Show more

Astrofizikçi, zamanda yolculuğun formülünü bulduğunu iddia ediyor

Ron Mallett'ın teorisi "sürekli dönen yoğun bir ışık demeti" etrafında şekilleniyor
indyturk.com/node/711151

Recep Maraşlı: Türkiye solu Ermeni Soykırımı’nı görmezden geldi

Yazar Recep Maraşlı ile Türkiye’de sol ve komünist hareketlerin Ermeni Soykırımı meselesinde resmi ideolojinin ne kadar uzağında durduğu ve ona ne kadar karşı çıktığını konuştuk:

68’ kuşağı devrimci hareketinin en parlak teorisyen ve örgütçülerinden biri olan İbrahim Kaypakkaya, 1972’de Ermeni meselesine parmak basan ve Ermeni halkının “tarihsel haksızlığa” uğradığını söyleyerek yolu açan ilk kişidir. Kemalizmin radikal bir eleştirisini yapması ve Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına devrimci yaklaşımı ile de diğerlerinden ayrılmıştır.
Ermeni Soykırımı üzerine asıl tartışmalar, ASALA’nın diplomatlarına yönelik eylemleri üzerine yükselmiştir. ASALA’nın ilk kez 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Türkiye’de de eylem yapması, Levon Ekmekçiyan’ın idam edilmesi, Artin Penik adlı yaşlı bir Ermeni’nin kendini Taksim’de yakması gibi dramatik olaylar; 1915 soykırımı ve Ermeni meselesi nedir ne değildir tartışılmasını ateşledi.
Söyleşi: Rewşan Deniz – Yeni Özgür PolitikaR

Bugün 24 Nisan 1915 Ermeni Soykırımı’nın yıl dönümü… Ermeni Soykırımı, Osmanlı döneminde yaşayan Ermenilerin 1915 ilkbaharından 1916 sonbaharına kadarki dönemde fiziksel olarak yok edilmesini ifade eder. Kaynaklara göre soykırım sırasında yaklaşık 1,2 milyon Ermeni katledildi. Ermeni Soykırımı’nın yıldönümü olarak kabul edilen 24 Nisan’da soykırım kurbanlarını anmanın yanı sıra soykırım farklı yönleriyle ele alınır ve daha iyi anlaşılması için tarihe ışık tutulur. Osmanlı İmparatorluğu ve sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşananları soykırım olarak kabul etmek bir yana günümüzde de Ermeni düşmanlığı her alanda hakim, özellikle Azerbaycan’ın Karabağ işgalinden sonra da zirve yaptı. Her ulusun devletin resmi ideolojisi ve anlatısına uzak veya onu tümden reddetmese de mesafeli duran ve eleştiren kesimleri sol ve komünist hareketlerdir. Türkiye’de sol ve komünist hareketlerin Ermeni Soykırımı meselesinde resmi ideolojinin ne kadar uzağında durduğu ve ona ne kadar karşı çıktığını yazar Recep Maraşlı ile konuştuk. İki bölümden oluşan söyleşimizin ilk bölümünde Recep Maraşlı, Türkiye solunun Ermeni Soykırımı’nı uzun yıllar emperyalistlerin kışkırtması sonucu savaş halinde yaşanan bir boğazlaşma olarak gördüğünü belirtti.

Ermeni Soykırımı’nı tarif etmek için sonraki yıllarda ‘Ermeni Tehciri’ diye bir tanım kullanıldı. Çünkü kavram olarak soykırım, yani jenosit kavramı yeni. Bildiğimiz kadarıyla 1944 yılında ilk defa kullanılmaya başlanmış. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye’deki solu neden yaşananlara soykırım demediniz, biraz haksızlık olur çünkü literatürde daha bu tür tanımlamalar yok veya oturmamış. Fakat özellikle TKP, artık günümüzde Ermeni Soykırımı o yıllarda daha çok kullanılan Ermeni Tehciri’ne nasıl bakıyordu?

Aslında “Tehcir”, sonradan bulunan bir isim değil. Osmanlı hükümeti tarafından Ermeni sürgün ve soykırımına yasal bir dayanak olarak 27 Mayıs 1915 tarihinde kabul edilen “Sevk ve İskân Kanunu”nun kısa ismi. Tehcir; “zorla göç ettirmek” anlamına geliyor. Tehcir Yasası, Ermenileri anavatanlarından sürme ve yok etme projesinin o zamanki “yasal” kılıfı idi. Bu bile başlı başına karşı çıkılması, tavır alınması gereken benzersiz bir zulüm. Düşünün beşikteki çocuğundan, yatalak ihtiyarına kadar bütün olarak Ermeni (aynı zamanda Asuri/Süryani halkı), bir daha geri dönmemek üzere vatanından, evinden barkından sürülüyor. Nereye? Komşu bir köye, kasabaya değil, yüzlerce kilometre uzaklıktaki Arabistan çöllerine doğru ve sürüklenerek! Bu bir ölüm yürüyüşü, ölüme sürgün yasası…

Sürgün yollarında başlarına ne geleceği önceden belli. Katliamlar, soygunlar, kadın ve çocukların kaçırılması. Mal-mülklerin talan edilmesi… Hiçbir şey yapılmasa bile yüz binlerce insanın bu yolculuktan sağ kurtulmaları zaten mucize olurdu. Ne olacağı bilinerek, hesaplanarak alınmış bir karar bu. Nasıl sonuçlandığını görmek için on yıllarca beklemeye gerek yoktu, o günlerde de belliydi.

Bu coğrafyanın otokton Hıristiyan halkları topyekûn olarak ana vatanlarından silindi, uzaklaştırıldı ve katledildi. Buna sadece “Tehcir” dense, soykırım kavramı henüz tanımlanmamış olsa bile, bütün bu yapılanlar insanlığa karşı işlenmiş korkunç bir suç değil mi? Buna karşı çıkılması, tavır alınması gerekirdi. Keza bir ay öncesinden 24 Nisan 1915’de İstanbul’daki Ermeni aydını; sanatçı, milletvekili, politikacı ve toplum önderi 2 bin 234 kişinin topluca tutuklanarak Ankara Ayaş ve Çankırı’daki toplama kamplarına gönderilmesi; bir-iki isim hariç hiç kimsenin sağ kurtulmamış olması “soykırım” diye tanımlanmasa bile eleştirilecek, karşı durulacak bir zulüm değil miydi?

Olguları tanımlamak, kavramlaştırmak veya bir isim koymak ayrı bir konu ama bu olguya karşı siyasi bir tavır almamış olmak daha feci bir durum. Türkiye sosyalist hareketi maalesef ikisini de çok geriden ve ayak sürüyerek yaptı. Bu, egemen ulus solunun, ulusal sorunlar/talepler söz konusu olduğunda kendi hâkim yönetici elitlerinin yanında yer almasıyla ilgili bir konu ve bu onu “milliyetçi bir sol” haline getiriyor.

Çok manidardır ki “jenosit/soykırım” kavramı, Nazi Almanya’sının Holokost vahşetinin ortaya çıkmasından sonra 1948’de BM kararıyla uluslararası insanlık suçları kataloğuna girdiyse de, bu kavram asıl olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun 1915’de işlediği insanlık suçlarının nasıl tanımlanacağı sorusu üzerine varılmış bir kavramdır. Soykırım suçunu literatüre kazandıran ve metni hazırlayan hukukçu Refael Lemkin, “soykırım” kavramına 1915 yılında Ermeni halkına karşı işlenmiş insanlık suçlarına ceza hukuku literatüründe bir tanım bulmak için ulaştığını belirtir.

Peki bu kavramlaştırmalara, kendi ülkeleri ve tarihlerinin bir parçası olmasına rağmen bizim sosyalist demokrat aydınlarımız neden kafa yormadı, düşünce üretmedi? Çünkü sorun etmedi, sorun olarak görmedi. İşte meselenin bir boyutu…

Tarihsel Türkiye Komünist Partisi (TKP), çok uluslu, çok dinli, çok kültürlü bir toplumsal dokuya sahip olan Osmanlı devletinin Türk-Müslüman eksenine dayalı bir “Türk ulus-devleti” haline getirilmesini “emperyalizme karşı mili mücadele” olarak tanımlayıp destekledi.

Ne 1915, ne 1919-22, ne 1925, 33 ve ne de 1938 ile ilgili eleştirel bir tavırlarının olmaması, Misâk-ı Millî adı verilen sanal sınırlar içindeki herkesi ve her şeyi “Türkleştirme” projesini “ulusal demokratik devrim” olarak tanımlamaları, bu uğurda işlenen suçları da görmezden gelmelerinin nedenini anlatıyor.

Peki Mustafa Suphi’lerin bu konuya bakışı nasıldı?

Kemalizm hakkında halen önemli bir kısmında devam eden bu yanlılığı/yanılgıyı trajik bir örnekle belirtmek isterim. Coşku içinde “Anadolu devrimi”ne katılmak için ülkeye gelmek isteyen TKP önderlerinden Mustafa Suphi, 1920’de Ethem Nejat’la birlikte M. Kemal’e yazdıkları mektupta Kazım Karabekir’in o sırada Ermenistan üzerine yürüttüğü, 1915 soykırımının Kemalist kadrolarca devam ettirilmesinden başka şey olmayan tedip seferini şöyle değerlendiriyorlardı: “… Bu Türklerin Ermeni düşmanlığı ile ilgili bir şey değildir. Emperyalist işbirlikçi Ermeni Taşnak hükümetinin ortadan kaldırılması için yapılmış bir harekettir. Siz de bizi yalancı çıkarmayacak biçimde böyle açıklayın.” Bugüne uyarlarsak “Kürt halkıyla bir problemimiz yok, biz sadece PKK terörünü bitirmek istiyoruz” resmi söylemi gibi. Aynı kadroların bir yıl sonra 1921’de bizzat Kazım Karabekir’in tertiplediği komplolarla Erzurum’dan Trabzon’a yönlendirilip, Teşkilat-ı Mahsusa elemanları tarafından Karadeniz’de boğdurulması, Türk sosyalist hareketinin trajik yanılgısını gösterir.

Ermeni ulusal demokratik örgütleri, sosyalistleri de Yunanlılar gibi, Balkan halkları gibi Osmanlı despotizmine karşı, ulusal kurtuluş mücadelesi veriyorlardı. Dahası Ermeni ulusal hareketleri ayrılıktan ziyade bölgesel özerklik ve anayasal güvenceler gibi demokratik taleplere sahiptiler. Ki bağımsızlık isteseler dahi komünist hareketin görevi bu mücadeleleri desteklemekti, egemen ulus adına yürütülen zulüm ve zorbalıkları savunmak değil…

TKP’den sonra Türkiye’de en kitlesel sol parti Türkiye İşçi Partisi (TİP). TİP’in içinde Zaven Biberyan gibi Ermeni aydınlar da var. 1960’lı yıllarda TİP’in kadroları, Ermeni Soykırımı’na nasıl bakıyordu? Ya da şöyle soralım bu meseleyi anlamada, tarihine ışık tutmada yol gösterici olmasa da yardımcı oldu mu, işaretler bıraktılar mı yola yoksa görmezden gelmeyi mi tercih ettiler?

