Vantrologlar
“Her şeyden önce bugün Atatürkçülük ideolojik ve teorik olarak sahipsizdir”[1] diyen Fatih Yaşlı, yalan söylüyor. Atatürkçülüğün sahibi devlettir ve onun icazet verdiği TKP gibi sol yapılardır. SİP iken “MİT ajanı” denilerek Uğur Mumcu cenazesine gitmeyenler, bugün “aydın kırımı”ndan söz ediyorlar. Çünkü örgüt koopte edilmiş, içerilmiştir. Bugün TKP de en az Uğur Dündar ve Yılmaz Özdil kadar “Atatürkçülük tüccarı”dır. CHP belediyelerinden gelen paraya herkes kuldur.
Fatih Yaşlı, CHP’nin sosyalist hareket içerisine gönderdiği ajanıdır. Görevi tasfiyeciliktir. Bu açıdan, sanıldığının aksine, Yaşlı “Türkiye sol-sosyalist hareketi içinde bir eğilimi temsil”[2] etmez. Ajana ajan muamelesi yapılmalıdır. “Sol, kemalizm eleştirisini büyük ölçüde onu sınıfsal düşman derekesine çıkarmadan ifa etmiştir. Bu açıdan eleştiriler, kemalizmin teorik ve pratik eksik ve zaaflarına oynama biçiminde işlev görmüştür.”[3]
Yusuf Karadaş’ın Yaşlı eleştirisindeki[4] Kemalizm değerlendirmesi de sınıfsal düşman derekesinde değil, eksiklikler ve ittifaklar düzleminde yapılmış bir eleştiridir. Oradan bakıldığında görülen, HDP’den vekil almış olmanın getirdiği ucuz imkânlar ve liberalizmin açtığı kapılardır. Bu anlamda, Karadaş ve partisi, kurduğu ilişkinin diyetini ödemeye, kendisindeki devlet ve elit ideolojisini gizlemeye mecburdur. Onlar da devletin ve elitlerin ideolojisini Kürtlere ve işçilere taşımanın derdindedir. Başka bir görevleri yoktur. Türlü akçeli işlere bulaşmış CHP milletvekili patron adına konuşurken işçileri lise öğretmeni edası ile susturan EMEP vekilinin başka bir işlevi olamaz.
“Atatürkçülüğün siyasal alandaki yokluğunun başka bir nedeni, solun yokluğudur. Türkiye’de tarihsel olarak bakıldığında, Atatürkçülüğün devletin ve elitlerin ideolojisi olmaktan çıkıp toplumla ve halkla buluşmasının aracısı sosyalist sol olmuştur. Sosyalistler, 1960’lı yıllarda Atatürkçülüğü yeniden yorumlamış, güncellemiş ve onu dönemin anti-emperyalist ruhunun nirengi noktası haline getirerek kitlelerle buluşturmuştur. Atatürkçülük de bir meşruiyet zemini olarak solun popülerleşmesini ve toplumsallaşmasını kolaylaştırmıştır.”
Bunları söyleyen kişi, sosyalist olamaz. Devletin ve elitlerin ideolojisinin toplumla ve halkla buluşmasını sağlayan sol, halk, sınıf ve ezilen düşmanıdır. Antikomünisttir. Devletin aparatıdır. O devletin ve elitlerin ideolojisinin sınıfsal niteliğini sorgulamayan, onunla hesaplaşmayan, komünist olamaz.
Fatih Yaşlı ve partisi, komünist politika ve mücadele olmasın diye vardır. Bu tür solcular, o devletin ve elitlerin kullandığı birer aygıttır. Solun popülerlik ve toplumsallık zemini Atatürkçülükse, o köledir. O zemin hapishanedir. Sol, devletin ev kölesidir. Bize tarla köleleri ve onların iradesi olan parti lazımdır.
Tarla kölelerinin partisinin başında oturan Kemal Okuyan o kadar Atatürkçüdür ki Tayyip Erdoğan Atatürkçü olsa ona destek verilmesi gerektiğinden, “Erdoğan’ın köşeye sıkıştırılmasına veya alt edilmesine karşı koyacağından” söz edebilmektedir. Okuyan, “Mustafa Kemal’in yirmilerin başında bu coğrafyadaki saflaşmada devrim safında yer aldığı”na inanan bir cahildir.[5] Bunların tek ölçüsü ve ölçütü devletin ve elitlerin ideolojisi, halk ve işçi sınıfı düşmanlığıdır. Küçük burjuvazi, proletaryaya karşı düşman, burjuvaziye karşı kıskançtır. Onun siyaseti esaretten başka bir sonuç vermez.
Bu sol, 1920 Eylül’ünden 1921 Ocak’ına kadar süren tasfiyelerin[6] ürünüdür. O dönemde Komintern’in değerlendirmesiyle, Antalya-İzmir hattındaki ağalar, tefeciler, kaçakçılar ve tüccarlar kendi ideolojik silâhına kavuşmuş, o silâh, yoksul emekçi halkın iradesine yaslanan alternatif tüm odakları tasfiye etmiştir. O odaklardan biri Mustafa Suphi ve partisidir.
Fatih Yaşlı’nın yoldaşı Orhan Gökdemir, Suphi’ye karşı savunduğu Kemal’in safındadır. Suphi ile Kemal arasındaki husumeti, bir rakı kadehiyle sonlandırabileceği iddiasındadır.
Yaşlı, ayrıca daha öncesini hadi saymayalım, partisinin otuz yıldır varolduğu ülkede sosyalist solun neden zayıf olduğunu, ülkede güçlü bir anti-emperyalist mücadele, güçlü bir emek ve öğrenci hareketinin neden olmadığını, bağımsızlıkçı, yurtsever, anti-emperyalist ve ilerici bir solun siyasette güçlü bir aktör olarak neden yer almadığını izah edememektedir. Bu sorulara bir cevabı yoktur. Çünkü asıl sebep, Yaşlı gibilerdeki devletin ve elitlerin ideolojisine kölece bağlılıktır. O ideolojinin güdümünde hareket eden sosyalistlerin güç olması mümkün değildir. Halk, “devletin ve elitlerin ideolojisi”ni sosyalist kılıfı ardına saklansa da hemen tanımaktadır.
TKP’nin derdi, bugün kendisini bağladığı kazık etrafında herkesi tavaf ettirmektir. O, kendi siyasetini Suphilere söylettirmenin derdindedir. Bu anakronik, tarih dışı, maddeden ve diyalektikten uzak siyaset, ancak hüsnükuruntularla, vehimlerle ve hayallerle yaşayan küçük burjuvanın gönlünü kazanabilir. Oysa aslolan, komünist hareketin kendisini 10 Eylül iradesiyle ve o iradeye göre kurmasıdır.
