Göçmenler için yeni paradigma: Ulusal değil, bütünsel bir azınlık | Cumali Yağmur
Türkiye'nin tarihe karşı mücadelesi | Mehmed S. Kaya
https://www.avrupademokrat9.com/turkiyenin-tarihe-karsi-mucadelesi-mehmed-s-kaya/
Şeriata ve "devletçi laikliğe" karşı özgürlükçü toplumsal laiklik | Temel Demirer
HaHannah Arendt’te “Otoriterlik” “Totalitarizm” ve “Özgürlük” Kavramlarının Yapılanması Üzerine Eleştirel Bir Bakış
CHP’ye destek, sömürgeciliğe destektir | Hüseyin Şenol https://www.avrupademokrat9.com/chpye-destek-somurgecilige-destektir-huseyin-senol/
Sağ ve din motivasyonlu terörizme Karşı uluslararası mücadelenin boyutları | Cumali Yağmur https://www.avrupademokrat9.com/sag-ve-din-motivasyonlu-terorizme-karsi-uluslararasi-mucadelenin-boyutlari-cumali-yagmur/
Balyozun sessiz hafızası ya da Tophane'den kazınan işçi heykeli
https://www.diken.com.tr/balyozun-sessiz-hafizasi-ya-da-tophaneden-kazinan-isci-heykeli/
Einstein haklı çıktı. Mars’ta zaman farklı akıyor
Fizikçilerin yeni çalışmasına göre, Mars’taki saatler Dünya’dakilere kıyasla her gün ortalama 477 mikrosaniye (milyonda bir saniye) ileri gidiyor
https://www.ntv.com.tr/teknoloji/einstein-hakli-cikti-marsta-zamanin-farkli-akiyor-1701492
Fiziğin Temellerini Sarsan Yeni Model: Evrenin Yapı Taşı Atomlar Yerine ‘Bilinç’ Olabilir
Fizik kurallarını altüst eden yeni bir teoriye göre evrenin temeli madde değil, bilinç olabilir. Model, telepati ve ölümden sonra yaşam gibi gizemlere de kapı aralıyor.
https://kayiprihtim.com/haber/evrenin-yapi-tasi-atom-degil-bilinc/
SSamsunspor ve AEK
Tamer Çilingir
İngiliz yazar Simon Kuper 1994’de yazdığı “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” isimli kitabına uygun bir futbol maçı bizleri bekliyor. 11 Aralık 2025 Perşembe günü saat 20.45’te, Samsun’un 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanacak UEFA Avrupa Konferans Ligi maçı, sadece bir futbol karşılaşması değil; aynı zamanda iki toplumun ortak ama oldukça farklı yorumladığı bir tarihle yüzleşme anı olacak. Ev sahibi Samsunspor ile Yunanistan’ın köklü kulüplerinden AEK Atina karşı karşıya gelecek.
19 MAYIS’IN ANLAMI
Maçın oynanacağı stadın isminden başlayarak aslında bunun bir futbol müsabakasının çok ötesine geçen bir şey olduğunu söyleyebiliriz. Müsabakanın bir Yunan ve Türkiye takımı arasında oynanmasından ziyade Türkiye tribünlerinin holiganlığa varan “ateşini” hepimiz biliyoruz. Kaldı ki bu sefer adı 19 Mayıs olan bir statta bir Yunan takımı ile oynanacak bir maç var. 19 Mayıs 1919 başta Pontos (Orta ve Batı Karadeniz) coğrafyası için önemli bir tarih. Resmi Türk tarih tezlerine göre Mustafa Kemal’in emperyalizmden kurtuluş savaşı başlatmak için Samsun’a gittiği tarih olarak ifade edilse de bu tarihin emperyalizmden kurtuluş savaşı değil Rumlardan kurtuluş savaşının son etabı olduğunu biliyoruz. Bu sürecin sonunda 353 bin Pontoslu Rum hayatını kaybederken, 800 bine yakın Küçük Asya Rum’unun da akıbeti bilinmiyor.
Pontus Soykırımı: Kısa Tarihî Gerçekler ve Rakamlar
Pontus Rumlarına yönelik sistematik imha süreci, üç aşamada şekillenir:
1914-1918 (I. Dünya Savaşı dönemi)
Osmanlı İçişleri Bakanı Talat Paşa’nın 1916’dan itibaren uyguladığı tehcir politikaları
Erkeklerin önce “amele taburları”na alınması, ardından öldürülmesi
Kadın, çocuk ve yaşlıların Samsun, Trabzon, Ordu’dan iç bölgelere (Tokat, Sivas, Diyarbakır, Malatya) ölüm yürüyüşlerine zorlanması
Yürüyüş sırasında açlık, hastalık, tecavüz ve katliamlar
1919-1923
19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı, “soykırımın ikinci ve en kanlı aşamasının başlangıcı” dır.
Topal Osman ve çetelerinin 1921-1922’de Samsun, Bafra, Çarşamba, Havza, Kavak, Ladik ve özellikle Nebyan Dağı çevresinde köyleri yakması, sivilleri toplu halde katletmesi
1921’de sadece Bafra’da 82 Rum köyünün tamamen yok edildiği belgelenmiştir
1914-1923 arası Karadeniz’de 353.000 Pontus Rum’u hayatını kaybetti (öldürüldü, açlıktan ve hastalıktan öldü, kayboldu)
1923 Lozan Mübadele Antlaşması
Karadeniz’den hayatta kalan yaklaşık 150-200 bin Pontuslu Rum da Yunanistan’a zorla gönderildi
Toplamda 1.250.000 Küçük Asya Rum’u Anadolu’dan koparıldı
Uluslararası akademik kabul (2024 itibarıyla):
ABD’de 27 eyalet, Avustralya, Avusturya, Hollanda, İsveç, Ermenistan, Güney Kıbrıs ve Yunanistan parlamentosu 1914-1923 Pontos olaylarını “soykırım” olarak tanımıştır.
