LGBTİ+ karşıtı yasa maddeleri pakette yer almadı, peki ya şimdi?
Geçtiğimiz hafta meclise sunulan 11. Yargı Paketi'nde LGBTİ+ karşıtı maddelerin yer almadığı görüldü. LGBTİ+ varoluşunu suç haline getiren, “biyolojik” cinsiyete aykırı davranışlar gibi muğlak ifadelerle sadece LGBTİ+ları değil, iktidarın belirlediği toplumsal cinsiyet normları çerçevesi dışında kalan herkesi cezalandırılabilir hale getiren, transların üzerindeki baskıları daha da ağırlaştırarak bir trans soykırımının kapısını aralayan bu maddelerin pakette yer almamış olması önemli bir kazanım, ancak tehdit henüz sona ermiş değil.
Atilla Dirim
LGBTİ+ karşıtı yasa maddeleri pakette yer almadı, peki ya şimdi?
Sona ermiş değil, çünkü bu saldırı birkaç maddelik bir yargı paketinden ibaret değil; bir dizi mevzuat düzenlemesi, bütçe kalemi, medya kampanyası, Diyanet hutbeleri, RTÜK cezaları, valilik yasakları ve polis copuyla desteklenen topyekûn bir seferberlik. Üstelik bu seferberlik sadece Türkiye'de değil, başta ABD ve Rusya olmak üzere, dünyanın hemen her yerinde otoriter rejimlerde “ailenin korunması” adı altında LGBTİ+'lara ve kadınlara yönelik olarak ilan edilmiş durumda.
Egemen kapitalist sınıf açısından ailenin korunması gerçekten de somut bir gereklilik. Bunun en öncelikli nedeni, devletin yurttaşlarla olan ilişkisinin, heteronormatif patriyarkal “geleneksel” aile içinde her gün ve her gün yeniden üretiliyor olması. Devletin her alanda giderek otoriterleştiği, her türlü demokratik talebin, hak arama mücadelesinin şiddet kullanılarak bastırıldığı, üstelik bu şiddetin “devlet baba” figürüyle meşrulaştırıldığı – babanın şiddet kullanmaya hakkı vardır; baba hem sever, hem döver! – bir ortamda, bu muameleye maruz kalan yurttaşların, bunu “doğal” kabul edecekleri ve ses çıkarmayacakları bir “terbiyeye” tabi tutulması gerekir.
Bu “terbiye” hayatın her alanında, televizyon, okul, askerlik, işyeri ve benzeri her ortam ve yöntemle gerçekleştirilir, ancak en birincil öneme sahip kurumu şüphesiz ki mevcut haliyle varlığını sürdürmesi istenen antidemokratik ve baskıcı aile ortamıdır. Meselenin özü, her aileden küçük bir devlet olmasının beklenmesidir. Bu küçük devlette “terbiye” edilen bireyler, büyük devlet içinde üstlenecekleri rolleri ses çıkarmadan kabul edecektir.
Son 10 yıldır dünya genelinde evlenme oranlarının düşme, boşanma oranlarının artma ve doğum oranlarının istikrarlı bir azalma eğilimine girmiş olması, otoriter rejimleri – başkalarının yanı sıra – yukarıda sayılan nedenlerden ötürü “geleneksel” aile modelini güçlendirme girişimlerinde bulunmaya yöneltti. Bu modele aykırılık gösteren feministler ile toplumun varlığını sürdürebilmesi için olmaz olmaz koşulu olarak görülen çocuk yapma yeteneğinden mahrum oldukları kabul edilen LGBTİ+’lar, kaçınılmaz olarak devlet temsilcilerinin nefretinin odağına yerleşti ve hedefleri haline getirdi. Diyanet İşleri (Eski) Başkanı Ali Erbaş'ın 2019'da Onur Yürüyüşü’nü eleştirirken sarf ettiği “Anne olmayı devreden çıkaran bir kadın ve baba olmayı devreden çıkaran bir erkek tasavvuru, fıtrata, yaratılışa aykırı bir sapkınlıktır” sözleri, çocuk yapmayı düşünmeyen kadın ve erkekleri de kapsayacak şekliyle genişletilmiş haliyle, bu arka plana dayanıyor.
Bu ilk defa karşılaşılan bir durum değil; derin sosyoekonomik kriz anlarında geçmişte de Hitler, Mussolini, Stalin gibi diktatörler geleneksel aile modelini ve toplumsal cinsiyet normlarını desteklemiş, belirli sayılarda çocuk doğuran kadınları madalyalarla taltif ederek bir nevî “kuluçka makinesi” ilan etmişlerdi. Elbette zikredilen bu isimlerin yönetimleri altında LGBTİ+'ların “yozlaşma” ve benzeri gerekçelerle ağır baskılara tabi tutulduğunu, akıl hastanelerine ve toplama kamplarına kapatıldığını ve korkunç yöntemlerle katledildiğini belirtmek de gerekir.
Daha önce de yargı paketlerinde yer alan LGBTİ+ karşıtı yasa maddeleri bu defa da LGBTİ+ örgütlerinin, kadın hareketinin ve müttefiklerinin olağanüstü çabalarıyla meclise sunulmadı. Fakat bu bir sonraki yargı paketiyle ya da bağımsız bir madde olarak tekrar sunuşmayacağı anlamına gelmiyor. Ne de olsa “Aile 10 Yılı” yerli yerinde duruyor, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, astronomik hale getirilen bütçesiyle “geleneksel” aile ve toplumsal cinsiyet normlarının bekası için yoğun çalışmalarda bulunuyor, LGBTİ+'lar Erdoğan ve devletin farklı yöneticileri tarafından sürekli olarak hedef gösteriliyor.
