Show newer

Helenizme adanmış bir ömür: Gazeteci, Pontos aydını Kapetanidis

Tolga Güney

Gazeteciler tarih boyunca gerçekleri yazmak uğruna yurtlarından, geleceklerinden, sevdiklerinden nihayetinde de canlarından vazgeçtiler. Tek amacı görülmeyeni, duyulmayanı tüm dünyaya duyurmak ve göstermek olan gazeteciler sürgünlerle, açlıkla dize getirilmek istendi yine de ‘uslanmayanlar’ ise boyunlarına bağlanan iplerle, silahlarla hayattan çok sevdikleri kalemlerinden koparıldı. Çoğunun isimleri adlarına verilen ödüllerde, sokaklarda, caddelerde ya da filmlerde, belgesellerde yaşadı, kimi ise uğruna mücadele verdiği değerler gibi unutulup gitti.

Unutulan o gazetecilerden birisi de Pontos ve Helenizm davası için hayattan koparılan Nicos Kapetanidis. 1889’da Pontos Rizounta’da (Rize) doğan Nicos, Amasya İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp idam edildiği ana kadar Pontos için mücadele etti, Pontos’ta yaşanan katliamları yazdı. Kepetanidis sadece bir gazeteci değil, sendikacı, aktivist, ilerici bir aydındı. Öyle ki Trabzon Metropoliti Ηarilaos Hrisanthos’un 1919’da Paris Barış Konferansı’na katılması için şehirden ayrılması ile şehri yönetmesi için bıraktığı heyette Kofidis, Karvonidis, Galinos Konstantinidis ile birlikte Kapetanidis’te yer aldı.

Pontoslu gazeteci Nikos Aslanidis onu anlatırken şu ifadeleri kullandı: “Ölümünden bir asır sonra, Kapetanidis ne kadar da haklı! ‘Boş tartışmalar, nefret ve hamlık’ bizleri nerelere getirdi, bir bakın. Kaç gazeteci mesleğini bir mücadele, kutsal ve yüce bir görev olarak görüyor acaba? Gazetecilik ahlakına ne kadar saygı duyuyor da ‘ideoloji tüccarı ve sanayiciler’le her gün mücadele ediyor? Belki de tüm bunlara saygı duymadığımız için, bugün toplumumuz bugün umut etme hakkından yoksun…

Nikos Kapetanidis sadece cesur ve mücadeleci değildi. Yunan gazeteciliğinde kolay kolay rastlanmayan bir özellik olan kendi yazı stilini oluşturmakla da kalmadı. Görevinin ve misyonunun bilincinde bir gazeteciydi. Eğer benim neslim başarısız olduysa, umarım gelecek nesiller başarılı olur. Ne yazık ki, Kapetanidis’in yaptığı fedakarlık çoğu Helen tarafından, hatta gazetecilik faaliyetini icra eden bizler tarafından bile bugün bilinmiyor.

Ne kadar da haklı… Gazeteciliğin tüm etiğinin ayaklar altına alındığı, Pontos’ta o gün de bugün de yaşananların halen yazılmaya cesaret edilemediği gerçekliği her gün yüzümüze vuruyor, yalanlar tarihsel gerçekliğin üstüne sis indiriyor. Fakat o sisi yırtmaya niyetli Kapetanidisler her devirde olmaya da devam ediyor.”

SENDİKACILIKTAN GAZETECİLİĞE

Trabzon’daki Frontistirio’dan mezun olan Kapetanidis, gazeteciliğe başlamadan önce kısa bir süre Fostiropulos kardeşlerin bankasında, muhasebecilik yaptı. Devrimci fikirleri o yıllarda oluşan ve sendikal hareketin aktif çalışmasına katılan Kapetanidis, Pontos’taki ilk sendika organı olan Rum Ticaret Çalışanları Derneği’ni kurdu ve derneğin Genel Sekreterliğini yaptı. Gazeteciliğe başladığında da işçi sınıfının çıkarlarını savunmaya devam etti.

Gazeteciliğe başladığı yıllarda önce “Sisifos”, daha sonra “Spyros Fotinos” takma isimlerini kullanan Nikos Kapetanidis, “Inspection” dergisi ile profesyonel olarak sahaya atıldığı andan itibaren kendi adını kullandı. Derginin son altı sayısının çıkarılması sorumluluğunu alan Kapetanidis, daha sonra da haftalık Salpinga (Borazan) gazetesinin yayın müdürlüğünü yaptı. İttihat ve Terakki’nin başlattığı ırkçı politikalara karşı ve Pontos’un bağımsızlığı için yazılar yazdığı gazete, daha sonra kapatıldı.

Kapetanidis, Salpinga’nın kapatılmasından sonra üç yıl boyunca (1918-1921) savaş kaleminin güçlü bir iz bırakacağı “Epohi (Çağ)” gazetesini yayınladı.

İlk sayısı 27 Ekim 1918’de yayınlanan Epohi kapatıldığı güne kadar Pontos’un ve Helenlerin sesi oldu. Kapetanidis, ulusal sorundan toplumsal soruna, eğitimden kadınların sorunlarına kadar birçok konu hakkında yazdı. Sahip olduğu tek silahlar olan kalem ve kağıdı ile mücadeleye girişmekten hiç geri durmadı.