Bir vakitler eski (tarihî) TKP içerisinde önemli mevkilerde olmuş isimlere “Suphiler döneminde Anadolu’da ve Ankara’da komünist hareket güçlüydü” dediğimizde, haç görmüş şeytan gibi tepki vermişlerdi. Çünkü bu cümle, kendilerindeki eksiklikleri ve kusurları açığa çıkartan bir cümleydi. Öyle ya, komünist hareket, o günlerde güçlüyse, kendileri neden önemli bir mevzi elde edememişlerdi?
O günlere dair değerlendirmeler de solun maddeden ve diyalektikten uzak hâli üzerinden, o hâl temelinde yapılıyor. Suphiler, Kızıl Alay ile birlikte Ankara’ya gelselerdi, milli mücadelenin ekonomik ve askeri gücü olduğu gibi komünistlerin eline geçecekti. O günlere dair değerlendirmelerde Ankara Palas’ın yakınında açılacak TKP bürosundan Sovyet silâhlarının dağıtılması ihtimaline dair endişeli ifadelere rastlamak mümkün. Ayrıca bu maddi irade, diyalektiğin emriyle, Anadolu’da Ekim Devrimi’nin şu veya bu şekilde inşa ettiği tüm mevzilerin birleşmesine neden olacaktı. Kütahya-Eskişehir hattında devriye atan Bolşevik Tugay başka bir sonuç üretecekti. Çerkes’in seyyareleri, başka bir örgütsel zemine kavuşacaktı. Mecliste halkın vekillerinin sesi daha gür çıkacaktı. Manabendra Roy’un o günlerde dile getirdiği ikaz karşılık bulacak[7], emperyalizm karşısında çekilme iradesi ortadan kalkacak, Sovyet devrimi yeni bir ocağa kavuşacaktı. Bugün sol, bunların olmamışlığının yarattığı boşlukta konuşuyor, varoluyor. Varlığını o boşluğa borçlu. Dolayısıyla, bunların olacağı bir gerçekliği asla varedemez. Avara kasnak gibi işleyip durur.
Sol, kendisini altmışlarla birlikte devletin ve elitlerin ideolojisini topluma ve halka taşıma görevini sevdiği, o görevin ekmeğini yediği, o görev sayesinde varolduğunu bildiği sürece, yirmilerin sınıflar mücadelesinden tek bir şey bile öğrenemez. “Müslüman işçilere” diye başlayan bildiri yazan Suphi’yi anlayamaz. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde oluşturulmuş hücreleri bilince çıkartamaz. Onun aksı, ekseni, ölçütü ve ölçüsü, o “devletin ve elitlerin ideolojisidir”. Sol, o ideolojinin, sınıfa, devrime ve işçi iktidarına düşman olduğunu göremez. O ideolojiyle dövüşmeyen, parti olamaz, güç olamaz, yol alamaz.
Bugün o devletin ve elitlerin ideolojisine karşı Suphilerin ideolojisi savunulmalıdır. Devlet ve elitlerin kucağındaki vantrologların oynattığı kuklaların sözlerine kanmamak gerekir.
TKP, bu tür bir vantrologdur. Kendi özel, hayattan ve sınıf mücadelesinden kopuk laboratuvarında imal ettiği Mustafa Suphi kuklasına bugünkü CHP’ci Kemalist siyasetini konuşturmaktadır. Kemal Okuyan da başka bir vantrologun kendisine söylettirdiği “Suphiler de cumhuriyet için mücadele ettiler” sözünü söylemeye mecburdur. O cumhuriyetin sınıfsallığını ve sınırlarını sorgulayamaz. O ve partisi, şu sözü edene de sözün kendisine de düşmandır:
“Umûmiyetle döktükleri kan-terleri hak etmek, işledikleri işe ve toprağa sahip olmak, memleket ve hükûmet işlerini ellerine almak isteyen amele ve rençber milleti, Türkiye’de de bundan fazla veya eksik birşey murat etmez. Bîçare rençberlerin dileği, şüphesiz ki kendi başına mahsûs bir paşalık veya hanlık değildir! Ancak o, bugün bin senelik tecrübeden sonra, fıkara kanı dökmekten başka bir işe yaramadığını pekiyi anladığı bu paşalık ve hanlıkları yeryüzünden süpürmeye karar vermiştir. Onun için bundan sonra Anadolu ve Türkiye’de, halkın sırtında yaşayacak herhangi bir hükûmet, hatta cumhuriyet şeklinde de olsa yer tutmaz, yaşayamaz.
Yeni hükûmetin bugünkü zahmet ve fedâkârlıklara katlanan amele, rençber halkın içinde kurulup aşağıdan yukarıya doğru dal budak vermesi, hayatî bir şarttır. Böyle köklü ve temelli bir hükûmetledir ki yaşamak için mübârezeye ve mübâreze iledir ki böyle bir hükûmete liyâkat hâsıl olur. Türkiye amele, reçber ve askerlerinin bu liyâkat ve iktidârı göstereceklerine eminiz. Onun için yaşasın Türkiye amele, rençber ve askerlerinin hükûmet ve cumhuriyeti!”[8]
Halkçılık denilen okun hedefinde komünist hareket olduğunu göremez. Milliyetçilik okunun hedefinde ezilen milliyetler olduğunu anlayamaz. Laiklik okunun hedefinde Osmanlı’dan beri halkın kıyam öncesi sığındığı ideolojiler olduğunu idrak edemez. O okların devleti ve elitlerin malikânelerini koruduğunu da anlayamaz. Küçük burjuvalar, rekabetçi ve mülkiyetçi zihin dünyalarının esiridirler ve o esaretten kurtulamazlar. Güç için o devlete ve elitlere muhtaç olduklarını bilirler.
Fatih Yaşlı’nın Atatürkçülük yazısı, biraz da sol içi rekabetin bir sonucudur. Bilindiği üzere, Perinçek’in partisinden bir ekip ayrılmış, Sosyalist Cumhuriyet Partisi’ni kurmuş, bu parti, geçmişte TKP ile sorun yaşamış TKP 1920 isimli partiyle birleşme kararı almıştır. Bu da demek oluyor ki yakın dönemde ortada saf saf dolaştığı düşünülen “Atatürkçü ördekleri” kapma yarışı epey kızışacak!