Gerek tarihsel TKP ve gerekse TİP içerisinde Ermeni sosyalistleri, aydınları vardı. Bu kişilerin parti içinde ne gibi etkileri olduğu, nasıl çalıştıkları, ne gibi sorunlarla karşılaştıkları incelenmeye değer. Muhtemelen komünist hareket içinde ulusal kimliklerini öne çıkarmak ve ulusal dava güdüyor görünmek istemediler. Bu belki de Türkiye’de sosyalist-demokratik bir devrim olursa, bu sorunların da çözüleceği beklentisi veya inancıyla ilgili olmalıdır; bir yanıyla da bu kişilerin ne kadar kendi ulusal kimliklerinden soyunmuşlarsa, parti içinde o kadar “iyi enternasyonalist yoldaşlar” olarak kabul edilmeleriyle ilgili…

Örneğin çocukların masallarıyla tanıdığı “İhmal Amca”, TKP’li Vartan İhmalyan’ın Ermeni kimliği hakkında anılarını yazıncaya kadar kimse haberdar değildi. İhmalyan’ın anıları bu konuda oldukça öğreticidir. Bir başka uç örnek TKP’nin Polit Büro üyesi ve partililerin o zaman “Ahmet Saydan Yoldaş” olarak tanıdığı Ermeni şair, gazeteci, yazar Aram Pehlivanyan. TKP MK’sı onun vefatı üzerine yayınladığı 13 Aralık 1979 tarihli duyuruda, ne onun gerçek isminin Aram Pehlivanyan olduğundan, ne zamanının önde gelen Ermeni edebiyatçı ve aydınları arasında yer aldığından, ne de Ermenice eserleri ve dergi yazılarından bahsediyordu.

Muhtemelen, “Bakın TKP’yi Türk düşmanı Ermeniler yönetiyormuş!” propagandası yapılır diye çekindiler. Ama bunu savunamayacak kadar endişe duymaları nasıl açıklanabilir?

TİP’e gelince, o da Ermeni meselesine, 1915 soykırımına uzak duran bir örgüt. Üstelik TİP’in yasal bir parti olarak, kapatılma, cezalandırılma tehdidi altında olmak gibi bir mazereti de var. Nitekim TİP, 12 Mart 1971 darbesinden sonra Anayasa Mahkemesi tarafından sosyalist bir iktidar kurma iddiası nedeniyle değil, 4. Kongre’de Kürt ulusal haklarını kabul eden karar dolayısıyla “bölücülük” gerekçesiyle kapatıldı.

Bu sessizlik “yasal bir temkinlilik”ten ziyade, siyasi bir geleneğin devamıdır diyebiliriz. 1966 yılında ABD’nin Vietnam’da işlediği savaş suçlarını yargılamak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinden çağrılan bilim insanı, hukukçu, filozoflardan oluşan 15 kişilik bir sivil mahkeme oluşturulmuştu. “Russel Mahkemesi” olarak bilinen bu heyete Türkiye’den de TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar katılmıştı. Sonuç bildirgesinin hazırlandığı oturumda sunum yapan ünlü Fransız filozof Jean-Paul Sartre, ABD’nin Vietnam’da soykırım suçu işlediğini belirterek, tarihten örnekler verirken 1915 Ermeni Soykırımı’na da atıfta bulundu. Aybar anılarında yazdığına göre bu hususa itiraz etti, ortada bir soykırım olmadığını, emperyalistlerin kışkırtması sonucu savaş halinde yaşanan bir “boğazlaşma” olduğunu ifade eden bir savunma yaparak Sartre’ı ikna etti! Ermeni Soykırımı karardan çıkarıldı. TİP’le hiçbir konuda anlaşmamış olan Aydınlık çevresinin bunu “örnek bir Türk vatanseveri” diyerek alkışladığını görüyoruz.

* * *

Yolu açan ilk devrimci Kaypakkaya’dır

70’ler artık hem Türkiye solu hem de Kürt ulusal hareketi için farklı bir dönem. Bu dönemde hem biraz daha dünyalı olmaya başlıyorlar hem de Ermeni devrimcilerin de aktif olarak siyasette görünür olduğu yıllar. Yani isteseler de artık görmezden gelemezler. ’70’li yıllar ve ardından hem Türkiye solunda hem Kürt hareketlerinde Ermeni Soykırımı’na dair tartışmalar nasıldı?

70’lere gelinceye kadar her iki dönem için bir bağlantı aksı oluşturan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın görüş ve duruşuna değinmek yerinde olur. 1979 yılında Kıvılcımlı’nın “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” isimli çalışması yayınlandı. Bu kitap, “Doğu sorunu” denen şeyin aslında iç içe geçmiş Ermeni ve Kürt milli meseleleri olduğunu; Ermeni meselesinin sürgün ve katliamlarla karşılanıp, halkın büyük oranda yok edilmesi; kalanların Sovyetler’e bağlı bir Ermenistan’a katılmalarıyla çözüldüğünü; Kürt meselesinin ise asıl olarak “müstemleke” (sömürge) siyaseti temelinde sürgün, katliam ve asimilasyonla çözülmeye çalıştığını belirten çok önemli bir metin. Bence Türkiye sosyalist hareketinin o tarihlerde Kürt ve Ermeni meselesine dair en ileri ve doğru analizleri içeriyor. Bu metni önemli kılan diğer bir husus da onun, yayınlanışından tam 45 yıl önce Elazığ hapishanesinde kaleme alınmış olması ve o günün TKP yönetimine sunulmuş “Yol” isimli bir rapor veya sunumun bir parçası olması. Bu metin TKP yönetimince tartışıldı mı bilmiyoruz. İllegal parti arşivlerinde duran bir metin ve Kıvılcımlı’nın kendisinin de daha sonra aktif politik örgütlü yaşamında ortaya çıkarıp savunmadığı bir metin. Neden yapmadı bunu? Ancak vefatından sonra onun mirasını sahiplenen yoldaşları tarafından gün yüzüne çıkarıldı.

Kuşkusuz Kıvılcımlı’nın bu metninden önce, 68’ kuşağı devrimci hareketinin en parlak teorisyen ve örgütçülerinden biri olan İbrahim Kaypakkaya, 1972’de Ermeni meselesine parmak basan ve Ermeni halkının “tarihsel haksızlığa” uğradığını söyleyerek yolu açan ilk kişidir. Kemalizmin radikal bir eleştirisini yapması ve Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına devrimci yaklaşımı ile de diğerlerinden ayrılmıştır.

Belki de bu nedenle TKP/ML geleneği içinde açık Ermeni kimlikleriyle mücadeleye katılan daha çok kadroya tanık oluruz. Ne yazık ki 1968’den 12 Eylül 1980 darbesine kadar geçen ve gerek devrimci teori gerekse pratik açıdan o çok canlı, hareketli dönem içinde Ermeni meselesi, 1915 soykırımı ile ilgili ne Türk ne de Kürt sosyalist- devrimci hareketlerinde başka bir ifadeye, başka bir parıltıya rastlamıyoruz…

Peki ne zaman başladı asıl tartışmalar?

Ermeni Soykırımı üzerine asıl tartışmalar, ASALA’nın Türk elçiliklerine, diplomatlarına yönelik eylemleri üzerine yükselmiştir. ASALA’nın ilk kez 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Türkiye’de de eylem yapması, Levon Ekmekçiyan’ın tutuklanıp idam edilmesi, Artin Penik adlı yaşlı bir Ermeni vatandaşın kendini Taksim’de yakması gibi dramatik olaylar; 1915 soykırımı ve Ermeni meselesi nedir ne değildir tartışılmasını ateşledi. Hem Türk hem Kürt devrimci hareketleri o tarihlerde cezaevlerinde ve sürgünde, iki ayrı aks halinde yoğunlaştığı için tartışmalar da bu mecralarda yapıldı. Türkiye’de legal planda ne örgütsel ne de yazınsal bir tartışma yapılmasının o yıllarda şartları yoktu.

Yurtdışında ise Ermeni meselesine ve 1915 soykırımına duyarlılığını açıkça ilan eden ilk örgüt sanıyorum TKP/B’dir. 1982’de alınan kararlarına göre… Keza Bolşevik Partizan da bu konuda oldukça yoğun tartışmalar yapmış olan bir gruptur.

Ermeni Soykırımı’na dair Türkiye sol hareketinde en radikal çıkışı yapan hareket veya lideri size göre kimdir ve neden böyle olduğunu düşünüyorsunuz?

Bir önceki sorunun cevabında buna değindim. Fakat 90’lı yıllarda Türkiye sosyalist hareketi içindeki önemli isimler de bu konunun anlaşılması, kamuoyuna mal edilmesi için yoğun çaba harcadıklarını belirtmeliyim. Örnekse; Ant yayınlarının yönetmenleri olan Doğan Özgüden ve İnci Tuğsavul, İnfo-Türk pratiğiyle Avrupa’da yalnız Ermeni meselesi ve 1915 soykırımı değil, Kürt ulusal hareketi, Asuri/Süryani, Pontus soykırımı konularında benzersiz bir İnsan Hakları aktivizmi pratiği gösterdiler. Keza yine bu gelenekten gelen Ragıp Zarakolu, Ayşenur Zarakolu’nun yönettiği Belge yayınları da konu ile ilgili birçok önemli eseri yayınlayarak tabu kırıcı bir rol üstlendi.

Ve tabii ki akademik alanda Taner Akçam’ın 1915 soykırımı konusunda net bir tavır göstermesi ve önemli çalışmalar yayınlamasını eklemeliyim.

avrupademokrat3.com/recep-mara

Hamburg’un St. Pauli mahallesinde, Nazi kurbanı seks işçileri tökezleme taşları ile anılacak

Hamburg’un ünlü liman mahallesindeki genelev sokağı Herbertstrasse’nin girişine, Nazilerin burada zulmettiği seks işçilerinin anısına “tökezleme taşları” yerleştirilecek. Projeye önayak olan isimlerden biri, rahip Sieghard Wilm. Artı Gerçek – Almanya’nın Hamburg kentindeki ünlü liman mahallesi St. Pauli’nin genelevler sokağı Herbertstrasse’de, Nazilerin zulmüne uğrayan ve toplama kamplarına gönderilen seks işçilerinin anısı yaşatılacak. St. Pauli belediyesi, Nazi döneminde…

hyetert.org/2024/04/29/hamburg

1 Mayıs’larda devletin Taksim tabusu, emekçilerin Taksim ısrarı | Ayşe Hür

İstanbullu işçiler Taksim’i ilk kez 26 Ağustos 1950 günü “komünizmi tel’in” için doldurmuşlardı. O zaman devlet arkalarındaydı. 15 Mart 1953 günü patronları protesto etmek için çıkmaya çalıştıklarında ise devlet karşılarındaydı. Taksim’deki ilk kitlesel 1 Mayıs kutlaması 1976’da idi. 1977 “Kanlı” 1 Mayıs, darbecilerin ve hükümetlerin engellemesi derken 2013’ye kadar gelindi. Bu tarihten sonra Taksim’de kitlesel kutlamalar yapılamadı. Bakalım bu yıl “Taksim’i geri almak” mümkün olacak mı?…

1Mayıs 1977 günü İstanbul’un Taksim Meydanı’nda yaklaşık 500 bin kişiye seslenen DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler konuşmasının sonuna doğru “En onurlu ve görkemli gününü 1 Mayıs 1976’da ve 1 Mayıs 1977’de yaşayan bu alanın adının 1 Mayıs Alanı olarak değiştirilmesini istiyor musunuz?” diye sormuş, meydandaki kalabalık büyük bir coşkuyla “Evet!” diye haykırırken kurşun yağmuru başlamıştı. O gün 34 kişinin öldüğünü sanıyorduk ama artık en 41 kişinin öldüğünü biliyoruz. O tarihten sonra bırakın Taksim Meydanı’nın adını 1 Mayıs Alanı olarak değiştirmeyi, Taksim’de 1 Mayıs kutlamayı bile bir kaç kez (1978, 2010, 2011, 2012’de) başarabildik.

