Savaşa karşı tutum; İsrail’de genel grev sesleri – Deniz Adalı
İşte bu açıdan İsrail’de ortaya çıkan genel grev isteği, son derece kıymetlidir. Hep konuşarak bir şey yapmamayı örten ikiyüzlü sendikacılar, ulusalcı solcular için, elbette bu, kötü haberdir. Öyle ya, İsrail’de işçi sınıfının, halkın örgütlülüğü çok zayıftır. Dahası, İsrail devletinin şiddet ve savaş politikaları, TC devletinin şiddet ve savaş politikalarından daha yumuşak da değildir. Yani, orada, devlete karşı, egemene karşı bu açık tutum ortaya çıkıyorsa, mücadele tarihi çok daha zengin olan ülkemizde, bu tutumun, grev silahına başvurma tutumunun ortaya çıkmaması utanılasıdır.
Her savaş bir iç savaştır. Bu iç savaşın, ne denli açığa çıktığı, ne zaman açığa çıkacağı, elbette birçok etkene bağlıdır ve kesinlikle ayrı bir tartışmanın konusudur.
Ama, her savaşın bir iç savaş olduğunu, sanırız, herkes kabul etmektedir. Egemen zaten eder, çünkü ona göre hazırlık yürütür. Sadece, egemen adına kalem sallayan bazı şarlatanlar, saray soytarıları, eklenmiş gazeteciler ve eklenmiş aydınlar kabul etmiyormuş gibi yaparlar. Çünkü onların derdi, işçi sınıfını, emekçileri, savaşmak üzere egemenin yanına almaktır.
Egemen, tarihin her döneminde bir avuçtur. Toplumun azınlığını oluşturur. Hele ki tekelci kapitalizmde egemen, çok daha az sayılarla ifade edilecek bir toplumsal kesimdir. Dünya çapında 500 büyük firma, dünya üretiminin %40’ını yapmaktadır. Türkiye’de, 2023 yılı rakamları ile, dolar cinsinden milyonları olanlar 60 bin 787 kişidir. Demek ki, egemen bir avuçtur derken, aslında abartılı bir şey söylemiyoruz.
Oysa egemenin ezdiği, sömürdüğü, hâkimiyeti altına aldığı toplum, milyonlarla ifade edilmektedir, mesela ülkemizde 85 milyonu aşkındır.
İşçi sınıfı, milyonlarla ifade edilir. İçine işsizleri, içine öğrencileri, içine yoksul köylüleri koyarsanız, toplumun ezici çoğunluğundan söz eder olursunuz.
Oysa egemen sınıf, burjuvazi, kapitalistler, bir avuçturlar. Buna rağmen, yöneten onlardır.
Egemen, silahlı adamlardan oluşan devlet çarkını oluşturarak, kendisi dışındaki sınıf ve kesimleri, baskı altında tutar. Bu nedenle, her devlet bir diktatörlüktür, egemen sınıfın diktatörlüğüdür.
Bir avuç burjuvazi, sadece baskı ile, sadece şiddetle yönetemez. Bunun yanında, toplumsal rıza üretir. Bu toplumsal rıza, hurafelere, kör inanlara, dine, çeşitli alışkanlıklara vb. dayanarak geliştirilir ve bu doğrultuda egemen sınıf, devlet, topluma bir ideoloji zerk eder.
Örneğin, burjuvazi, kendi sınıfsal çıkarlarını, “bunlar biz tekellerin, biz para babalarının, biz kapitalistlerin çıkarları” şeklinde ifade etmez. Öyle etmiş olsa, toplumda isyan, an meselesi hâline gelir. Bir yandan şiddetle, başını kaldıran herkesi sindirmeye çalışırken, diğer yandan da kendi çıkarlarını, toplumun tümünün çıkarları olarak sunar.
“Ulusal çıkar” işte böylesi bir zehirdir.
Bizdeki “vatan-millet” edebiyatı, tam da bu “ulusal çıkar” manipülasyonu ile birleşir. Birinci Dünya Savaşı döneminde, emperyalist işgale karşı başlayan, “anti-işgal direniş” döneminde, ülkesini savunanlar örnek olarak ele alınır ve sonra, mesela Libya’ya “vatan için” gidiyorsun, mesela Suriye’ye “vatan için savaşmaya gidiyorsun”, mesela Kıbrıs’ta “vatan için varsın” şeklinde yoğrulur.
“Ulusal çıkar”, gerçekte burjuvazinin katıksız çıkarlarının toplamıdır. Tek tek burjuvaların değil, bir sınıf olarak burjuvaların.
Bizim sol kesimimiz, bu konuda çok sancılıdır. Kendi egemenini desteklemek için, vatan-millet, ulusalcılık, bizim sol kesimde oldukça yaygındır.
Mesela grev mi yapılacak, iyi ama grevler “ulusal çıkarlara” aykırıdır. Bu durumda, “devlet” önce gelir tutumu ile, grevler yasaklanınca, sadece sessizce kabul denir. Bu bizim, sol hareket içinde, sendikal hareket içinde oldukça yaygındır.
1920’de kurulmuş olan TKP’nin 15 önderi, Karadeniz’de, kuruluşundan 4 ay sonra katledilmiştir ve bizim solumuz, TKP de içinde, bu katliamı, “devletin içindeki kötü paşaların işi” olarak kabul etmiştir. Devlet nedir, sınıflar arasındaki savaş nasıl bir savaştır gibi temel gerçeklerin hepsinin üzerinden atlayarak, Kemalizme övgüler düzenler, bize “ulusal sol”culuk konusunda nutuklar atarlar. Bu cesaretlerinin nedeni, ülkedeki sınıf savaşımı tarihine bağlıdır. Ermeni soykırımını, “Ermeniler de devlete saldırmıştır” şeklinde ele alırsan, elbette, bugün Kürtlere karşı yürütülen savaş ve katliam politikalarını da, “önce onlar teröristlerle aralarına çizgi çeksin” demeye başlarsın. Sen eğer, 6-7 Eylül pogromunu, devlet dışındaki çetelerin işi olarak görürsen, elbette bugün de devleti soyarak zenginleşen yeni kesimleri de aklamış olursun.
Ülkemiz tarihi üzerinden bu gerçekleri açıklamak, oldukça zordur. Çünkü, solun içinde Kemalist kök vardır ve bu kökten kopmadan, “ulusal solculuk”un, gerçekte gerici ve faşizan karakteri de görülemez. Hitler, kendi hareketine “nasyonal sosyalist” diyordu. Belki üzerine düşünürler.
Filistin halkına karşı bir soykırım savaşı yürümektedir. Kürtlere karşı yürüyen katliam politikaları, kimyasal silah uygulamaları vb. konusunda suskun olanlar, belki Filistin halkına karşı uygulamaya konan soykırım üzerinden meseleyi anlama, gerçeği görme konusunda adım atabilirler. Bir umut işte.
İsrail’in Filistin halkına karşı soykırım savaşı, her savaş gibi, bir iç savaştır.
Daha savaşın öncesinde, İsrail’de halk, sokaklara dökülmüştü ve “İsrail demokrasisi”nin, gerçekte, bizdeki Saray Rejimi’nden hiç farklı olmadığını gösteriyorlardı. Büyük ölçüde militarize olmuş, din ve ideolojik olarak, son derece katılaşmış olan bir devlet sisteminde, halk sokaklara çıkmaya başlamıştı. İsrail halkı için, artık bu bir “demokrasi” değildi. Her demokrasi bir sınıfın diktatörlüğüdür. Bir kere daha bu ortaya çıkmıştır.
Nihayet, eylül başında, İsrail’in gündeminde, “genel grev” kararı yer tutmaya başladı. Genel grev ilan edildi. Ertesi gün, mahkeme, elbette son derece demokratik olarak, grevi yasakladı ve greve gidenleri “vatan hainliği” ile suçlayacağını ilan etti. Gördünüz mü, ulusal çıkar, vatan hainliği, hemen devreye girmeye başladı.
Her savaşın bir iç savaş olduğu gerçeği, İsrail’de kendini daha açık hâle getirmeye başladı. Ve elbette iç savaşın devlete karşı olan cephesinde, işçi sınıfı ve halk vardır ve eğer onlar örgütlü değilse, bu iç savaş daha alttan yürür. Tıpkı bizde bugün olduğu gibi. Bu durum, iç savaş olmadığının kanıtı değildir. Tersine, devletin uyguladığı iç savaş rejimine karşı, işçi ve emekçilerin örgütlü olarak çıkmadıklarının kanıtıdır.
Derler ki, lafla peynir gemisi yürümez.
Yani, eylem gerekir. İşe koyulmak gerekir.
Genel grev, aslında işçi sınıfının mücadelesi için bir silahtır. Sendikalar, mesela ülkemizdekiler, ancak, devletin kurallara, yasalara uymadığını söylemekle yetiniyorlar. Sanki, devlet, Saray Rejimi bunu gizliyormuş gibi. Oysa harekete geçmek gerekir.
İsrail’deki genel grev kararı, bu açıdan öğreticidir. Öğrenmek isteyenler için elbette. Yok siz, devletin gizli ortağı, destekçisi, eklenmiş sendikacı iseniz, buradan öğreneceğiniz bir şey olmaz.
Ülkemizde, Filistin direnişi için eylemler yetersiz olsa da, toplumun çok büyük çoğunluğu, NATO tedrisatından geçmiş uzmanlar-gazeteciler-sendikacılar-aydınlar bir yana bırakılırsa, toplumun ezici çoğunluğu, Filistin halkından yanadır.
İsrail’de de durum böyle görünüyor. En azından İsrail halkı, iktidarın savaş politikalarına karşıdır.
Bizde, birçok kişi, TC devletinin İsrail ile askerî ve ticari ilişkilerinden rahatsızdır. Bunu birçok kesimden duymak mümkündür. Bazı gerçekten gazetecilik yapanlar, bu ilişkilerin kayıtlarını, mesela ihracat kayıtlarını ortaya koymuştur. Ve nihayetinde Saray, ticari ilişkileri kestiğini ilan etmiştir. Ama askerî ilişkiler tam gaz devam etmektedir. Ama anlaşıldı ki, aslında ticari ilişkiler, daha da artmıştır.
İsrail’e ağır küfürler eden Erdoğan için, İsrail, “biz bizden olmayana nişan madalyası vermeyiz” demek zorunda kalmıştır.
İsrail ile ticari ilişkiler, daha çok Yunanistan limanları üzerinden sürmekte, hattâ daha da yoğunlaşarak sürmektedir. Demek ki, İsrail ile TC devletleri sadece benzer değil, sıkı kardeşlerdir.
Askerî olarak ise, ilişkiler daha da kapsamlıdır. Malatya’daki üs, Adana’daki üs, Kıbrıs’taki üsler, İsrail için altın değerindedir. Dahası, birçok askerî malzeme Türkiye üzerinden gönderilmektedir. Türkiye hava sahası, İsrail uçaklarının eğitimi için kullanılmaktadır. Bu liste çok daha uzundur.
Ve eğer, Türkiye’de, İsrail ile ilişkileri kesmeyi talep eden bir genel grev ortaya çıkarsa, sadece hayal edin lütfen, mesela limanlar çalışmazsa, mesela askerî teçhizat üreten fabrikalarda şalterler inerse, acaba, nasıl bir sonuç ortaya çıkar?
İsrail’de eylül başında ilan edilen genel grev, tüm bunları bir kere daha düşünmek için bir fırsat olmalıdır.
DİSK’e bağlı Dev Sağlık İş, toplu sözleşme yapmak için var olan barajı aşmış ve yetki elde etmiştir. Ama Saray, devlet bu yetkiyi vermek istemiyor. Ne yapmalı?
