemli olmaktadır. Cumhuriyete -ve cumhuriyetçiliğe- giden yolda sola yönelik baskılar gün geçtikçe şiddetini arttırırken, Lozan, bunun teminatının “Batı”ya verildiği yer olmuştur. Teminatın ölçüsünü, içteki tutuklamaların yanında daha önemlisi anti-Sovyet tutumun deklare edilmesi oluşturur. Bir taraftan kapitalizmi benimsemiş ancak antiemperyalistlik iddiasında; diğer taraftan anti Sovyet ve sosyalist modeli benimsemeyerek “üçüncü yolda” kalkınmayı seçmiş Türkiye, bu haliyle emperyalist dünya için yeni sömürge arayışlarında kullanılan ideal bir model oluşturmuş ve on yıllar boyunca da resmi ideoloji böyle bir model olmayı savunmuş ve idealize etmiştir.

“Türk tipi milliyetçilik”, bu kurgu üzerinden hareketle, alt emperyalist bir konumu -bunu ilkel bir heves olarak tanımlamak belki daha doğrudur- yegâne hedef olarak belirlemiştir. Lozan’da çözülemeyen değil, yeni Ortadoğu haritasını çizen emperyalizmin istediği şekilde çözüldüğü gerçeğini biçare bir şekilde dile getiremediği için “çözümsüzlük” söylemine sığınılan Musul Sorunu, bu nedenle Türk milliyetçiliğinin başlıca sorunsallarından birini oluşturmaktadır. Hiç kuşku olmasın ki Musul Sorunu bugün de benzer şekilde çözülecek ve bu sorunun hallında halkın görüşüne değil emperyalizmin bölgesel çıkarlarına göre davranılacaktır. Ortadoğu petrolleri için önemli bir kontrol noktası olan Musul’un İngiliz emperyalizme terki ile misak-ı milli söyleminin de göreceliliği bir kez daha ortaya çıkmış olmaktadır. Kim bilir, belki de misak-ı milli denen şey emperyalistler tarafından yirmili yıllarda çizilen yeni Ortadoğu haritasının Türkiye’ye düşen payından başka bir şey değildir. İşte Lozan bunun hukukileştirildiği bir yerleşimden başka bir şey değildir! Diğer taraftan Musul’un o tarihlerde İngiliz emperyalizminin kontrolünde bir dernek olan Milletler Cemiyetinin inisiyatifine bırakılmasının ne türden bir antiemperyalizm sayılması gerektiği de kuşkusuz tartışılması gereken bir konudur. Bugüne sarkan bir sorun olarak Musul, emperyalist paylaşım ve yağmanın ideal bir örneği olarak tarih kitaplarındaki yerini almaktadır. Herhalde dünya halklarına örnek kurtuluş savaşı söyleminin sırrı da burada yatmaktadır! İpotekli bir tapu senedinin alınması için emperyalistler tarafından düzenlenen tutanakların imzalanmasının adıdır Lozan, çünkü Ortadoğu’nun paylaşım haritasına biat adına –belki de çaresizce- onay verilmiştir.

Diğer taraftan Lozan, dile getirdiğimiz milliyetçilik kurgusunun “azınlıklar” üzerinden biçimlenmesine de katkıda bulunmaktadır. Mübadeleleri, Türkleştirme politikaları izlemiş ve bu uygulamaların tümü azınlık haklarına yönelik de facto kısıtlamalarla desteklenmiştir. Lozan sonrası süreç boyunca resmi ideolojinin durmaksızın tekrarladığı milliyetçilik anlayışı, “Türkiye sınırları içinde yaşayan, Türkçe konuşan ve Türk kültürünü benimsemiş herkesin dil’ine ya da din’ine bakılmaksızın Türk sayılacağı” şeklinde özetlenebilir.

Lozan’la başlayan kapitalizme biat sürecinin önemli vurgularından birisini, “sınıfsızlığın-kaynaşmışlığın” oluşturduğundan kısaca söz etmiştik. Anlaşılan, Lozan’daki emperyalistlerin de bugünün yağmacıları gibi “insan hakları” sorunu yoktur ve sınıf mücadelesini kabul etmeyen rejim dış baskılar açısından fazla zorlanmamıştır. Kaldı ki, Lozan’daki emperyalistler için sınıf mücadelelerin reddi ve bu mücadelelerin baskılanmasındaki yöntemler birer sorun oluşturmadığı gibi, bunların beklenen yaklaşımlar olduğu da düşünülebilir. Resmi ideoloji, “imtiyaz yoktur” derken, yerli yabancı sermaye gruplarına yeni bir sınıf yaratmak için tüm olanakları zorlayarak destek vermiş böylece bir yandan tercihlerini gösterirken, diğer yandan da ideolojinin maniplasyon yeteneğini iyi bir biçimde örneklemiştir.

Tüm bunlardan sonra “devletçilik” anlayışının, ekonomik alanda olup bitenleri gizleme dışında bir işlevi olmadığını söyleyebiliriz. Ne var ki, bugün, kendisine “sosyalist” diyenlerin bile bu devletçi anlayışını savunmaları resmi ideolojinin yaygın başarısının kanıtıdır. Lozan, sadece, devlet ideolojisinin oluşumuna olumlu katkı yapmamış, diğer taraftan ideolojiyi yaratan kadroların da biçimlenmesine aracılık etmiştir. Lozan sürecinde (kimi zamanlarda Lozan görüşmeleriyle doğrudan bağlantılı olarak) yaşanan iç mücadelelerin-iktidar mücadelesinin kadroların biçimlenmesinde etkili olmadığını söyleyebilmek oldukça zordur

Lozan’ın öyküsü bize sadece o günü ya da kapitalist tercihin nasıl yapıldığını anlatmakla kalmıyor diğer taraftan bugünü anlamamızı da kolaylaştıran bir olgu olarak da karşımıza çıkıyor. Lozan sadece “kapitalist tercihin” bir kez daha ve çok güçlü bir şekilde onandığı ve bu tercihe uygun arayışların simgeleştiği bir yer olmanın ötesine geçerek az gelişmiş ülke kapitalizminin 2000’li yıllarda içine düştüğü -ve sıkça da düşeceği- “krizin” anlaşılması ya da doğru okunması içinde bir anahtar işlevi görüyor. 2000’li yılların tablosunu çizerken Lozan’ı bu bağlamda anımsamanın zorunlu olduğunu düşünüyorum. Bugünü anlamak için antiemperyalizm söyleminin başat bir şekilde kullanılıp resmi ideolojik söyleme dönüştürüldüğü günlerin tekrar tekrar irdelenmesi gerekiyor. İrdeleme sürecinin ise, Lozan sürecindeki davranışsal ayrıntılardan geleneksel politik yaklaşımlara kadar tüm tarihsel bilgilerin bugünle, bugün yaşananların ise o günkülerle üst üste konularak incelenmesinden oluşması gerektiği kabul edilebilir. Bu inceleme bize kapitalist gelişme stratejilerinin sonuçlarını göstereceği gibi, diğer taraftan da resmi ideolojinin oluşumunun-gelişmesinin ipuçlarını da verecektir.

Ülkeyi yönetenler, süre giden ve azgelişmişliğin doğal bir hali olan krizin ardından gelen, 21 Şubat dönemecinden sonra dayatılan, “tam teslimiyet ve kayıtsız şartsız sömürge” olarak kısaltılabilecek IMF programının uygulanma sürecini, “ikinci kurtuluş savaşı” olarak tanımlarken, ittihatçı artıkları ulusalcılarımızın iddia ettiklerinin tam aksine, söylediklerinin ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Sorun, her zaman seyirci olmaya şartlandırılmışların-halkın ikinci kurtuluş savaşının ne anlama geldiğini kavrayabilmesidir. Çünkü ikincisi, birincisini anlatmakta ya da dün bugünü hazırlarken bugün dünü anlamayı kolaylaştırmaktadır. Bu şekliyle, krizle yeniden gündeme gelen antiemperyalist kurtuluş savaşı retoriği, ikincisinin birincisi ile yeniden okunmasıyla deşifre olabilmektedir. Egemenlere göre ikinci kurtuluş savaşının en önemli aşamasını özelleştirme oluşturmaktadır. Ve özelleştirmeden anlaşılan yerleşik söylemle “ucuza kapatmadır”. Herkesin çok iyi bildiği gibi, özelleştirme ile tanımlanan, karlı ve verimli devlet yatırımlarının değerinin çok altında satılması, sermayeye peşkeş çekilmesidir ki, ekonomi bilimi dilinde bunun adı, sermaye aktarımıdır. Hiç de paradokssal olmayan bir biçimde bunun tersi de sermaye aktarımı olabilmektedir. İttihatçıların C Takımının ileri gelenlerinin savunduğunun aksine 30’lu yılların “devletleştirilmesi” bugünün özelleştirmesine benzer bir sermaye aktarımı oluşturmuştur. Çünkü o yıllarda zarar eden “özel” işletmeler değerlerinin kat be kat üzerinde devlet tarafından satın alınmıştır. Böylesine devletleştirilen işletmelerde yabancı sermaye oranı dikkat çekici ölçüde fazladır ve kuşkusuz 29 ekonomik bunalımını bu sermaye grupları daha rahat atlatmıştır. Azgelişmiş ülkelerde devletin temel görevi budur. Ve bu bakış açısıyla gidersek; 30’lu yıllarda CHP, faşist örgütlenme modelini ve ideolojiyi tartışmaya başlamıştı. 2000’li yıllara gelinirken faşizm, arkaik faşizm modelleriyle gizlenmiş olarak yeniden karşımıza çıkıyor. Adı başka olabilir; “gericilik dönemi” tanımlamalarından yalnızca birisidir. Restorasyon tanımlaması da kullanılabiliyor. Kapitalizmin kendisini yeniden üretmesi için zorunlu düzenlemelere az gelişmiş ülke kapitalizmlerinde başka bir ad bulmak zorunlu oluyor. Bu anlamda Lozan, Düyun-ı Umumiye’nin yeni süreçte restore edilmesinin adı da olabiliyor ve Lozan’a doğrudan bağlı olarak borçların ödenmesi ve ardından gelen yüksek değerli sermaye aktarımları ile desteklenen “devletleştirme” politikaları ile bu süreç tamamlanıyor. Lozan’ın yeni-eski bağlamında tartışılmasında Osmanlının borçları ya da Düyun-ı Umumiye olgusu açıklayıcı olabiliyor.

Yeni bir devlet olduğu iddiasında olanlar eski devletin emperyalistlerle yaptığı tüm mali anlaşmaları yüklenmişlerdir. Bunlar içinde en önemli olan Düyun-ı Umumiye borçlarıdır ve hepsi kuruşu kuruşuna ödenmiştir, şirketin istediği biçimde ödettirilmiştir. Ve Kemalist hükümetlerimiz tarafından hala bizlere ödettirilmektedir. Üstelik ödenenlerin kayda değer bir kısmının faizler olduğu unutulmamalıdır. Bu şartlarda zaten kadük bir yapıya dönüşen kapitülasyonların kaldırılmış olması ise emperyalizm açısından önemsizdir, böyle bir yapılanmaya (kapitülasyonlara) konjonktürsel olarak gereksinim duymadıkları ortadadır.

Emperyalizm için klasikleşmiş bir davranış şeklidir; karlı ve verimli iletişim/ulaşım sektörü iştah açıcı bir yağma alanıdır. Birinci İnönü zaferinden hiç de farklı olmayarak, 1.Derviş zaferi de kazanılmış kamunun en verimli iki alanının satışının kapıları açılmıştır. Kuşkusuz yönetenler “antiemperyalist yönetici” geleneğinin birer üyesidirler! Bir kez daha tekrarlarsak, her zaman görülmüştür ki, kapitalizm yalnızca sınıflar arası değil, ülkeler arası eşitsizliğe de bağımlı durumdadır (azgelişmişlik çok gelişmişliğin nedeni ve azgelişmişliğin sürekliliği de bu bağlamda çok gelişmişliğin garantisidir) çünkü karını arttırmanın en önemli yolu, geri kalmış ülkeler öncelikli olmak üzere diğer ülkelere sermaye aktarımından geçer ve böylece azgelişmişliğin sürekliliği ile emperyalizm kendisini yeniler. Az gelişmiş ülkelere yapılan bu “yatırımın” kolaylıkla anlaşılabilir bir nedeni vardır. Çünkü bu ülkelerde insandan hammaddeye, emekten yaşama her şey ucuzdur. (Yeter ki siyasi sorunlar olmasın) Böylesine ucuz bir ortamda, ulaşım ve iletişim pazarının benzer ucuzluk kolaylıklarından yararlanılarak ele geçirilmesi kuşkusuz söz konusu az gelişmiş ülkeyi yalnızca, emperyalizme doğrudan bağımlı kılmayacak, diğer taraftan ülkedeki kapitalist entegrasyonun ya da yenidünya düzenine uyumun hızlanmasını sağlayarak, bu bağımlılık sürecine kapitalist egemenlik ilişkileri açısından “olumlu” müdahalede bulunacaktır. Ve kuşkusuz bu müdahale borçlandırma yoluyla desteklenecektir. Borçlandırma, bir süre sonra ancak faizlerin ödenebilmesi için yeniden borçlanmayı zorunlu kılacak düzeye geldiğinde, bu bağımlılık tamamlanmış olmaktadır. Yaşadığımız topraklarda yüz elli yıl önce temeli atılan, Düyun-ı Umumiye ile Lozan’ı da içine alan sürecin yeni-yenidünya düzenine uyum programlarının 2000’li yıllarda ulaştığı nokta budur. Eski yenidünya düzeninden, Lozan’dan bugüne küreselleşme ve yeni yeni dünya düzenine dek geçen zaman içinde kapitalizmin doğası ve emperyalist yağma düzeni açısından değişen bir şey yoktur. Evet, tarih tekrardan ibarettir ancak tekrarlar tarih için komedi unsuru oluşturabilecekken, tarihi yaşayanlar açısından yoğun bir acının, açlık, sefalet ve yoksulluğun ve bunların garantörü kan ve zorun eksik olmadığı trajik bir durumu tanımlamaktadır.

1840’larda başlayan Osmanlı borçlanması ve bu borçların ödenebilmesinin garanti kurumu olarak oluşturulan Düyun-u Umumiye’nin vergi toplama işinin denetlenmesini devletin elinden aldığı anımsanmalıdır. Benzer yetki devirlerinin 2001-2 yılında tekrarlandığını (tütün yasası) ya da daha yakın bir tarihte stopaj vergilerinin kaldırıldığını görmek vs. -genel söylemin tersine- hiç de acı değildir. Ancak bir devamlılığın göstergesi olarak bir o kadar öğretici ve anlayanlar için yol göstericidir.

