Esad yönetiminin devrilmesi ve İransız yeni bir Ortadoğu’nun doğuşu
İran-Suriye ilişkileri nasıl başladı, Suriye İran için nasıl “vazgeçilmez” oldu? Tahran, Esad’ın devrilmesini nasıl yorumluyor? Rejimin yıkılmasının İran açısından sonuçları neler? İran’ın Suriye’nin geleceğine dair beklentisi ne? Arif Keskin yazdı.
https://fikirturu.com/jeo-politika/esad-yonetiminin-devrilmesi-ve-iransiz/
İran Rejimi Dönüm Noktasında: İsrail’e Yanıt mı, İç Çöküş mü? - YouTube
https://www.youtube.com/watch?v=FVirZ8QTOtk
'Gözlerimizin önünde yalanlar söylediler, insanı küçülttüler, öldürdüler, sürdüler, işkencelere soktular.
Ve hiçbir kez bunu yapanlar, yaptıklarının kötü olduğuna inandırılamadı. Çünkü kendilerine güveniyorlardı.
Çünkü soyut bir kafa, yani bir ideolojinin adamı başka bir şeye inandırılamaz..'
Albert Camus
"Otorite ve yasanın en saçma savunması, suçu azaltmaya hizmet ettikleridir. Devletin kendisi en büyük suçlu olmasına rağmen yazılı ve doğal tüm yasaları çiğneyerek, vergiler yoluyla hirsızlik yaparak, savaş ve idam yoluyla öldürerek Suça karşı mücadelede tamamen çıkmaza girmiştir. Kendi yarattığıi bu korkunç belayı yok etmekte ya da en azindan azaltmakta bütüyle başarısız olmuştur."
Emma Goldman
Demokrasi dinamiklerinin senkronizasyonu sorunu
RECEP MARAŞLI
Üniversite öğrencileri Saraçhane direnişinde…
Son üç ay içerisinde Türkiye’de belki de mevcut rejimin kaderini değiştirecek iki önemli gelişme yaşandı. Ve demokrasi mücadelesi tarihimizde çoğu kez rastladığımız gibi bu vektörler yan yana değil birbiriyle kesişerek ilerleme eğilimi gösterdi.
Bunlardan biri, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin çağrısıyla yeniden gündemleşen Kürt sorununun barışçıl çözüm süreci; diğeri ise, CHP’nin kazanma ihtimali en yüksek görülen müstakbel Cumhurbaşkanı adayı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun bir sürü yolsuzluk ve teröre destek gibi suçlamalarla tutuklanmasıydı.
Birbirine taban tabana zıt olan bu iki hamle Erdoğan ekibinin gerçekte ne yapmak istediğini sorduruyor. Bir yandan sürekli şeytanlaştırılan HDP/DEM parti geleneği ve “değişmez düşman” olan Kürt ulusal demokratik hareketiyle belli belirsiz de olsa bir barış kapısı aralarken; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ana muhalefet partisine, onun cumhurbaşkanı adayına ve ülkenin en büyük metropolüne girişilen bu darbe bir arada nasıl yorumlanabilir?
Akla gelen ilk şey, bu saldırı karşısında Kürt özgürlük hareketini ve bağlaşığı olan demokrasi güçlerinin atıl kalmasını sağlamak gibi bir planın düşünülmüş olabileceğidir. Kürt ulusal muhalefeti bir çözüm fırsatı ortaya çıkmışken bunu heba etmek istemeyecek, iktidara karşı bir tepki vermekten kaçınacak, böylece hem mevcut, hem de olası ittifaklar kırılmış olacaktı.
Benim görüşüm, Erdoğan rejiminin ne pahasına olursa olsun siyasi iktidarını korumaya odaklı olmakla birlikte; bu aşamada yaptığı hamlelerin koordineden uzak, stratejik bir akıldan yoksun olarak can havliyle yapıldığı; belki de çeşitli ekipler tarafından kotarılan bu koordinasyonsuz hamlelerin birbirini anlamsız hale getirdiğidir.
İktidar erkinde açıkça çok başlılık ve telaş gözleniyor: bu telaş öyle veya böyle iktidarlarının sonuna geldiği ve eğer iktidar değişirse şimdiye kadarki devasa kazanımların nasıl korunacağı gibi yakıcı sorunlardan kaynaklanıyor.
İktidarın iki hamlesinin koordinesiz olabileceğine dair düşüncemi destekleyen şey, Öcalan’a yapılan çağrının Devlet Bahçeli’den gelmesidir. Bu hamle asıl olarak Ortadoğu’da yeni ve Türkiye açısından tehlikeli statükolar oluşurken Kürt dinamiğini yanına alarak bir duruş göstermeyi temel alıyor. Türkiye Cumhuriyeti devleti açısından uluslararası boyutu olan stratejik bir varlık sorunu olarak gözüküyor. Böyle bir süreçte yıllarca baş düşman bellenmiş PKK hareketiyle bir uzlaşma ararken; devletin kurucu partisi ve her koşulda sadık Türk milliyetçisi CHP kitlesini küstürüp dışlamak, düşmanlaştırmak herhalde bu akılla ters bir durum olurdu.
İmamoğlu operasyonu ise belli ki Bahçeli tasarımının amaç ve hedeflerinden tamamen uzakta, sadece Erdoğan’ın sonraki başkanlık seçimlerindeki en güçlü adayını tasfiye etmeye, CHP’ye karşı sindirme ve güç gösterisine yönelik kısa ve orta vadeyle düşünülmüş bir hamle. Eğer illa bir koordineden bahsedeceksek, bunun “çözüm süreci”ni özellikle baltalamak için kotarılmış bir kışkırtma olduğunu söylemek daha anlamlı olur. Belki de bir tarafın kurmayları Behçeli projesini sadece muhalefet güçlerinin ittifaklarını parçalamak için bir fırsat olarak gördüler. Göremedikleri şey ise bunun CHP kitlesini ayaklandıran bir toplumsal dinamizme yol açmasıydı.
