Show newer

“Kara cahillerle, kendini beğenmiş dalgacılar arasında sıkışıp kaldık.”

Ernest Hemingway

Yüzyılın başlarında kurulan, kurdurulan barbar "TC" devleti 1915 öncesi ve sonrası
gerçeklestirilen soykırımlar üzerine
kurulmuş bir
devlettir.
"Dış güçler"den çok Anadolu'daki halklara, azınlıklara karşı savaşmış ve katliamlar yaparak kendini meşrulaştırmıştır..
Asıl düşmanları Ermeniler, Yunanlar, Süryaniler,
Yezidiler ve bugün de kürtler olmuştur...
1921'de kurulduğunda Kürtleri ve Alevileri yanına çekmiş, kandırmış, bugünde onları yok etmek istiyor...

Bu devletin kurucu partisi CHP bu insanlık suçun tek sorumlusudur...
... kendi geçmisiyle hesaplaşmayan devlet ve bu parti savunucuları tüm bu tarihin suç ortaklarısınız...

Mahmut Uzun
instagram.com/p/C_sOZRFqiWo/

30 Ağustos Dedikleri…

1921 yılında Lozan eksenli yapılan görüşmelerde, o vakte kadar Osmanlı İmparatorluğu tarafından işgal altında tutulan, yönetilen toprakların bir kısmında Türklerin ulus devlet kurması kararlaştırılır.
İngiltere, İtalya ve Fransa, müttefikleri olan Yunanistan’ı yalnız bırakırlar; bununla da yetinmez, Ermenileri, Kürtleri, Pontuslu ve Rumları Türklerin eline teslim ederek Türkleri destekleme kararı alırlar.
Bunun nedeni, Ekim Devrimi’nin kapitalist dünyada yaratmış olduğu tehdit idi.
Kurulmasına izin verilecek olan Türk devleti, devrimin yayılmasının önünde bariyer olacaktı.
Sovyetler Birliği de Türklerin devlet kurmasından yanaydı çünkü Türkleri destekleyerek onu emperyalist kuşatmanın parçası olmaktan uzak, kendisine yakın tutmak istiyordu.
Türkler, emperyalist blok ile Sovyetler Birliği arasındaki çatışmadan faydalanmayı ve iki tarafı da idare etmeyi iyi bildiler.
Yunanistan ise geri çekilmek zorunda kaldı; yani kimse kimseyi denize dökmedi.
Dumlupınar’da başlayıp İzmir’de sonlandırılan savaşın neticesi 1921 yılında Lozan’da zaten kararlaştırılmıştır. Yani ortada kazanılmış bir zafer yoktur; bu da tıpkı Ergenekon gibi bir Türk efsanesidir.
Osmanlı Devleti, Almanya, Avusturya/Macaristan İmparatorluğu saflarında savaşa katılmış, 1918 yılında da İngiliz, Fransız güçlerine teslim olmuştu.
Mustafa Kemal ise Çanakkale’de savaş cephesini terk ederek İstanbul’a geri dönmüş, ordudan istifa etmişti.
Teslim olmuş bir devletin ve dağılmış bir ordunun subay eskilerinin “Yedi Düvele Karşı” savaş kazandığına inanmak için Türk olmak lazım. Yani kazanılmış değil, İngiltere ve Fransa, tarafından Türklere bahşedilmiş bir “galibiyet” söz konusudur.
Kemal Sunal’ın oynadığı Tosun Paşa filmindeki güreş sahnesi ne kadar gerçeği ifade ediyorsa Türklerin savaştan zaferle çıktığı da o kadar gerçektir.
30 Ağustos (Geçmişteki adıyla Başkumandan Zaferi), milyonlarca insanın katledilmesi ve sürgüne gönderilmesi neticesinde coğrafyanın yeniden işgalinin, Ermenilerin, Kürtlerin, Pontusluların bağımsızlık haklarının gasp edilmesinin ve Türkleştirilmesinin kilometre taşlarından biridir.

Komünist Zemin

6-7 Eylül Pogromu’ndan Kayseri pogrom girişimine

Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın olaylar sonlandıktan sonra Beyoğlu İstiklal Caddesi’ndeki hasarı görünce etrafındakilerin duyacağı bir sesle İçişleri Bakanı Namık Gedik’e söylediği ‘Galiba dozu fazla kaçırdık’ sözleri planlamanın boyutunu göstermekte

Murad Mıhçı*

“İnsan diğer varlıkların acımasız yok edicisi olduğu sürece sağlık ya da barış nedir bilmeyecektir. İnsanlar hayvanları katlettiği sürece birbirlerini öldürecekler. Cinayet ve acı tohumları eken, sevinç ve sevgi biçemez.”

Pisagor

yeniyasamgazetesi6.com/6-7-eyl

Samanyolu-Andromeda çarpışması çoktan başladı mı?