Ülke ekonomisi, yağma, rant ve savaş ekonomisine dönmüştür ve işsizlik ile enflasyon, halkın bir kere daha soyulmasına neden olmaktadır. Peki ne yapmalı?
Üç büyük sendikal konfederasyon, bir araya gelip, açıklamalar yapmıştır ve maalesef, yüzsüzce, utanmazca, bir eylem planı ortaya koymamışlardır. Gerçeğin bir kısmını, nakarat olarak tekrarlamanın ötesine geçmemişlerdir.
Peki, grev ya da genel grev ya da hak grevi ya da dayanışma grevi niye vardır? İşçi sınıfının tüm yeryüzündeki mücadele tarihinde, bu grevler nasıl ortaya çıkmıştır? Ve acaba, bu grevler, artık “bitti” denilen işçi sınıfı için bir anlam mı ifade etmiyor, yoksa sendikalar, eklenmiş uzmanlar, devletçi solcular işçi sınıfını yanıltarak, onları kontrol altında tutma konusunda devlete yardımcı mı olmaktadır?
Elbette başarılı bir genel grev, kolay bir örgütlenme değildir. Ama bu işe hiç niyeti olmayanlar, zaten hiçbir zaman işçi sınıfını böylesi grevlere hazırlamazlar.
Mücadele öğreticidir.
Dünyanın neresinde olursa olsun, işçiler kardeştir. Ve her ülkede, savaşın her iki tarafındaki ülkedeki işçiler, kendi devletlerine karşı mücadeleyi yükseltmek zorundadırlar. Savaşta ölenler, her iki tarafın da işçileridir, işçilerinin çocuklarıdır. Ve işçiler, kendi egemenleri adına, birbirine silah sıkmayı reddetmelidirler.
İşte bu açıdan İsrail’de ortaya çıkan genel grev isteği, son derece kıymetlidir. Hep konuşarak bir şey yapmamayı örten ikiyüzlü sendikacılar, ulusalcı solcular için, elbette bu, kötü haberdir. Öyle ya, İsrail’de işçi sınıfının, halkın örgütlülüğü çok zayıftır. Dahası, İsrail devletinin şiddet ve savaş politikaları, TC devletinin şiddet ve savaş politikalarından daha yumuşak da değildir. Yani, orada, devlete karşı, egemene karşı bu açık tutum ortaya çıkıyorsa, mücadele tarihi çok daha zengin olan ülkemizde, bu tutumun, grev silahına başvurma tutumunun ortaya çıkmaması utanılasıdır.
Gerçekten barıştan, gerçekten insanî değerlerden vb. söz eden bir kişi, samimi ise, mücadele yolu ortaya çıkmaktadır ve bunu görebilir.
Bugün, Üçüncü Dünya Savaşı’ndan söz ediliyorsa, bunun ne denli yıkıcı bir savaş olduğu açık ise, bu savaşı önlemenin tek yolunun, işçi sınıfının, dünya çapındaki isyanı olduğunun altı çizilmelidir.
Bir sosyalist devrim dalgası, bir anti-kapitalist isyan olmadan, dünya savaşının önlenmesi mümkün değildir.
Öyle görünüyor, bu kan denizin ufkundan kızıl bir güneş doğacak.
Kaynak: Kaldıraç Dergisi
https://direnisteyiz31.org/savasa-karsi-tutum-israilde-genel-grev-sesleri-deniz-adali/
Mazlum Kobani: Türkiye savaş suçu işliyor
Kobani açıklamasında, ''Türkiye, bölgelerimizi rastgele ve hiçbir gerekçe göstermeden bombalıyor. Hizmet ve sağlık merkezlerini, sivilleri hedef alıyor. Bu gerçek bir savaş suçudur.'' ifadelerini kullandı.
Mebus Matyo ve gazeteci Nikos dâhil 35 Rum’a idam
Nevzat Onaran
Samsun İstiklal Mahkemesi, Amasya’da çalıştığı için Amasya İstiklal Mahkemesi olarak tanımlanmış, Başkomutan Mustafa Kemal de Pontos meselesiyle ilgili yargılamayı yakından takip etmiştir. 17 Ağustos-10 Ekim 1921 döneminde 174 Rum idam edilmiştir.
103 yıl önce Amasya’da, Meclis-i Mebusan’ın üç dönem (1908-1918) Trabzon mebusu Matyo Kofidi ve gazeteci Nikos Kapetanidis idam edilmişti. Amasya İstiklal Mahkemesi’nin 57 kişiyle ilgili 28 Eylül 1921 tarihli kararında, mebus Matyo ve gazeteci Nikos dâhil 35 Rum’a idam cezası verilmişti. Gıyabında idam cezası verilen 25 kişiden ikisi, Trabzon Metropolidi Hrisantos ile Giresun Metropolidi Lavrandiyos’du.
O yıllarda Karadeniz’de neler olduğunu bugün de tartışıyoruz, ama İçişleri Bakanı Ali Fethi (Okyar), ne yapıldığını 10 Haziran 1922’de tereddütsüz açıklamış, “[M]emleketin başına hakikaten belâ olmuş olan bu Rumları bir an evvel tathir etmek, temizlemek için bendeniz zannediyorum ki şimdiye kadar yapılmış olan tedabirden en müessirlerini ben yaptım” demiştir.(1) Bakana göre, demek ki, mahkemeler de ‘temizleme’nin aracıydı.
Bakan Ali Fethi’nin açıkladığı gibi Haziran 1922’de hedefe ulaşılmış, Karadeniz Rumlardan/Rum vatandaşlardan temizlenmiş, kalan da Sünni İslamlaş(tırıl)mıştır!
Gazeteci Nikos Kapetanidis’in idam edildiğini öğrenmiştim, yaklaşık on ay önce. 1797’den Rum devrimci Velestinli Regas’ı ve 1915’ten Ermeni devrimci Paramaz’ı da yakında öğrenmiştim, maalesef.
28 Eylül 1921 tarihli mahkeme kararını Amasya İstiklal Mahkemesi’nin birinci cilt kitabında buldum.(2) Kitap TBMM yayınıydı. Çünkü, mahkemeler mebuslardan kurulmuştu ve 102 yıl önce bütün evrakları 40 çuvalda TBMM’ye teslim edilmişti.(3)
Kararın dosyasına ulaşmak gayretinde oldum.
Emek Partisi İstanbul Milletvekili İskender Bayhan
Emek Partisi İstanbul Milletvekili İskender Bayhan’a teşekkür ediyorum, konuyu aktardım. Milletvekili Bayhan şu bilgiyi verdi: “Meclis Arşivi’nde gerekli çalışmayı ve bilgilendirmeyi yapan görevlilere teşekkür ediyorum. TBMM Arşivi’nde Amasya İstiklal Mahkemesi birinci cilt kitabıyla ilgili 77 arşiv kutusundaki evrakların ‘tasnif ve dijitalleşme işlemlerinin tamamlanmadığı’nı öğrendim. Umarım, bu kararla ilgili dosyanın tasnif işlemi bir an önce tamamlanır. Maalesef geç kalınmış çalışmadır. Bir asır geçmiş, daha ne bekleniyor? İstiklal Mahkemesi dosyalarına ve benzeri evraklara, araştırmacılar kolaylıkla ulaşabilmelidir. Bu, tarihi bir sorumluluktur.”
103 yıl önce idam edilen mebus Matyo Kofidi hakkında Türk Parlamento Tarihi’nde yazan şudur: “Matyo Kofidi Efendi 1855’te Trabzon’da dünyaya gelmiştir. Rum idadisini bitirmiştir. Reji müfettişi iken 22 Kasım 1908’de 105 oyla Trabzon’dan mebus seçilmiştir. Meclis-i Mebusan İdare memurluğunda bulunan Matyo Kofidi Efendi, ikinci [1912] ve üçüncü [1914-1918] devrede de Trabzon’dan mebus seçilmiştir.”(4)
Ve Matyo Kofidi ile birlikte idam edilen gazeteci Nikos Kapetanidis, Trabzon’da tutuklandığı 5 Mart 1921’e kadar gazetesini hazırlamış, basmış ve satmıştır. Gazetesine en son 5 Mart’ta gelen Nikos Kapetanidis, tutuklanmış ve sonrasında Amasya’ya götürülmüş ve Amasya İstiklal Mahkemesi’nin kararıyla 32 yaşındayken idam edilmiştir. Nikos’un gazetesi Epohi (Çağ), 27 Ekim 1918’den 5 Mart 1921 tarihine kadar haftada dört defa yayımlanmıştır.
28 Ocak 1921’de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de imhası, Ankara’nın Trabzon’da ne denli egemen olduğunun bir icrasıdır. Nikos, o günlerde 28 Ocak’ta ve bir buçuk ay daha (5 Mart 1921’e kadar) Trabzon’da gazetesinin başındadır. Ankara, haberin yazılmasını yasaklamadıysa, büyük olasılıkla Epohi gazetesinde Suphilerin katlinin haberi de vardır.
28 Eylül 1921’de Amasya’da idam edilen, üç dönem (1908’den 1918’e) Trabzon Mebusu seçilen Matyo Kofidi ve Trabzon’da Epohi gazetesini 27 Ekim 1918’den tutuklandığı 5 Mart 1921’e kadar yayımlayan gazeteci Nikos Kapetanidis.
‘PONTUS HÜKÜMETİ’ GEREKÇESİYLE 4 KARAR
İstiklal mahkemeleri, kelimenin tam anlamıyla olağanüstü yetkilidir. Konuyu araştıran tarihçi Ergün Aybars’ın tespiti önemlidir. Heyeti ve savcısı TBMM’den seçilen, TBMM adına çalışan ve verdiği karardan sorumlu olmayan İstiklal Mahkemeleri’nde, delile gerek olmadan ve vicdani kanaate göre verilen karar, kesindi ve temyizi yoktu.(5) “Delile gerek olmaması” ya da “delilsiz karar verilmesi” mahkemenin niteliğini yeterince anlaşılır kılmaktadır.
Ergün Aybars’a göre, 17 Ağustos 1921-27 Aralık 1921 tarihleri arasında görev yapan Samsun İstiklal Mahkemesi, Amasya’da çalıştığı için Amasya İstiklal Mahkemesi olarak tanımlanmış, Başkomutan Mustafa Kemal de Pontos meselesiyle ilgili yargılamayı yakından takip etmiştir. 17 Ağustos-10 Ekim 1921 döneminde 174 Rum idam edilmiştir.(6)
TBMM, 2023’te yayımladı.
Amasya İstiklal Mahkemesi kitaplarının birincisi (12/1) 520 ve ikincisi (12/2) 521 esas numaralı karar defterinin çeviri ve tıpkı basımıdır. 520 sayılı defterde (30 Ekim 1920-5 Ekim 1921) 421 karara ve 521 sayılı defterde (6 Ekim 1921-27 Aralık 1921) 162 karara imza atılmıştır. Kitap künyesinde toplam 421 karardan bahsedilse de aslında en son karar no’su 425’tir. 425 no’lu karar, belli yerlere sevk ve asker kaçakları hakkındadır.(7)
İkinci ciltle ilgili kararlara değinmekle yetineceğim. 6 Ekim-27 Aralık 1921 dönemiyle ilgili Amasya İstiklal Mahkemesi’nin ikinci ciltteki kararlarında, Pontos hükümeti meselesi yargılama konusu yapılmamış olup, tutuklanan/yakalanan Rumlarla ilgili hükümler şunlardır: 1- Yargılanması için Amasya’ya, 2- 40 veya 80 değnek vurulması sonrası ilgili askeri birime, 3- Sürgün amacıyla başka yerlere gönderilmesi hakkındadır. Bazı kararlar da Rumların sevkindeki vakalara neden olanların yargılanmasıyla ilgilidir.(8)
Kararların icrasını da dikkate aldığımızda, anlaşılıyor ki hükümet, 1921’in sonbaharında Karadeniz’e hâkimdir.