Lozan ve benzerleri ya da ardıllarıyla ilgili okuma/çalışma yaparken sorulması gereken temel sorulardan biri de ‘kapitalizme karşı olmadan antiemperyalist olunabilir mi?’ şeklinde kurgulanabilir. Bir diğer soru: antiemperyalizm ölçülebilir bir tavır mıdır? Bu sorunun yanıtlarından birini, birinci kurtuluş savaşının ardından yaşananlardan verebiliyoruz. Bildiğimiz örneği Chester Projesi oluşturuyor. Az bilinen ama açıklayıcı bir olay. ABD emperyalizminin Anadolu’nun yeni yöneticileriyle olan ilişkilerini ve onların Anadolu’yu sömürgeleştirme planlarını özetliyor. 1923 yılının ortalarında, emperyalizmle entegrasyonun arandığı Lozan ve sınıfsal tercihin açıkça ortaya konduğu İktisat Kongresi günlerinde mecliste kabul edilen bu projeye göre Amerikalı bir sermaye grubu “Chester”, Anadolu’da 4300 kilometrelik bir demiryolu inşa edecek ve bunun karşılığında demiryolunun 40 kilometrelik çevresindeki madenler, limanlar ve tarım alanları üzerinde imtiyaz sahibi olacaktır. Tekrar edilmesini zorunlu görüyorum: bu proje yeni yönetimce onanmış ancak Amerikalılar verimli bulmadıkları için (!) vazgeçilmiştir. 4300 çarpı 40 kilometrekare dışında antiemperyalist olanlara, bu projenin onanması sürecinde ABD başkanından mektup -ya da haber- gelmiş ve hatta ABD dışişleri bakanı proje ile Türkiye’ye gelerek bizzat ilgilenmiştir. Yöntem aynıdır, bir kez daha telekom, tüpraş, madenler vs. başta olmak üzere özelleştirme (=satış/peşkeş anlamında!) furyasını anımsayın. 2000’li yıllarda başlatılan ikinci kurtuluş savaşı birincisinin verimli bir şablonu olmaya adaydır. Yeni “yenidünya düzenine” uyumun yolu buradan geçmektedir. Chester sürecinde ABD’den borç bulunmasının zorunluluğu devleti yönetenler tarafından dile getirilirken, ödemelerin kolaylıkla yapılabilmesi için uygun yönetim üslupları da geliştirilmeye çalışılmıştır. Bunlardan birisini halkın iknası oluşturur. 1923 yılında Anadolu köylüsü ABD demiryolları -mandası- aracılığıyla refaha ulaşma hayalleri kurarken, 2000’li yıllarda aynı safdilliğin devam etmesi sadece siyasi muhalefetin inisiyatifsizliği ile açıklanamaz, kuşkusuz siyasi kültür noksanlığı, bu sürecin böylesine gelişimine etkide bulunmaktadır.

Devlet kurgusunun sağlamlığı ve siyasi otoritenin güçlülüğü, krizin süreklileşmesinin ve dolayısıyla sömürünün devamlılığının sağlanmasının olmazsa olmaz koşulları oluşturur. Emekçiler nasıl ki batan bankaya para yatırmanın riskini tartışıp olanakları ölçüsünde bundan kaçınmaya çalışırlarsa (ki kaçamazlar), tersine olarak sermayede batacak ülkeye yatırımdan kaçınır. Bu “yatırım”ın Türkçesi “sömürü” olsa bile.

Siyasi otoritenin gücünü göreceli arttıran muhalefetin zayıflığıdır. Sözde “sol” sendikalar krize karşı reçete geliştirirken kapitalizme restorasyon programı önerecek kadar kapital severdirler. Oysa böylesine bir karşı program restorasyonu değil çürük olduğu saptanmış binanın ortadan kaldırılmasını hedeflemek zorundadır ve yaklaşık olarak üç maddeden oluşabilir; dış borçların ve bu bağlamdaki tüm ilişkilerin reddi, iç borçların ve bu bağlamdaki tüm ilişkilerin reddi ve bürokrasinin kendini yok etmek üzere yeniden yapılanmasının sağlanması. Bugün yapılması gerekenin bu olduğunu düşünüyorum tıpkı Lozan’da da yapılması gerekenin bu olması gibi. Ancak anımsanmalıdır ki benzer programlar Lozan sürecinde de gündeme getirilmiş ancak etkisi zayıf olmakla birlikte şiddetle bastırılmışlardır. Yönetenler açısından siyasi yetersizlik, sermaye hareketlerini engelleyecek bir düzeye ulaştıysa o zaman güvenilir bir adam bu göreve atanır. Ve emperyalizm okumaları bize emperyalistlerin sürekli olarak azgelişmiş ülkeleri güven testine soktuğunu gösterir. Bu test, bir denetleme ve arandığı zaman, gereksinim duyulduğu zaman orada olma süreci ile tanımlanabilir. Bu bağlamda Lozan’ı okumak, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’ı anlamayı kolaylaştırır.

Birinci kurtuluş savaşının başlangıç tarihi çoğu tarihçi tarafından 19 Mayıs 1919 olarak gösterilir. İkincisini 28 Şubat’la başlatmak olanaklı! 21 Şubat krizi sonrası yapılanlar ise, yeni bir burjuva sınıfı yaratmanın dönemeç noktalarından sayılabilecek İzmir İktisat Kongresine denk düşüyor. Her ikisinde de emekçi yok sayılıyor ve kompradorlaşmanın önü alabildiğine açılıyor, sınıflar yeniden şekillendirilirken yeni düzenin kurgusunda gereksiz görülen unsurlar ayıklanıyor! Yeni kompradorlaşma macerası ise kuşkusuz birçok siyasi sıkıntıyı beraberinde getiriyor. Ard arda yaşanan krizler yenidünya düzenine uyma sürecindeki sınıfsal tercihlerin siyasi birer sonucu. Fazla etkili olduğu söylenemez ve yeni bir 31 Mart provokasyonunun ise önü şimdilik kaydıyla kapalı görünüyor. İlerleyen yıllarda bu şekliyle tekrarlaması kaçınılmaz. Krizin ise neler getireceğini yine tarihten öğrenmek olanaklı. Nasıl ki 1929 açlığı, Serbest Cumhuriyet Fırkası şovunun sergilenmesi ve ardından faşist örgütlenme modelini tartışan bir CHP’yi getirdiyse, tek başına ya da birlikte otuzlu yılların CHP anlayışının bir şekilde iktidarı tekrar denemesi kaçınılmaz görünüyor. Bu da kuşkusuz tanımladığımız gericilik döneminin niteliksel olarak derinleşmesi anlamını taşıyor. Siyasi alanda yapılan her tasfiye, sanılanın aksine ekonomiyi destekleyici özellik içeriyor. Ekonominin bu bağlamda desteklenmesi, sömürü olanaklarının devamı ya da krizin sürekliliğinin teminat altına alınması anlamına geliyor. Emperyalizmin kurumları ile anlaşma sürecinde Lozan’ın yerini ABD şehirleri alıyor.

Bugüne dönelim; Türkiye’nin genel görünüşüne kısaca bakalım: Sayısını imzalayanların dahi unuttuğu bağımlılık anlaşmaları -ya da IMF “niyet” (ya da teslim) mektuplarıyla- ülke, alınan borç kat be kat ödendiği halde, yüzlerce milyar dolar borç batağında. Bu borcun bir teminatı olarak, açık bir yağmaya dönüşen kapitalist sömürü alabildiğine artmış. Ülkenin en zengin %5’i, gelirin yaklaşık olarak %35’ine el koyarken, bu rakam ülkenin en “yoksul” %70’i tarafından ancak paylaşılabilmekte. (Bu rakamlar edinilmiş serveti kapsamadığı için çok yanıltıcı…) Kapitalizmin doğal bir sonucu olarak, etik düşkünlük çevrenin yağmalanmasıyla başa baş gitmekte. Ülkenin tüm değerleri, yüzyıllık dışa bağımlılık programının kesintisiz uygulanabilmesi amacıyla satılmakta. Ülke, Düyun-ı Umumiye idaresinden çok daha ağır bir ekonomik denetim altında tutulurken, vergiler tıpkı “o günlerde” olduğu gibi bu denetim mekanizması tarafından belirlenip toplanmakta, bu ve benzeri uygulamalar ise, “müstemleke” valisi yetkisiyle donanmış atananlar tarafından denetlenerek “ulusal bağımsızlık” retoriği tahkim yasası ile taçlandırılmaktadır. Dış sermayeye verilen imtiyazlar, kapitülasyonlarla karşılaştırılamayacak ölçüde günden güne ağırlaştırılırken ve bu imtiyazların hukuki bilançoları ABD ve AB’nin üçüncü sınıf memurları tarafından kayıtsız şartsız-sorgusuz sualsiz denetlenirken, Lozan’dan miras Musul Sorunu ısıtılarak alt emperyalist hezeyanlar tatmin edilmeye çalışılmaktadır. ABD aracılarının Türkiye’yi bir Ortadoğu savaşında kullanmak için Lozan anlaşmasıyla bağlantılı olarak Musul Petrollerini rüşvet olarak önerdikleri, yerli ve yabancı basında neredeyse her gün yer almakta. Ve kuşkusuz tüm bunlar ulusal bağımsızlık söyleminin güvencesi altında “devletin, ülkesi ve milleti ile” bekası adına yapılmaktadır! Ancak ne yazılırsa yazılsın çizilen tablo eksik kalmaya mahkûmdur.

Bu tabloda yürütülen “sorumlu kim” tartışması ise, sorumluyu aramaktan ya da gerçeği dile getirmekten çok, onun üstünün örtülmesine aracılık etmektedir. Sorumluyu arama sürecinde çok daha gerilere gidilmesini ve isimlerden çok ideolojik yönelişlerin sorgulanması gerektiğini ve bu sorgulama sürecinde Lozan sürecinin üzerinde dikkatle durulması gerektiğini düşünüyorum. Yoksulluk ve kriz, yağma ve baskı kapitalizmin doğası gereğidir. Zorunludur. Kapitalizmi ve dolayısıyla kapitalist yol tercihini, bugünkü tablodan sorumlu tutmamak için hiç bir nedenimiz yoktur. Kapitalizmle bağımlılık ilişkisinin pekiştirilmesinin ve üst seviyeye çıkarılmasının adı olarak Lozan, aynı zamanda yaşamakta olduğumuz an’ın tablosuna ilk fırça darbesinin de atıldığı yerdir. Az gelişmiş “yeni” Cumhuriyet’in kapitalist kalkınma modelini benimsemesinin, bu amaçla iç ve dış politikada arayışlara gitmesinin, arayışlarına uygun ekonomik politikalar belirlenmesinin, bu politikaların dayanacağı ve güç alacağı burjuva sınıfını yetiştirmesinin ve desteklemesinin başlangıcının Lozan’a ve Lozan sürecine dayandığını kabul etmek zorundayız. Tekrarlarsak kapitalist tercihi tartışmadan bugünün sorumlusunu bulamayız ve bu tartışma sürecindeki önemli bir köşe başını Lozan’ın oluşturduğunu kabul etmek zorundayız. Tercih edilen ekonomik modelin ve bu modeli destekleyen politikaların temelleri Lozan Anlaşması sürecinde atılmış ve bu sürecin sağladığı ideolojik argümanlarla desteklenmiştir. Bu haliyle Lozan Anlaşması, uluslararası emperyalist sisteme bağımlılığın yeniden gözden geçirildiği, bağımlılık isteminin “yeni” konjonktürde onandığı emperyalist bir metin olarak da değerlendirilebilir. Lozan aynı zamanda, kapitalizmi benimsemekle, “antiemperyalist olmak” arasındaki çelişkinin de net bir şekilde görülmesini sağlar. Bugün kapitülasyon olgusu çeşitli adlar altında devam ediyorsa, eski olduğu iddia edilenin borçları ya da kapitalist yağmanın birer göstergesi olan Düyun-ı Umumiye kabullenilip bu bağımlılık uğruna borçlar ödeniyor ve ardından gelen on yıllar boyunca Düyun-ı Umumiye’yi aratmayacak yeni borçlanma modelleri geliştiriliyorsa… Vb. tüm bu olgular Lozan’da üzerinde anlaşılan yeni bağımlılık modelinin yadsınmaz birer sonucudur.

Unutulmaması gereken nokta, Türkiye kapitalizminin emperyalizme zorunlu bağımlılığı ve sömürü için doğrudan araç olacak niteliği. Ve bu, kapitalizmin doğasından gelen bir nitelik, tıpkı onun doğasında var olan ahlaki düşkünlük ve “kişiliği” yok etmeye -onu bağımlı kılmaya- yönelik müdahale hakkı gibi. Girişte sorduğumuz soruların bu bağlamda bir kez daha sorulmasını ve yanıtlarının, resmi ideolojinin kısıtlayıcılığından ve baskısından kurtularak verilmesinin zorunlu olduğunu düşünüyorum. Ve uzun –ve son- bir tekrarı yeni tartışmalar için zorunlu görüyorum: Lozan nedir? Lozan; Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı -Dünya Savaşı?- sonucunda kurulmaya çalışılan ‘yenidünya düzeninde’ Ortadoğu’nun ‘ne olacağı’ sorusuna verilen yanıtlardan birisidir ve bu anlamda emperyalist bir sözleşmenin ifadesinden başka bir şey değildir. Lozan, Türkiye için nedir? Lozan; kurulmaya çalışılan ‘yenidünya düzeninde’ Türkiye’nin de rol kapma isteğinden başka bir şey değildir, Türkiye’nin kapitalist-emperyalist dünyada var olma isteğinin, bu ‘dünyaya’ sözleşmeler yoluyla biat etmesinin onanmasından başka bir şey değildir ve bu anlamda kesinlikle antiemperyalist değildir. Lozan’da Türkiye, ‘eskiden’ kalan birçok yükümlülüklerini kabul etmiş, eski devletin emperyalist yağmacılara olan borçlarını, emperyalizm tarafından onanmak amacıyla üstlenmiştir. Ortadoğu’da bugünküne benzer bir şekilde, İngiliz Emperyalizminin rolünün onaylanması ve bu rolün meşrulaştırılmasının adıdır Lozan. Resmi ideolojinin en önemli argümanlarından olan ‘misak-ı milli’, efsaneyi yazanlar tarafından çiğnenerek -gerekli görüldüğünde günün koşullarına uygun yenileme!- Musul’la simgeleşen Ortadoğu petrollerinin emperyalist yayılmacılığa küçük bir eder karşılığı satılmasının adıdır. Lozan, yeni devletin, kapitalist ilişkileri ve bu ilişkilerin sonucunda zorunlu olarak gelişecek ‘yeni’ bağımlılığın kabullenilmesinin ve bu kabulünde batılı kapitalist devletler tarafından onanmasını gösteren bir sözleşmenin adıdır; açık bir biat talebi ve bu talebin arkasından dünyanın yeni efendilerinin bu talebi kabulünün adıdır Lozan. Lozan, aynı zamanda kapitalizme karşı olmadan antiemperyalist olunamayacağının en net tarihi örneklerinden birisidir…

Gazetelerde yeni bir haber: milyonlarca metrekarelik vatan toprağı yabancılara satılmış, Ege bölgesinde Yunanlılar ve İngilizler, güneyde Alman ve İtalyanlar, doğuda Fransızlar vs. ağırlıklı bir alım söz konusuymuş…

“Aman tanrım, biz Sevr’i yırtıp atmamış mıydık?”

(2006)

noktahaberyorum.com/lozan-1-to

Bilim İnsanları Hakkari ve Tatvan’da İki Yeni Köstebek Türü Keşfetti

Son buluşla birlikte, bilinen Avrasya köstebeği türlerinin sayısı 16’dan 18’e yükselmiş oldu. DNA araştırmaları, yeni bulunan türlerin diğer köstebeklerden farklı olduğunu teyit etti

Bilim insanları, 3 milyon yıldır Türkiye’nin doğusundaki dağlarda keşfedilmeden yaşadıklarına inandıkları iki tür köstebek tespit etti.

ABD’deki Indiana Üniversitesi, İngiltere’deki Plymouth Üniversitesi ve Türkiye’den Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nden araştırmacıların son keşfi, Zoological Journal of the Linnean Society dergisinde yayımlandı.

Son buluşla birlikte, bilinen Avrasya köstebeği türlerinin sayısı 16’dan 18’e yükselmiş oldu.

Üç ülkenin bilim insanları, Türkiye’nin doğusundaki Hakkari ve Tatvan’da iki yeni tür köstebek keşfederken, bunlara ‘Talpa hakkariensis’ ve ‘Talpa davidiana tatvanensis’ adı verildi.

DNA araştırmaları teyit etti

DNA araştırmaları, yeni bulunan türlerin diğer köstebeklerden farklı olduğunu teyit etti.