Temel mesele, bu tür küçük burjuva rekabetlere ve mülkiyet ilişkilerine kul olmak değil, komünist hareketin Suphilerin iradesiyle ve o iradenin tarihsel süreçte tezahür ettiği momentlerle kendisini yeniden inşa edebilmesidir. Bu inşa, rekabetten ve mülkiyetten uzak, yoldaşlaşma ve ortaklaşmayla, her bir mevziinin ilmek ilmek dokunmasıyla gerçekleşecektir. Kurtuluşumuz, kendisini devletin ve elitlerin ideolojisine göre kuranlarda değil, varlığını ve eylemini işçi sınıfı ve ezilenler temelinde inşa eden kolektif devrimciliktedir.
Eren Balkır
10 Eylül 2023
Dipnotlar:
[1] Fatih Yaşlı, “Bir Anomali Hali: Atatürkçülüğün Yokluğu”, 23 Ağustos 2023, Sol.
[2] Yusuf Karadaş, “Atatürkçülük Tartışması: Sınıf, İdeoloji ve İttifak Politikasının Aynası!”, 1 Eylül 2023, Evrensel.
[3] Derviş Okan, “Komünist Hareket ve Kemalizm”, 2004, İştiraki.
[4] Yusuf Karadaş, “Meğer Tek Eksiğimiz Atatürkçülükmüş!” 25 Ağustos 2023, Evrensel; İkinci Bölüm: 26 Ağustos 2023, Evrensel.
[5] Kemal Okuyan, “Erdoğan Atatürkçü Olursa”, 31 Ekim 2017, Sol. Son yazısından anlaşılıyor ki TOGG fabrikasını ziyaret eden CHP vekillerinin arasında Kemal Okuyan da varmış. O da arabanın ve AKP'nin hakkını teslim ediyor. Fabrika yapmaktan, maden açmaktan söz ediyor. ("Togg'a Hayran Olmak", 8 Eylül 2023, Sol.)
[6] Tevfik Atmaca, “Kökler”, 28 Ocak 2012, İştiraki.
[7] Manabendra Nath Roy, “Türk’ün Zaferi”, 17 Ekim 1922, İştiraki.
[8] Mustafa Suphi, “Saltanattan Sonra”, 28 Haziran 1920, İştiraki.
''her toprakta ölülerim var
atlaslar parçalar yüreğimi bu yüzden
ateşten bir ordudur bütün sınırlar''
BARBARLIK VE TALAN ÜZERİNE KURULMUŞ BİR SAVAŞ ÖRGÜTÜNDE TEK BİR İKTİDAR VARDI, OLACAK-MI
HEP .!
KEMALİZM.
ŞU AN BİLE
KEMALİST DEVLET REJİMİ
VAR, ÜLKEYİ
YÖNETİYOR.!
BUGÜN SÖZÜM ONA 30 AĞUSTOS BAYRAMI.
VE DEVLET ERKANI, MUHALEFET İLE BİRLİKTE BİR KEZ DAHA BERABER GÖRECEĞİZ, İZLEYİN
DERİM…
KİMSE KİMSEYİ KANDIRMASIN.!
Mahmut Uzun
https://www.instagram.com/p/Cwjuf0hKYyp/?utm_source=ig_web_copy_link&igshid=MzRlODBiNWFlZA==
"Çocuklarını yalanlarla eğiten bir ulusun "sahte zaferinin" yıldönümü bugün... Bir kez daha zafer törenleri düzenleyecekler.
Bir kez daha bu devleti nasıl zorluklarla kurduklarını anlatacaklar.
Çektikleri acıları anlatırken çektirdiklerini yine hiç dile getirmeyecekler. Devletin kuruluş anayasası olan Lozan Antlaşması'nın Kürdistan'ı nasıl bölüp parçaladığını, Kürt halkını lime lime ettiğini, akrabaların arasına duvarlar ördüğünü, bir anadilin nasıl yasaklandığını hiç anlatmayacaklar. Onlar bu devleti kurarken bir tek kimliği esas aldılar: Türk ve Sünni Müslüman.
Bunun dışındaki tüm etnik ve dinsel kimlikler yok sayıldı.
İnsanlara "kimliğine sahip çıkma hakkı" yasaklandı.
Devletin kuruluşunu bir "kopuş" veya "devrim" diye anlatırken, Lozan'da Osmanlı'nın tüm borçlarını devraldıklarını gizlediler. Kuruluş kadrolarının Ermeni soykırımına katılmış olan İttihatçılar olduğunu ve bu soykırımın ardında yatan zihniyeti desteklediklerini gizlediler.
1925'te çıkarttıkları Şark Islahat Planı'nı tarih kitaplarında hiç okutmadılar.
Bu planla coğrafyayı beş parçaya ayırdıklarını, her parçaya müfettişler atadıklarını, Kürtlere en küçük bir memuriyet hakkını dahi yasakladıklarını, Kürdistan'da Kürtlüğü unutturmak amacıyla Türk ocakları ve okullar açtıklarını hiç anlatmadılar.
Planın 17. maddesinde, "Fırat'ın batısındaki illerin batı bölümüne yerleştirilecek Kürtlerin dağınık şekilde Kürtçe konuşmaları mutlaka yasaklanacak," hükmünü getirdiklerini hep gizlediler.
1938'de gerçekleştirdikleri Dersim soykırımını ders kitaplarında anlatmadılar.
Hiçbir kitapta devletin kurucularından İsmet İnönü'nün, "Türk milleti bu ülkede etnik ya da ırki birtakım haklar isteyebilir. Başka hiçbir kişinin buna hakkı yoktur," sözlerine yer vermediler.
Yine ders kitaplarında İhsan Sabri Çağlayangil'in, "Ordu zehirli gaz kullandı, mağaraların kapısının içinden... Bunları fare gibi zehirledi. Ve 7'den 70'e Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti," sözlerini çocuklara anlatmadılar.
Cumhuriyet belki de en büyük haksızlıklarından birini kadınlara yaptı.
Avukat Eren Keskin:
Kürtler ve öteki halkların soykırmını bağımsızlık mücadelesi diyenler "komünist" kemalist gibi konuşur.
Emperyelizme karşı verilen bir mücadele yoktur
Hristiyan halklardan başlayıp Müslüman halklara karşı yapılan soykırıma ulusal kurtuluş mücadelesi deniyor
Dursun Ali Küçük
https://twitter.com/DursunA66065686/status/1696966083515732448
Tam Bir Kemal Sunal Filmi
1921 yılında Lozan eksenli yapılan görüşmelerde “Eski Osmanlı İmparatorluğu tarafından işgal altında tutulan, yönetilen toprakların bir kısmında Türklerin ulus devlet kurması kararlaştırılır.