Galaksi halesi ilk kez bu kadar detaylı incelendi

indyturk.com/node/744730

Eriyen Buzullarda Yeni Arkeolojik Eserler Keşfedildi

Arkeologlar, Norveç'in Lendbreen bölgesindeki buz parçaları üzerinde yaptıkları çalışmalar sırasında birçok yeni keşifte bulundu.

aktuelarkeoloji.com.tr/kategor

6-7 Eylül olayları, gazetecilik ve gazeteciler

İrem Barutçu

“6-7 Eylül kolektif bir çalışmadır. İstihbarat örgütü devrededir. Hükümet, en iyi niyetli yorumla, protesto gösterilerinden medet ummaktadır. Hükümetçe himaye edilen bazı gruplar, kışkırtmaya yönelik rol üstlenmiş, sokaklarda gösteri ve şiddete göz yumulmuş, olaylara zamanında ve gerektiği gibi müdahale edilmemiş, gayrimüslim vatandaşların can ve mal güvenliği korunamamıştır. Türk basınının bazı yayın organları ise olaylar öncesi ötekileştiren, hedef gösteren haber ve yorumlar yapmışlardır. Arşiv kayıtları, bu gazetelerde çalışan kimi bireylerin, gazetecilik mesleğinin sınırlarının ötesine geçtiklerini de gösterir.”

mesele121.org/6-7-eylul-olayla

Yurtdışındaki İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu

Korkunç 6-7 Eylül 1955 Olaylarının 60. Yıl Dönümü

İstanbul Rum Toplumuna Karşı Pogrom
• İstanbul Rum Toplumu, 6 Eylül 1955 akşamı başlayıp 6 Eylül gecesi ve ertesi gün de (7 Eylül ) tüm şiddetiyle devam eden, önceden planlanarak yürürlüğe konulmuş kitlesel bir saldırıya uğradı. Sayıları 100.000 varan saldırganlar, 40-50 kişilik gruplar halinde organize edilen merkezi bir koordinasyon altında tahrip eylemlerini gerçekleştirdiler. Geçen yıllar bu kitlesel harekatın Özel Harp Dairesi tarafından tasarlanarak gerçekleştirildiğini ortaya çıkarmıştır (TBMM-Darbeler Komisyonu Raporu-Kasım 2012).

•Bu kitapçıkta, olayların tarihi çerçevesi ve İstanbul Rum Toplumunun 1923 yıllından sonra tarihi kısaca anlatılmaktadır.
•60 Yıl evvel vuku bulan bu olay Nazi Almanya’sında 8-9 Kasım 1938 tarihlerinde Yahudi Toplumuna karşı gerçekleşen Kristal Gece ile büyük benzerlikler taşımaktadır. İki kitlesel şiddet olayı, aynı provokasyon-önceden planlama-güvenlik güçlerinin seyirci kalması ve özelikle kilise/sinagok-mezarlık-iş yerlerini tahrip etme gibi aynı eylem zinciri ile birbirleriyle paralellik göstermektedir..

hyetert.blogspot.com/2015/09/y

“Vur dediler vurduk, kır dediler kırdık"

**6-7 Eylül pogromunun üzerinden 64 yıl geçti. Aralarında din adamlarının da bulunduğu çok sayıda insanın hayatını kaybettiği, öncelikle Rumlar sonra da Ermeniler başta olmak üzere gayrimüslim toplumların dehşet günleri yaşadığı bu pogromla ilgili hala kamuoyuna mal olmamış belgeler var. Araştırmacılar Hüsnü Gürbey ve Mahsuni Gül dönemin Anadolu Ajansı çalışanı Selçuk Emre’nin o vakitler yazdığı bir rapordan yola çıkarak o iki günde neler yaşandığına ışık tutuyor.**

HÜSNÜ GÜRBEY-MAHSUNİ GÜL

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphaneler ve Müzeler Müdürlüğü Atatürk Kitaplığı'nda bulduğumuz iki yeni belgenin (1) birincisinde; olayın bir numaralı tanığı olan ve Anadolu Ajansı kadrosunda gözüken Selçuk Emre’den, İstanbul Valisi Ord. Prof. Dr. F. Kerim Gökay, şu istekte bulunur:
“6-7 Eylül hadise günü Vilayette bulunduğunuz zamanlardaki müşahadelerinizi (gözlemlerinizi) yazılı olarak bildirmenizi rica ederim. 14/12/1955
İstanbul Valisi/İmza”

Selçuk Emre, sunduğumuz raporu hazırlar. Rapor çok sade bir dille ve olayları hiç abartmadan olduğu gibi aktarır. Ayrıca raporda geçen olayların, yine aynı arşivde bulduğumuz “İstanbul Merkez Kumandanlığı Nöb. Subaylığı, sayı: 73 806 ve 7/9/1955” ve müteakip tarihlerde hazırlanan tutanaklarla tutarlılık göstermesi bakımından ayrı bir önem kazanır.
Bu rapor, üzerinde durulması gereken beş soru hakkında kesin, net ve doğru cevap verir. Şöyle ki:

1-Olaylar hükümet bilgisi dahilinde Özel Harp Dairesi (kontr-gerilla) tarafından provokasyon amacıyla düzenlenmiştir
Selanik’te olan-bitenin ne olduğu biliniyor, İstanbul’daki gelişmeler de bu tezi doğrulamaktadır. Gerçekten gelişmeleri belgeler ışığında analiz ettiğimizde, olayların provokasyon amaçlı kontr-gerilla tarafından ve hükümet bilgisi dahilinde gerçekleştirildiği görülür. Provokasyon, sadece Selanik’te Atatürk’ün evinin bahçesine ses bombasının atılmasıyla sınırlı tutulmamıştır; İstanbul’da kitle içinde, kitleyi yönlendiren hava değişimli Topçu Kıdemli Yüzbaşı Hamdi Özkanlı isimli bir subay ile birlikte dört sivil daha tespit edilip tutuklanmış ve tutuklular korgeneral isteği üzerine formalite icabı bir sorgulamadan geçirildikten sonra aynı gece serbest bırakılmışlardır. Bu çok önemli bir kanıttır ve biz bu kanıtı, “İstanbul Merkez Kumandanlığı” tarafından tutulan tutanaktan anlıyoruz. (2)
Merkez Kumandanlığına getirilen beş kişi (ki aralarında Hv değişimli  Top. Kd. Yzb. Hamdi Özkanlı da var) Korgeneralin emir eri tarafından şifahi olarak sorgusu yapılarak serbest bırakılır. Bunlardan birisinin Yüzbaşı olduğu biliniyor, acaba diğer dört kişi kimdi? Muhtemelen Kontr-gerillanın sivil unsurlarıdır.

Türkiye’de her dönem Basın-MİT-Kontr-gerilla iç içe geçmiş ve birlikte çalışmışlardır. Yukarıda görüldüğü gibi kontr-gerilla ajanları kitleyi yönlendirirken, İstanbul Ekspres gazetesi de üst üste yıldırım baskılar yaparak halkı galeyana getirmekte ve sokaklara dökmektedir. Halk bir kere sokaklara dökülmesin, sokaklara dökülen halkı coşturmak ve yönlendirmek, onlar için sorun olmayacaktı.

2-Hükümet bu eylemi yapmakla neyi amaçlamıştır? 
Türkiye’nin o güne kadar Kıbrıs diye bir sorunu yoktu. İngiltere, artan Rum toplumsal muhalefetine karşı, Kıbrıs’taki üslerinin varlığını kalıcı ve yasal hale getirmek için Türk toplumunu dengeleyici unsur olarak kullanmak istiyordu; bu amaçla Kıbrıs’ın statüsünü belirlemek için Londra’da Yunanistan ve Türkiye’nin de katılacağı bir konferans düzenlemek istiyordu. Ayrıca İngiltere, Rumların, Enosis örgütünün aracılığıyla adayı Yunanistan’a bağlayacağı gerekçesiyle Türkiye’yi el altından kışkırtıyordu. Türkiye’nin girişimiyle adadaki Türkler de hareketlendi ve onlar da “Kıbrıs Türk’tür” adlı örgütlerini kurdular. Ada üzerindeki İngiliz görüşünün Türkiye tarafından kabul görmesi, hükümetin elini güçlendirdi. Bundan böyle hükümet İstanbul’daki Rumları Kıbrıs’a karşı rehine olarak kullanacaktı, kullandı da. Selçuk Emre de, raporunda bu konuya değinir ve şunları yazar:
“İstanbul’da o günlerde garip bir hava vardı. Bu hava Londra’da toplanacak Kıbrıs Konferansı yaklaştıkça kesafetini arttırıyordu. Bu arada kulaktan kulağa 28 Ağustos gününün Kıbrıs’ta katliam günü olacağı söyleniyordu. İstanbul’da müteşir gazeteler de bu haberi veriyor, Yunanca gazeteler kışkırtıcı neşriyatta bulunuyordu. Ayrıca gazeteler Yunanca gazetelere çatarlarken, Kıbrıs hakkında her türlü haberi ön plana alarak büyük başlıklarla bildiriyorlardı.”

3-Hükümet olayın neresindedir?
Gerek Cumhurbaşkanı, gerek Başbakan ve gerekse hükümet üyelerinin 6 Eylül günü saat 19’a kadar İstanbul’da bulunmaları, onların olaylardan haberdar oldukları; ihtimaldir ki İçişleri Bakanlığı aracılığıyla olayı sevk ve idare ettikleri, Selçuk Emre’nin yazdığı raporda net görülmektedir: 
 “Reisicumhurumuz Celal Bayar İzmir’de (3) bulunuyordu ve bir gün evvel, 5 Eylül’de İstanbul’a müteveccihen İzmir’den vapurla hareket etmişti. Başvekilimiz Adnan Menderes İstanbul’da bulunuyordu. 6 Eylül sabahı saat 11’de Reisicumhurumuz İzmir’den geldi. Başvekil ile diğer vekiller ve Vali tarafından Galata rıhtımında istikbal edildi ve kendisini karşılayanlarla birlikte yolcu salonundan ayrıldılar.
Reisicumhurumuzun İstanbul’a geliş haberlerini Ankara ve İstanbul Radyolarının öğle servisine yetiştirmek üzere doğruca Ajansa geldim. Haberi yazıp Ankara’ya verdikten sonra Ajans dâhilinde çalışmaya başladım. Bu esnada Atina’dan ‘Selanik’te Atatürk’ün evine 5 Eylül gecesi bombalı bir saldırı olduğu, binanın camlarının kırıldığı, can kaybının olmadığı, Atina Hükümetinin konu üzerinde titizlikle durduğunu, binanın bekçisinin şüphe üzerinde gözaltına alındığı’ haberi ulaştı.” 