Hakkari ve Tatvan’da ortaya çıkartılan köstebekler dağlık bölgelerde yaşarken, yazın 50 dereceye varan sıcaklarda ve kışın ise iki metre karın altına gömülerek hayatta kalabiliyor.

Daha önceki araştırmalarında yaklaşık 80 yeni hayvan türünün, özellikle de böceklerin keşfinde önemli rol oynayan Plymouth Üniversitesi Su Biyolojisi Profesörü David Bilton, günümüzde yeni memeli türleri bulmanın çok nadir bir durum olduğu için buluşun dikkate değer olduğunu söyledi.

noktahaberyorum.com/bilim-insa

Antarktika Derinliklerinde Keşfedilen Yeni Deniz Canlısı: Promachocrinus fragarius

Antarktika’da araştırmacılar, 20 kola ve “çilek benzeri” şekle sahip yeni bir deniz canlısı türü keşfetti. Bu canlı, deniz zambağı olarak bilinen bir hayvan grubuna ait ve “Promachocrinus fragarius” olarak adlandırılıyor. Bu isim, Latincede “çilek” anlamına gelen “fragaria” kelimesinden geliyor. Bu canlının özellikleri, “Invertebrate Systematics” dergisinde yayımlanan bir makalede1 tanıtıldı.

Promachocrinus fragarius, Antarktika açıklarında bulunan bir tür ve yaklaşık 20 kolu var. Bu kollar, canlının ana gövdesinden çıkıyor ve çileğe benzeyen bir görünüm veriyor. Canlının rengi ise mor ile koyu kırmızı arasında değişkenlik gösteriyor. Bu yeni keşfedilen deniz canlısının, iki farklı yapıya sahip kolu olduğu belirtiliyor. Altta bulunan kollar “kaba ve çizgili” olarak tanımlanırken, üstteki kollar daha “tüylü” bir yapıya sahip.

Promachocrinus fragarius, deniz tabanının 19 ila 1981 metre arasındaki derinliklerinde yaşıyor. Boyutları oldukça büyük olan bu canlı, 65 ila 6500 feet (yaklaşık 19 ila 1981 metre) arasında değişen okyanus derinliklerinde yaşadığı ifade ediliyor. Bu canlının beslenme şekli ise henüz bilinmiyor. Araştırmacılar, bu canlının diğer deniz zambakları gibi su akımından gelen besinleri yakalayarak veya diğer küçük hayvanları yiyerek beslenebileceğini düşünüyor.

Bu canlının keşfi, Antarktika’nın biyolojik çeşitliliği hakkında daha fazla bilgi edinmemizi sağlıyor. Antarktika’nın suları, dünyanın en soğuk ve en izole bölgelerinden biri olmasına rağmen, çok sayıda hayvan türüne ev sahipliği yapıyor. Bu hayvanlar arasında penguenler, foklar, balinalar, ahtapotlar, yengeçler ve mercanlar gibi çeşitli gruplar bulunuyor. Promachocrinus fragarius da bu zengin ekosistemin bir parçası olarak karşımıza çıkıyor.

NHY/ BirGün

noktahaberyorum.com/71690.html

Avrupa’nın En Eski Mumyası Ötzi, Anadolu Kökenli Çıktı

Avrupa’nın en eski mumyası olan buz adam Ötzi’nin, Anadolu’dan göç eden ilk çiftçilerin soyundan geldiği ortaya çıktı. Almanya’da yapılan bir araştırma, Ötzi’nin genetik yapısını inceleyerek, bu şaşırtıcı sonuca ulaştı. Araştırma, Ötzi’nin ten rengi ve saç durumu hakkında da yeni bilgiler verdi.

Ötzi, 1991 yılında İtalyan Alpleri’nde bir buzulda bulunmuştu. Yaklaşık 5 bin yıl önce yaşamış olan Ötzi, doğal şartlar altında oldukça iyi korunmuş bir mumyaydı. O zamandan beri bilim insanları, Ötzi’nin hayatı ve ölümü hakkında pek çok araştırma yaptılar.

Almanya’da Max Planck Antropoloji Enstitüsü ile İtalya’daki Eurac Mumya Araştırma Enstitüsü’nün ortaklaşa yürüttüğü son araştırma, Ötzi’nin genom analizlerini daha detaylı bir şekilde yaptı. Araştırma sonuçları, Nature Communications dergisinde yayınlandı.

Araştırmacılar, Ötzi’nin genetik yapısını, günümüz Avrupalılarıyla ve diğer eski insan gruplarıyla karşılaştırdılar. Bu karşılaştırma sonucunda, Ötzi’nin Avrupalı çağdaşlarıyla değil, Anadolu’dan göç eden ilk çiftçilerle yüksek bir genetik benzerlik gösterdiği görüldü.

Araştırmanın baş yazarı Profesör Johannes Krause, “Ötzi’nin yeni genomunda Doğu Avrupalı bozkır çobanlarından hiçbir iz bulamamak bizi çok şaşırttı ve avcı-toplayıcı genlerin oranı da çok düşük” dedi. Krause, “Genetik olarak, atalarının doğrudan Anadolu’dan geldiği görülüyor” diye ekledi.

Araştırma ayrıca, Ötzi’nin ten rengi ve saç durumu hakkında da yeni bilgiler verdi. Araştırmacılara göre, Ötzi sanılanın aksine daha koyu bir tene sahipti ve kel olma eğilimi gösteriyordu. Bu durum, Ötzi’nin beyninin frontal lobunda bulunan ve kural çiğneme eğilimi ve dürtüsel davranışlarla ilişkili olan sol ventromedial prefrontal korteks adlı bölgedeki gri madde hacminin azlığıyla açıklanabilir.

Araştırmanın eş yazarı Profesör Barbara Sahakian, “Sigara içmenin beyni nasıl etkilediğini anlamak, nikotin bağımlılığının tedavisine yönelik yeni yöntemler geliştirilmesine katkıda bulunabilir. Örneğin, psikotrop ilaçlar gibi bazı tedaviler, beynin küçülmesini durdurabilir veya ön lobun normal çalışmasını sağlayabilir” dedi.

Ötzi hakkında yapılan bu araştırma, Avrupa tarihi ve kültürü hakkında yeni bir bakış açısı sunuyor. Anadolu kökenli olan Ötzi’nin Avrupa’ya nasıl geldiği ve burada nasıl yaşadığı gibi soruların cevapları henüz bilinmiyor. Ancak bilim insanları, Ötzi’nin bize anlatacak daha pek çok şey olduğunu düşünüyorlar.

NHY

noktahaberyorum.com/avrupanin-

Peru’da Antik Ses Çıkaran Dans Pisti Keşfedildi: Gök Gürültüsü Tanrısının İzleri Ortaya Çıktı

Peru’nun güneydoğusundaki Viejo Sangayaico bölgesinde gerçekleşen yeni bir arkeolojik keşif, antik döneme ait ilginç bir yapıyı gün yüzüne çıkardı. Arkeologlar, Lima’nın 200 kilometre güneydoğusundaki bu bölgede, MS 1000 ila MS 1400 yılları arasına tarihlenen antik bir “ses çıkaran” dans pistini ortaya çıkardı.

Bu antik dans pisti, üzerinde zıplandığında davul benzeri sesler çıkaran özel bir yapı olarak tasarlanmış. Arkeologlar, bu pistin, muhtemelen gök gürültüsü tanrısıyla ilişkilendirilen ritüellerde kullanıldığını düşünüyor.

Platformun bulunduğu bölge, İspanyol öncesi And Medeniyeti’nin bir parçası olarak dans ve ritüellerin merkezi olarak kabul ediliyor. Arkeolog Kevin Lane, dansın antik dönem insanlarının hayatında önemli bir yer tuttuğunu ve bu platformun dansla ilişkilendirilen doğal sesleri öne çıkarmak amacıyla inşa edilmiş olabileceğini belirtiyor.

Dans pisti, bir İnka tapınağına ait olduğuna inanılan iki açık hava platformundan birinin üzerine inşa edilmiş. Ayrıca, bu platformlar yakınlardaki Huinchocruz Dağı’na bakmaktadır ki bu dağ, İspanyol öncesi dönemde dağ tanrılarına adanmış ritüellerin gerçekleştirildiği bir yer olarak biliniyor.

Dans pistinin üzerinde yapılan denemelerde, insanların zıpladığında çıkan belirgin bir “güm” sesi tespit edildi. Kevin Lane ve ekibi, bu sesin nasıl elde edildiğini keşfetmek için platformu inceledi. İncelemeler sonucunda platformun özel olarak hazırlanmış dolgular ve yüzeylerle doldurulduğunu ortaya çıkardı. Bu dolum süreci, temiz siltli kil içeren dört katın aralarına serpiştirilmiş deve gübresini içeriyordu.

Deve gübresinin oluşturduğu küçük boşluklar, dans edildiğinde veya zıplandığında çıkan tok sesin kaynağı olarak görünüyor. Kevin Lane, bu platformun yaklaşık 26 kişi tarafından kullanılarak yüksek bir gümbürtü sesi çıkarmak amacıyla tasarlandığını belirtiyor.

Bu keşif, And Dağları’nda yer alan diğer bölgelerde de benzer ses çıkaran yapıların bulunabileceği ihtimalini ortaya koyuyor. Arkeologlar, bu tür yapıların İspanyol öncesi dönemde müzik ve ritüel amaçlı kullanıldığını düşünüyor.

Gerçekleştirilen bu keşif, antik dönemin sesleri ve ritüelleri birleştiriş şeklini anlamamızı sağlıyor. Araştırmanın sonuçları, Journal of Anthropological Archaeology dergisinde yayımlandı.

Haber Kaynağı: The Art Newspaper, 19 Temmuz 2023.*

noktahaberyorum.com/peruda-ant

Yüz Yıllık Düğüm ve Bir Uluslararası Konferans

Bir Emperyalist Düğüm: Lozan

Lozan Antlaşması’nın imzalanmasının üstünden yüz yıl geçti. Türkiye Cumhuriyeti’nin bekçileri, dostları ve onların dümen suyunda gidenler ne kadar sevinseler az. Ortadoğu gericiliğinin kalesi yüz yıldır ayakta. Lozan’ın sürekliliğini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bekasını emekçiler açısından sözümona antiemperyalist bir mevzi olarak görenler, devrimci deyince aklına Mustafa Kemal ve kalpağı gelenler bayram ededursun; Lozan’ın bu topraklardaki devrimciler açısından çok daha farklı bir anlamı var. Lozan Kürtlerin dört parçada bölünmesini tescilledi ve Kürt ulusunu ilhak edilmiş topraklarda emperyalistlerin güdümündeki ulus devletlerin eline bıraktı.

Kuşkusuz, Türkiye’de kemalistlerin 1923 sonrası politikalarını yeterince anti-emperyalist bulmayıp eleştirenler de vardır. Hatta kimileri kemalistlerin emperyalistlerle içli dışılı ilişkilerini 1920 yılından başlatır. Bununla birlikte kemalistlere yönelik bu eleştiriler, “yetmez ama evetçi” içeriği bir yana, konu olarak hep İzmir İktisat Kongresi’ne ve kemalistlerin ekonomi politikalarına odaklanır, milli gelirin bölüşülmesinin ve sendikal yasakların dar sınırlarının dışına çıkmayı başardığı zamansa en fazla Türkiye’nin SSCB yerine İngiltere’ye yakınlaşmasını konu edinir. Ama daha ilerisine geçemez, Lozan’la atılan esas emperyalist düğümün Kürdistan sorunu başlığında olduğunu hasır altı eder.

Bir İstisna: Kaypakkaya

Bu tutumun tek istisnası İbrahim Kaypakkaya’dır. Kaypakkaya Şafak revizyonizminin kemalizme dair görüşleriyle hesaplaşırken şunları yazıyordu: “Lozan’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı alçakça çiğnendi. Kemalistlerle emperyalistler, Kürt ulusunun kendi istek ve eğilimini hiçe sayarak, pazarlıkla, Kürdistan bölgesini çeşitli devletler arasında böldüler.”

Ancak Lozan’ın emperyalist ve karşıdevrimci karakterini tespit etmesine karşın Kaypakkaya, Lozan’da atılan düğümü o dönemki güncel devrimci politikanın bir sorunu olarak değil tarihsel bir haksızlık olarak tanımlıyordu.

“Lozan Antlaşması’yla kendi kaderini tayin hakkı çiğnenerek parçalanması, elbette tarihi bir haksızlıktır. Ve Lenin yoldaşın bir başka vesileyle söylediği gibi, haksızlığı durmadan protesto etmek ve bütün hakim sınıfları bu konuda ayıplamak, komünist partilerin görevidir. Ama böyle bir haksızlığın düzeltilmesini programına koymak akılsızlık olur. Çünkü bugünün meselesi olma niteliğini çoktan kaybetmiş bir sürü tarihi haksızlık örnekleri vardır. “Sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemekte devam eden bir tarihi haksızlık” olmadıkları sürece, komünist partiler bunların düzeltilmesini sağlamak gibi, işçi sınıfının dikkatini temel meselelerden uzaklaştırıcı bir tutuma giremezler. Yukarıda işaret ettiğimiz tarihi haksızlık, artık günün meselesi olma niteliğini çoktan yitirmiştir, “sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemek” gibi bir mahiyet taşımamaktadır.”

Bu satırların yazılmasından yıllar sonra, Lozan’ın muhtelif yıl dönümlerinde, emperyalist metropollerde bazen kalabalık bazen de cılız protesto etkinlikleri artık belirli gün ve haftalar siyasetinin ayrılmaz bir parçası haline dönüştü. Her sene düzenlenen ve ekseriyetle kimi “hocaların” söz aldığı Lozan konferanslarında, tarihçilerin kitaplarında veya sunumlarında Lozan’ın Kürtleri parçalayışı ön plana çıkarıldı. Bu konferanslarda Lozan’ın, ulusların kendi kaderini tayin hakkının önüne çektiği set ekseriyetle burjuva anlamda bir ‘hak ihlali’ meselesi olarak tanımlanırken, bu hak ihlallerinin sözümona çözümleri içinse uluslararası kurumlara çağrılar yapıldı, ulusal sorunun emperyalistler gözetiminde, onların aracılığı ile çözülmesi için yol haritaları çizildi. Lozan’ın yüzüncü yıl dönümünde de çoğu protesto mahiyeti bile taşımayan bir dizi etkinlik de uzun süredir esen bu rüzgarlarla uyumlu bir şekilde gerçekleşti. Etkinliklerden hiçbiri, Kaypakkaya’yı doğrularcasına, devrimci bir politik mahiyet taşımıyordu. Daha da kötüsü hepsi emperyalistlerden ve bölge devletlerinden Lozan’daki haksızlığı telafi etmelerini talep eden bir içerikteydi.

Tarihsel Haksizlik Değil, Politik Sorun

Gelgelelim, Kaypakkaya’nın tespitleri sadece bugün değil yazıldığı zaman için de yanlıştı. Kürdistan’ın parçalanması her zaman için devrimci politikanın aktüel bir sorunuydu. Lozan hiçbir zaman Kürtler tarafından kabul edilmedi. Kürtler açısından her zaman “günün meselesi” oldu. İmzalanmasından yalnızca iki sene sonra, 1925’te Azadi İsyanı ile başlayan ve 1926’da Ağrı Ayaklanmalarından 1937’de Dersim İsyanı’na uzanan bir dalga yaşandı. Ocak 1946’da kısa ömürlü de olsa Mahabat Kürt Cumhuriyeti egemenliğini ilan etti. Güney’de Irak savaşı sonrası filizlenen hareketler bugün halen varlığını korumakta. Kaypakkaya yukarıdaki satırları yazarken Dr. Şıvan Kuzey Kürdistan’da bağımsızlıkçı bir gerilla savaşına hazırlanıyordu. Aynı coğrafyada 70’lerin ortasından sonra başlamış Kürt baharı serhildanlarla, başkaldırılarla devam ediyor. Türkiye Cumhuriyeti ise Lozan’la tescillenen ulus kavramı ile Kürtleri asimile edemedi, “Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl” kisvesiyle Türk milliyetçiliğini yayamadı, islamı kullanarak Kürt ulusunun en kalabalık parçasını Türkleştiremedi. Geldiğimiz noktada egemenlik iddia ettiği topraklarda siyasi otoritesini kaybetmiş, varlığını yalnızca silahlı baskı ve zora dayandırabilen bir işgal kuvvetine dönüşmüştür. 2012’de Rojava devrimi, 2022’de ise Rojhilat ayaklanması Lozan ile çizilmiş sınırların artarak çatırdadığını bir kez daha gözler önüne serdi. Kürdistan’daki ayaklanma dinamikleri yüz sene boyunca hiç durmadı, bundan sonra da duracağına dair bir emare görünmüyor.