Mahkemenin birinci kitabında, ‘Pontus hükümeti’ gerekçesiyle imzalanan dört karar vardır. Bunun dışında Rumlarla ilgili kararlar şunlardır: 1- Rum çetelerine yardım ettiği iddiasıyla bazı Türk-İslam şahıslar cezalandırılmıştır; idam edilenler de olmuştur.(9) 2- İsmi yazılan Rumların evraklarıyla Amasya’ya mahkemeye gönderilmesi istenmiştir. 3- İsmi yazılan Rumların evraklarıyla Sivas’a sevki onaylanmıştır.
Birinci kitapta, ‘Pontus hükümeti’ meselesiyle ilgili dört karar vardır: 520 esas sayılı deftere, 353 ve 366 sayılı olarak yazılmış ve deftere yazılmamış, ama kitaba ilave edilmiş iki karardır.
6 Şubat 1921 tarihli ve 353 sayılı kararın özeti: Amasya’nın Karaağaç karyesinden Papasoğlu İstil, Hayta oğlu Yani ve Karayani oğlu Haci Yorgi, “Pontus Hükûmetinin ihyası için teşkil eden siyasi çetelere” yardım ettiğinden 15 sene küreğe mahkûm edilmiş olup, Erzincan hapishanesine sevk edilecektir.(10)
7 Şubat 1921 tarihli ve 366 sayılı kararın özeti: Samsun’un Aşağıcanik karyesinden Bafralıoğulları’ndan Nikola, “Pontus Hükûmetinin ihyası için teşekkül eden siyasi çetelere” yardım ettiğinden 5 sene küreğe mahkûm edilmiştir.(11)
Suçlama sabittir: “Pontus Hükûmetinin” ihyası için teşkil eden siyasi çetelere yardımdır.
Kitaba ilave edilen iki karar hakkında şu açıklama yapılmıştır: “İşbu kararlara ait dosyalarının tedkiki sırasında alakalı defterlere geçirilmediği görüldüğünden dosyalardaki işbu karar suretleri çıkarılarak buraya yapıştırılmıştır.”(12)
İlave iki kararı imzalayan heyeti oluşturan mebuslar şunlardır: Emin Mehmet [Geveci] (Canik/Samsun, Reis), Mehmed Şevket [Peker] (Sinob, Aza) ve Necati [Kurtuluş] (Bursa, Aza).(13)
İki defterde yazılı olmayan 12 Eylül ve 28 Eylül 1921 tarihli iki karar, birinci kitabın sonuna eklenmiştir. Anlaşılan, 520 ve 521 esas sayılı defterlere yazılmayan kararların olduğu yargılama yapılmıştır.
12 Eylül 1921 tarihli ‘ek birinci’ kararın (no’su yok) özeti: Merzifon’da Amerikan Koleji’nde “memalik-i devlet-i aliyeden bir kıtayı Pontus namı altında ayırarak hükûmet teşkili maksadıyla teşkil eden” bir “Pontus Cemiyeti” kurulduğu ve faaliyet gösterdiği, mektebin Türkçe öğretmeni Zeki’nin [14 Şubat 1921’de(14)] öldürüldüğü ve bunlarla ilgili olarak 6 kişinin (şubenin reisi Kuyumcuoğlu Teoharidis, Haralambos Yuvanaki, Yorgi Lambryanos, Anastas Simonaki, Simon Ananyadi, Protestan Vaizi Yakof oğlu Pavlosi) ve firarda olan 16 kişinin idamına karar verilmiş olup, 6 sanık da değişik cezalara çarptırılmıştır.(15)
28 EYLÜL 1921’DE 35 İDAM
Kitaba ilave edilen ikinci kararsa, 57 kişinin yargılanmasıyla ve 25 kişinin gıyabında 35 kişiye idam cezasının verilmesiyle ilgilidir.
Önceki 6 Şubat, 7 Şubat ve 12 Eylül 1921 tarihli üç kararda “Pontus Hükümeti” olarak yapılan tanımlama, 28 Eylül’de “Pontus Cumhuriyeti” olarak değiştirilmiştir.
28 Eylül 1921 tarihli ‘ek ikinci’ kararın (no’su yok) özeti: Kararın girişinde, genel anlatımla “Rum âmal-i milliyesinin canlandırılması”nın hedeflendiği üzerinde durulduktan sonra amaç şöyle netleştiriliyor: Tokad, Amasya, Çorum, Yozgad ve Sivas dâhil, Zonguldak’tan Batum’a kadar sahilde “siyasi, mali ve fiili teşkilatla Pontus Cumhuriyeti” kurmaktır. Cumhuriyeti kuracak teşkilatın “Pontus Cemiyeti Merkez Umumiyesi”nin Paris adresi yazılıyor: Paris’te Serpante Sokağı’nda 38 numaralı. Teşkilatın Pontos’taki adresi, Paris’teki kadar net yazılamıyor; teşkilatın İstanbul adresi Galata’da Büyükhan ve Trabzon’da da çeşitli mahalleler deniyor.
Teşkilatın Trabzon, Giresun, Ordu, İstanbul ve Paris şubeleri dosyalarının tahkikatından, Giresun Rum Cemaati Ruhani Reisi Vekili Papaz Yakobi ve Meclis-i Cismani Reis Vekili Panosi oğlu Hacı Todor ve refikasının şehadatınden anlaşıldığı üzere denilerek, hüküm kurulan sanıklara geçiliyor.
Sanık toplamı 57 kişidir. 10’u tutuklu ve mahkemededir, bunlara idam cezası verilmiştir (karardan isimler aynen): 1- Trabzon Mebus-ı esbakı ve Trabzon Pontus Heyet-i Merkeziyesi murahhası ve vekil-i siyasisi Kokırioğulları’ndan Yani oğlu Matyos [tam adı: Matyo Kofidi], 2- Müskirat (alkollü içki) fabrikatörü Akriditioğulları’ndan Yorgi oğlu Aleksi, 3- Epohi gazetesi sahibi Kapudanidioğulları’ndan Lambo oğlu Nikos [Kapetanidis], 4- Giresun tüccarlarından Kakulidioğulları’ndan Todor oğlu Yorgi, 5- Metropolid kâtibi Sürmelioğulları’ndan Kaptan Yani oğlu İspir, 6- Tüccardan Sürmelioğulları’ndan Kaptan Yani oğlu Yordan, 7- Tüccardan Atmacidioğulları’ndan Kosti oğlu Yanko, 8- Tüccardan Kılınçoğulları’ndan Pavril oğlu Yorgi, 9- Ordulu Avram Tokadlidis, 10- Hacı Korkor oğlu Paminonda.
Gıyabında idam cezası verilen 25 kişidir; ikisi Trabzon Metropolidi Hrisantos ve Giresun Metropolidi Lavrandiyos’dur. 22 sanığın 9’u değişik cezalara çarptırılırken, 13 sanığın da yakalanıp Amasya’ya getirilmesi kararlaştırılmıştır.
Mahkeme, idam cezası vermekle kalmamış, “idama mahkûm olanların emval ve emlaklerinin müsaderesini [mallarına el koymayı]” kararlaştırmıştır. İkinci kararla, idam edilenlerin malı-mülkü de gasp edilmiştir.
Amasya İstiklal Mahkemesi Heyeti (20.10.1920-5.10.1921): Reis Emin Mehmet (soy ismi: Geveci- Canik/Samsun), aza Necati (Kurtuluş- Bursa) ve aza Mehmed Şevket (Peker- Sinop) (Foto: Türk Parlamento Tarihi).
ANKARA’NIN PONTOS PLANI
Mahkemenin 28 Eylül 1921 tarihli kararında, 57 Rum’a çeşitli cezalar verilirken, sanıklar, ‘Pontus Cemiyeti Merkez Umumiyesi’ teşkilatıyla, ‘Pontus Cumhuriyeti’ kurmakla suçlandı. Dosya ortada olmadığı için iddiaların delili nedir? Bilmiyoruz. Gerçi, bu mahkemelerin karar verirken delile gerek duymaması, nasıl yargılama yapıldığının açık beyanıdır.
TBMM, 1922’de yayımladı.
Ankara, planına göre Karadeniz’de Rum meselesini 1922 ortasında ‘halletmiş’ olmalı ki, Pontus Meselesi ismiyle kitap hazırlamıştır. Hatta Bakan Ali Fethi’nin dediği gibi, Karadeniz’in Rumlardan temizlenmiş olmasıyla kalınmadı, kitaba, 1930’lardaki Türk Tarih Tezi’nin ana materyali olan “Anadolu Türk’tür” ve “Rum ve Ermeniler sonradan gelmişlerdir” tezi de yazılmıştır.(16) Sekiz ay sonra da 16 Mart 1923’te Adana’da konuşan TBMM Reisi Mustafa Kemal de Türkçü tezi derinleştirmiş, Ermeniler vesairenin hiçbir hakkının olmadığını belirterek, “Adana öz Türk memleketidir” demiştir.(17)
Böylece 1922’de Anadolu’nun tarihi de Türkleştirilmiştir.
Bakan Ali Fethi, 10 Haziran 1922’de gizli celsede “Karadeniz’de neler yapıldı?” müzakeresinde Pontus Meselesi kitabından şöyle bahsetmiştir: “Bu hususta yazılmış bir kitap vardır. O kitabı tabı ve Fransızcaya tercüme ettirmek için […] Çünki hakikati biz biliyoruz efendiler, daha ziyade ecnebilerin bilmesi lâzım gelir. İki buçuk ay evvel İstanbul’a gönderdik, Adnan Beyefendi […] orada tabetmekle meşguldür. Gayet nefis bir surette tabedilmektedir ki, daha kolay okunsun ve propagandaya daha faideli olsun diye.”(18)
Yıllarca kitapta yazıldığı gibi TBMM Hükümeti Matbuat Müdiriyet-i Umumisi tarafından hazırlandığını biliyorduk, ama Şükrü Hanioğlu’nun aktardığına göre yazansa Ahmet Ağaoğlu’dur.(19)
Bakan Ali Fethi, aynı günkü oturumda amacın, “Rumları temizlemek” olduğunu söylemiştir. Hükümetin Pontos politikası bu kadar net ifade edilmiştir.
Temizlik harekâtının geçmişi 1920’nin son çeyreğine uzanıyor. Ankara hükümeti, 7 Ekim 1920 tarihli kararnameyle, Rum ve Ermenilere ait “muâmelatı tasarrufiyyenin tehirine artık lüzum” (işlemlerin ertelenmesine artık gerek) olmadığını kararlaştırdı,(20) iki ay sonra 9 Aralık 1920’de de Merkez Ordusu’nu kurdu ve Sakallı Nureddin’i komutanı olarak atadı.(21) Merkez Ordusu, önce Koçgiri ve sonra Pontos harekâtını tamamladıktan sonra 25 Şubat 1922’de lağvedildi.(22)
Merkez Ordusu, Koçgiri ve Pontos harekâtında Topal Osman gibi çeteleri de kullandı. Hatta 45-50 Türk askerini öldüren Katil İlyas Çetesi, 1922 yılı başında Rumları vurmak koşuluyla affedildi.(23)
Merkez Ordusu Kumandanı Nureddin, planını harekâttan altı ay evvel 12 Ocak 1921’de açıklamıştır; Koçgiri için de böyle yapmıştır. 10 maddelik genelge(24) aslında iki maddedir:
1- Samsun ve Ordu Hıristiyanlarının 16-50 yaş arasındaki erkekleri güneye sevk edilecektir/sürülecektir.