Bir başka ihtimal de her iki hamlenin de muhalefeti, sonraki dönem için belli pazarlıklara zorlamak amacıyla imal edilen araçlar olması; Birisi havuç, diğeri sopa olarak!..
Demokrasi güçlerinin önceliği; haklar mı çıkarlar mı?
Türkiye’de çok kolay bulunmasa da eksiği gediği çok fazla da olsa yine de en umutsuz zamanlarda ortaya çıkan bir demokrasi dinamizminin var olduğu, 19 Mart operasyonları sonrasında İstanbul Saraçhane’de başlayıp haftalarca süren, ülkenin pek çok yerine yayılan kitlesel protesto gösterilerinde bir kez daha görüldü. Bunu 2013’de patlak veren “Gezi protestoları” dönemindeki coşkuyla kıyaslayabiliriz. Bu kez de üniversite gençliğinin öncülüğü ile başladı ve ama sadece bununla kalmayıp yerinden çok zor kalkan CHP kitlesinin de harekete geçmesini sağladı. CHP yönetiminin geleneksel olarak kitle hareketlerinden kaçınma ve onları barajlama yerine bu kez onları dikkate almak zorunda kalması, bu sürecin ayırt edici özelliklerinden biri oldu.
Değerli felsefecilerimizden İoanna Kuçuradi, “hak” ile “çıkar” arasında fark olduğuna dikkat çeker: “Çıkar, hakkımızdan biraz fazlasıdır; bu da başkasının hakkını ihlal edebilen bir şeydir.” Dolayısıyla “hak çatışması” olmaz ama “çıkar çatışması” çok görülür… Buradan hareketle can alıcı sorumuz şudur: Demokrasi talep eden gruplar gerçekten haklarını mı savunuyorlar, yoksa çıkarlarını mı? Sadece kendi “hak”larını mı savunuyorlar yoksa diğerlerinin haklarına da saygılılar mı?
Hak, özgürlük, demokrasi talebiyle eyleme geçen kitleler homojen değildir. Aralarında çıkar ve talepleri birbirinden farklı sınıflar, tabakalar, çıkar grupları, hatta birbirleriyle çatışmalı mağdur gruplar da bulunabilir. Demokrasi güçleri sadece egemen otorite ile mücadele etmekle kalmaz, kendine dinamizm veren grupların aralarındaki iyi veya kötü ilişkilerle de biçimlenir. Bundandır ki merkezi otorite muhalif katmanlar arasındaki çelişkileri kışkırtmaktan; birbirine karşı kullanmaktan geri durmaz.
Demokrasi talep eden gruplar da diğerlerinin gücünden yararlanırken, kendi önceliklerini dayatmaya; daha güçsüz grupları kendilerine tabi kılmaya eğilimli olabilirler. Bir fizik kuralı olarak daha büyük kütle dinamizminin daha küçükleri kendine çekmesi, sosyal mücadeleler için de geçerlidir.
Saraçhane gösterileri sürecinde olan da buydu; CHP kitlesi kendilerine yapılan bu haksızlığa karşı korku duvarını aşıp sokağa çıkınca, daha önce hep alanda olan ve hak arayan gruplarla aralarına bir sınır çekme ihtiyacı da hasıl oldu. Çünkü onlar kendilerine haksızlık yapılmasına alışmamışlardı; kendileri diğerleri gibi değildi, memleketin gerçek efendisi idiler; her zaman itilip kakılmış olanlarla bir arada olmamalıydılar! Böylesi bir duyguyla koşullanan en azından bir bölüm Saraçhane kitlesi, Kürt ulusal hareketi başta olmak üzere rejimin hedefindeki diğer bütün mağdur grupları dışlamakta beis görmediler. İşin ilginç yanı, bunu yaptıktan sonra da “onlar niye bizi desteklemiyor, o halde iktidar yanlısılar!” diye bu durumdan ikinci bir çıkar sağlamayı da ihmal etmemeleri…
DEM parti ve bileşenleri, bir yandan ortada henüz somut bir şey olmasa da bir çözüm süreci ihtimalinin ortaya çıkmış olma şansını heba etmemek; bir yandan da sürekli mücadelesini verdikleri ve hep mağduru oldukları bir konuda ana muhalefet akımıyla da ilkesel bir dayanışma göstermek ikilemindeydi. Bıçak sırtı bir çizgide, üstelik onlarca kez kazandıkları belediye başkanları tutuklanıp kayyum atanırken kendileriyle hiçbir dayanışma yapılmamış olmasına rağmen soğukkanlı bir duruş göstermeye çalıştılar diyebilirim.
Saraçhane gösterileri Türkiye’deki demokrasi güçlerinin ortak örgütlenme, ortak program altında, güç birliği yapamadıkları gibi güçlerini ve eylemlerini senkronize edemedikleri bir pratik daha oldu. Büyük enerjilerin, aynı anda, aynı hedefe yöneltilememesinden ötürü hep otoriter rejimlerin kazançlı çıktığı açık. Hâlbuki bilinçli, sağduyulu önderlikler despot rejimleri değişime zorlayabileceği, dengesini bozabileceği anları görerek o ‘an’larda eylem odaklarını buraya yönlendirebilir. Rejimin kırılmaya uğramasıyla daha dezavantajlı grupların kendilerine bir demokrasi ve siyasi manevra açılabileceğini görmeleri önemlidir.
‘Türkiye’nin demokrasisinden bize ne?’
Türkiye’nin metropollerinde, sahil kentlerinde yoğunlaşan; modernist, seküler kesimlerin sıkı sıkıya sarıldıkları Türklük şovenizmi ve Kemalist elitizmin, kendilerinden daha ilerici, devrimci, demokratik taleplerin savunucusu olan Kürt ulusal hareketi ve sosyalistleri dışladıkça (bu konuda demokrat ve özgürlükçü bir yapıya sahip olmadıkça) otokrat siyasal İslamcı iktidara karşı başarı şansları olamayacağını anlamaları zor görünüyor. Demokrasi mücadelesinin temel sorunlarından biri budur.