Haber ajansa düştükten sonra hemen Ankara’ya bildirilir. Selçuk Emre de haberi Cumhurbaşkanı’na ve Başbakan’a ulaştırmak için harekete geçer:
“İstanbul’da ise gerek Reisicumhuru ve gerekse Başvekilimizi bulmak kabil olmuyordu. Her taratan menfi cevap alıyorduk. O zamanki polis müdürü Alaaddin Eriş’i telsiz telefonla bulmak mümkün oldu. Reisicumhur ile Başvekilin öğle yemeğini Beyoğlu’nda Abdullah Lokantasında yiyeceklerini bildirdi. Lokantayı aradık henüz gelmemişlerdi. Müdür Muavini haberin bir suretini alarak hemen lokantaya gitti. Ben telefonla aramağa devam ediyordum. Fakat bir türlü temas mümkün olamıyordu. Az zaman sonra Umum Müdür Muavini telefon ederek haberi gerek Reisicumhur yaverine ve gerekse Başvekâlet hususi kamel (kalem olacak) müdürüne verdiğini bildirdi. Saat 13’e gelmişti. Haberi evvelâ Ankara Radyosu okudu. 45 dakika sonra da İstanbul Radyosu haber bülteninde tekrarladı. Haber çok kısa zaman içinde İstanbul’a yayıldı. Ajans telefonları durmadan işliyor ve halkımız bu mevzuda ne kadar hassas olduğunu gösteriyor ve mütemim malumat istiyordu. Saat 15’e doğru İstanbul Ekspres gazetesi ikinci baskı yaparak haberi büyük başlıklarla verdi…Gazete adeta İstanbul’da kapışılıyordu.”
İstanbul’da bulunan Cumhurbaşkanı ve Başbakan 6 Eylül akşamı ekspresle (trenle) Ankara’ya hareket edeceklerdi. Selçuk Emre, saat 18’de Haydarpaşa’ya ulaşmak için Ajanstan ayrılır; detaylarını ekteki raporda göreceğiniz gibi önce Vilayete uğrar, Vilayet olağanüstü bir hal yaşamaktadır, olayları kontrol etmekte güçlük çeken Vali, orduyu harekete geçirmek için emirler verir. Yeniden yola çıktığında, Karaköy vapurunun kalktığını, yolların ise heyecanlı kalabalıklar tarafından dolduğunu görür ve bu hengâme içinde karşıya geçmek için Kabataş’tan arabalı vapura biner: 
“Üsküdar yolu ile Haydarpaşa’ya geldim…Trenin hareketine daha zaman vardı. Henüz kimseler gelmemişti. Haydarpaşa garında her zaman görmeye alıştığım kalabalıktan başka bir kalabalık ve üstü başı pek de iyi olmıyan(olmayan) yeni çehreler vardı. Bu kalabalık arasında dolaşan sivil memurlar vardı. Bu normaldi. Çünkü Devlet ve Hükümet reislerimiz Ankara’ya hareket edeceklerdi.
Haydarpaşa’ya önce, o zamanki Başvekil Yardımcısı Prof. Fuat Köprülü geldi. Beraberinde İstanbul mebuslarından Celal Fuat Türkgeldi ve Fürüzan Tekil Beyler vardı. Ben de bu arada Umum Müdür Muavini Nail Mutlugil ile buluştum. Reisicumhurumuzla Başvekilimizin teşriflerine intizara başladık. Gardaki tuhaf hava devam ediyordu. Sağda solda, o günler çok moda olan, elinde ‘Kıbrıs Türk’tür’ afişi bulunan şahıslar dolaşıyordu. Hele bir tanesi bunu göğsüne, ceketinin içine bunlardan birini iğnelemişti…

Celal Bayar 6-7 Eylül sonrası İstiklal Caddesi'nde

Reisicumhur hazretleri maiyetleri ile birlikte teşrif etti ve vagonun önüne geldi. Başvekil henüz gelmemişti. Ayrı olarak gelecekti. Başvekilin gelmesine intizar eden Reisicumhurumuz vagon önünde kendisini uğurlamağa gelenlerle hasbıhalde bulunuyordu. Bu esnada gardaki kalabalık bir çember halinde Reisicumhuru ve beraberindekileri sarıyordu. Başvekil trenin hareketine birkaç dakika kala Acar Motoru ile Haydarpaşa’ya geldi. Kendisini Londra’dan telefonla aradıklarından doğruca Gar Şefinin odasına girdi.
Başvekilin telefondan dönmesine intizar olunurken kalabalıktan biri çıkarak: ‘Kıbrıs Türk’tür, Kıbrıs’ı Yunanlılara vermeyiz’ diye bağırıyor, gerek Reisicumhur ve gerek Başvekil ve gerekse Demokrat Parti hakkında sitayişkâr (övücü) sözler söylüyor, etrafında bulunanlar da tezahüratla ona katılıyorlardı. Bu arada hallerinden öğrenci oldukları anlaşılan iki genç Reisicumhura yaklaşarak onun önünde bu kalabalığa teşvik edici sözler söylemeğe ve ‘Kıbrıs Türk’tür Türk kalacaktır’ diye bağırmağa başladılar. ‘Kıbrıs için kanımızı dökmeğe hazırız’ ‘Emredin hemen Kıbrıs’a gidelim’ sözleri durmadan tekrarlanıyordu. 
Başvekil telefondan döndü…Tezahürat arasında trene bindiler ve tren mutat saatinden 10-15 dakika geç Ankara’ya müteveccihen hareket etti…”