2- Samsun ve Ordu’da 1884 ve 1891 ile 1901 doğumlu Hıristiyanlar askere alınarak, Amele Taburuna gönderilecektir.
Amele Taburların mucidi 25 Şubat 1915’te Harbiye Nazırı Enver’dir.(25) Osmanlı ordusunda önce Ermeni askerler silahsızlandırıldı ve zamanla Hıristiyan askerleri kapsadı.
1921’de de Rum askerlerin silahsızlandırılacağını hükümet, Genelkurmay değil bir ordunun komutanı kararlaştırmıştır.
Genelgenin diğer maddeleri, sürülecek ve kalacak olanların nerelerde toplanacağı ve güvenliği ile icraatın sabah-akşam raporlarıyla Merkez Ordusu’na bildirilmesi hakkındadır.
Sonuç olarak Ankara hükümeti, Karadeniz’de hâkimdir; 20-36 yaşındaki vatandaş Rumları askere almayı, silah vermeden arazide Amele Taburlarında çalıştırmayı ve askere almadıklarını da kovalamayı planlamıştır.
Planın ilk icrası olarak 5 Mart 1921’de Merkez Ordusu Mıntıkası denilen Ordu, Canik, Tokat, Amasya, Çorum’da ve 10 Mart’ta da Elazığ’da, Erzincan’da ve Sivas’ın Divriği ile Zara kazalarında sıkıyönetim ilan edilmiştir.(26)
Merkez Ordusu, Koçgiri imhasının ardından 1921 Mayıs sonunda Karadeniz’dedir. 7 Haziran’da Yunan kruvazörü Kilkis’in İnebolu’yu bombalamasının(27) ardından [başka da bombalama olmayacaktır], 12 Haziran’da, sahildeki 15-50 yaşındaki erkeklerin sürgünü(28) kararlaştırılmıştır. Oysa on gün önce kovalama başlamış, 2 Haziran’da Samsun’dan Kavak’a götürülen 766 kişilik Rum kafilesine saldırılmış, ama sevkiyat sürmüştür.(29) Yaşına, cinsiyetine bakılmaksızın bütün vatandaş Rumlar sürülmüştür [kovalanmıştır].(30)
Bir ay sonra Rumların kıyıdan tamamen uzaklaştırılması/kovalanması kararlaştırılmış ve bir gün sonra 3 Temmuz’da da Karadeniz ‘Harp Bölgesi’ ilan edilmiştir.(31)
Artık Karadeniz yangın yeridir.
1919-1922’DE VATANDAŞ HIRİSTİYANLAR
Türk-Sünni İslam programı açısından Anadolu’nun Şark’ı 1918 öncesi halledilmişti. 1919’da Güney’de Fransa ve Batı’da Yunanistan işgali vardı, Kuzey sakindi.
1919’da Trabzon’da bir ara Türk-Rum Federasyonu(32) teması oldu ve resmi dilin “Türkçe ve Rumca” olacağı(33) da gündeme geldi, ama ‘birlikte yaşam’ politiği derinleştirilemedi.
1919’da İngiltere’nin Anadolu planıyla ilgili Prof Dr. Neoklis Sarris’in tespiti önemliydi: “Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a [19 Mayıs 1919] ayak basmasının resmi sebebi, bir hafta önce İzmir’e çıkan Yunan askerinin çıkışının resmi sebebinin aynısıdır. Ve her iki resmi sebep ‘müttefiklerce’ onaylanmış ve teşvik edilmiştir.” ‘Resmi sebep’ Rumları, çetecilerin baskısından korumaktır.(34)
Sahada neler oluyordu? Bunu tartışmak bir yana, gerekçenin aynılığı düşünmeye değer. İngiltere, elinin altında Mondros Mütarekesi (madde 7) varken, Yunanistan’a yol verdi; çünkü o günkü derdi, Bolşevik iktidarıydı. 14 bin askeriyle Rusya toprağında savaşmıştı ve 1920 sonunda yenilmişti.(35)
Neoklis Sarris’in de yazdığı gibi, Mustafa Kemal’in müfettiş olarak atanmasının ve Samsun’a gitmesinin resmî gerekçesi, Rum köylerine Türk-İslam ahalisinin yaptığı saldırının önlenmesi ve asayişin sağlanmasıydı.(36)
Yunanistan’dan Anadolu işgaline karşı çıkan komünistlerdi, gazetesi Rizospastis [Radikal] barışın kürsüsüydü. Rizospastis’e göre, Yunanistan’ı İngiltere’nin kucağına atan Venizelos’tu (18.11.1920), işgalin yaygınlaşması “korkunç bir savaş macerası”ydı (21.7.1921) ve halka cephedeki gerçek anlatılmıyordu (30.7.1921).(37)
1919-22 döneminde Batı’daki cephe savaşıydı, Güney’deki(38) gayrinizami harpti ve Kuzey’deki(39) devletin dâhili harbiydi. Yunanistan’dan başka bir ülke ordusuyla savaşılmadığı için mütareke de Mudanya’da, onunla imzalanmıştı.
1919-22 dönemini, sanki savaşan iki taraf/cephe ve ‘kurtarılmış bölge’ varmış gibi, ‘iç savaş’ olarak nitelendirmek, aslında Türk milliyetçiliği göletinde boğulmaktır.
O günün koşullarında Yunanistan’ın işgalinin yaygınlaşması, İttihatçı kadroyla zihniyetinin Ankara’da yoğunlaşmasını ve Abdülhamid’le İttihatçıların Anadolu’yu Hıristiyanlardan arındırma politikasının radikalleşmesini artıran unsurdu.
Yunanistan işgali olmasaydı, cephe savaşı da olmayacaktı. O halde, Rumlar ve Ermeniler de Düzce’den Denizli’ye Konya’ya kadar 1920-21’deki(40) gibi kovalanmaz mıydı? Ve 1915’in politiğine devamı edilmez miydi? Hem “Hıristiyanlar kovalanmazdı” hem de “1915 politiğine devam edilmezdi” demek, mümkün değildir.
Üç cephede Osmanlı-Türkiye vatandaşı Hıristiyanlar hedeflenmişti; gerekçesi hem işgalcilerdi hem de ayrılıkçılıktı. Bunun için Genelkurmay, ordunun İzmir’e girmesinden on gün sonra 19 Eylül’de bile, “Kurtarılan Garp’ta Hıristiyan vatandaşları sahile sevke” devam etmiştir. Bunun sonucu olarak 1,2 milyon Rum mübadilin ancak 112 bini, 1922’de Ankara’nın zaferinden sonra gönderilmiştir.(41)
Büyük Taarruz öncesi harekâtın tamamlandığı Kuzey’de ‘savaşan iki taraf’ yoktu ve Merkez Ordusu, karşısında Karadeniz Rum vatandaşlarının silahlı bir cephe gücünden bahsedilemez.
1922’de Dahiliye Vekili/İçişleri Bakanı Ali Fethi (Okyar)
Nitekim Bakan Ali Fethi’nin hakkında bilgi verdiği Pontus Meselesi kitabından da anlıyoruz ki, Rumların, Paris Konferansı’nda çıkan ‘yüksek sesinin’ paralelinde Karadeniz’e egemen-merkezi bir teşkilatlanması ve Türk askerinin ya da yedekteki Topal Osman gibi çetelerin giremeyeceği kurtarılmış bölgesi yoktu; çatışmalarsa yereldi.
Kitaptan beş yıl sonra 1927’de kaleme alınan 11 sayfalık ‘Pontus Meselesi’ raporu(42) da kitaptaki anlatımı özetlemiştir.
1922’in yarıyılında harekâtın sonucunu, TBMM kürsüsünde açıklayan İçişleri Bakanı Ali Fethi’dir; Karadeniz vatandaş Rumlardan temizlenmiştir!
NOTLAR:
(1) TBMM GCZ, cilt: 3, 10.6.1922, s. 369 (abç).
(2) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1 (Mahkeme No: T-1, Tarih: 30/10/1336: 05/10/1337, Rumuz: IV-1-B-1, Karar: 1-421, Esas No: 520), TBMM Basımevi, Ankara-2023, s. 667-671.
(3) TBMM Reisisanisi Dr. Adnan tezkeresi, TBMM ZC, devre: 1, cilt: 22, 17.8.1922, s. 208.
(4) Türk Parlamento Tarihi, I. ve II. Meşrutiyet, cilt: 2, TBMM Vakfı, Ankara-1998, s. 575.
(5) Ergün Aybars’ın İstiklal Mahkemeleri, AD Yayıncılık, İstanbul-1997, s. 10.
(6) Ergün Aybars, age, s. 93-94, 126-131.
(7) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 11, 473.
(8) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/2 (Mahkeme No: T-1, Tarih: 06/10/1337: 27/12/1337, Rumuz: IV-1-B-2, Karar: 1-162, Esas No: 521), TBMM Basımevi, Ankara-2023, s. 1-527.
(9) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 111, 145, 247, 257, 259, 397, 409.
(10) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 399. Türkçe kullanım ve kararlarda yazan: Pontus.
(11) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 409.
(12) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 663.
(13) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 3-4, 579, 665, 671.
(14) Türkçe öğretmeni Zeki, 14 Şubat 1921’de öldürüldü (Pontus Meselesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Matbuat Müdiriyet-i Umumisi, Dr. Yılmaz Kurt (hazırlayan), Matbuat ve İstihbarat Matbaası, Ankara-1338 (1922), TBMM Basımevi, Ankara-1995, s. 371).
(15) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 663-665.
(16) Pontus Meselesi, 3, 12.
(17) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt: 2, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-1989, s. 129-130.
(18) TBMM GZC, cilt: 2, 10.6.1922, s. 409 (abç).
(19) Aktaran, M. Şükrü Hanioğlu, ATATÜRK Entelektüel Biyografi, 2. basım, Bağlam Yayınları, İstanbul-2023, s. 527.
(20) 7.10.1920 tarih ve 264 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 1, D: 14, S: 7.
(21) ATASE’den aktaran, Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, İki İsyan Bir Paşa, 2. baskı, Babil Yayıncılık, Ankara-2003, s. 9-17, 86; Hamdi Ertuna, Türk İstiklâl Harbi, VI’ncı cilt, İstiklâl Harbinde Ayaklanmalar (1919-1921), Genelkurmay Basımevi, Ankara-1974, s. 290.
(22) ATASE’den aktaran Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, age, s. 287-289.
(23) 19 Ocak 1922 tarih ve 183 no’lu Tecili Takibat Hakkında Kanun, TBMM ZC, devre: 1, cilt: 16, 12 ve 19 ve 21.1.1922, s. 31-34, 92, 111-112 ve Fihrist-s. 3; TBMM GCZ, cilt: 2, 11.8.1921 ve 4.10.1921 ve 19.1.1922, s. 215-217, 263-264, 635-643; Hamdi Ertuna, age, s. 170-176.
(24) Merkez Ordusu Kumandanı Nureddin’in 12.1.1921 tarihli ve 2082 sayılı genelgesi, aktaran Pontus Meselesi, s. 398-399.
(25) Aktaran Kâmuran Gürün, Ermeni Dosyası, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. baskı, Ankara-1985, s. 212; aktaran Tehcire Giden Yol, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Yayın no: 142, İstanbul-2016. s. 162.
(26) 5.3.1921 tarih ve 716 sayılı kararname, BCA-F: 030.18. 1.1/K: 2, D: 38, S: 2; 10.3.1921 tarih ve 727 nolu kararname, DÜSTUR, 3. Tertip, cilt: 2, Milliyet Matbaası, İstanbul-1929, s. 5.