Bu durum elbette bir ezen ulus devleti olan Türkiye ile Kürdistan’ın ilişkisine özgün bir durum değil, emperyalizm çağının genel bir özelliğidir. Nitekim Lenin de 1916’da, yani Ekim Devrimi’nden bir yıl önce, bağımsız İrlanda Cumhuriyeti hedefiyle gerçekleşen Paskalya Ayaklanması’nı, emperyalizm çağındaki proleter devrimlerin ilk habercisi olarak kabul ederken proleter devrimlerle ulusal kurtuluş mücadeleleri arasındaki kopmaz bağa dikkat çekiyordu. O günden beri emperyalistler arasındaki paylaşım kavgaları, sadece dünya üzerindeki tüm devletlerin altını oymuyor aynı zamanda ezilen ulusların kurtuluş mücadelesi için tarihsel fırsatlar yaratıyor.

Lozan’ın yüzüncü yıl dönümünde Ortadoğu’da keskinleşen, ama bu bölgeyle sınırlı olmayan bir paylaşım kavgası sürüyor. Bölgeye “istikrar sağlamak” amacıyla girmiş olan ABD, uzun ve kayıp dolu yılların ardından önce Irak’tan sonra da Afganistan’dan masraflı olduğu gerekçesiyle çekildi. Bu sırada Irak önce İran’ın en büyük müttefiki haline geldi sonra da derin ve hala çözülememiş bir hükümet krizinin içine sürüklendi. Suriye’de başlayan savaş on senenin ardından sonlandırılamadı. Bir yanda yanına İran’ı almış Rusya diğer yanda ise ABD Suriye üzerindeki nüfuz kavgasını sürdürüyor. Rojhilat ayaklanması ise Amerika’nın İran ile ilgili planlarından bağımsız düşünülemez. Kısacası tüm bu süreçte Ortadoğu’daki statükolar sarsıldı ama sürecin sonunda ABD’nin bölgedeki nüfuzu artmadı, azaldı. ABD’nin azalan ağırlığı bölgedeki istikrarsızlığı körükleyen ayrı bir etmene dönüştü.
Emperyalistler arasındaki paylaşım kavgası 1914 öncesi döneme daha fazla benzese de bu kez ezilen ulusların lehine bir fark vardır: Emperyalistler ne Lozan’ın yolunu döşeyen Birinci Paylaşım Savaşı’na benzeyen bir savaşı başlatmaya cesaret edebilmektedirler ne de böyle bir savaş patlak verdiğinde onu sürdürecek ve galip gelecek imkanları mevcuttur. Bugün Lozan sadece çizdiği sınırlar çatırdadığı için değil, bekçilerinin ve garantörlerinin yeni Lozanlar yapacak ve uygulayacak güçleri de kalmadığı için sağlam kalamıyor, bu durum ezilen ulusların önüne fırsatlar seriyor.

Yüzüncü Yilda Lafazanlik ve Devrimcilik

Gelgelelim, Lozan’ın yüzüncü yıl dönümünde, nesnel koşulların tümüyle ezilen uluslardan ve emekçilerden yana olmasının devrimciler, özellikle de komünistler bakımından özel bir anlamı yoktur. Zira varlığı emperyalistler tarafından Lozan’la tescillenmiş bu devletin temelleri çürüktür.

Milli marşı “Korkma!” diye başlayan cumhuriyetin kurucusu bile, 1926 yılında Anadolu Ajansı’na “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” demecini verirken bunu bir öngörü olarak değil temenni olarak ifade ediyordu. Onu korkutan İzmir Suikasti tutuklamalarıyla tasfiye edeceği İttihatçılar değil; yanı başında duran, henüz akıbeti hakkında net bir fikre sahip olmasının mümkün olmadığı Ekim Devrimi’ydi. Sırf nesnel koşullar göz önünde tutulduğunda Türkiye Cumhuriyeti’nin ayakta kalması değil yıkılması daha kuvvetli olan olasılıktı. Cumhuriyet, esasen onu yıkmakla yükümlü olanların örgütsel ve siyasi yetersizlikleri nedeniyle ayakta kaldı. Cumhuriyetin sınırlarını belirleyen Lozan Antlaşması ise aynı zaaf nedeniyle hala yırtılıp atılamadı. Komünist Enternasyonal; Kürt ulusunun birliğini ve kurtuluşunu, dört devletin sınırlarının parçalanmasını zorunlu kılan, uluslararası bir sorun olarak ele almadı, Kürdistan’da komünist bir partinin kurtuluşu yönünde bir girişimde bulunmadı, kendi mensubu partileri Kürdistan’ı boyunduruk altında tutan emperyalistlere ve bölge devletlerine karşı seferber edemedi. Lozan imzalandığında Komünist Enternasyonal’in tasfiyesine giden yol da açılmıştı. Gelgelelim Komünist Enternasyonal’in tasfiyesinden sonra herhangi bir devrimci hareket de Kürdistan sorununu uluslararası devrim mücadelesinin bir sorunu olarak ele almadı.

Kaypakkaya, Kürdistan’ın parçalanmışlığının politik niteliği hakkında yanılıyordu ama o bu tespitleri Türkiye Komünist Partisi – Marksist Leninist’i kurma mücadelesinin bir parçası olarak yapıyordu. Kürdistan’ın parçalarında yüz yılı aşkın bir süredir dalga dalga patlak veren başkaldırılara, Türkiye Cumhuriyeti’nin çürük temellerine, Kürdistan’ın kurtuluşunun önündeki tarihsel fırsatlara dikkat çekmek; Komünist Enternasyonal’in geçmişteki hatalarının altını çizmek; hatta Kürdistan’daki devrimci parti ihtiyacına dikkat çekmek yahut Kürdistan sorununun uluslararası bir sorun olduğunu söylemek, bu sorunun devrimci bir temelde çözüme kavuşması için uluslararası bir devrimci merkeze ihtiyaç duyulduğunu ifade etmek de Kaypakkaya’nın ilerisine geçmek anlamına gelmez. Söz konusu öznel eksikliği giderme yolunda somut adımlar atmadan Kürdistan sorunu hakkında konuşmanın politik bir anlamı yoktur. Uluslararası bir merkezi yaratma yolunda politik bir girişimde ve çağrıda bulunmayanlar, yaptıkları isabetli tespitler ne olursa olsun, sorunu tarihsel haksızlıklar çerçevesinde ele almanın ötesine geçemeyeceklerdir.

Uluslararası Kürdistan Konferansı

“Devrim için Devrimci Parti!” şiarıyla yola çıkan Köz’ün arkasında duran komünistler tam da bu nedenle Kürdistan sorununu devrimci bir temelde çözmeyi hedefleyen bir uluslararası merkez yaratma yönündeki tüm girişimlere destek verecek, bu yönde atılacak somut adımlarda tüm gücünü ve imkanlarını kullanarak sorumluluk üstlenecektir.
Sonuç bildirgesi ve kararları geçtiğimiz haftalarda elimize ulaşan Uluslararası Kürdistan Konferansı’nın, “Gelin bağımsız ve birleşik Kürdistan’ın bir devrimle kurulabileceğini savunan tüm güçlerin en güçlü ve en sıkı birliğini sağlayalım” çağrısını bu nedenle önemsiyoruz. Konferansın Kürdistan sorununu bir devrim sorunu olarak tarif etmesi, bu sorunun çözümünün uluslararası bir merkez yaratmadan çözülemeyeceğini saptaması önemlidir. Muhataplarını sorumsuz aydınlar değil örgütlü devrimci güçler olarak tarif etmesi daha da önemlidir. Ama en önemlisi söz konusu konferansı düzenleyenlerin uluslararası bir merkezin yaratılması doğrultusunda politik bir girişimde bulunması ve somut bir hedefe sahip bir çağrı yükseltmesidir. Bu çağrısıyla birlikte Uluslararası Kürdistan Konferansı, sorunu tarihsel bir haksızlık çerçevesinde ele almanın ötesine geçecek ilk adımı atmıştır. Böylesi bir adımın atılmasını sevinçle karşılıyor, konferans çağrısının ve kararlarının türkçe metnini gazetemizde yayınlıyoruz. Konferansın sonuçlarını en geniş kesimlere duyurmak, kendini enternasyonalist ve devrimci olarak tanımlayan tüm kesimlerin görevidir.

Köz’ün arkasında duran komünistler olarak, elbette kendimizi konferansın “uluslararası bir merkez”in prensiplerini belirleme ve bu merkezi yaratma çağrısının birinci dereceden muhatabı kabul ediyoruz. Söz konusu merkezi tutarlı ve devrimci bir temelde yaratmak için Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin temel kararlarını rehber edinmek gerektiğini sadece Uluslararası Kürdistan Konferansı’nın çağırdığı zeminde değil, uluslararası bir merkez yaratmaya yönelik her zeminde tekrarlamayı ve bu türden girişimlere kendi görüş ve önerilerimizle destek vermeyi öncelikli görevlerimiz arasında görüyoruz.

International Kurdistan Conference / Konferansa Navneteweyî ya Kurdistanê
* Aşağıda bize iletilen çağrı ve kararlarını yayımladığımız Uluslararası Kürdistan Konferansı’nın farklı dillere çevrilmiş diğer belgelerine www.internationalkurdistanconference.org adresinden ulaşabilirsiniz.

KONFERANS KARARLARI

1- Kürdistan sorunu bağımsız ve birleşik bir Kürdistan devletinin kurulma sorunudur. Üzerinde yaşadığı topraklar dört ayrı ulus devlet tarafından gasp edilmiş Kürd ulusu kendi kaderini ancak bu topraklar üzerinde egemen olduğu bir devlet kurarak tayin edebilir.

2- Kürdistan sorunu bir devlet kurularak çözülebileceğine göre Kürdistan sorunu bir devrim sorunudur. Kürdistan devleti devrimsiz kurulamaz.

3- Kürdistan’daki ulusal kurtuluş mücadelesine önderlik etmek için tek bir devrimci partiye ihtiyaç vardır. Zira Kürdistan devrimi farklı bölgelerde farklı zamanlarda ayaklanma süreçleriyle ilerleyecek olsa da bu ayaklanmalar tek bir devrimin parçası olacaktır.

4- Bununla birlikte Kürdistan devrimi ezen ulus devletlerindeki devrim süreçleriyle ve Orta Doğu’daki çözülememiş ulusal sorunların yaşandığı ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadeleleri ile de yakından ilişkilidir. Aynı zamanda Kürdistan sorununa doğrudan müdahil olan Emperyalistler ezilen ulusları bölen, ezilen ulus mücadelelerini boğan temel aktörlerdir. Ezilen uluslar üzerindeki emperyalist ablukanın kalkması için emperyalist metropollerde de sınıf mücadelesinin yükseltilmesi gerekir. Bu nedenle emperyalist metropollerdeki devrim süreçleri de Kürdistan devrimi ile yakından ilişkilidir.

5- Kürdistan sorunu kadar Kürdistan devriminin uluslararası karakteri ve bu devrimin ve onunla ilişkili tüm devrimlerin Uluslar arası bir merkezden yönetilmesini şart koşar. Sadece Kürdistan devrimine değil, onunla ilişkili tüm devrimlere önderlik edecek tüm partiler tek bir uluslar arası merkeze bağlı olmalıdır. 6- Söz konusu merkez, temel prensiplerde ortaklaşan, örgütlü güçlerin oluşturduğu bir merkez olmalı ve kendisi de aynı örgütlülük ile hareket etmelidir. İdaresi altındaki ulusal örgütlenmeleri sevk ve idare eden, onları aynı siyasi çizgi doğrultusunda hareket ettiren politik ve örgütsel bir merkez olmalıdır.

7- Bu devrimlere önderlik etmek isteyenlerin en sıkı eşgüdümünü sağlayacak uluslararası bir merkezin kuruluşunu tartışmak üzere konferansımızın tarif ettiği prensiplerde ortaklaşan fakat bununla sınırlı kalmayarak ulusal ve uluslararası her türlü siyasal sorunun devrimci bir çözümünü sağlamaya aday uluslararası bir merkezin varlığı, işleyişi, prensipleri konusunda da ortaklaşmayı dert edinen farklı ülkelerden devrimci örgütlü güçlerle yeni bir konferansın örgütlenmesi ödevi karşımızda durmaktadır.

8- Bu ödevin yerine getirilmesi için gerekli adımları atması için konferans kendine bir heyet belirlemiştir. Heyet yeni bir konferansın örgütlenmesi için örgütlü güçlere çağrıda bulunacaktır.

KONFERANS ÇAĞRISI

Uluslararası Kürdistan Konferansı, Kürdistan Depremi sonrasında toplandı. Felaketler gerçekleri örten yalan perdesini kısa süreliğine olsa da yırtıp atar. Kürdistan Depremi’nde de öyle oldu. Sadece on binlerce kardeşimizin enkaz altında yitip gitmesi değil, bu depremin konamayan adı dahi Kürdistan’ın ve Kürd ulusunun durumunu özetliyor. Kürdistan’ın iki parçasını yıkan bir deprem dahi Türkiye-Suriye depremi olarak adlandırılmaktadır. Söz konusu olan varlığı ve vatanı yoksayılan, her kaybı misliyle yaşayan bir ulustur.

Yoksayılan Kürdistan, konferansın toplandığı günlerde de her zaman olduğu gibi ağır bir saldırı altındaydı. Metina, Zap, Avaşin bir yılı aşkın süredir saldırı altında. Rusya Astana Platformu’nu diriltmeye çalışırken, sadece Türkiye ve Suriye arasındaki barış görüşmeleri hız kazanmıyor, Kürdistan’ın batısını silahsızlandırma yönündeki basınç da şiddetleniyor. Türk devleti, deprem gününden beri Şehba ve Til Rifat hattını bombalıyor. Irak Hükümeti Kerkük askeri üssünü ABD’den devralırken, Kürdlerin düşmanları Duhok’ta helikopter düşürüyor, Süleymaniye’de SİHA’lar Mazlum Abdi’ye saldırıyor. Kürdistan’ın doğusundaki Kürt idamları vaka-i adiyeye dönüşürken, İran hükümeti Irak ile sınır güvenliği anlaşması imzalayarak Kürdistan’ın doğusundaki örgütleri kıskaç altına almayı hedefliyor.

Kürdistan’ın tüm parçalarındaki saldırılar sebepsiz değil. Kürdistan emperyalistler arasında kıyasıya bir paylaşım kavgasının yürüdüğü, bu paylaşım kavgasının bir ürünü olarak dört devletin bir birine bağlandığı, dünyanın en kalabalık ezilen ulusunun kendi topraklarında zincire vurulduğu bir düğüm noktasıdır. Ama doğudan batıya, kuzeyden güneye Kürdistan dünyanın en büyük devrimci dinamiklerinin merkezi aynı zamanda. Kuzeyindeki başkaldırı on yıllardır güçlenerek sürüyor, batısında imkansızlıklar, bombardmanlara, suikastlerle ve kuşatmaya rağmen Kürdler kendilerini yönetmekten vaz geçmiyorlar. Doğusundaki ayaklanma İran’daki rejimi sarsıyor. Kürdistan’ın devrimci dinamikleri yeni ortaya çıkmadı, yüz yıllık öyküsü ulusal kurtuluş mücadeleleri çağının başından beri sürüyor. Kürdistan Koçgiri’dir, Ağrı Cumhuriyeti’dir, Mahabad’dır, Raperin Ayaklanması’dır. Colemêrg’den Dilok’a bitirilemeyen Kürd Baharı’dır.