Uluslararası Soykırım Araştırmacıları Derneği (IAGS) 2007 ve 2015 kararlarında Pontus olaylarını “soykırım” olarak sınıflandırmıştır.
Türkiye resmî tezinde ise “karşılıklı çatışma, savaş şartları, çete hareketleri” olarak tanımlanır.
STADYUMUN ADI
19 Mayıs adı, Samsun’daki stadyumun yanı sıra bir şehrin merkez ilçelerinden birine de verilmiş durumda. 1987 yılında ismi 19 Mayıs yapılan bu ilçe Nebyan dağlarının içinde olduğu bölgededir. Bu bölge 1916’dan 1924 yılına kadar Pontoslu Rumların direniş merkezidir. Bu bölgeye böyle bir isim vererek bir anlamda soykırım hafızası canlı tutulmaktadır. Stadın ismi ile Nebyan’ın ismi aynı anlamı taşıyor.
İşte AEK böyle bir stada böyle bir şehre geliyor.
Bu Maçta Türk Devletine ve Taraftara Düşen Tarihi Sorumluluk
Pontos topraklarına daha önce de 2019 ve 2023’de de gelen AEK Trabzonspor ile oynadığı birisi resmi birisi dostluk maçında kelimenin de anlamı dostluk ile karşılandı. Fakat geçmişteki diğer Türk-Yunan maçlarında (1996 Panathinaikos-Fenerbahçe, 2000 Galatasaray-Olympiakos, 2010 Fenerbahçe-PAOK, 2017 Türkiye-Yunanistan maçı öncesi saygı duruşunu ıslıklama ve tekbir getirilmesi) yaşanan provokasyonların ezici çoğunluğu Türk tribünlerinden kaynaklandığını da biliyoruz. 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanacak maçta risk çok daha yüksektir. Çünkü:
Stadyum adı zaten başlı başına bir “tarihî hatırlatma”dır.
AEK taraftarları için Samsun’a gelmek, dedelerinin katledildiği veya sürgün edildiği topraklara dönüş anlamı taşır.
Sosyal medyada şimdiden “AEK’lılara 19 Mayıs’ı hatırlatalım” türü paylaşımlar dolaşmaktadır.
Bu maçta da en büyük tehlike, Türk seyircisinin stadyum adı ve tarihî hassasiyet üzerinden AEK taraftarlarına yönelik provokatif tezahüratlar, pankartlar veya eylemler düzenlemesi ihtimalidir. Bu nedenle provokasyonu önlemenin asıl sorumluluğu Türk devletindedir ve Türk taraftarın kontrol altında tutulması hayati önemdedir.
Kaldı ki AEK da sıradan bir rakip değil. 13 Nisan 1924’te, İstanbul’dan Yunanistan’a gelen Rum mülteciler tarafından Atina’da kurulmuş bir kulüp. Tam adı “Athlitikí Énosis Konstantinoupóleos” (Konstantinopolis Atletik Birliği) olan kulübün armasında Bizans’ın çift başlı kartalı yer alır. AEK, kurulduğu günden bu yana “1922-24 mülteci kimliğini” ve Küçük Asya kökenlerini açıkça sahiplenir. Bu kimlik, Yunanistan içinde bile zaman zaman tartışma konusu olsa da kulübün taraftar kitlesi için güçlü bir aidiyet kaynağıdır. Bu bağlarından hiçbir zaman kopmayan AEK, 2022’de açılışını yaptığı yeni stadının ismini Ayasofya koyarken, açılışı da kemençe ve horonlar eşliğinde yaptı.
AEK taraftarları için Samsun’a gelmek, sadece bir deplasman maçı değil; dedelerinin, ninelerinin doğduğu topraklara dönüşün duygusal bir yansımasıdır.
Son olarak maçı izlemeye gidecek Samsunluların oraya gelecek olan AEK’lıların binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan ama sürgün edilmiş olan insanları temsil ettiklerini unutmamaları gerekir.
AEK ve AEK taraftarı sadece bunun için saygıyı hak etmiyorlar mı? Futbolun sadece futbol olarak kaldığı, mücadelenin 22 kişi arasında geçtiği ve sonunda o gün iyi olanın kazandığı bir müsabaka izlemek dileğiyle…
AEK KISA TARİHİ
AEK isminde yer alan Konstantinoupoleos’da doğar. İlk adı Pera Kulübü olan takım 1914 yılında Kostas Vasiliadis ve birkaç arkadaşının girişimiyle kurulur ve bir süre İstanbul Pazar Ligi’nde mücadele ettikten sonra Avrupa turnesine çıkar. Osmanlı’nın yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ilan edilmesinden sonra takımın bir bölümü turnede olduğu Fransa’da kalırken, bir kısmı ise Yunanistan’a döner. Yunanistan’a göç edenler 1924 yılında “Athlitiki Enosis Konstantinoupoleos” yani AEK takımını kurarlar. Takımın rengi ise Pera Kulübü’nün rengi olan sarı siyah olur. “Athlitikí Énosis Konstantinoupóleos” yani “Konstantinopolis (Istanbul) Atletik Birliği” anlamına gelir. Sembolü de Bizans çift başlı kartalıdır.
Bu sırada Pera Kulübü ise 1923’te Beyoğlu Spor Kulübü olarak yoluna devam ederek uzun yıllar İstanbul Ligi ve Süper Lig’de mücadele etti. 1964’ten itibaren düşüşe geçen Beyoğluspor, 1987 yılında küme düştükten sonra bir daha profesyonel liglerde yer alamadı. 2014-2015 sezonunda futbol şubesini yeniden açan kulüp halen İstanbul 2. Amatör Ligi’nde mücadele etmektedir.