Belki başka ülkelerde yaşayan Türkiyelilerin anlayamayacağı, ama Türkiye’de başka şehirlerde yaşayanların anlayacağı bir öneme sahip bu konu. Devletin “Taksim tabusu”na karşılık işçi ve emekçi kesimlerin “Taksim ısrarı”, bazılarına göre “inatlaşmak”, benim gibi düşünenlere göre ise toplumsal hafızanın ve demokrasi talebinin diri tutulmasının gereği. Üstelik Taksim ısrarı, bildiğimizden de eski bir tarihe, 1950’li yıllara gidiyor. Oraya gelmeden önce Taksim Meydanı, Cumhuriyet modernleşmesinde ne anlama geliyor, onu anlatayım kısaca.

Topçu Kışlası’nın inşaası

Bugün Taksim Meydanı dediğimiz alanın ortaya çıkışı, 1732-1739 arasında, I. Mahmut’un kuzeydeki gümrah ormanlardan gelen suyu şehrin (unutmayalım, İstanbul herhangi bir şehir değil, imparatorluğun başkenti idi, payitahtı idi) değişik bölgelerine dağıtmak üzere yaptırdığı Taksim Maskemi (su dağıtma sarnıcı) ile başlamıştı. Bölge adını bu yapıdan aldı. Bir zamanlar cephesinde “Her şeye su ile hayat verdik” anlamına gelen bir ayetin yazılı olduğu Maksem bugün kurumuş da olsa varlığını sürdürüyor.

Bugün Taksim Parkı ya da Gezisi denilen bölgede eskiden geniş bir çayırlık içinde Ermeni mezarlığı ile devamında servi ağaçlarıyla büyük bir Müslüman mezarlığı (Ayaspaşa Mezarlığı) vardı. Bu geniş alana 1803-1806 arasında Topçu Kışlası (Taksim Kışlası) inşa edildi. Kışlanın mimarının Ermeni Kirkor Balyan olduğu sanılır. 1807’deki Kabakçı Mustafa İsyanı sırasında tahrip olan yapı, II. Mahmut tarafından, 1812’de dönemin mimarbaşı Hafız Mehmet Emin Ağa’ya tamir ettirilmişti.

Abdülmecid Dönemi’nde (1839-1861), bugün İTÜ’nün Taşkışla Binası olarak bildiğimiz Mecidiye Kışlası, bu kışladaki topçu subayları için Gümüşsuyu Askerî Hastanesi inşa edildi. 1850’lerde, Hademe-i Hassa (Saray hademeleri) ve Muzıka-i Hümayun (Saray orkestrası) üyeleri için inşa edilmeye başlayan, ancak Abdülaziz Dönemi’nde (1861-1876) tamamlanan Gümüşsuyu Kışlası ve askerlerin talim yaptığı Talimhane bölgesiyle birlikte Taksim’in “askerî” ve “devletçi” topografyası iyice belirginleşmişti.

Ancak ortaya çıkan tablo bölgenin sosyolojik dokusuna hiç uymuyordu. Çünkü bugün Galata-Beyoğlu dediğimiz Pera bölgesinde, bugün Kurtuluş dediğimiz Tatavla’da gayrimüslimler, Levantenler yaşıyordu. Bunun üzerine, 1870’te, bu kesimlerin eğlence ihtiyacını karşılamak için, askeri yapıların arasına bazı eğlence mekânları sıkıştırılmaya çalışıldı. Bunlardan biri Topçu Kışlası ile Gazhane (bugünkü Cumhuriyet) Caddesi üzerindeki İngiliz üslubundaki bahçe idi. İçinde bir havuz, gazino, eski ‘Bellevue’ Kahvesi ve orkestra platformu olan bahçe bazı küçük değişikliklerle 20. Yüzyılın başlarına kadar varlığını korudu.

1918-1922 yılları arasında işgalci Fransız ordusunun Senegalli askerlerini barındıran Topçu Kışlası’nın avlusuna 1921’de güzel bir stadyum inşa edildi. Fikir, Spor Alemi adlı dergiyi yayımlamakta olan Çelebizade Said Tevfik Bey’e (Said Çelebi) aitti. Ancak Müslüman/Türk kulüp yöneticileri stadyumu uzun süre boykot ettiler. Bunun üzerine Said Çelebi stadyumu Malatyalı Bork adlı birine devretmek zorunda kaldı. Bork, stadyumun kapısına bir Yunan bayrağı astı ve sportif gösteriler düzenlemeye başladı. Özellikle Müslüman-Türk takımlarıyla Fransız ve İngiliz asker takımlarının maçları adeta “milli maç” havasında geçti.

Taksim’e yeni işlev

Taksim Meydanı’na farklı bir işlev verilmesi Cumhuriyet’in ilk yıllarında oldu. Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve yeni bir devletin kurulmasıyla birlikte başlatılan mimari atağın en önemli ayağını Taksim Meydanı’nın düzenlenmesi oluşturdu. Osmanlı döneminde, devlet ricalinin ve halkın karşılaştığı en önemli kamusal alanlar olan Sultanahmet ve Beyazıt meydanlarının bu işlevi Cumhuriyet’in ilk yıllarında da devam edecek, 1930’lardan itibaren bu işlevi Taksim Meydanı yüklenecekti.

Önce Osmanlı Dönemi’nin ünlü Levanten caddesi Cadde-i Kebir’in adı İstiklal Caddesi olarak değiştirildi, ama bu değişikliğin Cumhuriyet’in coşkusunu yeterince vermediği düşünülerek Taksim Meydanı’na bir de anıt-heykel dikilmesine karar verildi. 1925’te İstanbul Milletvekili CHP Müfettişi İsmail Hakkı Paşa başkanlığında bir komisyon kuruldu. Komisyon, uzun araştırmalardan sonra ünlü İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica ile temas kurdu. Canonica, sözleşmeye uygun olarak heykelin yapımını Mayıs 1928’de bitirdiği halde meydanın ve kaidenin hazırlıkları bitirilemediğinden, heykel ancak Temmuz ayında Türkiye’ye getirilebildi.

Pembe Trentino ve yeşil Suza (İtalyan) mermeriyle kaplı, dört yüzünde sivri kemerlerle belirlenen, küçüklü büyüklü, açık ve kapalı nişlerden oluşan geleneksel tarzdaki dikdörtgen bir kütleden oluşan 11 metre yüksekliğindeki anıt, 8 Ağustos 1928 tarihinde TBMM Başkanı Kazım (Özalp) Paşa tarafından açıldı.

1940 yılında Vali-Belediye Başkanı (aynı zamanda CHP İl Başkanı) Lütfü Kırdar’ın İtalyan Mimar Henri Prost’un kentsel tasarım projesi çerçevesinde başlattığı imar faaliyetleri sırasında Taksim’de radikal değişiklikler yapıldı. Önce 1909’da 31 Mart Olayı sırasında bazı bölümleri tahrip olan Taksim Kışlası yıkıldı. Ortaya çıkan alan, İnönü Gezisi (sonra Taksim Gezisi denilecekti) adıyla meydanla ilişkilendirildi.

DP iktidarı ve emek siyasaları

İşte tam burada Taksim Meydanı’nın emekçi kesimlerin “direniş alanı” olarak önem kazandığı dönemde emek cephesine daha yakından bakalım. 14 Mayıs 1950’de, CHP’den doğma DP’yi ezici bir çoğunlukla iktidara getirenler arasında elbette işçiler, emekçiler de vardı. DP iktidarının ilk dört yılında işçiler DP’yi daha da çok sevdiler. Dönemin sendikacıların Halit Mısırlıoğlu bu sevginin haklı nedenleri şöyle açıklamıştı: “1950’li yıllarda işçilerin çoğu DP’liydi. Bunun haklı nedenleri vardı. DP, hafta tatilini ücretli hale getirdi. Genel tatillerde ücret hakkı tanıdı. İkramiye verdi. Yıllık ücretli izin hakkını getirdi. Sosyal sigorta haklarını genişletti. İşçi temsilcilerine teminat sağladı. İş Mahkemeleri Kanunu’nu uyguladı; işçi temsilcileri bu mahkemelerde hâkimlik yaptı. İş mahkemelerinin kararıyla işçi işe iade edilebiliyordu. Geçmişte yaşanan birçok sorun çözüldü. Fazla mesai ücretlerinin ödenmesi gibi sorunlar kalmadı. Sendikaların grev hakkı yoktu, ama sendikacıların işyerinde ve Bölge Çalışma Müdürlüğü üzerinde önemli etkisi vardı. Hele sendikaların yöneticileri DP’liyse, itibarları ve etkileri daha da çoktu.”

Gerçekten de, 1948’de 73 sendikada örgütlü 52 bin sendika üyesi varken, 1955 yılında, 363 sendikada örgütlü 189 bin sendikalı vardı. 1959’da artış biraz hız kesmiş de olsa, 400’ü aşan sendikada örgütlü işçi sayısı 280 bine ulaşmıştı. Yine de toplam işçi sayısına sendikalı işçilerin oranı yüzde 11-12 civarındaydı.

İşçisi destekleyince, elbette sendikacısına da DP’li olmak düşerdi. Şaban Yıldız, Abdullah Baştürk, Halil Tunç, Halit Mısırlıoğlu ve İbrahim Denizcier gibi daha sonra sol/sosyalist/sosyal demokrat olarak tanıyacağımız pek çok sendikacı 1946-1960 yılları arasında değişik dönemlerde DP’li oldu. Bu dönemde DP listelerinden 12 işçi-sendikacı kökenli milletvekili seçilirken, CHP listelerinden sadece iki milletvekili seçilebilmişti.

Taksim’de ilk işçi mitingi

DP döneminde değişmeyen ise, “komünizm paranoyası’ idi. Soğuk Savaş Dönemi’nde olduğumuza göre, bu gayet normaldi. 1951 TKP Tevkifatı’nda pek çok aydın, sendikacı, kanaat önderi Sansaryan Hanı’nda işkencelerden geçirilmiş, ağır hapis cezalarına mahkum edilmişti. Ama solla ilgisi olmayanlar da devletin paranoyasının kurbanıydılar. Bakış böyle olunca, CHP döneminde başlayan ‘komünizmi tel’in mitinglerinin DP döneminde de dörtnala sürmesi gayet normaldi. Sendikaların önderliğinde 26 Ağustos 1950’de İstanbul, Adana ve Eskişehir’de, 17 Mayıs 1952’de İstanbul’da (kapalı salon toplantısı şeklinde), 1953 yılında Eskişehir, İstanbul, Ankara ve İzmir’de açık hava mitingleri yapıldı.

Bunlardan 26 Ağustos 1950 tarihli İstanbul mitingi, Taksim’deki İnönü Gezisi’nde (bugünkü Gezi Parkı) yapılmıştı. Bu, Taksim’deki ilk işçi mitingi idi muhtemelen. Mitingin tertip komitesinin gazetelere gönderdiği bildirideki bazı ifadelere (imla hataları korunmuştur) göz atalım şimdi de: “Türk İşçisi, kominizmi bir tifüs mikrobundan daha tehlikeli görmektedir. Bu sebeple, Türk işçisi temiz alnı ve Türklüğüne yakışır vekarı ile bu illete her zaman göğüs gerecek kominizm mikrobunun Türk işçisinin bünyesinde yer bulamayacağını şanlı ordumuzun zaferini sağlıyan bir günde 26 Ağustos 1950 Cumartesi günü saat 15’te Taksim İnönü gezisinde yapacağı kominizmi tel’in mitingi ile ispat edecektir (…) Türk işçisi, damarlarındaki asil kandan aldığı kuvvet ve kudretle kominizmi her gördüğü yerde ezmeye ve yok etmeye and içer.”