‘TEK KELİMEYLE HELENİZ’

En çok ilgilendiği konu Helenizm ve Pontos’ta Rumlara yönelik yapılan cinayetler ve baskı politikalarıydı. Kendini bir Helen olarak tarifleyen Kapetanidis “Osmanlı Rumları” tanımlamasına da karşı çıkarak, 16 Kasım 1918’de şöyle yazmıştı: “Şehrin Rum gazeteleri, Rumlardan bahsederken hâlâ onlara ‘Osmanlı Rumları’ demeye devam ediyor. Jön Türklerin boş laflarının dayattığı bu sahte unvandan bıkmadılar mı hâlâ? Bırakın artık bu maskeyi de özgür bir rüzgar essin, Helenizm Paskalyasını kutlayalım. Bizler sadece Yunanız, sade Yunan, tek kelimeyle Yunanız, işte o kadar!”

Kapetanidis Pontusluların sadece ulusal kurtuluşunun yeterli olmayacağının da farkında olarak sosyal ve entelektüel bir mücadelenin de gerekliliğine inanıyordu. Türk ya da Rum olmasına bakmaksızın o dönemdeki sermayenin sömürüsüne karşı emekçi halkın desteklenmesi gerektiğini düşünen Kapetanidis 1917 Ekim Devrimi ve Almanya’daki sosyal demokrat ayaklanması da yakından takip ediyordu. Kapetanidis, Troçki ve Lenin’in devrimle ilgili yazılarının yanı sıra Trabzonlu Rum sosyalist Yorgos Skliros’un “Sosyal Meselemiz ve Demotika Savunucusu” gibi çalışmalarını gazetesinde defalarca yayınladı. Yine Trabzon’daki memur ve işçilerin yaşadıklarına dair Aralık 1918 ile Ocak 1919 arasında “Çalışanlar Nasıl Yaşıyor” başlıklı makale dizisi yayınlayarak, yaşanan yoksulluk karşısında Pontoslu patronlara seslendi.

Yine 22 Eylül 1920 tarihli Epohi’de yayınlanan “Halk Uyanışı” başlıklı yazısında tutucu düşünce ve toplumu bastıran anlayışların yıkılması gerektiğini ve Çağdaş Helenizm’in kurulması gerektiğini savunan Kapetanidis, “Toplumumuzdaki üst makamlardakilerin boş inançlar, eski sistemler ve yıkılmaya hazır yapılarla çalıştığını söylemek hiç de yanlış olmaz. Çağdaş Helenizm, bizim için bilinmeyen bir kavramdır. Bugün halkı yöneten iktidar üst makamlardakilerin huysuzluğu, çoğunluğun tutuculuğu ve herkesin cahilliğiyle hayatta kalmaktadır. Bunlar er ya da geç halkın uyanışını yok edecektir. En tabii şekilde bir yandan başkaldıracak olan cahil ve bilinçsiz halk önüne gelen, kutsal ve ahlaki olan olmayan her şeyi yıkıp geçektir. Bu yıkım iyi kötü ayırmadan gerçekleşecektir. Burada, Doğu’da halkın uyanışı hayat geçip de güzel ve umutlu bir gün doğumuna doğru ilerlemeye başladığında, bedenen ve ruhen güzel gençlerin halkın köleliğinin kurtarıcıları ve Doğu Helenizm’inin ulusal ve sosyal olgunluğunun öncüleri olmasını diliyoruz tüm kalbimizle” diye seslendi.

Kapetanidis, bir devrimci olarak düşlediği Pontos’un adil, eşit ve özgürlükten yana olmasını da istiyordu. Pontos’u var eden emekçilerin hak ettiği değeri görmesini ve adil bir düzenin kurulmasını düşleyerek, patronlara “…Toplumsal şartlar, yasal ve adil bir çözüm olarak çalışanları kâr payından yararlandırmalıdır… Çalışanların bu adil çözümü tartışması, talep etmesi ve elde etmesi şarttır. Kendi çıkarlarına olanı kolayca algılayabilen tüccarlar da bu çözümü kabul etmeli. Herkes bu eski ve çağdışı sistemleri değiştirmeye yardımcı olsun…” diye seslendi.

Pontoslu yoksullara da seslenen Kapetanidis “Özel Servet, yoksul halkın refahı için herkesin ortak iyiliğine katkıda bulunmayı reddederse, hangi ahlak anlayışı toplumun bütününü (ulus, devlet, toplumsal gruplar), çoğunluğun yararına bu servete el koymaktan alıkoyar ki?” sorusunu sordu. Emekçilerin oluşturduğu servetin, tüm toplum için harcanması gerektiğini düşünen Kepetanidis, bu zenginliğe bir avuç insanın el koymasına da karşı çıktı. O dönemin Trabzon’unda da sosyalist oluşumların oluştuğunu, Rum aydınlarının da zenginliğin eşit paylaşımdan yana tavır aldığını Kepetenidis’in yazılarında görüyoruz.

PONTOS’UN ENTELLEKTÜEL GELİŞİMİNE KATKISI

Kapetanidis’in gazetecilik kimliğinin ötesinde bir Pontos aydını olduğunu en çok eğitim ve kültür üzerine yazdığı yazılarda görüyoruz. Pontos’un entelektüel gelişimini çok önemseyen Kapetanidis, Rum gençlerinin Pontus okullarında Patrikhanenin muhafazakarlığının dayattığı eğitime karşı çıktı. Epochi’de 2 yıl boyunca yayınladığı 44 makalede, öne çıkardığı en önemli konu ise eğitimin halkın ulaşabileceği ve daha kolay anlayabileceği düzeye indirgenmesi oldu. Eğitim dilinin halkın kullandığı Demotiki lehçesinde verilmesi gerektiğini savunan Kepetanidis, bunun sağlayacağı toplumsal ve entelektüel özgürlüğün ulusal bağımsızlık talebinin de yükselmesine yardımcı olacağını anlattı. Kapetanidis, eğitim reformu gerçekleştirilmesini savunarak, şöyle seslendi: “…Eğitim kurumlarımızı teftiş eden makamın karanlıktaki ışık, hapishanedeki özgür rüzgar olmasını talep ediyoruz. Eğer bunu, şu anda Romanizm dincilikle kendini sarfetmekte olan Ulusal Merkez (Patrikhane) yapmaya başlamazsa, o zaman büyük ulusal Makam (Yunanistan) yapsın…”