1963: Yunanistan Kupası şampiyonu
1968: Ferencváros’u mağlup ederek Avrupa’da yarı finale kalan ilk Yunan takımı
1971–72: Avrupa’da çeyrek final
1977–78: UEFA Kupası’nda çeyrek final (Yunan futbolu için büyük başarı)
1989–1990: Lig şampiyonluğu
1992, 1993, 1994: Üst üste üç lig şampiyonluğu kazanır.
Avrupa’da düzenli katılım sağlar.
2013’te kulüp iflas nedeniyle amatör 3. lige düşmek zorunda kalır.
Bu süreçte taraftarlar ve yönetim tamamen yeniden yapılanma yoluna gider.
Yeniden yapılanmanın ardından AEK hızla yükselir:
2014–15: 2. Lig şampiyonu
2016: Yunanistan Kupası şampiyonu
2017–18: Süper Lig şampiyonu olur.
Bu dönem AEK’ın küllerinden doğduğu yıllar olarak kabul edilir.
2022 yılında AEK, uzun yıllardır beklenen yeni evi, OPAP-Arena – Agia Sophia Stadyumunu açar.
Bu stat, kulübün İstanbul kökenlerini temsil eden mimari detaylarla dikkat çeker.
Takım son yıllarda hem lig hem Avrupa maçlarında yeniden iddialı bir konuma gelmiştir.
https://pontosgercek.com/samsunspor-ve-aek/
Kürtlerin Haysiyet Meselesi; Rojava
Kürtlerin, büyük güçlerin müdahale ve ihanetleriyle örselenmiş travmatik bir tarihi var.
İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’nin İran’a girmesiyle oluşan siyasi denklemde 1946 yılında kurulan Mahabad Kürd Cumhuriyeti, aynı yıl Sovyetler Birliği’nin bu ülkeden çekilmesiyle İran güçleri tarafından kanlı bir şekilde yıkıldı. Kürtler, kurdukları bu ilk ve körpe cumhuriyetin yıkılmasından ve liderleri Kadı Muhammed’in idam edilmesinden büyük ölçüde Sovyetleri sorumlu tuttu ve bu ülkenin yaptığını hiç unutmadı.
Irakla yapılan 11 Mart 1970 Özerklik Anlaşması’nın çökmesi sonucunda ABD ve İran’ın desteğiyle Irak Baas rejimine karşı savaşan Mustafa Barzani, İran ve Irak’ın 1975 yılında yaptıkları Cezayir Antlaşması ile sırtüstü ortada bırakıldı. Kürtler milyonlar hallinde yurtlarını terk etti, geride kalanlar Bas rejimi tarafından hunharca katledildi. Kürt halkı ABD ve İran’ın bu ani dönüşünü asla affetmedi ve Cezayir Antlaşması’nı bir ihanet antlaşması olarak hafızalara kaydetti.
25 Ekim 2017 Kürdistan Bağımsızlık Referandumu Kürtlerin barışçıl ve demokratik irade beyanından başka bir şey değildi. ABD ve Batılı güçlerin buna yanıtı Haşdi Şabi vb. güçlerin ipini serbest bırakmak, Kerkük ve diğer Kürt bölgelerini işgal etmelerine kapı aralamak oldu. Birden bütün kapılar üzerlerine kapandı, Kürtler aç bırakılmakla tehdit edildi. Oysa IŞİD’e karşı savaşta peşmerge sadece kendi halkı için değil, aynı zamanda ABD ve Avrupa vatandaşları adına da on binlerce şehit vermişti. Kerkük’ün işgali Kürt toplumunda derin bir travmaya yol açtı.
Geçen yıllarda Türkiye Suriye Kürt Bölgesi’ne üç büyük operasyon gerçekleştirdi, Fırat Kalkanı ve Afrin Operasyonu’nu Rusya’nın onayı, Barış Pınarı Harekâtı’nı ise ABD’nin oluruyla hayata geçirdi. Kürtler, her üç askeri harekâttan dolayı Türkiye’ye gösterdikleri tepkinin fazlasını ABD ve Rusya’ya gösterdi.
Suriye’de eski rejim değişti ama…
07 Ekim sonrası gelişmelerin domino etkisiyle 08 Aralık 2024 tarihinde eski rejim yıkıldı. ABD ve müttefiklerinin onayı ve Türkiye’nin teşvikiyle Heyeti Tahrir Şam adlı radikal örgüt gelip Şam’a yerleşti. Türkiye’nin HTŞ’ye verdiği desteğin ideolojik ve dini nedenleri var elbet. ABD ise İran’a ve Direniş Ekseni’ne karşı HTŞ’yi bir denge unsuru olarak görüyor ve başka alternatif olmadığı için HTŞ ile Suriye’yi toparlamaya çalışıyor.
Suriye gibi yıkılmış ve parçalanmış bir ülkenin en son teslim edileceği örgüttür HTŞ. Demokratik zihniyetten uzak, ülkenin çoğulcu yapısını kucaklama iradesinden yoksun bir yapının iktidarı alması Suriye için bir handikap. HTŞ’nin geçmiş sicili ve icraatları bir yana, onun yeni anayasa konusundaki tutumu Arap milliyetçiliği ve İslam hukuku perspektifini aşamıyor. Yeni rejimin Akdeniz sahilindeki Alevilere ve güneydeki Dürzi toplumuna karşı gerçekleştirdiği katliamlar HTŞ’nin yeni Suriye’nin inşasındaki inandırıcılığını zayıflatıyor.
Öte yandan ilgili aktörler HTŞ’den kaynaklı söz konusu açmazları bırakmış, siyasi, askeri ve kültürel birikimiyle demokratik Suriye’nin kuruluşuna katkıda bulunma potansiyeli yüksek Kürtleri ve SDG’yi mevcut yönetime nasıl entegre edeceklerine odaklanmış görünüyorlar.