İngiltere, İtalya ve Fransa, müttefikleri olan Yunanistan’ı yalnız bırakarak Türkleri destekleme kararı alırlar. Bunun nedeni, Ekim Devrimi’nin yaratmış olduğu tehdit idi.
Kurulmasına izin verilecek olan Türk devleti, devrimin yayılmasının önünde bariyer olacaktı, oldu da.
Sovyetler Birliği de Türklerin devlet kurmasından yanaydı çünkü Türkleri destekleyerek onu kapitalist kuşatmanın parçası olmaktan uzak, kendisine yakın tutmak istiyordu.
Türkler, emperyalist blok ile Sovyetler Birliği arasındaki çatışmadan faydalanmayı iyi bildiler, iki tarafı da idare ederek kaybettikleri bir savaşı kazanmayı bildiler.
Yalnız bırakılan Yunanistan ise geri çekilmek zorunda kaldı; yani kimse kimseyi denize dökmedi.
Dumlupınar’da başlayıp İzmir’de sonlandırılan savaşın neticesi daha 1921 yılında yine Lozan’da kararlaştırılmıştır.
Almanya, Avusturya/Macaristan İmparatorluğu ile müttefik iken savaşı kaybeden, 1918’de teslim olan Osmanlı Devleti artığı subayların örgütlendikleri “Kuva- i Milliye” denilen çetenin “Yedi Düvele Karşı” savaş kazandığına inanmak için Türk olmak lazım. Zira söz konusu olan kazanılmış değil, İngiltere, Fransa, İtalya tarafından Türklere bahşedilmiş bir galibiyettir. Yani savaşı kazanan bu devletler, galip ilan edilen ise Türkler olmuştur.
Kemal Sunal’ın oynadığı Tosun Paşa filmindeki güreş sahnesi ne kadar gerçeği ifade ediyorsa bu da o kadar gerçektir.
30 Ağustos (Geçmişteki adıyla Başkumandan Zaferi), milyonlarca insanın katledilmesi ve sürgüne gönderilmesi neticesinde coğrafyanın yeniden işgalinin, Ermenilerin, Kürtlerin, Pontusluların bağımsızlık haklarının gasp edilmesinin ve Türkleştirilmesinin kilometre taşlarından biridir.
Komünist Zemin
Yıl 2005 Türkiye ile bir alakası olmayan John Perkins kitabında anlatıyor;
"Kendi otomobilini üretemeyen ülkeye borç verip otobanlar yaptırırız. Sonra onlara arabalarımızı satarız. Sonra bankalarını satın alırız. O bankalardan halka ucuz krediler verip daha çok araba almalarını sağlarız. Böylece verdiğimiz o krediyi arabamızı satarak geri alırız, hem de faiziyle. O ülkeye dünya bankası ya da kardeş kurumlardan kredi ayarlarız. Ayarlanan kredi "ASLA" o ülkenin hazinesine gitmez. O ülkede 'proje' yapan bizim şirketlerimizin kasasına girer. Enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar, dev havayolları yapılır. Aslında insanların işine yaramayan bir yığın beton. Bizim şirketlerimiz kazanır o ülkedeki birileri de nemalandırılır.
Toplum bu düzenekten hiç birşey kazanmaz. Ama ülke büyük bir borcun altına sokulmuş olur. Bu o kadar büyük bir borçtur ki ödenmesi imkansızdır.
Plan böyle işler. Sonunda ekonomik danışmanlar/tetikçiler olarak gider onlara deriz ki; "Bize büyük borcunuz var ödeyemiyorsunuz. O zaman petrolünüzü satın, doğal gazınızı bize verin, askeri üslerimize yer gösterin, askerlerinizi birliklerimize destek olmaları için savaştığımız bölgelere gönderin, Birleşmiş Millletler de bizim için oy verin! Elektrik su kanalizasyon sistemlerinizi özelleştirin! Onları Amerikan şirketlerine ya da diğer çok uluslu şirketlere satın..."
Sosyal hizmetleri, teknik sistemleri, eğitim kurumlarını, sağlık kurumlarını hatta adli sistemleri ele geçiririz. Bu, ikili, üçlü, dörtlü bir darbeler serisidir."
Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları - John Perkins
Lozan’a ‘Anadolu Türk yurdu’ keşfiyle gidildi
Anadolu’nun demografik yapısından milleten Türk ve dinen Sünni İslam olmayanın tasfiyesiyle kalınmadı, tarihi de temizlendi. Türk Kurtuluş Savaşı yıllarında İslamlaştırılan/Türkleştirilen Anadolu’nun tarihinin de Türk olduğuna hükmedildi. Burada kalınmadı, 1930’larda Türk Tarih Tezi’yle dünya medeniyeti kaynağının da Türkler olduğu kararlaştırıldı.
Nevzat Onaran
Türk Tarih Tezi’ni yazmaya 1922’de başlandı. Hıristiyan milletlerden temizlenen Anadolu’nun ezelden beri ‘Türk yurdu’ olduğu keşfi yapıldı. Bununla kalınmadı, Hıristiyan Ermeni ve Rum milletlerinin de sonradan geldiğine hükmedildi. Anadolu’ya egemen Türk’ün, artık Anadolu tarihini de Türkleştirdiğinin ilanıydı. Ankara’dan Lozan’a bu atmosferde gidildi. Bugünkü atmosferde de 16 asırlık Sümela Manastırı’nda yılda bir kez ayin yapılmasından ya da İmroz’da bir sergi açılmasından korkuluyor; paranoyak durum vesselam. Irkçılık, Türk milliyetçiliğinin yapısal unsurudur.