Bütün bunların yanı sıra, mevcut ekonomik kriz de giderek derinleşiyor. Asgari ücretle yaşamak mümkün değil, kiralar astronomik rakamlara ulaşmış, hayat pahalılığı almış yürümüş, basit bir market alış verişi için bile servet ödeniyor. Hal böyleyken giderek daha fazla homurdanan işçilerin öfkesini başka yere yönlendirmek için LGBTİ+'lar günah keçisi ilan edilmiş durumda. Tüm sorunların sebebi olarak LGBTİ+'ların “ahlaksızlığı” gösteriliyor ve bunun üzerinden oluşturulan ahlaki panikle, Erdoğan işçi kitlelerine kendisini bir “kurtarıcı” olarak sunuyor.
Bu nedenle LGBTİ+ karşıtı maddelerin meclise sunulmamış olması bir son değil; “Aile 10 Yılı” programı olanca hızıyla sürdürülüyor ve bu sadece LGBTİ+lar ve kadınlar üzerinde baskının artması değil, sömürü çarklarının da daha hızlı dönecek olması anlamına geliyor. LGBTİ+'ları baş tehlike olarak gören işçilerin öfkelerini gerçek düşmana, yani patronlara ve temsilcilerine yöneltmeleri, yöneltseler de etkili bir mücadele vermeleri mümkün değildir.
Bu durumda ne yapmalı? LGBTİ+'ların ve feministlerin mücadeleye devam etmeleri, mevcut ittifakları güçlendirmeleri ve yeni müttefikler bulmaları elzemdir. Örgütlü işçi sınıfının bir müttefik olarak sahneye çıkması – henüz böyle bir şey olmadı – çok şeyi değiştirebilir. Bunun nasıl yapılması gerektiğini 2009 yılında Ankara'da direnişe geçen Tekel işçileriyle dayanışmaya giden Pembe Hayat Derneği aktivistleri bize göstermişti. İlk karşılaşmadaki şaşkınlık, ortak düşmana karşı mücadele edildiği anlaşıldığı andan itibaren yerini dayanışmaya ve “Yaşasın işçilerin birliği! “ sloganlarına bırakmıştı. İçinde bulunduğumuz ağır sosyal ve ekonomik koşullarda işçi sınıfı mücadelesinin yükseleceği açık; bunun LGBTİ+ mücadelesi ile birleşmesi halinde çok şey değişebilir.
Bu, bir kez yaşanmıştı; bir daha yaşanmasının önünde hiçbir engel yoktur. Tek engel zihinlerdeki bariyerlerdir, bunların aşılması ise çok zor değildir. Ezilenlerin bileşik mücadelesi dünyayı değiştirebilir; değiştirecektir de.
https://solfasol.tv/lgbtiplus-karsiti-yasa-maddeleri-pakette-yer-almadi-peki-ya-simdi
“DDersim’de ‘avlanma’ adı altında yürütülen faaliyetler açık bir katliama dönüşmüştür”
DEM Parti Milletvekilleri Ayten Kordu ve Celal Fırat, kentteki hayvan katliamlarını ve ekolojik tahribatı Meclis gündemine taşıdı.
Savcılığın ceza talep ettiği çocuk istismarı davası sanıklarına mahkemeden beraat
Adıyaman'da 19 yaşındaki bir genç kadını çocukluğunda istismar etmekle suçlanan 3 erkek hakkında mahkeme tarafından beraat kararı verildi. Çocuk İzlem Merkezi raporlarında mağdurun ifadelerinin tutarlı olduğu, tanık beyanları ve psikolojik değerlendirmelerin iddiaları desteklediği belirtilirken, savcılık da sanıkların 3 ayrı suçtan cezalandırılmasını talep etmişti.
İİmralı Şam’daki kilidi açabilir mi?
Fehim Taştekin
Şam, Kürtler açısından yeniden sise büründü. Suriye’deki çıkmaz ve İmralı süreci Kürtlerin özerklik hedefini düğümleyen paradigmada değişime yol açabilir mi?
“Toprak bütünlüğü esastır” diyenler açısından bunu tetikleyebilecek şey, ademimerkeziyetçi bir çözüm olmadan Suriye’nin parçalanmaya sürükleneceği korkusudur.
Kürt tarafının bu korkuya oynaması şaşırtıcı olmadı.
PYD Başkanlık Konseyi Üyesi Aldar Halil, Al Monitor’dan Amberin Zaman’a verdiği röportajda, Şam’daki kilitlenmeye işaret ederek, böyle giderse Türkiye’nin “Kürtler bizim müttefikimiz” diyerek Ebu Muhammed el Colani’yi harekete geçmeye teşvik eden taraf olacağını savundu.
Bunu, “Şam’la işler yolunda gitmezse Türkiye’nin bir parçası olabiliriz” diyerek Misakımilli tayfası için teşvik paketine dönüştürenler de var tabii.
Entegrasyon ve yeniden inşa sürecinde tıkanmalar yaşandıkça denklemi yeniden kurmaya dönük ‘ateşleme’ düzenekleri öne sürülebilir. Dürzilerin İsrail’e güvenerek ‘bağımsızlık’ çıkışında ya da kılıç altına yatırılan Alevilerin federasyon talebinde olduğu gibi…
Ateşlemenin çift yönlü olması da dikkat çekici; Şam’a özerklik olmazsa “Kürtler Türkiye ile bütünleşebilir”, Ankara’ya da “Suriye bölünebilir” mesajı gidiyor.
Öteden beri Ankara’nın Şam üzerindeki baskıları nedeniyle Suriye’nin kendi iç çözümünü bulamadığı kanaati paylaşılıyor. Fakat göz ardı edilen bir şey daha var: Türkiye’nin tazyiki, özerklik fikrine alerjisi olan Colani yönetimi için de kullanışlı. Şam açısından Türkiye’nin baskıları Amerikalıları da dengeliyor.