Türkiye baştan itibaren her fırsatta SDG’nin dağıtılıp bir an önce Şam’daki geçici yönetime katılması için bastırıyor. Benzer şekilde Amerika yönetimi SDG’nin Şam’a entegre olması için yoğun bir mesai sarf ediyor.
Bundan bir süre ABD Suriye temsilcisi Tom Barrack’ın Suriye Kürtleriyle ilgili Ankara’nın ağzıyla yaptığı açıklamalar Kürt toplumunda büyük bir tepki toplamıştı.
Son olarak 2 Kasım’da ABD Başkanı Trump’ın Beyaz Saray’da HTŞ lideri Ahmed Şara ile görüşmesi ve toplantının bir aşamasına Türk Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın katılması Kürt toplumunda bilinen kaygıları bir kez daha depreştirdi. Acaba ne oluyordu, ABD bir kez daha Kürtleri satıyor muydu?
ABD rol dağıtıyor
ABD’nin Ortadoğu politikasında önceliğin İsrail’in güvenliği olduğu genel kabul görüyor. Bu çerçevede Trump’ın Beyaz Saray’daki görüşmede yaptığı şey Ahmed Şara başkanlığındaki Şam yönetimini İsrail ile barışık olma yönünde teşvik etmek oldu. Geçici Suriye yönetimi ise İbrahim Anlaşmalarına bugünden dahil olmayacak belki, ama İsrail ile geçinmeye dünden razı.
ABD’nin ikinci hedefi ise Suriye’yi DAİŞ’e karşı koalisyona dâhil etmek. Yeni yönetimin ise ABD’den elde edeceği meşruiyet karşılığında bu projeye evet demesi dışında bir seçeneği yok. Suriye’nin IŞİD’e karşı koalisyona katılması SDG ile Şam yönetimi arasında ortak bir alan oluşturması bakımından da olumlu bir adım.
ABD ve batılı güçler Suriye’ye yönelik ambargoları kaldırarak bir yandan da A. Şara’yı Suriye’yi toparlamaya teşvik ediyorlar. Ancak her keresinde yönetimin uygulamalarına bakacaklarını ve açtıkları kredinin sınırlı ve koşullu olduğunu ifade etmekten geri kalmıyorlar. Şara’nın zaman içinde ehlileştirilerek yönetilmek istendiği anlaşılıyor.
ABD’nin hedeflerden biri de Suriye’de merkezi bir yönetim oluşturmaktır. Bu kapsamda SDG’nin merkezi yönetime entegre edilmesi önemli bir gündem konusu.
Merkezi orduya entegrasyondan kasıt SDG’nin dağıtılması ve savaşçılarının bireysel olarak merkezi orduya katılması değil elbet. SDG disiplin, eğitim ve teknolojik donanım bakımından Suriye’de başat bir askeri güç durumda. Hem IŞİD’e karşı mücadelede hem de yeni kurulacak Suriye’nin savunmasında SDG vazgeçilmez bir güç gibi görünüyor. SDG’yi dağıtmak demek hem IŞİD’e karşı savaşı sekteye vurmak, hem de Suriye’nin savunmasını zaafa uğratmak anlamına gelir. Bu açıdan Türkiye’nin öngördüğü biçimde SDG’nin kendini dağıtarak merkezi orduya entegre edilmesi gerçekçi ve Suriye’nin yararına ir seçenek değil.
ABD’nin yeni Suriye vizyonu çerçevesinde Hakan Fidan’ın New York’taki Trump-Şara görüşmesine çağrılmasının bir anlamı var. ABD yönetimi böylece Türkiye’ye Suriye’nin yeniden inşa sürecinde rol vermiş ve verilen rolün sınırlarını çizmiş oluyor; Türkiye Suriye’de İsrail ile karşı karşıya gelmeyecek, Suriye’nin DAİŞ’e karşı koalisyona katılmasına eşlik edecek ve SDG’nin Şam yönetimine entegrasyon sürecinde yükümlülük altına girecek.
Özetle ABD Suriye’de çatışma istemiyor. Aynı anda HTŞ’yi İsrail ile, İsrail’i Türkiye ile, SDG’yi HTŞ ile, Türkiye’yi SDG ile uzlaştırıp belirlediği hedef etrafında hizaya getirmeye çalışıyor.
Sahanın gerçekleri ve istikrar
Rusya’nın bölgeden çekilmesi ve İran’ın aldığı ağır darbeden sonra Suriye’de ABD artık rakipsiz, ama yalnız değil. Suriye sahasında ABD’nin yanı sıra İsrail, Türkiye, Körfez ile AB üçlü troikası Fransa, İngiltere ve Almanya var.
Washington'daki asıl gündem, Suriye'nin üniter yapısından çok, İsrail merkezli yeni bölgesel mimarinin inşasının Suriye ayağını düzene koymak. Trump son hamleyle bir yandan Türkiye’yi bir ölçüde sürece dahil etmiş oldu, öte yandan da Suriye’de mevcut aktörleri yakınlaştırıp çatışma zeminini yumuşattı denilebilir.
Suriye’nin geleceğinde esas gözetilmesi gereken nokta ülkenin çok uluslu, çok dinli çok kültürlü sosyolojik ve siyasi yapısıdır. Suriye’de tekçi ve merkezi yapıda ısrar etmek geçmişin tekerrürü anlamına gelir. Suriye’yi sadece Suni Araplara, üstelik onların en radikal dinci kesimlerine teslim etmek ülke istikrara kavuşturmaz. Toplumun geniş bir kesimini oluşturan Alevileri, farklı inançtaki Dürzi ve Hristiyanları kapsamayan bir rejim demokrasi olamaz. Kürt toplumu hem Ortadoğu’da hem de Suriye’de istikrar ve demokrasinin inşasında kilit konumda olan bir aktördür. Rojava’da Kürtlerin siyasi, kültürel ve asker birikimi Suriye’nin ayağa kaldırılması bakımından büyük imkandır. Hiç kimsenin bu gerçeği görmezlikten gelme lüksü yok. Ülkenin toplumsal gerçeği, demokrasi ve istikrar arayışı, Suriye’de çoğulcu, demokratik, federal bir sistemi gerekli kılıyor.