Bu ve benzeri mitinglerde, tifüs, veba, verem mikrobu gibi sıradan (!) hakaretlerin yanı sıra, “sinsi sinsi büyüyen bir hortlak mikrobu”, “yarasalar gibi zulmetten hoşlanan sefil ruhlu komünistler” gibi birbirinden orijinal (!) hakaretler bolca kullanılıyordu. Elbette bu “zararlı unsurların Moskof cennetine sürülmesi” türü talepler çok da ilginç olmasa gerek…

Devletin Taksim tabusu başlıyor

DP’nin ilk döneminde sendikacılar sadece “komünizmi tel’in” için değil, işçi hakları için de bazı mitingler yaptılar. Hakan Koçak’tan öğrendiğimize göre, bu konudaki ilk başvuru CHP yanlısı İstanbul İşçi Sendikaları Birliği (İİSB) tarafından 1951 yılında yapılmıştı. Tekstil ve Örme Sanayii İşçileri Sendikası tarafından Taksim’de yapılması planlanan mitingin amacı, başta tekstil olmak üzere çeşitli iş kollarında yerli üretimin zayıflaması ve büyük çapta işten çıkarmaların başlaması üzerine, ithalat rejiminde değişiklik yapılması yönündeki işçi taleplerini dile getirmekti. Ama hükümet, aynen bugün olduğu gibi Taksim’de mitinge izin vermemişti. Halbuki bir yıl önce komünizmi tel’in söz konusu olduğunda Taksim işçilere açıktı! Sendika, durumu sert bir şekilde protesto etmekle yetindi. Ertesi yıl Nisan ayında İİSB, toplu işten çıkarmaları protesto etmek için yine Taksim’de bir miting düzenlemek istemiş, elbette yine izin alamamıştı. Sendikacılar yine söylenmekle yetinmişlerdi ama Taksim’de mitingden vazgeçmedikleri ertesi yıl anlaşılacaktı.

15 Mart 1953’te Taksim’de ne oldu?

1953 yılında bu sefer Zeytinburnu Çimento İşçileri Sendikası’nın öncülüğünde sektördeki çeşitli sıkıntıları kamuoyuna duyurmak ve patronları protesto etmek için Taksim’de bir miting yapılması kararı alındı. Hükümetin gizli açık uyarılarına rağmen çalışmalar ilerledi ve 1953 yılının Mart ayının ilk haftasında 50 bin bildiri ile işçiler 15 Mart’ta Taksim’de toplanmaya çağrıldılar. Ama hükümet de kararlıydı. Sendikacılara bu işten vazgeçmeleri telkin edildi önce. Sendikacılar kulak asmadılar uyarılara ve 15 Mart günü, şehrin varoşlarından on binlerce işçi, otobüslerle, vapurlarla, tramvaylarla veya yaya olarak Taksim’e doğru akmaya başladılar. Başı çimento ve tekstil işçileri çekiyordu. Ama otelcilik işçilerinin Oleyis Sendikası, Deri ve Debbağ İşçileri Sendikası, İstanbul Şişe ve Cam İşçileri Sendikası, İstanbul Çikolata ve Şekerli Sanayii İşçileri Sendikası gibi katılımcılardan anlaşılacağı üzere çeşitli işkollarından işçiler mitinge akıyordu. Galata ve Atatürk köprülerinin başı polis tarafından tutulmuştu. Ancak işçilerin Taksim civarına gelmesi engellenememişti. Alana girilemiyordu ama çevredeki kahvehaneler, pastaneler ve işkembe salonları işçilerle tıklım tıklım dolmuştu. Kontrolün elden gitmekte olduğunu gören yetkililer, tertip heyetini, civardaki karakola çağırdılar. İddiaya göre Emniyet Müdürü, elindeki makineli tüfeği göstererek “içinde leblebi veya kahve çekirdeği yok, ona göre!” demişti. Sendikacılar tehlikenin farkına vardılar ve geri çekildiler. 21 kişilik heyet Taksim’e çelenk koyduktan sonra, bazı kaynaklara göre sayıları 10 bine, bazılarına göre ise 50 bine yaklaşan işçiler, emekçiler, sessizce dağılmaya başladılar.

En Son Saat gazetesinin 18 Mart 1953 tarihli nüshasında gazeteci Fecri Ebcioğlu o güne dair izlenimlerini şöyle anlatmıştı: “Bu seferki mitingde büyük terakki (gelişme) kaydettik. Daha evvelkinde hiç müsaade etmemişlerdi. Halbuki bu sefer son dakikada vazgeçtiler. Demek bir daha sefere toplantı hakkımızı tam olarak verecekler. (…) Herşeyde aheste aheste gitmek iyidir. Malum ya acele işe şeytan karışır.”

İstanbul Şişe ve Cam İşçileri Sendikası’nın yayın organı Cam-İş gazetesinde ise “Memleket tarihlerinin yanında bir de sanat, meslek, v.s. tarihleri vardır. Bu arada Türk işçileri tarihi de (mazisi çok eski olmasa da) geçmiş ve haldeki olayları kaydedecektir…” diye not düşmüştü tarihe.

Hezimetin ardından İİSB merkezinde konuyu tartışırken bazı üyeler “Sendikaları kapatıp anahtarları vilayete verelim” demişlerdi ama elbette bu yürekli teklif kabul görmemiş, bunun yerine gazetelere “Milletvekillerine Açık Mektup” başlıklı bir şikayet metninin gönderilmesiyle yetinilmişti.

Taksim’e 23 yıl sonra kavuşma

Komünizmi tel’in mitinglerinin başını çeken Türk-İş’in (6 Eylül 1952’de kurulmuştu), komünist bayramı diye gördüğü 1 Mayıs’ı fiilen de kutlamak istememesi, onun yerine 6 Eylül’ü bayram ilan ettirmeye çalışması herhalde sizi şaşırtmayacaktır. “Fiilen” dedim çünkü 1923 İktisat Kongresi’nde 1 Mayıs’ın işçi bayramı olması kararı alınmıştı ama bu hiçbir zaman kanunlaşmamıştı. Dahası 1923’te Ankara Hükümeti’nin denetiminde, 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu ile yargılamalı, kürek cezalı kutlanırken, 1 Mayıs en son 1927 yılında alanlarda kutlanabilmişti. O tarihten fiilen yasaklanmış, 1935 yılında ise Bahar Bayramı yapılarak, kanunen ilga edilmişti.

27 Mayıs 1960 günü bir darbe ile DP iktidarını deviren askerler de emekçilerin Taksim’e çıkmasına izin vermediler. Aziz Çelik’in belirttiğine göre 31 Aralık 1961 tarihinde Taksim’de sendikal hakların yasalaşması için miting düzenlemek isteyenlerin karşısında bu kez İstanbul’un askeri valisi Refik Tulga çıkmıştı. Vali Tulga sendikaları Taksim’de miting yaparlarsa üzerlerine zırhlı askeri araçları sürmekle tehdit etmişti. Uzun pazarlıklar sonucunda miting 31 Aralık 1961’de Saraçhane’de yapılabilmişti.

Taksim, ancak son kitlesel kutlamadan 50 yıl sonra 1 Mayıs 1976’da yeniden işçi ve emekçilerin buluşma yeri oldu. DİSK’e bağlı Maden-İş Sendikası’nda örgütlenen tarihi TKP’nin ve çeşitli sol örgüt ve partilerin liderliğindeki işçiler, emekçiler ve onların dostları, İstanbul Taksim Meydanı’ndaki resmi makamlara göre 150 bin, bazılarına göre 400 bin kişilik mitingle, resmen olmasa bile fiilen 1 Mayıs’ı enternasyonalist anlamda bir “işçi bayramı” yapmayı başardılar.

“Kanlı” 1 Mayıs 1977

DİSK’in çağrısıyla bu sefer 500 bini aşkın kişinin katıldığı 1977’deki kutlamalar ise tarihe “Kanlı 1 Mayıs” olarak geçti, çünkü karanlık güçlerin açtığı ateş sonucu (bugünkü bilgilerimizle 34 değil) en az 41 kişi ya ezilerek ya da kurşunlanarak öldü, öldürüldü, yüzlerce kişi yaralandı. Halbuki yazının girişinde belirttiğim gibi bir sonraki yıl adının 1 Mayıs Alanı olacağından o kadar emindi katılımcılar. (Ben de DİSK’e bağlı Tekstiplik Sendikası kortejiyle alandaydım o yıl.)

1978’de kitleler yine Taksim’deydi ancak bu sefer, DİSK’in bazı sendikalarının ve TKP eğilimli demokrat örgüt ve gençlik örgütlerinin ağırlığına karşılık, katılan sendikalı işçilerin oranı daha azdı.

Ülkenin büyük bir ekonomik krizle boğuştuğu, halkın temel ihtiyaç maddelerini temin için kuyruklarda çile doldurduğu, işçilerin hakları için grevlere çıktığı, 800’den fazla kişinin siyasi cinayetlere kurban gittiği 1979 yılının 1 Mayıs’ı, Kahramanmaraş Katliamı üzerine 26 Aralık 1978 günü 13 ilde ilan edilen sıkıyönetim koşullarında olsa da kutlanacaktı ancak Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından İstanbul’da (dolayısıyla Taksim’de) yasaklandı, ayrıca o gün sokağa çıkma yasağı da kondu. Bunun üzerine, Türkiye çapındaki kutlamalar İzmir’de Konak Meydanı’nda yapıldı. İstanbul’da, yasağı protesto için sokağa çıkan yüzlerce kişi gözaltına alındı.

Sıkıyönetim Komutanlığı 1980’de İstanbul’da ve İzmir’de kutlama yapılmasını yine yasaklandı. 12 Eylül 1980 cuntasının ilk işi de 1 Mayıs’ı tatil günü olmaktan çıkarmak oldu.

İşçi sınıfı yeniden Taksim’de

1987’de yedi yıllık aradan sonra sendikalar öncülüğünde bazı milletvekilleri, aydın, sanatçı ve bilim adamları ile birlikte yaklaşık 1000 kişilik bir grup Taksim Anıtı’na 1 Mayıs şehitlerini anmak üzere çelenk bırakmak istediler. Polis sadece milletvekillerinin araçla anıta ulaşmasına izin verdi. 1 Mayıs 1988’de bir grup sendikacı Taksim meydanında 1 Mayıs’ı kutlamak için bir tertip komitesi oluşturmuş ve Valiliğe başvurmuştu. Tertip komitesinde olan Aziz Çelik’in anlattığına göre Valilik talebi reddedince, komite Sıraselviler’den Taksim’e yürümek istemiş, fakat sadece bir kaç milletvekili geçebilmişti bariyerleri. Geri kalanlar polis tarafından ağır biçimde coplanmış ve çiğnenmişti. 1 Mayıs 1989’da Taksim’de bir araya gelen kitleye de polis saldırdı. Bu sefer kan da döküldü ve Mehmet Akif Dalcı isimli bir işçi yaşamını yitirdi. 1 Mayıs 1990’da yine Taksim’e yürümek isteyenlere izin verilmedi. Çıkan çatışmada ODTÜ öğrencisi Gülay Beceren felç oldu.

