Gazze’nin Riviera’sı, Kürdistan’ın OSB’si
Mürüvet Küçük
İki yılda en az 70 bin insanın katledilip on binlercesinin yaralandığı, kentlerin yerle bir edilip yaşanamaz hale getirildiği, yüz binlere süreklileşmiş bir göçebeliğin yaşatıldığı ve açlıkla “terbiye” edilmek istendiği Gazze’deki tablo, çağımızın ruhunun, özelde de kendi kaderini tayin edememiş ulusların karşı karşıya oldukları gerçekliğin kavranması açısından ciddi bir tablo sunmaktadır. Dünyayı bir “kral”, bir tüccar edasıyla oynadığı satranç tahtası gibi gören Trump’ın Gazze konusundaki çıkışları ve son olarak getirdiği plan bu gidişatın son ifadesi oldu.
Trump’ın yerle bir edilmiş Gazze için “Riviera olacak” diyerek yaptığı insanlık dışı çıkış akıllardadır. O çıkışa, enkazlarda bile binlerce cenazenin bulunduğu yerle bir edilmiş Gazze’ye gökten paraların yağdığı, plajlarında sefahat sürülen yapay zekayla üretilmiş bir video eşlik ediyordu. Bununla o, “güce dayalı Amerikan barışının” ne menem bir şey olduğunu gösteriyordu. Ukrayna’yı ya da dünyanın diğer tüm bölgelerini nadir elementler için çökülecek topraklar olarak gören bir yaklaşım bu. Maskesiz sömürgeciliğin 21. yüzyıldaki izdüşümü…
Onu da frenleyen halkların tepkisi var neyse ki! Öyle olmasa Gazze için hazırladığı Riviera planında belirli değişiklikler yapmak zorunda kalmazdı. Hatırlanırsa ilk biçimi Gazze halkını çeşitli Afrika ülkelerine adeta “satmak”, yurtlarından koparıp o ülkelerin çeperine fırlatmaktı. Çünkü Gazze onun için sadece büyük turizm ve inşaat tekellerinin -yani kendisi gibilerin- muhteşem plajları, güneşi, limanı ve diğer avantajlı özellikleriyle paha biçilmez bir yatırım üssüydü. O üste ilerde “baş belası” olma ihtimalleri yüksek Filistinlilere yer yoktu. Nasıl olsa petrol zengini Körfez ülkelerinin tasarladıkları ışıltılı-yapay turizm “cennetleri”nde -mesela Dubai’de olduğu gibi- Hindistan, Çin, Filipinler ya da Bangladeş’ten gelecek ucuza çalışacak işçiler kolayca bulunabilirdi.
Daha sonra planını, dışardan ucuz emek getirmek yerine Filistinlilerin yola getirilerek paryalaştırılması biçiminde değiştirdi. Başka ülkelere “satılmalarından” tümüyle olmasa da vazgeçti. Gazze’yi sicili halk düşmanlığı açısından hayli kirli olan Blair gibilerinin başında olduğu, en tepesinde de kendisinin duracağı bir sömürge gibi yönetmek neden olmasındı?
Yeter ki İsrail’in güvenliği sağlansın, gelecekteki ticaret ve enerji nakil hatları için düşünülecek güzergahlardan birinde kilit bir konuma sahip olan Gazze sisteme entegre edilsin, İbrahim Planı tıkır tıkır işlesin.
Fakat biliyoruz ki, Gazze için düşünülen bu kolonyalist planın tutup tutmayacağını Filistin, bölge ve dünya halklarının tepkileri belirleyecektir.
Gazze’de olup bitenler, kendi kaderini tayin hakları işgaller ve ilhaklarla gasp edilmiş ezilen uluslara ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Emperyalist kapitalizmin bir kez daha bir dünya savaşının eşiğine gelecek boyutlarda derin bir krizle sarsıldığı bu koşullarda ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı hangi dinamikler ya da engellerle karşı karşıya?
Tipik bir işgal ve ilhak örneği olan Kuzey Kürdistan ve genelde 4 parça Kürdistan emperyalist kapitalist sistem, özelde de ilhakçı devletler açısından nasıl bir anlam taşımaktadır? Suriye ve Irak’ta merkezi devletlerin parçalanması, zaten ciddi iç istikrarsızlıklarla karşı karşıya olan molla rejiminin yakın hedef olmasıyla yeni durumlar ortaya çıkmışken…
Lenin’i ve Kautsky gibileri bir kez daha hatırlamak
Türk tekelci burjuvazisi ve devleti açısından böylesine kritik bir eşikte gündeme gelen süreç tartışmaları devam ederken Lenin’in Emperyalizm kitabında dile getirdiği ilkesel teorik yaklaşım da bir kez daha hatırlanmayı hak ediyor.
Lenin o eserinde Kautsky’nin oportünizmini teşhir ederken onun emperyalizmin (biz bunu emperyalizm çağında kapitalist tekellerin temsilcisi olan devletlerin diyerek genişletebiliriz) ekonomisiyle siyasetini birbirinden ayrıştıran teorik yaklaşımındaki çarpıklığın altını çizer. Kautsky’nin ilhaklardan mali sermayenin “tercih ettiği” bir politika olarak bahsettiğine işaret ederek sorunu tercih sorunu olarak koyduğu için “gayet mümkün olan başka bir politikaya da yönelebileceğini” savunduğunu vurgular. “Sanki ekonomide tekeller, politikada tekelci olmayan, şiddetçi-fetihçi olmayan bir tutumla bağdaşırmış gibi” der ve bu yaklaşımın emperyalizmin ekonomisiyle politikasını birbirinden ayrıştırıp ilhakçı saldırganlığı bir tercih derekesine indirgeyerek onu temize çıkardığını, “temel çelişkilerini gizlediğini” ekler. Bu yaklaşımın adını da “burjuva reformizmi” olarak koyar.
Kapitalist emperyalizmi irdelerken ilerleyen sayfalarda emperyalizmin sadece “yeni açılmış ülkelerde değil, eski ülkelerde de ilhaklara, artan ulusal baskılara, bunun sonucu olarak da artan bir direnmeye yol açtığı”nın altını çizer. Bununla Kautsky’e Almanya’nın hasıraltı ettiği ilhakçı politikasını hatırlatmak ister. Bu konudaki ikiyüzlü tutumunu şöyle teşhir eder:
“İlhaklara karşı çıkıyor ama itirazlarını, oportünistler için mümkün olduğunca kolay kabul edilebilir, en az incitici biçimde sunuyor. Doğrudan doğruya Alman kamuoyuna hitap etmesine rağmen yine de en önemli, en güncel bir noktayı, örneğin Alsas-Loren’in Almanya tarafından ilhak edildiğini örtbas ediyor. Kautsky’nin bu ‘zihinsel sapkınlığı’nı değerlendirmek için bir örnek verelim. Diyelim ki bir Japon, Filipinler’in Amerika tarafından ilhak edilmesini mahkum ediyor. Birçok kişi onun bunu genel olarak ilhaklardan nefret ettiği, Japonya tarafından ilhak edilmesine karşı çıktığı Kore’nin Japonya’dan aynlma özgürlüğünü savunduğu zaman kabul etmek durumunda değil midir? Kautsky’nin gerek emperyalizmi teorik tahlili gerekse de emperyalizmi ekonomik ve politik eleştirisi, tamamen, Marksizmle hiç bağdaşmayacak bir ruhla, temel çelişkileri gizlemek, yumuşatmak ve Avrupa işçi hareketi içinde oportünizmle yıkılmakta olan birliği ne pahasına olursa olsun muhafaza etmek ruhuyla doludur.” (Emperyalizm, sf. 127-128, İnter yayınları) (*)
Günümüzde Türkiye’nin ABD emperyalizmiyle olan bağımlılık ilişkilerine karşı oldukça keskin söylemlerle antiemperyalizm taslayan sosyal şoven solcuları anlatır gibidir bu satırlar. Gazze konusunda Siyonist işgalci İsrail ve arkasındaki emperyalist güçler hakkında keskin bir retorik tutturan bu kesimler de tıpkı Kautsky gibilerde olduğu haliyle kendi sınırları içindeki ilhakçı politikalara seslerini çıkarmamakta, onu görünmezleştirmektedir: Feodal bir imparatorluk olan Osmanlı’nın bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında ilhak ederek (daha doğrusu emperyalist güçlerin yaptığı taksimlendirmeyle) kendisine kattığı Kürdistan konusunda çıtlarını çıkarmazlar.
Lenin’in Kautsky’ye ilişkin tespitleri, gerek bugün devam eden süreç tartışmalarındaki liberal tutumun neden temelsiz olduğunun anlaşılması gerekse diğer kutupta yer alan ve bir ilhak sorunu, ezilen ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı yokmuş gibi davranan sosyal şoven cenahın samimiyetsizliğini anlamamız açısından önemlidir.
Liberal kesimler ekonomi ile siyaseti birbirinden ayrıştıran yaklaşımlarıyla Kürt ulusal sorununun Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu sacayaklarından biri olduğunu unutuyor. Olup biteni, Kürdistan’ın kuzey parçasının Türkiye açısından taşıdığı ekonomik-jeostratejik-jeopolitik anlamlardan koparıp bu anlamların derinliğini öteleyerek okuyorlar. Türkiye Cumhuriyeti açısından Kürt ulusuna yönelik tutumu bir siyasal tercih olarak okudukları için bu tercihin değişebileceğini farz edebiliyorlar. Hem de gerek bölge genelinde gerekse Türkiye’de onu değişime zorlayacak güçlü bir sınıf ve toplumsal hareketin yokluğu koşullarında görüyorlar bu hayali.
Sosyal şoven kesimler ise tersinden gelerek onlarla aynı noktada buluşuyorlar. Tutumlarının üzerini biraz kazıdığınızda Kürdistan’ın ilhak edilmiş halinin tekelci burjuvazi ve devleti açısından taşıdığı ekonomik-jeopolitik-stratejik anlamları sahiplenmiş olan bu kesimler, oradan gelen kaynağın işçi ve emekçilere kırıntı düzeyinde bile olsa sunulmamasını ise dert etmiyorlar. Tipik bir sınır bekçiliği rolü ve ruhuyla hareket ediyorlar. Ama baksanız hepsi en keskin antiemperyalisttir!
Tam da bu noktada Kürdistan’ın diğer parçaları dahil Türk tekelci burjuvazisi ve devleti açısından taşıdığı anlamlara, bu anlamların tarihsel süreç içinde nasıl bir değişim geçirdiğine, o değişime rağmen özünü dipdiri koruduğuna ve bunun nedenlerine bakmak gerekir.
Burjuvazi ve devletinin gözünde Kürdistan
Bu aşamaları Lenin’in belirttiği gibi “Doğadaki ve toplumdaki bütün sınır çizgileri koşullara bağlı ve değişebilir şeyler olduğu” gerçeğini unutmadan kabaca belirtmek gerekirse karşımıza şöyle bir tablo çıkar:
Cumhuriyet’in kuruluşundan başlayarak 1980’lere kadar olan dönemde kalkınmacı yaklaşımla asimile ve entegre etme politikalarıyla askeri-güvenlikçi yaklaşım iç içe geçmiş, çoğunlukla askeri-güvenlikçi yaklaşım belirleyici olmuştur.
‘80’lerden sonra neoliberal birikim politikalarına, Ortadoğu ve dünya genelinde yaşanan gelişmelere, mücadelenin cunta eliyle ezildiği düşüncesine dayanılarak Özal’da cisimleşen politikalar yavaş yavaş gündeme gelmiştir. Bu politikaların kesiştiği nokta, entegrasyon için kalkınma olduğu kadar Misak-ı Milli hayalleriyle iç içe geçen Musul-Kerkük petrollerini ve Kürdistan’ın güneyini de kapsayan bütünleşik bir pazar hayali olmuştur. Bu yaklaşım Kürdistan’ı sadece bir tüketim pazarı olarak değil aynı zamanda sermaye birikim alanı yani artı değer sömürü alanı olarak da tasarlar.
Fakat özgürlük hareketinin gelişimiyle bu politika çatallanmış, Özal’ın girişimleriyle askeri-militarist ezme harekâtları iç içe geçmiştir. ‘90’lar boyunca baskın politika askeri-militarist ezme politikası olurken Kürdistan’ın doğal kaynakları ve insan gücü esas olarak tekelci kapitalizmin ihtiyaçları temelinde Türkiye’ye aktarılmıştır. Fakat her konuda olduğu gibi bu konuda da kesin sınır çizgileri koymak hayatın gerçeğine uymaz. Bu dönemde de kalkınmacı olduğu kadar asimilasyoncu politikalarda belirli esneklikler taşıyan entegrasyon politikaları belirli boyutlarıyla uygulanmıştır.
2000’lerde de bu yaklaşımlar melez biçimleriyle hükmünü konuşturmuş, ancak yaşanan değişim ve dönüşüme uygun olarak Kürdistan’ın ekonomik değeri salt hammadde ve girdi kaynağı ya da işgücünün göç yoluyla Türkiye sermaye birikim rejimine katılması biçiminde özetleyeceğimiz entegrasyon politikaları devam ederken Kürdistan’ın bir artı değer üretim merkezine dönüşmesi yönünde önemli gelişmeler yaşanmış, birçok OSB kurulmuştur. Dahası doğal kaynakları emperyalist kapitalizmin yaşadığı kriz ve yeni dengeler içinde özel bir anlam kazanmış, bu açıdan da gelinen noktada ormanları, dağı taşı, madenleriyle Kürdistan çok özel bir hızlı sermaye birikim alanına dönüşmüştür.
Bu dönemlere daha yakından bakacak olursak…
Kürdistan’ın en büyük parçası olan Kuzey Kürdistan, haritaların cetvelle çizilerek belirlendiği Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından Osmanlı bakiyesi olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne bir ilhak olarak katıldı. Sonraki yıllarda da gerek sosyo-ekonomik gerekse ideolojik-siyasi ve örgütsel olarak bu ilişki ilhak mantığı temelinde pekiştirildi.
Onlarca yıl ciddi bir yatırım yapılmadı daha doğrusu bir sermaye birikim alanı olarak ele alınmadı. Bunun önemli bir sosyolojik sonucu da mülksüz-yoksul köylülerin kapitalist üretimin yoğunlaştığı Türkiye metropollerine göçertilerek ucuz işgücü haline gelmesi, dolayısıyla emek piyasası üzerinde de bir basınç unsuru olarak kullanılmaları, en güvencesiz alanlarda sirküle olan bir yedek işgücü deposu muamelesi görmesi oldu. Bu iç göç, sermayenin atılım yaparak tekelleştiği 1960’larda özellikle belirgin bir olgu olarak karşımıza çıkar.
Diğer taraftan oldukça zengin doğal kaynakları (petrol, değerli madenler, tarım ürünleri ya da su kaynakları) tekelci burjuvazinin üretim üslerine hammadde ve girdi olarak aktarıldı.
Dolayısıyla Kürdistan Türk tekelci burjuvazisinin gelişimini her açıdan besleyen ancak kendi gelişimi adeta dondurulmuş tipik bir ilhak oldu. Bu durum kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasıyla açıklanmayacak kadar girift tarihsel nedenlere ve bilinçli politikalara dayanır. Sayısız isyanla kendi kaderini tayin etmek isteyen Kürt halkının bu özlemi, burjuvazi ve temsilcileri açısından hem bastırılması zorunlu bir gerçeklik ama hem de ezeli bir korku olarak var olageldi.