Kürtlerin gözü kulağı Rojava’da
Suriye’de Kürtler uzun yıllar dışlandı, kimlikleri yok edildi, büyük bir mezalime uğradı. 2014 yılında ortaya çıkan IŞİD barbarları en başta Kürtleri hedef aldı. Buna karşı Kürtler IŞİD belasının defedilmesinde on binlerce şehit verdi, büyük bir bedel ödedi. Esat rejiminin yıkılmasından sonra şimdi hem Kürtler hem de Suriye’nin geri kalanı için yeni bir umut doğmuş durumda. Özgür, demokratik ve onurlu bir yaşam umudu geçmişe kıyasla şimdi daha yakın.
Dünyadaki bütün Kürtlerin gözü kulağı Rojava’da. Yürekleri ağızlarında Suriye’de olanları pür dikkat izliyorlar. Orada beliren özgürlük umudunu karartma ihtimali olan her şey onları tedirgin ediyor. Rojava ile yatağa giriyor, Rojava ile gözlerini açıyorlar. En büyük korkuları yeni bir ihanete uğramak… Şu gök kubbe altında Rojava’daki kardeşlerinin özgürce yaşayacağı bir vatan parçası olsun istiyorlar.
Çünkü Rojava’yı haysiyet meselesi olarak kabul ediyorlar.
20.11.2025
Bayram Bozyel
PSK Genel Başkanı
Tuğçe Yılmaz, Ermeni gençlere dair haberi nedeniyle TCK 301’den yargılanıyor: Dava ertelendi
Tuğçe Yılmaz, Ermeni gençlere dair haberi nedeniyle TCK 301’den yargılanıyor: Dava ertelendi
Gazeteci Tuğçe Yılmaz, “Türkiyeli Ermeni gençler anlatıyor: 109 yıldır süren yas” başlıklı haberi nedeniyle TCK 301. maddesi uyarınca açılan davada 2 Aralık Salı günü hakim karşısına çıktı. Dava 21 nisan 2026'ya ertelendi.
https://www.agos.com.tr/tr/yazi/36477/tugce-yilmaz-ermeni-genclere-dair-haberi-nedeniyle-tck-301den-yargilaniyor-ilk-durusma-yarin
LGBTİ+ karşıtı yasa maddeleri pakette yer almadı, peki ya şimdi?
Geçtiğimiz hafta meclise sunulan 11. Yargı Paketi'nde LGBTİ+ karşıtı maddelerin yer almadığı görüldü. LGBTİ+ varoluşunu suç haline getiren, “biyolojik” cinsiyete aykırı davranışlar gibi muğlak ifadelerle sadece LGBTİ+ları değil, iktidarın belirlediği toplumsal cinsiyet normları çerçevesi dışında kalan herkesi cezalandırılabilir hale getiren, transların üzerindeki baskıları daha da ağırlaştırarak bir trans soykırımının kapısını aralayan bu maddelerin pakette yer almamış olması önemli bir kazanım, ancak tehdit henüz sona ermiş değil.
Atilla Dirim
LGBTİ+ karşıtı yasa maddeleri pakette yer almadı, peki ya şimdi?
Sona ermiş değil, çünkü bu saldırı birkaç maddelik bir yargı paketinden ibaret değil; bir dizi mevzuat düzenlemesi, bütçe kalemi, medya kampanyası, Diyanet hutbeleri, RTÜK cezaları, valilik yasakları ve polis copuyla desteklenen topyekûn bir seferberlik. Üstelik bu seferberlik sadece Türkiye'de değil, başta ABD ve Rusya olmak üzere, dünyanın hemen her yerinde otoriter rejimlerde “ailenin korunması” adı altında LGBTİ+'lara ve kadınlara yönelik olarak ilan edilmiş durumda.
Egemen kapitalist sınıf açısından ailenin korunması gerçekten de somut bir gereklilik. Bunun en öncelikli nedeni, devletin yurttaşlarla olan ilişkisinin, heteronormatif patriyarkal “geleneksel” aile içinde her gün ve her gün yeniden üretiliyor olması. Devletin her alanda giderek otoriterleştiği, her türlü demokratik talebin, hak arama mücadelesinin şiddet kullanılarak bastırıldığı, üstelik bu şiddetin “devlet baba” figürüyle meşrulaştırıldığı – babanın şiddet kullanmaya hakkı vardır; baba hem sever, hem döver! – bir ortamda, bu muameleye maruz kalan yurttaşların, bunu “doğal” kabul edecekleri ve ses çıkarmayacakları bir “terbiyeye” tabi tutulması gerekir.
Bu “terbiye” hayatın her alanında, televizyon, okul, askerlik, işyeri ve benzeri her ortam ve yöntemle gerçekleştirilir, ancak en birincil öneme sahip kurumu şüphesiz ki mevcut haliyle varlığını sürdürmesi istenen antidemokratik ve baskıcı aile ortamıdır. Meselenin özü, her aileden küçük bir devlet olmasının beklenmesidir. Bu küçük devlette “terbiye” edilen bireyler, büyük devlet içinde üstlenecekleri rolleri ses çıkarmadan kabul edecektir.