Şimdi buna ne buyrulur? Kan akıtmaya yeminli başıbozuk kitleler sokaklara dökülmüşler, Rumlara, Ermenilere ait dükkânlara, mağazalara, kilise ve evlere saldırıyorlar, önüne çıkan her şeyi yağmalıyorlar, yakıyorlar, tahrip ediyorlar; Valilik ise acz içinde olayları kontrol edemiyor. Devlet Başkanı ile Hükümet Başkanı ise hiçbir şey olmamış gibi çok rahattırlar, kışkırtıcı tezahüratlar altında trene binip, lüks vagonlarında Ankara’ya hareket etmektedirler. Bunu kim nasıl yorumluyorsa gerçek odur, bizim ilave edecek bir söze gerek kalmamıştır….

Dönemin AA muhabiri Selçuk Emre'nin raporunun ilk sayfası

4-Kolluk kuvvetleri vazifesini yaptı mı?
Selçuk Emre’nin raporundan anlıyoruz ki güvenlik kuvvetlerinin bırakınız olayları önlemek, seyirci kaldıkları ve yer yer de çapulculara yardım ettiklerini görüyoruz. Haydarpaşa’da, Cumhurbaşkanı ve Başbakanı uğurladıktan sonra tekrardan Dolmabahçe’ye geçen ve buradan tuttukları taksi ile saat 21 sularında Ajansa gitmeye çalışırken yolda karşılaştıkları manzarayı şöyle anlatır:
“….Tophane’deki seyrüsefer ışıklarının yanına geldiğimiz zaman 100-150 kişilik bir grup, ellerinde bayraklar ‘Kıbrıs bizimdir, Kıbrıs Türk’tür, Atatürk’ün evini bombalayanı biz yaşatmayız’ diye bağırarak Karaköy tarafından gelip Boğazkesen’e döndüler. Bu grup bir başıbozuk alayından farksız ve hepsinin elinde sopalar ve demirler bulunuyordu. Geçtikleri her dükkânın camını, çerçevesini indiriyor, içindeki eşyaları tahrip ediyorlardı. 
Hayretler içinde kalmıştık…Ne olduğunu pek kavrayamadık…Yol açıldı…Ağır ağır kapı içine doğru tramvay caddesini takiben ilerliyorduk. Tramvay caddesi adeta bir harp meydanını andırıyordu. Caddenin her iki tarafındaki ekseri dükkanlar tahrip edilmiş, içlerindeki eşyalar sokağa atılmıştı…Ve tahrip işi devam ediyordu. Polisler cadde boyunca sıralanmışlar, dükkânları tahrip eden kudurmuş haldeki halka sadece bakıyorlardı.”
(…)
“Kapıiçinden Karaköy’e yaklaştıkça tahribat derecesi artıyordu. Karaköy ve Karaköy Meydanı tahrip edilmiş ve sokağa atılmış buzdolabı, motosiklet, bisiklet ve sair maddelerle dolmuştu. Yol boyunca ters çevrilmiş ve yakılmış otomobiller vardı. Karaköy’deki mağazaların üst katlarından top top kumaşlar atılıyor ve aşağıda bulunan şahıslar tarafından bu kumaşlar geçen otomobillerin tamponlarına bağlanarak caddelerde sürüklendiriliyordu. Karaköy’de noktanın yanında bulunan bir şapkacı dükkânı tahrip edilirken noktadaki polis ve dükkânın önündeki bir jandarma bu tahrip işine seyirci bulunuyordu.” 
Buradan Vilayet’e geçen Selçuk Emre, İçişleri Bakanı Dr. Namık Gedik’in kendilerinden birkaç dakika önce vilayete geldiğini öğrenirler.
Gedik: “Bu bir milli galeyandır.”
“Valinin yanına girerek müşahadelerimizi anlattık. Vilayetin bütün telefonları işliyordu. Durumu derhal kavradık…Bu hareket, bu ayaklanma bütün İstanbul’da vardı. Beyoğlu, Karaköy’de gördüklerimizden daha feci bir hale gelmişti…Her taraftan vilayete başka bir fena haber veriyordu. İstanbul adeta kaynayan bir kazan haline gelmişti.
“Vali, polis müdürü ile telefonda konuşarak kat’ı emir veriyor ve icap ederse zor kullanın, mani olun, şehrin tahribini önleyin diyordu. Diğer taraftan Ordu Müfettişliğine de telefon eden Vali, askeri birliklerin hala gelmemiş olduğunu söylüyor bu ne iştir, diyordu. Ve ordu birliklerinin süratle vak’a yerlerine sevkedilmesini vaziyete hâkim olmalarını istiyordu.”
(…)
 “Vali Gökay, Emniyet müdürüne odasında bulunduğum anda ikinci defa telefon ederek, 'Daha şiddetli davranın, aman vermeyin’ diye emir verirken, odada bulunan Dâhiliye (İçişleri)  Vekili diğer telefonla İstanbul’da bulunan Emniyet Genel Müdürü (o zamanki) Etem Yetkiner’e ve dolayısıyla Emniyet Müdürü’ne ‘Polis nazik davransın, yumuşak davransın. Bu bir milli galeyandır, önüne geçilmez’ diyordu. Gelen haberlerden bu işin, tertipli bir iş olduğunu anlaşılıyor ve bunun üzerinde konuşuluyordu. Dâhiliye Vekili bu hususta da ‘Olamaz, tertip olamaz, bu milli galeyandır’ dedi.”
“Zaman ilerliyor ve hadiseler durmadan gelişiyordu. Adeta İstanbul’u bir felaket kaplamıştı. Ordu Müfettişi Vedat Paşa ve 66’ıncı Tümen Kumandanı Tümgeneral Namık Argüç vilayete geldiler…Vali kendilerinden ordu kuvvetlerinin nerede olduğunu soruyor ve ordunun derhal müdahale etmesini, şiddet kullanmasını, icap ederse civardaki askeri birliklerden daha kuvvet getirilmesini istiyordu. Durum bu merkezde olmasına ve şiddet kullanılması artık bir zaruret haline geldiği halde Dâhiliye Vekili hala yumuşak davranılması fikrini muhafaza ediyordu.”
“Bu arada otelde bulunan Nafia Vekili (Bayındırlık Bakanı) Kemal Zeytinoğlu Dâhiliye Vekilini telefonla aradı. Dâhiliye Vekili Nefia Vekilinin söylediklerine cevaben ‘Sen anlamazsın. Bu milli galeyandır. Önüne geçilmez, sen yollarınla meşgul ol. Biz yapacağımızı biliriz. gibi laflar söylüyordu.”
İçişleri Bakanı’nın, gerek Vali’nin ‘Müdahale ediniz’ emrini aynı odada bir başka telefonda Emniyet Genel Müdürlüğü nezdinde iptal etmesi ve gerekse bayındırlık Bakanı ile girdiği polemik, bu olaydaki konumunu netleştirmektedir. “Sen yollarınla meşgul ol biz yapacağımızı biliriz” demekle, bu olayın sevk ve idaresini, hükümet adına kendisinin icra ettiğini ikrar ediyordur.