“Temel hak ve özgürlükler istiyoruz ama Kürtler hariç!” diyerek bir çıkış yolu bulunamayacağı açık. Bu dışlayıcı kibir, bu tarafta da yankısını buluyor; Türkiye’de gerçek bir demokrasi mücadelesi verilemeyeceği ve gerçek bir partner bulunamayacağı inancını kökleştiriyor, güvensizliği derinleştiriyor.
Bu saflarda tepki gösterilmekte haklı ama strateji ve taktik ilke haline getirmekte ise yanlış bir yönelim var. Son yıllarda Türkiye’de demokrasi mücadelesine “bizi ne ilgilendirir?” diyerek karşı çıkan ve bunu çok daha radikal siyasi istemlere sahip olmak adına savunan kadrolar artıyor. Bunlara göre, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin Türkiye’deki demokrasi mücadelesiyle hiçbir ilgisi olamaz; “onların demokrasisinden bize ne!” deniyor. Basitçe bu “izolasyoncu” olmayı “bağımsızlıkçılık” sanan milliyetçi bir anlayıştan kaynaklanır… Eğer Türkiye’nin demokrasi ya da diktatörlük olup olmaması bizi ilgilendirmiyorsa, mantık olarak onun işgalci, sömürgeci olması da bizi ilgilendirmez demektir. Sömürgeci, işgalci, diktatör, vs. bir nitelik bizi ilgilendirmiyorsa neden bu niteliği taşıyanla mücadele ediyoruz ki!?
Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi önüne ister bağımsızlığı, ister özerkliği isterse sadece dil ve kültürel hakların tanınması hedeflerini koysun, giriştiği her mücadele ister istemez onu genel anlamda demokrasi mücadelesinin aktif bir parçası haline getirir. Bunu anlamayan kişi ve hareketler kendi iddialarına yabancılaşmış demektir.
Kürdistan diyelim ki bağımsız olduğunda ülkesinin sınırlarını kapatıp, toprağını alarak gökyüzüne yükselecek değildir. Yine bu coğrafyada, bir zamanlar kendileriyle ölümüne savaştığı devletlerle, toplumlarla yan yana -en azından komşu- olarak yaşayacaktır. Ticaret yollarını, havayı hatta suları bile kullanmak için komşularıyla iyi geçinmek, onlarla anlaşmak, ortak bir çözüm bulmak zorunda olacaktır. Bu ülkelerde demokratik, insan haklarına, özgürlüklerine sahip yönetimler olmasını mı yoksa despot, savaşa ve saldırıya hazır düşman yönetimler olmasını mı isteriz?
Üçüncüsü, Kürdistan’ın dışında da Türkiye’nin çeşitli kentlerinde, metropollerinde milyonlarca Kürt yaşıyor. Artık sadece burada yaşıyorlar, çocuklarının geleceğini burada kuruyorlar. Bu insanlar demokratik bir ülkede yaşamayı hak etmiyorlar mı? İstanbul’da, İzmir’de, Antalya’da yaşayıp “burada olup biten hiçbir şey bizi ilgilendirmiyor!” demek kadar saçma-sapan bir şey olabilir mi?
Demokrasi, hak ve özgürlükler mücadelesinin çeşitli handikaplarla boğuşmak zorunda kaldığı bir gerçek. Şu var ki küsmek, darılmak, yorulmakla bu sorunlar çözülmüyor. Akılla, bilinçle, vicdanla, düşünce, kültür ve sanatın gücüyle birbirini etkilemeye dönüştürmeye çalışmak zor ve zahmetli olabilir ama her har halde son fert kalıncaya kadar birbirini öldürmeye çalışmaktan ve sonraki kuşaklara nefret ve savaş mirası bırakmaktan daha zor değil…
Çözümsüzlüğün stabilize edilmesi…
Bahçeli ve Öcalan tarafından yapılan çağrılarla kapısı aralanan “yeni çözüm süreci” beklentileri, 19 Mart operasyonu ve kitle protestolarının gölgesinde kalmış gibi görünse de; süreci yönlendiren aktörlerin belli bir kararlılık gösterdikleri de bir gerçek. Yine de belli olan şey, hemen her şeyin belirsiz olduğudur. Önceki sürecin yeterince açık, katılımcı olmadığından şikâyet ederken, bu kez arka planda neler olup bittiğini hiç bilmiyoruz. Bazı kulaklara üflenen fısıltılar ve bol bol üretilen spekülasyonlardan başka…
İşin aslına bakılırsa, her şeye sıfırdan başlamak yerine epeyce yol kat edilmiş önceki sürecin kesildiği yerden, örneğin “Dolmabahçe Mutabakatı” üzerinden devam edilmesi daha akılcı olurdu.
Bu kez de 19 Mart’ta demokrasiye dair var olabilecek beklentileri de darbeleyen saldırılara bakılırsa, iktidarın gerçekten “iyi” bir niyeti görünmüyor. Ortalıkta, temastı, görüştü, pazarlıktı söylentileri pompalanırken, karşılıklı herhangi bir adım atılmadan, güneyde konumlanmış gerilla güçlerine yönelik operasyonlar sürerken hem de, işi sadece “PKK’nin silah bırakması ve örgütü tasfiye” söylemi üzerine kurduğunda bunun bir “teslimiyet” dayatması ve beklentisi olacağı açıktır.
Türkiye Cumhuriyeti, kendi önceli olan birkaç büyük imparatorluğun siyasi hafıza ve geleneklerini taşıyan bir devlettir. Mevcut siyasi kadroların bunu ne kadar sürdürme kabiliyetinde oldukları ayrı bir konu. Bu askeri doktrine göre, devlet halledeceği bir meseleyi -bu işgal edeceği bir bölge, çörekleneceği bir ekonomik/siyasi varlık da olabilir- metal şekillendirme yöntemindeki gibi önce yeteri derecede ısıtır; ısıtılan bu meseleye kendi istediği biçimi verdikten sonra da hemen soğutmaya alır. Böylece istediği sonuç kalıcı hale gelmiş olur. Çünkü o meseleyi aynı yüksek sıcaklık koşullarında ısıtmak ve şekillendirmek diğerleri için mümkün olmayabilir. Örneğin Türkiye sık sık Yunanistan’la arasında Ege denizindeki egemenlik için sık sık bu yola baş vuruyor.