Altyapı hizmetleri bile ilhakçı bir mantıkla militarist-inkarcı-asimilasyoncu politikaların hayata geçirilmesi için yapıldı. Bölgeye yönlendirilen devlet yatırımları “güvenlik” temelli, yani askeri altyapı ve karakol ağırlıklı oldu.
Tekelci sermaye ve devleti orayı yerel üretimi geliştirmeden bir girdi ve hammadde kaynağı olduğu kadar kendi sınırlarına kattığı bir tüketim pazarı olarak gördü.
Antep, Malatya gibi iller spesifik önemleri dolayısıyla bu tablo içinde daha özel bir yerde dursa da genel tablo aşağı yukarı böyle oldu.
Kalkınmacı politikalar militarist-asimilasyoncu politikaların gölgesinde boy verdi
Ekonomide gelişmeye neden olacak her adım kontrol ve entegrasyonu güçlendirme yaklaşımı tarafından belirlendi.
Bunun en çarpıcı örneği GAP’tır. Devlet onu bir “bölgesel kalkınma planı” olarak lanse etse de esasında o tekelci burjuvazinin gerek enerji gerekse tarımsal girdi ihtiyaçlarının karşılanması amacına endeksli bir proje oldu. 22 baraj, 19 HES’ten oluşan ve Türkiye’nin elektrik ihtiyacının yüzde 25’ini karşılayan bu projenin varlığı Kürt illeri açısından hiçbir anlam taşımadı. Tersine, bölgedeki su kaynakları kurudu, Kürt köyleri üretilen elektriğe ulaşamadı.
Baraj ve altyapı ihaleleri büyük tekellere verilirken bölgede hiçbir kalıcı sanayi yatırımı yapılmadı. Koç’lar, Sabancılar, Enka’lar, Cengiz’ler, Limak’lar, Tekfen’ler milyarlarca dolarlık inşaat ve enerji ihaleleriyle sermaye birikimlerini katlarken bölge halkına mülksüzleşme ve proleterleşerek ucuz işgücü haline gelmek dışında bir şey düşmedi. Kırıntılardan nemalanan tek kesim yerel işbirlikçiler oldu, bunlara dayanan bir ağ üzerinden bölgenin entegrasyonu için daha geniş bir zeminin yaratılması esas alındı.
Bunların hepsiyle birlikte onun ilhak hali, Türk işçi ve emekçileri üzerinde de ideolojik-siyasi hegemonya kurmakta, sınıf çelişkilerini “ulusal birlik”, “ayrılıkçılar”, “terör belası” gibi söylemlerle perdelenmesinde kullanılan işlevli bir araç muamelesi gördü. “Başka bir ulusu ezen ulusun proletaryasının özgür olamayacağı” sözü ete kemiğe büründü.
Değişime zorlayan koşullar ve gerçeklik
Kürdistan’ın bu konumu ve ilişkileniş biçimi elbette sabit kalmadı. Dünya ve bölgedeki değişimler, mücadelenin düzeyi, birikim politikaları onun tarihsel anlamını özsel olarak değiştirmese de ilişki kuruş biçiminde önemli değişikliklere neden oldu.
1980 sonrasında gerek neoliberal birikim politikaları gerekse Kürt özgürlük hareketinin büyüyen varlığıyla bu politikalarda sıçramalı bir seyir izlendi. Güvenlik kaygılarının daha da katmerlendiği bu dönemde binlerce köy yakılıp zorla boşaltılarak yoksul Kürt köylüleri hem Kürdistan illeri hem de Türkiye metropollerine göçertilerek sermayenin ucuz işgücü ihtiyacının kaynağı haline geldiler. Bu zorla göçertmeye neoliberal politikaların tarım ve hayvancılıkta yarattığı yıkımın tetiklediği diğer bir göç faktörü de eklendi.
Kürdistan askeri bir savaş alanı haline gelirken en önemli geçim araçlarından mahrum kalıp tamamen mülksüzleşen Kürt köylüleri Türkiye proletaryasının gövdesine dahil oldu. Esas olarak inşaat, tekstil-konfeksiyon ve hizmet sektörünü besleyen bu işgücü, tekelci kapitalizmin ücret politikaları üzerinde de ciddi etkilerde bulundu.
Diğer yandan savaşın genişleyerek büyümesiyle savunma sanayii, inşaat, enerji ve maden sektörleri Kürdistan’da tekelci sermaye birikiminin temel dayanakları haline geldi.
Savaşın ve buna bağlı “yatırım” politikalarının kimi zaman sermaye çevreleriyle devlet içindeki “rant odaklarının” paylaşım kavgasına bile neden olduğunu biliyoruz. OHAL, koruculuk, özel güvenlik harcamaları, örtülü ödenekten akıtılan paralarla askeri-sanayi kompleksine sürekli olarak sermaye akıtıldı.
OSB ağıyla artı değer sömürüsü ve dağın, taşın-ormanın yağması
Ulusal baskının özel bir sermaye birikim koşuluna dönüştüğü bu gerçeklik içinde ilerleyen süreç yakın dönemde bambaşka bir nitelik kazandı.
Kürdistan, Türk tekelci burjuvazisi açısından ucuz emek, ucuz hammadde ve güvenlik temelli rant alanı olarak değer taşırken özgürlük mücadelesinin gücü, Kürt toplumsal yapısında-sınıfsal haritasında yaşanan dönüşümler, konumundan kaynaklı olarak sermayenin stratejik yatırım planları açısından kazandığı nitelik, bölgedeki dengeler ve uluslararası koşulların, işbölümünün değişmesi gibi faktörlerle giderek bir yatırım üssü olarak da anlam kazanmaya başladı.
Kürdistan’80 sonrasından başlayarak günümüzde başat bir sermaye birikim yöntemi haline gelen doğal kaynakların, yeraltı zenginliklerinin vahşi bir hırsla yağmalandığı özel bir coğrafya niteliği kazanmış durumdadır. Enerji tekellerinin en önemli yatırım alanı haline gelen coğrafya, kurulan OSB’lerle istenen hızda olmasa da kapitalist birikim sistemine entegre edilmektedir.
Topraksız yoksul köylülerin proleterleşme süreci çok öncesinden başlamıştı. Neoliberal politikalarla birlikte küçük ve orta ölçekli toprak sahipleri de fiilen proleterleşti. O açıdan da bölge büyük bir ucuz işgücü deposu niteliği kazandı. Düşünün ki, toprağı olan Urfalı köylüler bile bölge HES’lerle donatılıp sular hapsedilirken tarlalarını sulayamama derdi başta olmak üzere tarımsal girdi maliyetlerini karşılayamadıkları için sürekli gezer halde inşaat ya da mevsimlik tarım işçisi haline gelmiştir.
Bu sektörlerde öne çıkan şirketler enerji ve madende Zorlu, Kolin, Limak, Çalık, Erdemir. Bu şirketler baraj, HES, krom ve bakır madenciliği, enerji nakil hatları gibi alanlarda bölgeyi adeta soğurmaktadır. İnşaat ve altyapıda da pastanın büyüğü Kalyon, Limak, Rönesans, Cengiz ve YDA gibi büyük beton patronlarına sunulmaktadır. Tarım ve gıda sanayinde ise Koç, Ülker, Yıldız Holding öne çıkıyor.
Bu yatırımlar Kürt yoksullarının düşük ücretlerle çalıştırılması üzerinde yükseliyor. Elde edilen kâr ise bölgeye yatırım olarak dönmüyor, tekelci kapitalist sermaye birikimi için sanayi bölgelerine ya da para sermayeye tahvil ediliyor. Sadece Şırnak’ta onlarca maden ocağı var ve bunların çoğunluğu ruhsatsız-kaçak işletmeler. Yerel-küçük sermaye sahipleri tarafından işletilen bu ocaklar esasında büyük maden şirketleriyle şu ya da bu şekilde bağlantılı oldukları gibi bölgenin sosyo-ekonomik yapısı sınıf ilişkileri- toplumsal dengeler içinde de önemli bir yer tutmaktadır.
Bir üretim üssü yapma hayali, ama…
Dünya ve bölgede yaşanan gelişmeler, Türk tekelci burjuvazisi ve devleti açısından uzun yıllardır masada bekletilen bir hayali yeniden canlandırıyor: Dört parça Kürdistan’ın fiilen Türkiye’ye entegre edilmesi.
Güney Kürdistan sermaye ve mal ihracı açısından uzun yıllardır bir pazar konumunda zaten. Askeri olarak da karakollarla çevrelenerek bu fiili duruma militarist-siyasal bir nitelik kazandırıldı. El Nusracı çetelerin iktidara getirilmesiyle birlikte Suriye’ye de bir Türkiye vilayeti muamelesi yapılmaktadır -ki zaten İdlip, Efrin gibi bölgeler uzun süredir çeteler üzerinden Türkiye denetimindedir. Rojava engelinin kaldırılmasıyla Suriye’ye -şimdilik siyasal olmasa bile- ekonomik olarak Türkiye’yle entegre bir pazar gözüyle bakılıyor. Önümüzdeki dönemde İran için de benzer planlar masada. Kapıda bekleyen bir operasyonla İran molla rejimi de dağıtıldığında Rojhilat’ın da bu bütünün parçası olması murat ediliyor.
Bu tablo, ekonomik altyapısı itibariyle diğer parçalardan daha gelişkin olan Kuzey Kürdistan’ın güçlü sanayi yatırımlarına olmasa bile belirli sektörlerde montaja dayalı üretim ya da tekstil gibi emek yoğun sektörlerde bir kapitalist üretim üssü olarak ele alınmasını getiriyor. Coğrafi yakınlık başta olmak üzere pek çok avantajın hesaplanması üzerinden gelişen bu projeksiyonda şimdiden azımsanmayacak ölçekte yol alınmış durumdadır.
Mardin’deki tablo genele ilişkin fikir veriyor
Bu açıdan Antep, Urfa, Malatya gibi kentler öne çıksa da mesela Mardin’deki OSB’ler de gerek sayı gerekse istihdam ettikleri işçi kapasitesiyle dikkat çekmektedir.
Kentte bulunan iki OSB’den birinin fabrika sayısının yaklaşık 200 olduğu belirtiliyor. İkinci OSB’de ise ilk etapta bazıları inşa aşamasında toplam 20 fabrikanın varlığından söz ediliyor. Bu OSB’lerin ilkinde veriler farklı olsa da aşağı yukarı 7-8 bin işçi, ikincisinde de bin 200 işçinin istihdam edildiği kaydediliyor. İlk OSB’de kurulu tesislerde şu alanlarda üretim yapılıyor: 78’i gıda ürünleri, 28’i tekstil, 5’i kimyasal ve kozmetik, 4’ü mobilya, 60’ı diğer sektörler.
Bazı kaynaklar faaliyete geçen işletme sayısının çok daha az olduğunu belirtseler de burada mesele hem doğrudan Güney Kürdistan ya da Suriye pazarına üretim yapan firmaların varlığı hem de bu firmaların çoğunun aslında tekelci burjuvaziye fason üretim yapan birer tedarikçi olmalarıdır.
Çoğu küçük ve orta ölçekli olup fason ya da yarı mamul üretim yapan bu firmalar, hem uluslararası markalar için üretim yapan İstanbul’daki şirketlere fason üretim yapıyorlar hem de Antep, Urfa ve Malatya gibi Kürt kentlerinde yoğunlaşan ve bir kısmı İstanbul merkezli büyük fabrikalara fason üretim yapan firmaların taşeronluğunu yapıyorlar.
Yine gıda sektöründe un üretimiyle dikkat çeken firmaların bir kısmı Irak ve Suriye’ye doğrudan ihracat yaparken bir kısmı da Türkiye’deki gıda tekelleri için fason üretim yapmaktadır.
Kozmetikte Tansay ve benzeri firmalar büyük ulusal zincir markalara özel üretim yapıyor. Örneğin Türkiye’deki market zincirleri (A101, BİM, Şok vb.) için fason şampuan, deterjan, kolonya üretimi gibi.
İnşaat girdileri için üretim yapan firmalar, kendi markalarıyla satış yaptıkları gibi büyük inşaat tekellerine de parça tedarik edebiliyor. Yine Mardin, Diyarbakır, Şanlıurfa ve Batman’daki kamu ve özel inşaat ihalelerine bu üreticiler tedarik sağlıyor. Dahası bu firmalar Güney Kürdistan’a da doğrudan ihracat yapıyor.
Mardin sadece bir örnek. Proleterleşen Kürt halkının ucuz emeği üzerinden bu bölgenin tam bir emek yoğun sömürü merkezi haline getirilmek istendiği açık. Kapitalistlerin dönem dönem bölgesel asgari ücretten bahsetmeleri bile geleceğe ilişkin planları açısından önemli bir veridir.
Buna rağmen büyük tekeller, ucuz işgücü olanakları vs.’yi dikkate almak yerine tamamen Kürdistan’ın spesifik önemi, bugüne kadarki katı ekonomik-sosyal politikalar temelinde orayı asıl olarak bir artı değer üretim merkezi olarak değil de varlıklarını yerle bir edecek şekilde soğurdukları bir ilhak olarak ele alıyorlar. OSB’lerin ve büyük tekellere bağlı fabrikaların taşındığı yerlerin asıl olarak İç Ege, İç Anadolu olması, Kürdistan’daki ucuz işgücüne rağmen bunun tercih edilmesi bile başlı başına manidardır.
Şimdilik asıl tercih doğanın, doğal kaynakların yağması
Bu noktadan bakınca sermaye de devleti de Kürdistan’la asıl olarak klasik kolonyalist bir yaklaşımla ilişkileniyor demek abes olmayacaktır. Bu yaklaşım, geçmişten beri süregelen yeraltı ve doğal kaynakların soğurulup tekelci sermayeye girdi olarak sunulması şeklinde özetleyeceğimiz politik hattın daha çıplak bir yağma ve talan siyasetine dönüşmesi anlamına gelmektedir.
Bu açıdan da yeraltı kaynaklarının, ormanların yağması üzerinden hızlı bir sermaye birikim alanı olarak ele alınması daha öncelikli bir yerde duruyor. Askeri militarist bir kuşatma altındaki Kürdistan’ın dağı, taşı, ormanı yerle bir ediliyor. Korucular ve asker gözetiminde kesilen ormanlarla hem askeri operasyonlar ve bölgenin kontrolü için doğal yapıya kastedilmekte hem kereste şirketlerine yüksek kârlarla satış yapılmakta hem de maden şirketleri için zemin düzlenmektedir.
Düşünün ki Gabar’daki petrol için geniş bir alan adeta tıraşlanmış durumda. Besta, Cudi iş makineleriyle yere bir edilmekte, bölgenin coğrafi yapısı militarist-askeri niyetlerle bozunuma uğratılırken, doğal kaynaklarının tekellere peşkeşi için de daha elverişli bir hale getirilmektedir.
Gabar petrolü, Besta ve Cudi’nin katli halka “iş olanaklarıyla” kabul ettirilmeye çalışılsa da yüksek kârlar getiren tüm bu yağma ve talandan bölgeye ve halkına hiçbir şey bırakılmamaktadır. Çıkarılan petrol de maden de esas olarak tekelci kapitalizmin merkezlerine sevk edilmekte, madenlerdeki kârlar da işletmeci yerel patronların cebine girmektedir. Yerel askeri ve sivil bürokrasi, korucular, devlete dayanak olan irili-ufaklı sermaye kesimleriyle uzayıp giden bir zincir buralarda yapılıp edilen talanın rantından çeşitli biçimlerde beslenmekte, beslendikçe de Kürt halkının sisteme entegre edilmesi için daha güçlü ve çapı genişleyen çıkar ağlarıyla dayanak haline gelmektedirler.