(27) ATASE’den aktaran Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, age, s. 114-115.
(28) 12.6.1921 tarih ve 941 sayılı kararname, BCA-F: 030.18.01.01/K: 3, D: 24, S:12.
(29) Pontus Meselesi, s. 405; Stefanos Yerasimos, ‘Pontus Meselesi (1912-1923)’ makalesi, Toplum ve Bilim içinde Güz 1988-Kış 1989, sayı: 43-44, s. 66-7.
(30) Kumandan Nureddin’in açıklaması, aktaran Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, age, s. 275.
(31) Pontus Meselesi, s. 389; 3.7.1921 tarih ve 1014 sayılı kararname, BCA-F: 030.18.01.01/K: 3, D: 28, S: 5.
(32) Aktaran Stefanos Yerasimos, agm, s. 53-56; aktaran Sabahattin Özel, Milli Mücadele’de Trabzon, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul-2012, s. 194, 196 ve 197-8.
(33) Pontus Meselesi, s. 122-124.
(34) Ömer Asan, Pontos Kültürü, Belge Yayınları, 2. baskı, İstanbul-2000, s. xıx.
(35) Martin Gilbert, Churchill Bir Yaşam, çeviren: Süha Sertabiboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul-2011, s. 480-508.
(36) Erik Jan Zürcher, Millî Mücadelede İttihatçılık, İletişim Yayınları, İstanbul-2003, s. 173; Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Bateş Atatürk Dizisi, İstanbul-1998, s.171; Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni, Siyasi Hatıralarım, cilt: 1, Emre Yayınları, 2. baskı, İstanbul-2000, s. 230; Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, Temel Yayınları, İstanbul-2000, s. 80.
(37) Çiğdem Kılıçoğlu Cihangir’in makalesi, Yunan Arşiv Kaynaklarında İşgal Eskişehir’i, Mehmet Ö. Alkan-Ayşe Ozil (editörler), Tarih Vakfı, İstanbul-2022, s. 65-89.
(38) 12.10.1919’da Sivas’ta Mustafa Kemal, Müdafaai Hukuk Cemiyeti Teşkilatı talimatı, Kuvayı Milliye Komutanı Tekelioğlu Sinan Bey’in Günlüğü, Genelkurmay-ATASE, Ankara-2012, s. 1-4; ATASE, aktaran Türk İstiklal Harbi IV’üncü Cilt Güney Cephesi, Genelkurmay-ATASE, Ankara-2009, s. 76-77, 318.
(39) Nevzat Onaran, Devletin Dâhili Harbi, Kor Kitap, İstanbul-2021, s. 131-269.
(40) 13 (15).9.1920 tarih ve 215 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 1, D: 11, S: 17; 27.1.1921 tarih ve 619 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 2, D: 33, S: 5; 9.2.1921 tarih ve 657 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 2, D: 35, S: 3; 11.5.1921 tarih ve 839 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 3, D: 19, S: 7; 28.6.1921 tarih ve 979 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 3, D: 26, S: 10; Cengiz Mutlu, Mütareke Döneminde Rum Nüfus Hareketleri (1918-1922), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2004, s. 284-289.
(41) Nüfus İşleri Genel Müdürlüğü’nün 10 yıllık Çalışma Raporu (1933), s. 1-2 ve İlişik sayı 8: Vilâyet dahilinde mübadeleye tabi elyevm mevcut Rum miktarı, BCA-F: 30.10/K: 124, D: 885, S: 4; TBMM ZC, devre: 3, cilt: 26, 19.3.1931, s. 60-67 ve zabıt sonundaki 92 no’lu raporda s. 4, 9.
(42) Pontus Meselesi Raporu, CA, A: IV-15-a, D: 62, F: 9/1-10, aktaran Hadiye Yılmaz, Pontus Macerası, Tarihçi Kitabevi, İstanbul-2011, s. 181-93.
https://www.gazeteduvar.com.tr/mebus-matyo-ve-gazeteci-nikos-dahil-35-ruma-idam-makale-1725617
“Biz, dört bir yandan işgal altında tutulan bir sömürge ülkenin çocukları değil BAĞIMSIZ, demokratik ve BİRLEŞİK KÜRT ÜLKESİNİN, KÜRDİSTAN'IN ÇOCUKLARI OLMAK İSTİYORUZ.
(…)
Bugün Kürdistan’ın çeşitli kesimlerinde, DAĞLARDA, ovalarda, faşist zindanlarda sömürgecilerin baskı ve zulmüne karşı dişe diş döğüşenlerin, döğüşerek ölenlerin amacı da bu. Onları, bütün yüreğimizle selamlıyoruz. BU UĞURDA ŞEHİT DÜŞEN BÜTÜN ARKADAŞLAR KALBİMİZDE VE MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR VE YAŞAYACAKTIR. Ne mutlu onlara ki, direnerek öldüler ve bağımsızlık meşalesinin ateşleri oldular. Ne mutlu!..”
(18.3.1984, PARİS KÜRT ENSTİTÜSÜ’NDE yaptığı konuşmadan; aktaran, Yılmaz Güney, Siyasi Yazılar, C. III, Bölüm 2)
“1946’ya kadar olan dönem KEMALİST DİKTATÖRLÜĞÜN en koyu, en baskıcı, en zorba olduğu dönemdir. Değil işçilerin, köylülerin, ekonomik, siyasi ve demokratik hakları, burjuvazinin muhalefetteki kanadına bile hiçbir hak tanımıyordu. Burjuva muhalefet de aynı despotizmin baskısı altındaydı. KEMALİST DİKTATÖRLÜK çeşitli milliyetlerden işçilere, köylülere kan kusturmuştur. En küçük demokratik kıpırtıyı süngü ile bastırmıştır. Aydınların ağızlarına kilit vurmuştur. Kürt ulusu üzerinde kitle katliamları gerçekleştirmiştir.”
(Devlet, Demokrasi ve Devrim, Yılmaz Güney, Siyasi Yazılar, C. II, Bölüm2)
"Bağımsız, demokratik birleşik Türkiye-Kürdistan, Bağımsız Birleşik Demokratik Kürdistan davasının, Önasya Halk Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin temel taşı olacaktır. Birinci paylaşım savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu çöktü. İngiliz, Fransız emperyalistleri ile uzlaşan Kemalist burjuvazi, yeni sınırlar üzerinde, “Türkiye” sınırları üzerinde bir anlaşmaya vardı. Bu anlaşmaya göre, Kürdistan’ın bir bölümü de, bu “mili” sınırlar içerisine sokuldu. Biz bu gerçeğin bilincinde olarak, emperyalistlerle uzlaşma sonucu çizilen “milli” sınırlar içerisinde bulunan ve resmi dilde ve uluslararası anlaşmalara göre “Türkiye” olarak tanımlanan ülkenin, doğru biçimde adlandırmasının “Türkiye-Kürdistan” olduğunu söylüyoruz. Yalnız başına ve her anlam için “Türkiye” adlandırmasını kullanmak, resmi ideolojiyi, resmi görüşü kabul anlamına gelir ve ezen ulus burjuvazisinin açısından bakmak olur."
(Ne İçin Savaşıyoruz?, Yılmaz Güney, Siyasi Yazılar, C. II, Bölüm 1)
“Kürdistan’ın özgül bir durumu vardır. Türkiye, İran, Irak ve Suriye milli sınırları içinde bölüşülmüş bir sömürgedir Kürdistan. Doğaldır ki, Kürt proletaryası ve devrimcileri, öncelikle kendi ulusundan proletaryanın ve emekçilerin birliği doğrultusunda adımlar atacaklardır. Birleşik Bağımsız Demokratik Kürdistan hedefinde, bölünmüşlüğü birliğe çevirmek isteyeceklerdir. Bu amaç, uzun ve zor mücadeleler sonunda, aşamalı olarak gerçekleştirilebilinir. Her ülkenin devrimcileri Kürdistan’ın özgül durumunu —kendi sınırları içinde— somut olarak kavramalıdırlar. Her ülkenin ezilen ve ezen ulustan proleter devrimcileri, aralarında sıkı bağlar kurmalı ve militan dayanışmalarını pekiştirmelidirler. Kürdistan’ın özgül durumu, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin devrimci proletaryasına özgül görevler yüklemektedir. Birleşik Bağımsız Demokratik Kürdistan hedefi için, dört ülkenin devrimini beklemek gerekli midir?
Herhangi bir ülkedeki Kürtler, kendi kaderlerini kendileri tayin etme hakkına sahiptirler. Bu hakkın tanınması ya da tanınmaması söz konusu değildir. Çünkü ezilen uluslar, kendi kaderlerini tayin hakkı için kimsenin şefaatini beklemezler. Kendi kaderlerini tayin etme haklarına sahiptirler ve bu görevin yerine getirilmesi onların birinci enternasyonalist görevidir.
Görüşümüzün daha açık anlaşılabilmesi için bir örnekle açıklamaya çalışalım. Bu dört ülkeden herhangi birinde devrimin gerçekleştiğini varsayalım. Böyle bir durumda, o ülkedeki Kürtler isterlerse bağımsız bir devlet kurabilirler. Diğer ülkedeki Kürtler de isterlerse, bağımsız devletini kuran Kürtlere katılabilirler. Bu nedenle, Kürdistan’ın kurtuluşu için dört ülkenin devriminin gerçekleştirilmesi beklenemez. Kürtlerin, bir ülkedeki devrim sonucu bağımsız devletlerini kurmaları halinde, diğer ülkedeki Kürtlerin bu bağımsız devlete katılma talebi, diğer ülkelerin devrimci proletaryası ve yurtsever demokratları tarafından savunulmalıdır."
(Kayseri Konuşmaları-3, Güney Dergisi, 1978; aktaran, Yılmaz Güney, Siyasi Yazılar, C. I, Bölüm 2)
“Ülkemiz, bağrında bir sömürge (Kürdistan’ın bir bölümü) taşımakta ve KIBRIS'IN BİR BÖLÜMÜNÜ İŞGAL ALTINDA bulundurmaktadır. Ülkemizde, demokratik devrim görevleri yerine getirilmemiş, Kürt ulusunun demokratik, siyasi ve ulusal hakları baskı altındadır”
(Kayseri Konuşmaları-2, Güney Dergisi, 1978; aktaran, Yılmaz Güney, Siyasi Yazılar, C. I, Bölüm 2)
Biricik ve Köksap
Gilles Deleuze'ün Diyalektik Cini
H. İbrahim Türkdoğan
Biricik bir köksaptır, her an ve her yerde açar güllerini, dalgalandırır yapraklarını, tadar atmosferi, çeker içine güneşi keyfince, süzülür rüzgârlarında dağların, çatılarında köylerin, duvarlarında kentlerin ve sararıp solar –Hiç’e karışmadan önce.
Giriş
Bir hiciv yazmayı düşünmüyorum. Max Stirner aşırı bir nihilist –Deleuze için. Deleuze ki us’u bir yargıç, bir başyargıç ve her ussalı köle olarak görür. Deleuze ki düzenden nefret eder, kaos ile özdeşleşir, kökü ve kökleri ateşe verir, her an her yerde oluş kalabalığına soyunur –yersizyurtsuz. Kim aşırı? Yersizyurtsuz bir –Biricik olmak istemez miydi Deleuze? Her an kendini yaratan, modern bir üslupla, kendini dizayn eden, tepeden tırnağa biricik bir arzu makinesi olmak istemez miydi –Deleuze? Yoksa her organın bir arzu makinesine dönüştüğü bir Biricik beden mi, demem gerekir? Bu figür değil miydi zaten Deleuze, en azından eserlerinde?