5-Ordu zamanında müdahalede bulundu mu?
İlk saldırı Nişantaşı’nda bir Rum vatandaşın sandviç dükkânına karşı olur ve haber takriben saat 17 sularında vilayete ulaşır. Vali Gökay, derhal Emniyet Müdürü’nü arar ve orduyu harekete geçireceğini söyler. Emniyet Müdürü, sakin bir vaziyete, öyle bir vakanın olmadığını, olaya hâkim olduklarını ve orduyu harekete geçirmeye gerek olmadığını söyler. Fakat Vali endişelidir, ısrarı üzerine Vilayete gelen Emniyet Şube Müdürü’ne, havi  zarflı emrini, Ordu Müfettişine ulaştırmak üzere verir. Haydarpaşa’da Cumhurbaşkanı ile Başbakanı uğurlamakta olan Ordu Müfettişinin eline emir takriben saat 18.50’de geçer.
Olayın vahameti belidir, derhal sıkıyönetim ilan edilip, sokağa çıkma yasağı uygulanması gerekir. Ama öyle olmuyor; İstanbul Merkez Komutanlığı’nın tuttuğu tutanaktan anlıyoruz ki, işin askeri yanı tamamen savsaklanarak geçiştiriliyor ve ancak saat 22.00-22.30 arası ilk müdahalede bulunabiliyorlar. Selçuk Emre raporunda konu hakkında şunları yazar:
“…Sonradan gelen haberler de hepimizi şaşırttı. Çünkü başlarında subay bulunmayan askerler, nümayişçilerle birleşiyor ve adeta bu tahribe bir vazife yapıyormuş gibi iştirak ediyordu. Başlarında emir verecek kimse olmadığı için, emri nümayişçilerden alıyorlar ve hatta onlara yıkmakta seyirci ve yardımcı oluyorlardı. Vilayetten bu durumu önlemek için emir üstüne emir veriyor, vali paşaları sıkıştırıyor, hatta ağır söylüyordu.” (...)
“Nihayet muhtelif askeri birliklerden kuvvetler gelmeğe ve şehri sarmağa başlamıştı. Hatta birkaç grup da vilayete geldi. Bu arada bir de deniz birliği vardı. Fakat vilayete gelen birliğe mensup askerlerle ve subaylarla konuştuğumda, hayretle kimsede mermi bulunmadığını öğrendim.” (…)
“Saat 23’ü geçiyordu. Gelen haberler vilayetten verilen emirlerin tatbik edilmediğini, hala daha polisin işe seyirci kaldığını, hatta ordunun tam manası ile işi ele almadığı anlaşılıyordu. Vali Ordu Müfettişi Vedat Paşa’yı çağırarak:
‘-Paşa bütün vebali ve günahı bana olmak üzere, vur emrini veriyorum. Nümayişçilere ihtar edilsin. Eğer söz dinlemezlerse, dağılmazlarsa, karşı gelirlerse derhal ateş edilsin.
Paşa, Valinin emrini diledi ve mütebessim bir çehre ile:
‘-Aman Vali Bey, dedi. İkinci Muğlalı hadisesi (4) yaratmayalım.’ Vali sözlerini tekrarladı. Paşa odada çıkarken söyleniyordu. ‘Emir verirler, mesuliyet faslına gelince, tereyağından kıl çeker gibi kendilerini sıyırırlar’ diyordu. Vali vur emrini, telefonla sağa sola bildirmesine rağmen, maalesef emir yerine getirilmedi. Alınan cevap acı oldu. 
‘-Cephanemiz yok…’
Çünkü cephane dağıtılsın diye emir verildiği halde, tek bir kurşun dahi askere verilmemişti.”
(…)
“Vur emri üzerine aradan zaman geçmesine rağmen şehirde tek bir silah patlamamıştı. Valiye, Başvekile haberin verildiği bildirildi. Bir müddet sonra Başvekil Sapanca’dan telefonla Vali ile görüştü. Vali, Başvekilin örfi idare (sıkıyönetim) ve Fevkalade Hal ilan edilmiş olduğunu, sokağa çıkmanın yasak olduğunu söyledi.” 