Nihayet 2008’de 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü olarak kabul edildi fakat AKP Hükümeti, Türk-İş, DİSK ve KESK’in 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama talebine izin vermedi. Buna rağmen 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak için toplananlar yoğun bir baskı ile gaz ve su ile karşı karşıya kaldılar. 2009’da 1 Mayıs resmi tatil günü oldu fakat DİSK ve KESK’in Taksim’de kutlama için girişimine yine izin verilmedi Ancak bütün engellemelere rağmen binlerce insan barikatları aşarak Taksim meydanına çıktı ve 1 Mayıs’ı kutladı. Böylece Taksim yasağı kırılmış oldu. 2010, 2011 ve 2012’de Taksim’de yığınsal kutlamalar yaşandı. Özellikle 2012 kutlaması devasa bir hükümeti protesto eylemine dönüştü ancak hiç bir olumsuz olay yaşanmadı. Buna rağmen 2013 yılında AKP Hükümeti, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasını önlemek için önce “inşaat var” bahanesine sığındı, ısrarın ciddiyetini anlayınca da 30 bin polisi Taksim’e çıkan yollara yığdı. Sonuç yaralılar, gözaltılar oldu. 27 Mayıs 2013’te AKP Hükümeti’nin başı Erdoğan’ın adeta kişisel ısrarıyla Taksim’deki Gezi Parkı’nda Topçu Kışlası inşa etme girişimine karşı başlatılan Gezi eylemleri buna da tepkiydi. O tarihten sonra Taksim’de kitlesel kutlamalar yapılamadı. Bakalım bu yıl “Taksim’i geri almak” mümkün olacak mı?

Temel Kaynakça: Çelik Gülersoy, Taksim: Bir Meydanın Hikâyesi, İstanbul Kitaplığı Ltd, 1986; Aziz Çelik, Vesayetten Siyasete Türkiye’de Sendikacılık (1946-1967), İletişim, 2010, Hakan Koçak, “İşçi Sınıfının Uzun Taksim Yürüyüşü”, Toplumsal Tarih, sayı 185, Mayıs 2009, s. 48-53.
avrupademokrat3.com/1-mayislar

1 Mayıs- V. I. Lenin

Yoldaş işçiler! Öyleyse vakti gelen son kavga için iki kat enerjiyle hazırlanalım! 1 Mayıs kutlaması davamıza binlerce yeni savaşçı kazansın ve bütün insanların kurtuluşu için, sermayenin boyunduruğu altında çalışan bütün herkesin özgürlüğü için yürütülen büyük mücadeledeki güçlerimizi daha da büyütsün!

Yoldaş işçiler! 1 Mayıs geliyor, bütün ülkelerin işçilerinin sınıf-bilinçli bir hayata uyanışlarını, insanın insan üzerindeki her türlü zulüm ve baskısına karşı mücadelelerindeki dayanışmalarını, emekçi milyonların açlık, yoksulluk ve aşağılanmadan kurtulmak için yürüttükleri mücadelelerini kutladıkları gün. Bu büyük mücadelede iki dünya karşı karşıya duruyor: sermayenin dünyasına karşı emeğin dünyası; sömürünün ve köleliğin dünyasına karşı kardeşliğin ve özgürlüğün dünyası

Bir yanda bir avuç kan emici zengin… Fabrikalara, iş aletlerine ve makinalarına el koydular; milyonlarca dönüm araziyi ve yığınla parayı kendi özel mülkiyetleri haline getirdiler. Hükümeti ve orduyu kendilerine uşak yaptı, biriktirdikleri servetin sadık bekçi köpeği haline getirdiler.

Diğer yanda, maldan mülkten yoksun milyonlar… İşe kabul edilmek için kalantorlara yalvarmaya zorlanıyorlar. Emekleriyle bütün zenginliği yaratırlar; ama bütün hayatları boyunca bir dilim ekmek için mücadele etmek, çalışmak için sadaka ister gibi dilenmek, bellerini büken işlerde sağlıklarını ve dirençlerini tüketmek zorundadırlar ve köylerdeki harap evlerinde ya da büyük şehirlerdeki bodrum katlarda ya da çatı katlarında açlıktan ölürler.

Ama şimdi maldan mülkten yoksun bu emekçiler kalantorlara ve sömürücülere karşı savaş ilan ettiler. Bütün ülkelerin işçileri emeği ücretli kölelikten, yoksulluktan ve yoksunluktan kurtarmak için savaşıyorlar. Ortak emekle yaratılan zenginliklerden bir avuç zenginin değil bütün çalışanların faydalandığı bir toplumsal sistem için savaşıyorlar. Toprağı, fabrikaları, atölyeleri ve makineleri bütün emekçilerin ortak mülkiyeti haline getirmek istiyorlar. Toplumun zenginler ve yoksullar diye ikiye ayrılmasına son vermek istiyorlar. Emeğin meyvelerinin yine emekçilerin olmasını ve çalışma yoluyla sağlanan bütün gelişmelerin, insanlığın bütün kazanımlarının çalışan insanları baskı altında tutmanın bir aracı olarak değil, onların yararına kullanılmasını istiyorlar.

Emeğin sermayeye karşı büyük mücadelesi bütün ülkelerin işçileri için büyük fedakarlıklara mal oldu. Daha iyi bir yaşam ve gerçek özgürlük hakları için nehirler dolusu kan döktüler. İşçilerin davası için savaşanlar hükümetlerin tarifsiz zulümlerine maruz kaldılar. Fakat bütün bu zulme rağmen dünya işçilerinin dayanışması büyüyor ve güç kazanıyor. İşçiler sosyalist partilerde giderek daha sıkı bir şekilde birleşiyorlar; bu partilerin destekçileri milyonları buluyor ve kapitalist sömürücü sınıf karşısında nihai zafere doğru sürekli, adım adım ilerliyor.

Rus proletaryası da yeni bir hayata gözlerini açtı. O da bu büyük mücadeleye katıldı. İşçilerimizin köle gibi boyun eğmeye zorlandığı, eli kolu bağlı durumundan hiçbir kurtuluş, acı hayatında iğne ucu kadar ışık görmediği günler geçti. Sosyalizm ona kurtuluş yolunu gösterdi ve yüz binlerce savaşçı bir kılavuz olarak gördükleri kızıl bayrak altında toplandı. Grevler işçilere birlikten gelen güçlerini gösterdi, mücadeleyi öğretti, örgütlü emeğin sermaye için ne kadar dehşet verici olabileceğini gösterdi. İşçiler, kapitalistlerin ve hükümetin ancak işçilerin emeği sayesinde yaşayıp semirebildiğini gördüler. İşçiler birleşik mücadelenin ruhuyla, özgürlüğe ve sosyalizme duydukları özlemle ateşlendiler. İşçiler Çarlık otokrasisisin ne kadar karanlık ve şeytani bir güç olduğunun farkına vardılar. İşçilerin, mücadeleleri için özgürlüğe ihtiyaçları var ama Çarlık hükümeti onların elini ayağını bağlıyor. İşçilerin meclisin özgürlüğüne, örgütlenme özgürlüğüne, gazete ve kitapların özgür bırakılmasına ihtiyacı var. Ama Çarlık hükümeti özgürlük yolundaki her çabayı kamçıyla, hapisle, süngüyle bastırıyor. “Kahrolsun otokrasi!” çığlığı Rusya’yı boydan boya dolaşıyor, büyük işçi mitinglerinde, sokaklarda giderek daha sık yankılanıyor. Geçen yaz Güney Rusya’da on binlerce işçi, polis zulmünden kurtuluş ve daha iyi bir yaşam yolunda mücadele etmek için ayağa kalktı. Burjuvazi ve hükümet, büyük kentlerin bütün sanayi hayatını bir vuruşta felç eden işçilerin dehşetengiz ordusu karşısında titredi. İşçilerin davası için mücadele eden düzinelerce savaşçı, Çarlığın iç düşmanın üzerine yolladığı birliklerin kurşunları altında düştü.

Fakat yalnızca bu iç düşmanın emeğiyle yaşayan egemen sınıfların ve hükümetin, onu yenilgiye uğratabilecek bir gücü yok. Dünya üzerinde hiçbir kuvvet, gittikçe daha fazla sınıf bilinciyle kuşanarak, daha sıkı birleşerek ve örgütlenerek büyüyen milyonlarca işçiyi alt edemez. İşçilerin göğüslediği her yenilgi saflara yeni savaşçılar taşıyor, daha geniş kitleleri yeni hayata uyandırıyor ve onları yeni mücadelelere hazırlıyor.

Şu anda Rusya’da öyle şeyler yaşanıyor ki işçi kitlelerinin bu uyanışı daha da hızlı ve yaygın olmalı ve biz proletarya saflarını birleştirmek ve onu daha kararlı mücadelelere hazırlamak için alabildiğine çabalamalıyız. Savaş proletaryanın en geri kesimlerinin bile politik konular ve sorunlarla ilgilenmesini sağlıyor. Savaş, otokratik düzenin düpedüz çürümüşlüğünü, polisin ve Rusya’yı yöneten saray çetesinin haydutluğunu her zamankinden açık ve net bir biçimde gösteriyor. Halkımız kendi ülkesinde açlık ve yokluktan ölüyor; ama üzerinde başka ulusların yaşadığı binlerce mil uzaktaki yabancı topraklar uğruna yürütülen yıkıcı ve anlamsız bir savaşa sürülmüş durumdalar. Halkımız politik tutsaklık altında zulüm görüyor; oysa diğer halkları köleleştirmek için yürütülen bir savaşa sürülmüş durumdalar. Halkımız ülkedeki politik düzenin değişmesini talep ediyor; ama dikkatini dünyanın öteki ucunda patlayan silahların ateşine vermesi isteniyor. Ama Çarlık hükümeti, ulusun zenginliklerini ve Pasifik kıyılarında ölüme gönderilen genç insanların hayatını çarçur ettiği bu oyunda haddini aştı. Her savaş halkın üzerinde etki yapar ve kültürlü ve özgür Japonya’ya karşı yürütülen savaş Rusya üzerinde korkunç bir etki bıraktı. Bu etki, polis despotizmi yapısının uyanan proletaryanın darbeleriyle sarsıldığı bir zamanda geldi. Savaş hükümetin bütün zayıf noktalarını gösteriyor. Savaş bütün maskeleri indiriyor. Savaş bütün çürümüşlüğü gözler önüne seriyor. Savaş Çarlık otokrasisinin mantıksızlığını tüm insanlar için açık seçik hale getiriyor ve eski Rusya’nın, insanların oy hakkından mahrum edildiği, yok sayıldığı, sindirildiği Rusya’nın, polis hükümetine hala serflik bağlarıyla bağlı Rusya’nın can çekişmesini herkese gösteriyor.

Eski Rusya ölüyor. Onun yerini alacak yeni bir Rusya geliyor. Çarlık otokrasisini koruyan karanlık güçlerin sonu geliyor. Ancak yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü proletarya onlara öldürücü darbeyi indirebilir. Yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü proletarya, halkın sahte değil, gerçek özgürlüğünü kazanabilir. Yalnızca sınıf bilinçli ve örgütlü proletarya, halkı haklarını gaspetmek ve burjuvazinin elinde bir araçtan ibaret kılmak için aldatmaya yönelik olarak atılan adımları engelleyebilir.

Yoldaş işçiler! Öyleyse vakti gelen son kavga için iki kat enerjiyle hazırlanalım! Sosyal demokrat proletaryanın saflarını daha da sıklaştıralım! Proletaryanın sözü daha uzak meydanlarda yankılansın! İşçilerin talepleri için mücadele her zamankinden daha büyük bir cesaretle sürdürülsün. 1 Mayıs kutlaması davamıza binlerce yeni savaşçı kazansın ve bütün insanların kurtuluşu için, sermayenin boyunduruğu altında çalışan bütün herkesin özgürlüğü için yürütülen büyük mücadeledeki güçlerimizi daha da büyütsün!

Yaşasın sekiz saatlik işgünü!
Yaşasın uluslararası devrimci sosyal demokrasi!
Kahrolsun haydut ve soyguncu Çarlık otokrasisi!