Malatya’dan Sivas’a, Erzurum’dan Erzincan’a Dersim’e, Van’dan Hakkari’ye, Ağrı’dan Siirt’e, Amed’den Mardin’e Şırnak’a kadar Kürdistan coğrafyasının hemen tüm illerinde yüzlerce maden arama ruhsatı dağıtılmış ve yüzlerce noktada maden arama çalışmaları başlamış, maden ocakları açılmış durumda.
Kürt illerinde sadece yerel küçük sermaye grupları değil büyük şirketler, tekelci burjuvazinin baş temsilcileri de maden işletmektedir.
Bunlardan en bilineni Cengiz Holding’in Mardin Mazıdağı’ndaki Eti Bakır A.Ş. bünyesinde fosfatın yan ürünlerle (çinko, kobalt) entegre işlendiği büyük bir tesis bulunuyor.
Aynı şekilde Eti Bakır’ın maden sahaları arasında Siirt de yer alıyor. Bu ocaklarda Kürt işçilerin hangi koşullarda çalıştığı yaşanan işçi katliamları üzerinden toplumsal gündem olmuştu.
Yine Sivas’ta Koç Holding’e bağlı Demir Export A.Ş., Kangal ilçesinde bulunan Bakırtepe Altın Madeni ve Divriği ilçesinde bulunan Taşlıtepe Demir Madeni’nde aktif olarak madencilik faaliyetleri yürütüldüğünü hatırlatalım.
Herbiri ayrı ayrı irdelenmesi gereken bu başlıklar bir tarihsel gerçeği yeniden önümüzde koyuyor: Kürt sorunu basit bir politik tercihler sorunu değildir. Kürdistan ekonomisi-jeostratejik konumu-toplumsal yapısı ve ulusal özlemleriyle tekelci burjuvazi ve siyasi temsilcileri açısından halen en kritik konulardan biridir. Tarihsel yaklaşımında özsel bir değişim olmamıştır. Olması için ya Kürt toplumunun kapitalizme tam entegrasyonunun sağlanması ve ulusal özlemlerinden vazgeçmesi gerekmektedir ki bu, teorik olarak dahi çok uzun yılları alacak bir süreç meselesidir. Sorunun görece daha yakın ve mümkün olan çözüm yolu ise Kürt halkının kendi tayin hakkını eksiksiz ve ön koşulsuz olarak tanıyacak birleşik bir devrimin gerçekleşmesidir.
(*) 26 Nisan 1917 tarihli Rusça baskıya yazdığı önsözde Lenin, Kautsky ve diğer tüm sosyal şovenlerin kendi emperyalist tekellerinin-devletlerinin ilhakçılığını görünmez kılmaktaki ikiyüzlülüğüne işaret eder ve zamanın Çarlığının ağır sansür koşullarında kaleme alınan makalede Ezop dili kullanmak zorunda kaldığını belirterek şu hatırlatmayı yapar: “Dikkatli okur Japonya’nın yerine Rusya’yı, Kore’nin yerine ise Finlandiya’yı, Polonya’yı, Kurland’ı, Ukrayna’yı, Hiva’yı, Buhara’yı, Estonya’yı ve Büyük-Rus olmayanların oturduğu diğer bölgeleri koymakta güçlük çekmeyecektir.” Yani bir komünist olarak feodal bir imparatorluk olan Rus Çarlığının ilhakçı politikalarını görünmez kılmadığını, Kautsky gibi başka ilhakçı devletleri teşhir ederken kendi devletinin politikalarını görünmez kılmadığını anlatmak ister.
https://devrimciproletarya.org/gazzenin-rivierasi-kurdistanin-osbsi/
Dersim Katliamı ve Seyit Rıza'nın idamı... (15 Kasım1937)
AYŞE HÜR
DERSİM’E RESMÎ BAKIŞ
‘Osmanlı’dan Günümüze Kürtler ve Devlet’ başlıklı yazımın ‘Devletin isyanları önleme reçetesi’ adlı dördüncü bölümünü şöyle bitirmiştim:
“Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, Şubat 1926’da hükümete sunduğu raporda, “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır” demişti. 1931’de Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali (Öngören) yöntemi açıkladı: A.) Bütün Dersimin hariçle münasebetini kat ederek (keserek) bu yüzden taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya icbar etmek (zorlamak) ve şu suretle Dersimi fenalardan tahliye. B.) Her tarafı esaslı surette kapadıktan sonra ihata çenberini tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakalananları derhal Dersimden çıkarak Garba atmak ve serpiştirmek.”
"OKŞAMAKLA OLMAZ"
Erkânı Harbiye Reisi’ne verilen raporda ise açık konuşulmuştu: “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvetlerin müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.”
* * *
Bugün Tunceli, Bingöl, Erzincan, Elazığ’ı da içine alan bölgeye MÖ. 6 yüzyılda Pers Kralı Darius’un egemenliğinden dolayı Dranis deniyordu. Bundan 200 yıl sonra Yunan ülkesinden kalkıp Pers ülkesine giden efsanevi ‘On Binlerin Yürüyüşü’nü anlatan Xenophon’un Anabasis eserinde bölgenin adı Derxene olarak geçer. Ermenicenin ilk kez yazı dili olarak kullanılmaya başladığı 5. yüzyıla ait Ermeni kaynaklarında bölgeden Derjan diye söz edilir.
Bitlis hükümdarı Şeref Han Bitlisi’nin 1597’de kaleme aldığı Şerefname’de ise “Derzini, içinde büyük bir kilise bulunan bir kaledir. Kale ahlaksız kâfirlerin elinde bulunduğu sırada, ona Derzir adını verirlerdi. Kaleyi Habil ve Kâbil istila ettikten sonra, adı kullanıla kullanıla Derzini şeklini aldı” satırlarını okuruz. Bütün bunların ‘Dersim’ adının erken biçimleri olduğu sanılır. Genel olarak, Dersim adının Farsçada ‘kapı’ anlamına gelen ‘der’ ile ‘gümüş’ anlamına gelen ‘sim’ kelimelerinden geldiği kabul edilir. Eski Ermeni kaynaklarında bölgede bolca gümüş olduğundan söz edilir ama bugün buna dair tek kanıt, komşu Gümüşhane ilidir. 7. yüzyılda yaşamış büyük Ermeni tarihçisi Horenli Musa ise bölgenin ismini, ‘Sim’ asıllı bir Ermeni soylusuna bağlar.
ESAS DERSİM
Tarihsel ve kültürel açıdan büyük öneme sahip olan Esas/Merkezi/Gerçek Dersim olarak adlandırılan bölge, bazı kaynaklara göre Tujik (Abbasan) ve Kutu Deresi mıntıkaları, bazı kaynaklara göre Munzur Çayı ile Pülümür Suyu (Harçik) arasındaki dağlık bölge, bazı kaynaklara göre ise Halvori, Mazgirt ve Kiğı’nın gerisindeki dağlık bölgedir. Çemişgezek ve Pertek’in de kısmen içinde bulunduğu Ovacık ve Hozat bölgesine ‘Batı Dersim’; Pülümür, Nazimiye ve Mazgirt’i içine alan bölgeye ise ‘Doğu Dersim’ denir. 1847 yılında Dersim Sancağı Erzurum vilayetine, 1859’da Harput vilayetine bağlanmıştır. Dersim adının haritalarda boy göstermesi bundan sonra olmuştur. Bu tarihten sonra bazen sancak bazen vilayet olan Dersim 1923 sonrasında vilayet yapılmış ama 1926’da lağvedilerek kazaları Erzincan ve Elazığ vilayetleri arasında bölüştürülmüştür.
PROTO ERMENİLER
Kendilerini Şafi Kürtlerden ayırmaya özen gösteren Kızılbaş (Alevi) Dersimlilerin etnik kimliği tartışılan bir konudur. ‘Erken Dersimliler’ denilen Kırmanclar birçok kaynakta ‘proto-Ermeni’ olarak tanımlanmaktadır. İddialara göre, Ermeniler tarih içinde büyük ölçüde Aleviliğe geçmiş, ama Surp Sarkis, Gağant, Zadik, Vartavar gibi eski inanç ve geleneklerini kendi içlerinde yaşatmaya devam etmişlerdir. ‘Geç Dersimliler’ ise Zazaca (Dımıli) konuşan Şeyh Hasananlılar (Abbasan, Ferhadan, Karabalan, Kureyşan) ve Seydanlılar (Kalan, Kevan, Koçan) aşiretleridir. Ancak Zazacayı Kürtçenin bir lehçesi sayanlar hepsinin kimliğini Kürt olarak tanımlarken, Zazacayı Kürtçeden ayrı bir dil olarak değerlendirenler Zaza ve Kürt şeklinde iki farklı etnik kimlikten söz edilmesi gerektiğini savunurlar.
KIZILBAŞ DERSİMLİLER
Osmanlı belgelerinde bölgedeki aşiretlerden genel olarak ‘Dirsimli’ veya ‘Dujik/Duşik’ aşiretleri olarak söz edilir ve hepsi ‘Ekrâd (Kürtler) taifesinden’ olarak sınıflandırır. Yalnızca Zazaca konuşan Balabanlar’ın Yörükan taifesinden Türkler olduğu söylenir. Kızılbaş Kürtlerin yurdu Dersim’i hükümetin gözünde ‘çıban başı’ yapan, Dersimlilerin Osmanlı’dan beri alışık oldukları gibi özerk yaşamak istemeleri, devlete vergi ve asker vermeye yanaşmamalarıydı. Ama Cumhuriyet kadroları işi kökten halletmeye kararlıydılar. 1925 Şeyh Said, 1926-1930 Ağrı isyanları'nın bastırılmasından sonra sıra Dersim’e gelmişti.
14 Haziran 1934’te Türkiye’yi etnisite esasına göre üç bölgeye ayıran 2510 sayılı İskan Kanunu çıkarıldı. 25 Aralık 1935’de bir nevi sıkıyönetim kanunu olan 2884 sayılı Tunceli İlinin İdaresi Hakkındaki Kanun çıkarıldı ve Dersim’in adı Tunceli (‘Tunç Eli’) olarak değiştirildi. Ardından Birinci Umumi Müfettişlik bölgesi kapsamında bulunan Elazığ, Tunceli, Erzincan ve Bingöl’ü içeren Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik kuruldu. Bu genel valiliğin başına General Abdullah Alpdoğan atandı. Alpdoğan Paşa, 1921’deki Koçgiri ayaklanmasını gaddarca bastıran Sakallı Nurettin Paşa’nın damadıydı ve aynen kayınpederi gibi çok sert bir askerdi.
12 Eylül 1937 tarihli ve Dahiliye Vekili imzalı belgede Seyit Rıza’nın “kayıtsız şartsız ve silahsız olarak” 11 Eylül’de teslim olduğu belirtiliyor.
1937 ISLAHAT PROGRAMI
Bölgeye dair izlenim ve önerilerini 1935’te hazırladığı ‘Şark Raporu’nda belirtmiş olan Başbakan İsmet İnönü 18 Haziran 1937’de Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın da katıldığı Bakanlar Kurulu toplantısında Dersim için ‘Islahat Programı’nı açıkladı. Programa göre, Dersim’e yol, köprü, okul, kışla yapılacak, askerlik ve vergi işleri düzene konulacak, ağalık, derebeylik, şeyhlik kökünden kaldırılacak, zorbaların malları devlete geçecek, halka toprak, ziraat aletleri ve tohumluk verilecekti. Dersim’i haydut yatağı durumuna getirenler, Batı illerine nakledilecek, orada iskân edilip, namuslu, eğitilmiş vatandaşlar haline getirileceklerdi. Dersim tamamen boşaltılacak ve burada Bakanlar Kurulu’nun izni olmadan kimse oturmayacak ve yerleşmeyecekti.
Böylece, resmi tarih tezine göre ‘Horasan’dan gelme öz Sünni Türk olan ama sonradan Kızılbaş Kürtlere dönüşen Dersimliler’, asıl çevrelerine, benliklerine kavuşacaktı.
İnönü’nün açıkladığı önlemler arasında “Türklerin yoğun olduğu yerlerde kız ve erkek yatılı okulları açılarak Dersim’den beş yaşını doldurmuş kız ve erkek çocukların okutulup büyütülmesi, bunların kendi aralarında evlendirilerek, kendi ana ve babalarından kalan mallar ve mülklerin içinde birer Türk yuvası haline getirilmesi’ de vardı. Aslında daha program hazırlanırken, jandarmaca aranan 3.700 kişiden 2 bini güvenlik güçlerine teslim olmuş, ‘asayişsizlik’ olaylarında önemli bir azalma kaydedilmişti.
Direnen tek kesim, Kutu deresine saklanan Seyit Rıza ve yandaşlarıydı.
KEÇİLERİN MEŞE YAPRAĞI
Direnişçilerin endişelerini ve devletin onlara bakışını resmi görüşe yakın Ahmet Emin Yalman’ın Tan gazetesi'ndeki haber gayet iyi anlatıyordu. Gazetenin diliyle ‘Hayatı başlı başına bir çapulculuk tarihi teşkil eden’ Abbasuşağı aşiretinin lideri Seyit Rıza adlı şerir (haydut) saltanat devrinden beri kati bir darbe yemediği için gitgide, servetini melanetleri kadar çoğaltabilmişti, ama hükümetin Tunçeli mıntıkasını imar ve ıslah işine başladığını görür görmez fena hiddetlenmiş, elindeki nüfuzun ve 'derebeylik kuvvetinin gitmemesi için’ çare düşünmüştü.
Gazeteye göre, Seyit Rıza halkı şu iddialarla kışkırtıyordu: 1) Aşiret kadınlarının namusu tehlikededir. Bunlar gündüzleri kocalarının, geceleri karakolla efradının malı olacaktır. 2) Hükümetin yaptırdığı karakollar, yakında bu mıntıkadan sürülecek olan aşiretlere posta mevkii olmak içindir. 3) Köylerdeki bütün halk, bir yere toplanacak, bir sıraya yapılacak evlerin içerisine tıkılacak, bu evlerin yalnız iki kapısı olacak, bu kapıların önünde birer polis bekleyecektir. 4) Ekmek ve odun vesika ile verilecektir. 5) Keçilere verilen meşe yaprağı bile vesikaya bağlanacaktır. 6) Halkın bütün kazandığı elinden alınacaktır.
HALVORİ TOPLANTISI
Gazete, bu propagandalara kanan Abbasuşağı, Yusufhan, Demenan, Haydaran, Kureyşan ve Bahtiyar aşiretlerinin, ilk olarak Seyit Rıza tarafından ‘birer tek şeker veya birer lokma ekmek, keçekülah göndermek suretiyle’ yapılan davetlere uyarak Haydaran aşireti içinde Kürpik’te toplandıklarını belirtiyor, ‘muhteris ve mel’un bir zihniyet’ taşıdığını iddia ettiği Demenan aşiretinin lideri Cebrail’in “Mektep, nahiye, bizim nemize?... Bunları ortadan kaldırmalıyız!... Hepsini hemen yakmalıyız!” diyerek isyanın işaretini verdiğini söylüyordu. Haber şöyle devam ediyordu: "Toplantıların hemen hemen en mühimi olan Halvori toplantısı[na da] ...davet bermutat teklif ve kabul masasına birer tek şeker, bir lokma ekmek ve keçekülah göndermek suretile olmuştur."