10 Kasım’da Beyaz Saray’daki üçlü görüşmede varılan mutabakat doğrultusunda Şam’da SDG ile 10 Mart anlaşmasını hayata geçirmeye dönük sahici görüşmelerin başlayacağı söyleniyordu.
Fakat gelişme olmadı.
Colani, Başkan Donald Trump’tan gördüğü desteği “Yetki paylaşmam” diye bir kibre dönüştürmüş olabilir mi?
Ya da Şam’daki saat, Meclis heyetinin İmralı seansından sonra olası gelişmelere mi ayarlandı?
Yahut ABD’nin dikkati Ukrayna’ya kaydığından Şam süreci ötelenmiş olabilir mi?
Nedeni her ne ise Şam’da oluşan kilitlenmenin İmralı sürecinde olumlu bir gelişme sayesinde aşılacağı kanaati yerleşiyor.
İyimserliği besleyen gelişmeler oldu:
SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi ve Özerk Yönetimin Dış İlişkiler Sorumlusu İmham Ahmed, Ankara’nın onayı olmadan Kürdistan yönetimi tarafından Duhok’taki konferansa davet edilemezdi.
Abdi’nin Türkiye’ye gelip İmralı’ya gitme isteği de “Hadi oradan” kabilinden bir reddiye ile karşılaşmadı. Ardından DEM Parti’nin davetiyle İlham Ahmed, İstanbul’da planlanan bir konferansa davet edildi. Bunun için Ankara’dan onay bekleniyor.
Fakat Meclis heyetindeki DEM Parti Temsilcisi Gülistan Koçyiğit’in SDG’nin silah bırakması konusunda Öcalan’dan aktardığı değerlendirme Cumhur İttifakının muradını karşılamıyor. Jinnews’e konuşan Koçyiğit’e göre Öcalan, 10 Mart mutabakatını önemsiyor ve uygulanması gerektiğini vurguluyor. SDG’nin Savunma Bakanlığına ordu olarak entegre edilmesi, Asayiş’in de İçişleri Bakanlığına bağlı yerel güç olarak düşünülmesi gerektiğini belirtiyor.
Burada mesele, SDG’nin seyreltilmiş özerklikle entegre olmasını hazmedecek bir paradigma değişimine çıkıyor. “Türkiye için kim daha güvenilir müttefik; HTŞ mi yoksa SDG mi?” sorusu bu değişimi kışkırtabilir.
Fakat karşı argüman devreye girecektir;
“Kürtleri kazanmak ABD ve İsrail’in SDG üzerinden oyun kurmasını önler mi?” Bunun yanıtı otomatik olarak ‘evet’ değil.
Ve “Çok naif olmaya gerek yok” diyenlerin gerekçeleri de sıralanacaktır.
Suriye’deki Kürtler, ABD’nin askeri varlığını güvence olarak görüyor. Fiili kazanımları anayasal bir çerçeveye kavuşturuncaya kadar Amerikan güçlerinin sahada kalmasını istiyor.
İsrail’in Kürtler lehine olası müdahalesine açık bir pozisyonda duruyorlar.
Burada sergilenen pragmatizm boşluk ve fırsatlara göre yön değiştirebilir ki potansiyel ortaklıklar açısından sorgulanan bir durumdur.
Bu tür değerlendirmeler Ankara’nın özerkliği kabul edebileceğine dair öngörüleri belirsizliğe atıyor. Bunun yanı sıra tarafların tercihlerini belirleyen bir jeopolitik gerçeklik var:
Suriye merkezli bölgesel denklem ancak Şam’da kurulabilir. Bu ABD için de Türkiye için de geçerli.
Yani ana oyuncular açısından “Şam mı, Kamışlı mı” sorusu bağlamını kaybediyor. O yüzden Amerikalılar, SDG’yi düzenin kalbine taşımayı tercih ediyor. Irak’ta iktidara yön vermek ve İran’ı dengelemek için Kürtlere bağımsız Kürdistan hayalini bir kenara bıraktırıp Bağdat’ta olmanız lazım diyen Amerikan tercihi, Suriye’de de kendini tekrarlıyor.
Kamışlı’daki aktörlerin bakış açısına göre eğer Colani, Tel Aviv’le anlaşırsa Kürtlerin işi kolaylaşır. Aldar Halil de “İsrail ile Şam arasında bir anlaşma, Türkiye’nin nüfuzunu bir dereceye kadar sınırlayacak ve bu da bize daha fazla manevra alanı yaratacak” diyor.
Fakat Şam’dan istediğini alan İsrail’in, Kürtler ve Dürzilere ilgisi de azalabilir. Oyunu Şam’da kurmak İsrail için de geçerli bir metafor.
Ayrıca ABD ve İsrail’in günün sonunda Türkiye’yi hepten karşılarına almaları büyük çıkar ilişkileri nedeniyle gerçekçi durmuyor.
Bu faktörler nedeniyle İmralı süreci sayesinde Türkiye’yi yumuşatmak Şam’daki kilidi açmak açısından önemli hale geliyor.
İmralı sürecinin kıymete binmesinde, Şam’da havanın değişmesi de etkili. Normalde Colani ve ekibi çok köşeli konuşmuyor. Hem SDG’yi alt edecek güçleri yok hem de arada Amerikalılar var.
Fakat İletişim Bakanı Hamza el Mustafa net konuştu. SDG’nin askeri olarak caydırıldığını ve Amerikan güçlerinin konuşlandığı bölgelere çekilmek zorunda kaldığını öne sürdü. Abdi’yi zaman kazanmaya çalışmakla suçladı. Ardından “SDG durumun değişmeyeceğine inanıyorsa yanılıyor; artık SDG’yi koruyabilecek herhangi bir bölgesel güç dinamiği kalmadı. SDG durumu daha fazla tırmandırırsa bu hükümete olan halk desteğini artıracak” dedi.