Fakat Kürdistan konusunda çok uzun yıllardır devletin bu meseleyi ısıtıp soğutma ve istediği biçimi verme inisyatifi kalmadı. Devlet geleneğinin ikinci taktiği de böyle durumlarda “çözümsüzlüğe” oynamaktır. Buna da örnek, Kıbrıs’ın kuzeyindeki 50 yıldır süren ilhaka rağmen diplomatik ve uluslararası anlamda kabul edilebilir bir çözümünün olmamasıdır.
Türkiye, Kürt halkının Ortadoğu’da uluslararası tanınmış, garanti edilmiş bir statüko edinmesini istememektedir. Bunun için içerde ve dışarda, hatta dünyanın herhangi bir yerindeki Kürt kazanımlarını kendi meselesi olarak görüp, onu bozmaya, engellemeye çalışmaktadır. İçerde ve dışarda bir türlü bastırılamayan Kürt dinamizmine karşı da “çözümsüzlüğe” oynanmaktadır.
Son dönemde Bahçeli eliyle yürütülen sürecin özelliğini, “çözümsüzlüğü stabil/kalıcı” hale getirmek olarak okuyabiliriz.
Halk barış ihtimaline bile tutunmak istiyor
Doğada olduğu gibi, toplum bilim de hiçbir şeyin yoktan var, varken de yok olmayacağını gösterir. Kürt/Kürdistan sorununu ortaya çıkaran ne Öcalan’dır ne de PKK’dir. Tersine tarihsel olarak böyle siyasal-toplumsal sorun olduğu için, bu sorunun çözümüne cevap olabileceği düşünülen örgütler ortaya çıkar ve taban bulur. Dolayısıyla bu sorun temelde devam ettikçe liderler ve örgütler değişse de sorunun eşit, adil ve kalıcı çözümleri için arayışlar, örgütlenmeler, hareketler devam eder.
Halkımız savaşlarla, yıkımlarla, buna rağmen süren çözümsüzlük ortamından çok yoruldu, yıprandı. Somut barış-mutabakat olmasa bile bunun ihtimaline bile tutunmak istiyor. Barışçıl çözümlerin önünü açılmasını bekliyor.
Kürdistan sorunu eskiden de şimdi de uluslararası boyutu olan bir sorundur. Bu hem bir imkân hem de bir zorluktur. Hangi biçimde olursa olsun, aynı coğrafyayı paylaştığı toplumlarla, devletlerle ortak bir çözüm bulmak zorunlu olacaktır. Önemli olan bu ortak çözümün adil, özgürlükçü ve tam hak eşitliğine dayanmasıdır.
Eğer adil bir çözüm olmazsa, taraflardan biri güçsüz olduğu için buna boyun eğmek zorunda kalsa bile bu ilanihaye sürmez ve belki daha boyutlu şekilde yeniden patlar. O halde çözümün adil olduğu kadar kalıcı ve sürdürülebilir olması da gereklidir.
Sorunu sadece Türklerle-Kürtler arasındaki bir konu olarak takdim etmek, Sünni-İslam eksenine dayanmak da son derece yanlıştır. Sorun emperyal despotik bir devleti, Türk ulus devletine dönüştürürken kırıp döktüğü, yakıp yıktığı, ezdiği tüm halkları (Rum, Ermeni, Asuri-Süryani); tüm dinler, tüm etnik kimlikleri (Hıristiyan, Alevi, Ezidi, Yahudi toplumları) da ilgilendirir.
Bütün bunların Türkiye’nin hem siyasi, hem toplumsal yapısında çok radikal değişimlere ihtiyaç duyacağı açıktır.
https://www.kovaradilop.net/2025/05/30/demokrasi-dinamiklerinin-senkronizasyonu-sorunu/
Kıbrıslı Rumların toprak gaspına karşı hukuk mücadelesi bütün Kıbrıslılar içindir!
Aziz Şah – Kıbrıs’ın işgal bölgesinde hiçbir şey tesadüfen ya da işbilmezlik veya beceriksizlikten olmuyor.
TC Devleti’nin “dilde, kanda, kültürde birlik”i amaçlayan Türkleştirme yasası 1934 İskân Kanunu ile 1974 işgalinden sonra Kıbrıs’ın kuzeyine nüfus kolonizasyonu (iskânı) başladığı günden beridir hiçbir şey tesadüfen olmadı.
https://www.cumhuriyetci.cy/2025/06/04/kibrisli-rumlarin-toprak-gaspina-karsi-hukuk-mucadelesi-butun-kibrislilar-icindir/
TALAT PAŞA!
Recep Maraşlı
Ankara büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, Talat Paşa Bulvarı üzerine bir plaket yerleştirdiklerini açıkladı.
Talat Paşa, Osmanlı İmparatorluğu'nun son sadrazamlarından, İttihad-Terakki Cemiyeti'nin kurucu ve yönetici liderlerinin içinde önde gelen, ideolog ve politika yapıcı olarak görülüyor. Enver Paşa, askeri gücü ve Osmanlı Sarayına "damat"lığı nedeniyle siyasi karizması daha parlak görünse de; İttihat-Terakki örgütü gerçekte Talat Paşaya bağlıydı; jandarmanın yanı sıra operasyon gücü de bulunan istihbarat ve milis örgütü TEŞKİLAT-I MAHSUSA da ona bağlıydı.
Dolayısıyla İttihad-Terakki yönetiminin en güçlü ismi Talat Paşa idi diyebiliriz. İmparatorluğun savaşa sokulmasının sonuçlarıyla birlikte özellikle 1915 SOYKIRIMI'nın 1. derece sorumlularından biridir.