Deleuze “Kant’ın Eleştiri Felsefesi”nden “Harikalar Diyarında Alice”e kadar geniş yelpazeli bir filozoftur. Birinde aşkın bir anlam ötekinde düşkün bir anlam bulmak olası hatta biri öteki ile yer de değiştirebilir. Alice derin bir düşüşten sonra kanat takıp geldiği yerden daha yüksek bir boyuta uçabilir ve Kant Alice’in düştüğü yeri zemin alıp daha da derinlere inebilir ya da aynanın arkasında kaybolan Alice, gerçeklerin düşlerle şiddetli bir şekilde seviştiği bilinçdışı kapıların birinden aşırı arzu istenciyle post-modern bir Kant olarak Königsberg’e dönüş de yapabilir.
Klasik felsefenin, felsefeyle az ya da çok ilgilenen herkese asırlar sonra “nihayet” dedirttiği yeni bir ekol olarak 1960’ların sonuna doğru Paris’te dünyaya geldi post-modern felsefe. Eğer daha önce Ödipusçu ailelerimizce gerçekleştirilmediyse, bizi hadım eden kapitalizm odaklı psikanalizin sonunun başlangıcı olarak adlandırabileceğimiz bu düşünce akımı (akışı) muhafazakâr halkı ürkütürken tüm Freudcu-Marksist girişimcileri de kapitalizmin işsizlik ordusuna salıverdi. Buna ben özellikle sevinmiştim, zira akademisyenlerin işsiz kalması durumunda lümpen sınıfın elemanları artacaktı, bu da komünizmin bir daha, en azından uzun bir süre dirilmemesi demekti.
Gizemcilerin “her şey birbiriyle iç içedir” meşhur sözü sanırım hiç bu kadar canlı kanlı yaşanmadı; zira Deleuze’ün, biricik “şefaatçisi” Félix Guattari ile birlikte yazdığı eserleri tam da bu sloganı dile getiriyor ama bilindiği gibi rasyonel bir düzlemde değil, tamamen ya da neredeyse tamamen bilinçdışı bir düzlemde.
Felsefe, sinema, bilim, resim, müzik karşılıklı değiş tokuş ilişkiler içine girerek yepyeni kavramlar üretir. Kavram bir zevk meselesi: Kavramı yaratmak da kavramı incelemek de. Ancak her filozofun kavramını her okur sevemez. Heidegger okuyanların psikolojisi içtenlikli kahkahalara elverişli değilse eğer, bolca düşünsel spazm yaşayacaklardır. Ya da yeterince mazoşist bir bilinçdışına sahiplerse, o zaman her biri devasa bir haz makinesine dönüşecektir –pasif de olsalar.
Heterojen bir “çift” olan Marx-Engels’in tersine Deleuze-Guattari homojen bir çift olarak aynı boyutta yazabiliyorlardı. Ve otoriter yoldaşlığın sembolü olan Marx-Engels’in tersine Deleuze-Guattari anarşizan ve kaotik bir ilişkinin sembolleriydi. Kaotik bir psikolojinin kralı olan Nietzsche’ye aşırı ilgisi şaşırtıcı değildir Deleuze’ün, bir dönem Kant’la haşır-neşir olmuş olsa da.
Soğuk Bir Yaklaşım
Stirner gibi us odaklı bir düşünüre Deleuze ancak psikolojik bir soğuklukla yaklaşabiliyor, mesafeli bir yaklaşım, “dokun ve hemen kaç” stratejisi izlerini bırakıyor metin boyunca. Stirner felsefesiyle çok benzer yanları olsa da. Us bir mahkemedir, “tinlerin cumhuriyeti”dir, us devletinde “saf akla boyun eğersiniz”, Deleuze’e göre. Stirner itiraz etmezdi, “cinlerin cumhuriyeti” diye eklerdi, zira Hegel ile hesaplaşmasında Hegel’in tininin Hıristiyan cinlerle aynı mekânda dans ettiğini vurguluyordu. Ve Stirner us eleştirisini son aşamaya taşımaktan haz alıyordu, usu susturmak için bu zorunludur. Bu noktada Stirner’in yaptığına eleştiri denmez, çünkü eleştiri sadece yüzeysel bir dokunuştur, ne kadar radikal olursa olsun. Stirner usu susturmakla onu imha etmiştir. İşte o zaman “meselesini Hiç”e bırakabilmiştir. Deleuze, Stirner ile bu yolu sonuna kadar yürüyemezdi. Us’u terk edip sanatla, sinemayla ilgilenirdi. Göreceğimiz gibi bu soğukluğun başka nedenleri de olacaktır.
Deleuze’ün dil üzerine yaptığı incelemeleri Stirner’in dil analiziyle çelişmez: “Anadilinde yabancı gibi olmak.” […] “Tek dilde bile ikidilli olmamız gerekir.” […] “Chomsky’nin sözdiziminin damgacılığı bile bir iktidar markasıdır.”[1] Biraz yüzeysel de olsa bu eleştiri Stirner’in analizinin bir yansıması olarak görülebilir: “Dil ya da ‘söz’ Bize en çok kan kusturandır, çünkü bir saplantılı fikirler ordusuyla Bize karşı hareket eder.”[2] Deleuze, kan kusturan bu makineye dokunmuyor, ona yeni bir yapı kazandırmak istemekle insan dünyasının tamamen değişeceğini düşünüyor. Mauthner’in deyimiyle “sözcük inançlısı ya da sözcük dindarıdır.” Bu nedenle onlarca sözcük yaratmak gerekli bulunmuştur. Bütün eleştirmenlerin yaptığı gibi Deleuze de bir düşünceye karşı başka bir düşünceyi savunmuştur. Oysa Stirner tin cumhuriyetini tüm zamanlar için sonlandırır:
“’Ben” – “Ben”den yola çıkan Ben – ne bir düşünceyim ne de düşünmeyim. Ben’de, şu adlandırılamayan Ben’de, düşüncelerin, düşünmenin ve tinin saltanatı paramparça olur.”[3]
Olasıdır ki Deleuze Stirner gibi meselesini Hiç’e bırakmayıp tüm sosyalistler, anarşistler ve Marksistler ve diğerleri gibi İnsan’ı yeni bir boyuta taşımak ister. Burada Nietzsche’nin üstinsanına başvurur, onunla yeni bir taslak, bir kuram, bir proje tasarlamak ister. Stirner’in Biricik’inde bir proje görmemiş olması onu düş kırıklığına düşürmüş olabilir. Ancak üstinsan İnsan’ı aşağılamakla yetinen belirsiz bir köpük ve gölge yığınından başka bir şey değildir. Metafizik bir imge. Üstinsan, başlı başına bir soyut dünyanın ve dinsel-metafizik bir âlemin karmaşık bir figürüdür. Bütün sanatsal figürler gibi o da bu özelliklere sahip olma hakkına sahiptir. Ancak felsefi bir figür olarak Biricik’ten dünyalarca uzaktır. Kimliklerden arınan Biricik, doğal olarak sadece Hiç’te kendini yaratacaktır. Ve bu Hiç Biricik’in doğduğu yer olduğu gibi, aynı zamanda onun kendini şekillendirdiği ve tükettiği yerdir.
Deleuze eserlerinde metafiziği terk edememektedir, biraz sanat, biraz felsefe ile yaşamı ideal (aşkın) bir boyutta yeniden dizayn etme heveslisi bir düşünür. Stirner’in Biricik’i, aşağıda açıklayacağım gibi hem İnsan’a hem de üstinsana alternatif somut bir Ben’dir.
Deleuze, inceleyebildiğim kadarıyla, eserlerinde Stirner ile yalnızca bir kez karşılaşmaya çalışır. Daha başından söylemem gerekir ki bu “karşılaşmanın” gerçekleştiği yer, ana başlık, alt başlıklar o kadar tuhaf ki metnin kendisinden de farklı bir şey beklenilemiyor. “Nietzsche ve Felsefe” adlı eserinde “Üstinsan: Diyalektiğe Karşı” başlığını taşıyan 5. Bölüm. Daha da garip olan: bu bölümün “Hegelciliğe Karşı” adlı bir alt bölümü. Uzun bir süre Nietzscheci sözcük dağarcığında metafizik imgelerle boğuştuktan sonra Hegel’e gelir, oradan da Stirner’e. Uzun bir yol, sıkıcı bir yol, soğuk bir yol, gereksiz bir yol. Kitap bir bütün olarak Hıristiyan-Musevi imgelerle dolup taşmakta. Batı felsefesini kemiren bir Hıristiyanlığa tanık oluyorum bu kitapta. Bir filozof vicdan kavramıyla ne kadar ilgilenir ki? Aziz Paulus ve onun imgeleri ile ne kadar uğraşabilir ki? Ah Yüce Tanrım, aşk olsun sana, okuyan evlatlarına neden bu kadar acı çektiriyorsun! Benim için adını duymak bile fazla! Sanırım koyu bir ateist bu kitabı birkaç sayfa sonra elinden bırakırdı. Monoteizm kadar mide bulandıran dinsel fantezi bulmak zor yeryüzünde. Batı felsefesinde bununla bu çağda bu denli karşılaşmak zaman kaybı. Ne var ki, Stirner’e olan ilgim bunu gerektiriyor. (Deleuze’ün başka kitaplarını daha ilginç buluyor ve kısmen de beğeniyorum).
Stirner Tanrı, vicdan, din, kilise, ulus, devlet, aile bütün genel yapıları hiyerarşik bir düzenleme yapmadan paramparça ediyor. Başka bir ifadeyle, Hegel, Feuerbach ve öteki genel filozofları göz önünde bulundurup “eleştirinin eleştirisini” yaparken, her an her yerde kendini yeniden yaratan kimliksiz bir Biricik sunuyor. Nietzsche vicdan ve hınç konularına o kadar odaklanıyor ve Deleuze buna o kadar önem veriyorsa, bu kişilerin bu kavramların egemenliğinden kurtulamadığı ortaya çıkıyor. Bu kavramların Nietzsche üzerindeki gücü devasa bir canavarı çağrıştırıyor, tüm boğuşmalarına karşın Nietzsche hassaslığına yenik düşüyor ve biz okurlar onun sayfalara sergilenmiş ezikliğine tanık oluyoruz. Deleuze bu kavramlar karşısında Nietzsche’nin güçsüzlüğünü bir silah olarak kullanarak Nietzsche ile birlikte kendini yüzeye çıkarmaya çalışıyor ama nafile, hınç ve vicdanın ahlak darbeleri kalıcılığını koruyor.
Mauthner Stirner-Nietzsche karşılaştırmasında haklı olarak Stirner’in çok daha özgür olduğunu vurguluyor. Bütün bir kitabı Hıristiyanlığa adayan bir Nietzsche, ona karşı açtığı savaş, Hıristiyanlığın Nietzsche üzerindeki dehşetli egemenliğini ve ölümcül baskısını gösterir. Mauthner: “Stirner, inançlılık ve ateizmden ötede ‘sonsuz’ âhlâkın ruhsuz safsatasını soğuk bir alayla geri çevirirken, ki kendisi artık ne bir Hıristiyandır ne de bir ‘İnsan’; Nietzsche, kendini tahrip edercesine […] düşüncesinde herhangi bir Hıristiyan zihniyetli zehirli mikrop saklı mı diye korka korka hissetmeye ve varsa eğer, onu kökünden kazımaya çalışacaktır, kanının son damlasını onun yüzünden akıtmak zorunda kalsa da. Bu noktada Stirner'den daha az özgürdür, Feuerbach’tan da; […] Hıristiyanlığa saldırmak için kendini en aşırı şekilde vahşice ve öfkeyle kırbaçlıyor.”[4]
Analitik felsefe hariç neredeyse Batı felsefesinin tümünün Hıristiyan-Musevi ağırlıklı oluşu bir daha gözüme batıyor. (Antik felsefenin tarihsel konumu farklıdır).