Eğitimin yanı sıra Pontos’un kültürel gelişimini de gazetesinde sık sık savunan Kepetanidis, Yunan yazarlar Gavriilidis, Zaharias Papantoniu, Pavlos Nirvana’nın yanı sıra Pontoslu Yorgos Skliros’un yazıları ile şairler Yorgos Suris, Yorgos Drosinis ve Kostis Palamas’ın şiirlerine yer verdi. Yine Oscar Wilde, Lev Tolstoy ve Maksim Gorki’nin de öykülerini gazetesinde yayınlayan Kepetanidis, Pontusluları kültürel anlamda da ileri taşımayı istedi. Ayrıca Spiros Fotinos takma adıyla yazdığı edebi metinlerin yanı sıra “Denizde Paskalya” ve “Yanis’in Mektupları” adlı öykülerini de yayınladı.

Yayınladığı makalelerde Pontos’un folklorik mirasını da ele aldı, birçok halk türküsü ve gelenekler yazılar yayınladı. Kapetanidis başta Trabzon Kulübü (Pontos’un kültür merkezi) olmak üzere, Giresun (tiyatro oyunu – Ocak 1919) ve Ordu (Nea Zoi Derneği’nin tiyatro oyunu) gibi şehirlerde, Pontos’taki tüm tiyatro ve müzik performanslarını da kayıt altına alıyordu. Aynı zamanda, Demotiki lehçesinin yaygınlığı için verilen mücadelede çok önemli rol oynayan ünlü, ilerici Helen edebiyat dergisi Numasın da Pontos muhabiriydi.

SANSÜR, TUTUKLAMA, CEZAEVİ, İDAM

Pontos’un ulusal, sosyal, entelektüel ve kültürel kurtuluşunu önüne kapan Kapetanidis’in bu cesareti dikkatten kaçmadı, önce sansüre, tehditlere maruz kaldı, ardından da idamına giden yol açıldı. Gazetesini kapatılmaya, onu ölüme götüren ise Epochi’deki “Pontus’un Helen Tanıklıkları” başlıklı köşesinde yazılar oldu. Bu köşede, Rumlara yönelik gerçekleştirilen cinayetler, hırsızlıklar ve kundaklamalarla ilgili, yazarlardan ve okuyuculardan gelen yazıları yayınlıyordu. Topal Osman’ın ve onun Giresun’da işlediği cinayetler hakkında cesurca yazdığı makaleler yüzünden, Topal Osman 1920 yılının Mart ayında gazetenin bürosuna gelerek Nikos’u açıkça tehdit etti ve pek yakında tekrar görüşeceklerini söyledi.

Kapetenidis, Topal Osman’ın tehditleri sonrasında da kalemini, karanlığı aydınlat için bir fener gibi kullanmaktan vazgeçmedi. Onun inadı önce sansür ile kırılmak istendi, önce gazetedeki bazı sütunlar çıkarıldı, sonra Topal Osman aleyhine yazdığı Giresun (Ekim 1920) makalesi gibi makalelerin tamamı sansüre uğradı. Fakat Kapetanidis Epochi’yi son ana kadar çıkarmaktan vazgeçmedi, 5 Mart 1921’de çıkan son sayıya kadar yazmaya devam etti.

Kapetanidis gazetesi kapatıldıktan beş gün sonra, evinde yapılan aramada, Pontus’un bağımsızlığı için mücadele veren, Marsilya’daki Pontuslu Konstantinidis’ten gelen bir mektup bulunduğu gerekçesiyle tutuklandı. Bir süre sonra aynı gerekçeyle tutuklananların sayısı 69 oldu ve tutuklular 2 ay sonra Amasya’ya gönderildi. Cezaevi Samsun, Bafra ve Pontus’taki diğer bölgelerden gelen ve aynı davadan tutuklanmış birçok Rum’la tıka basa doluydu. “Pontus Cemiyeti Merkez Umumiyesi” Davası olarak bilinen davada yargılananlar arasında Pontos aydınları, din adamları, iş insanı, doktor, tüccar, işçi, köylü Pontoslu yurttaşlar vardı. Kapetanidis ile birlikte Meclis-i Mebûsan’da üç dönem Trabzon vekilliği yapan Matyos Kofidis, Giresun Rum Cemaati Ruhani Reisi Vekili Papaz Yakobi, metropolid katibi Sürmeliogulları’ndan Kaptan Yani oğlu İspir ile Giresun, Ordu ve Trabzonlu tüccarlar hakkında idam cezası verildi. Yine aynı yargılamada Trabzon metropolidi Hrisantos, Giresun metropolidi Lavrandiyos, Ordu Metropolidi İlyadis Polikaryus ile eski Giresun Belediyesi Başkanı Kaptan Yorgi’nin oğlu Kostantin, metropolit vekili Papaz Papatodor mahdumu Kosti ile birlikte Pontoslu aydınlar hakkında ise gıyaben idam kararı alındı. Bu kararlarla Pontos Rumlarına dini ve siyasi liderlik edecek Pontoslular ya öldürüldü ya da Pontos’a bir daha gelmesinin önü kesilmek için haklarında ölüm kararı verildi. Bu yolla Pontos’un ulusal ve entelektüel önderliği yok edildi, ilerlemenin önü kesildi ve Pontoslular lidersiz bırakıldı.