Konferans Kürdistan’ı yirminci yüzyılın devrimci dinamiklerinin sürdüğü, nev-i şahsına münhasır bir coğrafya olarak değerlendirmedi. Dünyanın sömürülenleri, horlananları Lima’dan Kolombo’ya “Artık Yeter!” derken, Kürdistan geçmişteki devrimciliğin kalıntısı değil dünyayı sarsacak yeni fırtınaların müjdecisidir, dünyadaki devrimci dinamiklerin merkezidir. Tam da bu yüzden dünyadaki tüm devrimcilerin gündeminin merkezine oturmalıdır. Toprakları dört parçaya bölünmüş Kürdlerin ezen ulus devletlerini parçalayarak kendi topraklarında egemen bir devlet kurarak birleşmeleri sadece Ortadoğu’yu değil dünyayı sarsacak muzzam bir devrimci atılım olacaktır.

Dünyadaki ezilenlerin ve sömürülenlerin önünü açacak atılım için Kürdistan’da bir ezilen ulusun varlığını kabul etmek önemli olsa da yeterli değildir, bağımsız birleşik Kürdistan’ı savunmak da yeterli değildir. Bağımsız birleşik Kürdistan’ın nasıl kurulabilir? Asıl soru budur. Bir tarafta Kürdistan’ın ezen ulus devletlerinin yahut kerameti kendinden menkul uluslararası kurumların yasa ve prensiplerine bağlı olarak, bu kurumların çizdiği sınırlar içinde kurulacağını savunanlar var. Diğer tarafta ise bağımsızlığın ezen ulusların ve emperyalistlerin koyduğu sınırlamaları yok sayarak, Kürd ulusunun kendi egemenlik organlarını kurarak kendi kaderini tayin etmesiyle sağlanacağını savunanlar bulunuyor. Söz konusu ayrım Kürdistan sorununu reformla çözülebileceği hayallerini yayanlarla, Kürdistan’ın bağımsızlığının ancak devrimle kazanılabileceğini bilecek kadar gerçekçi olanlar arasındaki ayrımdır. Devrim dinamiklerinin yükseldiği bir dünyada devrimci çözüm ile devrimci olmayan çözüm arasındaki ayrımlar sadece Kürdistan’da değil neredeyse her siyasi coğrafyada neredeyse her siyasi sorunda yaşanmaktadır. Kürdistan’ı ayırt eden bu sorunun yaşanması değil şiddetidir.

Bugün Kürdistan sorununda olanca çıplaklığıyla açığa çıkan ayrışma bundan yüz dokuz yıl önce bütün dünyayı kana ve gözyaşına boğan savaş sırasında da yaşanmıştı. Savaş patlak verdikten sonra öncelikli sorunun barışın sağlanması olduğunda neredeyse herkes hemfikirdi. Ayrım barışın nasıl sağlanacağı sorusuyla ortaya çıkıyordu. O zaman da bir tarafta kendi hükümetlerine barış için basınç yapmaya çalışanlar, iflas bayrağını çekmiş uluslararası örgütlerin ruhunu çağırarak barışı sağlamaya çalışanlar vardı. Diğer tarafta ise barışın ancak işçilerin, köylülerin ve ezilen ulusların kendi iktidar organlarını kurmasıyla mümkün olacağını savunanlar bulunuyordu. Birinci yolu seçenler önce büyük bir teslimiyetin, sonrasında da yeni bir paylaşım savaşına varacak faşizmin yolunu döşediler. İkinci yolu seçenler ise tüm dünyada sömürülen ve ezilenler için bir kurtuluş çağının yolunu açtılar. Bir sorun olarak ele alındığında Kürdistan’ın esareti dünyadaki diğer sömürülen ve ezilen yığınların sorunlarından daha önemli değildir. Ancak bir çözüm olarak, bağımsız ve birleşik Kürdistan’ın bir devrim yoluyla kurulması, dünyada bu sefer farklı ve tüm hakim sınıfları enkaz altında bırakacak bir deprem olacak, dünyanın sömürülen ve ezilen yığınlarının kurtuluş çağını yeniden başlatacaktır. Kürdistan Uluslararası Konferansının çağrısı sömürülenlerin ve ezilen uluslarının kurtuluş mücadelesinin önünü açma hedefini yansıtır.

Çağrımız bu nedenle sadece Kürdistan’ın parçalarındaki yahut Türkiye, Suriye, İran, Irak’taki devrimcilere yönelik değil. Çağrımız dünyanın dört bir yanında devrim mücadelesini büyütme iddiasını taşıyan tüm örgütlü güçlere: Gelin bağımsız ve birleşik Kürdistan’ın bir devrimle kurulabileceğini savunan tüm güçlerin en güçlü, en sıkı birliğini sağlayalım. Gelin sadece kendi ülkelerindeki devrim dinamiklerini büyütmek için Kürdistan devrim dinamiklerinden beslenmeyi değil aynı zamanda Kürdistan devrimin önünü açmak ve dünyanın tüm ezilen ve sömürülenlerin kurtuluşunu sağlamak için kendi ülkesindeki devrime önderlik etmeyi asıl görevi olarak kabul eden tüm güçlerin birliğini sağlayalım. Gelin tüm bu devrimci güçleri sevk ve idare edecek bir uluslararası merkezin temel prensiplerini belirleyip bu merkezi yaratmak için uluslarası bir konferansı birlikte örgütleyelim.

kozgazetesi5.org/yuz-yillik-du

/ Pasajlar / Me-ti: Deyişler

Bertolt Brecht, Çeviri: Elçin Gen

Aşağıdaki pasajlar, Brecht’s Me-ti: Book of Interventions in the Flow of Things (ed. ve çev. Antony Tatlow, Bloomsbury 2016) başlıklı kitaptan alınmıştır. Brecht, antik Çin düşünce okulu Mohizm’in kurucusu Mo Di’nin (MÖ 5. yüzyıl) öğretilerinden esinlendiği, “özdeyişler” olarak da anılan bu metinleri 1934-1955 yılları arasında kaleme almış, hayattayken yayınlamamıştır.

Koruma ve Yağmalama

Eskiden Wei baronları köylülerin kanını emerdi. Ama komşu baronlar saldırınca da, köylüleri kılıç marifetiyle onlara karşı korurlardı. Yağma bir koruma biçimi, koruma da bir yağma biçimiydi; zira köylülerin evine yerleştirilen baronların uşakları, orada ne bulurlarsa alırlardı. Baronlarla köylülerin davranışlarında çelişkili bir şeyler vardı. Baronlar vesayetleri altındakileri döver, köylülerse baronları sabırsızlıkla beklerlerdi.

Bu çelişkileri gözlemlemek sağlam çözümlere götürebilir. Köylüler arasında, baronların hepsinin yağmacılık yaptığını, ama yağma uğruna kendi içlerinde bölünüp savaştıklarını görenlerin sayısı arttığında, yanılgıya düşüp sadece kendi baronlarını defetmektense, ganimet kavgalarından istifade edip, tümünü birden kovmaya başladılar. Yağma böyle son buldu. (s. 47)

Kuşku Üzerine

Me-ti’nin öğrencisi Do, insanın gözüyle görmediği her şeyden kuşku duyması gerektiğini savunmuştu. Bu olumsuz tavrı nedeniyle hakarete uğradı ve canı sıkılarak evden çıktı. Az sonra geri döndü ve şöyle dedi: Yanlış söyledim. Gözünle gördüğün şeylerden de kuşku duyman gerek.

O zaman kuşku duymanın sınırı nedir, diye sorulduğunda, Do şöyle cevap verdi: Eyleme geçme arzusu. (s. 95)

Klasik yazarlar ve çağları

Klasik yazarlar [Marx ve Engels] en karanlık ve kanlı zamanları yaşadılar. En neşeli ve inançlı insanlar onlardı. (s. 98)

Öldürmenin pek çok yolu

Öldürmenin pek çok yolu vardır: Karnına bıçak saplamak, ekmeğini elinden almak, hastalığını iyileştirmemek, kötü koşullarda yaşatmak, ölesiye çalıştırmak, intihara sürüklemek, savaşa yollamak vs. Ülkemizde bunların sadece bazısı yasaktır. (s. 99)

Kafa işçilerinin devrimden çıkarı

Fe-hu-wang [Lion Feuchtwanger] şöyle sordu: Kafa işçilerinin, genel menfaatin dışında, devrimden ne çıkarı olabilir?

Me-ti şöyle cevapladı: Hekimleri ele alalım. Malum, hekimlerin sayısı iyi kazanmalarına elvermeyecek kadar çok, ama iyi şifa dağıtmalarına yetmeyecek kadar da azdır. Birçok hekim kötü işlerde çalışırken bir yandan da derslerini birkaç yıla sığdırıp, alelacele, baştan savma bir şekilde tamamlamak zorunda kalır. En çok hastası olan hekimler en az parayı kazanır, zira hasta olanların çoğunluğu yoksuldur. Hastalıklara en çok yoksullar maruz kalır ve en kötü tedaviyi onlar görür. Onlara bakan hekimlerin daha fazla tetkike vakti yoktur. Yanlış yöntemlerle o kadar meşguldürler ki daha iyi yöntemler üzerinde çalışmaya vakitleri kalmaz. İlaç satıcıları, onların nasıl kullanılacağı konusunda da son sözü söyler. Hastalara genelde onlara en iyi gelecek ilaç değil, en pahalıya mal olacak ilaçlar yazılır. Ama en kötüsü, hekimlerin hastalıkları önlemek için hiçbir şey yapamamasıdır. Yalnızca sömürücülere kâr sağlanabilecek noktalarda devlet üzerinde etkide bulunabilirler; bu bazen insanlara faydalı olan önlemlerle de yapılabilir, ama aynı ölçüde, hatta daha sıklıkla, onlara zarar veren önlemlerle yapılır. Hekimler, muayenehanelerinde herkesin eşit olduğunu söylerler. Hasta kişi onlara, gerçekte olmadığı şekilde görünür: belirli bir geçmişi veya geleceği olmayan, bozulmuş, çıplak bir beden olarak. Hastalığa sebep olan şey ortadan kaldırılmaz; bertaraf edilen, en iyi ihtimalle, sonuçtur, yani hastalığın kendisi.

Hekimlerin konumu, en iyi, savaş zamanlarında ortaya çıkar. Savaşı durdurmak için ellerinden hiçbir şey gelmez; tek yapabildikleri, kopmuş uzuvları yerine dikmektir. Üstelik kentlerimizde daima savaş vardır. (s. 103)

Su [SSCB] polisi

Me-ti şöyle dedi: İyi insanlar talep etmeyin, iyi mevkiler yaratın! İyi bir mevki, iyi bir insanı gerektirmeyen mevkidir. Polislik meslek değildir. Ancak geçici bir görev olabilir. Kimi işler ancak kısa süreliğine yapılabilir. Polisin işi de bunlardandır. Bir polisin, polis olma tecrübesine ihtiyacı yoktur, çalışan bir insan olma tecrübesine ihtiyacı vardır. (s. 139)

Büyük ustalar

Birçokları, büyük resim ve müzik ustalarının, başka kimsenin yapamadığı şeyleri yapabildikleri için gururlandıklarını düşünür. Ama bence, dedi Me-ti, büyük ustalar, insanlık böyle şeyleri yapabildiği için gururlanmış olmalılar. (s. 152)

Güzel, işe yarayandır

Mu-sin Tui’leri [Bauhaus aydınları], büyük yapı ustalarıydı. Büyük bilgi birikimleri ve deneyimleri vardı ve onlarla en az 15 sene çalışmamış hiçbir öğrenci, usta unvanı alamazdı. Tahmin edileceği üzere, yeni ve ilerici her şeye açıktılar. Bu nedenle, makinenin güzelliğini ilk keşfeden onlar olmuştu. Makine neden bu kadar güzel, diye soruyorlardı kitaplarında, makineyi günümüzün en güzel ve en göz okşayıcı şeyi yapan ne? Her yönüyle işe yarar olması, diye cevap veriyorlardı, en küçük parçasının bile işlevi olması. Ahengin cisimleşmiş hali olması…

Bu kavrayışın tesiriyle, evlerini, hatta mobilyalarını tasarlarken, sade, basit ve kullanışlı makineyi model aldılar. Zamanın mal sahiplerinin de yeni ve ilerici her şeyden yana olmaları, Mu-sin ustalarına yaramıştı. Mal sahiplerinin mantığı şöyleydi: Chima [Almanya], makinelerini ve dev fukara ordusunu kullanarak o kadar çok mal üretmişti ki, halk yoksul olduğundan bunları sadece yurt içinde satması mümkün değildi. İmparator’un; Chima mallarının, dokumalarının, makinelerinin, petrolün vs. satılabileceği ülkeleri fethetmek için yedi ülkeyle yürüttüğü büyük savaş kaybedilmişti. Her yerdeki ağır vergiler ithalata köstek oluyordu, bu yüzden Chima’lı imalatçılar herhangi bir şey satabilmek için olağanüstü düşük ücretler koymak zorunda kalıyorlardı. İmalat giderlerini düşürmek için, daha az işçi gerektiren yeni makineleri geliştirenlere ödül verdiler ve bütün ülke, ağız birliğiyle, yeni ve ilerici olan şeyleri, tasarrufu ve kalkınmayı, pratik yöntemleri ve işe yarar bakış açılarını desteklemeye başladı.

Bu durum Mu-sin’in yapı ustaları için çok elverişliydi; evleri, apartman dairelerini ve mobilyaları birer makine gibi, en ucuz ve kullanışlı şekilde inşa etme fikirleri, herkesi memnun etmişti. (s. 152)

e-skop.com/skopbulten/pasajlar

Harvardlı ünlü astrofizikçi: "Uzaylılar laboratuvarda evren inşa ediyor"
"Bu, dini metinlerde Tanrı'ya atfettiğimiz bir nitelik"

,
İnsanların yaşadığı evrenin daha gelişkin bir uygarlığın ürünü olduğu fikri bilimkurgunun da popüler konularından (NASA)

Harvard Üniversitesi'nden ünlü astrofizikçi Avi Loeb, uzaylıların laboratuvarda "bebek evrenler" inşa edebileceğini öne sürdü.

Fox News'e verdiği yeni röportajda Loeb, "Kuantum mekaniği ve yerçekimini nasıl birleştireceğini anlayan insanüstü bir uygarlığın laboratuvarda bebek evren yaratabileceğini hayal edebilirsiniz" ifadelerini kullandı.

Astrofizikçi, "Bu, dini metinlerde Tanrı'ya atfettiğimiz bir nitelik. Bir mağara sakininin New York'u ziyaret ettiğini ve ışıkların ona bir mucize gibi göründüğünü düşünün" diye ekledi.

Loeb'in, 2014'te Dünya'ya düşen gök cisminin uzaylılara ait olabileceği fikrinde ısrar etmesi meslektaşlarını kızdırmıştı.

O tarihte Papua Yeni Gine'nin üzerinde parıldayan bir ateş topu, bölgeden geçerken enkaz saçmış ve bu parçalar okyanusa düşmüştü.

Geçen ay Loeb, bir keşif seferine liderlik ederek bu parçalardan bazılarını okyanustan çıkarmayı başarmıştı.