Nisan 1904

Çeviri yayın tarihi: 26 Nis 2013

[marxists.com’daki İngilizcesinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir]
sendika.org/2024/04/1-mayis-v-

1 Mayıs’ın kökeni ve sık tekrarlanan yanlışlar
Ergün İşeri
Chicago’daki komplo ile işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak 1 Mayıs’ın kökeni ile en küçük bir bağlantısı bile yoktur. Bu durum ne 1 Mayıs’ın tarihteki yerini ne de Chicago’da katledilen işçiler ile işçi önderinin idam edilmesinin işçi sınıfı mücadelesindeki önemini azaltır
Not: 26 Nisan 2012 tarihinde yayımlanan bu yazıyı yeniden okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.
1 Mayıs yaklaşıyor ve muhtemelen birçok yerde 1 Mayıs’ın tarihi hakkında yazılar yayınlanıyor veya yayınlanmakta. Bunların önemli bir kısmında bir hata uzun yıllardır sıklıkla tekrarlanıyor.
Kimse üzerine alınmasın, Yıldırım Koç, 2002 yılında yayınlanan makalesinde[1] bunu anlatıncaya kadar aynı hatayı yapmış bir kişi olarak bunları yazıyorum.
Bu hata 1886 yılında Chicago’daki “McCormick Harvesting Machine Company”e ait McCormick Reaper Works’deki (biçerdöver fabrikası) grev ile başlayan ve 4 işçi önderinin idam edilmesiyle sonuçlanan olaylar dizisi ile 1 Mayıs arasında doğrudan bağ kurulmasıdır.
1980’den başlayarak bildiri, makale, konuşma metni, duvar gazetesi, broşür vb. yayın aracıyla bu hatanın yayılmasında katkım olduğu için üzgünüm.
Böyle bir yazıyı hazırlamamın nedeni ise yine kendi yaptığım bir hatanın düzeltilmesine katkı verme çabasıdır. DİSK tarafından yayınlanan “sabahın sahibi var” başlıklı kitapta 1 Mayıs’ın tarihiyle ilgili kısım aynı hatayı tekrarlamaktaydı. “Chicago’daki gösterilere yarım milyon işçi katıldı. İşçiler sokağa çıkmaya 3 Mayıs’ta da devam ettiler. Aynı gün McCormick’e ait fabrikadan atılan işçiler ve grevde olan işçiler de miting yaptılar.”[2] İkinci baskının hazırlığı sırasında gerekli düzeltmenin yapılabilmesi için müdahale etme olanağı bulamamış olmam dolayısıyla kendimi suçlu hissediyorum. Bu hatanın kısmen DİSK’in 14. Genel Kurul Çalışma Raporu’nda giderilmiş olması tek teselli olarak kaldı.
Aslına bakılırsa hemen hemen tüm orijinal kaynaklara erişilebilir olduğumuz bir zamanda bile bu hatanın tekrarlanıyor olması, olayın artık bir tür mitolojik öyküye dönüşmüş olmasıyla izah edilebilir.
Oysa o dönemin tanıkları ve yön veren aktörlerinin yazılarının hiçbirinde bu iki olay arasında bir ilişki kurulmamış, hatta Chicago olayı anılmamıştır. Tipik bir örnek, Rosa Lüksemburg’un 1894 yılında yazdığı 1 Mayıs’ın kökeni nedir? başlıklı makalesidir.[3]
8 saatlik işgünü mücadelesi ve 1 Mayıs 1886 genel grevi
Kapitalizmin emek sömürüsünün en önemli unsurlarından biri, uzun çalışma saatleri olmuştur. Kapitalistlere her şeyi serbest bırakan ama emekçileri köleleştiren ünlü liberalizm, 7-8 yaşındaki çocuklar dahil işçileri günde 16 saati aşan sürelerde çalıştırmıştır.
1810’lu yıllardan beri işçiler ve önderleri çalışma sürelerinin kısaltılması talebiyle çalışmalar yürütmüştür. Günümüzdeki anlamıyla 8 saatlik işgünü kavramı ilk kez Robert Owen tarafından 1817 yılında İngiltere’de dile getirilmiştir.
Ütopik sosyalistlerden Owen’in, 8 saat çalışma, 8 saat eğlence ve 8 saat dinlenme olarak oluşturduğu formül, hızla yaygınlaşan bir slogana dönüşmüştür.
8 saatlik işgünü mücadelesi 1880’li yılların ortalarında birçok ülkede olduğu gibi Kuzey Amerika’da giderek yoğunlaşmıştır. İki ayrı örgüt, Birleşik Devletler ve Kanada Örgütlü Meslekler ve Emek Birliği Federasyonu (FOTLU) ile Emek Şövalyeleri (KofL) 8 saatlik işgünü için belirli aralıklarla yaygın işçi gösterileri, genel grevler düzenlemişlerdir.
Uluslararası İşçi Derneği (International Workingmen’s Association, IWA) diğer adıyla 1. Enternasyonal’in 1866 yılında Cenevre’de yapılan kongresinde, Amerikalı işçilerin bu mücadelesine atıfta bulunularak, 8 saatlik işgünü tüm dünya işçilerinin ortak bir talebi olarak kabul edilmiş ve savunulmaya başlanmıştır.
Verilen zorlu mücadeleler sonucunda 8 saatlik işgününe ilk ulaşan ülke bugünkü adıyla Amerika Birleşik Devletleri olmuş ve 1868 yılında bir yasa çıkarılmıştır. Ancak bu yasa tam anlamıyla uygulanmamış ve bu nedenle de bütün işçi örgütlerinin temel hedeflerinden biri olarak kalmayı sürdürmüştür.
FOTLU tarafından gündeme getirilen 1 Mayıs 1886’da genel grev yapılması çağrısı yeni bir dönemin başlangıcı niteliği kazanmıştır. Bu bir anlamda geleceğin 1 Mayıslarının müjdecisi olmakla birlikte ABD özelinde sendikal örgütlenmenin biçimlenmesini de belirlemiştir.
FOTLU, 1 Mayıs 1886 yılında sekiz saatlik işgünü için ülke genelinde grev ilan etmiş ve bu eylem için dönemin en büyük işçi örgütlenmesi olan (700.000 üyesi olduğu belirtilmektedir) Emek Şövalyeleri’ne öneri götürmüştür.
Emek Şövalyeleri bu çağrıya yanıt vermemiş ancak üyelerinden ve bölge örgütlerinden gelen sekiz saatlik işgünü için genel greve katılım konusundaki yazı ve öneriler üzerine örgütün genel merkezi bir durum değerlendirmesi yapmıştır. Emek Şövalyeleri’nin başkanı, kendi deyimleriyle Büyük Usta İşçi (Grand Master Workman) T. V. Powderly, daha sonra yazdığı anılarında, bu yöndeki talepleri bir tehlike olarak değerlendirdiğini yazmıştır. Bu yaklaşımla 13 Mart 1886 tarihinde gizli bir genelge yayınlayarak, genel greve katılmamaları için örgütünün alt birimlerine göndermiştir.[4]
Bu genelgede, Emek Şövalyeleri’in Genel Kurulu’nda (Assamble) sekiz saatlik işgünü konusunda bir kararının olmadığı belirtilmiştir. Powderly FOTLU’ya resmi bir yanıt vermezken, gazetelere yaptığı bir açıklamada Emek Şövalyeleri’nin sekiz saatlik işgünü diye bir gündemleri olmadığını belirtmiştir.[5]
Oysa Emek Şövalyeleri’nin kurulduğu 1869 yılından itibaren, çalışma sürelerinin kısaltılması ve özellikle Uluslararası İşçi Derneği Kongresi’nde (1. Enternasyonal) de kabul edilen 8 saatlik işgününü desteklediği bilinmektedir. Bu durum Emek Şövalyeleri’nin üyeleri arasında şaşkınlık yaratmıştır.
FOTLU, resmi olarak Emek Şövalyeleri’nden bir destek alamamış olmasına rağmen, 1 Mayıs 1886 genel grevinin hayata geçirilmesi için yoğun bir çalışma yürütmüş, liderliği karşı çıksa da Emek Şövalyeleri üyeleri yaygın olarak bu greve destek vermiştir. Bütün büyük kentlerde yüzbinlerce işçinin katılımıyla grevler, yürüyüşler, mitingler düzenlenmiştir.
ABD’nin tüm sanayi kentlerini saran grev ve gösterilerde her hangi bir çatışma veya günümüzün yaygın medya söylemiyle “olay” yaşanmamıştır.
Powderly anılarında, 1886 yılının sonunda yapılan olağan genel kurulda, “1 Mayıs’ta greve karşıydım, çünkü biliyordum ki hiçbir işçi veya çalışan bunun için hazır değildi.” Powderly, işgününün süresinin 10 saatin altına inmesinin, iş ortamı için uygun olmadığı görüşünü savunmuştur.
Powderly daha sonra göçmen işçilerle ilgili bir devlet dairesinde görevli olarak yaşamının kalan yıllarını geçirmiştir.
Küçük bir federasyon olan FOTLU 1886 yılı sonunda adını değiştirmiş, Amerikalı Emek Federasyonu’na (American Federation of Labor AFL) dönüşmüş, Emek Şövalyeleri’nin üyelerinin önemli bir kısmının da katılımıyla kısa sürede en büyük işçi örgütü haline gelmiştir.
AFL’nin 1888 yılında St Lois kentinde yapılan kongresinde, 8 saatlik işgünü için mücadeleye devam edilmesi ve 1890 yılının 1 Mayıs’ında genel grev yapılması kararlaştırılmıştır.
Uluslararası işçi sınıfı eylemi olarak 1 Mayıs
AFL başkanı Samuel L. Gompers, federasyonun 1 Mayıs 1890 kararını yaygınlaştırmak amacıyla 14 Temmuz 1889 tarihinde ilk toplantısını yapacak Sosyalist Enternasyonel’e bir mesaj göndermeye karar vermiştir. Bu kararını Hugh McGregor ile tartışmış ve sonuçta yazdığı mektubu McGregor ile Paris’e göndermiştir. AFL, genel grevin nasıl yapılacağını da ayrıntılı biçimde planlamış ve bunu da iletmiştir.
20 ülkeden sendika ve siyasi parti temsilcilerinin katılımıyla yapılan Sosyalist Enternasyonal (2. Enternasyonal)’in kuruluş kongresinde AFL’nin önerisi, Amerikan Sosyalist İşçi Partisi temsilcisi J. F. Busche ve Lavinge tarafından sunulmuştur.
Yapılan oylama sonucunda, AFL’nin 1888 kararına atıfta bulunarak tüm ülkelerde ve şehirde 8 saatlik işgünü için 1 Mayıs 1890 tarihinde grev ve gösteriler yapılması kararı alınmıştır. Karar metninin tamamı şu şekildedir:
Tüm ülkelerde ve kentlerde aynı zamanda, üzerinde anlaşma sağlanan aynı günde işgününü sekiz saate yasal olarak indirmek için işçilerin kamu yetkililerinin karşısında güçlerini göstermeleri ve Paris Uluslararası Kongresi’nin diğer kararlarının uygulanması için belirli bir tarihte büyük bir uluslararası gösteri örgütlenecektir.
Amerikan Emek Federasyonu’nun 1888 Aralık’ında St.Louis’de düzenlenen kongresinde 1 Mayıs 1890 tarihinde benzer bir gösterinin düzenlenmesine daha önceden karar verilmiş olduğu göz önüne alınarak, uluslararası gösteriler için de bu tarih kabul edilecektir.
Değişik ülkelerin işçileri kendi ülkelerinin özel durumlarının ortaya çıkardığı koşullara göre bu gösteriyi gerçekleştireceklerdir.[7]
1890 yılında Avrupa’da yaygın işçi mitingleri düzenlenirken ve Amerika Birleşik Devletleri’nde AFL başkanının önerisiyle Marangozlar Sendikası tarafından ilan edilen ve diğer sendikalarca desteklenen karar doğrultusunda genel grev yapılmıştır.
İkinci Enternasyonal’in 1891 yılında Brüksel’de yapılan kongresinde, 8 saatlik işgünüyle birlikte çalışma koşullarının düzeltilmesi ve uluslararasında barışın sağlanması da 1 Mayıs talepleri olarak sıralanmıştır.
1 Mayıs artık uluslararası düzeyde bir işçi günü haline gelmiş, her yıl genişleyerek dünyanın her köşesinde çeşitli eylem ve etkinliklerle gündeme gelen bir mücadele alanı olmuştur.
Chicago komplosu ve önemi
ABD işçi hareketi tarihinde Haymarket kıyımı vb. gibi isimlerle anılan olaylar ise bütün bu gelişmelerden bağımsız bir süreç yaşamıştır.
McChormick fabrikasındaki grev Şubat ayından beri devam etmektedir. 3 Mayıs’ta grevdeki işçilere karşı grev kırıcılar ve polis tarafından saldırı düzenlenmiş, bu saldırı sırasında kimi kaynaklara göre 4 kimi kaynaklara göre ise 6 işçi yaşamını yitirmiştir.
Chicago o dönem, anarşist, sosyalist her renkten sol akımların yaygın olarak örgütlü olduğu bir kenttir. Bu olayın protesto edilmesi için 4 Mayıs’ta Haymarket Meydanı’nda miting düzenlenmesi kararı alınmıştır. Gazete ilanları verilmiş, bildiriler yayınlanmıştır.
Bastırılan bir bildirilerdeki “silahlan” ifadesinin çarpıtmaya açık olduğu fark edilmiş ve dağıtılmadan imha edilmiştir. Sonradan bazı bildirilerin daha önceden dağıtıma çıktığı veya polisin eline geçtiği öğrenilmiştir.
İşçi önderleri her türlü provokasyon girişimine karşı tüm önlemleri almaya çalışmışlar, yapılan konuşmalarda da temkinli bir dil kullanmışlardır. Fakat olayı baştan itibaren kurgulayanlar için bütün bu girişimler boşuna bir çaba niteliği taşımıştır.
Akşam yapılan mitingin bitiminden sonra işçiler dağılırken, polislerin bulunduğu yere bir bomba atılmıştır. Bir polis şefi yaşamını yitirmiştir. Ardından işverenlerin kiralık katilleri ve polislerin saldırısı üzerine çatışma çıkmıştır. Bu çatışmada 7 polis ve 4 işçi ölmüştür.
Olayın hemen ardından büyük bir karalama kampanyası ve tutuklamalar başlatılmıştır. Yargılanan işçi önderlerinin çoğunluğunun anarşist olmalarına ve simge olarak siyah bayrak kullanmalarına rağmen yapılan tüm çizimlerde işçiler şeytan görünümlü ve ellerinde kızıl bayrak tutarak resmedilmiştir.
Tüm mahkeme sürecinde sağlam bir duruş sergileyen Albert Parsons, August Spies, Adolph Fischer ve George Engel ne yazık ki idam edilmiştir. Louis Lingg ise idamların infazından önce hücresinde intihar etmiştir.
Chicago olayının önemi, burjuvazinin işçi sınıfının ve solun mücadelesini kırmak, sindirmek ve hatta yok etmek için düzenin tüm araçlarını çok organize biçimde kullandığı bir örnek olmasındandır.
İzleyen yıllarda hemen her ülkede kullanılacak olan tüm yol ve yöntemler tek bir olayda birbiri ardına uygulanmıştır:
Grevi kırmak için profesyonel grev kırıcıların kullanılmış, işçi direnişi silahlı saldırı ile kırılmaya çalışılmış ve işçiler katledilmiş, tepki gösteren işçilerin mitingi sabote edilmiş, olayla ilgisi olmayan işçi önderlerinin göstermelik bir mahkeme ile idam edilmesi sağlanmış, tüm bu süreçte basın yoluyla işçi örgütlerine ve sosyalistlere karşı yoğun bir karalama kampanyası sürdürülmüştür.
Günümüzde 1 Mayıs’ın anlamı
Görüldüğü gibi işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs tümüyle 8 saatlik işgünü için verilen mücadelenin ilk kez uluslararası büyük bir eylem biçimine dönüştürülmesinin üzerinde yükselmektedir.
1890’lı yıllardan sonra önemli mücadelelerle 8 saatlik işgünü hakkının kazanılmasında bir hayli ilerleme kaydedilmiştir. Kimi ülkelerde 1970’lerin sonlarına doğru ve 1980’lerin ilk yıllarında 35 saatlik iş haftası için yoğun bir mücadele verilerek, kısmi başarılar da sağlanmıştır.
1980’ler, yeni liberalizm akımının sahneye çıktığı ve özellikle de 1989 sonrasında hızla yaygınlık kazandığı bir dönemin de başlangıcı olmuştur. Ardından gelen küreselleşme söylemiyle birlikte işçi sınıfının kazanımlarına karşı yoğun bir saldırı başlamıştır.
Esneklik kavramıyla çalışma süreleri, çalışma biçimleri büyük ölçüde yeniden kapitalizmin ilk dönemlerinde olduğu gibi kapitalistlerin keyfiyetine bırakılmıştır.
Bugün işçi sınıfı yeniden, 10 saati bulan ve birçok yerde de aşan işgünü ile karşı karşıya kalmıştır. 1 Mayıs, dün olduğu gibi günümüzde de aynı hedefle önemini daha da artırmış durumdadır.
Ülkemizde yaşanan diğer sorunlar karşısında 8 saatlik işgünü, demokrasi, özgürlük, adalet ve barış talepleri işçi sınıfının öncelikleri olarak belirginleşmektedir.
Bu önceliklerin yaşama geçirilmesi, tüm işçi sınıfının ve tüm emekçi halk kesimlerinin örgütlü ve ortak mücadelesiyle mümkün olacaktır.
Sonuç
Ana hatlarıyla anlatmaya çalıştığımız her biri kitaplar dolusu bir hikayeyi içinde barındıran iki olay birbiriyle tümüyle bağımsızdır.
1 Mayıs AFL’nin 1886 genel grev başarısından yola çıkarak, 1890 yılında 8 saatlik işgünü için yeni bir genel grev yapılması kararı almasıyla başlayan, bu kararın yaygınlaşması amacıyla 1889 yılında toplanan 2. Enternasyonalin gündemine alınmasıyla devam eden ve Paris’teki kongrede kabul edilmesiyle olgunlaşan, 1890 yılında birçok ülkede gerçekleştirilen eylemlerle biçimlenen bir sürecin sonucudur.
Özünde 8 saatlik işgünü talebi vardır.
Ulusal bir eylem, uluslararası bir sınıf mücadelesine dönüşmüştür.
Dolayısıyla Chicago’daki komplo ile işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak 1 Mayıs’ın kökeni ile en küçük bir bağlantısı bile yoktur.
Bu durum ne 1 Mayıs’ın tarihteki yerini ne de Chicago’da katledilen işçiler ile işçi önderinin idam edilmesinin işçi sınıfı mücadelesindeki önemini azaltır.
Her ikisi de farklı bir biçimde işçi sınıfı mücadelesinin önemli kilometre taşlarıdır.
Notlar:
[1] Yıldırım KOÇ, 1 Mayıs’ın kaynağına ilişkin yanlışlar;
yildirimkoc.com.tr/usrfile/133
[2] Sabahın sahibi var, DİSK Yayınları no: 58, Mayıs 2011, Sf. 1
[3] sendika.org/2013/04/1-mayisin-
[4] T. V. Powderly, Thirty Years of Labor (1890)
[5] Samuel L. Gompers, Eight Hours, Seventy Years of Labor (1925)
[6] Proceedings of the Amerikan Federation of Labor, 1906
[7] Alexander Trachtenberg. May Day Archive, The History of May Day, marxists.org/subject/mayday/ar
Not: Metnin Türkçesinde Yıldırım Koç’un makalesindeki çevirisi tercih edilmiştir.
sendika.org/2024/04/1-mayisin-