Nitekim bu nedenle İmparatorluğun teslim olmasından sonra kurulan Askeri mahkeme tarafından İDAM'a mahkum edilmişti. Ama Enver Paşa, Bahattin Şakir ve diğerleri gibi Almanya'ya sığındığı için tutuklanmaktan, infazdan kurtulmuştu.
Buna karşı 1915 Soykırımı suçlularının intikamını almak için Ermenilerce kurulan NEMESİS örgütünün düzenlediği bir suikast sonucu Talat Paşa, 1921'de Berlin'de vurularak öldürüldü. Eylemi gerçekleştiren Sogomon Tehliryan, soykırımın yargılandığı Talat Paşa Davası sonucu beraat etti.
Talat Paşa'nın cenazesi uzun yıllar Berlin'de kaldıktan sonra NAZİ rejiminin, Kemalist Türkiye'ye bir hediyesi olarak 1943 yılında İstanbul'a gönderildi. Talat Paşa, yıllar sonra resmi devlet töreni ile toprağa verildi. Böylece İttihad-Terakki rejimine bir tür İADEYİ İTİBAR yapılmış oldu.
Oysa bizzat Atatürk'in liderliğindeki Kemalist iktidar, İttihat-Terakki rejimini aklamaktan özellikle kaçınmıştı. Bunun nedeni aralarında siyasi ve ideolojik bir çatışma olduğun değil, İttihaçıların savaş sırasında işledikleri suçlardan, imzaladıkları sözleşmelerden, yükledikleri sorumluluklardan kaçınmak için aralarında hiçbir bağ bulunmadıkları iddiasına dayanıyordu.
Oysa tarihsel gerçekliğe baktığımızda bugünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin asıl KURUCU BABA'larından, TALAT PAŞA'nın; Mustaf Kemal, İsmet Paşa, Karabekir Paşa vd. gibi isimlerden ÖNDE geldiğini söyleyebiliriz.
Farklı etnik toplulukları, kültürleri, değişik din ve inançları barındıran ÇOK ULUSLU Osmanlı İmparatorluğu'nun artık sonuna gelindiğini gören ve buradan TÜRKLÜĞE dayalı bir ULUS-DEVLET'e geçilmesini öngören; onun siyasi-toplumsal alt yapısını hazırlayan İttihad-Terakki yönetimiydi.
Fakat çok geniş bir araziye yayılan imparatorluk coğrafyasında ETNİK bağlamda TÜRK öğesi hem içsel olarak HOMOJEN değildi, hem de çoğu alanda AZINLIKTA’ydı. Bu problemi çözmek için OSMANLI'da var olan fakat Tanzimat ile geriye itilmiş olan MİLLET SİSTEMİ esas alındı.
Osmanlı MİLLET sistemine göre Türkler, Araplar, Kürtler, Lazlar, Çerkes, Arnavut ve Boşnaklar gibi Müslüman halklar “MİLLET-İ HAKİME” (EGEMEN ULUS) sayılıyordu. Üç ayrı kümeye ayrılan RUM-Ortodoks, ERMENİ Apostolistik ve YAHUDİ halklar ise “MİLLET-İ TESLİME” (BAĞIMLI ULUSLAR) idi.
İttihad-Terakki'deki ilk güçlü eğilim TÜRK-İSLAM sentezi; yani Türk etnisitesinin önderliğinde Müslüman tüm halkların birliğine dayanan YENİ-OSMANLI kuruluşuydu. (Bugün Erdoğan-Bahçeli ittifakının yönelimi de aynı yönde.)
İkinci eğilim ise TÜRKÇÜ-TURANCI eğilimdi. Müslüman olsalar da Türk olmayan halklara fazla güvenilemeyeceği, bunun için de Kafkasya'dan Ortaasyaya kadar uzanan geniş TÜRK dünyasına ulaşarak bir TURAN devleti kurma fikridir
Her iki eğiliminde ortak hedefi, öncelikle MÜSLÜMAN olmayan özellikle de HRİSTİYAN halklardan (Ermeniler, Rumlar, Asurlar...) kurtulmaktı. “MİSAK-İ MİLLΔ adını verdikleri bir coğrafi alandan bu unsurları ÇIKARTMAK, SÜRMEK, YOK ETMEK her eğilimden bürokrasinin temel politikası oldu.
Ege Rumlarının büyük pogromlarla göçe zorlanması, ERMENİ ve ASURİ/SÜRYANI halklarının tamamen sürülüp ya da yok edildikleri büyük 1915 SOYKIRIMI, 1923'teki TÜRK ULUS temelli devletin altyapısını hazırladı.
Yıllar sonra AKP'li Milli Savunma Bakanı VECDİ GÖNÜL'ün de veciz biçimde itiraf ettiği gibi, " “…Düşünün Ege’de Rumlar devam etseydi veya Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba böyle milli bir devlet olabilir miydik?”(2008)
Peki Türk-İslam ve Turancı eğilimlere ne oldu?
1. Dünya Savaşındaki YENİLGİ ile İttihat-Terakki'nin kaderi değişti. Kafkaslarda Rusya’yı yenip TURAN’a ulaşma hayalleri daha savaşın başındaki SARIKAMIŞ BOZGUNU ile yerli bir olmuştu.
TÜRK-İSLAM sentezi ise yine 1.Dünya Savaşı (1914-18) sırasında ARAP şeyhleri ve yerel önderliklerinin Osmanlı Sarayı'nı değil, İngiltere himayesinde kendi özerkliklerini tercih etmeleri nedeniyle BÜYÜK BİR DARBE aldı. Böylece Ortadoğu, Mezopotamya, Mısır ve Kuzey Afrika’ya kadar uzanan büyük bir coğrafı alanı İslam senteziyle ayakta tutmanın imkanı kalmadı. (Tük devlet aklının derinlerdeki ARAP düşmanlığı, "bizi arkamızdan vurdular!" söylemi buradan geliyor olmalı.)