Elinden kalemi alınan, tutuklanan ve ölümle karşı karşıya olan Kapetanidis, burada da duruşundan taviz vermedi, son onuna kadar devrimci kimliğini korudu. Cezaevinden ailesine gönderdiği son mektuplarından birinde “…Devrimci olmakla suçlanalım ve bilim insanları, eğitimliler, aydınlar amansızca yok edilsin …bu olaylardan sağ kurtulacak birkaç kişiden, ne cesaretin ne de soğukkanlılığın beni bir an için bile terk etmediğini öğreneceksiniz …sizlerden sonsuza kadar ayrıldığım için ruhum derin bir yastadır. Ama böylesi bir ölüm güzeldir, şanlıdır… Bu yüzden, üzülmeyin… Sevgili anacığım, senin de için rahat olsun. Ölümümle senin yüreğini ve adını onurlandırıyorum… Ölüm, hepimiz için bir onurdur… Cesur olup bekleyin… İnsan bir defa ölür…” diye yazdı.

Duruşunu İstiklal Mahkemesi’nde de sürdüren Kapetanidis, savunduklarından geri adım atmadı. Onun bu tavrı, Pontoslu Stavros Nikolaidis’in “Pontus’a Ağıt” kitabında şöyle görüyoruz: “Başkan Emin Bey, kendisine Pontus’un bağımsızlığını savunduğuna dair iddianameyi okuduğunda Trabzonlu gazeteci Nikos Kapetanidis Emin Bey’in lafını keserek: ‘Hayır, Başkanım! Ben Pontus’un bağımsızlığını değil doğrudan Yunanistan’la birleşmesini savunuyorum!’ der”.

Duruşunun “cezası” ise idam oldu ve 68 Pontoslu Rum ile birlikte 21 Eylül 1921’de idam sehpasına çıkarıldı. Tüm hayatını Pontos’a adayan Kapetanidis’in darağacına yürürken ki son sözü ise “YAŞASIN HELENLERİN ÜLKESİ” oldu.
pontosgercek.com/helenizme-ada

Dünya çapındaki çok dar bir oligarşi, pratikte, çalışabilecek, bir aileyi geçindirebilecek bir yeri dünyada arayan milyarlarca insan varlığını basitçe hayatta kalma olasılığının dışında bırakmaktadır.

Alain Badiou

Eylemlerimiz bilgi ve zaman üzerine kurulu olduğu için, insan zamanın kölesidir. Düşünce sürekli sınırlıdır, bu nedenle biz çatışma ve mücadele içinde yaşarız. Psikolojik evrim yoktur...

Jiddu Krishnamurti

Benim inanmadığım bir dine inananları kâfir saymanın rahatlığı, beni de kendi dinimi sorgulamaya götürdü.

Mark Twain

Barış mı, güvenlikçi politika mı?

Türkiye’de her gerçek barış arayışı, çatışma ve çelişkilerle mayalanır. Barış, eğer bir gün gelecekse, işte böyle çetin bir yolda gelecektir.

Alattin Bilgiç

Türkiye’nin kronikleşmiş meselelerinden biri olan Kürt sorununda yeni bir dönemin eşiğindeyiz, ya da öyle zannedenlerdeniz. Her defasında hem umutlarımızı hem de endişelerimizi diri tutan, her adımda “Acaba bu defa mı?” dedirten bir barış ve güvenlik kısır döngüsünün içindeyiz. Ekim ayı boyunca yaşanan gelişmeler de bu döngünün karikatür gibi bir yansıması. Devlet Bahçeli’nin el uzatması, tokalaşması ve "barış" kelimesini ağzına alması, bir hafta bile sürmeden çelişkiler denizine yelken açtı.

BAHÇELİ'NİN TOKALAŞMASI VE BİR UMUT IŞIĞI
1 Ekim’de Meclis açılışında Türkiye garip bir manzaraya tanık oldu: Sert dili, milliyetçi söylemleri ve son 10 yılın karar mercii olarak bilinen Devlet Bahçeli, DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın yanına giderek elini sıktı. O an herkesin gözleri “Bu bir işaret mi?” sorusuna kilitlendi. Bahçeli’nin, “Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamamız lazım” sözüne toplumda bir anlam yüklemeye koyulduk. Nitekim Johan Galtung, “barışın olumlu bir güç olarak yalnızca çatışmanın sona ermesi değil, aynı zamanda sosyal adaletin sağlanması” anlamına geldiğini ifade eder. Ancak, bu tür jestlerin toplumsal barış adına gerçek bir adım olarak algılanması için yeterli olmadığını belirtmekte fayda var; ne de olsa Türkiye’de barış, çoğu zaman bir kalp atışı kadar yakın, fakat bir ömür kadar uzak.

BARIŞIN GÖLGESİNDEKİ TEHLİKELİ DENGELER
Tam “Bahçeli başka şeyler mi söylüyor?” diye umutlanmıştık ki, 22 Ekim’de yeni bir bomba patladı. Bahçeli, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın örgütü lağvetmesi koşuluyla “umut hakkına başvurabileceği” gibi bir söz etti. Bu cümle, toplumun barışa dair özlemlerini bir kez daha diriltse de anında karışık bir anlam yüklendi. Devletin yüksek sesle bu meseleye dâhil oluşu elbette şaşırtıcıydı. Bu durum, pek çok kesimde “Devlet cidden mi çözüm arıyor?” sorusunu akıllara getirdi. Ancak Michel Foucault, “devlet iktidar ilişkilerini sürdürmek için çoğu zaman barışı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırabilir,” sözü de aklımızdan çıkmıyor. Türkiye’nin tarihsel süreçleri incelendiğinde, devletin bu tür yaklaşımlarının bir strateji olarak da kullanılabileceği göz ardı edilmemelidir.