Son 10 yıldır dünya genelinde evlenme oranlarının düşme, boşanma oranlarının artma ve doğum oranlarının istikrarlı bir azalma eğilimine girmiş olması, otoriter rejimleri – başkalarının yanı sıra – yukarıda sayılan nedenlerden ötürü “geleneksel” aile modelini güçlendirme girişimlerinde bulunmaya yöneltti. Bu modele aykırılık gösteren feministler ile toplumun varlığını sürdürebilmesi için olmaz olmaz koşulu olarak görülen çocuk yapma yeteneğinden mahrum oldukları kabul edilen LGBTİ+’lar, kaçınılmaz olarak devlet temsilcilerinin nefretinin odağına yerleşti ve hedefleri haline getirdi. Diyanet İşleri (Eski) Başkanı Ali Erbaş'ın 2019'da Onur Yürüyüşü’nü eleştirirken sarf ettiği “Anne olmayı devreden çıkaran bir kadın ve baba olmayı devreden çıkaran bir erkek tasavvuru, fıtrata, yaratılışa aykırı bir sapkınlıktır” sözleri, çocuk yapmayı düşünmeyen kadın ve erkekleri de kapsayacak şekliyle genişletilmiş haliyle, bu arka plana dayanıyor.
Bu ilk defa karşılaşılan bir durum değil; derin sosyoekonomik kriz anlarında geçmişte de Hitler, Mussolini, Stalin gibi diktatörler geleneksel aile modelini ve toplumsal cinsiyet normlarını desteklemiş, belirli sayılarda çocuk doğuran kadınları madalyalarla taltif ederek bir nevî “kuluçka makinesi” ilan etmişlerdi. Elbette zikredilen bu isimlerin yönetimleri altında LGBTİ+'ların “yozlaşma” ve benzeri gerekçelerle ağır baskılara tabi tutulduğunu, akıl hastanelerine ve toplama kamplarına kapatıldığını ve korkunç yöntemlerle katledildiğini belirtmek de gerekir.
Daha önce de yargı paketlerinde yer alan LGBTİ+ karşıtı yasa maddeleri bu defa da LGBTİ+ örgütlerinin, kadın hareketinin ve müttefiklerinin olağanüstü çabalarıyla meclise sunulmadı. Fakat bu bir sonraki yargı paketiyle ya da bağımsız bir madde olarak tekrar sunuşmayacağı anlamına gelmiyor. Ne de olsa “Aile 10 Yılı” yerli yerinde duruyor, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, astronomik hale getirilen bütçesiyle “geleneksel” aile ve toplumsal cinsiyet normlarının bekası için yoğun çalışmalarda bulunuyor, LGBTİ+'lar Erdoğan ve devletin farklı yöneticileri tarafından sürekli olarak hedef gösteriliyor.
Bütün bunların yanı sıra, mevcut ekonomik kriz de giderek derinleşiyor. Asgari ücretle yaşamak mümkün değil, kiralar astronomik rakamlara ulaşmış, hayat pahalılığı almış yürümüş, basit bir market alış verişi için bile servet ödeniyor. Hal böyleyken giderek daha fazla homurdanan işçilerin öfkesini başka yere yönlendirmek için LGBTİ+'lar günah keçisi ilan edilmiş durumda. Tüm sorunların sebebi olarak LGBTİ+'ların “ahlaksızlığı” gösteriliyor ve bunun üzerinden oluşturulan ahlaki panikle, Erdoğan işçi kitlelerine kendisini bir “kurtarıcı” olarak sunuyor.
Bu nedenle LGBTİ+ karşıtı maddelerin meclise sunulmamış olması bir son değil; “Aile 10 Yılı” programı olanca hızıyla sürdürülüyor ve bu sadece LGBTİ+lar ve kadınlar üzerinde baskının artması değil, sömürü çarklarının da daha hızlı dönecek olması anlamına geliyor. LGBTİ+'ları baş tehlike olarak gören işçilerin öfkelerini gerçek düşmana, yani patronlara ve temsilcilerine yöneltmeleri, yöneltseler de etkili bir mücadele vermeleri mümkün değildir.
Bu durumda ne yapmalı? LGBTİ+'ların ve feministlerin mücadeleye devam etmeleri, mevcut ittifakları güçlendirmeleri ve yeni müttefikler bulmaları elzemdir. Örgütlü işçi sınıfının bir müttefik olarak sahneye çıkması – henüz böyle bir şey olmadı – çok şeyi değiştirebilir. Bunun nasıl yapılması gerektiğini 2009 yılında Ankara'da direnişe geçen Tekel işçileriyle dayanışmaya giden Pembe Hayat Derneği aktivistleri bize göstermişti. İlk karşılaşmadaki şaşkınlık, ortak düşmana karşı mücadele edildiği anlaşıldığı andan itibaren yerini dayanışmaya ve “Yaşasın işçilerin birliği! “ sloganlarına bırakmıştı. İçinde bulunduğumuz ağır sosyal ve ekonomik koşullarda işçi sınıfı mücadelesinin yükseleceği açık; bunun LGBTİ+ mücadelesi ile birleşmesi halinde çok şey değişebilir.
Bu, bir kez yaşanmıştı; bir daha yaşanmasının önünde hiçbir engel yoktur. Tek engel zihinlerdeki bariyerlerdir, bunların aşılması ise çok zor değildir. Ezilenlerin bileşik mücadelesi dünyayı değiştirebilir; değiştirecektir de.
https://solfasol.tv/lgbtiplus-karsiti-yasa-maddeleri-pakette-yer-almadi-peki-ya-simdi
“DDersim’de ‘avlanma’ adı altında yürütülen faaliyetler açık bir katliama dönüşmüştür”
DEM Parti Milletvekilleri Ayten Kordu ve Celal Fırat, kentteki hayvan katliamlarını ve ekolojik tahribatı Meclis gündemine taşıdı.
Savcılığın ceza talep ettiği çocuk istismarı davası sanıklarına mahkemeden beraat
Adıyaman'da 19 yaşındaki bir genç kadını çocukluğunda istismar etmekle suçlanan 3 erkek hakkında mahkeme tarafından beraat kararı verildi. Çocuk İzlem Merkezi raporlarında mağdurun ifadelerinin tutarlı olduğu, tanık beyanları ve psikolojik değerlendirmelerin iddiaları desteklediği belirtilirken, savcılık da sanıkların 3 ayrı suçtan cezalandırılmasını talep etmişti.