Aldar Halil’e göre, Colani’nin 7 Ekim’de Şam’daki görüşmede SDG’nin tümen ve tugaylar şeklinde orduya katılması, Asayiş’in içişlerine tabii olması, içişleri bakan yardımcısının özerk yönetim tarafından atanması ve Genelkurmay başkanının Kürt olması yönündeki öneriyi kabul edip adına özerklik demeden fiili bir ademimerkeziyetçiliğe karşı çıkmaması, tamamen Washington’da Trump’a “İşler yolunda” diyebilmek içindi. Her şey bir illüzyon yaratmak içindi ve Colani’nin Beyaz Saray dönüşünde görüşmeler donduruldu.
Yine Aldar Halil’e göre, Öcalan’a yaklaşımda görüldüğü üzere Türkiye’de yaşanan değişim, Şam’ın tutumunu da değiştirecektir. Türkiye’de Kürt sorununa bir çözüm bulunursa SDG, Türkiye’nin en güçlü müttefiki olacaktır. Dahası, Türkiye’de Kürt sorunu çözülürse, Colani’nin Kürtlere haklarını vermesini engelleyen Türk bariyeri kalkacaktır.
Belli ki Öcalan, SDG’nin statüsünü pazarlığa açık bir entegrasyon süreci olarak görüyor. Taraflar istedikleri sonuçlar için denkleme yeni girdiler eklemenin derdinde.
10 Mart anlaşmasında belirlenen süre aralık sonunda doluyor. Suriye’deki istikamet bir dizi faktöre bağlı: İmralı süreci bir yol haritasına dönüşecek mi? Bu harita Suriye’yi etkiyecek mi? ABD ağırlığını ne yönde kullanacak? Güney Suriye’de ummadığı bir sivil direnişle karşılaşan İsrail’in tırmandırma stratejisi farklı boyutlar kazanacak mı? ABD İsrail’i sınırlama ve Şam’ı destekleme yönünde bir kararlılık gösterecek mi?
Gün ola harman ola…
https://www.evrensel.net/yazi/98202/imrali-samdaki-kilidi-acabilir-mi
Bolşevik Smidovich, teslim olan Junkers'ların hayatlarını bağışlayacağına dair yazılı bir söz verdi, ancak daha sonra esirlerin tek tek dövülerek öldürülmesine izin verdi. … General Dukhonin, Krylenko'ya teslim oldu, ancak Krylenko, Dukhonin'e hiçbir koruma sağlamadı ve Dukhonin, gözlerinin önünde parçalara ayrıldı. Katiller cezasız kaldı.
Julius Martov
İnsan hayatı ucuzlaştı. Cellatın onu yok etme emrini yazdığı kağıttan bile daha ucuz. Kiralık katilin, iktidarı ele geçiren ilk kötü adamın emriyle birini öbür dünyaya göndermek için hazır olduğu artan ekmek payından bile daha ucuz. Bu kanlı sefahat, sosyalizm adına, emekçi halkların kardeşliğini insanlığın en yüksek hedefi ilan eden öğretinin adına gerçekleştiriliyor.
Julius Martov
Yargıç-bürokratlar tarafından verilen kararlar, yetkililere bağlı oldukları için mahkeme değildir. Yüksek Devrim Mahkemesi'nde halkın temsilcileri yoktur, sadece devlet memurları vardır ve maaşlarını Troçki ve diğer Halk Komiserleri'nin elinde olan devlet hazinesinden alırlar. Sanığın savunması için tanık çağırmasına izin verilmediğinde bu bir mahkeme değildir. ... Bu ahlaksızlık senin adınla yapılıyor, Rus işçisi!
Julius Martov
ÇOCUKLARA YÖNELİK YAVAŞ ŞİDDET
Böcek ailesinin sessiz tanıklığı
Böcek ailesinin yaşamını yitirmesi, ülkemizde toksik maddelerle ilgili kontrol ve denetimsizliğin, insan ve çevre sağlığını korumaya yönelik kamusal yapının ne kadar zayıf olduğunu acı biçimde gösterdi.
https://bianet.org/yazi/bocek-ailesinin-sessiz-tanikligi-313662
Sultan Alparslan’ı Kürt/Alevi Komutan Yusuf öldürdü | Aziz Tunç
Türk devletinin Malazgirt üzerinden yarattığı “şanlı tarih” kurgusu, tarihsel gerçekleri çarpıtmanın en çarpıcı örneklerinden biri. Oysa Sultan Alparslan, dönemin kaynaklarında “kana susamış” bir hükümdar olarak anılıyor ve bir Kürt/Alevi komutan tarafından öldürülüyor.
Osmanlı devleti, siyasal krize girdiği 1840’lardan sonra “tarihi çarpıtmayı” özel bir politika olarak belirlemiş ve uygulamıştır. Türk devleti de en başından beri aynı “tarihi çarpıtma” uygulamasını devam ettirmiştir.
Bu “tarih çarpıtma” uygulaması ilk dönemler el yordamıyla, sistemsiz ve net olmayan bir biçimde yapılmıştır. Ancak bir süre sonra bu uygulamalar daha sistemli, net ve bir ulus yaratma perspektifine bağlı olarak yürütülmüştür
Söz konusu sürecin asli mimarı İttihat ve Terakki Fırkası’dır. İTF, bütün Osmanlının kurtuluşunu amaçlayan bir politikayla kurulmuştur. Ancak İTF, bir süre sonra bütün Osmanlıyı kurtarma iddiasından vazgeçmiştir. Çünkü uluslaşma süreci başlamıştı ve İTF’nin dayanacağı bir ulus yoktu. Bu süreçte ve bu gelişmeler üzerine yaşanan tartışmaların sonucunda çeşitli ulusal temsilcilerin İTF’den ayrılmaları söz konusu olmuştur.