Demir, magnezyum ve titanyumdan oluşan 50'den fazla manyetik parçaya göz atan Loeb, yakın tarihli bir blog yazısında bu küreleri "anormal nesneler" diye nitelemişti.

Loeb'in bu denli iddialı konuşması ise bazı astrofizikçilerin tepkisini çekmişti. Loeb'in bu açıklamaları yaparken çok aceleci davrandığını söyleyen meslektaşları, fizikçinin beyanlarının, halkın bilimi yanlış anlamasına neden olduğunu savunmuştu.

O kişilerden biri olan, Arizona Eyalet Üniversitesi'nden astrofizikçi Steve Desch, New York Times'a yaptığı açıklamada, "İnsanlar Loeb'in çılgınca iddialarını duymaktan bıktı" demişti.

Loeb son röportajında onu eleştiren meslektaşlarına da değindi ve onları kıskançlıkla suçladı.

Onun teorilerine şüpheyle yaklaşan diğer bilim insanlarının kanıtları gerçekten incelemek istemediğini öne süren Loeb, kendisine yönelik saldırılar için "akademik kıskançlık" nitelemesini kullandı.

Oumuamua onu büyüledi

Dr. Loeb, kariyerinin büyük bölümünde kara delikler, karanlık madde ve ilk yıldızlara dair yüzlerce makaleye önderlik etti. Harvard Üniversitesi'nde Astrofizik Bölümü'nün yöneticiliğini yaptı.

Ancak 2017'de Güneş Sistemi'ne giren yıldızlararası bir nesne, Loeb'in uzayda yaşam arayışına eğilmesine ve hatta meslektaşlarına göre buna giderek takıntılı hale gelmesine neden oldu.

Loeb'in, 2017’de Güneş Sistemi'nden geçerken tespit edilen ve "keşfedilen ilk yıldızlararası nesne" unvanını alan Oumuamua'yla ilgili teorileri büyük yankı uyandırmıştı.

Astrofizikçi bu gizemli gök cisminin uzaylılara ait bir "ışık yelkenlisi"nden koptuğunu ve 25 ışık yılı uzaktaki Vega yıldızı yönünden, Güneş Sistemi’ne doğru savrulduğunu ileri sürmüştü.

Gökbilimci ışık yelkenlisini, kitabın tanıtımı için verdiği bir röportajda şöyle tanımlamıştı:

Işık yelkenlisini rüzgar gücünden yararlanan bir yelkenli [uzay aracı] gibi düşünebilirsiniz. Rüzgar yelkenliyi iter. Işık yelkeni söz konusu olduğunda ise onu iten şey, yüzeyinden yansıyan ışıktır.

Oumuamua uzun zaman önce Güneş Sistemi'ni terk ettiği için cisme yakından bakmak artık mümkün değil.

Independent Türkçe, Futurism, Fox News

Derleyen: Çağla Üren

indyturk.com/node/655111/bi%CC

“Eğer birisi, fikirlerimin ve eylemlerimin yanlış olduğunu kanıtlayarak beni ikna ederse, seve seve değiştiririm onları, çünkü benim aradığım gerçekliktir, gerçeklikten kimse zarar görmez, yanılgılarında ve bilgisizliklerinde direnenlerden başka.”
M. Aurelius

Selim Temo: Efendinin Sonu

Efendi, yukarıdan bakan bir şeydir, ufku olmayan bir uzaklığa dalar. Hele bizi anlatırsa tadından yenmez. En yumuşak ve yüksek koltukları onun için hazırlarız. Ona acılarımızı, kültürel zenginliklerimizi anlatırız; o ise, gönül alıcı bir şaşkınlıkla nasıl ve ne zaman duyduğunu anlatır.

Onun için egzotik canlılar gibiyizdir. Gözlerimize değil, geniş burunlarımıza, birleşik kaşlarımıza bakar. Aklımız bize yük iken, günde beş vakit akıl verir bize. Bu bitmeyen akıl rezervi, muktedir için harcanmaz. Muktedire şunu söyler sadece: “Bak, bu köleleri şu şekilde kullanırsan daha fazla kazanırsın!”

O, divanda yetişmiştir. Refleksleri, öğrenme sırası, analitik şuuru, mazeret sosyolojisi, siyasî görgüsü divanın isterlerine göre değişir. Bu yüzden dün Cudi seferinde “kahraman asker”lerle karavana sırasına girerken bugün ana kamplarına dönen “erdemli gerilla”ları karşılar. Dün “O kekodur, kandırırız” dediğine bugün “büyük lider” der.

Kölesi onun sahip olduğu hakları almaya görsün, pek hümanist gözlüğünü burnunun ortasına kadar indirip asıl sorunun cennet, tam demokrasi ya da devrim olduğunu söyler. Onu bir harita başında, güvenliği alınmış yüksek bir kürsüde, yiten efendiliği hatırlatan bir nobranlıkla konuşurken buluruz.

O, dilin sahibidir. Bize öğretmediği bir sentaksı deşer. Bu yüzden hep yanlış anlarız onu. Bu yanlış anlama durumu onu küçültürken bize bir kimlik verir. O aslında ne olduğumuzu bildiğini sanır, bize ise onun efendilikten çektiği sıkıntıyı anlamak düşer!

Hele bir tür belediye görgüsü olan siyasetimiz bayılır divanda yetişmişlere. Uykusunu almış öğle uçaklarıyla davet eder. Tepeden tırnağa kendilik duygusuyla dolan bize ise, bir gram kıymet vermez. Toplu fotoğraflarda arkaya dizer. Boyumuz kısa olduğu için tarihe geçemeyiz! Partimizin, biz söz konusu olduğumuzda, canı burnundadır hep. Mayakovski’nin kendi partisi için söylediği gibi, ne zaman uğrasak toplantıdadır. Her toplantı başka bir toplantı düzenlemek için düzenlenmiş bir toplantıdır ve düzenlenecek toplantı için kısa zamanda yeni bir hazırlık toplantısı düzenleme kararıyla tamamlanır.

Neyse ki bu noktada doğaüstü bir mekanizma çalışır; zira bir “kendinde akıl” vardır ve iki üç yılda bir patlak veren krizleri düzeltir. Bir tür dışsal akıldır bu; ne olduğunu, nasıl işlediğini kimse bilmez. Tahminime göre, yüz yıllık lanetli bir kaderden çıkarılmış bir tür bilgidir. “Hayır” cevabı üzerine kurulmuştur, daha doğrusu “hayır” cevabından oluşur. Zamanında “evet” denmiş her sonucu ısrarla vurgular, meşruiyetini bütün evetlerin ulandığı felaketlerin canlı anılarından alır. Bir tür işkence görgüsüdür, buna göre doğruyu bile onaylamak, irade teslimidir. Bizi felaket birleştirir.

Efendi bizi bir “ideal” üzerinden kurmuştur. Dünkü ideal, ona biat etme idi, bugünkü ideal ise, kusursuzluktur. Ne zaman bir kusurumuz olsa, “ama böyle de olmaz ki” diye mızırdanır. Bir oy verecek olsa, ilk kusurda gelip partinin anahtarını ister. Onun müttefiki, din kardeşi ya da yol arkadaşı değil, düşünme ve eleştiri nesnesiyizdir. Bu şekilde “kusursuz” olarak kalır.

Bizi feodal, solcu, demokrat, milliyetçi, aşiretçi, dinci diye tasnif eder. Bunu yaparken kendini “yekpare” sayar. Bize birbirimizi afiyetle yedirirken köşesinde iktisadî bir sorunla filan uğraşır. Bizimle paylaşmadığı iktidarın fena bir şey olduğunu dikte eder. Bir gram nimetini görmediğimiz iktidarı reddederiz biz de. 19. yüzyıldaki toplumsal ilişkiler ağında yaşarken kendimizi 24. yüzyılda yaşıyormuş addederiz. Fena bir şeydir iktidar, hem zaten hazırı var!

Yalnız efendinin anlamadığı, anlamasını da istemediğim şey şudur: Daha önce zor aygıtıyla zihnini belirlediği toplum yüz yıllık hikâyesinden bir dinamizm çıkardı. Ne kadar manipüle edilirse edilsin, ağır aksak da olsa bu dinamizm özüyle buluşuyor. Dolayısıyla efendinin başvuru kümesi, sözcük dağarı, ideolojik aygıtları, zor kurumu hükmünü yitirdi. Dağlardan, dar sokaklardan, küflü odalardan, sıvasız parti temsilciliklerinden, kanlı sınırlardan, tıklım tıkış yüklüklerden, havasız ahırlardan, karın örttüğü damlardan yayılan şey, toprağına ait bir devrimdir. Kendine döndükçe kendisine dönüşen bir algı, anlama ilmi, ağırbaşlı bir sabır, dalgın bir direnç dili, bir yerden yukarıya bakma terbiyesi.

Efendi iri harflerle konuşsun varsın, biz özgürlüğü imâ ile geçmeyeceğiz majesteleri!

DEM

Kazıyalım küçültücü hasedin

kökenlerini; güç verelim körpe ruhlara

ciddi çalışmalarla! Soylu çocuk

ata binmeği nerden bilsin, eğitilmeden?

Q. Horatius Flaccus: M.Ö. 65-M.Ö. 8

Çev. Türkân Uzel

p.s. Bu yazı ilk olarak 8 Ekim 2014'te, Radikal gazetesinde yayımlanmıştır.

vinkovar.blogspot.com/2023/04/

MAKSAT DOSTÇA MUHABBET OLSUN.

Kadir Dağhan

Dostça ve samimi olarak söylüyorum.
Kızmak isteyen kıza bilir, sağlam bilgilere dayansın yeter ki. Sert konuşmam kimseye hakaret değil, öfkemden, üzüldüğümdendir.
Dinlerin, tanrıların varlığı din tacirlerinin sermayesinden başka bir şey değildir.
Söz gelimi daha önceden bildiğim ama bu kadar da olmaz diye kabul etmek istemediğim bir örneği.
Kabe den de beter.
Yorum yapmaya bile gerek görmüyorum.
Bir tanrı olsaydı en azından bu sahtekarlıklara küçük de olsa bir itirazda bulunmaz mıydı?
Malezya da müslümanlara yutturuluyor.
Sözüm ona Adem peygamberin gömleğiymiş.
Benim anadilimde bu durumlar için KA AQIL- Hani akıl - denir.
Tüm zelal yüreklere tüm dillerden SELAM OLSUN.

Selim Temo: Sevan Nişanyan’ın Goley Dilbilimi

huzurla uyusun, Adnan Satıcı kızdığı zaman, sık kızardı, “adam benim doğduğum yerin biraz batısında doğmuş diye bana Avrupalı züppelerin gözlüğüyle bakıyor” derdi. huzurla uyusunlar; Yusuf Hayaloğlu, bir belgeselde, o sırada küs olduğu Ahmet Kaya’ya “İstanbul adamı bozar Ahmet” diye seslenmişti. bizden epey batıda doğmuş, İstanbul’un epey bozduğu Sevan Nişanyan da efendiden yürüttüğü gözlükle bize bakıp duruyor. bu gözlük, Ermenistan akademisinin Türk akademisini tekrar etmesinde de karşımıza çıkan gözlük. Türk devleti ve onun akademisi 1920’lerde oluşturduğu resmî ideolojiyle “Kürt yoktur” dedi, Ermeni devleti ve onun akademisi de 1990’lardan beridir “Zazalar Kürt değildir” ve (Saddam barbarını tekrar ederek) “Êzdîler Kürt değildir” deyip duruyor.

kendi de Êzdî olan büyük müzikolog Cemîla Celîl, Ermenistan devleti Êzdîleri ayrı ulus sayıp Müslüman Kürtlerin büyük kısmını ülkeden sürdüğünde, Ermenistan devlet radyosunda Êzdîce bölümünün kurulduğunu anlatırken şöyle demişti: “oraya geçmek zorunda bırakılan arkadaşlarımız gelip Kürtçe bölümündeki kayıtları kopyalıyorlardı. aynı stran/şarkı bizim bölümde Kürtçe, Êzdî bölümünde Êzdîce adıyla yayınlanıyordu!”

Nişanyanlar ile Halaçoğluları buluşturan bu tür tanımlama ve yok saymalar, tekçi muktedir refleksleridir. felaketlere yol açmış aklın birbirine bakan iki aynada yansımasıdır. bu tutum, öncelikle ahlâkî açıdan ayıplanmalı ve kınanmalıdır. ancak Nişanyan bu tür epistemik zorbalıklara uzak biri değil. bu yüzden onu ahlâka çağıramam. amacım fena bir laf veya imâ değil; pratiği bu.

onun kurduğu saçma cümlelere böyle uzun bir cevap yazmak bana kendimi kötü hissettiriyor. savcıya, hakime, polise, işkenceciye ifade veriyormuşum gibi geliyor. oysa yok edilen, yok edilmesi hedeflenen iki ulusun iki bireyi olarak birbirimize merhametli davranmamız gerekirdi. aynı köle hapishanesine tıkılmış biri Ganalı öbürü Botswanalı iki Siyah gibi bir ve aynı olduğumuzu bilmemiz gerekirdi. ama Nişanyan İstanbul ile zehirlenmiş bir kere. hem Türk hem de Ermeni resmî ideolojilerine intisap etmiş. yetim bıraktıklarının torunlarının torunlarını Dağlık Karabağ’da ezen barbarlıkla, onun akademisi ve istihbaratıyla (ne fark eder?) bir sürü ortak fikri var! bu yüzden olacak Kürde karşı hep Türklük konforuyla konuşuyor. yaptığı “dilbilimcilik” emekli albay, vali, defterdar faaliyetidir. kamping ya da apartman yöneticisi olmak, ahşap oymak yerine Kürdolog kesilen emekliler sınıfından. onun farkı, herzelerine sokak raconu eklemesi.

burada ya da başka yerde Samos kadısı Sevan Nişanyan gibi “onu dinledim, bunu dinledim, şunu buyuruyorum” demem. efendi numarası çeken kölenin tutumu olur bu. Nişanyan buna pek meraklı. Kadıköy’de yarım ekmek arası balık yemek için Sevan gölünü komple TC’ye verebilir. yine de ortak efendilerimizin onun ruhunda açtıkları yaraları görebiliyorum. bu yüzden ruhunu incitmek istemiyorum. bu yazıdan sonra söylediklerimden ikna olması bile benim canımı yakacak. elbette bu duyguyu anlayabilecek feraseti olmadığını pratiğinden biliyorum. kendimi ruhen onu yukarıdan gören bir yere yerleştirmiyorum, ama ifrat ve dahi ikrahı, kaybettiği özün kirlenmiş aynasıdır. buna rağmen kendime bakmak için onun kirli aynasını efendimizin steril aynasına yeğlerim. nitekim ortak efendilerimizden biri onun kullandığı cümleleri sarf etse, “meşe ağacının hangi dalı nerene battı” der, cümleyi tamamlamayı yeterli görürdüm.

hâlâ öğrenmediğine bakılırsa, ona şu cümleyi fısıldamalı: asıl muhalefet, kendimizi değil, ezeni/efendiyi paranteze alarak gerçekleştirilir. biz bir şey ispatlamak zorunda değiliz. iktidarın silahı, meclisi, akademisi, YÖK’ü, JÖH’ü, PÖH’ü orada. bir ulusal gerçekliğe 100 yıldır yok diyen, bir soykırımı 110 yıldır yok sayan bu akademiye, “canın cehenneme”den başka neden bir şey diyeyim? ama Nişanyan’a “orda dur, cılkını çıkardın” demem lazım.

bilen bilir, bilmediğime bilmiyorum diyen biriyim. dilbilimci değilim, ama dilbilimin ne olmadığını bilirim. Sevan Nişanyan’ı doktora tezimi yöneten hocam Engin Sezer dolayısıyla tanıdım. Sezer bazen Nişanyan’ın Taraf’taki minik köşesini gösterip, “bu, dilbilim değil” derdi. Bilkent’i bırakıp Harvard’a döndü tekrar. Sonra emekli olup akademinin küçümsediği Orhan Veli’nin şiirinin içine taşındı. onun dikkatiyle Nişanyan’ı okumaya başladığımda bir yazısında iki sözcükle Kürtleri ve Kürtçeyi ikiye bölebildiğini gördüm. ona göre “kolay” ile “goley” aynı dile, “verg” ile “gurg” (kurt) iki ayrı dile aitti. Sezer’in sözünü tekrar edeyim, evet; bu, dilbilim değil.

uzmanı olmayanların da bildikleri gibi her dilde çok sayıda lehçe vardır ve lehçelerin önemli bir kısmı birbirini hiç anlamaz. anlaşılma, bir dili ve onun altındaki dil/lehçeleri tanımlamak için tek ve/ya yeterli ölçüt değildir. Talat Tekin, Türkoloji Eleştirileri’nde Türkçenin lehçeleri olarak gösterilen pek çok dilin birer dil olduklarını söyler, ama hepsinin üst şemsiyesi Türkçedir. benzer bir yaklaşımı beni hafta içi her gün kütüphanenin aynı köşesinde gördüğü için enerjik sesiyle “monsieur fidèle” (bay sadık) diye selamlayan Joyce Blau da tekrarlar. ona göre de Kürtçenin lehçeleri değil, Kürt dilleri vardır. yani ki Almanca, Arapça, Ermenice, İngilizce, Kürtçe ya da Türkçe derken birer tekdil’den değil, birer diller grubundan söz edilir.

anlaşma/anlaşılma mevzuuna gelelim. Talat Tekin, adı geçen kitabında Anadolu Türkçesindeki “nasılsınız?” sorusunun bazı Türk dilleri/lehçelerindeki karşılıklarını şöyle sıralar:

Çuvaşça: Minle purinatır?