Üstelik bu açıklamanın hemen ardından gelen gelişmeler de bu defa sürecin pek de stabil gitmeyeceğinin işaretini veriyordu. Aynı gün, Ömer Öcalan İmralı’da Abdullah Öcalan ile bir görüşme yaptı ve dönüşte Abdullah Öcalan’ın “Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim.” mesajını aktardı. Antonio Gramsci’nin devlet ve sivil toplum arasındaki ilişkiyi açıkladığı hegemonya kavramı burada önem kazanıyor; zira Türkiye gibi çok katmanlı toplumsal yapılar barış söylemini halk arasında hegemonya kurmak için kullanırken barışı nihai bir inşa süreci olarak değil, iktidarın devamını sağlama aracı olarak görebilir. Bu bağlamda, Gramsci'nin “rıza ve baskı dengesi” üzerine teorisi, devletin milliyetçi refleksleri ile çözüm sürecini dengede tutma çabasına ışık tutar.

HUZUR MU, GÜVENLİK Mİ? İKİYÜZLÜ BİR TEZAHÜR
Ancak bu görüşmelerin arkasında, her zamanki gibi Türkiye'nin hassas dengeleri devreye giriyordu. Ülkenin kalbi Ankara'da, TUSAŞ’a düzenlenen saldırı ve PKK’nın saldırıyı üstlenip bunun süreçle bir ilgisi olmadığını açıklaması, toplumda yeni bir dalgalanmaya yol açtı. Barış süreci tartışmalarıyla aynı gün yaşanan bu olayın bir provokasyon olup olmadığı sorgulanmaya başlandı. Provokasyon muydu, değil miydi; sürece bir etkisi var mıydı derken toplum bir kez daha belirsizliğin içine itildi. Aynı gün devletin Rojava'ya düzenlediği hava saldırısı ise kafa karışıklığını iyice artırdı.

Bu olaylar, Edward Said'in “öteki” kavramını anımsatır nitelikte. Said’e göre devletler, çatışma anlarında “öteki” yaratarak kendi iç iktidarlarını meşrulaştırır ve toplumun dikkatini asıl meselelerden uzaklaştırır. Bu bağlamda, barış sürecinde ortaya çıkması muhtemel tüm aksaklıklar, “terör” veya “provokasyon” temalı bir söylemle perdelenmekte. Bu durumda olan bitenler tam anlamıyla bir ironi taşırken, Devlet Bahçeli bir kez daha karşımıza çıktı ve “Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa Türk değildir; Türkleri sevmeyen bir Kürt varsa Kürt değildir” gibi barış kokan bir cümle sarf etti. Hannah Arendt, iktidarın gerçek anlamda kalıcı olabilmesi için barış dilini kullanmanın önemine değinir ve bu dili, kitleleri bir arada tutmanın bir yöntemi olarak tanımlar. Ancak bu söylemler her ne kadar olumlu gibi gözükse de, esas hedefin toplumsal bir birliktelikten ziyade kısa vadeli siyasi kazançlar olması mümkündür. Bu cümle, çok sayıda kişinin zihninde “Devlet çözümde ciddidir” yorumlarına yol açarken hemen ardından 28 Ekim’de Bahçeli’nin “Türkiye Cumhuriyeti'nin bir Kürt sorunu yoktur” açıklaması geliverdi. İşte orada umut, yeniden bir darbe aldı.

SORUNSUZ TOPLUM ALGISI VE 'TEKLİFLER'
Son gelişmelerin arasında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Bu Cumhuriyet Türk'ün de Kürt'ün de Cumhuriyetidir,” yine grup toplantısında “Sevgili Kürt kardeşim, imanına, İslamına, ezanına, vatanına, toprağına, kardeşlik hukukuna sahip çıkmanı istiyoruz. 'Gel Türkiye Yüzyılı'nı birlikte inşa edelim' diyoruz. 'Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında al bayrağımızın gölgesinde aydınlık, müreffeh, kardeşçe bir istikbali birlikte kuralım' diyoruz. Bundan 101 sene önce Cumhuriyet'i birlikte kurduk, bu Cumhuriyet benim olduğu kadar senin de Cumhuriyetin. 'Gel Cumhuriyet'i birlikte hepimiz için bir esenlik yurdu yapalım' diyoruz. 'Gel yumruklarını sıkanları aradan çıkartalım' diyoruz.” ifadesi ve önceden de Özgür Özel’in “Ben de el yükseltiyorum, Kürtlere Türkiye Cumhuriyeti devletinin sahibi olmayı teklif ediyorum” söylemi, bir başka gerçeğe kapı aralıyor: Devletin toplumsal barışa dair algısında sorun ancak dile getirildiğinde var; dile getirilmediğinde ise sorun yoktur. Bu, “sorunun yoksa bu topraklar senindir, dillendirirsen bizzat sen sorun olursun!” gibi bir söylemi barındırmaz mı? Bu önerme, toplumun sorunları ve gerçekleriyle örtüşüyor mu?

Johan Galtung’a göre, toplumdaki eşitsizlikler barışın yüzeyde mi yoksa derinlikte mi kurulduğunu belirleyen unsurlardır ve barış, sorunların gerçek anlamda çözümü olmaksızın sağlanamaz. Türkiye özelinde de Kürtlerin siyasi, sosyal ve kültürel haklarının dile getirilmeyen bir sorun olarak kalması, güvenlikçi refleksle şekillenen bu yapı bu söylemlerin altında yatan çelişkiyi güçlendirmektedir. Kürt meselesini çözmek yerine onu kendi varlık sebebi hâline getirmiştir. “Birlik ve kardeşlik” söylemi, barış kılığına girmiş geçici bir sessizlik değilse nedir?