İİmralı Şam’daki kilidi açabilir mi?
Fehim Taştekin
Şam, Kürtler açısından yeniden sise büründü. Suriye’deki çıkmaz ve İmralı süreci Kürtlerin özerklik hedefini düğümleyen paradigmada değişime yol açabilir mi?
“Toprak bütünlüğü esastır” diyenler açısından bunu tetikleyebilecek şey, ademimerkeziyetçi bir çözüm olmadan Suriye’nin parçalanmaya sürükleneceği korkusudur.
Kürt tarafının bu korkuya oynaması şaşırtıcı olmadı.
PYD Başkanlık Konseyi Üyesi Aldar Halil, Al Monitor’dan Amberin Zaman’a verdiği röportajda, Şam’daki kilitlenmeye işaret ederek, böyle giderse Türkiye’nin “Kürtler bizim müttefikimiz” diyerek Ebu Muhammed el Colani’yi harekete geçmeye teşvik eden taraf olacağını savundu.
Bunu, “Şam’la işler yolunda gitmezse Türkiye’nin bir parçası olabiliriz” diyerek Misakımilli tayfası için teşvik paketine dönüştürenler de var tabii.
Entegrasyon ve yeniden inşa sürecinde tıkanmalar yaşandıkça denklemi yeniden kurmaya dönük ‘ateşleme’ düzenekleri öne sürülebilir. Dürzilerin İsrail’e güvenerek ‘bağımsızlık’ çıkışında ya da kılıç altına yatırılan Alevilerin federasyon talebinde olduğu gibi…
Ateşlemenin çift yönlü olması da dikkat çekici; Şam’a özerklik olmazsa “Kürtler Türkiye ile bütünleşebilir”, Ankara’ya da “Suriye bölünebilir” mesajı gidiyor.
Öteden beri Ankara’nın Şam üzerindeki baskıları nedeniyle Suriye’nin kendi iç çözümünü bulamadığı kanaati paylaşılıyor. Fakat göz ardı edilen bir şey daha var: Türkiye’nin tazyiki, özerklik fikrine alerjisi olan Colani yönetimi için de kullanışlı. Şam açısından Türkiye’nin baskıları Amerikalıları da dengeliyor.
10 Kasım’da Beyaz Saray’daki üçlü görüşmede varılan mutabakat doğrultusunda Şam’da SDG ile 10 Mart anlaşmasını hayata geçirmeye dönük sahici görüşmelerin başlayacağı söyleniyordu.
Fakat gelişme olmadı.
Colani, Başkan Donald Trump’tan gördüğü desteği “Yetki paylaşmam” diye bir kibre dönüştürmüş olabilir mi?
Ya da Şam’daki saat, Meclis heyetinin İmralı seansından sonra olası gelişmelere mi ayarlandı?
Yahut ABD’nin dikkati Ukrayna’ya kaydığından Şam süreci ötelenmiş olabilir mi?
Nedeni her ne ise Şam’da oluşan kilitlenmenin İmralı sürecinde olumlu bir gelişme sayesinde aşılacağı kanaati yerleşiyor.
İyimserliği besleyen gelişmeler oldu:
SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi ve Özerk Yönetimin Dış İlişkiler Sorumlusu İmham Ahmed, Ankara’nın onayı olmadan Kürdistan yönetimi tarafından Duhok’taki konferansa davet edilemezdi.
Abdi’nin Türkiye’ye gelip İmralı’ya gitme isteği de “Hadi oradan” kabilinden bir reddiye ile karşılaşmadı. Ardından DEM Parti’nin davetiyle İlham Ahmed, İstanbul’da planlanan bir konferansa davet edildi. Bunun için Ankara’dan onay bekleniyor.
Fakat Meclis heyetindeki DEM Parti Temsilcisi Gülistan Koçyiğit’in SDG’nin silah bırakması konusunda Öcalan’dan aktardığı değerlendirme Cumhur İttifakının muradını karşılamıyor. Jinnews’e konuşan Koçyiğit’e göre Öcalan, 10 Mart mutabakatını önemsiyor ve uygulanması gerektiğini vurguluyor. SDG’nin Savunma Bakanlığına ordu olarak entegre edilmesi, Asayiş’in de İçişleri Bakanlığına bağlı yerel güç olarak düşünülmesi gerektiğini belirtiyor.
Burada mesele, SDG’nin seyreltilmiş özerklikle entegre olmasını hazmedecek bir paradigma değişimine çıkıyor. “Türkiye için kim daha güvenilir müttefik; HTŞ mi yoksa SDG mi?” sorusu bu değişimi kışkırtabilir.
Fakat karşı argüman devreye girecektir;
“Kürtleri kazanmak ABD ve İsrail’in SDG üzerinden oyun kurmasını önler mi?” Bunun yanıtı otomatik olarak ‘evet’ değil.
Ve “Çok naif olmaya gerek yok” diyenlerin gerekçeleri de sıralanacaktır.
Suriye’deki Kürtler, ABD’nin askeri varlığını güvence olarak görüyor. Fiili kazanımları anayasal bir çerçeveye kavuşturuncaya kadar Amerikan güçlerinin sahada kalmasını istiyor.
İsrail’in Kürtler lehine olası müdahalesine açık bir pozisyonda duruyorlar.
Burada sergilenen pragmatizm boşluk ve fırsatlara göre yön değiştirebilir ki potansiyel ortaklıklar açısından sorgulanan bir durumdur.
Bu tür değerlendirmeler Ankara’nın özerkliği kabul edebileceğine dair öngörüleri belirsizliğe atıyor. Bunun yanı sıra tarafların tercihlerini belirleyen bir jeopolitik gerçeklik var:
Suriye merkezli bölgesel denklem ancak Şam’da kurulabilir. Bu ABD için de Türkiye için de geçerli.