Dönemin valisi Gökay'ın talebi

Cephaneyi Mengüç Paşa bilerek ve isteyerek vermemiş
“Mengüç Paşa tekrar vilayete geldi Durumu sorduk. ‘Duruluyor’ dedi ve devamla dedi ki: ‘İyi ki mermi dağıttırmadım. Kan gövdeyi götürecekti, kamyonlarda cephane vardı. Cephane sandıklarının başlarına nöbetçi diktim ve tek bir mermiyi vur emrine rağmen vermedim. Başımı yakmam’ dedi. Bu sözler karşısında Umumu Müdür Muavini Nail beyle hayret içinde birbirimize bakıştık. Bir tarafta bir şehir harap oluyor, milli servet tahrip ediliyordu. Bunun önlenmesi için en büyük mülki amir ve bizzat Başvekil tarafından verilen emir şahsi endişelerle yerine getirilmiyordu.”
“Sonuç:  Olayın bir tertip olduğunu, daha telgraf hatları kesilmeden AP ajansı birkaç fotoğraf ile Frankfurt’taki merkezine bildirmişti. Telgraflarda; ‘sistemli bir şekilde yapılan bu hareketin devamı müddetince Türk polisinin seyirci kaldığı, hatta polisin nümayişçileri teşvik ettiği’ yazılıydı. Saat 18.30 da Taksim’de kısa bir mitingle başlayan bu hareketin şehrin her tarafına birden sirayet ettiği, kamyonlarla taş ve bir boydan hazırlanmış sopaların ve demirlerin getirilerek Taksim’e ve Beyoğlu’na döküldüğü bildiriliyordu.”
“Vilayet önünden geçen eli bayraklı birini tutuk içeri aldık. Ne yaptığını, nereden geldiğini sorduk. Kendisi oldukça içkiliydi.
‘-Abi, vur dediler vurduk, kır dediler kırdık’ dedi. Elinden bayrağı almak istediğimiz zaman vermek istemiyor, diretiyor ve vermemek için ağlıyor. ‘Benim canım, Kıbrıs gibi onu da vermem diyordu”

‘Vur dediler, vurduk; kır dediler kırdık’
Selçuk Emre’nin bahsettiği “Vurun dediler, vurduk, kırın dediler kırdık” sözleri 6-7 Eylül olaylarını özetler niteliktedir. Yine İçişleri Bakanı’nın söylediği “Biz yapacağımızı biliriz” sözleri, 6-7 Eylül pogromunun, hükümetin bilgisi dâhilinde, Özel Harp Dairesi yani Kontr-gerilla tarafından düzenlenmiş provoke amaçlı bir hadise olduğu tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır.  Bunun böyle olduğunu dönemin Özel Harp Dairesi’nde (Seferberlik Tetkik Kurulu) görevli ve daha sonra bu dairenin başkanı olan Sabri Yirmibeşoğlu’nun 23 Eylül 2010 tarihinde Gazeteci Fatih Güllapoğlu’na verdiği mülakatta ikrar ederek: “6-7 Eylül de, bir ‘Özel Harp’ işiydi, ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı” diyecektir. 
14 Mayıs 1950’de demokrasi vaadiyle iktidara gelen Demokrat Parti (DP) hava koşullarının da elverişli gitmesi sayesinde ilk üç-dört yılda Anadolu’da büyük atılımlar yaptı, fakat bilinçsizce girişilen yatırımlar bir süre sonra durdu ve toplumda coşkunun yerini giderek hoşnutsuzluk almaya başladı. DP hükümeti ekonomik sıkıntılar nedeniyle yükselen muhalefet ve hoşnutsuzluğu Kıbrıs üzerinden milliyetçi bir hezeyana çevirerek geçiştirmeyi amaçladı. Yükseltilen milliyetçilik hem gündemi değiştirdi hem de Hıristiyan unsurların mal varlıkları bir kez daha el değiştirdi. Selçuk Emre, belki de istemeyerek yazdığı bu raporuyla böyle üzücü bir hadiseyi aydınlatmaya katkıda bulunarak tarihe not düşmüştür.