Yıl 1909, Osmanlı’da 1 Mayıs: Ameleyi efkar-ı hürriyet efkar-ı sosyalizm sardı

Tuba Güneş

“Türkiye’de tek bir ihtimal vardır: Büyük Devrim; Ermenileri, Türkleri, Kürtleri, Süryanileri, Yezidileri, Dürzîleri, Rumları, Yahudileri, Arapları, Arnavutları ve Makedonları köle eden bu rejim, bütün bu halkların birleşik gücüyle devrilmelidir”

Not: 30 Nis 2016 tarihinde yayımlanan bu yazıyı yeniden okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.

Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu, Üsküp 1 Mayıs’ını Enternasyonal’e rapor ediyordu ki sosyalist örgütlerin çağrısıyla o gün 120 Bulgar ve Sırp ile 10 Türk işçi, İşçi Bayramı için bir araya gelmişti. Selanik’te ise Yahudisi, Türkü, Makedonu, Bulgarı pek çok milletten işçi bir miting gerçekleştirmişti. Bando eşliğinde, kızıl bayraklarla Osmanlı’da bir yürüyüş yapılmıştı. Rıhtım’dan başlanan yürüyüşte, kırmızı mürekkeple basılan 1 Mayıs Gazetesi dağıtılmıştı. Osmanlı için o gün bir sürpriz miydi?

Üstelik “İşte mayısın birinde, mücadele meydanında toplanan işçinin bütün talepleri bundan ibarettir” diye şunları sayıyorlardı:

Tam siyasal özgürlük
Savaşların sona erdirilmesi
Genel hukuk kurallarına uygun olarak, gizli oy ile doğrudan seçim
Millet egemenliği
Günde sekiz saat çalışma usulünün kabulü
Hukukun ve nitelikli işlerin korunması ve yeni kanunlarla garanti altına alınması
Selanik ve Üsküp 1909… Osmanlı İmparatorluğunun bilinen ilk kitlesel 1 Mayısları tarihe böyle geçti. O günü ve mekanı anlamak, sınıftan korkmaya başlayan rejimi, sınıfın 1 Mayıs kutlama cesaretini, öncesinde ve sonrasındaki işçi ayaklanmaları ve grevlerini görmekle mümkün. Ve elbette ki tüm bu olan biten, hatta ardının gelmesi sürpriz olamazdı.

1908 yılında Meşrutiyet’in ilan edilmesinin ardından geçen 10 yıl içinde Osmanlı’ya matbaanın gelişinden beri (yaklaşık 200 yıl) basılan kitap sayısından çok kitap basılmış, yalnızca oluşmakta olan burjuvazinin değil, işçi sınıfının da aydınlanmasını mümkün kılan şartlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Ve elbette ki döneme dünya çapında damga vuran sosyalizm düşü Osmanlı’da yeni yeni işçileşen halkı es geçmemişti.

“Zahmetkeşin fabrika, toprak”
1878-83 arasındaki beş yıl içinde Selanik’te açılan içki, sabun, tuğla, çivi, demir fabrikaları ve pek çok atölye ile Selanik’te hem bir işçi kitlesi oluşuyordu hem de sınıf kini. 1904-1906 yıllarında Selanik, Üsküp, İstanbul, Kavala, Manastır, Edirne, Vodenli’de binlerce işçi grevlere çıkmıştı. Grevlerde 2. Abdülhamid yönetimine, ağır koşullara ve kıtlığa tepki gösteriliyordu. Çoğunlukla Hıristiyan ya da Yahudilerin ellerinde olan özel işletmelerde de kamu işletmelerinde de grev yayılıyordu. 1908 yılındaysa tütün fabrikalarında çalışan işçiler sendika kurmuştu. Aynı yıl yayımlanan Taşnak bildirisi ile sınıfın kimliğinin iyice belirginleştiği görülüyordu: “Biz işçileriz, biz ülkemizin lanetlileriyiz, alevleri yükseltenleriz, ülkemizdeki yenilikçileriz biz.”