Deleuze’ün başka düzeyde ilginç bir yaklaşımına kısaca değinip nihilizm sorununa geçeceğim. Nietzsche’den yaptığı alıntılardan biri: “En çok endişe duyanlar soruyorlar bugün. ‘İnsan nasıl korunacak?’ Zerdüşt ise, bunu soran ilk ve tek kişi olarak soruyor: ‘İnsan nasıl aşılacak?’ Üstinsan, benim gönlümde olan: Benim için biricik şey odur – insan değil: yakınım değil, en fakir değil, en muzdarip değil, en iyi değil.”[5] Burada bir dipnot düşüyor: “Stirner göndermesi açıktır” diyor. Bununla Nietzsche’nin Stirner’i okumuş olduğundan yola çıkıyor. Başka tümcelerinden de bu anlaşılmaktadır. Deleuze Stirner-Nietzsche sorununu yani Nietzsche’nin Stirner’den intihal ettiği iddiasını ya bilmiyor, dolayısıyla Nietzsche gibi bir düşünürün Stirner’i okumuş olması gerektiğini düşünüyor ya da bildiği hâlde konuya dokunmuyor. Bu konu başka bir inceleme gerektirebilir.
Nihilizm Problemi ve “Kim” Sorusu
Nihilizmi aşmak. Hiç’i aşmak. İkisi de birbirine dokunan konulardır, ikisi birbirinden farklıdır. Birine değinmeden ötekine değinmek konuyu yavan bırakır. Stirner-Lütkehaus makalemde bu konuyu Stirner bağlamında kısmen incelemiştim.
Deleuze de tam olarak bu soruyu soruyor, üstelik heyecan uyandıran bir soru. Ne var ki soruya diyalektik bir kontekst kazandırmasıyla soruyu başladığı yerde sonlandırmış oluyor. Daha doğru bir ifadeyle, sorunun boğazına çökerek oracıkta boğuyor. Metin boyunca bir boğulma yaşanır kavramlarla Deleuze arasında.
Metinde Hegel’den Nietzsche’ye giden yolda Deleuze’e ağır etki yapan bir Stirner hamlesi dikkat çekiyor. Deleuze’ün “burjuva bireyi” algısı Deleuze’ü, dil ile birlikte tüm kodları kıran Stirner’e karşı çıkartırken, Stirner’in yapboz yöntemi Deleuze’ün kaotik algısında kayboluyor. Bu durumda filiz vermiyor köksap. Dahası: Tinsel Ben-yaratımına neden olan causa sui yönteminin bir sonucu olarak Stirner’in nihilizmi aşması, Deleuze’ün “diyalektik” algısının kaotikleşmesine neden oluyor, bu durumda Deleuze’de bir diyalektik hayalet, bir saplantı, evet bir Hegelci cin (Geist) canlanmış oluyor.
Stirner aydınlanma saplantısı olmayan bir aydınlanmacıdır. Aydınlanma projesini analizlediği yıllarda herkes birbiriyle yarışıyordu; liberaller, demokratlar, Hıristiyanlar, Yahudiler, ateistler, sosyalistler, anarşistler ve diğerleri.
“Biricik ve Mülkiyeti”nin “İnsan” bölümünden “Ben” bölümüne geçişte şu paragrafla karşılaşırız:
“Yeni Çağ’ın girişinde ‘Tanrı-İnsan’ vardır. Bu çağın sonunda, Tanrı-İnsanın sadece Tanrı olan yanı mı buharlaşıp kayıplara karışacak; ve sadece Tanrı yanı ölürse Tanrı-İnsan gerçekten ölmüş olur mu? Kimse bu soruyu düşünmedi ve aydınlanmanın bir eseri olan Tanrı'yı aşmak şu günlerde zaferle sonuçlanırken bu mesele hallolmuş sanıldı; insanın, - ‘yükseklerdeki tek Tanrı’ olmak için - Tanrı'yı öldürdüğünü kimse sezinlemedi. Bizim dışımızdaki öte-dünya şüphesiz ortadan kaldırıldı ve aydınlanmacıların o büyük projesi bununla tamamlandı; lakin Bizim içimizdeki öte-dünya yeni bir cennet haline geldi ve bizi yeniden bu cennete saldırmaya davet ediyor: Tanrı, yer açmak zorunda kaldı, lakin Bize değil, bizzat - İnsana. Peki, Tanrı’dan sonra İnsan’daki Tanrı da ölmedikçe, Tanrı-İnsan’ın öldüğüne nasıl inanırsınız?”[6]
Deleuze bu geçişi okumadan mı geçti? Öyle olsa bile, Stirner’in bütün bir kitabında İnsan’ı aştığını sergileyen açık ve kesin tümcelerle karşılaşmamak olanaksızdır. Görüldüğü gibi “Zerdüşt bunu soran ilk ve tek kişi” değildir: “‘İnsan nasıl aşılacak?’” Ayrıntılara henüz girmeden Stirner’in kitabının sonuna eklediği “Biricik” adlı bölümden şu kısmı alıntılayacağım:
“Eğer Hristiyanlık anlayışı şu önermeye dönüşürse, bir ideal olan “insan” gerçekleşir: “Ben, şu Biricik, o insanım”. Bu durumda kavramsal soru: “İnsan nedir?” olur - kişisel soruya dönüştüğündeyse: “İnsan kimdir?” olur. “Nedir”de kavram, kavramı gerçekleştirmek için araştırılırdı; “kim”de ise, bu bir soru değildir artık, sorunun içinde yanıtın kendisi bizzat mevcuttur: Soru kendini kendiliğinden yanıtlamaktadır.”[7]
Deleuze İnsan-Tanrı, Tanrı-İnsan problemini Hegel, Feuerbach ve Marx bağlamında araştırdıktan sonra zorunlu olarak Stirner’e gelir. “İnsan ile Tanrı’nın uzlaştığını” kaydettikten sonra “Stirner […] ‘Kim’ sorusunun yolunu yeniden bulmayı bilmiştir” der ve Stirner’e garip övgülerde bulunduktan sonra şöyle der: “Stirner diyalektiğin gerçekliğini nihilizm olarak ortaya koyan diyalektikçidir. ‘Kim’ sorusunu sorması yetmiştir. Biricik Ben, kendisi dışındaki her şeyi hiçliğe teslim eder, ve bu hiçlik tam da kendi hiçliği, ben’in hiçliğidir. Stirner, iyelik [mülkiyet], yabancılaşma ve kendine mal etme kavramlarının dışında düşünmek için fazla diyalektikçidir. Fakat bu düşüncenin nereye gittiğini görmemek için de fazla özenlidir: bir hiç olan ben’e, nihilizme” ve “Stirner’in ‘ben’i de bir soyutlama, burjuva egoizminin bir yansımasıdır” der. Son karşılaştırmasında ise beklenildiği gibi Nietzsche’yi örnekleyerek Nietzsche “İnsan kimdir?” diye sormaz, Nietzsche “İnsanı kim aşar?” diye sorar, dedikten sonra üstinsanla konuyu kapatır.
Stirner’in Nietzsche’ye “bütün bu konularda kesinlikle yol gösterici” olduğu ama Stirner’in “aşırı nihilizmi”nin Nietzsche tarafından “ifşa” edilmiş olduğunu ileri sürdükten sonra da şöyle der: Stirner “iyelik, yabancılaşma ve onun ortadan kalkması kategorilerinden çıkamadığı için, diyalektik için kazıdığı hiçlik çukuruna kendisi de düşer. İnsan kimdir? Benlik, yalnızca benlik. ‘Kim’ sorusunu, yalnızca diyalektiği bu benliğin hiçliğinde çözmek için sorar. Bu soruyu, insanın dışındaki perspektiflerden, nihilizmin dışındaki koşullardan hareketle sormayı başaramaz; bu soruyu kendisi için gelişmeye bırakamaz, ya da ona olumlu bir cevap verecek başka bir öğe kapsamında soramaz. Onda soruya tekabül edecek bir yöntem, bir tipoloji yoktur.”[8]
Önce: Deleuze’ün Stirner’den alıntıladığı bir tümce özellikle “burjuva” benzetimini çürütecek içeriğe sahiptir: “Yalnızca kendisini parçalayan ben, hiçbir zaman olmayan ben gerçek bendir.” [Sadece kendini eriten Ben, hiç varolmayan Ben, -sonlu Ben gerçek Ben’dir. Norgunk 2017]. Bir kimlik olan “burjuva”, Ben’i parçalamayı değil, stok tutmak şeklinde sahiplenmeyi, biriktirmeyi hedefler. Stirner, Biricik’i yabancılaştıran kimliklerden ve soyutlamalardan arındırırken mülkiyet biriktirmez, oluşlarında Kendisiyle birlikte her tür mülkiyeti tüketir, bununla da yeni bir kimlik deposu, yeni bir soyutlama alanı sunmaz.
Sonra: Tarihsel İnsan’ı yok edebilmiş olmak Stirner’in orijinal bir eseridir. Nietzsche için bu, sonuçları ağır olacak olan bir konudur. Deleuze’ün bunu görmemiş olması aşırı düzeyde ilginç. Yukarıda Stirner’den alıntıladığım uzun paragrafı görmezden gelip Stirner’in İnsanı aşmadığını, bu edimin Nietzsche tarafından gerçekleştiğini ileri sürmesi, doğrusu, gülünç. “Tanrı, yer açmak zorunda kaldı, lakin Bize değil, bizzat - İnsana. Peki, Tanrı’dan sonra İnsan’daki Tanrı da ölmedikçe, Tanrı-İnsan’ın öldüğüne nasıl inanırsınız?” Bu kadar açık bir analizin Deleuze tarafından algılanmaması bana Bernd A. Laska’nın tezini anımsatıyor. Neydi bu tez: Kimi düşünürler Stirner’le rasyonel bir boyutta tartışıp onu çürütecekleri yerde bir takım garip iddialarla Stirner’i “küçük burjuva, anarşist, nihilist, solipsist” vb. olarak adlandırıp onun ağırlığını, etkisini psikolojik açıdan bastırmış oluyorlar. Deleuze de buna benzer bir yön sergilemektedir. Stirner’e soğuk yaklaşmasını gerektiren nedenlerden biri de bu olabilir. Stirner’i diyalektik alana indirgemesi şüphemi daha da arttırıyor. Bilindiği gibi Stirner’in bastırılmışlığı filozoflarda kronolojik bir hastalıktır. Tıpkı Derrida’nın Stirner’i Marx’ın gölgesinde bir yan değini kategorisine düşürüp ona övgülerde bulunması gibi Deleuze de Nietzsche’nin gölgesinde Stirner’i överek küçümsüyor.
Birincisi, Stirner İnsan’ı Tanrı’yla birlikte ardında bırakıyor ve dönemin ateistlerini ve aydınlanmacılarını bu çalışmayı gerçekleştiremedikleri için eleştiriyor. Tam olarak: “Bizim dışımızdaki öte-dünya şüphesiz ortadan kaldırıldı” ama “Bizim içimizdeki öte-dünya yeni bir cennet haline geldi” tümcesi öldürülen Tanrı’nın yerini İnsan’ın aldığına işaret ediyor. İkincisi, “aşırı nihilizm” iddiası fazlasıyla yüzeysel, çünkü ayakları yere basmıyor. Üçüncüsü, İnsanı ve Tanrı’yı ardında bırakırken onların yerine Biricik’i getiriyor. Ve Biricik’i Deleuze’ün beklentisinin tersine bir taslak, bir kuram, bir proje olarak sunmuyor. Bunu yapsaydı ya bir sistem sunmuş olacaktı ya da metafizik bir dünya. Bununla da nihilizmin kucağına düşmüş olacaktı; Biricik’i aşkın bir boyuta taşımıyor, gerçeklikte tutuyor.