Lozan’da, masadaki Fransa ile 20 Ekim 1921’deki Ankara Antlaşmasıyla sorunlar çözümlenmiş geriye İngiltere kalmıştı; o da anlaşmak niyetindeydi. Nitekim İngiltere’nin Sömürgeler Bakanı Churchill’e göre, 1921 başından itibaren Ankara’yla antlaşmak hükümetin gündemindeydi.(1) İngiltere’nin bölgede asıl derdi Ankara değil, Moskova’daki Sovyet iktidarıydı. Bizzat 14 bin askeri(2) ve devrim karşıtlarıyla birlikte yaptığı harekât, Kızıl Ordu karşısında tutunamadı. 1919 başında İngiltere’nin desteklediği karşıdevrimci güçler, 1920 baharında tasfiye edildi. Artık İngiltere’nin gündemi, Malta tutukluları ve Ankara’nın elindeki İngiliz tutsaklarıydı. Mustafa Kemal ve Kâzım Karabekir planıyla Erzurum’da tutuklanan Albay A. Rawlinson’un(3) ağabeyi Lord Rawlinson, kardeşi için sürekli hükümete başvurdu.(4) “Gerek Türkiye’de gerek Kafkasya’da Ermenilere ya da öteki ırklara karşı zorbalık etmek” dâhil yedi suçlamayla(5) Malta’ya götürülen tutuklular, hiç yargılanmadı; toplanan belgeler ‘Türk Savaş Suçluları’ dosyasında(6)kaldı. Zamanla tutuklular karşılıklı serbest bırakıldı, Kasım 1921’de. Artık anlaşmamak için sorun da kalmamıştı. Masaya bu gelişmelerden sonra oturuldu.
Türk Kurtuluş Savaşı’yla Osmanlı’nın son yılları ve toprak kaybı meselesi hep hatırlanır. Osmanlı/Türk milliyetçiliği yapılarak, Osmanlı’nın sömürge imparatoru olduğu gerçeği göz ardı edilir ve zincirin kopartılacağı gerçeği ihanet vesaire bir sürü zehirli dille aktarılır. Diğer sömürge imparatorlukları İngiltere, Rusya hakkında ne analizler yapılır. Bütün gayret, “Benim sömürgecim iyidir” içindir. Neden ‘iyi’ olsun ki? Sömürgeci sömürgecidir ve hiçbir sömürge milletin ayaklanması da ihanet değildir.
Aynı zihniyete devam edilir. Osmanlı’nın bütün askeri, idari ve iktisadi imkanları kullanılarak sürdürülen Türk Kurtuluşu Savaşı için de neler yazılmaz ki? Her cephe savaşının sonunda imzalanan mütareke antlaşması sadece Yunanistan’la Mudanya’da 11 Ekim 1922’de imzalandığı halde, yedi düvele savaşıldığı iddia edildi. Halen de sürdürülüyor. Lozan’daki masada, İngiltere, Fransa vesaire ülkelerin Birinci Paylaşım Savaşı’nın yani MondrosMütarekesi’nin muhasebesi nedeniyle varlığı hatırlanmak istenmiyor.
Lozan’da 17 Kasım 1922’de masaya oturuldu. Antlaşma, 24 Temmuz 1923’te imzalandı ve TBMM’de(7) 23 Ağustos 1923’te dört kanunla onaylandı. Antlaşmanın 100’üncü yılında gizli maddeleri açıklanacak ve petrol çıkartılacak, eğitim şöyle-böyle ‘maneviyatçı’ olacak gibi söylemini sürdüren Sünni İslamcı cenahtan, iddialarının sonuçlarıyla ilgili açıklama yapmasını bekliyoruz.
1922 HAZİRAN’DA İLAN EDİLDİ
“Anadolu Türk yurdu” keşfi, Pontos harekâtının sonucuyla ve 1920-1922’de Anadolu’dan Hıristiyanların ilgili kararnamelerle(8) kovalanmasıyla doğrudan ilişkilidir. Hatta 26 Ağustos-9 Eylül 1922 Büyük Taarruz harekâtı yapılmamışken böyle bir tespitte bulunulması, Ankara iktidarının, ne yaptığını (ve yapacağını) ve sonucun ne olduğunu bildiğini ortaya koymaktadır.
TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayın, 1995
Dönemin propaganda aracı olarak Ankara Hükümeti Matbuat Müdiriyet-i Umumisi tarafından hazırlanan Pontus Meselesi kitabı(9) 1922 ve 1923 yıllarında iki kez basıldı. Dahiliye Vekili [İçişleri Bakanı] Ali Fethi [Okyar], 10 Haziran 1922 günü Pontos meselesinin tartışıldığı TBMM gizli celsede kitabın yazıldığını ve Fransızcaya da tercüme edileceğini anlattı.(10) Bu, ikinci kitaptı. Birinci kitabı İttihatçı Hükümet, Ermeni meselesiyle(11) ilgili olarak 1916’da bastırıp, dağıtmıştı. Kitap, resmi tez savunucuların Ermeni meselesiyle ilgili başvuru eseridir. Nitekim Pontus Meselesikitabı da öyledir.
Bakan Ali Fethi, kitap hakkında açıklamayı Pontos harekâtıyla ilgili müzakerede açıkladı. Harekâtı yapan Merkez Ordusu, 1920 sonunda Koçgiri ve Pontos harekâtı için kuruldu ve görevini tamamlamasının ardından 1922 başında lağvedildi. Kumandanı Nureddin’in (Sakallı) olduğu Merkez Ordusu, 1921’de Nisan-Mayıs’ta Koçgiri ve Haziran sonrasında Pontos harekâtını gerçekleştirdi; Karadeniz, Rumlardan temizlendi. Ne mi oldu? Karadeniz Rumlarının bir kısmı öldürüldü, bir kısmı kovalandı ve kalanlar da Sünni İslamlaştı. Koçgirililere yapılan da farklı değildi; yüzlerce insan öldürülmüş, kovalanmış ve onlarca köy yakılıp yıkılmıştı.