Kemalistler bu mirası devraldıklarında TÜRK ULUS DEVLETİ inşa etmek için yine Türk etnik unsurunun hem nicelik, hem homojenliği itibarıyla zayıflığı ile karşı karşıyaydılar. Bu sorun yine TÜRK-İSLAM sentezi ile çözmeye çalıştılar. Giriştikleri “MİLLİ MÜCADELE”nin esas gayesi RUM'ların ve ERMENİ'lerin yeniden anavatanlarına dönmesini önlemek, kalanların da bur biçimde tasfiye edilmesiydi. Bunun için "Dinimiz, devletimiz tehlikede” şiarıyla Türklerle beraber, Kürtleri, Lazları, Kafkas ve Bakanlardan göçmüş Müslüman halkları kendi mücadelelerine YEDEKLEMEKTİ...
Uzun vadede Türk etnisitesine göre daha zayıf görünen Kürtleri, Lazları, Çerkez, Arnavut, Boşnak gibi Müslüman halkları TÜRKLÜĞE ASİMİLE EDEREK, ulus devletin zayıf olan etnik tabanını güçlendirmenin daha kolay olacağını öngörüyorlardı.
Sonuçta Kürt feodal önderliklerinin desteği kazanıldı. Böylece Doğu'daki Ermenistan tehlikesi bertaraf edildi. Doğu Karadeniz'de PONTOS soykırımı Pontus Devleti ihtimali ortadan kaldırıldı, Hakkari’de NASTURİ soykırımı yapılarak tartışmalı MUSUL vilayeti konusunda avantaj sağlandı. Geriye İzmir ve çevresindeki RUM yönetimini ortadan kaldırmak kalıyordu. Doğrusu İzmir'deki Yunan birlikleri son derece hazırlıksız ve donanımsızdı; üstelik sava, karşıtı eğilimler nedeniyle disiplin zafiyetleri vardı. Geniş bir savaş deneyimi Kemalist ordular TÜRK-YUNAN SAVAŞI’nı zafere çevirdiler...
Cumhuriyet süreci ayrıca hikaye etmek oldukça uzun olur; kısaca şöyle diyebiliriz:
Misak-Milli içinde kalan halkların eğitim sistemi yoluyla TÜRKLÜĞE ASİMİLESİ nispeten daha kolay oldu. Ama hesaplar KÜRTLER konusunda tutmadı!
Kurulan şeyin VAAD edilenle aynı olmadığını gören Kürt önderliklerinin, İSYAN ve DİRENİŞLERİ'nin (Şeyh Said, Ağrı-Zilan, Dersim’in) katliamlarla, SÜRGÜN'erle bastırılması; Kürt dili ve kimliğinin RESMİ İNKARI, Türkiye Cumhuriyett’inin günümüze kadar Kürtlerle sürdürdüğü çatışmanın ana örüntüsünü oluşturur. Asimilasyon kısmen başarılı olmuşsa da Kürt ulusal demokratik mücadelesinin her zaman güçlü bir toplumsal zemini var olmuş; SİYASALLAŞMA ve ÖRGÜTLENME konusunda yeni yollar ve biçimler üzerinden direnişi sürdürebilmiştir.
Rum, Ermeni ve Yahudi toplumların geride kalanlarının da AZALTILMASI, sosyo-ekonomik, toplumsal yaşamdan tasfiye edilmesi programı sistematik olarak sürdürülmüştün; Trakya Pogromu, Varlık vergisi uygulaması, 6-7 Eylül Pogromu, Kıbrıs’ın Kuzeyinin işgali, Rum mallarının bloke edilmesi, Hatay’ın ilhakı…
Sonuç olarak bugünkü MODERN TÜRK ulus devletinin İttihad-Terakki'der gelen milli politikaların mirası olduğunu söylemek ve TALAT PAŞA'nın da bu devletin KURUCU BABA'larından biri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bugün her boydan ırkçı-milliyetçi kesimlerin TALAT PAŞA’yı büyük bir iştiha ile sahiplenmelerinde şaşılacak bir şey olmamalı.
Ankara BB Başkanı ve CHP’nin müstakbel Cumhurbaşkanı adaylarından Mansur Yavaş’ın, Talat Paşa adına anıt açması SİYASAL BİR GÖSTERİ’dir. Bugünlerde Kürtlerle “barış, çözüm” gibi konuşma/tartışma başlıklarının açılmasına karşı derinlerdeki TÜRK DEVLET AKLI’nın gösterisi…
Ulusal sorunların tek ÇÖZÜM YOLU'nun SÜRGÜN ve SOYKIRIM olduğunu savunmak anlamına geliyor; Talat Paşa'ya selam durmak budur!...
(KARİKATÜR: Talat, Enver ve Cemal Paşalar, dönen bir masanın etrafında toplanmış ruh çağırma ayini yapıyorlar: "Ona bizim dönüşümüz için hazırlıklar olup olmadığını sor"
1911-12 tarihli "Dikan" adli dergi "İbrahim Sıdkı el-İslam" imzasıyla yayınlanan karikatür; İttihatçıların eski İslamcı politikaları terk edip milliyetçi politikalara yönelerek eski düzeni yok ettikten sonra çaresizce geri dönme umutlarını alaya alıyor olmalı.)
https://recep-marasli.blogspot.com/2025/06/talat-pasa.html
TALAT PAŞA!
Recep Maraşlı
Ankara büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, Talat Paşa Bulvarı üzerine bir plaket yerleştirdiklerini açıkladı.
Talat Paşa, Osmanlı İmparatorluğu'nun son sadrazamlarından, İttihad-Terakki Cemiyeti'nin kurucu ve yönetici liderlerinin içinde önde gelen, ideolog ve politika yapıcı olarak görülüyor. Enver Paşa, askeri gücü ve Osmanlı Sarayına "damat"lığı nedeniyle siyasi karizması daha parlak görünse de; İttihat-Terakki örgütü gerçekte Talat Paşaya bağlıydı; jandarmanın yanı sıra operasyon gücü de bulunan istihbarat ve milis örgütü TEŞKİLAT-I MAHSUSA da ona bağlıydı.
