Feminist Psikoloji ve Freud’un Psikanalizine Eleştirel Bakış: Toplumsal Cinsiyet Rolleri Üzerindeki Etkileri
Feminist Psikolojinin Ortaya Çıkışı ve Temel İlkeleri
Feminist psikoloji, 1960’lar ve 1970’lerde ikinci dalga feminizmle birlikte psikoloji disiplininin erkek merkezli yapısını sorgulayan bir hareket olarak ortaya çıktı. Bu dönemde, kadınların toplumsal rollerine ve deneyimlerine yönelik sistematik bir ihmalin farkına varıldı. Psikoloji, tarihsel olarak erkek deneyimini norm kabul etmiş ve kadınların psikolojik süreçlerini bu normlar üzerinden açıklamaya çalışmıştı. Feminist psikoloji, bu yaklaşımı eleştirerek, kadınların ve diğer marjinalize edilmiş grupların deneyimlerini merkeze almayı amaçladı.
Feminist psikolojinin temel ilkeleri şunlardır:
Cinsiyetin Toplumsal İnşası: Cinsiyet, biyolojik farklılıklardan ziyade toplumsal, kültürel ve ekonomik bağlamlarla şekillenir. Bu nedenle, bireylerin psikolojik deneyimlerini anlamak için toplumsal cinsiyet normlarının etkisi dikkate alınmalıdır.
Güç Dinamiklerinin Analizi: Psikolojik süreçler, toplumsal güç ilişkilerinden bağımsız değildir. Ataerkil yapılar, kadınların ve diğer azınlık grupların ruhsal sağlığını etkileyen temel faktörlerdir.
Kapsayıcılık ve Çeşitlilik: Feminist psikoloji, yalnızca kadınların değil, ırk, sınıf, cinsel yönelim ve diğer kimliklerin kesişim noktalarını da dikkate alarak kapsayıcı bir anlayış geliştirir.
Bilimsel Tarafsızlık Eleştirisi: Psikolojik teoriler ve yöntemler, tarafsız gibi görünse de, genellikle erkek egemen normlara dayanır. Feminist psikoloji, bu önyargıları sorgulayarak daha eşitlikçi bir bilimsel yaklaşım önerir.
Bireysel ve Toplumsal Bağlamın Birlikteliği: Bireylerin ruhsal sorunları, yalnızca bireysel patolojilerle değil, toplumsal baskılar, ayrımcılık ve eşitsizliklerle de ilişkilendirilmelidir.
Feminist psikoloji, bu ilkeler doğrultusunda, psikolojiyi birey odaklı bir disiplinden toplumsal bağlamları dikkate alan bir alana dönüştürmeyi hedefler. Örneğin, kadınların depresyon oranlarının erkeklerden yüksek olması, biyolojik bir farklılık yerine, toplumsal cinsiyet rollerinin getirdiği stres, iş-aile dengesizliği veya ayrımcılık gibi faktörlerle açıklanır.
Freud’un Psikanalizinin Temel Kavramları
Sigmund Freud’un psikanalizi, 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında modern psikolojinin temel taşlarından biri olarak ortaya çıktı. Freud, insan davranışını anlamada bilinçdışı süreçlere, çocukluk dönemi deneyimlerine ve cinsel dürtülere odaklandı. Psikanalizin temel kavramları şunlardır:
Bilinçdışı: Freud’a göre, insan davranışlarının çoğu, bilinçdışında yer alan dürtüler, çatışmalar ve bastırılmış anılar tarafından yönlendirilir. Bilinçdışı, bireyin farkında olmadığı ama davranışlarını etkileyen bir alan olarak tanımlanır.
Psikoseksüel Gelişim Aşamaları: Freud, bireyin psikolojik gelişimini oral, anal, fallik, latent ve genital olmak üzere beş aşamaya böler. Özellikle fallik aşama (3-6 yaş), cinsiyet kimliği ve toplumsal cinsiyet rollerinin oluşumunda kritik bir rol oynar.
Oedipus Kompleksi: Erkek çocukların annelerine cinsel bir çekim hissettiği, babalarını ise rakip gördüğü bir çatışma dönemi olarak tanımlanır. Bu süreç, erkek çocukların cinsiyet kimliğini ve toplumsal rollerini şekillendirir.
Elektra Kompleksi: Kadın çocuklar için önerilen paralel bir kavramdır, ancak Freud’un kadın psikolojisine yaklaşımı daha az geliştirilmiştir ve genellikle eleştirilmiştir.
Penis Kıskançlığı ve Kastrasyon Kaygısı: Freud, kadınların penis kıskançlığı yaşadığını (erkek cinsel organına sahip olmama nedeniyle eksiklik hissi) ve erkeklerin kastrasyon kaygısı (cinsel organlarını kaybetme korkusu) taşıdığını öne sürer. Bu kavramlar, cinsiyet rollerinin biyolojik temellere dayandığını savunan tartışmalı fikirlerdir.
İd, Ego ve Süperego: Freud’un kişilik modeli, id (ilkel dürtüler), ego (gerçekçi arabulucu) ve süperego (ahlaki standartlar) arasındaki çatışmaları içerir. Toplumsal cinsiyet rolleri, özellikle süperegonun toplumsal normları içselleştirmesiyle şekillenir.
Freud’un teorileri, bireyin iç dünyasını anlamada devrim niteliğindeydi ve terapi yöntemlerine (serbest çağrışım, rüya analizi) önemli katkılar sağladı. Ancak, cinsiyet ve cinsellik üzerine açıklamaları, özellikle kadınları eksik veya ikincil bir konuma yerleştirmesi, feminist eleştirilerin ana hedefi oldu.
Feminist Psikolojinin Freud’a Yönelik Eleştirileri
Feminist psikoloji, Freud’un psikanalizini birkaç temel noktada eleştirir:
Erkek Merkezli Yaklaşım: Freud’un teorileri, erkek deneyimini norm kabul eder. Penis kıskançlığı gibi kavramlar, kadınları biyolojik olarak eksik veya erkeklere bağımlı bir konuma indirger. Bu, kadınların psikolojik deneyimlerini anlamada indirgemeci bir yaklaşımdır.
Biyolojik Determinizm: Freud, cinsiyet rollerini biyolojik farklılıklara dayandırır ve toplumsal cinsiyetin kültürel olarak inşa edildiğini göz ardı eder. Feministler, cinsiyet rollerinin toplumsal normlar ve güç dinamikleriyle şekillendiğini savunur.