‘ANADOLU YABANCI MEMLEKET’
Anadolu’nun demografik yapısından milleten Türk ve dinen Sünni İslam olmayanın tasfiyesiyle kalınmadı, tarihi de temizlendi. Türk Kurtuluş Savaşı yıllarında İslamlaştırılan/Türkleştirilen Anadolu’nun tarihinin de Türk olduğuna hükmedildi. Oysa sekiz ay evvel 1921’in Maarif Vekili [Milli Eğitim Bakanı] Hamdullah Suphi’nin [Tanrıöver], Anadolu hakkındaki açıklaması hayli dikkat çekiciydi. 10 Kasım 1921’de bakanlığının faaliyeti hakkında TBMM’ye bilgi veren Hamdullah Suphi’ye göre Anadolu, Türkler için ‘yabancı’ memlekettir:
“Arkadaşlar, Avrupalılar bütün memleketlerde, bütün muasır ve medeni memleketlerde tetkikat yaptırıyorlar ve bunu eğer muallim kendisi yapmazsa hükümet birtakım heyetleri memur ederek memleketleri parça parça tetkik ettirir.Anadolu yabancı bir memleket kadar bizim için yabancı bir yerdir. Ne asarı atîkasını [geçmişini] tetkik ettik ne kitabelerini ne şarkılarını toplamışındır. Anadolu bizim için meçhul olan bir memlekettir. Arkadaşlar bunları kim tetkik etmiştir bilir misiniz? Ermeniler tetkik etmiştir. Komidas Vartakes [Gomidas Vartabed] isminde bir Ermeni Anadolu’nun bütün [Ermenice, Türkçe, Kürtçe] şarkılarını toplamıştır ve bütün bunları Avrupa’da kitap halinde tab’ettirmiştir. Avrupa’da bu şarkılar Ermeni musikisi olarak çalınıyor. Bir Macar gelip Anadolu’da kelimeleri ve şarkıları toplamıştır. Birtakım yabancılar memleketimizin aksamı muhtelif esini ve ezcümle Konya havalisini tetkik etmiş, gitmiş Sivas’ı tetkik etmişfakat biz memleketimizi tetkik etmemişizdir. Eğer hocalar arasında hususi bir meram ile kendi yaşadığı bir memleketi, kendi milletine aidolan tarihini ve oradaki asarı atîkayı tetkik etmiş bir zata mükâfat verdimse bundan dolayı takdir mi, yoksa, tenkid mi edilmelidir?”(12)
ANADOLU’DA ‘TARİHİ TEMİZLİK’
Bakan Hamdullah Suphi açığa düşürüldü. Hamdullah Suphi’nin, Anadolu “Bizim için meçhul bir memleket” beyanından sekiz ay sonra Haziran 1922’de Anadolu’nun aslında bir ‘Türk yurdu’ olduğu tespiti yapıldı. Burada kalınmadı, 1930’larda Türk Tarih Tezi’yle dünya medeniyeti kaynağının da Türkler olduğu kararlaştırıldı. Türk’ün dili, Türkçe de unutulmadı. O da dünya dillerinin kaynağıydı. Hıristiyanlardan temizlenen ve İslamlaştırılan/Türkleştirilen Anadolu’nun aslında Türk yurdu olduğu keşfi Pontus Meselesi kitabında şöyle yazıldı:
“Her şeyden önce, dünya kamuoyu bilmelidir ki Anadolu toprağı baştan sona kadar Türk’tür. Binlerce yıldan beri Türk’ün öz vatanı, Türk’ün öz yurdudur […] Gerçekte Türkler Anadolu’ya Ertuğrul Gazi ile hatta Selçuklu devletini teşkil edenlerle gelmiş değildirler. En eski ve bilinmeyen zamanlardan beri Anadolu’da Türk ırkı vardır. Anadolu’nun ilk sakinleri tarihin ortaya koyduğu bilgilere göre Turanîlerdir. Değil yalnız Anadolu, hatta Irak ve Filistin topraklarının bilinen eski devirlerde ne ‘Arî’ ne de ‘Sâmi’ olmayıp en büyük ihtimalle ‘Turanî’ olan bir kavim ile iskân edilmiş olduğu tarih ve tarih öncesi bilginlerin ciddi gayret ve himmetleri sayesinde günden güne daha büyük bir açıklıkla ortaya çıkmaktadır […] Milattan 3000-2000 yıl önce Irak; 2000-1000 yıl önce de Anadolu’da görkemli bir devlet kurmuş ve saltanat sürmüş oldukları bilinen ‘Sümer’ ve ‘Hitit’ adı altındaki kavimlerin ise geniş anlamıyla ‘Moğol-Türk’ veya ‘Turanî’ oldukları kanıtlanmıştır.”(13)
Ve Sümerler de Turanî’ydi: “Sümerlerin Turanî bir köke mensup olduklarını ırk ve dillerinin özelliklerine dayanarak en önce kuvvet ve hararetle ileri süren -bildiğimize göre- ünlü Alman bilgini Fritz Hummel olmuştur. Bu bilgin, Babil ve Asuriyye Tarihi adlı eserde, en eski zamanlardan beri Güney Babilistan’da oturan Sümerler’le MÖ IV. bin yılı başlarından itibaren Kuzey Babilistan’da görülen ‘Samiler’ arasında dış görünüş bakımından son derece fark bulduğu gibi, öncekilerin dillerinde de yapı bakımından Altay dilleri dediği Türk dilleriyle dikkate değer bir yakınlık görüyor.”(14)
Zaten ‘Turanî’ denilen Hititliler de bir yıl öncesinde hatırlanmıştı. Şehir adlarının Türkleştirilmesi amacıyla Kütahya Mebusu Besim Atalay’ın önergesi 9 Mayıs 1921’de görüşüldü. Besim Atalay, öyle bir sunum yaptı ki, 3000 yıl öncesine gitti: “Biz de üzerinde yaşadığımız şu toprağın –ki tâ üç bin sene evvel bizden olan Hititlerin vârisiyiz- bu toprağın ismi Türkçe ve İslamca’ya çevirmek mecburiyeti katiyesindeyiz. Bunu seferberlik bidayetinde hükümet düşünmüş ve tamim etmişti ve bu yolda vilâyet merkezlerinde, liva merkezlerinde, kaza merkezlerinde birtakım isim listeleri hazırlanmıştı. Onlar burada Dahiliye Encümeninde mi olacaktır, nerede olacaktır? Bunlar getirilmeli ve birer millî isim verilmelidir.”(15)
Besim Atalay, seferberliğin başlangıcında kentlerin isminin değiştirilmesinin [dahi] planlandığını hatırlatmakla, gerekçesi ‘dış düşman’ olan seferberlikte, içeride de neler yapılmış olabileceği hakkında bilgi vermektedir.