Seyit Rıza, bu toplantıda bulunmak üzere Munzur suyu kıyılarına bizzat inmiştir. Karşı sahilde bulunan Cebrail ile uzaktan uzağa bağırmak suretile konuşulmuştur. Hava biraz bozuk olduğu için hayli zahmet de çekilmiştir. Cebrail Seyit Rıza’dan daha kuvvetli tedbirler almasını istemiş, Seyit Rıza bu işte sonuna kadar elbirliğile yürünüleceğini, devlete karşı ne mümkünse yapılacağını, hükümet kuvvetlerine karşı bir cephe teşkil edilmek üzere aşiretlerin tamamile el ele vererek çarpışacağını ve bunun içinde aşiretler arasındaki şahsi kan ve kin davalarının şimdilik tamamile unutulmuş addedileceğini söylemiştir. Mahut şerirlerden Hisso Seydo da bu toplantıda bulunmuş, aht ve peyman manasına olarak Munzur suyundan bir avuç içilmiştir...” (12 Kasım 1937, Tan)
BOMBARDIMAN UÇAKLARI
İki aşiret reisinin Munzur’un iki yakasından birbirine bağırmasını ‘en mühim toplantı’ diye sunan Tan gazetesinin niyeti tam olarak anlaşılmayan merkeze yönelik çevresel bir tepkiden ibaret olan olayı ‘büyük bir isyan’ olarak gösterme gayretleri gerçekten gülünçtür, ancak Kızılbaş Dersimliler ile Türk ulus-devleti arasındaki savaşın sonu çok hazindir. 20 Eylül’de İsmet İnönü Atatürk tarafından görevinden alınmış ve başbakanlığa Celal Bayar getirilmiş, bütçeye 1 milyon liraya yakın tahsisat konulmuş, ardından Diyarbakır’dan kalkan üç uçak filosu bölgeye bombalar yağdırmıştır. Bu uçaklardan birini Mustafa Kemal’in manevi kızı ve Türkiye’nin ‘ilk kadın pilotu’ Sabiha Gökçen kullanmıştır.
Seyit Rıza’nın aşiretine sığınan Koçgirili Alişer ve karısı Zarife öldürüldükten sonra Seyit Rıza ve iki adamı, bazı kaynaklara göre 5 Eylül’de, bazılarına göre 10 Eylül’de, kendilerine güvence veren Erzincan Valisi’ne teslim olmaya giderken tutuklanmışlardır. Dersim’in siyasi önderlerinden Baytar Nuri Dersimi ise yurt dışına kaçmayı başarmıştır.
YARGILANMALAR
Seyit Rıza ve yandaşlarının duruşması 18 Ekim 1937’de Elazığ’da başlar.
Bundan sonrasını resmi görüşe yakın Ahmet Emin Yalman’ın Tan gazetesinden izleyelim:
“Seyit Rıza 18 Ekim günkü duruşmada Demirhan, Haydaran ve Yusufhan aşiretlerinin elebaşlarının 20 Martta Kahmut köprüsünü yaktıklarına dair ifade veren şahide “Allaha, devlete karşı gelmek için kudurmuş muyum ben!?” diye haykırdı ve el kaldırdı. Sonra şahit Muhindili Hüseyin dinlendi... Kamer şöyle haykırmış. “Başına şapka koydun da adam mı oldun?” Şahit aşiret reislerinin yanında bir Ermeni casusuna rastladığını da söyledi.
Yine bu şahidin ifadesine göre aşiret reisleri bir devlet kurmak için su içmek suretile yemin etmişler. Hüseyin Demirhanlıları ikna etmiş fakat Seyit Rıza şöyle bağırmış: “Su için yemininden dönmez!” Şahidin bu ifadesi hakkında ne diyeceği Seyit Rızaya soruldu, kat’iyen inkâr etti. Yusufhan aşireti reisi de şahidi ithama çalıştı ve dedi ki: “Bu adam casustur, şeyh oğludur. Bizi teslim olmamaya teşvik etti.” Bundan sonra şahit Hıdır çağrıldı ve isyanın başlangıcı hakkında malumat verdi, dedi ki: “Reisler, kabile halkına, devlet kurmak için Ermeni’den dört milyon altın geldi, demişler. Reislerden Hiso da Seyit Rıza’nın evinde plan çizmiş:” Şahidin ifadesi hakkında diyecekler sorulduğu zaman inkar etti. ..."
Mahkeme ayın 22'sine bırakıldı. (19 Ekim 1937, Tan)
"SEYİT RIZA İTİRAF EDİYOR..."
"Tunçeli isyanı maznunlarının muhakemelerine bugün de devam edildi. ... Bugünkü celsede bir kısım suçluların mazbut ifadeleri okundu. Dinlenen şahitler, karakolu basanların Seyit Rızanın aşiretinden ve damatlarından olduğunu, Şeyvan (Seyhanlı) aşireti reisi Hasso Seydonun da askeri mühimmatı yağman edenler arasında bulunduğu söylediler. Bu celsede en dikkate değer taraf Seyit Rıza’nın torununun şahadeti oldu.
Bu torun, dedesinin 60 silahlı şahısla beraber olduğunu anlattı. Verdiği tafsilat karşısında Seyit Rıza bir hayli şaşkınlıklar geçirdi ve tevil yollu cevaplar vermek mecburiyetinde kaldı. Seyit Rızanın adamlarından Zeynel’in ifadesi de suçluları şaşırttı ve aşiret reislerini itirafa mecbur bıraktı.... (23 Ekim 1937, Tan)
"SEYİT RIZA VE AVANESİNİN MAHKEMESİ"
"Tunceli isyanı maznunlarının bugün de muhakemelerine geç vakte kadar devam edildi. Bugünkü mahkemede isyan hadisesine ait Nazimiye Hozat Malazgirt kaymakamlarının o sırada verdikleri raporlar ve suçluların silahlı olarak devlet kuvvetlerine karşı geldiklerine dair delilli telgrafları okundu. Suçlular inkâra devam etmişlerdir. Muhakeme ayın üçüne kaldı." (2 Kasım 1937, Tan)
TUNC ELİ İSYANI SUÇLULARININ MUHAKEMELERİNE BUGÜN DE DEVAM EDİLDİ...
"Mahut Seyit Rıza ve suç ortakları yine mahkemenin karşısına çıktılar. Bugünkü celsede iddia makamı iddiasını okuyarak, suçlulardan bir kısmının Türk Ceza Kanunu’nun 149. maddesinin ikinci fıkrasına göre cezalandırılmasını, bir kısmının da yine ayni maddenin üçüncü fıkrasına göre cezalandırılmalarını istedi. Neticede muhakeme müdafaa için Cumartesiye kaldı. İkinci fıkraya göre cezaları istenilenler arasında Sergerde Şeyh Rıza ve oğlu ve aveneleri bulunmaktadır. Bunlar hakkında istenilen ceza idamdır." (5 Kasım 1937, Tan)
"DERSİM ŞAKİLERİNİN SORGUSU"
"Dersim şakilerinin elebaşısı mahut Seyit Rıza, çok bitkin bir vaziyettedir. Muhakemenin son celselerinde suçlular, tamami(y)le şaşalamış bir vaziyetteydiler. Birbirlerini itham ediyorlardı. Seyit Rıza’nın mahkemede okunan mektuplarında, çok küstahça ve ahmakça satırlar vardır.
Seyit Rıza, takip müfrezeleri çekilmediği takdirde çok kan döküleceğini, kendisinin 70 aşireti(y)le başka yere gideceğini, hükümete katiyen teslim olmayacağını yazmaktadır.... Müddeiumumînin (savcının) geçen celsede okuduğu iddianamede yalnız dokuz kişinin beraatı istenilmektedir. Kararın şu günlerde tefhim edilmesi (açıklanması) muhtemeldir." (8 Kasım 1937, Tan)
"ATATÜRK DOĞU SEYAHATİNE ÇIKIYOR..."
"Cumhurreisimiz Atatürk’ün, bugünlerde Şarki ve Cenubi Anadolu’da geniş bir tetkik seyahatine çıkmaları muhtemeldir. Büyük Şefimizin bu seyahat esnasında Mersin veya Antalya’dan vapurla İstanbul’a geçmeleri de ihtimal dahilinde görülüyor.
Başvekilimiz Celal Bayar ile Dahiliye Vekili ve Parti Genel Sekreteri Şükrü Kaya ve Nafıa Vekili Ali Çetinkaya’nın da bu seyahat esnasında Atatürk’ün beraberlerinde bulunacakları öğrenilmektedir. Nafıa vekilimiz bu seyahat esnasında Diyarbekir-Cizre hattının temel atma töreninde bulunacaktır." (9 Kasım 1937, Tan)
"BÜYÜK ŞEFİN SEYAHATİ"
Atatürk Dün Akşam Şark Vilayetlerine Bir Tetkik Seyahatine Çıktılar. Beraberlerinde Başvekil Celal Bayar ile Dahiliye ve Nafıa Vekillerimiz de Bulunuyor. (13 Kasım 1937, Tan)
"DERSİM ŞAKİLERİNİN AKİBETİ"
"Seyit Rıza, Oğlu ve Avenesi Dün Sabah Elazizde İdam Edildiler. Tunceli hadisesine ait muhakeme hitam bulmuştur (bitmiştir). Tunçeli’de isyan eden 58 suçluya ait karar tefhim edilmiştir. Bu karara göre suçlulardan 11 i idama mahkûm olmuş fakat içlerinden dördü hakkında idam cezası yaşların geçkin olmalarından dolayı 30 sene ağır hapse tahvil edilmiştir. Diğer yedi idam mahkûmları şunlardır: Seyit Rıza ile oğlu Hüseyin ve Seyhanlı aşireti reisi Hasso Seydi ve Yusufhanlı aşiret reisi Kamer oğlu Fındık ve Demenanlı aşiret reisi Cebrail oğlu Hasan, Kureyşanlı Ulikeye oğlu Hasan ve Mirza Ali oğlu Alidir. İdam hükümleri bu sabah infaz edilmiştir. 14 Suçlu hakkında beraat kararı verilmiştir. Diğer suçlular da muhtelif ağır cezalara mahkûm olmuşlardır." (16 Kasım 1937, Tan)
"CUMHUR REİSİ DÜN ELAZİZ'DE KARŞILANDI"
"Cumhurreisimiz Atatürk, bugün saat 13’te Elaziz’i ilk defa olarak şereflendirdiler. Elazizliler, Büyük şefe karşı emsalsiz karşılama tezahüratı yapıyorlardı. Önderimizin şehre ayak basmaları top ateşile selamlandı ve Atamız, kendilerini karşılayan mekteplilere, askerlere iltifatlarda bulundular.
(...) Atatürk maiyetlerinde Başvekil Bayar, Dahiliye ve Nafıa Vekilleri, orgeneral Kazım Orbay, Umumi Müfettiş Korgeneral Alpdoğan ve diğer zevat olduğu halde Tunceli’ne gitmişlerdir. Yolda Muratsuyu üzerindeki eski köprüden geçilerek eski Pertek kalesinin bulunduğu saha önünden Hozat deresi üzerinde inşa edilmiş olan beton köprüye gidildi ve Türk tekniğinin yüksek bir eseri olan bu köprünün kurdelesi bizzat Atatürk tarafından kesilmek suretiyle küşat resmi (açılış töreni) yapıldı. Bu köprünün eski adı Soyungeç ve Sungeç olduğu hakkındaki maruzat üzerine Atatürk dilimize telaffuz itibarile en kolay şekli olan Singeç adı verilmesini tensip ettiler. Dönüşte Muratsuyu üzerinde kurulmakta olan yüz metre uzunlundaki Pertek köprüsünün başına gidildi. Atatürk köprünün fenni, mali, ve iktisadi bakımlarından kıymet ve ehemmiyeti hakkında mütehassıslar tarafından verilen malumatı dinledikten sonra Pertek kaza merkezini teşrif buyurdular. Kasaba methalinden Halkevine kadar giden yol üzerinde Atatürk’ün kudumüne intizar eden büyük bir kalabalık yüce Önderi candan gelen tezahürlerle alkışlamışlardır. Kasaba methalinden itibaren yürüyerek gelen Atatürk, minimini mektep çocuklarının önünde durarak bunlarla ayrı ayrı konuşmuş ve içlerinden bazılarının yüzünde sivrisinek ısırmasından hâsıl olan çıban hakkında kaza doktorundan izahat alarak bunun sebebi ve tedavisi üzerinde esaslı tetkikat yapılmasını emir buyurmuşlardır. Atatürk Pertek Halkevini ve salonunu gezmişler, kütüphane ve sahnesile diğer tesisatını çok beğenmişlerdir. Pertek’ten coşkun uğurlama tezahürleri arasında ayrılan Atatürk saat 17 de Elaziz’e avdet buyurmuşlardır..." (18 Kasım 1937, Tan)
SEYİT RIZA’NIN İDAMI...
O döneme Malatya Emniyet Müdürlüğü’nde görevli olan ve Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensür’in emriyle, Diyarbakır’da yeni yapılan Singeç köprüsünü açmaya gidecek olan Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatının bağışlanmasını isteyecek ‘6 bin beyaz donluya meydan vermemek’ için, duruma el koyan İhsan Sabri Çağlayangil’e göre; "usule itiraz eden savcı izinli sayılarak göreve yardımcı getirilmiş, okuma yazma ve Türkçe bilmeyen sanıklara ne iddianame, ne avukat verilmiş, asabilmek için Seyit Rıza’nın yaşı 57’ye indirilmiş, oğlunun yaşı da 17’den 21’e çıkartılmıştı", bölge komutanı Alpdoğan Paşa, kararın yazılacağı boş kağıdı önceden imzalamıştı.
Çağlayangil şöyle bitirmişti: “Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Etrafta hiç kimse yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa bağırdı: ‘Evladı kerbelayı. Bihatayı. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü. Çingeneyi itti, ip boynuna geçirdi, sandalyeye ayağı ile tekme vurdu ve kendini astı. Gömüleceği yer türbe olmasın diye cenazesi de yakıldı...” (İhsan Sabri Çağlayangil, Anılar, Güneş Yayınları, 1990, s. 45-55.)
Bir iddiaya göre ise, Seyit Rıza’nın bedeni yakılmamış, gizli bir yere gömülmüştür. Seyit Rıza’nın varisleri devletten bugüne dek bu konuda bir bilgi alamamışlardır.
6 Ağustos 1938 tarihli belgede Cumhurbaşkanı
Mustafa Kemal Atatürk ile birlikte 13 kişinin imzası var.
İKİNCİ DERSİM HAREKÂTI
Ancak idamlardan sadece 1,5 ay sonra Dersim’de ilkinden de kapsamlı bir harekata başlandı.