Ataerkil Toplumsal Yapının Etkisi: Freud’un teorileri, 19. yüzyıl Viyana’sının ataerkil yapısını yansıtır. Kadınların toplumsal rollerinin annelik ve eşlikle sınırlı olduğu bir dönemde geliştirilen bu teoriler, evrensel bir gerçeklik iddiası taşısa da, tarihsel ve kültürel bağlama bağımlıdır.
Toplumsal Güç Dinamiklerinin İhmali: Psikanaliz, bireysel bilinçdışı süreçlere odaklanırken, toplumsal eşitsizlikler, ayrımcılık ve güç dinamiklerini yeterince ele almaz. Feminist psikoloji, bireylerin ruhsal sorunlarının toplumsal bağlamlardan bağımsız olmadığını savunur.
Kadın Deneyimlerinin Yetersiz Temsili: Freud’un kadın psikolojisine yönelik açıklamaları, erkek psikolojisine kıyasla daha az geliştirilmiştir. Elektra kompleksi, Oedipus kompleksine göre daha az ayrıntılıdır ve kadınların psikolojik süreçlerini anlamada yetersiz kalır.
Bu eleştiriler, Freud’un teorilerinin hem bilimsel hem de etik açıdan sorgulanmasına yol açtı. Feminist psikologlar, Freud’un cinsiyet rollerine ilişkin açıklamalarının, kadınları stereotiplere hapsettiğini ve toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini pekiştirdiğini öne sürer.
Toplumsal Cinsiyet Rollerinin Psikanalizdeki Yeri
Freud’un psikanalizi, toplumsal cinsiyet rollerini, biyolojik farklılıkların psikolojik gelişimi şekillendirdiğini savunan bir çerçevede ele alır. Oedipus ve Elektra kompleksleri, cinsiyet kimliğinin ve toplumsal rollerin erken çocukluk döneminde ebeveyn ilişkileriyle şekillendiğini öne sürer. Örneğin:
Erkek çocuklar, Oedipus kompleksi sırasında babayla özdeşleşerek erkeklik rollerini (otorite, liderlik) içselleştirir.
Kız çocuklar, Elektra kompleksi yoluyla anneleriyle özdeşleşir ve kadınlık rollerini (annelik, bakım verme) benimser.
Ancak bu süreç, cinsiyet rollerini sabit ve değişmez olarak tanımlar. Freud’un teorileri, kadınları pasif, erkekleri ise aktif rollerle ilişkilendirir; bu da ataerkil toplumsal düzeni meşrulaştırır. Örneğin, kadınların “doğal” rollerinin annelik ve eşlik olduğu fikri, Freud’un teorilerinde sıkça ima edilir. Feminist psikoloji, bu yaklaşımın cinsiyet eşitsizliklerini pekiştirdiğini ve kadınların toplumsal rollerini kısıtladığını savunur.
Feminist Psikolojinin Toplumsal Cinsiyet Rollerine Katkıları
Feminist psikoloji, toplumsal cinsiyet rollerini anlamada şu katkıları sağlar:
Toplumsal İnşa Vurgusu: Cinsiyet rollerinin biyolojik değil, toplumsal ve kültürel süreçlerle şekillendiğini savunur. Örneğin, kadınların “duygusal” veya erkeklerin “mantıklı” olarak görülmesi, biyolojik bir gerçeklikten çok, kültürel normların bir yansımasıdır.
Güç Dinamiklerinin Analizi: Kadınların ruhsal sağlık sorunlarının (örneğin, depresyon veya anksiyete) toplumsal baskılar, ayrımcılık ve cinsiyet temelli eşitsizliklerle bağlantılı olduğunu gösterir. Örneğin, iş yerinde cinsiyet ayrımcılığı veya aile içi bakım yükümlülükleri, kadınların ruhsal sağlığını olumsuz etkiler.
Kesişimsel Yaklaşım: Feminist psikoloji, cinsiyetin yanı sıra ırk, sınıf, cinsel yönelim ve diğer kimliklerin psikolojik süreçler üzerindeki etkisini inceler. Bu, daha kapsayıcı bir anlayış sağlar.
Klinik Uygulamalarda Dönüşüm: Terapistlerin, hastaların deneyimlerini toplumsal bağlamlar içinde değerlendirmesini teşvik eder. Örneğin, bir kadının anksiyetesi, yalnızca bireysel bir sorun olarak değil, toplumsal cinsiyet rollerinin getirdiği stresle ilişkilendirilir.
Cinsiyet Normlarının Eleştirisi: Toplumsal cinsiyet normlarının bireyler üzerindeki baskısını sorgular ve bu normların değişebilir olduğunu savunur. Bu, bireylerin özgürce kendilerini ifade etmelerine olanak tanır.
Feminist psikoloji, bu katkılarla, psikoloji disiplinini daha eşitlikçi ve kapsayıcı bir alana dönüştürmüştür.
Psikanalizin Yeniden Değerlendirilmesi
Feminist psikoloji, Freud’un psikanalizini tamamen reddetmek yerine, bazı yönlerini yeniden yorumlamayı önerir:
Bilinçdışının Değeri: Bilinçdışı süreçlerin bireyin davranışlarını anlamadaki önemi kabul edilir. Ancak bu süreçler, toplumsal cinsiyet normlarının etkisiyle yeniden ele alınır. Örneğin, bir kadının bilinçdışındaki çatışmalar, ataerkil normların içselleştirilmesiyle ilişkilendirilebilir.
Erken Çocukluk Deneyimleri: Çocukluk dönemi, cinsiyet kimliğinin oluşumunda önemlidir, ancak bu süreç biyolojik değil, toplumsal bağlamlarla şekillenir.
Terapötik Uygulamalar: Psikanalizin bireysel terapideki teknikleri (örneğin, serbest çağrışım), toplumsal cinsiyet dinamiklerini dikkate alarak yeniden yapılandırılabilir.
Bu yeniden değerlendirme, psikanalizin bireysel odaklı yapısını toplumsal bağlamlarla birleştirerek daha kapsayıcı bir yaklaşıma dönüştürmeyi amaçlar.