“Enternasyonalle insanlık can bulur”
1909 1 Mayıslarında çeşitli milletlerden işçilerin bir araya gelmesine de şaşmamak lazım. Hemen öncesinde, Makedon, Bulgar ve Ermeniler arasında sosyalist örgütlenmeler çoğalıyordu. Bulgar Sosyal Demokrat İşçi Partisi karma sendika örgütlemeye başlamıştı. Örgütler ulusların isimleri ile anılıyordu ancak enternasyonal fikirli yapılardı. Ermenilerin kurduğu Yerkri Tzayn dergisi “Türkiye Ermenileri kendi kurtuluş davalarını, aynı boyunduruk altında yaşayan başkalarının kurtuluş davalarından ayırmamalıdırlar. Türkiye’de tek bir ihtimal vardır: Büyük Devrim; Ermenileri, Türkleri, Kürtleri, Süryanileri, Yezidileri, Dürzîleri, Rumları, Yahudileri, Arapları, Arnavutları ve Makedonları köle eden bu rejim, bütün bu halkların birleşik gücüyle devrilmelidir” diyordu.

“Yıkalım bu köhne cihanı/Kuralım bir yeni âlem”
Ve 1909 yılına gelindiğinde sonraları Sosyalist İşçi Fırkası’nı da kuracak olan İştirakçi Hilmi’nin dergisi İştirak çıkmaya başlamıştı. “Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar” sloganı ile çıkmaya başlayan derginin 1 Mayıs’ı karşılayan sayısında tarih yazanların liderler değil halk olduğuna dikkat çeken makalenin peşinden 1 Mayıs çağrısı geliyordu: “Yarın Batılılarda (Frenklerde) mayısın biridir. Bilimsel sosyalizmin sosyal demokrat prensiplerinin seslerinin keyifle çınladığı her memlekette çaba gösteren evladı ve gayretin kulaklarında ‘Ey bütün ülkelerin emekçileri anlaşın ve birleşin!’ sesleri yankılanır. Her tarafta bütün sanayi işçileri, bütün sosyal demokrat partiler, işsizler gibi meydanı uyanışın ilk adımı olup, milyonlardan oluşan orduları üzerinde kızıl bayrakların sayısız kolları ortaya çıkar. O bayraklarda ‘Yaşasın bir mayıs enternasyonal sosyal demokrat’ cümlesi nakşedilmiştir.”

1 Mayıs, sonrasını da tetikledi, güçlendirdi. Daha iki ay geçmeden Selanik İşçiler Derneği kentte 6 bin işçinin katıldığı yürüyüş gerçekleştirildi. Çok geçmeden de Adapazarı ve Bilecik işçileri greve başladı. Hemen ardından Bursa’daki ipek işçisi 3 bin kadının büyük grevi… İşçilerin direnişine kulak tıkamak ne mümkündü. İpek işçisi kadınlar gazetelere mektup yollayıp herkese ulaşıyordu: “Emek ve çalışma denen cihan yasası bizi ödüllendirmeye değer görmüyor. Daima eziyet, daima felaket. Daima sıkıntı ve sefalet. İşte günlük durumumuz, dileğimiz. Duyarlı insanlar, var olan toplumun bolluk ve mutluluğunu yöneten düşünürler topluluğu, işçi kızların genel çığlıkları karşısında niçin bu derecede dilsiz kalıyorlar?”

“Arzın sefil ve mahkûm insanı/Arza hâkim olur o dem”
Ve sesini yükselten işçi sınıfı ile 1909 1 Mayıs’ını, 1910’daki Selanik, Veles ve birçok Rumeli kentindeki, 1911’de Üsküp, Selanik, İstanbul, Kumanova, Veles, Edirne’deki, 1912’de Selanik ve İstanbul’daki 1 Mayıs kutlamaları takip etti. İşçilerin uyanışının korkuttuğu Osmanlı İmparatorluğu’nun Tatil-i Eşgal Kanunu yasakları nedeniyle 1913 ve 1914’te kutlama yapılmadı ancak bildiriler dağıtıldı. 1921’de İştirakçilerin önderliğinde yeniden kitlesel kutlamalar yapılmaya başlandı. İşte bu miting İstanbul’daki Abide-i Hürriyet’in 1 Mayıs Meydanı olmasını sağlamakla kalmadı. 1920-22 yıllarındaki 1 Mayıs’lara güç verdi. Onlara da emperyalizm karşıtı tepkiler damga vurdu. İşçi sınıfı öyle bir korku yaratmıştı ki takip eden Cumhuriyet yıllarında, 1925’ten 1976’ya kadar 1 Mayıs’ın İşçi Bayramı olarak kutlanmaması için pek çok taktik denendi.

Not: Ara başlıklar Osmanlıca Enternasyonal Marşı’ndandır.

* Başlığın günümüz Türkçesindeki karşılığı: İşçiyi özgürlük düşünceleri, sosyalizm düşünceleri sardı.

Kaynak:

İştirak, 18 Nisan 1236, Sayı 10
Osmanlu İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik-Erik Jan Zürcher -İletişim Yayınları

sendika.org/2024/04/yil-1909-o

İnsanlar üzgün olduklarında genellikle hiçbir şey yapmazlar. Sadece içinde bulundukları duruma ağlarlar. Ama öfkelendiklerinde, bir değişim yaratırlar.
-- Malcolm X

Astare şa boosted

"European Union faces test of credibility over police raid on Kurdish broadcaster [in Belgium (and France)]

A political institution that boasts in such a way about the defence of human rights, freedom of opinion, freedom of the press and thus also the defence of minority rights cannot remain silent about the police action against the Kurdish broadcaster Roj-TV if it does not want to lose its credibility."
medyanews.net/european-union-f

Weeeell sure, but see, there's a difference between what the EU has in its laws and regulations, even the Treaty of Lisbon, etc (supposed "constitution" equivalent of the EU) compared to what the EU actually does in practice.
Especially if there are potential aspects of racism and similar, because then all supposed immutable principles are just plain disregarded. It has been like that since the EU's predecessors merged from being just the "European Coal and Steel Community" → "European Economic Community" → "European Community" → "European Union".
The union's true foundation is Capital first, People maybe (unless scary foreigners, because then they're not human).
That is what is being used here as then thin tip of "meh, it's just some foreigners, so we don't care" of the crowbar that the far-right WILL use to wreck YOUR human rights throughout all of EU and beyond.

Show thread
Astare şa boosted
Astare şa boosted

The European Federation of Journalists now also condemns anfenglish.com/freedom-of-the- the attack against news journalism in Belgium through the raid of TV-channels Stêrk TV and Medya Haber on grounds of France having on suspected order from Erdoğan had its "anti-terrorist prosecutor" order Belgium to violate the freedom of the press allegedly related to the funding of the democratic confederalism political party PKK, which specifically was ruled years ago by Belgium's Supreme Court to NOT be a terrorist organization because its defense guerrillas HPG/YJA-Star follow the Geneva Conventions and therefore is a legal party to conflict (which is exactly how the relevant laws and customs of war are supposed to work, since about the year 1870).

Show thread
Astare şa boosted

Links to some of the recent news events described in my previous toot on terror-State Turkey's war against democracy and press in western Europe through NATO, once again:

medyanews.net/turkish-state-st
anfenglish.com/freedom-of-the-
anfenglish.com/freedom-of-the-
anfenglish.com/freedom-of-the-
anfenglish.com/freedom-of-the-
anfenglish.com/news/police-tak
anfenglish.com/freedom-of-the-
anfenglish.com/freedom-of-the-
anfenglish.com/freedom-of-the-
anfenglish.com/freedom-of-the-
anfenglish.com/freedom-of-the-
anfenglish.com/freedom-of-the-
anfenglish.com/news/knk-turkey
anfenglish.com/freedom-of-the-
anfenglish.com/freedom-of-the-
anfenglish.com/freedom-of-the-
anfenglish.com/news/mesopotami
anfenglish.com/freedom-of-the-
anfenglish.com/freedom-of-the-
anfenglish.com/news/attacks-on
anfenglish.com/women/women-def
anfenglish.com/news/activists-
anfenglish.com/news/lawyer-les
anfenglish.com/news/european-l
anfenglish.com/freedom-of-the-
anfenglish.com/freedom-of-the-

Show thread
Astare şa boosted

Apparently decision on whom to be picked to replace conflict escalator Stoltenberg as chief of NATO nears, because two recent rimes such a chief was picked Turkey used its NATO-vote to extort the war bloc into further attacking democracy, especially in form of freedom of press in EU+NATO member States in exchange for lifting its block against candidate favored by all others, incl shutting news TV-stations and other press in EU+NATO member States because Turkey disliked them for favoring freedom struggles, feminism, democracy and resistance against occupation and genocide, etc, so as always applied label of "terrorism" against that journalism through the incorrect terror-label against democratic confederalism party PKK.

Now, France on apparent order from ally of "former" al-Qaeda dictatorship Turkey raided press and apparently ordered Belgium to same, targeting Stêrk TV and Media Haber favoring democracy, ecology, feminism and peaceful coexistence in diversity, so is considered by Turkey+lackeys too similar to PKK.
Belgium years ago became only EU-state where Supreme Court ruled according to actual law, that since PKK follows Geneva Conventions it can't be "terrorist organization" but legal conflict party, no matter baseless label EU imposes for terror-State Turkey.

News links in next toot:

Brezilya’da 2.000 Yıllık Hayvan ve Gök Cismi Tasvirleri Keşfedildi

Brezilya’daki arkeologlar, ayak izlerini, gök cismi benzeri figürleri ve domuz gibi hayvanları tasvir eden çok sayıda kaya oyması keşfetti.
arkeofili.com/breziyada-2-000-

Antakya’da Bulunan Dünyanın En Büyük Tek Parça Mozaiği

2009’da başlayan “The Museum Hotel Antakya” inşası sırasında bulunan bu mozaik, bilinen en büyük tek parça taban mozaiği olma özelliği taşıyor.
arkeofili.com/antakyada-buluna

Ünlü fizikçi: 'Evren 27 milyar yaşında ve karanlık madde yok'

Tanınmış fizikçilerden Rajendra Gupta, evrenin 26,7 milyar yaşında olduğunu savunduğu yeni bir çalışma daha yayınladı.
cumhuriyet.com.tr/bilim-teknol

Amerikan üniversiteleri ayakta: 1968 ruhu nasıl Gazze’nin sesi oldu?

Amerika bir haftadır Gazze için ayakta. Columbia’da başlayan Filistin gösterileri, Teksas’tan Ohio’ya, Georgia’dan California’ya bütün Amerikan üniversite kampüslerine yayıldı. Gösterilerin fitilini Columbia’nın ilk Arap rektörü Minuşe Şefik’in 56 yıllık bir geleneği bozarak kampüse polis sokup, 113 öğrenciyi sadece Filistin için çadır kurdukları için toplu bir şekilde gözaltına kurdurması ateşledi. NYU göstericileri engellemek için Batı Şeria duvarını andıran bir duvar inşa etti, Teksas’ta atlı polisler kampüse girdi, Princeton’da lisansüstü öğrenciler okul kampüsünden atıldı, Georgia’da öğrencilerinin tutuklanmasına tepki gösteren hocalar yerlerde sürüklenerek gözaltına alındı. Trumpçı-Cumhuriyetçi kanaat önderleri bile polis şiddetini kınamaya başladı. Amerika’da bir şeyler değişiyor. 1968’de olduğu gibi.
serbestiyet.com/gunun-yazilari

Show more
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.