Dolayısıyla İttihad-Terakki yönetiminin en güçlü ismi Talat Paşa idi diyebiliriz. İmparatorluğun savaşa sokulmasının sonuçlarıyla birlikte özellikle 1915 SOYKIRIMI'nın 1. derece sorumlularından biridir.
Nitekim bu nedenle İmparatorluğun teslim olmasından sonra kurulan Askeri mahkeme tarafından İDAM'a mahkum edilmişti. Ama Enver Paşa, Bahattin Şakir ve diğerleri gibi Almanya'ya sığındığı için tutuklanmaktan, infazdan kurtulmuştu.
Buna karşı 1915 Soykırımı suçlularının intikamını almak için Ermenilerce kurulan NEMESİS örgütünün düzenlediği bir suikast sonucu Talat Paşa, 1921'de Berlin'de vurularak öldürüldü. Eylemi gerçekleştiren Sogomon Tehliryan, soykırımın yargılandığı Talat Paşa Davası sonucu beraat etti.
Talat Paşa'nın cenazesi uzun yıllar Berlin'de kaldıktan sonra NAZİ rejiminin, Kemalist Türkiye'ye bir hediyesi olarak 1943 yılında İstanbul'a gönderildi. Talat Paşa, yıllar sonra resmi devlet töreni ile toprağa verildi. Böylece İttihad-Terakki rejimine bir tür İADEYİ İTİBAR yapılmış oldu.
Oysa bizzat Atatürk'in liderliğindeki Kemalist iktidar, İttihat-Terakki rejimini aklamaktan özellikle kaçınmıştı. Bunun nedeni aralarında siyasi ve ideolojik bir çatışma olduğun değil, İttihaçıların savaş sırasında işledikleri suçlardan, imzaladıkları sözleşmelerden, yükledikleri sorumluluklardan kaçınmak için aralarında hiçbir bağ bulunmadıkları iddiasına dayanıyordu.
Oysa tarihsel gerçekliğe baktığımızda bugünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin asıl KURUCU BABA'larından, TALAT PAŞA'nın; Mustaf Kemal, İsmet Paşa, Karabekir Paşa vd. gibi isimlerden ÖNDE geldiğini söyleyebiliriz.
Farklı etnik toplulukları, kültürleri, değişik din ve inançları barındıran ÇOK ULUSLU Osmanlı İmparatorluğu'nun artık sonuna gelindiğini gören ve buradan TÜRKLÜĞE dayalı bir ULUS-DEVLET'e geçilmesini öngören; onun siyasi-toplumsal alt yapısını hazırlayan İttihad-Terakki yönetimiydi.
Fakat çok geniş bir araziye yayılan imparatorluk coğrafyasında ETNİK bağlamda TÜRK öğesi hem içsel olarak HOMOJEN değildi, hem de çoğu alanda AZINLIKTA’ydı. Bu problemi çözmek için OSMANLI'da var olan fakat Tanzimat ile geriye itilmiş olan MİLLET SİSTEMİ esas alındı.
Osmanlı MİLLET sistemine göre Türkler, Araplar, Kürtler, Lazlar, Çerkes, Arnavut ve Boşnaklar gibi Müslüman halklar “MİLLET-İ HAKİME” (EGEMEN ULUS) sayılıyordu. Üç ayrı kümeye ayrılan RUM-Ortodoks, ERMENİ Apostolistik ve YAHUDİ halklar ise “MİLLET-İ TESLİME” (BAĞIMLI ULUSLAR) idi.
İttihad-Terakki'deki ilk güçlü eğilim TÜRK-İSLAM sentezi; yani Türk etnisitesinin önderliğinde Müslüman tüm halkların birliğine dayanan YENİ-OSMANLI kuruluşuydu. (Bugün Erdoğan-Bahçeli ittifakının yönelimi de aynı yönde.)
İkinci eğilim ise TÜRKÇÜ-TURANCI eğilimdi. Müslüman olsalar da Türk olmayan halklara fazla güvenilemeyeceği, bunun için de Kafkasya'dan Ortaasyaya kadar uzanan geniş TÜRK dünyasına ulaşarak bir TURAN devleti kurma fikridir
Her iki eğiliminde ortak hedefi, öncelikle MÜSLÜMAN olmayan özellikle de HRİSTİYAN halklardan (Ermeniler, Rumlar, Asurlar...) kurtulmaktı. “MİSAK-İ MİLLΔ adını verdikleri bir coğrafi alandan bu unsurları ÇIKARTMAK, SÜRMEK, YOK ETMEK her eğilimden bürokrasinin temel politikası oldu.
Ege Rumlarının büyük pogromlarla göçe zorlanması, ERMENİ ve ASURİ/SÜRYANI halklarının tamamen sürülüp ya da yok edildikleri büyük 1915 SOYKIRIMI, 1923'teki TÜRK ULUS temelli devletin altyapısını hazırladı.
Yıllar sonra AKP'li Milli Savunma Bakanı VECDİ GÖNÜL'ün de veciz biçimde itiraf ettiği gibi, " “…Düşünün Ege’de Rumlar devam etseydi veya Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba böyle milli bir devlet olabilir miydik?”(2008)
Peki Türk-İslam ve Turancı eğilimlere ne oldu?
1. Dünya Savaşındaki YENİLGİ ile İttihat-Terakki'nin kaderi değişti. Kafkaslarda Rusya’yı yenip TURAN’a ulaşma hayalleri daha savaşın başındaki SARIKAMIŞ BOZGUNU ile yerli bir olmuştu.
TÜRK-İSLAM sentezi ise yine 1.Dünya Savaşı (1914-18) sırasında ARAP şeyhleri ve yerel önderliklerinin Osmanlı Sarayı'nı değil, İngiltere himayesinde kendi özerkliklerini tercih etmeleri nedeniyle BÜYÜK BİR DARBE aldı. Böylece Ortadoğu, Mezopotamya, Mısır ve Kuzey Afrika’ya kadar uzanan büyük bir coğrafı alanı İslam senteziyle ayakta tutmanın imkanı kalmadı. (Tük devlet aklının derinlerdeki ARAP düşmanlığı, "bizi arkamızdan vurdular!" söylemi buradan geliyor olmalı.)