Toplumsal Cinsiyet Rollerinin Günümüz Psikolojisindeki Yeri
Feminist psikolojinin etkisiyle, günümüz psikolojisi cinsiyet rollerini biyolojik determinizmden uzak bir şekilde ele alır. Cinsiyet kimliği, cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet normları, bireylerin ruhsal sağlığı üzerindeki etkileriyle incelenir. Örneğin:
Klinik Uygulamalar: Terapistler, hastaların deneyimlerini toplumsal cinsiyet normlarının getirdiği baskılar ışığında değerlendirir. Örneğin, bir erkeğin duygularını ifade edememesi, “erkeklik” normlarının bir sonucu olarak analiz edilebilir.
Araştırmalar: Cinsiyet temelli eşitsizliklerin ruhsal sağlık üzerindeki etkileri (örneğin, kadınlarda yeme bozuklukları veya erkeklerde intihar oranları) daha fazla araştırılır.
Kapsayıcılık: Transgender ve non-binary bireylerin deneyimleri, psikolojik teorilerde ve uygulamalarda daha fazla yer bulur.
Bu değişim, psikolojinin bireylerin toplumsal bağlamlarını göz ardı etmeden, daha bütüncül bir anlayış geliştirmesine olanak tanır.
Klinik Uygulamalarda Feminist Psikolojinin Etkisi
Feminist psikoloji, klinik uygulamalarda önemli dönüşümler sağlamıştır:
Cinsiyet Temelli Önyargıların Azaltılması: Terapistler, hastaların deneyimlerini cinsiyet stereotiplerinden arındırarak değerlendirir. Örneğin, bir kadının öfkesi “histeri” olarak değil, meşru bir duygu olarak ele alınır.
Toplumsal Bağlamların Dahil Edilmesi: Ruhsal sorunlar, toplumsal eşitsizlikler ve baskılarla ilişkilendirilir. Örneğin, bir kadının depresyonu, iş yerinde cinsiyet ayrımcılığı veya aile içi rollerle bağlantılı olabilir.
Eşitlikçi Terapist-Hasta İlişkisi: Feminist psikoloji, terapistlerin otoriter bir konumdan ziyade, hastayla eşitlikçi bir ilişki kurmasını teşvik eder. Bu, hastanın güçlendirilmesini sağlar.
Kesişimsel Yaklaşım: Hastaların cinsiyet, ırk, sınıf ve diğer kimliklerinin kesişim noktaları dikkate alınır. Örneğin, bir göçmen kadının deneyimleri, yalnızca cinsiyet değil, ırk ve sosyoekonomik durumla da ilişkilendirilir.
Gelecek Yönelimler ve Psikolojide Cinsiyet Çalışmaları
Feminist psikolojinin etkisi, cinsiyet çalışmalarının psikoloji içindeki rolünü güçlendirmiştir. Gelecekteki yönelimler şunlar olabilir:
Disiplinlerarası İş Birliği: Nörobilim, sosyoloji ve antropoloji ile iş birliği, cinsiyetin psikolojik süreçler üzerindeki etkilerini daha derinlemesine anlamayı sağlayabilir. Örneğin, nörobilim, toplumsal cinsiyet normlarının beyin üzerindeki etkilerini araştırabilir.
Kapsayıcı Teoriler: Cinsiyet kimliği ve yönelimi, psikolojik teorilerin merkezine yerleşmeye devam edecektir. Transgender ve non-binary bireylerin deneyimleri, psikolojinin daha kapsayıcı bir disiplin haline gelmesine katkı sağlayacaktır.
Kültürel Farklılıklar: Farklı kültürel bağlamlarda cinsiyet rollerinin nasıl şekillendiği, daha fazla araştırılacaktır. Örneğin, Batı merkezli psikolojik teorilerin, farklı kültürel normlara sahip toplumlarda nasıl uygulanacağı incelenebilir.
Teknoloji ve Psikoloji: Dijital platformlar ve yapay zeka, cinsiyet çalışmalarında yeni yöntemler sunabilir. Örneğin, çevrimiçi terapiler, farklı cinsiyet kimliklerine sahip bireylerin ruhsal sağlık hizmetlerine erişimini artırabilir.
Freud’un psikanalizi, modern psikolojinin temelini oluştururken, feminist psikolojinin eleştirileri, bu mirası daha eşitlikçi ve kapsayıcı bir şekilde yeniden şekillendirmiştir. Psikanalizin bireysel odaklı yapısı, toplumsal bağlamlarla birleştirilerek, cinsiyet eşitsizliklerini anlamada güçlü bir araç haline gelebilir.
https://www.insanokur.org/feminist-psikoloji-ve-freudun-psikanalizine-elestirel-bakis-toplumsal-cinsiyet-rolleri-uzerindeki-etkileri/
Habermas’ın İletişimsel Akıl Kavramı ve Modern Demokratik Katılım
İletişimsel Akıl Kavramının Temelleri
Habermas’ın iletişimsel akıl kavramı, bireylerin rasyonel diyalog yoluyla ortak anlayışa ulaşma kapasitesini vurgular. Bu kavram, geleneksel aklın araçsal ve stratejik yönlerinden farklı olarak, bireyler arası iletişimde karşılıklı anlayış ve uzlaşmayı merkeze alır. İletişimsel akıl, dilin normatif gücüne dayanır ve konuşma eylemleri üzerinden toplumsal etkileşimlerin düzenlenmesini öngörür. Bu bağlamda, ideal konuşma durumu, katılımcıların eşit koşullarda, özgürce ve herhangi bir dışsal baskı olmadan diyalog kurabildiği bir ortamı tanımlar. Bu durum, yalnızca bilgi alışverişini değil, aynı zamanda ahlaki ve normatif meselelerin tartışılmasını da içerir. Habermas, bu kavramı modern toplumların karmaşık yapılarında rasyonel bir toplumsal düzenin mümkün olabileceği fikriyle ilişkilendirir. İletişimsel akıl, bireylerin yalnızca kendi çıkarlarını değil, ortak iyiyi de gözeten bir rasyonaliteyi ifade eder. Bu, demokratik katılımın temel bir unsuru olarak öne çıkar, çünkü bireylerin özgürce fikirlerini ifade edebilmesi ve uzlaşmaya dayalı kararlar alabilmesi, demokratik süreçlerin işlerliğini artırır.