Bunun üzerine İTF, Osmanlı topraklarında dayanacakları bir ulus yaratma politikası geliştirmiş ve bu politikayı uygulamaya yönelmiştir. Osmanlı coğrafyasında bulunan Araplar, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Kafkas halklarının her birisinin İTF’nin ulus yaratma programı açısında yetersizlikleri veya sorunları vardı. Buna rağmen Türk ulusu yaratmak hem koşullar açısında mümkündü hem de nispeten daha gerçeğe uygundu.
Devamında yaşanan siyasal gelişmelere bağlı olarak İTF, bir darbeyle iktidara hâkim olmuştur. Bu durumda Türk ulusu yaratma politikası devletin resmi politikası olarak uygulanmıştır.
Türk ulusu yaratma projesi beraberinde bir “şanlı tarih” ve benzersiz bir kültürel yapı oluşturmayı da dayatmıştır.
Türk ulusu yaratmaya tarihin derinliklerinde bir “köken” aranarak başlanmıştır. Öyle ya oluşturulacak olan ulusun “şanlı bir tarihi ve özellikleri olan kültürel kodları” olmalıydı.
Orta Asya’da aranan tarihi köken, Hun’lardan başlatılmış, kendilerini hiçbir zaman Türk olarak tanımlamamış olan Selçuklular “Türk yapılarak” devam ettirilmiştir. Oradan Türklüğü sürekli aşağılayan Osmanlıların Türk oldukları kabul edilmiş ve böylece Türklüğün tarihsel zinciri tamamlanmıştır.
“Tarih böyle çarpıtılmış” ve yaklaşık 2500 yıllık tarih çarpıtılarak Türklük için “şanlı bir tarih”in zemini oluşturulmuştur. Bu zemin üzerinde ince bir tarih çalışması yapılarak oluşturulacak olan ulusa daha birçok özellik kazandırmak mümkün olmuştur.
Bu süreci ve “tarihin çarpıtılmasını” incelemek bu makalenin ölçülerini aşacaktır. Ancak özel örnek olması için güncel bir konuya değinmek gerekiyor.
Türk devletinin Malazgirt savaşına özel bir önem verdiği ve bu amaçla her yıl birçok düzenleme yaptığı, kesenin ağzını açık tuttuğu da bilinmektedir. Sadece bu kutlamalarda kullanılması amacıyla bir sarayın yapılmış olması bunu göstermektedir.
Ayrıca Türk devleti ve devlet tarihçileri, ilkokuldan başlayarak bütün eğitim süreci boyunca ve medya organları aracılığıyla Alparslan’ı büyük komutan olarak anlata anlata bitirememektedirler.
Halbuki nihayetinde Alparslan da dönemin bütün komutanları gibi iktidar olmak ve iktidarını korumak için vahşet uygulayan bir egemendir.
Alparslan’ın Türk devleti tarafında bu şekilde ve bu kadar abartılarak yüceltilmesi doğru değildir, masum değildir, maksatlıdır, ulusal köken oluşturma çabasının sonucu ve gereğidir.
Bu nedenle Türk devletinin göklere çıkardığı Alparslan’ı dönemin tarihçisi Urfalı Matteos, “şehir halkını kılıçtan geçiren” “kana susamış bir adam” olarak tanımlamaktadır. Demek ki Erdoğan, atası olarak kabul ettiği Alparslan’ın ruhuna hitap etmek için kılıçları kınından çıkartmaktan söz etmiştir.
Tarihçi Urfalı Matteos anlatmaya devam ediyor. “Sultan Alparslan bütün askerlerini toplayarak Gehon diye tesmiye edilen Cahun nehrini geçti. O büyük bir ordunun başında olduğu halde metin ve meşhur bir kale olan Han’a üzerine yürüdü ve kuşattı bu kalenin sahibi cesur ve aynı zamanda azgın ve merhametsiz bir adamdı. Sultan Kaleyi günlerce muhasara altında tutup çok sıkıştırdı. O aynı zamanda Kalenin reisini atalarının topraklarının daimî sahibi kalmak şartıyla kendisine itaate davet etti. Kale Reisi hayli sıkıntılara göğüs gerdikten sonra ….korkunç bir plan düşündü. O gün karısı ve çocuklarıyla beraber şenlik ve ziyafet yaptı. Davullar çaldırarak ve şarkılar söyleterek onlarla beraber neşe içinde yedi içti. Fakat geceleyin karısını ve üç oğlunu sultanın eline düşüp ona köle olmamaları için vahşiyane bir surette kendi eliyle kesti. O ertesi sabah erken de oğullarını kesmiş olduğu iki keskin bıçağı yanına aldı ve Sultan’ın huzuruna gitmek üzre kaleden çıktı. Sultan onun geldiğini haber alınca huzuruna getirilmesini emretti. Reis huzura çıkınca eğildi, fakat ona yaklaştığı sırada aniden Sultan’ın üzerine atıldı ve çizmeleri içinde saklamış olduğu iki bıçağı çekti. … vahşi bir hayvan gibi Sultan’ın üzerine atılan adam iki bıçağını da onun vücuduna sapladı. Sultan’ın adamları ileri atılıp onu olduğu yerde öldürdüler…..Sultan beş gün…” sonra ve “ bir Kürt’ün eliyle ölmüştür.” Urfalı Mateos, s. 145- 146
Alparslan’ı öldüren bu Kürt komutanının bir diğer özelliğini de bir Türk tarihçisi şöyle ifade etmektedir. “Sultan Alparslan bir Batini’nin suikastına uğrayarak 25. birinci teşrin 1072 yılında ve genç yaşında hayata gözlerini kapadı.” Selçuklular zamanında Türkiye Osman Turan. s. 64- 65
Görüldüğü gibi Malazgirt savaşından yaklaşık altı ay sonra Alparslan kocaman ordusuyla Kürt/Batıni- Alevi Komutan Yusuf’un Han’a Kalesini kuşatmış, yoğun baskı ve vahşet uygulamıştır. Buna karşı direnen Kürt/Batıni- Alevi komutan Yusuf, bir süre sonra gücünün ve imkanlarının bir orduya karşı direnmeye yetmeyeceğini görmüştür.