Kemalistler bu mirası devraldıklarında TÜRK ULUS DEVLETİ inşa etmek için yine Türk etnik unsurunun hem nicelik, hem homojenliği itibarıyla zayıflığı ile karşı karşıyaydılar. Bu sorun yine TÜRK-İSLAM sentezi ile çözmeye çalıştılar. Giriştikleri “MİLLİ MÜCADELE”nin esas gayesi RUM'ların ve ERMENİ'lerin yeniden anavatanlarına dönmesini önlemek, kalanların da bur biçimde tasfiye edilmesiydi. Bunun için "Dinimiz, devletimiz tehlikede” şiarıyla Türklerle beraber, Kürtleri, Lazları, Kafkas ve Bakanlardan göçmüş Müslüman halkları kendi mücadelelerine YEDEKLEMEKTİ...
Uzun vadede Türk etnisitesine göre daha zayıf görünen Kürtleri, Lazları, Çerkez, Arnavut, Boşnak gibi Müslüman halkları TÜRKLÜĞE ASİMİLE EDEREK, ulus devletin zayıf olan etnik tabanını güçlendirmenin daha kolay olacağını öngörüyorlardı.
Sonuçta Kürt feodal önderliklerinin desteği kazanıldı. Böylece Doğu'daki Ermenistan tehlikesi bertaraf edildi. Doğu Karadeniz'de PONTOS soykırımı Pontus Devleti ihtimali ortadan kaldırıldı, Hakkari’de NASTURİ soykırımı yapılarak tartışmalı MUSUL vilayeti konusunda avantaj sağlandı. Geriye İzmir ve çevresindeki RUM yönetimini ortadan kaldırmak kalıyordu. Doğrusu İzmir'deki Yunan birlikleri son derece hazırlıksız ve donanımsızdı; üstelik sava, karşıtı eğilimler nedeniyle disiplin zafiyetleri vardı. Geniş bir savaş deneyimi Kemalist ordular TÜRK-YUNAN SAVAŞI’nı zafere çevirdiler...
Cumhuriyet süreci ayrıca hikaye etmek oldukça uzun olur; kısaca şöyle diyebiliriz:
Misak-Milli içinde kalan halkların eğitim sistemi yoluyla TÜRKLÜĞE ASİMİLESİ nispeten daha kolay oldu. Ama hesaplar KÜRTLER konusunda tutmadı!
Kurulan şeyin VAAD edilenle aynı olmadığını gören Kürt önderliklerinin, İSYAN ve DİRENİŞLERİ'nin (Şeyh Said, Ağrı-Zilan, Dersim’in) katliamlarla, SÜRGÜN'erle bastırılması; Kürt dili ve kimliğinin RESMİ İNKARI, Türkiye Cumhuriyett’inin günümüze kadar Kürtlerle sürdürdüğü çatışmanın ana örüntüsünü oluşturur. Asimilasyon kısmen başarılı olmuşsa da Kürt ulusal demokratik mücadelesinin her zaman güçlü bir toplumsal zemini var olmuş; SİYASALLAŞMA ve ÖRGÜTLENME konusunda yeni yollar ve biçimler üzerinden direnişi sürdürebilmiştir.
Rum, Ermeni ve Yahudi toplumların geride kalanlarının da AZALTILMASI, sosyo-ekonomik, toplumsal yaşamdan tasfiye edilmesi programı sistematik olarak sürdürülmüştün; Trakya Pogromu, Varlık vergisi uygulaması, 6-7 Eylül Pogromu, Kıbrıs’ın Kuzeyinin işgali, Rum mallarının bloke edilmesi, Hatay’ın ilhakı…
Sonuç olarak bugünkü MODERN TÜRK ulus devletinin İttihad-Terakki'der gelen milli politikaların mirası olduğunu söylemek ve TALAT PAŞA'nın da bu devletin KURUCU BABA'larından biri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bugün her boydan ırkçı-milliyetçi kesimlerin TALAT PAŞA’yı büyük bir iştiha ile sahiplenmelerinde şaşılacak bir şey olmamalı.
Ankara BB Başkanı ve CHP’nin müstakbel Cumhurbaşkanı adaylarından Mansur Yavaş’ın, Talat Paşa adına anıt açması SİYASAL BİR GÖSTERİ’dir. Bugünlerde Kürtlerle “barış, çözüm” gibi konuşma/tartışma başlıklarının açılmasına karşı derinlerdeki TÜRK DEVLET AKLI’nın gösterisi…
Ulusal sorunların tek ÇÖZÜM YOLU'nun SÜRGÜN ve SOYKIRIM olduğunu savunmak anlamına geliyor; Talat Paşa'ya selam durmak budur!...
(KARİKATÜR: Talat, Enver ve Cemal Paşalar, dönen bir masanın etrafında toplanmış ruh çağırma ayini yapıyorlar: "Ona bizim dönüşümüz için hazırlıklar olup olmadığını sor"
1911-12 tarihli "Dikan" adli dergi "İbrahim Sıdkı el-İslam" imzasıyla yayınlanan karikatür; İttihatçıların eski İslamcı politikaları terk edip milliyetçi politikalara yönelerek eski düzeni yok ettikten sonra çaresizce geri dönme umutlarını alaya alıyor olmalı.)
https://recep-marasli.blogspot.com/2025/06/talat-pasa.html
İsrail’in İran’a saldırısı hakkında bilinenler
İsrail ordusunun İran’a düzenlediği hava saldırılarında hedef alınan bölgelerden hayatını kaybeden üst düzey isimlere kadar bilinen tüm detayları derledik.
https://bianet.org/haber/israilin-irana-saldirisi-hakkinda-bilinenler-308371