Yakutça: Haydah Oloroğut?

Tuvaca: Kandığ amıdırap çor siler?

Hakasça: Haydi çurtağlapçazar?

Kırgızca: Kanday turasınar?

Kazakça: Hal jaydağınız kalay?

Tatarca: Savmısız, isanmisiz?

Başkurt: Havmıhığız, isanmihigiz?

Türkmence: Güzeranınız nenen?

Azerice: Keyfiniz necadır?

çok sayıdaki aksanı kaldırdığım bu ifadelerden Anadolu Türkçesine en yakını “keyfiniz necadır?”dır ki, Azerî bir kadın böyle seslendiğinde sanatçı Teoman’ın cevabı şu olmuştu: “hıı? nasıl?” aynı şekilde Türkî devletlere giden Türkiyeli siyasetçilerin “yahşi” dışında kullandıkları tek bir sözcük yoktur. o da ortak bir sözcük değil, oradakilerin bazılarının dilinden bildikleri tek sözcüktür.

lehçelerin birbirini anlamaması, 1600 yıldır alfabesi olan Ermeni dilleri için de geçerlidir. sayısız kilise, okul, dergi, yayınevi ve devasa tarihî-edebî birikime rağmen bu tekdil gerçekleşmedi. Yıldız Deveci Bozkuş’un aktardığına göre, Hıraçya Acaryan, Ermeni Dili Tarihi adlı kitabında, “en basit şekliyle iki Ermeni birbirinin konuştuğunu anlamıyorsa bu konuşulan dilin farklı lehçelerinin konuşulduğunu ortaya koyar” diyor, ta 1901’de. Thomas Mann’ın aynı yıl yayımlanan Buddenbrook Ailesi romanında da benzer sahneler vardır. “Zavallı Tony”, bir mektubunda “bizim hizmetçiye ‘köfte’ deyince anlamıyor, çünkü burada tuhaf bir adı var. karnabahar için öyle bir sözcük kullanıyor ki, hiçbir Hıristiyan [= Alman; s.t.] bununla karnabahar kastettiğini kolay kolay anlamaz.” peki hizmetçi kadın ne demişti: “evet, Frau Konsül, dışarıda bir beyefendi var, ama Almanca konuşmuyor ve daha çok bir salyangoza benziyor!”

Almanya, ulusal birliğini 1871’de kurmuştu ve Almanca sahasındaki çok sayıdaki krallık, vassallık ve derebeyliklerin hemen hemen tamamı Almanca(lar) konuşuyorlardı. standart Hochdeutsch (Yüksek Almanca), bugün daha da yaygın, ama iktidar bu dili oluşturduğunda bütün Almanlara yeni bir dil gibi garip ve zor gelmişti. pek çok Alman yazar, okulda öğrendiği Almancayla ilgili trajik denebilecek cümleler kurar. birlikten 152 yıl sonra bugünkü Almancalarda kartoffeln (patates) sözcüğünün birbirine benzeyen ve benzemeyen 52 varyantı vardır! 1910’da Fransa’da Fransızca bilenlerin oranı % 11’di. 656 yılında, yani bundan 1397 yıl önce kitap haline getirilen Kur’an’a ve fasih Arapçaya ve sayısız Arap devleti, sarayı ve medresesine rağmen (Orta Afrika lehçelerini dışarıda tutarsak) birbirini (iyi) anlamayan 15 Arapça lehçesi/dili bulunmaktadır. Arap ülkelerinin önemli bir kısmı birbirleriyle resmî yazışmalarını “doğru anlaşılmak için” İngilizce yaparlar! Farsçanın 10’dan fazla dili/lehçesi vardır. Doğu ve Batı Ermeniceleri gibi Pontus Yunancası ile Yunanistan Yunancası da birbirilerinden uzaktır. Yunanistan’a sağ veya yaralı ulaşan Pontuslular yıllarca dillerinden utandı(rıldı)lar. İtalyanca, İtalya’daki yüzlerce derebeyliği ve lehçe içinden Dante’nin İlahi Komedya’da kullandığı lehçe üzerine inşa edildi. Bütün bu dillerin devletleri, akademileri, matbaaları ve yayınevleri var/dı.

Bu imkânlardan pek azına sahip olan Kürtçe(ler)in birbirinin içine yaklaşan ya da birbirinin çeperinden uzaklaşan bir tarihi söz konusudur. Kürt medreselerinde okutulan gramer kitabı, Elî Teremaxî’nin 1590’larda yazdığı Tesrîfa Kurmancî’dir ve Sünnî medreselerin etkin oldukları bölgelerdeki Kurmancîyi ve Kürt divan şiirini domine eder. okumuşlar arasındaki bu yazı dili, bütün Kürtleri ya da Kürtlerin çoğunu kapsayan bir iktidar söz konusu olmadığı için belli bir çerçeveyi aşamamıştır. Hawar dergisinin 1932, Gelawêj dergisinin 1939, Tîrêj dergisinin 1979’da başlayan girişimleri, Kurmancca, Soranca ve Zazacanın standartlaşmasını büyük ölçüde sağladı. bir değil, üç Kürtçe oluştu. bu diller/lehçeler arasındaki ilişkiler daha belirgin hale getirildi, ama kimse sen kendi dilini bırak bize intisap et demedi.

peki bütün dillerde birer “özellik” olan bütün bu olgular, neden Kürtçe söz konusu olduğunda hiç de muteber olmayan muktedir ya da muktedir gözlüğü takmış birilerince “kusur” sayılıyor?

biz tarih ve dilbilimi, Türkiye Cumhuriyeti ve onun oluşturduğu Türkiye Türklüğünün gözlüğüyle okuyamayız. bu anlamda Kürtlerin “tekdil”e sahip olmaması bir kusur değildir, saygın bir özelliktir. diğer ulus devletler gibi bütün Kürtçeleri unutturup tek bir Kürtçeyi mi resmî dil yapalım? sadece “hayali cihan değer” özgür Kürdistan değil, sömürge Kürdistan da kendiliğinden federatif bir yapıya sahiptir ve böyle kalması, Kürtlerin kültürel dokusuna uygundur. tekçilik Ermeniler, Yahudiler, Kürtler, Rumlar, Süryaniler gibi çok sayıda ulusun kırımına yol açtı. Kürtler bugün ve gelecek için kendilerine neden tekçiliği seçsin ki? Türkiye Cumhuriyeti’nin Türkiye Türklüğü kurgusu, Ermenice bir sözcük ile օրինակ (orinak), yani örnek bir model değil ki. hatta bu Türklük esas alınsa, maazallah, “bariz sarı insan cinsi alametleri olan” Yusuf Halaçoğlu Türk kabul edilmez. tehlikenin farkında mısınız?! Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi’nde aktardığına göre; Celal Nuri İleri, 1932 tarihli Devlet ve Meclis Hakkında Musahabeler kitabında Türk olmanın üçüncü şartında şöyle diyor çünkü: “[bir Türkün] sarı veya siyah insan cinslerinden bariz alametleri olmamalı.” oradan full HD Türk bir arkadaş Halaçoğlu’na “bizimle değilsın” desin lütfen!

bu hasta, suç işlemiş, suç üzerine kurulmuş algıyı mı esas almalıyız? Kürtler birbirini anlamıyormuş. anlamasın, ne çıkar? tekçi mi olsunlar? şiveli Kürtçe konuşanla alay mı etsinler? tek Kürtlüğe girmek istemeyen Kürt ya da komşu halk ve insanları yok mu etsinler? özgür bir Kürdistan’da tam da Norveç gibi herkes kendi dil veya lehçesini konuşur; okullarda öbür lehçeleri öğrenir, komşusunun dilini konuşur, iç ve dış kültürel doku ile sürekli melezleşir, sosyal medyada birbirine alevli emoji atar. kime ne?

Sevan Paşa’ya Kürt olduğumuzu daha nasıl kanıtlayacağız? Gençlerbirliği Kulüp Başkanı İlhan Cavcav, Afrika’dan bir futbolcu getirtir, ertesi gün ona bir TC kimlik kartı çıkartır, futbolcunun adını o kimliğe Muhammed Fatih filan diye yazdırtırdı. yeni Muhammed Fatih nüfus müdürlüğünden alınan bir kimlikle dakkasında Türk oluyordu, ama Nişanyan bizi bir türlü Kürt saymıyor! onun için yukarıda ve aşağıda saydığım dilsel deliller, dünya dillerinin tekrarlanan özellikleri, bilimsel ve etik çerçeve de önemli değildir. o, öyle zannettiğine inanır. medyatik tarihçilerden Murat Bardakçı’nın Gürganca (o, “Gürganîce” diyor) ile ilgili sözlerini kesip “öyle bir dilin olduğunu zannetmiyorum” demişti. sonra Bardakçı’dan söz konusu dilin bir sözlüğünün bir kopyasını almaya ikna olmuştu netekim! Murat Bardakçı’nın söylediğine ikna olan, Zana Farqînî’nin söylediğine neden ikna olmaz? Tahran’da bir evde baktığım Adını Unutan Ülke adlı kitabında neden herhangi bir Kürtçe sözlük kullanmadan Kürtçe köy ve şehir adları hakkında ahkam keser? Taraf gazetesindeki yazısında bir sözcükle Türkçeleri tek kılarken neden bir (iki diyerek) sözcükle Kürtçeleri böler? ona kalsa Afyon’da “goley” ve Amasya’da (ilkinden eminim de ikincisini uyduruyorum) “kolay” diyen Türkler aynı dili, ama “verg” diyen Zazalar ile “gurg” diyen Kurmanclar ayrı dilleri konuşur.

bu saptırmaya döneceğim de aklıma Dersim katili albay Nazmi Sevgen’in benzer bir çıkarımı geliyor. 1952’deki Belleten sayılarından birinde (dergideki başlığı farklıydı, kitap olarak farklı adla çıktı, kitabı Kalan Yayınları basmıyaydı iyiydi!) “rût” sözcüğünü örnek veriyor. diyor ki, “r harfini kaldır. ne kalır? ut. ut ne? Türkçede cinsel organ yeri. bu ne demektir? Dersimliler Türk demektir!” rütbesiz Nişanyan da aynı kafada.

bütün imkânlarına karşın Avrupa dillerinde bile goley-kolay / verg-gurg tekliği gerçekleşmemiştir. 1635’te kurulmuş Fransız Akademisi paso yeni sözcük üretir, daha önce yüce saydığı kimi sözcükleri tedavülden kaldırır, Fransızca kurs hocalarına her dönem başında yeni sözcük, fiil ve kural çizelgesi gönderir; hatta bazı İngilizce sözcüklere öyle İngilizce yankılı karşılıklar bulur ki, koca akademide turistlere kilim satacak kadar İngilizce bilen birinin olmadığını düşünürsün!

beyimiz iki sözcük üzerinden Kürtçeleri bölüyor ama sözcük farkları dünyanın en yaygın dilleri olan Çince ve İngilizcelerin de gerçekliğidir. kullandığımız “çay” sözcüğü ile İngilizcede kullanılan “tea” sözcüğü, “iki ayrı” Çince lehçesinden alınmış “iki aynı” sözcüktür. Yine The Story of English kitabının yazarları, “İskoçya İngilizcesi bir dil mi yoksa lehçe mi?” diye sorup şöyle cevap verirler: “dil, ordusu ve donanması olan bir lehçedir, derler, ama benim aksanım sıklıkla senin lehçene dönüşür.” aynı kitaptan İskoçya İngilizcesine ait bir cümle paylaşayım: “smell winds hae wrocht havoc in aa the westlan airts o’ Scotland the day.” söz konusu yazarlar radyo, TV, okul, askerlik, sinema, mahkeme, iktidar gibi sayısız etmene karşın İngilizcelerin pek çok bölgesinde “şaşırtıcı” sayıda sözcük çeşidiyle karşılaşıldığını eklerler. mesela donkey (eşek) sözcüğünün moke, cuddy, nirrup ve pronkus gibi karşılıkları, “beat” (dövmek) sözcüğünün deg, frap, heft, joggle, nope, scaitch ve whang gibi karşılıkları vardır. ne “tea” “çay”a bakar, ne “monkey” çıkıp “pronkus”u andırır, ne de “beat” “joggle”a selam verir. ama Sevan Nişanyan “iki aynı sözcük”le Kürtçeleri bölme ve parçalama cüreti gösterir. hadi ciddiye alıp verdiği Türkçe ve Kürtçe sözcükleri Aramî alfabeyle yazıp karşılaştıralım:

a. Goley: kef-i Farsî, waw/vav, lam, (“e” için güzel he), ye (a, b, c, d, e)
b. Kolay: kaf, waw/vav, lam;elif, ye (f, b, c, g, e) = 2 fark
a. Verg: waw/vav, “e” için güzel he, re, kef-i Farsî (a, b, c, d)
b. Gurg: kef-i Farsî, waw/vav, re, kef-i Farsî (f, a, c, d) = 1 fark
görüldüğü gibi ikinci grup sözcükler birbirlerine daha yakın. ilkinde iki farklı harf var, ikincisinde bir. Kürtçeler arasında v-g değişimi vardır ki onu eklersen farklı harf kalmaz. ayrıca gurg sözcüğü “gverg/guverg” olarak da okunabilir. neredeyse lehçe farklılığı ortadan kalkacak. peki bu ne demektir? Afyonlular Kürt demektir tabiî ki!

beyimiz yine “zannetmiyorum” diyecektir ama, Kürt dilleri/lehçeleri birbirlerine diğer pek çok dilin lehçelerinden çok daha yakındır. bu gerçeği önce Türk lehçeleri ile Anadolu Türk lehçesi karşılaştırması üzerinden aktaracağım. ardından birbirine daha yakın Kürt dil/lehçeleri olan Zazaca ve Goranca veya Soranca ve Kurmancca ile değil, kendisi zikrettiği için Zazaca ve Kurmancca ile örnekleyeceğim.