Bunun üzerine Kürt/Alevi Komutan Yusuf, Alparslan’a esir düşerlerse daha çok acı çekeceklerini düşünerek, çocuklarını ve eşini kendi elleriyle öldürmüştür. Sonrada çadırına giderek Alparslan’ı çadırında öldürmüştür.
Bu bilgi dönemin ve coğrafyanın özellikleriyle de örtüşmektedir. O yıllarda Hasan Sabbah, bölgenin önemli bir gücüdür ve Nizamülmülk’ün veziri olduğu Selçuklulara karşı mücadele etmektedir. Dolayısıyla söz konusu bölgede Batını/Alevilerin bulunması ve Selçuklulara karşı mücadele ediyor olmaları bu bilgilerin doğruluğunu teyit etmektedir.
Belirtilen gerçekliklerden hareketle, Alevi düşmanlığının bu tarihsel düşmanlıklardan büyüdüğünü söylemek de yanlış olmayacaktır.
https://www.avrupademokrat9.com/sultan-alparslanin-kurt-alevi-komutan-yusuf-oldurdu-aziz-tunc/
Astronomide Kurallar Yıkıldı: Gökbilimciler Var Olmaması Gereken Bir Yıldız Keşfetti
Gökbilimciler sessiz bir kara deliğin yörüngesinde kimyası yaşlı, yaşı genç olan ve “hiçbir anlam ifade etmeyen” bir yıldız buldu.
https://kayiprihtim.com/haber/kurallara-uymayan-bir-yildiz-kesfedildi/
Filistinli nakışçı Sputnik’e konuştu: İsrail sürekli olarak kültürel kodumuzu gasp etmeye çabalıyor
https://anlatilaninotesi.com.tr/20251113/filistinli-nakisci-sputnike-konustu-israil-surekli-olarak-kulturel-kodumuzu-gasp-etmeye-cabaliyor-1100968111.html?fbclid=IwZXh0bgNhZW0CMTAAYnJpZBExN2U2cFBrTmtlVU1DcDd5NHNydGMGYXBwX2lkEDIyMjAzOTE3ODgyMDA4OTIAAR53nK4e1kNzPLfjwjuL_9mASTzBGwQwR7gKSktvq3_DqWF1wOrIgXjPgHy-sg_aem_WfVdnZw-NxJNucJUpqv8tw
Dersim, Seyit Rıza ve Bitmeyen Irkçılık: Tarih Neden Hâlâ Tekrar Ediliyo... https://youtu.be/-oKkjFyGiGs?si=2TVprgafwyGWkHbx
“Anarşistler olarak, ekonomi ve iktisadı ve bunların gerektirdiği her şeyi, ister piyasalar, ücretler, merkezi planlama, sanayi veya iş olsun, ortadan kaldırmayı amaçlıyoruz. Bu nedenle, feodalist, merkantilist, kapitalist, sosyalist veya komünist olsun, hiçbir üretim, tüketim ve mal dağıtım sisteminin değeri olmadığını ilan eden ekonomik nihilistleriz. Bu tür sistemler sadece değersiz olmakla kalmaz, aynı zamanda insanlara, insan olmayan hayvanlara, ekosistemlere ve gezegene zararlı ve ölümcül olan bir sosyal kontrol aracıdır ve bu nedenle tamamen ve kesin olarak yok edilmelidir. Ekonomi kapitalist, faşist veya sosyalist bir rejim tarafından yönetiliyor olsun, hatta katılımcı bir ekonomi olsun, yine de insanlara, insan olmayanlara ve toprak kaynaklarına dayatılan bir otorite sistemidir."
Bobby Whittenberg-James
Göbeklitepe’de 30 yeni keşif: Ağzı dikişli heykel ne anlatıyor?
Şanlıurfa’daki Göbeklitepe ve Karahantepe’de 30 yeni eser keşfedildi. Bu eserler arasında ise en çok ağzı dikilmiş, gözleri ise kabuklarla doldurulmuş gibi görünen heykel dikkat çekiyor. Peki "ölüm yüzü" olarak tanımlanan heykelin hikayesi ne?
https://www.ntv.com.tr/galeri/turkiye/gobeklitepede-30-yeni-kesif-agzi-dikisli-heykel-ne-anlatiyor-1700158
İnsanlık, Evrenin En Büyük Gizemi Olan Maddeyi İlk Kez Görmüş Olabilir
Bilim insanları, NASA’nın Fermi teleskobu sayesinde evrenin en büyük gizemi olan “karanlık madde”nin izini ilk kez doğrudan tespit etmiş olabilir.
https://kayiprihtim.com/haber/karanlik-madde-ilk-kez-gorulmus-olabilir/
Hripsime Sayrin’in mirası nasıl ölmeden hemen önce BBP'li "yeğeni"ne geçti?
Türkiye'deki gayrimüslim yurttaşların miraslarının ya da mal varlıklarının şüpheli şekilde el değiştimesiyle ilgili seri haberler kaleme alan Cumhuriyet gazetesi yazarı Barış Terkoğlu yeni bir iddiayı gündeme getirdi. Terkoğlu'nun yazısına göre Türkiye Ermeni toplumundan 79 yaşındaki Hripsime Sayrin’in aslında mirasını ailesine ve Ermeni vakıflarına bırakmıştı, ancak ölümüyle aynı gün hazırlanan yeni bir "sözlü" vasiyetle, tüm mal varlığı "yeğeni" olarak kendini tanıtan BBP’li Fırat Baran Durmaz’a geçti.