SÜRECİN GERÇEK MİMARİSİ: MASANIN BİRKAÇ KERE DAHA DEVRİLECEĞİ KESİN
Türkiye, baharın geleceği sanılan bir kış gibi. Bir yandan devletin barış diline yakın söylemleri, diğer yandan güvenlikçi hamleleri, toplumun huzur ve güvenlik ekseninde sürekli yalpalamasına yol açıyor. Barış dedikleri şey, aslında milliyetçi hassasiyetleri kontrol altında tutmanın bir aracı mı? Yoksa gerçekten çözüm masasına bir şans mı tanınıyor? Türkiye’nin güvenlik kaygılarını tatmin ederken barış masasına oturmak gibi çelişkili bir yolu tercih ettiği aşikâr.

Her seferinde kurulması ihtimali doğan ama bir türlü gerçekleşmeyen o masanın, bu süreçte de pek çok kez devrileceği açık. Belki de barış dedikleri şey, Türk siyasetinde ayakta kalmanın en iyi formülü olarak yeniden servis ediliyor. Ancak Herbert Marcuse’un belirttiği gibi, gerçek barış, yüzeysel bir düzen değil, bireylerin siyasi ve toplumsal haklarına dair bir özgürleşme gerektirir. Eğer barış zordur, uğrunda pek çok engel aşılsa bile bir erdemdir diyorsak, bu masaya inanmak, bir gün çözüme ulaşacağına dair umut taşımak gerekmekte. Ne de olsa Türkiye’de her gerçek barış arayışı, çatışma ve çelişkilerle mayalanır. Barış, eğer bir gün gelecekse, işte böyle çetin bir yolda gelecektir.

SON SÖZ
Türkiye’nin siyasi sahnesinde barış ve güvenlikçilik arasında gidip gelen bu ikilem, elbette kolay aşılacak bir yol değil. Fakat sormadan edemiyoruz: Bu ikili arasında savrulmaya devam ederken, barış gerçekten mümkün olabilir mi? Yoksa bu, yalnızca bir siyasi manevra mı? Belki de Türkiye, barış arzusunu bir umut olarak taşıyarak, kendi karmaşık doğasını en iyi hicivle açıklayabilecek bir toplumdur.
gazeteduvar.com.tr/baris-mi-gu

Türkiye’nin Türk, Kürt Burjuvazisinin Kara Tarihinden bir Yaprak: Malatya’da Ermeni Mallarını Kim Aldı?

Malatya hem Tarihi Ermenistan’ın çeperinde yer alması zengin bir Ermeni nüfusunun yanında Türklerin, Kürtlerin ve Kızılbaşların da nüfusun önemli bir parçası olması dolayısıyla ilginç Osmanlı sancaklarından biridir.

Malatya aynı zamanda 1915 Soykırım sürecinde ölüm yolculuğuna çıkarılan Ermeniler için de bir transit geçit ve toplanma bölgesidir. Ancak Malatya öyle sıradan bir geçiş yeri de değil, büyük sürgün kavşaklarının orta yerinde her istikametten gelenlerin önemli ölçüde eritildiği bir ana istasyon, bir nevi temerküz kampıdır. Esasen Malatya civarında bunlar ikilidir. Birincisi batıdan Fırat’a birleşen Tohma Çayı üzerindeki Kırkgöz isimli köprü ve çevresindeki açık alan. Burası Amasya’dan, Tokat’tan, Sivas’tan, Samsun, Trabzon ve Şebinkarahisar’dan, Erzincan, Eğin, Arapkir ve daha başka yerlerden getirilenlerin yığıldığı, kalan erkeklerin bitirildiği, kadın ve çocuklardan Suriye çöllerine doğru yeni kafilelerin oluşturulduğu bir dağıtım noktasıdır. Malatya’dan Harput’a doğru az ilerde, Fırıncılar denilen yol kenarı büyük düzlük ise ikinci kamp yeri olarak kullanılır. Yaz sıcağında, aç susuz bekletilen sürgünler hasta düşer, günde yüzlerce ölü götürülüp suya dökülür. Fırıncılar kamp yeri ayrıca genç kızların Türk ve Kürt ahali tarafından serbestçe kapışıldığı, bir kısım çocukların da yetimhaneye denerek ölüme götürüldüğü bir alandır. Orada iyice ufalandıktan sonra kalanlardan oluşturulan kafileler Beydağı yokuşuna dizilir ve daha ilerde Kahta gibi yeni katliam noktalarıyla eksilerek devam ederler. Başka bir yığın güzergâh ve nokta vardır, ama Furuncu adını bu taraflardan geçirilen bütün sürgünler anılarında büyük acı ve kederle anlatır, çokları evlatlarını burada yitirerek gitmişlerdir. Şimdi İnönü Üniversitesi kampüsünün oturduğu yer, yüz yıl önce yüzbinlerin kendi Golgota’larına doğru eziyet çektiği ve onbinlerin ölü yada kayıp edildiği bir açık hava mezarlığıdır.[i] Kısaca Malatya mezbaha vilayetlerden biridir.

saitcetinoglu.com/turkiyenin-t

Rejimin meşrulaştırılmasında azınlıkların araçsallaştırılması

Sait Çetinoğlu

Rejimin her sıkışmasında, kendini yeniden üretmede ve meşrulaştırmada, araçsallaştırarak en kolay kullanabileceği toplumsal grup azınlıklardır. Kısaca muktedir olmayanları araçsallaştırır. Geçtiğimiz günlerde İzmir Diriliş Kilisesi Rahibi Andrew Craig Brunson’un aylarca süren Türkiye’deki tutukluluğu dolayısıyla ABD ile yaşanan gerilim nedeniyle, ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, Dini Özgürlükler Panelinde bu tutukluluğa değinerek, Rahip Brunson’a verilen cezanın dinî olduğunu vurgulaması karşısında, Türkiye’deki azınlık cemaatleri vakıf ve dini temsilcileri “özgürüz” bildirisi yayınlamışlardır. Açıklamada, “İnancımızı özgürce yaşamakta ve geleneklerimize göre ibadetlerimizi özgürce yerine getirmekteyiz. Baskı olduğunu iddia eden ve/veya ima eden beyanlar tamamen asılsızdır ve maksadını aşmaktadır” denilmişti.