Yani ana oyuncular açısından “Şam mı, Kamışlı mı” sorusu bağlamını kaybediyor. O yüzden Amerikalılar, SDG’yi düzenin kalbine taşımayı tercih ediyor. Irak’ta iktidara yön vermek ve İran’ı dengelemek için Kürtlere bağımsız Kürdistan hayalini bir kenara bıraktırıp Bağdat’ta olmanız lazım diyen Amerikan tercihi, Suriye’de de kendini tekrarlıyor.
Kamışlı’daki aktörlerin bakış açısına göre eğer Colani, Tel Aviv’le anlaşırsa Kürtlerin işi kolaylaşır. Aldar Halil de “İsrail ile Şam arasında bir anlaşma, Türkiye’nin nüfuzunu bir dereceye kadar sınırlayacak ve bu da bize daha fazla manevra alanı yaratacak” diyor.
Fakat Şam’dan istediğini alan İsrail’in, Kürtler ve Dürzilere ilgisi de azalabilir. Oyunu Şam’da kurmak İsrail için de geçerli bir metafor.
Ayrıca ABD ve İsrail’in günün sonunda Türkiye’yi hepten karşılarına almaları büyük çıkar ilişkileri nedeniyle gerçekçi durmuyor.
Bu faktörler nedeniyle İmralı süreci sayesinde Türkiye’yi yumuşatmak Şam’daki kilidi açmak açısından önemli hale geliyor.
İmralı sürecinin kıymete binmesinde, Şam’da havanın değişmesi de etkili. Normalde Colani ve ekibi çok köşeli konuşmuyor. Hem SDG’yi alt edecek güçleri yok hem de arada Amerikalılar var.
Fakat İletişim Bakanı Hamza el Mustafa net konuştu. SDG’nin askeri olarak caydırıldığını ve Amerikan güçlerinin konuşlandığı bölgelere çekilmek zorunda kaldığını öne sürdü. Abdi’yi zaman kazanmaya çalışmakla suçladı. Ardından “SDG durumun değişmeyeceğine inanıyorsa yanılıyor; artık SDG’yi koruyabilecek herhangi bir bölgesel güç dinamiği kalmadı. SDG durumu daha fazla tırmandırırsa bu hükümete olan halk desteğini artıracak” dedi.
Aldar Halil’e göre, Colani’nin 7 Ekim’de Şam’daki görüşmede SDG’nin tümen ve tugaylar şeklinde orduya katılması, Asayiş’in içişlerine tabii olması, içişleri bakan yardımcısının özerk yönetim tarafından atanması ve Genelkurmay başkanının Kürt olması yönündeki öneriyi kabul edip adına özerklik demeden fiili bir ademimerkeziyetçiliğe karşı çıkmaması, tamamen Washington’da Trump’a “İşler yolunda” diyebilmek içindi. Her şey bir illüzyon yaratmak içindi ve Colani’nin Beyaz Saray dönüşünde görüşmeler donduruldu.
Yine Aldar Halil’e göre, Öcalan’a yaklaşımda görüldüğü üzere Türkiye’de yaşanan değişim, Şam’ın tutumunu da değiştirecektir. Türkiye’de Kürt sorununa bir çözüm bulunursa SDG, Türkiye’nin en güçlü müttefiki olacaktır. Dahası, Türkiye’de Kürt sorunu çözülürse, Colani’nin Kürtlere haklarını vermesini engelleyen Türk bariyeri kalkacaktır.
Belli ki Öcalan, SDG’nin statüsünü pazarlığa açık bir entegrasyon süreci olarak görüyor. Taraflar istedikleri sonuçlar için denkleme yeni girdiler eklemenin derdinde.
10 Mart anlaşmasında belirlenen süre aralık sonunda doluyor. Suriye’deki istikamet bir dizi faktöre bağlı: İmralı süreci bir yol haritasına dönüşecek mi? Bu harita Suriye’yi etkiyecek mi? ABD ağırlığını ne yönde kullanacak? Güney Suriye’de ummadığı bir sivil direnişle karşılaşan İsrail’in tırmandırma stratejisi farklı boyutlar kazanacak mı? ABD İsrail’i sınırlama ve Şam’ı destekleme yönünde bir kararlılık gösterecek mi?
Gün ola harman ola…
https://www.evrensel.net/yazi/98202/imrali-samdaki-kilidi-acabilir-mi
Bolşevik Smidovich, teslim olan Junkers'ların hayatlarını bağışlayacağına dair yazılı bir söz verdi, ancak daha sonra esirlerin tek tek dövülerek öldürülmesine izin verdi. … General Dukhonin, Krylenko'ya teslim oldu, ancak Krylenko, Dukhonin'e hiçbir koruma sağlamadı ve Dukhonin, gözlerinin önünde parçalara ayrıldı. Katiller cezasız kaldı.
Julius Martov
İnsan hayatı ucuzlaştı. Cellatın onu yok etme emrini yazdığı kağıttan bile daha ucuz. Kiralık katilin, iktidarı ele geçiren ilk kötü adamın emriyle birini öbür dünyaya göndermek için hazır olduğu artan ekmek payından bile daha ucuz. Bu kanlı sefahat, sosyalizm adına, emekçi halkların kardeşliğini insanlığın en yüksek hedefi ilan eden öğretinin adına gerçekleştiriliyor.
Julius Martov
Yargıç-bürokratlar tarafından verilen kararlar, yetkililere bağlı oldukları için mahkeme değildir. Yüksek Devrim Mahkemesi'nde halkın temsilcileri yoktur, sadece devlet memurları vardır ve maaşlarını Troçki ve diğer Halk Komiserleri'nin elinde olan devlet hazinesinden alırlar. Sanığın savunması için tanık çağırmasına izin verilmediğinde bu bir mahkeme değildir. ... Bu ahlaksızlık senin adınla yapılıyor, Rus işçisi!
Julius Martov