Genelkurmay kitabına göre, "Ovacık ilçesi adliyesi ve asker alma şubesinin istediği 1.149 kişi hakkında kanunu takibat yapan müfrezeye Kaçkerek köyünde 2 Ocak 1938 günü pusu kurulması ve toplam 9 jandarma erinin öldürülmesi üzerine, Haydaran ve Kör Abbas aşiretlerinden 100 kişi, Demananlı 50 haydut, Keçel haydutlarından 100 kişi, Abbas Aşuran ve Beyit uşaklarından 50 kadar silahlı kişiyle bunların 5-6 bin tahmin edilen aile efradı temizlenecekti." (Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), (Genelkurmay Harb Tarihi Başkanlığı, 1972, s. 432 ve devamı)
Amacın bu olmadığı belliydi. Çünkü operasyonlar yalnız isyan bölgesi denilen yerlerle sınırlı kalmamış, devlete vergi veren, askere giden Pertek, Mazgirt, Nazimiye, Pülümür ilçe ve köylerini, hatta Dersim’i aşarak Erzincan’ı da içine almıştı. 31 Ağustos’a kadar süren ikinci ‘tedip’ ve ‘tenkil’ harekâtında, Genelkurmay kaynağı tarafından ‘haydut’, ‘eşkıya’, ‘şaki’, ‘dağlı’ diye nitelenen ve bu gruplar yine kitabın diliyle ‘imha edilmiş’, ‘temizlenmiş’, ‘köyleri yakılmış’tı. 6-16 Eylül 1938 arasındaki harekâtın bilançosu ise şöyleydi: “Tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişi çıkarılmıştır. 1.019 silah toplanmıştır.” (Reşat Hallı, s. 478) Gayri resmi kaynaklara göre ise ölü sayısı bunun kat kat üstündedir.
VE SÜRGÜNLER
‘Tarama’nın ardından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından bizzat seçilen 3.470 kişiden oluşan 347 aile Tekirdağ, Edirne, Kırklareli, Balıkesir, Manisa ve İzmir gibi Batı illerine serpiştirilerek yerleştirilirler. Mustafa Kemal, hastalığı dolayısıyla Celal Bayar tarafından okunan 1 Kasım 1938’deki Meclis’i açış konuşmasında Tunceli’de ‘haydutluk ve eşkıyalık olaylarının bitirilerek ulusal egemenliğin sağlanmasından duyduğu kıvancı’ dile getirmiş, İsmet İnönü ‘Dersim müşkilesinden kurtulduk’ demiştir.
Halbuki, dağlara sığınanların mücadelesi 1946 affına dek sürecek, bölgenin yasak bölge olmasına ise ancak 1948’de son verilecektir.
ÇAĞLAYANGİL’İN KORKUNÇ İDDİASI: “ORDU GAZ KULLANDI”
Dersim müşkilesine son verirken kullanılan araçların neler olduğunu geçtiğimiz aylarda bana posta ile ulaştırılan bir ses kaydından öğrendim.
Kayıtta Süleyman Demirel hükümetlerinin ünlü Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’le emekli olduktan sonra, 1986’da yapılan bir röportajdan bir bölüm vardı. Çağlayangil’i yakından tanıyan birkaç kişiye kaydı dinlettikten sonra, sesin kendisine ait olduğundan emin oldum. Röportaj Çağlayangil’in evinde yapılmışa benziyordu, çünkü arada Çağlayangil’in eşinin sesi de duyuluyordu. Özellikle son cümleleri tüyler ürpertici olan bantın dökümünü kelimesi kelimesine aktarıyorum:
"KANLI BİR HAREKÂT"
“.....Tercümana Kürtçe anlattı. Tercüman bize tercüme etti. [Kürt adam şöyle dedi] ‘Beyanatınız bizi duygulandırdı. Vereceğiniz isimler üzerinde inceleme yaptık. Üç tanesi hariç bunları size teslim etmeye karar verdik.’
Abdullah Paşa bu üç tanenin kim olduğunu sordu. İçlerinden biri bu kadın. Bir tane de başka adam var. Abdullah Paşa bu üç kişinin istisna edilmesine razı olamayacaklarını, bu üç kişinin de teslimi gerektiğini kabul ettiklerini beyan etti ve bu üç kişinin istisnasının sebebi sordu. Kürt büyük bir samimiyetle dedi ki: ‘Bir adamın bir kocası olur dedi. Siz bir hareket yapıyorsunuz. Bu hareket gelir geçer. Buraları yine Kürt ağalarına kalır. O zamanlar bize zulüm ederler. Bizi kurtaramazsınız siz.
Siz bütün Dersim’e hâkim olsanız, oraya devlet otoritesi girse zaten biz ağaya kul olmalıyız. Ama siz yoksunuz, bizim daimi muhatabımız ağa olduğu için ve kudret de onda olduğu için ve bunlar da şeyh olduğu için, din büyükleri olduğu için, size değil onlara itaate, sizin değil onların söylediğini yapmaya mecburuz.’
Abdullah Paşa, şimdiye kadar bu işin böyle olduğunu, fakat hükümetin bundan sonra kararlı olduğunu, Dersim’i de yurdun öbür parçaları gibi hükümetin otoritesinin cari olduğu ve hükümetin üstünde tek bir otoritenin bulunmadığı yer yapmakta kararlı olduğunu, ağaların lafına kapılmamasını, meseleyi tekrar tezekkür etmelerini söyledi. Bunlar kabul etmediler. Sonra biz geri döndük. Yani meclise. Neticeyi söylüyorum. Bunlar kabul etmediler. Mağaralara iltica etmişlerdi.
Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti. Bugün Dersim’e rahatça gidebilirsiniz. Jandarma da gider siz de gidersiniz. Yalnız son zamanlarda bilhassa sınırlarda dış tesirlerden Kürtlerin bağımsızlık hareketi başladı. Kürtlerin bir bölümü Türkiye’de, bir bölümü İran’da....” (Kayıt burada bitiyor.)
Eğer Çağlayangil’in dedikleri doğruysa; ‘Dersim’de soykırım yapıldı’ diyenlere nasıl itiraz edeceğiz?
Kaynakça: Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), Genelkurmay Harb Tarihi Başkanlığı, 1972, M. Kalman, Belge ve Tanıklarıyla Dersim Direnişleri, Nûjen Yayınları, 1995, Nurşen Mazıcı, Celal Bayar’ın Başbakanlık Dönemi (1937-1939), Der Yayınları, İstanbul, 1996; Dersim, Jandarma Genel Komutanlığı’nın Raporu, Kaynak Yayınları, 1998; İsmail Beşikçi, Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi, Belge Yayınları, 1990; Mehmet Bayrak, Alevilik ve Kürtlük, Öz-Ge Yayınları, Ankara, 1997. (Taraf Gazetesi, 15 Kasım 2008)
* * *
"Mi bese nêkerd ke zûran û hîleyanê to de sere vejî, mi rê bi derd. La mi kî vera to da çok nêda erd, wa to rê bibo derd!" / "BEN SİZİN YALAN VE HİLELERİNİZLE BAŞ EDEMEDİM, BU BANA DERT OLDU. AMA, BEN DE SİZİN ÖNÜNÜZDE EĞİLMEDİM, BU DA SİZE DERT OLSUN!" Seyit Rıza
DERSİMLİLERİN TALEPLERİ
'Dersim Katliamı'nın aydınlatılmasına dair çeşitli anma etkinliklerinde Dersimlilerin dile getirdiği talepleri şöyle:
* Arşivler açılsın, Dersim ismi iade edilsin.
* Dersim halkından özür dilensin.
* Sürgünler, kayıplar ve evlatlık alınan çocukların listesi açıklansın.
* Seyit Rıza ve arkadaşlarının mezar yerleri açıklansın.
* Dillerimize ve Kızılbaş Alevi inancımıza özgürlük tanınsın.
* Munzur’daki baraj projeleri iptal edilsin...
DEVLETÇE GÖZALTINA ALINIP KAYBEDİLENLERİN YAKINI
'CUMARTESİ ANNELERİ'NİN ÇAĞRISI
Cumartesi Anneleri de, İstanbul, Galatasaray Meydanı’ndan devleti yönetenlere seslendiler (15 Kasım 2014):
“Dersim demek; Seyit Rıza demektir.
Seyit Rıza ve arkadaşları mezarsızken, Dersim’in hakikati devletin arşivlerinde hapsedilmişken yalnızca Dersim'de yaşananların katliam olduğunu kabul etmek yetmez.
Gündemi değiştirmek için değil, katliamcı, tek tipçi zihniyeti mahkûm etmek için özür dileyin.
Derin yaralarımızı rakiplerinizi köşeye sıkıştırmak için kullanmayın, yaralarımızı saracak adımları atın.
Hakikatin topluma ulaşmasının önündeki engelleri kaldırın; Seyit Rıza ve arkadaşlarının devletin arşivlerinde hapsedilen akıbetlerini açıklayın.
Naaşları ailelerine teslim edin. İnkarcı, asimilasyoncu zihniyete son verin!.."
Seyit Rıza’nın torunu Rüstem Polat da Erzincan’dan Cumartesi Anneleri'ne gönderdiği mektupta şunları söylemişti:
“İdam edilen Seyit Rıza ve arkadaşlarıyla gözaltında kaybedilenlerin mezar yerlerinin belli olmaması bir tesadüf değil elbet.
Onlar aynı zihniyet tarafından infaz edildiler çünkü. Bu zihniyet ile hesabım devam edecek. Öç alma hesabım yok. Ancak bizim ölülerimizin üzerinde istismar ve hakaret hala devam ediyor. Bunu sürdürenler karşısında susmamı kimse beklemesin. Mezar yerlerimiz açıklanana kadar mücadeleniz mücadelemdir.
Bir yüzleşme, bir özür bekliyorum. Analar ağlamasın diye...” (Haber kaynağı: Bianet.org)
Mao-spontex
Maoist spontanizm olarak da bilinen Mao-spontex, devrimci bir strateji olarak spontan eylemi savunan Fransız Yeni Sol'un Maoist bir eğilimi idi. Mao Zedong'un kitle çizgisi kavramından yola çıkan Mao-spontex, Mayıs 68 protestolarının bastırılmasının ardından Mao'nun siyasi düşüncesine özgürlükçü bir yaklaşım geliştirdi. Mao-spontex aktivistleri, ortodoks Marksizm-Leninizm ile ilişkilendirdikleri hiyerarşi, dogmatizm ve siyasi parti biçimini reddettiler. Mao-spontex, esas olarak iki siyasi örgüt tarafından temsil ediliyordu: Proleter Sol (GP) ve Vive la Révolution (VLR). Hareket, 1972'de GP'nin Mao-spontex aktivisti Pierre Overney'in öldürülmesinden sonra fiilen dağıldı.
17 Aralık Dünya Seks İşçilerine Yönelik Şiddetle Mücadele Günü'nü selamlıyoruz!
https://www.instagram.com/p/DSXhwTPDEBG/
İnternet ilanıyla göçmen kadın ticareti
İnternetin karanlık yüzü “dark web”te göçmen kadınlardan “ürün” olarak bahsediliyor. Kadınlar 4 bin dolar karşılığında satılıyor ve satıcılar “Eli kolu bağlı şekilde adrese teslim edileceğini” söyleme cüretini bile gösteriyor.
Doğa Baskan
Arama motorlarının indeksleyemediği, sıradan kullanıcıların ulaşamadığı internetin karanlık yüzü olan “dark web”de, Türkiye’deki mülteci kadınlar satılıyor. “Müşteri memnuniyeti en hassas olduğumuz mevzudur” denilen sitede, Afganistan, Pakistan ve Suriyeli kadınlardan “ürün” diye bahsediliyor. 4 bin dolar karşılığında kadınların “Eli kolu bağlı şekilde adrese teslim edileceği” vadediliyor!
“Utopia Market” isimli bir sitede 18-25 yaş aralığındaki Suriyeli, Afganistanlı, Pakistanlı kadınlar, “Hayyam” isimli kullanıcı tarafından Urfa, Kilis ve Antep illerinde, yedi gün içerisinde “teslimat garantili” olduğu ifade edilerek 4 bin dolar karşılığında satılıyor. Ödeme yöntemi olarak “escrow” adı verilen bir sistemin kullanıldığı bu sitede yer alan bilgilere göre; “hizmet” alıcıya ulaşıncaya kadar, para satıcının hesabına yatmıyor, eğer “teslimat” sağlanmazsa para alıcıya iade ediliyor.
‘Evlen ya da seks kölesi yap’
Söz konusu ilanın açıklamasında şu ifadeler yer alıyor: “Kataloğu gizlilik gereği escrow başladığında gönderiyorum. Listeden herhangi birini seçebilirsiniz. Evlenmek veya seks kölesi yapmak tercihinize kalmış. İlanı satın aldıktan sonra üstte yazılı üç şehirden birine gelip kendin seçip alır götürürsün veya biz özel arabayla eli kolu bağlı bir şekilde adrese kadar getirip teslim ederiz. Teslimat tamamlandıktan sonra sorumluluk dahil geriye kalan her şey bizden çıkar, size aittir, güvenliği ve bakımı size aittir artık. Yüzde 100 gizlilik garantisi. Kişiye ait not ve bilgileri tümden ortadan kaldırıyoruz. Escrow dahilinde satın alınması herkes açısından en iyisidir. Kataloğu ürünün escrowa düştüğünü gördüğümde size ileteceğim. Ödemeyi kızlar size sorunsuz olarak teslim edildikten sonra onaylarsınız. Basında çıkan bazı haberler… bunlar amatör ve yeni bu işe girenler gerekli tüm tedbirleri alıyoruz hiç şüpheniz olmasın.”
Kadın ticaretine ‘yapıcı’ eleştiri!
Satıcılar “vendor” ismi verilen bir profil oluşturuyor, burada kendilerini tanıtabiliyor, kullanıcılar da onlardan aldıkları “hizmet” hakkında yorumda bulunabiliyorlar. Bu ilana “5767bafb2cfb17ac” isimli kullanıcının yaptığı yorum ise dikkat çekiyor: “Eli kolu bağlı teslim etmeleri, profesyonel olmaları artı özellik, bir yıldızı kadınların sayısını arttırın diye kırdım, yapıcı eleştiri olarak düşünün.”
‘İlan’ değil ‘gerçek’: Sekiz kadın daha vardı
Van Star Kadın Derneği yöneticileri, geçtiğimiz yıllarda böyle bir vaka ile karşılaştıklarını söylüyor. Van Star Kadın Derneğinden edindiğimiz bilgilere göre, söz konusu üç ilden birinde alıkonulan İranlı bir kadın, internet üzerinden satıldığını ve bir erkekle evlenmeye zorlandığını belirterek derneğe başvurdu. Satıldığı erkeğin yanından kaçıp derneğe başvuran kadın, alıkonulduğu yerde sekiz kadının daha olduğunu söyledi. Kadın, derneğin yardımı sonrası başka bir ile gitti ancak sürecin hızlı gelişmesi ve kadına bir daha ulaşılamaması sebebiyle suç duyurusunda bulunulamadı.
Kadınlar güvenlik endişesiyle konuşmuyor
“Mülteciler” ve “istismarın önlenmesi” konuları da dahil olmak üzere dezavantajlı kesimlerle ilgili faaliyet yürüten Dünya Evimiz Uluslararası Dayanışma Derneği Genel Koordinatörü Burçak Sel, sahada bu konuya ilişkin duyumlar aldıklarını söylüyor. “Mülteci ve sığınmacı kadınlara yönelik istismar ve kadın ticareti konusunda, özellikle kendilerini ‘dini referanslarla’ tanımlayan kimi şahıslar üzerinden belirli mağduriyetlerin yaşandığına dair duyumlar alıyoruz. Bu bilgiler çoğunlukla çalıştığımız mülteci yoğun mahallelerde topluluk temsilcileriyle yaptığımız rutin toplantılarda gündeme geliyor. Topluluk içindeki güven ilişkileri sayesinde ulaştığımız resmi olmayan kaynaklardan gelen bilgiler diyebiliriz.”