Demokratik Katılımın Modern Bağlamı
Modern demokratik katılım, bireylerin siyasi süreçlere etkin bir şekilde katılması ve karar alma mekanizmalarında söz sahibi olması anlamına gelir. Ancak, modern toplumlarda katılım, medya, ekonomik çıkarlar ve bürokratik yapılar gibi çeşitli faktörler tarafından şekillendirilir. Habermas’ın iletişimsel akıl kavramı, bu bağlamda, bireylerin siyasi süreçlere katılımını yalnızca oy verme gibi biçimsel eylemlerle sınırlamaz; aynı zamanda, kamusal alanda rasyonel tartışmalar yoluyla kolektif iradenin oluşumunu vurgular. Kamusal alan, bireylerin özgürce bir araya gelerek fikirlerini tartıştığı ve ortak sorunlara çözüm aradığı bir zemin olarak tanımlanır. Bu alan, modern demokrasilerin işleyişinde kritik bir rol oynar, çünkü vatandaşların bilgiye erişimi, fikirlerini ifade etme özgürlüğü ve karar alma süreçlerine katılımı, demokratik meşruiyetin temel taşlarını oluşturur. Ancak, modern toplumlarda bu alanın, medya manipülasyonu veya ekonomik eşitsizlikler gibi engellerle zayıfladığı gözlemlenir. Habermas, bu tür engellerin iletişimsel akıl yoluyla aşılabileceğini savunur.
İletişimsel Akıl ve Kamusal Alan İlişkisi
Kamusal alan, iletişimsel akıl kavramının demokratik katılım bağlamında somutlaştığı bir zemin olarak değerlendirilebilir. Habermas, kamusal alanı, bireylerin özgürce fikir alışverişinde bulunabileceği ve ortak sorunlara yönelik rasyonel çözümler üretebileceği bir platform olarak tanımlar. Bu alan, iletişimsel akıl ilkelerine dayalı olarak işler; yani, tartışmaların açık, eşitlikçi ve rasyonel bir şekilde yürütülmesi gerekir. İletişimsel akıl, kamusal alanda diyalogların yalnızca bireysel çıkarların çatışması değil, aynı zamanda ortak bir anlayışa ulaşma çabası olmasını sağlar. Bu süreç, demokratik katılımın niteliğini artırır, çünkü bireyler yalnızca kendi görüşlerini savunmakla kalmaz, aynı zamanda diğerlerinin argümanlarını anlamaya ve değerlendirmeye çalışır. Ancak, modern toplumlarda kamusal alanın ideal biçimine ulaşması, ekonomik ve sosyal eşitsizlikler nedeniyle zorlaşmaktadır. Habermas, bu tür engellerin aşılması için iletişimsel akıl ilkelerine dayalı bir toplumsal dönüşüm gerektiğini öne sürer.
Demokratik Meşruiyet ve İletişimsel Akıl
Demokratik meşruiyet, siyasi kararların vatandaşların rızasına dayanması ve bu kararların adil bir süreçle alınmasıyla sağlanır. İletişimsel akıl, bu meşruiyetin sağlanmasında merkezi bir rol oynar, çünkü vatandaşların rasyonel diyalog yoluyla karar alma süreçlerine katılması, kararların meşruiyetini artırır. Habermas’a göre, meşru bir demokratik süreç, yalnızca çoğunluğun iradesine değil, aynı zamanda rasyonel tartışmalara dayalı bir uzlaşmaya da ihtiyaç duyar. Bu, bireylerin yalnızca kendi çıkarlarını değil, aynı zamanda toplumun genel iyisini gözeten bir yaklaşımı gerektirir. İletişimsel akıl, bu süreçte, bireylerin farklı bakış açılarını anlamasını ve ortak bir çözüm arayışını teşvik eder. Modern demokratik sistemlerde, bu tür bir katılım, genellikle sivil toplum kuruluşları, medya ve diğer kamusal platformlar aracılığıyla gerçekleşir. Ancak, bu platformların eşitlikçi ve açık bir şekilde işleyebilmesi, iletişimsel akıl ilkelerinin uygulanmasına bağlıdır.
İletişimsel Akılın Uygulanabilirlik Sorunları
İletişimsel akıl kavramı, teorik olarak demokratik katılımı güçlendiren bir çerçeve sunarken, pratikte çeşitli zorluklarla karşılaşır. Modern toplumlarda, bireyler arasındaki ekonomik, sosyal ve kültürel eşitsizlikler, ideal konuşma durumunun gerçekleşmesini engelleyebilir. Örneğin, medya manipülasyonu, bilgi asimetrisi ve siyasi kutuplaşma, rasyonel diyalogların önündeki başlıca engellerdir. Ayrıca, bireylerin iletişimsel akıl ilkelerine uygun bir şekilde tartışmalara katılabilmesi için gerekli olan eğitim ve bilinç düzeyi, her toplumda eşit şekilde bulunmayabilir. Habermas, bu tür sorunların aşılması için toplumsal yapıların daha kapsayıcı ve eşitlikçi bir şekilde düzenlenmesi gerektiğini savunur. Bu, özellikle demokratik katılımın yalnızca elit kesimlere değil, tüm vatandaşlara açık olması gerektiğini vurgular. İletişimsel akıl, bu bağlamda, demokratik süreçlerin daha kapsayıcı ve adil bir şekilde işleyebilmesi için bir rehber sunar.
İletişimsel Akıl ve Dijital Kamusal Alan
Dijital teknolojilerin yükselişi, kamusal alanın yapısını ve demokratik katılımın dinamiklerini köklü bir şekilde değiştirmiştir. Sosyal medya platformları, bireylerin fikirlerini ifade etme ve tartışmalara katılma fırsatlarını artırmış, ancak aynı zamanda bilgi kirliliği, yankı odaları ve algoritmik önyargılar gibi yeni sorunlar ortaya çıkarmıştır. İletişimsel akıl, dijital kamusal alanda da uygulanabilir bir çerçeve sunar, ancak bu alanın kendine özgü dinamikleri, Habermas’ın ideal konuşma durumu modelini zorlaştırır. Örneğin, sosyal medya platformlarında tartışmalar genellikle hızlı, yüzeysel ve duygusal bir şekilde gerçekleşir; bu da rasyonel diyalogların derinliğini sınırlayabilir. Buna rağmen, dijital platformlar, doğru bir şekilde düzenlendiğinde, geniş kitlelerin demokratik süreçlere katılımını kolaylaştırabilir. İletişimsel akıl, bu bağlamda, dijital kamusal alanın daha şeffaf, eşitlikçi ve rasyonel bir şekilde yapılandırılması için bir rehber sunar.