‘RUMLAR VE ERMENİLER SONRA GELDİ’
Mezopotamya özelinde Sümerlerin Turanî olduklarıyla ilgili analize devam edilirken, hiçbir şekilde Mezopotamya’nın halklarından Kürtlerden tek kelime bahsedilmemesi de ne tesadüftür!(16)
Anadolu’nun Türk yurdu olduğu keşfiyle, temizlenen Ermeni ve Rum milletleri de unutulmadı: “Özet olarak Anadolu, tarihin ilk devirlerinden beri Türk’tür […] Şu hale göre Anadolu’da en eski zamanlardan beri Turanlı bir millet vardır […] Rum ve Ermeniler ise Anadolu’ya sonradan gelmişlerdir ve sahillerde bulunan Rumlar gibi, Van ve Bitlis bölgelerinde de bir miktar Ermeni vardır. Rumca ve Ermenice bilmeyen, ana dilleri olan Türkçeyi konuşan Hıristiyanlar ise Türk’tür ve bu kabileden olanlar diğerlerine nispeten pek büyük bir çoğunluk oluşturmaktadır.”(17)
Türkçü analize devam edildi: “Türk idaresi altında, bütün Hıristiyanlar böylece her türlü himayeye kavuşurken gayrimüslim unsurlar Türk’ün bu yüceliğini, cömertliğini hakkıyla takdir ederek kendisinden ayrılmak fikrini taşımamıştır. […] Türkiye’de yaşayan Rumların bu ihaneti doğuda Türklerin zararına büyük yararlar bekleyen Avrupalılar için önemli bir araçtı. […] Mora ayaklanması, Türkiye’de yaşayan Rumların düşmanlığını, Avrupa’nın ikiyüzlü siyasetini tam olarak ortaya koydu […] Türkiye idaresinde yaşayan diğer gayrimüslim unsurlar da yavaş yavaş ve kademe kademe Rumları taklit ettiler. Bulgarlar, Ermeniler, Suriye Hıristiyanları biri diğerini izleyerek aynı yolu aldılar.”(18)
Irkçı zihniyetin analizinde, İslam Arap ve Arnavut milletlerinin Osmanlı’dan ayrıldığı hatırlanmayıp, yalnız Hıristiyan milletler ayrılmış/ayaklanmış gibi hedef gösterildi. Ve sonunda Anadolu’nun kadim Hıristiyan milletleri Ermenilerin ve Rumların sonradan geldiğine karar verildi. Öyle dahi olsa, Rumlar ve Ermeniler Anadolu’da niye yaşamaya devam etmesin ki.
MUSTAFA KEMAL: ADANA ÖZ TÜRK MEMLEKETİ
TBMM Reisi Mustafa Kemal, 1923 başında çıktığı yurt gezisinde, uğradığı her vilayette ve kasabada güncel konuları değerlendirdi. 15 Ocak’ta Eskişehir’de başlayan gezi, 24 Mart’ta Kütahya’da bitti. Farklı konulara değinildi; İzmit’te Kürt meselesinin çözümü, İzmir’de İktisat Kongresi’nde ekonomi ve Adana’da tarih gibi. 16 Mart’ta Adana’da esnaflarla buluşmasında Mustafa Kemal’in, “Adana’nın muhterem sanatkârları” hitabıyla başlayan konuşmasında, gündem Adana’nın tarihiydi ve “öz Türk memleketi” tespiti yaptı:
“[…] Artık tarihe karışan Osmanlı hükümeti, maatteessüf [ne yazık ki] asırlarca yanlış bir zihniyet sahibi oldu. Çünkü onlar sanatı ve sanatkârları kendi milletlerinden yetişmiş görmekten zevk almazlardı. […] Asil milletimiz sanattan mahrumdu. Sanatkârlar azdı. Mevcut olanlar da icap eden derecede sanatta mahir değildi. Arkadaşımız beyanatında demişlerdir ki Adana’mıza müstevli olan [istila eden] anasırı saire, şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli [verimli] ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketimiz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde [bugün de] Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. Gerçi bu güzel memleket kadim asırlardan beri çok kere ecnebi istilalarına maruz kalmıştı. […] Memleket en nihayet yine sahibi aslilerinin elinde takarrür etti [geçti, yerleşti]. Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir. Arkadaşlar, bu memleketin halkı üzerinde kimsenin hak ve salahiyeti olmadığı gibi bu memleketi harice muhtaç ettirmemek de size terettüp eden [gereken] bir vazifedir.”(19)
‘ÂDEM DE TÜRK’TÜ’
Sümerlerin ve Hititlerin/Etilerin Türk olduğu tezi, resmi ideologları kesmemiş olacak ki, dinsel şahsiyetler de kapsama alındı.
1930’lu yıllarda Tarih Kongrelerinde bunun tebliğleri sunulacak olsa da İstanbul’daki saltanatın ve halifeliğin müzakere edildiği 1 Kasım 1922’deki oturumda TBMM Reisi Mustafa Kemal, dünyada 500 milyon Türk’ün bulunduğunu ve bunun bir tarihsel derinliğinin olduğunu belirtti. “Bu mikyasa göre Türk milletinin ceddi âlâsı olan Türk namındaki insan, ikinci eblülbeşer Nuh Aleyhüsselâmın oğlu Yasef’in oğlu olan zattır”(20) diyen Mustafa Kemal, Nuh’un oğlu Yasef’in oğlunun adının Türk olduğunu söyledi.
Devam edildi, 1930’lu yıllarda daha ileri keşifler yapıldı. Nasıl olsa bilimsel bulgu soran da yoktu.
Türk Tarih Tetkik Cemiyeti Umumi Kâtibi Dr. Reşit Galip, Birinci Türk Tarih Kongresi’nin 3 Temmuz 1932 tarihli oturumunda sunduğu tebliğinde, Âdem’in Türk ırkından olduğu iddiasının ardından, Anadolu’da yaşayan tüm insanların, Etilerin ve Mezopotamya’daki Sümerlerin Türk olduğunu ifade etti.(21)
Birinci kongrede unutulan konular ikinci kongrede gündeme getirildi.
İkinci Türk Tarih Kongresi’nde 23 Eylül 1937’de sunulan tebliğler sonrası tartışmada söz alan Prof. İsmail Hakkı İzmirli,Peygamber Hazreti Muhammed’in bir hareminin Türk olduğu, peygamberin Türkçe bir mektup yazdığı ve Kuran’da Türkçe kelimelerin bulunduğu analizini yaptıktan sonra, “Arap yarımadasında Türk kültürünün izleri görülüyor. Peygamber’in ırk itibariyle Türk’lüğü bile bahsolunabilir” iddiasında bulundu.(22)
Tarihi keşifte, 5 Şubat 1937’de laiklik Anayasa’da yer aldığı halde yedi ay sonra peygamberin bir karısının Türk ırkından olduğu iddiasına kadar gelindi.
Bu, laikliği de Türk’ün tarihinin derinliğini de yeterince izah etmektedir.
TÜRKLER, ORTA ASYA’DAN GELMEMİŞ MİYDİ?
Ermeniler, 1915’teki tehcirle yani yerinden-yurdundan kovalamayla Anadolu’dan temizlenmişti. Rumlar da Türkiye ve Yunanistan Mübadele Sözleşmesiyle Anadolu’dan gitmişti, denebilir, ama yanlış. Çünkü 1,2 milyon Rum mübadilinancak 112 bini antlaşma gereği gitmiştir.