Sel, bu meseleye müdahale etmek istediklerinde, konuyu ilgili yetkililere aktardıklarını ancak bunu dile getiren kadınların güvenlik endişesiyle konuşmadıklarını söylüyor.
Güvencesiz yaşam koşulları, dil bariyeri, yasal statü belirsizlikleri, ekonomik kırılganlık ve sosyal destek mekanizmalarının sınırlılığının mülteci ve sığınmacı kadınların savunmasızlığını artırdığını belirten Sel, “Güvenli ve anonim bildirim kanalları, çok dilli kadın danışma merkezleri, ücretsiz hukuki danışmanlık, topluluk içi kadın liderlerin güçlendirilmesi, travma bilgili güvenlik prosedürleri, dijital güvenlik eğitimleri, güvenli barınma imkanlarının mülteci kadınları korumak için artırılması gerekiyor” diyor.
İnsan ticaretinin yalnızca organize edenler tarafından değil, aynı zamanda bu suçu tüketen bir kesim tarafında da sürdürüldüğünü vurgulayan Sel şöyle devam ediyor: “Bu tür siteleri ve ilanları fark edenler polis, 157 YİMER hattı, kadın örgütleri yönlendirme hatları, info@dunyaevimiz.org ve savcılıklara suç duyurusunda bulunabilirler. İlanların ekran görüntüsü, linki ve zaman damgasıyla paylaşılması süreci kolaylaştırır.”
‘IŞİD’in gelir kaynağı, tüm yetkililerce biliniyor’
Özgürlükçü Hukukçular Derneği (ÖHD) üyesi avukat Hülya Yıldırım, “dark web” olarak adlandırılan bu sistemde kadınların ve kız çocuklarının satışa sunulmasının bu olayla sınırlı olmadığını söylüyor. Dört yıl önce kaçırılan yedi yaşındaki Êzîdi çocuğu hatırlatıyor: “Özellikle bu sistem IŞİD tarafından finansal gelir kaynağı olarak kullanılıyor. Kadın ve kız çocuklarının ‘modern köle pazarları’ olarak adlandırılan bu sistemde satışa sunulduğunu biliyoruz. Bu mesele yetkili tüm birimlerce biliniyor. Devletin, kolluğun etkili soruşturma ve etkili yargılama yürütmesi, bu konuda çalışan hukuk örgütlerinin, çocuk, kadın örgütlerinin buna dair yargılama süreçlerinin dışında tutulmaması gerekmektedir.”
Dört yıl önce benzer bir ilan
Dört yıl önce, yedi yaşındaki Êzîdi bir kız çocuğunun kaçırılması üzerine Gazeteci Timur Soykan, Halk TV’de katıldığı bir programda internet üzerinden kadın ticareti konusunu gündeme getirmişti. Soykan’ın ulaştığı ilanın içeriğiyle bizim ulaştığımız ilan tıpatıp benziyor. Aradaki fark sadece satıcının kullanıcı adı ve biyografisi. Her iki ilanda da “mülteci”, “18-25 yaş aralığı”, “Antep, Urfa, Kilis” vurguları dikkat çekiyor. Aradan dört yıl geçmesine rağmen ufak ifade farklarıyla ilan hâlâ “dark web” de bulunuyor.
Ayrıca güncel ilanda bulunmayan ancak dört yıl önceki ilanda yer alan “17 yaş aşağısındaki ilanlar sadece daimi ve güvenilir müşterilerimize açıktır” ifadesi ise “Êzîdi kız çocuğu” vakasıyla “eli kolu bağlı, adrese teslim kadın” kadın vakalarının arasında organik ilişkilerin olduğuna ilişkin şüpheler uyandırıyor.
Zira 2021 yılında Ankara’da IŞİD’e yapılan operasyon sonucu yedi yaşındaki Êzîdi çocuğun Irak’tan kaçırılarak Türkiye’ye getirildiği ve çocuğun “deep web”de satışa sunulduğu ortaya çıkmıştı. Operasyonda tutuklanan S.O. ve N.H.R hakkında açılan dava Ankara 15. Ağır Ceza Mahkemesinde sürüyor. 11 celsedir devam eden yargılamada, savcı sanıkların insan ticareti suçundan cezalandırılmasını talep ederken, avukatlar ise olayın soykırım suçu olduğunu savunuyor.
https://www.evrensel.net/haber/588983/resmi-gazetede-yayimlandi-hububat-ve-baklagillerde-lisansli-depolama-suresi-24-aya-indirildi
NASA: Dünya kararıyor
NASA’nın uydu verilerine dayanan yeni analizine göre Dünya, 2001’den bu yana belirgin şekilde daha az güneş ışığını uzaya yansıtıyor. Kuzey Yarımküre’nin Güney’e kıyasla daha hızlı kararması, buz ve kar örtüsünün geri çekildiği bölgelerde ısınmayı hızlandırıyor.
1876'da Kentucky'e Yağmur Gibi Yağan Gizemli Çiğ Et Parçaları Neyin Nesiydi?
Tarihler 3 Mart 1876'yı gösterirken Amerika'nın Kentucky eyaletinin Bath County bölgesinde gökten çiğ et parçaları yağdı.
https://eksiseyler.com/1876da-kentuckye-yagmur-gibi-yagan-gizemli-cig-et-parcalari-neyin-nesiydi
Marksist Materyalizmde Diyalektik: “Diyalektik Yöntem” Efsanesi
https://marksistarastirmalar.blogspot.com/2025/12/marksist-materyalizmde-diyalektik.html
Colani Alevi çığlığını duydu mu? Sessiz bir isyan, sarayda bir toplantı ve federalizme verilen yanıt
https://youtu.be/hYWhoJKvleU?si=OYL5a_vNNc20CKHd
Palmira’da ne oldu? ABD-Suriye ortaklığı duvara mı tosladı? SDG’nin eli güçlendi mi?
https://youtu.be/1yISBXAATek?si=yU_xA3G3gCVA_Hlx
Diyarbakır Vilayetinde 1915 Soykırımı
Sait Çetinoğlu
Kısaca yüz yıllardır süren Ermeni mallarına el koyma operasyonu başarı ile sonuçlanmıştır. Süreci sonlandıran 1915 Soykırımında Diyarbakır ve çevresinde ne olduğuna kısa bir göz atarsak. 1915 Soykırımında görev alanların bu talana nasıl katıldıkları ve nasıl nemalandıkları ortaya çıkar.
Ayrıca eklerdeki biyografiler 1915 sürecinin Diyarbakır İttihad ve Terakki yöneticileri ve soykırım görevlileri için Kemalist dönem için bir referans olduğu görülecektir.
1914’te Diyarbakır nüfusu, Kürtler, Nasturiler, Kildaniler ve Ermenilerden müteşekkil karma bir yapıya sahiptir.
Ermeniler çoğunlukla vilayetin kuzey ve kuzey doğusunda yerleşmişlerdi. Ermeni yerleşim bölgeleri 249 yerleşim bölgesinde 106.867 Ermeni barındırmaktaydı. Lice, Beşiri ve Silvan’da yaşayan Ermeniler Kürtçe konuşurlardı. Diyarbakır Ermenileri erken dönemde İttihatçı merkezin şimşeklerini üzerine çekmiştir.
1913 Mayısının Fransız diplomatik kaynakları, orada Kürt aşiretlerinin Ermeni halka karşı tavrının tecavüzlerin şiddetli artışının ancak üst düzey makamların emri ve onayıyla açıklanabileceğini rapor etmektedirler.
Diyarbakır’da Ermeniler toplam nüfusun 1/3’ünü (45.000) teşkil etmesine rağmen sayılarından fazla bir ekonomik gücün sahibiydiler. Diyarbakır ticareti, zanaatkar ve sanayinin tekelini ellerinde bulundurmaktadırlar. Bu tekel “intibah [uyanış] şirketi” ile devlet tarafından 1910’ların başında zorlanarak kırılmak istenilmesine karşın başarılı olunamamıştır. “Milli iktisat” mayası tutmamıştır.[1] Şirketin başında Prinççizade Feyzi’nin[2] bulunduğunu not edelim. Ermeni nüfusun ticaret, zanaat ve sanayide etkinliği büyük bir kınskançlık sebebidir. Ancak buradan bütün Ermenilerin bu sınıftan olduğu anlaşılmamalıdır. Her toplum gibi Ermeni toplumunda da sınıfsal ayrım vardır. Örnek olsun Diyarbakırlı Ermeniler Diyarbakırlı Kürtlerle birlikte İstanbul’da hamallık yapmakta İstanbul’un yükünü taşımaktadırlar. 3 Ağustos 1914 günü ilan edilen seferberlik Diyarbakır’da fırtına gibi esecektir. “Umumi Seferberlik” [3] ve bunu izleyen askeri müsadereler yerel ittihatçı çevrelerce Ermeni iş adamlarının durumunu sarsa imkanı vermiştir. Seferberlik ile şehir Ermenileri eksiltilmiş[4] ve pek çok zanaatkar ordu ve devlet için çalışmaya götürülmüştür. Ancak İttihad’ın Ermenilerin ekonomik etkinliğini kırma amacı en çok “ordu için gerekli malzemeler” adı altında yapılan müsaderelerde cisimleşmiştir.
Tüm üyeleri Diyarbakır’ın Jön Türkleri arasından seçilen Tekalif-i Harbiye ve Ahz-ı Asker komisyonları Cercis Ağazade Kör Yusuf [Göksu] ve Attarzade Hakkı başkanlığında, Ermenilere ait dükkan ve depolarını boşalttırmaktadırlar. Örneğin kadın eşyası satan mağazalar dahi bu zoralımdan nasiplerini alırlar. Bu komisyonlar, yürüttükleri operasyonlarla İttihadın otoritesi yerine geçmiştir. Bu komisyonların yereldeki şubeleri de ittihatçı kişilerden oluşturulmuş olup taşradaki talanı ve elkoymaları örgütlemektedirler. Bunlar Diyarbakırdaki Hıristiyanların dükkan ve depolarını her türlü bahane ile boşaltmaktadırlar. Özellikle Beşiri ve Silvan kazalarında 110 köyde un depoları, arpa stokları, zeytinyağı depoları şiddetli bir operasyonla talan edilmişlerdir. Ayrıca atlar, katırlar, inekler de en konanlar arsındadır. Bazı köylerde ürünün 1/8 olan Dim birkaç ay içinde üç kere toplanmış bunu da savaşa destek ve vatanseverlik adı altında gerekçelendirmişlerdir. Zaten bölgede Ermeniler yönelik keyfi idare gelenekselleşmiştir. Yanı bunda yadırganacak bir şey yoktur. Henüz savaş ilan edilmemişken Seferberlik, İttihatçı görevlilerinin Ermeni mallarına karşı talan operasyonlarına arkasına gizlenecekleri yasal bir paravan işlevi görmüştür.
Mebus Feyzi birkaç ay önce Almanya’ya yaptığı ziyaretten yeni dönmüştür. Büyük Britanya’ konsolosu ve dayısı müftü İbrahim ile 27 Ağustos’ta yaptığı sohbette; Almanya’nın, Osmanlıya savaşta kaybettiği toprakları vaat ettiğini ve 300 milyonluk bir Müslüman imparatorluğunu yeniden kuracaklardır. Sohbette Feyzi Ermenilerin Kafkasya’da Ruslara karşı isyan çıkartmayı reddetmelerinin kendisinde ne kadar büyük bir hayal kırıklığına sebep olduğunu. Reformlara karşı kızgınlığını ifade ederek: Eğer Ermeniler bu yolda devam ederlerse bu onlara çok pahalıya mal olacak. İngiltere, Fransa ve Rusya onlara yardım edip kurtaramayacaklar. Biz ise ne istersek yapabiliriz, Alman ve Avusturyalı müttefiklerimiz ağızlarını açmaz der. Feyzi’nin sözleri olacakların habercisidir.
Birkaç gün sonra aynı konsolos bu gidişe göre tekalif-i harbiye’nin Ermenileri iflas ettireceğini Mebusların aslında tüm vilayet halkını temsil ettiklerini, komisyonun iki şefi Attar Hakkı ve Cercis Ağazade kör Yusuf’a müdahale etmelerini, çünkü Ermeniler yok olurken, ticareti, tarımı ve bölgenin servetini de yok ettiklerini Feyzi Bey’e söyler bu kez yanında diğer mebus Kamil’de vardır. Feyzi: Ermeniler biraz daha düşünmeli, çünkü azınlıklar yok edilirse varlıkları biter. Bize gelince biz çoğunluğuz, yarısı ölürse diğer yarısı hala varlığını sürdürür. Ayrıca 200 yıldır kaybettiklerimizi geri alacağız hatta daha fazlasını. Konsolos Almanya sizi yutacak, uşağı olacaksınız cevabını verir.
18 Şubat 1920’de İstanbul’daki Divaı Harbi Örfi önünde eski Bitlis- Musul sivil müfettişinin açıklamaları da İttihatçıların Soykırım projeleri doğrulanır. Bu zat 1914 Ağustos’unda İstanbul’dan dönüş yolculuğunu İttihadın en üst düzey üyesi ile yaptığını anlatır. Yanlarında 1915’te katledilen Diyarbakır’ın Ermeni mebusu İstapan Çıraciyanda bulunmaktadır. Feyzi, Çıracıyan’a gözdağı verir: Bu size pahalıya patlayacak, geleceğiniz tehlikededir. Müfettişlerin istifa ettirildiğini öğrendiklerinde Feyzi: işte şimdi göreceksiniz reform istemek nedir! Diye haykırır. Oysa Feyzi bu müfettişlerin yardımcısı olark tayin edilmiştir. Diğer yardımcı da Diyarbakır’a vali olarak tayin edilecek Dr. Reşit’in olması İttihad’ın reformdan ne anladığını açık etmesi bakımından ilginçtir.
Konsolos bıkmaz bu kez 10 Eylül’de Cercisağazade Kör Yusuf’a gider ve vergideki oransızlığa işaret eder: Ermeniler nüfusun 1/3’ünü teşkil ederlerken verginin 5/6’nı ödediklerini söylediğinde; Ermeniler çok zengindir Cevabını alır. Konsolos, Kürt ağa ve beylerinin çok daha zengin olduğunu vurguladıktan sonra; onların da çok parası var der Ama komisyon şefini ikna edemez. Konsolos’un son sözü: Tükler altın yumurtlayan tavuğu öldürecekler! olur.
Nihayet İttihad’ın projesini büyük bir özen ve titizlikle uygulayıp Ermenilerin kaderini belirleyecek olan Dr. Reşit, 25 Mart 1915’te Diyarbakır’a vali olarak atanır[5]. İttihad ve Terakki’nin ilk kurucularından ve Bedirhanilerin damadı olan Dr. Reşit, 1914 yılında Ege’deki Rumların tasfiyesinde önemli rol oynayan Eski Karesi Mutasarrıfıdır. Ege’de ittihad’ın belirlediği pek çok politik ve ekonomik projelerle Rum ahalinin yoğunluğunu dağıtmıştır. Henüz kurulmakta olan Teşkilat-ı Mahsusa operasyonları ile sindirme, korkutma ve öldürme harekatında başarılı olmuştur. Burada bir nevi staj gördüğünü söylemek mümkün. Operasyonlarda yer alanlardan bazıları da Kemalist dönemde önemli görevlerde görmekteyiz. Celal Bayar vekil, başvekil ve Cumhurreisi olmuş, Pertev bey [Demirhan] generalliğe yükselmiş, Müfit Bey [Mahzar Müfit Kansu] vali ve her daim Mustafa Kemal’in yanındadır.