İletişimsel Akılın Demokratik Katılım Üzerindeki Etkisi
İletişimsel akıl, demokratik katılımın niteliğini artırmak için bir dizi pratik ve teorik katkı sunar. İlk olarak, bireylerin rasyonel diyalog yoluyla karar alma süreçlerine katılması, siyasi kararların meşruiyetini güçlendirir. İkinci olarak, iletişimsel akıl, farklı toplumsal gruplar arasında uzlaşma ve işbirliğini teşvik eder, böylece toplumsal çatışmaların çözümüne katkıda bulunur. Üçüncü olarak, bu kavram, bireylerin yalnızca kendi çıkarlarını değil, aynı zamanda ortak iyiyi gözeten bir yaklaşımı benimsemesini sağlar. Ancak, iletişimsel akılın bu etkilerinin gerçekleşmesi, toplumsal yapıların ve kurumların bu ilkelere uygun bir şekilde düzenlenmesine bağlıdır. Örneğin, eğitim sistemlerinin eleştirel düşünceyi ve rasyonel tartışma becerilerini teşvik etmesi, iletişimsel akılın demokratik katılım üzerindeki etkisini artırabilir.
https://www.insanokur.org/habermasin-iletisimsel-akil-kavrami-ve-modern-demokratik-katilim/
"Dilenmek” değil direnmek, “sistem içi” muhalif olmak değil sisteme muhalif olmak
https://kaldirac4.org/dilenmek-degil-direnmek-sistem-ici-muhalif-olmak-degil-sisteme-muhalif-olmak/
29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen neydi?
Elias Nin
Türklüğün kurucu lideri Mustafa Kemal 28 Ekim tarihinde kurulan bir ziyafet sofrasında masadakilere şöyle sesleniyordu: “Efendiler, yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz!”
29 Ekim’de “Efendilerin Cumhuriyeti” ilan edildi ve böylece Saltanat Rejimi yerini “Efendilerin Cumhuriyeti’ne bırakmış oldu.
29 Ekim, ifade edildiği gibi bir devletin kuruluşunun ilanı değildir, devlet zaten vardı, sadece devlet el değiştirmiştir, hepsi bu. Osmanlı otokratik devlet modeli devre dışı bırakılmış, onun yerini totaliter Kemalist rejim geçirilmiştir.
Otokratik yönetimin yerini alan rejimin cumhuriyetle alakası yoktu zira bir rejimin/devletin cumhuriyet olabilmesinin ön koşulu, halk tarafından seçilmişler meclisidir ve bu söz konusu değildi; bütün vekiller Mustafa Kemal ve çevresindeki dar kadro tarafından atanmaktaydı.
Adeta bir parti devleti vardı, öyle ki il valileri aynı zamanda CHP il başkanı olabiliyordu.
Mustafa Kemal de tıpkı Osmanlı padişahları gibiydi, kararları sorgulanamazdı, istediği kamu mallarını mülküne geçirebilirdi, devlet bütçesini istediği gibi kontrol edebilirdi, hakkında soruşturma açılamazdı, ona karşı çıkmak “vatana ihanet” olarak mütalaa edilirdi.
Bunların hiçbirinin cumhuriyet rejimi ile uzaktan yakından alakası yoktur, bunlar ancak totaliter faşist diktatörlüklerde, bonapartist rejimlerde olan şeylerdir.
Peki, 29 Ekim ne demektir?
29 Ekim, yeni bir devlet değil, Türk ulusçuluğunun ilanı ve inşası demektir.
Yani Kürtlerin, Ermenilerin, Süryanilerin, Rumların ulusal bağımsızlık haklarının, topraklarının gasp edilerek Türklüğün zimmetine geçirilmesi demektir.
29 Ekim, sermayenin ve mülkün el değiştirerek Türklere devredilmesi demektir.
29 Ekim, bugün Apoculuk tarafından da sahip çıkılan “Tek bayrak, tek millet, tek devlet demektir.”
29 Ekim’i kutlamak ve ona sahip çıkmak demek ise bütün bunlara ortak olmak, işlenen suçlara ortak olmak demektir.
29 Ekim, Türklüğün mağdurların için yas, katiller ve suç ortakları için bayram demektir.
https://www.instagram.com/p/DQY_LMyiC0x/
Kemalizmin dönüşü kimin çıkarına?
Volkan Akyıldırım
Erdoğan-Ak Parti’yle eski ortağı Gülenciler arasındaki, başarısız darbeyle sonuçlanan savaş kemalizme yaradı.
Bürokrasi cemaatlerden temizlenirken, Ak Parti laikliğin hepimizin teminatı olduğunu söylüyor.
Milliyetçi popülizmi yükselten Erdoğan kemalizmin yayılmacı iddialarını Irak’ta ve Suriye’de hayata geçiriyor.
Ergenekon ve Balyoz davalarının sanığı eski darbeciler şimdi gazete ve TV’lerin başlıca yorumcuları. Kendilerini aklayana kadar, devirmek için uğraştıkları Erdoğan’ın şimdi arkasında olduklarını söylüyorlar.
Ülkücüler ve ulusalcılar, kemalizmde sonuna kadar gidilmesini, ezilenleri ve muhaliflerin susturulmasını talep ediyor.
Öte yandan kemalizmi çok önceden reddeden bazı sosyalistler, HDP’nin kemalist CHP ile ittifakının propagandasını yapıyor.
Peki devrimci sosyalistler kemalizme nasıl bakar?
Son 20 yılda ezilenlerin ve darbelere karşı olan işçi sınıfının mücadelesiyle geriletilen kemalizmin geri dönüşü emekçilerin çıkarına bir gelişme mi?
15 Temmuz kemalizminde sapmanın sonucu mu?
Gülencilerin başını çektiği 15 Temmuz darbe girişimi, Kemalizme dönüşün gerekçesi.
15 Temmuz ilk darbe olsaydı bu iddia tartışılabilirdi. Fakat ordu daha önce kemalist generallerin liderliğinde 4 darbe yaptı ve bunların üçü kanlıydı. 2002-2007 arasında ise ordu içindeki kemalist cuntalar, darbe planları yapmaya ve bunları hayata geçirmeye devam etti. Hepsinin gerekçesi kemalist cumhuriyetin seçilmiş hükümetlere karşı korunmasıydı.