Gazeteci Barış Terkoğlu’nun Cumhuriyet'te yer alan haberinde aktardığına göre yaşlı yurttaşların “manevi annelik”, “manevi kardeşlik”, “manevi yeğenlik” gibi gerekçelerle servetlerinin el değiştirdiği çok sayıda dosya bulunuyor.
Terkoğlu’nun dikkat çektiği örneklerden Hrispime Sayrin'in ölümü ve vasiyet süreci siyasi bağlantıları ve mirasın el değiştirme biçimiyle öne çıkıyor.
Hripsime Sayrin, 24 Mayıs’ta 79 yaşında hayatını kaybetti. Sekiz değerli gayrimenkulü, bankalarda yüksek meblağda parası vardı. Duldu ve çocuğu yoktu. Resmî mirasçısı kardeşi Onnik Dellaloğlu'ydu. 2023 Mart’ında, aklı başındayken hazırladığı el yazılı vasiyetinde mal varlığını kardeşinin çocuklarına ve Ermeni vakıflarına paylaştırmış, defin sürecini ve bazı kişisel eşyalarının geleceğini dahi ayrıntılı olarak yazmıştı. Ancak ölümünden sonra yeni bir vasiyetname ortaya çıktı. Üstelik bu belge, Sayrin’in öldüğü gün verilmişti. El yazısı ona ait değildi. Mirasın tamamı, 1982 doğumlu Fırat Baran Durmaz adlı bir kişiye bırakılıyordu.
Fırat Baran Durmaz ise BBP’nin Avcılar kurucu ilçe başkanıydı. Ayrıca partinin Avcılar Belediye Meclisi üyesiydi.
Barış Terkoğlu'nun, Hrispime Sayrin'in ölümü ve vasiyet sürecinin detaylarını anlattığı yazısı şu şekilde:
"Ermeni yurttaşımız Hripsime Sayrin 24 Mayıs 2025’te vefat etti. Öldüğünde 79 yaşındaydı. Hali vakti de yerindeydi. Sekiz adet çok değerli gayrimenkulü, bankalar ve finans kuruluşlarında yüksek meblağlarda parası vardı. Duldu ve çocuğu yoktu. Tek resmi mirasçısı kardeşi Onnik Dellaloğlu’ydu. Mirasının ona kalması bekleniyordu. Öte yandan, 2023 yılı martında, aklı başındayken kendi el yazısıyla bir vasiyetname hazırlamıştı. Mal varlığını kardeşinin çocukları olan yeğenleriyle yetim çocuklara sahip çıkanlar başta olmak üzere Ermeni vakıfları arasında tek tek paylaştırıyor, ölümünden sonra nasıl gömülmek istediğini anlatıyor, tablolarına bile vasiyette yer veriyordu.
Ancak...
Ortaya yepyeni bir vasiyetname çıktı. Üstelik bu vasiyeti öldüğü gün, ölmeden birkaç saat önce vermişti. El yazısı da kendisinin değildi. Bütün mal varlığını, Fatih’te yaşayan Fırat Baran Durmaz isminde 1982 doğumlu 43 yaşında birine bırakmıştı.
Altından BBP'liler çıktı
Elbette kardeşi “Kim bu Fırat Baran Durmaz” diyerek durumdan şüphelendi. Durmaz, BBP’nin Avcılar kurucu ilçe başkanıydı. Ayrıca partinin Avcılar Belediye Meclisi üyesiydi. Ne yaşam ne kültür ne inanç olarak iki isim arasında ortaklık olabilirdi.
Dahası...
Hripsime Sayrin, Sarıyer Maslak’ta kendisine ait bir evde yaşıyordu. Ancak Şile’de ölmüştü. O gün 20.30’da 112 Acil Servis tarafından ölmek üzereyken Şile Devlet Hastanesi’ne getirilmiş, birkaç dakika sonra canlandırılamayıp hastanede vefat olarak 20.55’te kayda geçmişti. Şile’de ne bir akrabası ne de bir arkadaşı vardı. Şüpheleri iyice arttı.
Ölümden geç haberdar edilen aile işin peşine düştüğünde daha da garip durumlar ortaya çıktı.
Hripsime Sayrin tek başına yaşayan bir kadındı. Çok para harcamasını gerektirecek bir yaşamı yoktu. Ancak ölümüne doğru giderken hesabından milyonlarca lira çıkmıştı.
Ölüm günü verdiği “sözlü vasiyetname tutanağı” belgesinin ilk tanığı Mübeccel Bulur isminde biriydi. Fırat Baran Durmaz’ın kayınvalidesiydi. El yazısı ona aitti. Öbür tanık Metin Yalçın’dı. O da BBP Avcılar ilçe başkan yardımcısı ve Durmaz’ın özel kalemiydi. Hripsime Sayrin’e imzalatmışlardı. Vasiyetnameye göre Fırat Baran Durmaz, oğlu gibi Sayrin’in bakımıyla ilgilendiği için ona mirasını bırakmıştı.
Milyonlarını aldı
İşin esasında Durmaz, Sayrin’in hayatına son bir yılda girmişti. Çevresine kendisini Sayrin’in yeğeni olarak tanıtıyordu.
O kadar ki...
Sayrin’in öldüğü gün, hastanede düzenlenen ölüm belgesinde, “bilgi veren” olarak görünen Durmaz’ın yakınlık derecesi olarak “yeğeni” yazıyordu. Oysa Durmaz, Hripsime Sayrin’in yeğeni falan değildi!