Dr. Reşit 28 Mart ‘ta Diyarbakır’a ekibi Teşkilat-ı mahsusa çeteleriyle birlikte gelir. Dr. Reşit’in TM ile ilişkileri tartışılmaz. 20 aralık 1915 tarihli Mahzar Paşa Komisyonunun Mamuret-ül-Aziz ve Diyarbakır hakkındaki araştırma raporunda Dr. Reşit açıkça her türlü katliam ve talan yapan çete ve grupları organize edip yönlendirmekten suçlanmaktadır.
Dr. Reşit ilk işi bir milis oluşturmak olur. Bunu pek çok şahit hatta Dr. Reşit de kabul eder.[6] Bu Teşkilat-ı mahsusa’dan başka bir şey değildir. Ardından Diyarbakır’da çok iyi tanına iki azılı katil olan Cemilpaşazade Mustafa ve Yasinzade Şevki’ye [Ekinci][7] çevredeki tüm suçluları toplayıp 11 tabur kurma görevi verir. 11 Taburun adı kasap taburu[8] denilmektedir. Bu taburlara komuta görevi şiddet eğilimli subaylara verilir.
Valini sağ kolu Rüşdi, yerel İttihad liderleri ve Mebus Feyzi bu Teşkilat-ı mahsusa birliklerinin oluşturulmasında etkin destek vermişlerdir. Bu liderler:
Feridzade Emin Bey, Şeyhzade Kadir [Demiray], Musullu Yahya, Müştak Bey, Fatihpaşa oğlu Hacı Bekir, Kasap Niko, Ali Hotonunoğlu Salih [Hoto][9], Sakap Şeko, Mardin Kapulu Tahir, Abdülkadirzade Kemal, Osman Kanon Zabiti, Cemilpaşazade Ömer, Yaver Çerkes Şakir, Müftizade Şeref [Uluğ][10], Musullu Mehmed, Delalzade Emin, Zazazade Mehmed.
Teşkilat-ı mahsusa’ya Cezire bölgesinden iki özel eşkıya da Feyzi tarafından çağrılmıştır. Bunlar Perihanoğlu Ömer ve Mustafa adında iki azılı katildir.
Dr. Reşit Diyarbakır yangınının faili olup Adana’ya gönderilen Memduh’u [Güran][11] da geri çağırır. Son olarak da Ermenileri taciz ve katliamları organize etmek için kendi başkanlığında bir Meclis-i ali oluşturur. Başkan yardımcıları Feyzi ve çeteler kumandanı Cemilpaşazade Mustafa’dır. Üyelerin başlıcaları: Feyzinin Yeğeni Piriççizade Sıdkı [Tarancı], Müftizade Seref [Uluğ], Harputlu Hüseyin, Yasin Efendizade Şevki [Ekinci], Velibabazade Veli Necdet [Sünkitay][12], Zülfizade Adil [Tiğrel][13], Katipzade Şevket [Asena], Zülfizade Zülfi [Tiğrel][14], Cercisağazade Abdülkerim [Aksu], Direkçizade Tahir[15], Ganizade Servet [Akkaynak], Cercisağazade kör Yusuf [Göksu], Attar Hakkı [Tekiner]. Böyle bir konsey Erzurum’da da kurulmuştur.
Mebus Feyzi, Dr. Reşit tarafından verilen özel görevle 29 Nisan ve 12 Mayıs tarihlerinde Cezire’ye geziye çıkarak yolunun üzerindeki her köyü ziyaret edip Kürt aşiret reislerini gavurlara karşı dini görevlerini yerine getirmeleri gerektiğine ikna eder. Allahın onların çocuklarını yetim bırak, kadınlarını dul, mallarını da Müslümana ver. Cinayeti ve yağmayı meşrulaştıran Gavurların Malı, canı Kadını da Müslümanlara helaldir gibi Hocaların fetvalarından örneklerle konuşmalarını süsler. 10 Mayısta Kürt aşiret reisleriyle bir hazırlık toplantısı da yapar.
16 Nisan’da ilk faaliyet başlar, Ermeni mahalleleri asker kaçaklarını arama bahanesi ile sarılır. Gençler hedef alınmıştır. Hatta askerlik çağına gelmeyen gençler ve bazı cemaat ileri gelenleri de tutuklananlar arasındadır. 19 Nisan’da dini cemaat liderleri yardım kurulları ve cemaat yöneticileri tutuklanıp hapsedilirler.
20 nisanda Ermeni cemaati kendi aralarında bir toplantı düzenleyip alınacak tavır tartışılır. İki görüş vardır birincisi korunmayı örgütleme, Taşnak, Hınçak ve Ramgavar parti temsilcileri İttihad’a güvenmeme ve bir organizasyon oluşturup halkı korumayı örgütleme yanlısıdırlar. Ancak hiçbir şey yapmayıp bekleme yanlılarının tezi galip gelir.
Ertesi gün 21 Nisan Sabahı parti ileri gelenlerinin tutuklanma sırası gelmiştir. İşkenceler uygulanıp şehir sokaklarında teşhir edilirler.
Yerel Ermeni ileri gelenlerinin kitlesel tutuklanmalarına 11 Mayıs günü başlanır. Bu tutuklamalardan yabancı misyon görevlileride nasibini alacak ve bunlara Diyarbakır’da isyan planlandığı ve ajanın kendisi olduğu yolunda itiraf imzalatılarak serbest bırakılırlar. Amaç bunların ihracıdır. Dr. Reşit Osmanlı ordusunda görevli Venezüellalı paralı asker Albay Rafael de Nogales’e Geçmiş iki gün içerisinde Amerikan misyonerlerini vilayetten kovduğunu söyleyecektir[16]. Yabancıların ihracı ile Jön Türkler şehirde kitle katliamlarına geçtiklerinde şahit bırakmamış oluyorlardı.
Dr. Reşit’tin Adana Valisi İsmail Hakkı’ya [Ramazanoğlu] gönderdiği 17 Mayıs 1915 tarihli mektubunda planlarından açıkça bahsedilmektedir: Reşid meslekdaşını, Van şehrinin Cevdet tarafından terk edilmesinden sonra Ermenilerin tasfiye edilmesi gerektiğinden bahsederek, bu siyasi planını harekete geçirdiğini anlatır.[17]
27 Mayıs itibariyle 980 kişi tutklanmıştır. Bunların bir çoğu işkence altında ölmüşlerdir. Feyzi 636 kişilik bir liste hazırlayıp 30 Mayıs şafak vakti bunlar şehirden çıkarılır. 23 adet kelek üzeride Musul’a götürülecekleri söylenir. Dr. Reşit’in yaveri Çerkes Şakir ve çeteleri refakat etmektedir. Tutukluların arasında Çılgadyan ayrılıp cezaevine götürülerek dişleri sökülür, kızgın demirle şakakları delinip gözleri oyulduktan sonra davullar eşliğinde şehrin Müslüman mahallesinde teşhir edilir. Ardından Büyük Cami avlusunda üzerine damla damla gaz dökülerek canlı canlı yakılır. Dr. F. Smith onu Türk hastanesinin ahırında can çekişirken bulur ama kurtaramaz. Ertesi gün Vali bir birkaç doktorun da imzaladığı bir bildiri yayınlar. Çılgıdyan tifüsten ölmüştür(!)[18] Mebus İstepan Çıracıyan Kezvani boğazına götürülerek halkının katledilmesi seyrettirildikten sonra en son katledilmiştir. Bunları Musul alman konsolosu da doğrulamaktadır.[19]
Kelekler 9 Haziranda Beşiri önlerine varmıştır. Şakir kafileyi Kürt eşkıyalardan koruma vaadi ile Ermenilerden 6000 lira toplar ve onları keleklerden indirir. 636 kişiyi Çalıkan köyü önlerinde Raman aşiretinden Perihanoğlu Ömero ve Mustafa beklemektedir. İşleri biten katliam yöneticileri Ömero ve Mustafa Feyzi tarafından ödüllendirmek için Diyarbakır’a davet edilirler. Refakat için verilen Çerkes göreviler tarafından Anbarçayı çeşmesi yakınında Dr. Reşid’in emirleri doğrultusunda katledilirler.
Bu olaydan sonra Feyzi şehir ileri gelenlerini katliam fikrine alıştırmak gayesiyle ulu Cami’de genel bir toplantı düzenler. Yanında müftü İbrahim de vardır. Müftü İbrahim, 12 yaşından küçüklerin öldürülmeyip İslamlaştırılmasına, kadınlarla kızların en güzellerinin hareme yollanmasına fetvayı verir. Ancak Kurul sadece kadınlara dair bölümü kabul edecektir.
Soykırımın güvenli gerçekleştirilmesi için bölgede görevli idarecilerin direncinin kırılması da gerekmektedir. Emirleri uygulamayı reddeden Mardin mutasarrıfı Hilmi[20] görevden alınır. Yerine gelen Şefik Bey[21] de aynı sebepten azledilerek yerine Dr. Reşit’in mutemet adamı İbrahim Bedreddin[22] getirilir. Mardin emniyetinin başına da Gevranizade Memduh tayin edilmiştir. Derik Kaymakamı Raşid Bey de 2 Mayıs tarihinde azledilerek, merkezden yazılı emir istediği için Diyarbakır yolunda katledilir. Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi Bey ve Beşiri Kaymakamı Naci Bey de katledilen idareciler arasındadır.
Haziran ayının ilk yarısından itibaren erkekler düzenli olarak toplanıp Mardin Kapısı Bahçeleri veya Gözle yolunda (bugünkü Gözalan) 100-150 kişilk gruplar halinde boğazlanırlar. 100 kadar erkek askeri ve idari bakım ve onarım işleri bahanesi ile toplanıp yok edilirler. Erkekler sistematik olarak yok edildikten sonra Dr. Reşid kalanların yok edilmeleri için Milis binbaşı Yasinzade Şevki görevlendirilir. Şevki ve jandarma komutanı Rüşdi her sabah 100 kadar Ermeni evine baskın yapıp sessizce askeri araçlarla düzen içinde toplanıp infaz edilmektedirler.
Mardin yolundan tehcir edilen ilk grupta Diyarbakır’ın büyük ailelerinden Kazazian, Tırpancıyan, Yeğenian, Handanian’lardan kadın ve çocuklar vardı. Onlara aile reisleriyle buluşmaya gittikleri söylenmiştir. En zengin aileleri üyeleri konvoydan ayırıp Alipınar köyünde evlerinde sakladıkları servetler itiraf ettirildikten sonra boğazlanır. Bu kervanın geri kalanları da Dara Mahzenlerinde boğazlanırlar.
Sonraki kafileler iki yöne gidecektir: Güney batı’ya Karabahçe – Siverek – Urfa. Güneye: Mardin – Dara – Res ül Ayn – Nusaybin – Der Zor.
İkinci kafileyi 1 sat uzaklıkta Çarıklı köyü yakınlarında Kozandere katliam mezbahası olarak tanımlanır. Teşkilat-ı mahsusa çeteleri ve yöre Kürtleri kurbanlarını burada beklemektedirler.
Katliam propaganda operasyunu ile birlikte yürütülmektedir. Reşid bir mizansen hazırlar; Ermenilerin işkence görmüş cesetlerine Müslüman kıyafeti giydirilip sarık takılarak fotoğrafları çekilerek bu belgeler(!) isyan eden Ermenilerin cinayetlerinin vesikası olarak Diyarbakır’da bolca dağıtılır. İstanbul’a hatta Almanya’ya yollanır. Nogales bu mizansenleri hatıratında nakleder. [23] Nogales ayrıca bir sırtlana[24] benzettiği Reşid’in vilayetindeki Ermenilerin yok edilmesinin üst kademelerin buyruğu olduğunu, sözlerini dikkatle seçerek sezdirdiğini ekler.[25]
Diğer bir mezbaha şehrin doğusunda Şeytan Deresi ve Kaynağ köyleri arasındaki Bigutlan boğazıdır. Burası Kürt Tırkan aşiretince katledilen 24 bin kişinin acı ölümünü görmüştür. Diyarbakır’dan Ras ül Ayn’a varabilenler kasabanın Çerkesleri tarafından karşılanarak infaz ettikleri Ermeni kızlarının saçlarından 25 metre uzunluğunda kalın bir ip örüp Feyzi’ye hediye yollarlar.
Diyarbakır’da 300 Ermeni aileden fazlası Müslümanlaştırılmıştır. Müftü İbrahim bu işlemler sonucunda büyük bir servet kazanmıştır. Ancak İslama geçen bu aileler birkaç hafta sonra tehcir konvoylarına katılacaklardır. 1 yaşından 3 yaşına kadar yaklaşık 400 çocuk ilk dönemde toplanmış ve çeşitli kuruluşlara özellikle Protestan okuluna yerleştirilmişlerdir. Bu çocuklar İttihad’ın ilkelerine göre eğitme projesi sadece bir yıl yürürlükte kalmış sonbaharda iki kafile ile yola çıkarılarak, ilk kafile Dicle üzerindeki eski köprüden nehre atılmış, ikinci kafile şehirden bir buçuk saat mesafedeki Karabaş’a nakledilerek köpeklere yem edilmeden önce yukarıdan aşağı kılıçla parçalanmışlardır.
Nogales 25 Haziran civarında Diyarbakır’dan geçtiğinde çarşı ıssızdır: Ermenilerin yok edilmesinden sonra, Diyarbakır çarşılarında işler durmuştu. Halı, deri, ipekli ve yünlülerin satıldığı yerlerde kimsecikler yoktu.[26]
Ermeni malları talanı başlamıştır. Valinin başkanlığında kurulan bir özel komisyon bu talanı organize etmektedir. Komisyonda, Nebizade Hacı Said, Musullu Mehmed, Eski polis müdürü Harputlu Hüseyin, vilayet defterdarı Ferit, Müzftizade Şeref, Savcı Numan Bey ve Okul Müdürü Necmi.
Ermeni katliamlarına katılan sadece TM ve örgütlenen aşiretler ve milis güçleri değildir. Osmanlı tarafından örgütlensin yada kendiliğinden olsun Reaya Kürtlerin katılımı neredeyse kitleseldir. “Hayret edilecek bir gerçekte 1915 Nisan Jenocidinde Reaya Kürtlerin, aşiretlerden daha kötü rol oynamalarıdır. Osmanlı idaresi aşiretlerden şüphe ettiği için reaya Kürtleri sahneye çıkarıp, kısa vadeli jandarma olarak görevlendirip silahlandırarak, kendilerine Ermenileri kırmalarına ve bırakılmış olan mülkleriyle zenginleşmelerine izin verilmiştir. Osmanlı idaresinin kendilerine verdiği bu yetkiden şımaran reaya Kürtler, Ermenilerin başına tam bir bela kesilerek, son derece insafsız davranışlarda bulunmuşlardır. Ve hatta şu veya bu aşiretin yanına sığınmış olan Ermenileri de Osmanlı makamlarına ihbar etmişlerdir.”[27] Bunu fakirlik, bilinçsizlik ve dinsel fanatizm ile açıklamak mümkün.
Teşkilat-ı mahsusa grubu komutanı Yasinzade Şevki ve jandarma kumandanı binbaşı Rüşdi de Ermeni evlerinin talanına katılmaktadırlar. Feyzi’nin yeğeni ve Ziya Gökalp’ın kuzeni Prinççizade Sıtkı da bunlardan ayrı değildir. Altın, gümüş ve değerli eşyalar onlarındı. Taşınabilir mallar Aziz Guiragos Kilisesine ve yakınındaki evlerde depolanır daha sonra düşük fiyatlarla mezata konacaktır. Gayrimenkuller ise özellikle Türklere verilecektir. Diyarbakır’daki Soykırıma katılanların Asena, Uluğ, Sünkitay… gibi öztürkçe ve anlamlı soyad almaları bundan olsa gerektir. En zengin evler yerel Jön Türklere düşer.