Sonuç: Her kimlik kodlanmış bir idealdir, ideal bir projedir. Kimlikler küçük sistemlerdir. Stirner Hiç’te Kendini yaratarak –nihilizmi geride bırakıyor. Hiç’i değil, nihilizmi aşıyor. Hiç’teki oluşları Biricik’in adsız, mesleksiz, normsuz, sade kalmasını sağlıyor. Stirner’in bu yaklaşımı doğrudan psikanalizi anımsatıyor, ancak klasik anlamıyla değil, radikal psikolojik bir insan analizinden söz ediyorum. Deleuze’ün bunu görebilmesi gerekirdi. Biricik, pedagojinin, terbiyenin, ahlakın ürettiği Üst-Benin egemenliği altına girmez, Biricik özerk düşünen ve özerk yaşayandır. Klasik psikanaliz ve psikoterapi bireyi toplumsallaştırmaya yönlendirir, Stirner ise Kendine, Kendi-olmaya. Deleuze’ün dürtüsü de bu değil miydi?
Deleuze, “Diyaloglar”da[9] Freud odaklı psikanalizi kökten yadsır. Freud: “Wo Es war, soll Ich werden.” (İd’in olduğu yerde Ben olmalı) Freud’un tümcesinde “Ich” ön plandaymış gibi gözükse de “Über-Ich” tarafından yönlendirilen/yönetilen bir “Ich”i kasteder; terbiyeli, egemen sisteme boyun eğen, uysal bir Ben. Freud’un modelini Stirner’e uyarlayacak olursak şöyle bir şekil çıkardı karşımıza: “Wo Über-Ich war, Soll Ich werden.” (Üst-Ben’in olduğu yerde Ben olmalı). Ancak vurgulamam gerekir ki Stirner’de “soll” buyruğuna rastlamak olanaksızdır. “Ol!” diye bir şey Stirner’in felsefesine tamamen karşıdır. Dolayısıyla Freud’un modeli Stirner’i hiçbir şekilde bağlamaz. Kendi-olan öncelikle Kendine sahiptir, düşüncelerine, dürtülerine, iç güdülerine ve aynı zamanda dünyaya (doğaya, insanlara, nesnelere vb.). Kendi-olan (onun Ben’i) irrasyonel bir egemenliğin ve eğitim yoluyla yaratılan bir “Üst-Ben”in bilinçdışı baskısı altında düşünen ve yaşayan değildir. Kendi-olanın özerkliği bu nedenle sahidir ve öteki aydınlanmacı filozofların tersine içselleştirilen bir dışerklik Stirner’in Biricik’inde mevcut değildir. Stirner’in Biricik’i ne canavarların birbirleriyle kapıştığı yeraltı dünyasını çağrıştıran bir “İd”in oluşmasına ne de cennet ile cehennemin hıncın öfkesiyle çatıştıkları bir vicdan batağına izin verir.
Stirner Biricik ve Mülkiyeti’nin “İnsan” bölümünde sunduğu köktenci analizinde insanı pedagojik ve ahlaki özelliklerinden arındırıp antropolojik doğasına geri kazandırıyor. “Ben” bölümünde ise bir benlik sistemi sunmuyor, İnsan’ı ardında bırakan her Ben’in, Biricik’in nasıl şekilleneceğini her Ben’in, Biricik’in kendisine bırakıyor. Metafizik, soyut, dinsel, Genel bir sisteme başvurmaksızın Biricik’i bir alternatif olarak sunması onu nihilizmin alanından tamamen uzaklaştırıyor. Bir “tipoloji”, bir genel Biricik tiplemesi sunmadığı için zaten soyutlaşması olanaksızlaşıyor. Deleuze üstinsana tipolojik bir yön vermekle onu hem genelleştiriyor hem de bir ya da birden fazla soyut kimliklere sığdırmaya çalışıyor.
Biricik –her an her yerde neyse o’dur. Habermas: “Stirner’in Biricik’i [...] geleceksiz ve geçmişsizdir. O, her an ne ise, tam odur. Sonuç: Biricik mutlak süreksizdir.” Habermas’ın olumsuzlayarak ileri sürdüğü Biricik analizini ben olumlayarak sunuyorum. Medeniyetin kültürel, sanatsal kentlerinin büyüleyici sokaklarında kaldırımlarda yetişen o arsız ot’tur –Biricik.
Deleuze’ün çok daha seveceği bir örneği Stirner’in kendisinden sunmadan önce Deleuze’den bir tümce aktarmak istiyorum: “Özne varsa da kimliksiz bir öznedir.”
Bu, Habermas’ın tümcesiyle örtüşür. Özne sabit değildir; özneleşme sürekli oluşan, daima süreç olandır. Burada her düşünce bir göçebedir, durağan değildir, düşünmek her an deneylemektir ve düşünce kimlikleşecek bir sistem dünyası değildir. Biricik’in göçebeliği Deleuze’ün tersine politik değildir, zaman zaman politik olabilir, apolitik ve antipolitik olabileceği gibi. Deleuze’de insan neredeyse bir homo politicus’tur. Aynı zamanda halk ve devrim gibi kavramlar da Deleuze’ün dünyasında büyük bir yer tutar. Halka güvenir Deleuze, bununla hem Genel’i bireyin üzerinde tutmuş olur hem de toplumsal bir ideal yaratmış olur. Stirner genelci olmadığına göre doğal olarak halkçı da değildir ve ona güvenmez de. Stirner devrimci değildir, çünkü devrim Stirner’in ilgilerini içermez. Devrimler her zaman otoriter sistemlerle sonuçlanır, çünkü Biricik bilincinden yoksundurlar. Devrimlerin kıvrımı devrim şefinde düğümlenir. Biricik’in kıvrımı düğümlenecek bir merci, bir alt ya da üst kurum, iyi ya da kötü bir ahlak tanımadığı için daima süzer, daima dalgalanır –bedensel ölüme kadar. Kısaca: Sürekli oluş halinde olan, dolayısıyla kimlik içermeyen bir sürecin sembolü olarak tanımladığım kıvrım kavramı, Biricik’in oluşlar manzarasıdır.
Deleuze’ün Stirner’in BvM dışındaki eserlerini okumuş olduğunu sanmıyorum, zira şu örneği seveceğinden yola çıkardım:
“Eğer [Moses] Hess egoist birliktelikleri kâğıt üzerinde değil de, yaşamda görmek isteseydi, elbette daha farklı bir durum söz konusu olurdu. Faust, tam da bu türden birlikteliklerde bulur kendini, şunu haykırdığı an: ‘Ben burada insanım, burada insan olabilirim’ – Goethe işte burada çok açık bir dille ifade ediyor. Hess, çok önemsediği gerçek yaşama dikkatlice baksa, bu türden yüzlerce, kısmen hızla gelip geçen, kısmen de sürüp giden egoist birliktelikleri görecektir. Belki şu sıralar, çocuklar Hess’in penceresinin önünde oyun arkadaşlığı kurmak için koşuşturuyordur; Hess de onlara baktığında eğlenceli egoist birliktelikler görecektir. Belki Hess’in bir arkadaşı ya da sevgilisi vardır; o zaman bir kalbin diğer bir kalbi nasıl bulacağını bilebilir, karşılıklı zevk almak için ikisinin de nasıl egoistçe birleştiğini ve her ikisinin de ‘nasibini alarak’ nasıl zevk alacaklarını bilebilir. Belki de sokakta bir iki arkadaşıyla karşılaşacak ve şarap içmeye çağrılacaktır; sevgiye hizmet etmek için mi onlarla gidecektir yoksa zevk alacağını düşündüğü için mi onlarla bir araya gelecektir? Arkadaşları ona ‘fedakârlık’ adına mı teşekkür borçlular yoksa bir saatçiğine bir ‘egoist birliktelik’ oluşturduklarının farkındalar mı?” [10]
İşte “Kim” sorusunun özeti! Burada “benliğin hiçliğinde çözülen” bir diyalektik olmadığı gibi yaşanan bir diyalektik ilişkisi de mevcut değildir. Burada bir “benlik kuramı” da izlenmiyor, ne de bir vicdan saplantısı; bizzat pedagojik buyruklar içermeyen, spontan egoist ilişkiler. Stirner’in, kuramını yapmadan sunduğu “Egoistlerin Birlikteliği” Biricik betimlemesinin bir somut özetidir. Metafizik değildir ve ne aşkınsal ne de soyuttur. Etten ve kemikten oluşan Biriciklerin birlikteliği. Üstelik halka ve halk devrimlerine bir alternatiftir. İnsan bir “idealdir” Stirner’e göre, Biricik ise somuttur.
Her soyutlamanın insanı içkinlikten aşkınlığa, bununla da nihilizme taşıdığının farkında olan Stirner, bu nedenledir ki bir Biricik kuramı sunmaksızın “Hess” örneğini veriyor.
Köksap, benim anladığım ve Stirner’de gördüğüm köksap, an’da yaşar, geçici –ve adsızdır. Köksap ya da ot ne geçmişte köken arar ne de geleceği talep eder, ne bir kuramdır ne de bir düşünce sistemi, sadece şu an var olandır. Stirner: “Ben Kendimin cinsiyim; normsuz, yasasız ve örneksizim.”[11] Bir oluş kalabalığıdır –Stirner, bazen kaotik, bazen düzenli, keyfine göre. Deleuze köksaptan başka bir şey anlıyorsa, onun meselesidir. Ancak Stirner’in “Kim” sorusunu tam da bu kontekstte yanıtlaması ve hatta başka düşünürleri yanına almaksızın doğrudan Stirner’le tartışması gerekirken, anlık düşünce sıçrayışlarında bulunup Stirner’in Ben’ini “burjuva egoizminin bir yansıması” olarak dışlaması, Stirner’i tam olarak incelemediği, yeterince anlamadığı ya da konular açık olduğu hâlde anlamak istemediği, bununla da tuhaf bir duruma düştüğü sonucuna varıyorum. Stirner ile olan akrabalığını görmemek için bu soğuk, mesafeli ve tuhaf yaklaşıma başvurmuş olabilir. Başa baş bir düello görmek olanaksız bu karşılaşmada. Yanına Hegel’i, Marx’ı, Nietzsche’yi almaksızın Stirner ile kafa kafaya karşılaşabilseydi, muğlak ve yetersiz tahminler yerine açık ve belki de kesin sonuçlara varabilirdi.
[1] Gilles Deleuze / Claire Parnet, s. 18-19, s. 30, Bağlam 1990.
[2] Max Stirner, Biricik ve Mülkiyeti, s. 315, Norgunk 2017.
[3] Max Stirner, agy, s. 134.
[4] Fritz Mauthner, Dil Eleştirmerni olarak Max Stirner, s. 13, Hayalci Hücre Yayınları 2024.
[5] Gilles Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, s. 208, Norgunk 2010.
[6] Max Stirner, agy, s. 139.
[7] Max Stirner, agy, s. 334.
[8] Gilles Deleuze, agy, tüm alıntılar için bkz: 202-208.
[9] Gilles Deleuze / Claire Parnet, Diyaloglar, s. 111-112, Bağlam 1990.
[10] Stirner, Max: Stirner’in Eleştirmenleri, s. 52, Norgunk 2023.
[11] Max Stirner, Biricik ve Mülkiyeti, s. 164-165, Norgunk 2017.
http://www.projektmaxstirner.de/deleuze.html