(1) İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphaneler ve Müzeler Müdürlüğü Atatürk Kitaplığı; Belgenin Demirbaş Numarası: Bel_Mtf_ 049111)
(2) İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphaneleri ve Müzeler Müdürlüğü Atatürk Kitaplığı.Demirbaş numarası: Bel_Mtf_049112 ‘’
(3) İsim takılardaki düzeltmeler tarafımızda yapılmıştır. Aslı İzmirde gibidir.)
(4) Muğlalı Hadisesi; 1943 yılı Temmuz ayında Van Özalp’te 33 Kürt köylüsünü sınıra götürüp kaçakçılık süsü vererek öldürme emrini veren III. Ordu Müfettişi General Mustafa Muğlalı.
agos.com.tr/tr/yazi/22859/vur-

“Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat, arkana bakma. Kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de."

—Halil Cibran

“Az çalanlar hapse girer, çok çalanlar kariyer yapar.”

Eduardo Galeano

Ey Zerdüşt, burası büyük şehirdir; burada bir şey bulamazsın ve her şeyi kaybedersin sen.

Neden bu çamurdan yürümek istiyorsun? Ayaklarına acısana!
En iyisi şehrin kapısına tükür de – geri dön!

Böyle Buyurdu Zerdüşt. Friedrich Nietzsche

Doğru olanı yapman için, ihtiyaç duyduğun korku mu? İyi olman için tehdit edilmen mi gerekiyor? Ceza almaktan mı korkman gerekiyor?

Friedrich Nietzsche

“İnsanların yaslanabilecekleri bir şeyleri olmalı. Belki de insan, bütün hayatını yaslanabileceği o şeyi aramaya adıyordu.”
Gwendolyn Brook, Maud Martha

Kendi düşünceleri içine saplanıp kalan, sürüye
dahil olan, gökyüzündeki ışığı görmemek için
yere bakan insanlardan nefret ediyorum.

Emile Zola

"...Bunun sonucunda da, her insan kendi karakterine bakıp kafasında tanrı için değişik ibadet şekilleri geliştirdi; bu tanrı her şeyden, herkesten çok onu sevsin ve bütün doğayı onun keyfi isteğine ve doymak bilmez hırsına uygun olarak yönetsin istedi. İşte bu önyargı sonradan batıl inanca dönüştü ve insan zihninin derinlerine kök saldı; herkesin varlıkların nihai amaçlarını anlamak ve açıklamak için bunca uğraş vermesinin nedeni oldu bu önyargı. Ama insanoğlu doğada hiçbir şeyin boşuna yaratılmadığını (yani doğada insanın yararına olmayacak hiçbir şeyin olamayacağını) göstereceğim diye böyle yana yakıla araştırmalar yaparken, sanırım sadece doğanın ve tanrıların insanlar gibi hezeyan içinde olduğunu gösterebildi. Tanrı aşkına, baksanıza sonunda olanlara! Doğadaki bunca rahatlığa karşın insanoğlu bunca rahatsızlık yaşamaya mecbur kaldı, fırtınalara maruz kaldı mesela, depremlere, hastalıklara ve daha nicelerine. Bu kez şöyle düşünmeye başladı, bütün bu felaketler tanrıları öfkelendirdikleri için başlarına geldi, çünkü yanlış işler yapıp tanrılara zarar verdiler ya da tanrıların kendine özgü ibadet şekillerine harfiyen riayet etmediklerinden günah işlediler. Günlük yaşamlarında edindikleri deneyimler onlara bunun tersini söylese de, yaşadıkları sayısız örnek bu tür felaketlerin hiç fark gözetmeden hem dindarların hem de dinsizlerin başına gelebileceğini kanıtlasa da, yine de kafalarında kök salmış bu önyargıdan bir türlü vazgeçmediler; çünkü başlarına gelen bu olayları, nasıl kullanacaklarını bilemedikleri aletler gibi değerlendirmek onların kolaylarına geldi, böylece sistemi toptan yok edip yeni bir sistem kurmaktansa, nasıl cahil doğdular öyle de yaşayıp gittiler."

Baruch Spinoza

Ethica

instagram.com/p/C_fU-7MuKma/

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.