Talat Tekin’in adını andığım kitabında 10 Türkî dil/lehçeden birer cümle ile Anadolu Türkçesindeki karşılıkları verilmiş. şöyle:

Çuvaşça-Türkçe:Kineke sitel şinçe vırtat – Kitap masa(nın) üstünde duruyor.
Yakutça-Türkçe:En olus türgennik sanarağın – Sen çok hızlı konuşuyorsun.
Tuvaca-Türkçe:Küser bolzunza çuğalar men – İstersen anlatırım.
Hakasça-Türkçe:Çılığ kün polar tip, pis niyik tonanıp algabıs – Hava ılık olur diye biz hafif giyindik.
Altayca-Türkçe:Ol onçozınan ozo cortop oturdı – O, herkesten önce gitti.
Kırgızca-Türkçe:Aba ırayı özgürdü – Hava durumu değişti.
Özbekçe-Türkçe:U kelganda idi kinoga barar edik – O gelseydi sinemaya giderdik.
Uygurca-Türkçe:Çıvınlar yorukni ranni aralamdu – Sinekler ışığı ve rengi fark eder mi?
Tatarca-Türkçe:Ana şatlığınnan yılap çıbardı – Anne sevincinden ağlamaya başladı.
Başkurtça-Türkçe:Kisarin min öyze bulam – Akşamları ben evde olurum.
Anadolu Türkçesi konuşan biri ve eminim ki Nişanyan da bütün bu cümlelerde geçen sözcüklerden “ana” dışında tek bir sözcük anlamamıştır. ama bunlar Türkçeler, Türkî dillerdir. bunun daha Azerce, Balkarca, Gagavuzca, Karahanlıca, Karakalpakça, Kazakça, Kumukça, Nogayca ve Türkmencesi var. tabiî hemen “hani Harezmce” diyen çıkacaktır. Türk akademisinin yalanlarını “kuş kanadı kalem olsa”, ummanlar mürekkep dolsa listeleyemeyiz. Harezmce Türkçe değil. Zebîhullâh-ı Safâ’nın İran Edebiyat Tarihi’nden şu cümleleri aktarmakla yetineyim: “Hârezmî lehçesi, ister Hicretten sonraki ilk üç yüzyılda ister sonraki yüzyıllarda olsun adı geçen lehçeler arasında bir süre konuşulmaktaydı. nihayet Moğol ve Tatar saldırıları sonucu Ural-Altay dillerinin o bölgede yaygınlaşmasıyla birlikte VIII/XIV. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş ortadan kalktı. eski lehçelerden ve aynı şekilde Arap hattıyla yazılmış olan İslâm dönemi yeni Hârezmî lehçesinden bir kısım eserler elde mevcuttur. Ebû Reyhân-i Bîrûnî-yi Hârezmî, Âsaru’l-Bâkiye’sinde Hârezmî dilindeki ay, bayram, önemli günler ve ay konumlarının isimlerini zikretmiştir.”

bir Kürdî dil/lehçenin konuşma alanında birkaç ay geçiren başka bir Kürdî dil/lehçe konuşanı, o lehçeyi mükemmele yakın anlamaya başlayabilir. bunu kolaylaştıran etmen, Kürtçeler arasındaki ses değişiminin belli bir sisteme göre işlemesi ve ses değeri aynı ya da farklı olan harflerin (b-v, z-j, ç-ş gibi) aynı sisteme göre dönüşümüdür. küçük bir örnek için Michael L. Chyet’in şu yazısına bakılabilir: vinkovar.blogspot.com/2017/11/ (bu Kurmancca makalenin altında Anadolu Türkçesine yapılmış çevirisi mevcuttur). daha geniş bir çalışma için ise Malmîsanij’ın Kürtçede Ses Değişimi kitabına bakılabilir.

şimdi diğer Türk dilleri ile Anadolu Türkçesi karşılaştırması için aktardığım örnekleri, aynı sıra ile, Zazaca ve Kurmancca vereyim. Zazalar ve Kurmanclar karıştırmasın diye uyarmak zorundayım: ilki Zazaca ikincisi Kurmanccadır!

Kitab serê maseyî de vindeno – Kîtab li ser maseyê ye.
Ti zaf lez qalî kenî – Tu zaf bilez qal dikî.
Eke ti biwazî ez vana – Heke tu bixwazî ez bêjim.
Beno ke hewa şilgerm bo, coka ma cilê sivikî xo ra dayî – Di be ku hewa saregerm / hênik be, (lewma) me cilê sivik li xwe kirin.
O verê her kesî şi – Ew berî her kesî çû.
Rewşa hawayî vurîya/bedilîya. – Rewşa hewayê guherî.
Eke o biameyêne, ma şîyêne sînema – Eke ew bihata em ê biçûna sînemayê.
Mîyesî roşnî û rengan ferq kenê? – Mêş ronahî û rengan ferq dikin?
Maye/dayike keyfê xo ra dest bi bermî kerd – Dayîkê ji kêfa (xwe) ra dest bi girînê kir.
Şanî, ez keye de bena – Êvarkî, ez mal de me.
goley gele!

nupel.tv/selim-temo-sevan-nisa

Mantığının eleştirdiğini,
merhametinin savunmasına izin verme.

Jane Austen

Kardeşlerinizi boğazlıyorlar, göz yumuyorsunuz.
Çığlıklar duyuluyor ama siz susuyorsunuz.
Aramızda dolaşıp kurbanını seçiyor zorbanın teki,
Sessiz kalırsak bize dokunmaz diyorsunuz.
Bok yiyorsunuz!
Ne tuhaf yer burası, sizler nasıl insanlarsınız!
Haksızlık varsa bir yerde eğer, ayaklanmalı insan.
Ayaklanma olmuyorsa batsın o şehir yerin dibine.
Yansın bitsin, kül olsun karanlıklar basmadan.

Bertolt Brecht

Mezarlıkları ne zaman imara açacaksınız?

Fikret Başkaya

“Modernlik, insanların geçim araçlarına sistematik olarak yabancılaşmasından ve hayatın bekasını sağlayan doğal ortamlar ile ekosistemlerin ortadan kaldırılmasından ayrılamaz”.

Jonathan Crary

Kapitalizm, ücretli emek sömürüsü, karşılığı ödenmeyen kadın emeği ve doğa yağma ve talanıyla yol alan bir sistemdir. Sınırsız büyüme-genişleme-yayılma eğilimine ve dinamiğine sahiptir… Varlığını büyümeye borçludur. Aslında söz konusu olan da sermayenin büyümesidir… Büyüme veya yok olma ikilemiyle malûldür… Balıklar nasıl su olmadan yaşayamazsa, kapitalizm de büyümeden var olamaz…

Gerçi kapitalizm sınırsız büyüme-genişleme-yayılma dinamiğine sahiptir ama bu dünyanın kayrakları sınırlı, sonlu… Bir zaman geliyor, şimdilerde olduğu gibi sınırsız büyüme, kaynakların sınırına dayanıyor… Sermayenin büyümesi, eş zamanlı olarak sosyal kötülükleri (işsizlik, yoksulluk, sefalet, aşağılanma, etik yozlaşma…) büyütmeden, ekolojik (doğa) tahribatı derinleştirmeden mümkün olmuyor…

Neoliberal çağda kapitalizm (sermaye) büyümekte zorlandıkça, değerlenme sıkıntısı çektikçe, kamuya ait kaynakları ve müşterekleri gasp etti, ki, ona özelleştirme diyorlar… Burjuva iktisatçıları, burjuva politikaları ve bir kısım sendikacı (ki, bizde küçük bir istisna dışında kalan sendikalar, işçi sınıfının, ezilen ve sömürülen sınıfların değil, devletin ve sermayenin örgütleridir…), özelleştirmenin verimliliği artırdığını söylüyorlar… Oysa asıl amaç, büyüme sıkıntısı çeken sermayeye yeni değerlenme alanları açmaktı… Özelleştirme, vergilerle oluşturulmuş (Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) denilen kurumların sermayeye satılmasıyla (peşkeş çekilmesiyle densin) başladı ve şimdilerde hava ve sokaklar dışında özelleştirilmemiş, metalaşmamış, kâr aracına dönüştürülmemiş, soysuzlaşmamış hiç bir şey kalmadı… Aslında bu yazının başlığı ‘sokakları ne zaman özelleştireceksiniz’ de olabilirdi…

Oysa, tüm yaşam kaynaklarının ve araçlarının özelleştirilip, kâr aracına dönüştürüldüğü bir toplumsal yaşam sürdürülebilir değildir… Müştereklerin, herkesin kullanımına sunulan, sunulması gereken, yaşam araçlarının, alanlarının ve kaynaklarının özel mülkiyet konusu olduğu, sermaye tarafından gasp edildiği bir toplum, insanları bir arada tutan, birlikte yaşamın temelini oluşturan tutkaldan, temelden yoksun demektir…

Velhasıl insan ve toplum yaşamının tüm veçheleri utanmazca yağmalandı, talan edildi, bir kâr aracına dönüştürüldü… Su parayla satılıyor ve bir de vergi alınıyor… Doğrusu, suyun parayla satılmasını sorun etmeyen, kabullenen, sineye çeken toplumun da sorun edilmesi gerekmiyor mu? … Eğitim, sağlık, güvenlik dahil her şey özelleştirildi… Sağlığın bir kâr aracına dönüştürülmesinin mantığı nedir? Hastanelerin birer şirkete dönüştürülmesi utanılacak bir şey değil mi? Parası olanın sağlık hizmetine ulaşabildiği bir toplum ne demektir? Eğer insanlar soru sorma yeteneklerini kaybetmişse olacağı budur…

Artık yollar, köprüler, tüneller, yaylalar, meralar, deniz sahilleri… özelleştirilmiş durumda… Sahillerin özelleştirilmesi demek aslında denizlerin de özelleştirilmesi demektir… Artık özelleştirilmemiş, meta kategorisine indirgenmemiş, yağmalanmamış, talan edilmemiş hiçbir şey yok…

Gerçi Türkiye’de siyaset oldum-olası bütçenin, hazineni ve müştereklerin(herkesin olan, olması gereken ortak yaşam kaynaklarının ve alanlarının) yağmalanmasıyla yol alıyor ama dinci AKP tüm rekorları kırdı… AKP iktidarında müştereklerin yağmalanması insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaştı… Artık bir şey ‘ihtiyaç’ olduğu için yapılmıyor… Ne yaparsam kâr ederim, bütçeyi, hazineyi yağmalarım, talan ederim sorusunun cevabı olarak yapılıyor…

Ne zaman ‘imara açıldı’, ‘turizme açıldı’, ‘ÇED raporu gerekli değildir’, ‘acele kamulaştırma kararı alındı’ dendiğini duysam için cız ediyor… İmar, umrân’dantüremedir. Şenlendirme, bayındır hale getirme demektir… Şimdilerdeyse tam bir yıkım ve yok etme aracı… Güzelim topraklar turizm için betonlaştırılıyor, asvaltlanıyor… Turizm amacıyla verimli toprakları telef etmenin, zengin turizmi için ülkenin geleceğini yok etmenin mantığı nedir? Eğer ekolojik yıkım, atmosferin ısınması bu hızla devam eder, vakitlice durdurulamazsa, o beş yıldızlı otellerinizin birer çöp yığını olacağından kuşkunuz olmasın… Korona virüs günlerinde turizme bel bağlamanın ne demeye geldiği anlaşılmadı mı?

Adı ‘Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği’ olan bir bakanlık var. Öyle bir bakanlığın ne yapması gerekir? Ekolojik dengeleri gözetmesi gerekmez mi? Bizde yıkımın ve yok etmenin hizmetinde… Yangına körükle gidiliyor… Yağma ve talanı meşrulaştırıyor. Acele kamulaştırma doğa yağmasının önündeki sınırlı engelleri de ortadan kaldırıyor… Aslında ‘kamulaştırma’, tanımı gereği kamu yararı amacıyla yapılana deniyor ama bizde tam tersi söz konusu… Özel çıkar için kamu kaynaklarını, müşterekleri yağmalamanın gasp etmenin hizmetinde… İnsanlar evlerini, bahçelerini, tarlalarını gözü kararmış şirketler hesabına yıkmak özere gelen ‘iş makinalarının’ gürültüsüyle uyanıyor… Yıkıma itiraz etmeleri kanunlarla yasaklanmış durumda… Aslında Orta Çağın sonlarında, kapitalizmin şafağında, Avrupa’da kamusal alanların, müştereklerin (tarlaların, otlakların, ormanların, suyun…) yeni yetme kapitalistler ve soylular tarafından gasp edilmesine çitleme deniyordu… İnsanlar ortak yaşam alanlarından kovuluyor, çitlerle çevriliyordu… Şimdilerde bizde yapılan onun XXI’inci yüzyıldaki tekrarı gibi…

Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm adlı ünlü eserinde, toprakların, meraların, otlakların, bir bütün olarak ortak yaşam alanlarının yağmalanmasından söz ederken şöyle diyordu: “Toprak çevrimlerine haklı olarak, zenginlerin yoksullara karşı gerçekleştirdikleri bir devrim denilmiştir. Soyular bazen şiddete başvurarak, sık sık da baskı ve yıldırma yoluyla, eski düzeni bozuyor, eski yasa ve gelenekleri ortadan kaldırıyorlardı. Yoksulların ortak arazideki paylarını alenen ellerinden alıyor, onları eskiden geleneğin yıkılmaz gücüne dayanarak kendilerinin ve mirasçılarının bildikleri meskenleri yerle bir ediliyordu. Toplumsal doku parçalanıyordu. Terk edilmiş köyler ve yıkılmış evler, ülkenin savunma mekanizmalarını tehdit eden, şehirleri yerle bir eden, nüfusunu azaltan, toprağını yıpratıp toza çeviren, insanlarını bizar eden, onları namuslu çiftçilerden dilenci ve haydut çetelerine dönüştüren devrimin acımasızlığına tanıklık ediyorlardı”.

İnsanların aklını başına alıp, bu sefil sürece dur demek için daha ne kadar beklemeleri gerekiyor? Ayaklarının altındaki zemin hızla çökerken bu atalet niye?..

ozguruniversite.org/2023/08/15

Bakışlarıyla 'ben senin kardeşinim' diyenlere karşı dikkatli olun.
Bir yerlerinde mutlaka bir hançer gizlidir…

~…William Saroyan...~

Resmi ideolojiyle, kendi tarihi ile hesaplaşmadan, yalnızca bir hükümete karşı çıkanların çok olduğu ülkede aydın çıkmaz, çıksa çıksa aydıncık çıkar.!
… çıkanlarında akıbeti
ortada…

Mahmut Uzun

instagram.com/p/Cv4IT4fKxnf/?u

Kraliçe Victoria döneminde binlerce kadının ölüm sebebi: Çemberli etek

1850'lerden itibaren sadece İngiltere'de, çember eteğin en revaçta olduğu 10 yıl içerisinde 3 bin civarında kadının yanarak öldüğü tahmin ediliyor.

gazeteduvar.com.tr/kralice-vic

“TC.” Devletinin kuruluşundan günümüze ne
deyişti.?
Hiç bir şey değişmedi, değişmiyor, deyişemiyor...
Bir akıl tutulması içinde, kendi kendini esir almış, herkesin yanlış ve düşman olduğunu, temizlenmesi gerektiğini her daim bu devleti yönetenler tarafından dillendiriliyor...
Örnek mi istiyorsunuz?

Onuda sizler yazın.

“ Biz Ermeni’yi dövdürmüyecektik”

Burdan başlarsak, doğruyu ve bu kanlı tarihi ciddi bir şekilde sorgulama, mahküm etme şansımız
olur...
Hadi bakalım herkes eteğindeki taşı bir orta yere
döksün...
Bekliyorum.

Mahmut Uzun
instagram.com/p/Cv4PzxwK231/?u

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.