Kaldı ki Gülencilerin diğer İslami hareketlerden farkı, kemalizmle uzlaşmasıydı. Bu sayede ordu ve devlet bürokrasisi içinde sorunsuz büyüyebildiler ve 15 Temmuz’da kemalist generallerin bir bölümüyle ittifak halindeydiler.
Gülencilerin topluca orduya giriş yaptıkları yani devlet tarafından kabul edildikleri iki dönem, 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri. TV’lere çıkan kemalist generallere bakılırsa hepsi çok evvelden Fetullahçıların varlığını biliyordu.
Kendine ideoloji olarak kemalizmi seçen, belli ki Atatürkçü kitlelerin nefret ettikleri Erdoğan’a karşı askeri yönetimi destekleyeceğini zanneden darbeciler aslında geleneksel yoldan ilerlediler.
Kemalizm ne Gülenciler gibi aşırı sağcı muhfazakarlığa ne de darbelere bağışık değildir. Aksine kurduğu düzen bunları üretiyor.
Demirel döngüsü
Kendisi de muhalifleri de AK Parti’nin iktidar olduğundan bahsediyordu. Hükümet olmakla iktidar olmak yani devleti kendi kontrolü altına almak ve burjuvazinin yönetici sınıfı olmak aynı şey değil. Türkiye’de seçilmiş hükümetlerin çoğu kukla, gerçek iktidarın sahibi ise kemalist ordu oldu. İşlerine gelmeyen partileri kapatarak, kontrol edemedikleri hükümetleri devirererek; bunların sonuçlarını her seferinde toplumun çoğunluğunu oluşturanlara ödeterek, acımasız baskı metotlarının sonucu zoraki rızayla yönettiler. Başta kemalizme muhalif olarak çıkıp onun ezidği kitlelrden oy alarak yükselen politikacıları kuşatarak kendi çizgilerine getirdiler.
Eski kuşakların Süleyman Demirel’den bildiği bu döngüyü, Şimdi Tayyip Erdoğan tamamlıyor. Görüldü ki 14 yıllık iktidarlarına, her iki seçmenden birinin oyunu almalarına rağmen devlette belirleyici hiçbir konum elde edememişler.
2002’de iktidara geldiklerinde darbe planları da kemalist generaller tarafından başlatılmıştı. Bu dönemde bürokrasi içinde kendilerini hazır bekleyen Gülencilere sarıldılar. Onlar da darbe yapınca şimdi eski kemalist darbecileri işe alıyorlar.
Bu pragmatik bir tutumdan öte. Erdoğan’ın kemalizmin tarihsel hayallerini “uyumlu” bir şekilde hayata geçirmesine tanık oluyoruz. Bu hayaller işçiler ve ezilenlerin çıkarlarına tamamen zıt.
Sosyalistler kemalizme karşıdır
– Devletin resmi ideolojisidir. Dönemsel ve siyasi taşıyıcılarına bağlı olarak biçimsel değişiklikler taşısa da özünde Türk hakim sınıflarının çıkarlarının toplumun geri kalanına dayatılmasına, sömürü ve baskıya eşlik eden burjuva fikirlerdir.
– Kemalizm Türk büyük sermayesinin fikridir. Koç Holging gibi bugün Türkiye’nin en zengin aileleri olan sermaye grupları kemalist devleti kullanarak kasalarını doldurdu. Bu devlet işçi sınıfına ise hiç iyi davranmadı. Sendikalar her dönem devletin bir uzantısı haline getirilerek hak alma mücadelelerinin önü kesildi. Grev yasaklamak ve sendika düşmanlığı darbeler gibi kemalist devletin bir geleneği. Gezi parkı direnişine katılan halkı Koç Holding’in arkasında olduğu bir darbenin piyonları ilan eden Erdoğan ve Ak Parti’nin, dönüp onlarla da uzlaşması bu düzenin aynen devam ettiğini gösteriyor
– Kemalizm Türk ve Sünni Müslüman olmayan halklar için baskıdır, Kürt illerinin sömürge olarak görülmesi ve yönetilmesidir. Halkların hapishanesinde yaşanan ayaklanmalar ve katliamlar saymakla bitmez. PKK ile savaş 34 yıldır devam ediyor. Erdoğan’ın kemalist generallerle ittifakının en önemli sonucu reddedilen askeri yöntemleri ve sindirme politikalarını devam ettirmesi oldu. Kemalizmin özündeki baskıcı laiklik, ırkçılık ve aşırı milliyetçilik, Erdoğan’ın bugün dönüş yaptığı fabrika ayarlarıdır.
– Kemalizm militaristtir, yayılmacıdır. Anti-emperyalizmi ideoloji olarak kullansa da her zaman emperyalist devletlerin belirlediği küresel sistemin bir parçası olarak davranmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin misak-ı milli denilen sınırlar içerisinde kurulması batı emperyalizmi ile uzlaşmanın ürünüdür. Bu yüzden Türkiye bir NATO üyesi, ordusu bir NATO ordusudur. Kıbrıs’ın kuzeyini 1974’ten bu yana işgal altında tutan Türkiye’, Irak’ta Başika’nın yanısıra “yardım için” gittiği Somali’de de bir askeri üs kurdu. Afganistan’ı işgal eden NATO güçlerinin bir parçası olarak Kabil’de askeri birliği bulunan Türkiye, aynı zamanda Lübnan’da BM’ye bağlı bir askeri bir birlik bulundurmaktadır. Kore savaşından Suriye savaşına, Musul ve Kerkük’ü ilhak etme hayallerinden Suriye yönetiminde söz hakkı sahibi olmak için uzanan bu çizgi her hükümet tarafından devam ettirildi. 15 Temmuz’a kadar NATO ve ABD’nin her dediğini yapan Erdoğan ve Ak Parti hükümeti, yediği darbe ile bugün bir başka emperyalist devlet Rusya’ya elini uzatsa da kemalizmin karakteristik çizgisinin ilerici bir yanı yok. Tüm cumhuriyet hükümetleri IMF ve Dünya Bankası ile birlikte ekonomiyi planladı. Bağımsızlık edebiyatı rejime destek için pompalanan milliyetçilik içindir. Bir zamanlar demokratikleşme ve barışla “yerlerde sürünen” bu azgın milliyetçilik, başarısız darbeyi kullanan Erdoğan tarafından ayağa kaldırıldı ve güçlendirildi.
Açık ki hakim sınıfların ve devletin resmi görüşü sol ya da ilerici olamaz.