Bir yıl tutuklu kaldıktan sonra hiçbir açıklama yapılmadan serbest bırakılan Alman Die Welt gazetesi Türkiye muhabiri Deniz Yücel’in rehin olarak algılandığı gibi, Rahip Brunson da rehin olarak algılanmış T. C., hem ABD kamuoyunda hem de Batı dünyasında büyük bir prestij kaybına uğramıştır. Erdoğan’ın Polis Akademisi mezuniyet törenindeki; “Ver papazı, al papazı“ söylemi durumu daha vahim bir boyuta taşımıştır. Baskın Oran bu durumu şu sözlerle özetler: “Bizden papaz istiyorlar, sizde de bir papaz var, verin yargılayalım diyorum” zihniyeti ve politikası, Türkiye’yi “Komşularla Sıfır Sorun” politikasından artık sistematik “Herkesle Sorun” ve hatta esir takası evresine getirdi.
Krizden Şark kurnazlığı kurtulmak ve yapılan haksızlığı meşrulaştırarak bu durumdan çıkabilmek için, Batı ile bağlarının bulunduğu ve etkisinin olabileceğini düşündüğü irili ufaklı tüm azınlıkların vakıf ve dini temsilcilerini bir araya getirerek yaptırdığı açıklama ile krizin kalıcılığını ve meşruluğunu sağlamak istemiştir.

Açıklamanın bir gün sonrasında Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, azınlık cemaatleri temsilcileri ile Cumhurbaşkanlığı Dolmabahçe Ofisi’nde yaklaşık 4 saat süren yemekli “görüşme” yapmıştır. Yemeğin ardından, cemaatler adına Türkiye Hahambaşısı İsak Haleva’ya yeni bir açıklama yaptırılmıştır. Haleva, “Bu bildirinin Türkiye’mizin üç tarafındaki denizlerinin ılık dalgaları tüm dünyaya yayılsın. Dünyanın böyle bir manzaraya ihtiyacı vardır. Türkiye örnek devlet olabilir” sözleriyle bildiriye vurgu yaparak. Açıklama ihtiyacının “çatlak sesler”e yönelik olduğunu ekler.
Sözcü İbrahim Kalın, inisiyatifin azınlık temsilcilerinden gelmesinin memnuniyet verici olduğunu vurgulayarak, yurt dışında ülkemiz aleyhinde kullanılan bazı kampanyalarla dini azınlıkların dinini yaşayamadığı gibi iddialarına en güzel cevabı cemaat vakıfları kendileri kendi şahitlikleri ile ortak bildiri ile vermiş olduklarının altını çizer. Ancak bu kullanım yada araçsallaştırma, rejimi meşrulaştırmaya bir etkisinin olmamasının ve rejimi daha fazla teşhir etmesinin yanında, rejime destek niteliğindeki açıklamalar açıklamayı yapan grupları da küçük düşürmektedir.

Tarih bu konuda birbirleriyle yarışacak örneklerle doludur. Biz bunlardan Hamid rejiminin 1894-96 Ermeni Katliamları sırasında yayınlatılan bildiriyle meramımızı anlatmayı sürdüreceğiz; Dönemin Süryani cemaat temsilcilerince Hamidi istibdat rejimine destek mahiyetinde ve katliamları meşrulaştırıcı ortak bir teşekkürname imzalanmıştır. Sultan Abdülhamid’e Kızıl Sultan ünvanını kazandıracak olan ve döneminin en büyük kıyımlarından biri olan, 1894 yılındaki Sason Katliamları’ndan başlayarak 1895-96 yıllarında devam eden Katliamlar, Ermeni vilayetlerindeki 300 bin Ermeni’nin yok edilmesi, kadın ve çocukların Müslümanlaştırılarak Ermeni mallarına el konulması, kiliselerin camiye çevrilmesi, açlıktan ölümler, İhtiyatlı gözlemciler için dahi 1896 yazında, kitle katliamları sonrasından kalan on iki yaş altında en az elli bin yetim… gibi korkunç bir tablo ile sonuçlanmıştır.