Böylece İslamlaştırılan/Türkleştirilen Anadolu’nun Türk yurdu ve Sümerler ile Hititler/Etiler de Türk’tü keşfinde kalınmadı. İsimler kurumlarda yaşatıldı, yakın döneme kadar. 1933’te tekstil sanayiiyle ilgili olarak Sümerbankkuruldu. İki yıl sonra 1935’te de madenciliğe finansman kullandıracak Etibank faaliyete geçti. Her iki banka özelleştirme kapsamında satıldı.
Türkçülük kurmacasında sınır yoktur. Sümerler ve Etiler, Türk’tü dense de yeni dönemde yeni keşifler yapılmaktan geri kalınmadı. 1922’de Türk yurdu ilan edilen Anadolu’ya, 1930’larda Türk Tarih Tezi’yle Türklerin, kuruyan Orta Asya’dan geldiğine hükmedildi. Sadece Anadolu’ya değil, Orta Asya’dan dünyanın her tarafına giden Türkler, medeniyet de götürmüştü.
1922’den 1930’lara gelindiğinde resmî tarihe, “Türk yurdu Anadolu’ya, Türkler geldi” esprisi de yazıldı! Ve Türkler geldiğinde, Anadolu’da da Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Süryaniler vesaire milletler vardır!
NOTLAR:
(1) Martin Gilbert, Churchill Bir Yaşam, çeviren: Süha Sertabiboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul-2011, s. 480, 502-518, 531.
(2) Martin Gilbert, age, s. 488-489.
(3) Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, cilt: 1, 2. baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara-1986, s. 498-499; Nutuk, cilt: 3, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara-1989, s. 1748-1749, belge 226 (b).
(4) Aktaran Bilâl N. Şimşir, Malta Sürgünleri, Milliyet Yayınları, İstanbul-1976, s. 201-204, 374.
(5) Aktaran Bilâl N. Şimşir, age, s. 42-43.
(6) Vartkes Yeghiayan, Malta Belgeleri, Belge Yayınları, İstanbul-2007.
(7) TBMM ZC, devre: 2, cilt: 1, 21 ve 22 ve 23 Ağustos 1923, sf. 111-241 ve 245-261 ve 264-291.
(8) 1920-1922 dönemi BCA’da ilgili kararnameler (Fon: 30.18.1.1), K: 1, D: 11, S: 17 ve K: 1, D: 12, S: 10 ve K: 2, D: 33, S: 5 ve K: 2, D: 35, S: 3 ve K: 3, D: 19, S: 7 ve K: 3, D: 23, S: 15 ve K: 3, D: 24, S: 12 ve K: 3, D: 26, S: 4 ve K: 3, D: 26, S: 10 ve K: 3, D: 28, S: 3.
(9) Pontus Meselesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Matbuat Müdiriyet-i Umumisi, Matbuat ve İstihbarat Matbaası, Ankara-1338 (1922), Dr.Yılmaz Kurt (hazırlayan), TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları No: 68, TBMM Basımevi, Ankara-1995.
(10) TBMM GCZ, cilt: 3, 10.6.1922, s. 409.
(11) Ermeni Komitelerinin A’mâl ve Harekât-ı İhtilâliyyesi, İ’lân-ı Meşrutiyyet’den Evvel ve Sonra, Matbaa-i Orhaniyye, İstanbul-1332 (1916), H. Erdoğan Cengiz (hazırlayan), Başbakanlık Basımevi, Ankara-1983.
(12) TBMM ZC, devre: 1, cilt: 14, 10.11.1921, s. 169.
(13) Pontus Meselesi, s. 3.
(14) Pontus Meselesi, s. 4.
(15) TBMM ZC, devre:1, cilt: 10, 9.5.1337 (1921), s. 269.
(16) Pontus Meselesi, s. 4-6.
(17) Pontus Meselesi, s. 12.
(18) Pontus Meselesi, s. 17-19.
(19) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt: 2, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-1989, s. 129-130.
(20) TBMM ZC, devre: 1, cilt: 24, 1.11.1922, s. 305.
(21) Birinci Türk Tarih Kongresi, Ankara: 2-11 Temmuz 1932, Türk Tarih Kurumu, Ankara-2010, s. 99-161.
(22) İkinci Türk Tarih Kongresi, İstanbul: 20-25 Eylül 1937, Türk Tarih Kurumu, Ankara-2010, s. 280-289.
http://ozguruniversite.org/2023/08/23/lozana-anadolu-turk-yurdu-kesfiyle-gidildi/
"Modern Türk devletinin 1930’lardan bugüne kadar gelen süreçte yürüttüğü Kürt politikasının belirleyicilerinden biri konumunda olan Fevzi Çakmak’ın Dersim raporundaki görüşleri son derece önemlidir. Bu raporda ifade edilenler birebir hayata geçirilmiş, Dersim’de sömürge hukuku uygulanarak, Dersim bir sömürge olarak yönetilmiş ve sömürge hukukuna uygun olarak soykırım gerçekleştirilmiştir. Soykırımın ardından Avrupa’nın sömürgelerinde, özellikle yerleşimci sömürgecilikte yani Avusturalya’da ve ABD’de olduğu gibi, soykırımdan arta kalan yerliler, örneğin Dersim’in yetim kızları, Türk askerlerine hizmetçi olarak verildi. Bu kızlar yeni evlerinde şiddet ve cinsel tacizlere maruz kaldılar. Ayrıca diğer yetim çocuklar dünyanın diğer sömürge bölgelerinden taklit edilerek inşa edilen yatılı okullara gönderildi. Yetim erkeklere devlet tarafından Kemal ve Cemal gibi isimler verildi (Akyürekli, 2011, 159-160). Soykırımdan kurtulan Dersimli kız çocukları ve genç kızlar askerler tarafından zorla kaçırıldı ve Elazığ Kız Enstitüsüne getirildiler (Türkyılmaz, 2015). Fanon, sömürgecilerin zorbalıklarını ve zulümlerini meşrulaştırmak için yerlileri resmederken zoolojik terimler kullandıklarını ve bu şekilde onları insanlıktan çıkarmaya çalıştıklarını belirtir (Fanon, 1963, 41). Benzer bir biçimde askerler Dersimli çocukları kaçırırken onları 'dağ ayıları' ve 'kuyruklu Kürtler' gibi ırkçı ifadelerle aşağılamışlardır. Esir olarak kabul edilen bu çocuk ve gençlerin saçları kazınmış ve geleneksel kıyafetleri alınmış ve okul idareleri tarafından temizlik ve diğer işler için hizmetçi olarak kullanılmışlardır (Türkyılmaz, 2015)."
Gullistan Yarkin