Türkiye emekçileri ve ezilenlerinin neredeyse yüz yıllık sorunların kaynağı olan kemalizme yeniden can verilmesinde hiçbir çıkarı yok.
Volkan Akyıldırım
Osmanlı'daki Ermenilerin Saklı Tarihi - 2: Meclis-i Mebusan’ın Ermeni ve... https://youtu.be/us1fCnstPCA?si=dOU5lK8ef27T5sfl
Osmanlı'daki Sosyalist Ermenilerin Saklı Tarihi - 1: Türk Solunun Kayıp ... https://youtu.be/YHFigQQcrwk?si=SSbGcrpsrRCL2aL8
ESMA’nın hatırlattıkları
Arjantin, darbe döneminin sona erdiği 84'lerden sonra bu yüzleşme ve hesap sorma noktasına nasıl geldi? Sol-sosyalist çevreler tarafından yeterince bilinmeyen rapor; darbecilerin kendilerini koruma, işledikleri suçları örtme çabalarını ve yargılama süreçlerinin hangi aşamalardan geçtiğini ayrıntılarıyla ortaya koyuyor.
Homojenleştirme / Türkleştirmede Seyahat Yasakları ve Yahudi Yurttaşlar – Sait Çetinoğlu
Ankara Hükümetinin ajandasında İttihatçılardan gelen homojenleştirme politikası kesintisiz olarak baştan itibaren yer almaktadır. Bu süreçte etkin olarak kullanılan uygulamalardan biri de temel insan haklarından olan ikamet ve seyahat hakkının kullanımının yasaklanmasıdır. Bu yasak ile Hıristiyan ve Yahudi yurttaşların yurtiçi ve yurtdışı seyahatleri engellenerek memleketlerinden uzaklaştırılmış, kalanlara sürekli baskı uygulanmış, ticaretleri sınırlanmış, alacaklarının tahsili önlenmiş, ata topraklarından ve ana yurtlarından koparılarak sürgün yaşamına zorlanmıştır.
▶️ SHOAH = HOLOCAUST?
De Nazi's beperkten zich niet tot genocide op ca. 6 miljoen Joden (waaronder familie van mijn Joodse opa). Uit https://factually.co/fact-checks/history/holocaust-non-jewish-victims-40a5d1:
❝
approximately 5 to 6 million NON‑JEWISH victims were killed by Nazi policies and related actions, within a broader scholarly range of roughly 3 to 15 million depending on inclusions […]
❞
▶️ DEFINITIE(S) VAN HOLOCAUST
Uit https://www.het.org.uk/images/downloads/Guidance_notes/Defining_ks4.pdf:
❝
… historians agree that there was something so distinctive about the murder of crimes and previous and subsequent genocides. This is not to say that the suffering of the Jews was any worse or better than that of other groups. Rather, it indicates that there was something unprecedented some have even said unique about the Holocaust. This something was that the Nazis aimed to kill every single Jew.
❞
Is dat ÉCHT zó uniek?
▶️ ZIONISTEN HEBBEN WWII GEKAAPT
Naast dat vele Europeanen honger leden en/of voor de Duitsers moesten werken, zijn er bijvoorbeeld, naar verluidt, alleen al tussen de 1,6 en 1,8 miljoen niet-Joodse *POLEN* vermoord.
De IHRA maakt duidelijk onderscheid tussen:
🅰️ Joodse WWII slachtoffers: de Holocaust;
🅱️ Genocide op niet-Joden.
🔝 Index: https://todon.nl/@ErikvanStraten/115442198971428219
#Genocide #StemWijzer #DefinitieVanAntisemitisme #AntiSemitisme #AntiZionisme
Nozick’in Minimal Devlet Anlayışı ve Modern Liberteryenizm
Minimal Devletin Temel İlkeleri
Nozick’in minimal devlet anlayışı, bireysel hakların korunmasını merkeze alır ve devletin işlevini yalnızca bu hakları güvence altına almakla sınırlandırır. Bu anlayışa göre, devlet yalnızca bireylerin yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumakla yükümlüdür. Nozick, bu hakların mutlak olduğunu ve hiçbir şekilde ihlal edilemeyeceğini savunur. Minimal devlet, bireyler arası gönüllü anlaşmalara müdahale etmez ve yalnızca bir “gece bekçisi” devleti olarak işlev görür; yani, güvenlik, adalet ve savunma gibi temel hizmetleri sağlar. Nozick’in bu yaklaşımı, devletin ekonomik, sosyal veya kültürel alanlara müdahalesini reddeder. Bu, vergilendirme, sosyal refah programları veya yeniden dağıtım politikaları gibi daha geniş devlet işlevlerini dışlar. Nozick’in teorisi, bireysel özgürlüğün devletin otoritesine üstün olduğu bir çerçeve sunar ve bu, liberteryen düşüncenin temel bir ilkesidir.
Liberteryenizmin Kökleri ve Çeşitliliği
Liberteryenizm, bireysel özgürlüğü en üst değer olarak benimseyen ve devletin bireylerin hayatına müdahalesini asgariye indirmeyi savunan bir felsefedir. Bu düşünce, klasik liberalizmden türemiş olup, John Locke, Adam Smith ve John Stuart Mill gibi düşünürlerin fikirlerinden beslenmiştir. Modern liberteryenizm, farklı akımlara ayrılır: minarşizm, anarko-kapitalizm ve sol liberteryenizm gibi. Minarşizm, Nozick’in minimal devlet anlayışına en yakın olanıdır ve devletin yalnızca temel koruyucu işlevlerle sınırlı olması gerektiğini savunur. Anarko-kapitalizm ise devletin tamamen ortadan kaldırılmasını ve tüm hizmetlerin özel sektör tarafından sağlanmasını önerir. Sol liberteryenizm ise bireysel özgürlükleri korurken, sosyal eşitlik ve ortak kaynakların paylaşımı gibi konulara daha fazla vurgu yapar. Nozick’in minimal devlet anlayışı, özellikle minarşist liberteryenlerle güçlü bir bağ kurar, ancak diğer liberteryen akımlarla da farklı düzeylerde örtüşür.