Birçok kişinin söylediğine göre, Sayrin’in yaşlı olması sayesinde onunla yakınlık kurmuş, işlerini takip etmeye başlamış, onun güvenini kazanmıştı. Noterde bunun için genel bir vekaletname çıkartmıştı. Bu sayede tüm işlemlerini yapabiliyordu. Sayrin’in Şekerbank Göztepe Şubesi’ndeki hesabından, 10 Nisan 2025 tarihinde, yani ölümünden bir buçuk ay önce, Durmaz’ın hesabına 16 milyon 336 bin 32 lira havale yapılarak hesabının sıfırlandığı ortaya çıktı.
Bu kadar da değil.
Öldü mü öldürüldü mü?
Cenazesinden vakıflar dahil kimse haberdar edilmemiş, Hripsime Sayrin, vasiyetine aykırı şekilde, apar topar Durmaz tarafından gömülmüştü. Yakınlarının anlattığına göre, Maslak’taki Mashattan Sitesi’ndeki evine ölümünden sonra da giriş çıkış yapılmıştı. Evde Sayrin’e ait olmadığı belli olan eşyalar ve en önemlisi boş mücevher kutuları bulunmuştu. Durmaz, site yönetimine de Sayrin’in çok hasta ve yaşlı olduğu için işlerini yürüttüğünü söylemişti. Ancak site yönetimi ölümünden yaklaşık bir ay önce Sayrin’in gayet sağlıklı göründüğünü söylüyordu.
Gerçekten de Hripsime Sayrin, anlatılana göre, yalnızca şeker hastalığı için ilaç kullanıyordu. Ciddi bir sağlık sorunu yoktu. Öte yandan Sayrin’in Kadıköy Göztepe’deki evine gidildiğinde de içerideki pek çok şeyin alınmış olduğu görüldü. Apartman görevlisi, Durmaz’ın kendisini Sayrin’in yeğeni olarak tanıtarak eve girip çıktığını söylüyordu.
Hem Fırat Durmaz, hem vasiyetnamenin tanıkları olan kayınvalidesi ve özel kalemi, verdikleri ifadelerde, Sayrin’in Durmaz’ı çok sevdiği için mallarını öldüğü gün ona bırakmaya karar verdiğini iddia ettiler. Dahası... Sayrin’in ölmeden önceki hafta üç kez kalp krizi geçirdiğini söylediler. Buna dair somut bir kayda ulaşılamadı. Ancak 2023 yılı ağustosunda yaşlılıktan dolayı algı bozukluğu olduğunun raporlara girdiği ortaya çıktı. Kısacası Sayrin’i kandırmak çocuğu kandırmak gibiydi.
Şimdi hem ailesi hem Ermeni yurttaşlarımızın vakıfları, Sayrin’in nasıl öldüğünü, ölüm günü vasiyetinin nasıl yazıldığını, BBP’li siyasetçinin Sayrin’le yakınlığını sorguluyor. Yargıdaki dosyanın çözülmesini bekliyor.
Ölümün üzerindeki perdeyi kaldırmak için yaşamla hesaplaşmayı tamamlamak gerekir."
https://www.agos.com.tr/tr/yazi/36432/hripsime-sayrinin-mirasi-nasil-olmeden-hemen-once-bbp-li-yegeni-ne-gecti
Selanik’te “Kadından Kadına” Etkinliği: Merimna Pontion Kyrión’dan Anı ve Hizmet Köprüleri
Selanik — 12 Kasım 2025
Merimna Pontion Kyrión Thessaloníkis (Selanik Pontoslu Kadınlar Yardımlaşma Derneği), “Anı ve Hizmet Köprüleri – Kadından Kadına Yolculuklar” başlıklı etkinliğini Efxinos Leshi’nin salonunda düzenledi. 1904’ten bu yana sosyal dayanışma ve kültürel hafıza alanında faaliyet gösteren dernek, bu yılki etkinliğini kadınların toplumdaki rolüne ve katkılarına adadı.
Dernek Başkanı Anatolí Dimitriádu, toplumsal hizmetleri, bilimsel çalışmaları ve siyasi faaliyetleri nedeniyle Asimína Gkága’ya “Anna Theofyláktou” ödülünü takdim etti. Ayrıca derneğe uzun yıllar verdiği katkılardan dolayı İfigéneia Panídou, Onursal Başkan ilan edildi. Ödüllerin her ikisi de Eléni Násta tarafından tasarlandı.
Etkinlikte konuşan emekli profesör Kóstas Fotiádis, “Kadın varlığının ve sürekliliğinin toplumsal hizmetteki değeri” başlıklı sunumunda, kadınların toplumdaki aktif rolünün önemine dikkat çekti.
Törene, devlet ve yerel yönetim temsilcilerinin yanı sıra çok sayıda kültürel ve bilimsel kurumdan katılım oldu. Katılanlar arasında Başbakanlık Selanik Ofisi’nden Giánnis Papageorgíou, Selanik Belediyesi Spor, Gençlik ve Gönüllülük Başkan Yardımcısı Kyrakí Yiannakídou, Pavlos Melas Belediyesi Sosyal Dayanışma ve Sağlık Başkan Yardımcısı Sylvána Karasavvídou da yer aldı.
Etkinlik, yazar Rodí Stefanídou’nun “O İsvoléas” (İşgalci) adlı eserinden yaptığı okuma ile sona erdi. Eser, geçmiş ile geleceği birleştiren dayanışma, mücadele ve kadınlar arası aktarımlar üzerine güçlü mesajlar içeriyor.
https://pontosgercek.com/selanikte-kadindan-kadina-etkinligi-merimna-pontion-kyriondan-ani-ve-hizmet-kopruleri/