Utancın ölümden beter olduğu bir süreç olarak tanımlanan Hamidi dönemin katliamları sürecinde aşağıdaki teşekkürname yayınlananmıştır:
[Süryani Ortodoks Patrikliği, rahipler ve eşraftan 1895 Katliamları –Seyfo – sonrasında Sultan II. Abdülhamid’e hitaben gönderilen] Teşekkür notu
“Bu duacı hizmetkarlar, islam hükümetinin ünlü fatihi Halife Ömer döneminden beri ve huzur içinde yaşamamız için gerekli himayeyi sağlayan ebedî Osmanlı [devletinin] kanatları altında geçen beş yüz yıl için şükran doludur.
Dinimiz, mezhebimiz, dilimiz, mal/mülkümüz ve emniyet ve onurumuz yüce hükümetin himayesi altında ve yurttaşlarımız ve sevgili komşularımız olarak bizi her türlü saldırı ve husumetten koruyan Bu vesileyle, devlet idaresi ve hükümdarlığına şükran duyduğumuz hilafetin [halifenin] şanlı sığınağının ihtişamı ve hayatın devamlılığı için imparatorluk hazretlerine duacıyız.
Son zamanlarda Diyarbakır’da ve civarımızda, Osmanlı devletinin bu sadık ve eski tebaaları olan biz hizmetkarlara karşı Ermeni huzur bozucuların yarattıkları her şeyin tamamen farkındayız.
Onlara katılmaya zorlandık ve tehdit edildik ve her ne kadar bizi, her zaman minnettar olduğumuz babalarımızdan ve dedelerimizden bize kalan en değerli mirasımız olan hizmet yolundan ayırmaya çalışsalar da bizler hizmet ve bağlılığımızı sürdürdük.
Cehaletten muzdarip olanlarımızı sadakat ihsanını takdir ettiğimiz Sultan Hazretlerinin bize bahşettiği sevginin farkındalığıyla velinimetimize karşı yanlıştan uzak tuttuk, engelledik ve uyardık.
Emniyeti tercih ederek her türlü tatsızlıktan kaçınıyor; fesatçıların niyetlerini reddediyor ve eski bağlılığımızın gereklerine itaat ve sadakatle bağlı olduğumuzu onaylıyor ve böyle de devam ettiğimizi size bildirmek istiyoruz.
[bizler] krallar kralı ekselanslarının rızkını ve isteğini bahtiyarlıkla kabul etmek suretiyla kulluğumuza devamı tercih ettiğimizi bildirmek istiyoruz.
Tahkikat komitesine sunulan bu teşekkür notuyla da sadakatimizi beyan ediyoruz.
19 Aralık 1895

Birinci sırada, sağdan sola imzacıların Osmanlıca harflerle adları:
1- Šammas [Diyakoz] H̱annuš; 2- Yaˁqub; 3- Quryaqos; 4- Quryaqos; 5- Tomas Ibn H̱anna; 6-Qas [Papaz] H̱anna ˁAbde; 7- Xuri [Başpapaz] Yusuf; 8- Ya raẖman, twaffëq umur ˁAbdulmasiẖ, baţëryark as-suryan [velinimetimiz efendimizin, süryanilerin patriki ˁAbdulmesiẖ’in çabalarını takdir etmesini dileriz].
Orta sırada, sağdan sola, Arapça ve klasik Süryanice:
1- Maqdisi Jirjis ˁAbde; 2- Yaˁqub Borakji (klasik süryanice yazım); 3- Yusuf (klasik süryanice yazım); 4- Fatẖalla; 5- Yaˁqub; 6- Naˁum; 7- H̱annuš; 8- Şaliba
Arapça ve klasik Süryanice mühürler:
1- Kadim Süryani [Ortodoks] Daniyal Manşuriye cemaati Ramzi Yusuf ; 2- Tuma (klasik süryani yazıyla); 3- H̱annuš; 4- Asya walad-i ˁAmaniyel; 5- Naˁum; 6- Ablaẖat; 7- Naˁum”
Alttaki satır, saǧdan sola doǧru, mühürlü imzacıların adları, Arapça ve Klasik Süryanice harflerle kazılı.1- Süryan kadim Daniyal Mansuriye cemaati
Ramzi Yusuf ; 2- Tuma (Klasik Süryanice harfle); 3- H̱annuš; 4- Asya walad-i ˁAmaniyel; 5- Naˁum; 6- Ablaẖat; 7- Naˁum
Meramımızı anlattığımızı düşündüğümüzden Teşekkürnameye dair herhangi bir yoruma gerek duymadan, Katliamları raporlayan Alman din adamı Johannes Lepsius’un sözleriyle bitiriyoruz: “Üzüntü ve korkudan çılgına dönmüş erkek, kadın ve çocuklar sürü sürü sığınak olarak kiliselere doluşurken orada kurban edilmeyeceklerini sanıyorlar. Başka da yapacak ne var ki zaten? Fakat yüzlerce kilise ve manastırın küle dönüştürülmesi ve bu Hristiyan gâvurluğunun kökü kazınmak isteniyorsa geriye kalanlar teferruattan ibarettir…”
saitcetinoglu.com/rejimin-mesr

"Devletlerin yönetimi namussuzların ve utanmazların eline bırakılırsa, bunlar iyilerin başına bela ve yıkım getirir."

—Platon

Politikacı, kötülüğe neden olan şeyi artırarak kötülüğü düzeltmeye çalışır: yasal yağma.

Frederic Bastiat

Unutulmuş Direniş

Yunanistan, Nazi Alman orduları tarafından işgal edildi (1941–1944). Yok edilemez gibi görünen Nazi işgal ordusuna karşı bir gerilla (partizan) savaşı başladı. Burada bu mücadeleyi anlatmayacağız. Yazıdaki asıl amacımız, Ermeni mültecilerin de Yunanistan için verilen bu kader mücadelesinde önemli bir rol oynadıklarını hatırlatmak ve vurgulamaktır.
medium.com/@PolitikART/unutulm

Van - Timar nahiyesi kilise ve manastırları

Yazar: Robert Tatoyan

Çeviren: Sevan Değirmenciyan

Timar Manastırları

Gıduts S. Garabed Manastırı (Çarpanak Manastırı)

Gıduts manastırı Van Gölünün aynı adlı adasındaydı. XIX. yy. sonu-XX. yy. başında manastır kompleksi S. Garabed kilisesinden, bir çok hücre-odadan ve adaya karşı, gölün güney kıyısında bulunan “dış ev” denen bir kısımdan oluşmaktaydı.

houshamadyan.org/tur/haritalar

İradesini yenemeyen, düşmanını da yenemez.

Hikmet Kıvılcımlı

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.