Nozick’in Teorisinin Liberteryenizmle Ortak Yönleri
Nozick’in minimal devlet anlayışı, liberteryen düşüncenin temel ilkeleriyle birçok noktada uyumludur. İlk olarak, her ikisi de bireysel hakları ve özgürlükleri mutlak bir öncelik olarak görür. Nozick’in bireylerin kendi bedenleri, emekleri ve mülkleri üzerindeki haklarını vurgulayan “kendi kendine sahiplik” (self-ownership) kavramı, liberteryen felsefenin temel taşlarından biridir. İkinci olarak, hem Nozick hem de liberteryenizm, devletin bireylerin gönüllü anlaşmalarına müdahale etmemesi gerektiğini savunur. Piyasa ekonomisi, her iki yaklaşımda da merkezi bir rol oynar; Nozick, piyasanın bireylerin özgürce etkileşimde bulunduğu bir alan olduğunu ve devletin bu sürece karışmaması gerektiğini belirtir. Üçüncü olarak, her iki düşünce de sosyal refah devletine ve yeniden dağıtım politikalarına karşı çıkar. Nozick’in “hak temelli” adalet anlayışı, bireylerin mülkiyet haklarına dayalı bir düzen önerir ve bu, liberteryenlerin piyasaya dayalı çözümleriyle örtüşür.
Minimal Devlet ve Liberteryenizm Arasındaki Farklılıklar
Nozick’in minimal devlet anlayışı ile modern liberteryenizm arasında bazı önemli farklılıklar bulunur. Nozick, minimal devletin varlığını bireysel hakları korumak için gerekli görürken, anarko-kapitalist liberteryenler devletin tamamen kaldırılmasını savunur. Örneğin, Murray Rothbard gibi düşünürler, güvenlik ve adalet hizmetlerinin bile özel sektör tarafından sağlanabileceğini öne sürer. Nozick ise bu hizmetlerin devlet tarafından sunulmasının, bireysel hakların korunması için daha güvenilir olduğunu düşünür. Ayrıca, Nozick’in teorisi, ahlaki bir çerçeveye dayanır ve bireysel hakları evrensel bir ilke olarak ele alır; oysa bazı liberteryen akımlar, özellikle pragmatik veya sonuç odaklı yaklaşımlar, daha esnek bir çerçeve benimseyebilir. Nozick’in minimal devleti, teorik olarak daha katı bir hak temelli yaklaşıma dayanırken, liberteryenizm içinde daha geniş bir ideolojik yelpaze bulunur.
Eleştiriler ve Tartışmalar
Nozick’in minimal devlet anlayışı ve liberteryenizm, hem akademik hem de pratik düzeyde çeşitli eleştirilere maruz kalmıştır. Birinci eleştiri, minimal devletin bireysel hakları koruma kapasitesi üzerinedir. Eleştirmenler, devletin yalnızca güvenlik ve adaletle sınırlı olması durumunda, sosyal eşitsizliklerin ve ekonomik adaletsizliklerin artabileceğini savunur. Örneğin, sosyal refah programlarının olmaması, yoksulluk ve fırsat eşitsizliğini derinleştirebilir. İkinci olarak, Nozick’in teorisi, bireylerin tamamen rasyonel ve özgür iradeye sahip olduklarını varsayar; ancak gerçek dünyada, bireylerin kararları sosyal, ekonomik ve kültürel faktörlerden etkilenir. Liberteryenizm de benzer şekilde, piyasanın her zaman adil ve etkin sonuçlar üreteceği varsayımına dayandığı için eleştirilir. Üçüncü olarak, minimal devletin pratikte uygulanabilirliği sorgulanır; güvenlik ve adalet hizmetlerinin finansmanı, vergilendirme olmadan nasıl sürdürülebilir? Nozick, bu soruya gönüllü katkılar ve özel sözleşmelerle yanıt verse de, bu çözümün pratikte ne kadar işlevsel olacağı tartışmalıdır.
Çağdaş Bağlamda Yansımalar
Nozick’in minimal devlet anlayışı, modern liberteryen hareketler üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Özellikle 20. yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın başlarında, liberteryen fikirler, ekonomik küreselleşme, teknoloji ve bireyselcilikle birlikte daha fazla görünürlük kazanmıştır. Örneğin, Silikon Vadisi’ndeki bazı teknoloji girişimcileri ve kripto para savunucuları, Nozick’in fikirlerinden ilham alarak devletin rolünü azaltmayı ve bireysel özgürlükleri teknoloji aracılığıyla güçlendirmeyi savunur. Ancak, Nozick’in teorisi, çağdaş sorunlara yanıt vermekte bazı sınırlılıklar gösterir. Örneğin, çevre sorunları, küresel sağlık krizleri veya yapay zeka gibi yeni teknolojilerin düzenlenmesi gibi konularda, minimal devletin nasıl bir rol oynayacağı belirsizdir. Liberteryenizm ise bu tür sorunlara farklı yaklaşımlar geliştirerek, Nozick’in çerçevesini genişletmeye çalışır.
Minimal Devletin Geleceği ve Liberteryenizm
Nozick’in minimal devlet anlayışı, teorik bir çerçeve olarak güçlü bir etkiye sahip olsa da, pratikte uygulanması zor bir model olarak görülür. Liberteryenizm, Nozick’in fikirlerini alarak daha geniş bir ideolojik hareket haline gelmiş ve farklı bağlamlarda uyarlanmıştır. Örneğin, liberteryen fikirler, vergi reformu, serbest ticaret ve bireysel özgürlüklerin korunması gibi konularda politik tartışmalarda etkili olmuştur. Ancak, minimal devletin katı çerçevesi, modern toplumların karmaşık ihtiyaçlarına yanıt vermekte yetersiz kalabilir. Liberteryenizm, bu nedenle, Nozick’in teorisini hem teorik hem de pratik düzeyde geliştirerek, çağdaş sorunlara daha esnek çözümler sunmayı amaçlar.
https://www.insanokur.org/nozickin-minimal-devlet-anlayisi-ve-modern-liberteryenizm/
Eğer ihtiyacımız olan her şeyi makineler üretirse, sonuç, şeylerin nasıl dağıtılacağına göre belirlenecek. Eğer makinelerin ürettiği zenginlik paylaşılırsa herkes konforlu bir dinlence içinde yaşayacak; ama makinelere sahip olanlar, zenginliğin yeniden dağıtılmasına karşı başarılı biçimde lobi yaparsa, çoğu insan müthiş yoksul olacak. Şu ana kadar, ikinci seçenek baskın çıkmış görünüyor; teknoloji giderek artan bir eşitsizliğe yol açıyor.
Stephen Hawking