-Kazazian’larınki Binbaşı Rüşdi’ye
-Minasyan’ların ki Bedreddin’e
-Tırpancıyan’ların ki de Veli Necdet Beye düşer.
Bireysel zenginleşmeler şüphesiz çoktur ancak, Dr. Reşid İstanbul’a 20 araba değerli eşya yollamış ve mezatlardan elde edilen serveti de İttihadçıların şebekesine yatırmıştır. Dr. Reşit 1916’da kendisine karşı aşırı zenginleşme suçlamasından da kolay sıyrılmıştır.
Ermeni mallarının yağmasını Dr. Reşit de doğrulamaktadır. Reşid’in savunması şaka gibidir: “Haneler birbirlerine bitişik olduğundan boşanan hanelere damlardan girilib eşya-yı mevcûde aşırılıyor ve bunun mcn’i için ittihaz olunan en şedid tedâbir bile tesir gösteremiyordu…Böyle mütcşcttil hanelerde kalan eşyanın muhafazası için kâfi kuvve-i zabıta mefkud ve muhafız milis efradı hırsızlıkda ahâliden geri kalmamakda idi… Çarşıda dükkân delip eşya çalmak ve soymak gibi hâdiseler… Mamafih gayret ve tedbirimize rağmen eşyanın ziya’ ve sirkati men olunamamış meni de gayr-ı mümkündü… Yolda beraber götürülen nükud ve eşyanın zayiata ve yedd-i iğtinama geçmiş olmasına gelince; o saf ve ahlâkları malûm olan muhafızların ahvâl ve tabiatları mezkûr ahâli ve aşâyirin fırsatdan istifade etdikleri muhtemeldir… Maatteessüf fırsatdan istifadeye kalkışanlar yalnız avam tabakasından üç beş kişiden ibaret değildi. Köylerdeki zahire ve hayvanları filan Ermeni ortağım idi, yahud filan tarihinde bana satmışdı veya ben emânet bırakmışdım. diyerek zabt etmeye kalkışanlar arasında oranın en yüksek tabakasından zevat vardı. Mesela vilâyetin en eski ve en maruf müleneffizânından Cemilpaşazâde Fuad Bey (ki belediye reisliğinden azl etmişdim) bir çok emval ve eşyaya vaz-ı yed etmek için akla gelmez dolaplar çeviriyordu.[28]
Ermeni malları hiyerarşik ve sistematik olarak yağma edilmektedir: “Muş’ta sürgün emri duyulur duyulmaz daha sürgün edilmeleri bile beklenmeden evler basılıp ne bulunmuşsa talan edilmişti… Trabzon’da sürgüne gönderilenlerin mallarını satmaları yasaktı[29]… Emval-i Metruke Komisyonları Urfa örneğinde olduğu gibi bir zenginleşme aracı haline gelmişti. Komisyonlar peş peşe değişiyor, hepsi de zenginleşiyorlardı. Harput’ta mal ve mülklere el koyma ayrıcalığı hiyerarşik bir hal almıştı. Vali, merkezi idare, yerel idare, parti yetkilileri ve nihayet partiye yakın olmak gibi kriterlerle evlerin, dükkânların, değerli eşyaların komik fiyatlarla kendi kontrollerine geçirilmesi mümkün oluyordu.”[30]
Dr. Reşid Dahiliye vekaletine 15 Eylül 1915’te yolladığı raporda Vilayetinden 120 bin Ermeninin tehcir edildiğini söyler. Bu rakam vilayetteki Ermeni sayısından fazladır. Vali sadece Ermenileri değil vilayetteki diğer Hıristiyanları da ölüm yoluna çıkarmış olduğundan bahsediyor olabilir. Zira bu bölgede idari makamlar Süryani Ortodoks, Keldani ve Ermeni arasında ayırım yapmamışlardır.
Dr. Reşid’in Soykırım etkinliği çevrede bilinmektedir. 19 Ekim 1915’te Mardin’den Jön Türk bir hakim Kurban Bayramı münasebetiyle ona bir tebrik telgrafı yollar. Bu telgraf tasfiye programının sona erdiğini belgeler.
Halide Edip’in deyimiyle Altı vilayet kurtarılmış Türkistan ve Kafkasya yolu açılmıştır!
Diyarbakır’ın kazalarında ve diğer yerleşim bölgelerindeki Ermenileri de eyalet Başkentindekine benzer akıbet beklemektedir.
Viranşehir
Bu ilçede Ermeni varlığı 1339 Ermeni ile sınırlıdır. Bir o kadar da çeşitli mezheplerden Süryani mevcuttur. Hıristiyanlar özellikle zanaatkar ve tüccar olup ender olarak oralıdırlar.
İlçede ilk olaylar 1 ve 2 mayıs günlerinde Ermeni ve Süryani Katolik kiliselerdeki aramalarla başlar. Kaymakam İbrahim Halil 2 Mayıs’ta azledilip yerine Cemal Bey[31] getirilir. Bu tarihten itibaren diğer yerlerde olduğu gibi olaylar birbirini takip eder. 13 Mayıs’ta Ermeni ileri gelenleri ile Süryani Katolikler tutuklanarak ihtilalci bir komiteye üye olmakla suçlanırlar. 18 Mayıs’ta ikinci gurup tutuklama gerçekleşir. İlk gurup 28 mayısta infaz edilirler. 7 Haziranda 7 yaşından 70 yaşına kadar 470 erkek tutuklanarak , 11 haziran şafağı Hafdemari adlı yakın köye götürülüp infaz edilirler. Aynı gün toplanan bir kısım Ermeni daha yöredeki mağaralarda infaz edilir. 16 haziranda kadınlardan oluşan bir kafile de aynı akıbete uğrar. 16 Haziranda Ras ül Ayna çıkarılan son konvoydan ancak birkaç kişi oraya varabilmiştir.
Operasyonları Reşid’in görevlendirdiği Diyarbakır Divan-i harpten Tevfik Bey yürütür. Tevfik Bey sonrasında Derik’te devam edecektir.
Yöre Süryanileri ise uygulanan yöntem farklıdır. Süryanilerin mal ve mülkleri ellerinden alındıktan sonra Mardin’e doğru yola çıkarılırlar. İnfaz edilmezler lakin hiçbir kaynakları olmadan kaderlerine terk edileceklerdir. Raymond Kevorkian, Diyarbakır bölgesini kalan son Hıristiyanlardan temizlemek ve onları Hat Altına, Fransız suriyesi’ne doğru püskürtmek[32] için Bu yöntem 1923 ten sonra Kemalistler tarafından da kullanılacaktır[33] dese de bu yöntem İttihad’ın ardılı Kemalistlerce başından itibaren kullanıldığının bir çok tanığı mevcuttur.[34]
Siverek
İlçede, Savaş öncesinde merkez ilçe ahalisinin %50’sine tekabül eden 5450 Ermeni yaşamaktadır. İlçedeki 7 yerleşim bölgesinde de (Karabahçe, Çatak, Mezre, Simag, Harbi, Gori ve Oşin) toplam 3825 Ermeni yaşamaktadır.
İlçe Kaymakamı İhsan[35], 1 mayıs 1914’ten 3 Kasım 1916’ya kadar tasfiye operasyonlarında çok önemli rol oynar. Soykırım Yüzbaşı Şevket’in komutasındaki TM birliklerince gerçekleştirilmiş, pek çok çete reisi destek vermiştir; Ahmet Çavuş, Bıçakçı Mehmet Çavuş, Bıçakçı kör Ömer Ağa, Hacı Tellal, Hacı onbaşı lakaplı Hakimoğlu.
Tabiidir ki Aşiret reisleri de katliam ve Ermeni malları talanına katılmışlardır; Ramazan Ağa, Kadir ağa, Kalpoğlu.
Ayrıca şehrin ileri gelenleri; Acemoğlu Hacı Vesil, Siverek müftüsü, Terzi Osman, Osmanoğlu Abo Kasnoğlu Zilo, İbrahim Haliloğlu Mahmut.
Siverek’teki katliamlarla ilgili en önemli tanık Faiz el Guseyin’dir. Guseyin Temmuz 1915’te Urfa Siverek arasındaki yolda yerlerdeki cesetlerden bahseder. Daha sonra Diyarbakır yolundaki Ermeni kalıntılarını anlatır. Cesetler özellikle kadın ve çocuklara aittir. Mayıs 1915’te Erkeklerin tehciri ardından kadın ve çocuklar tehcir edilmişlerdir. Kurtulabilenlerin çok azı Urfa ve Halep’e varabilmiştir.
Derik
Derik’te 1782 Ermeni yaşamaktadır. 1250’si merkezde kalanı da merkeze yarım saatlik mesafede bulunan Bayraklı (Ermenice Bayrouk). Kaymakam Raşid Bey Merkezden yazılı emir istediği için azledilmiş ve Dr. Reşid’in emri ile Diyarbakır yolunda infaz edilmiştir. Ölümünü Derik Ermenilerinin üstüne atılır ve bu bahane ile Diyarbakır Divan-i Harp üyesi Tevfik Bey Viranşehir’deki işlerini bitirdiğinden Derik’e gelir. Önce Erkekler 20-30 haziran aralığında arkasından da kadın ve çocuklar katledilir. Din adamları 27 haziran’da şehir meydanında asılarak idam edilirler. Yeni kaymakam Hamdi Bey’e katliamların bittiği gün 30 Haziran’da işe başlatılır.
Beşiri-Çermik-Silvan Kazaları
100 Ermeni köyü Kürtçe konuşan Silvan ve Beşiri kırsal kazalarında sıra ile 5038 ve 13824 Ermeni yaşamaktadır. Sasun’a komşu olduğundan ilk saldırıya uğrayan yerleşim yerleridir. Mayıs ayında idari makamlar Belek, Bekran ve Şego gibi Kürt Aşiretlerini çağırarak Sasun ile birlikte Silvan ve Beşiri’deki sivil Ermeni halka saldırtmışlardır. Kürtlerin yaptığı bu katliamlarda çok kurban vermelerine rağmen bu yöredeki binlerce Ermeni Sasun’a sığınmışlarsa da orada Ağustos’ta Sasunluların akibetine uğramışlardır.
Beşiri kaymakamı Bağdatlı Naci Bey de Reşid’in kurbanları arasındadır. 20 haziran tarihinde Ermenilerin tasfiyesinden sonra yeni kaymakam tayin edilmiştir.
Lice
1914’te Ermenilerin yarısına yakını Lice Merkezde yaşardı. 32 köye dağılmıştır. Toplam Ermeni nüfusu 5980 dir. Lice’de de Ermeni katliamlarına karşı çıkan kaymakam Hüseyin Nesimi Dr. Reşid’in emri ile katledilmiştir.
Burada da operasyonlar alışılmış şekilde seyreder. Önce silah saklanmış bahanesi ile evler aranarak ileri gelenler tutuklanıp mağaralarda katledilirler.
Argana (Ergani) Sancağı
Savaş öncesinde Ergani Maden Sancağında 50 kadar yerleşim yerine dağılmış 38.430 Ermeni yaşamaktadır. Tarıma elverişli alanları ve Bakır madeni ile zengin bu yörede diclenin kıyısında 3300 Ermeninnin yaşadığı merkez yer alıdı.
Savaş döneminde ki ilk Mutasarrıfı Dikran Bey [36] 28 Ekimde görevinden alınır. Yerine atanan Nazmi Bey[37] bölgedeki Ermeni tasfiyesini düzenler ve uygulatır.
Merkez ve 10 kazanın Ermenileri (10.559 kişi) 1915’in temmuzunda katledilirler. Çüngüş halkı ile birlikte Yudan Dere denilen yerde öldürülmüşlerdir. Gölcük’te bir şahit kurtulabilmiştir. 4 haziran akşamı Müdir Beyzade Ali tarafından Harput’tan getirilmiş 70 milis tarafından çepeçevre sarılır ve 16 yaşından büyük tüm erkek nüfus tutklanarak bir ahıra kapatılıp sistematik işkenceden geçirilirler. Amaç gizledikleri silahları itiraf ettirmektir. Tutklanan tüm erkekler milisler tarafından bilinmeyen bir yöne götürülürler. 7 temmuz günü tehciri düzenleyen memurlar, türk çeteler ve Kürtler eşliğinde Gölcük’e gelirler. Ev ve muhacirler sayılırarak tüm mallara el konur. Onlara Halep’e nakledilecekleri söylenir. Halil ağa ve oğulları Mehmed ve Abdullah adamları ile beraber bu operasyonların başlıca yöneticileridir. İlk kafile 70 kadar aileden oluşur ve doğuya gölün kıyısını takip ederek gider. Kalan 30 aileyi kapsayan ikinci kafile 9 Temmuz günü yola çıkarılır. Vilayet emrine göre 12 yaşından küçük erkek çocuklarının evlat edinilme izni çıkmıştır. Kadınlarda yaş sınırlaması yoktur. Ancak anında İslamı kabul etmeli ve yabancı ülkede özellikle ABD’de ailesi olmamalıdır. Alışılmış evlat edinme kuralları uygulanır. Bir memur yeni müminleri kaydeder.
Gölcük kuzeyden güneye bir geçit yeridir. Ermeni sürgünler bu geçitten sağ olarak çıkamamışlardır. Tanıklıklar, gölün güney kıyısının büyük bir insan mezbahası olduğunu naklederler. Harputtan ve Mamurret ül Aziz vilayetinden gönderilen sürgünlerin orada katledilmişlerdir.
Çermik
1914’te üç yerleşim yerinde Ermeniler mevcuttur. Çermik’te yaklaşık 2000, bugünkü Çüngüş bölgesinde Fırat vadisine hakim kayalık platoda 10 binden fazla Ermeni yaşamaktadır. Bu ıssız bölgeden tehcir edilenlerin izi bulunmaz. Çüngüş’ten bir tanık vardır: Karnig Kevorkian. Çüngüş’te seferberlik ile bedel ödemiş olanlar dahil 18 yaşından 45 yaşına kadar bütün erkekler toplanıp götürülür. Şehrin ticaret merkezi olan dericiler, dabağhaneler müsadereden enkaza dönmüş, taşımacılar hayvanlarını kaybetmiş ama, 1915 Haziranına kadar hiçbir olağanüstü olay Çüngüş’ün sakin havasını bozmamış.
Maden’li bir Rum olan müdir Karalambos’un görevden alınması ile (müdür 1909 dan beri görevdedir) anti-Ermeni tezahüratlar hemen başlar. Rum müdir Ermenilerin evlerinde arama yapmayı reddedince Dr. Reşid onu azleder ve yerine adamını tayin eder. Bir sabah 12 süvari kapısının önünde Müdiri bekler ve alıp götürür. 1 temmuz 1915’te yeni müdir Faik geldiğinde ermeni evlerinin sistematik araması başlar. Başta din büyüğü Yeğiya Kazancıyan olmak üzere Protestan rahip Khaçadurian ve Katolik rahip Nakaşyan tutuklanır. Nakaşyan Diyarbakır’a sevk edilip daha sonra infaz edilirken diğer tutuklular Çüngüş hapihanesinde işkencede can verirler. Tutuklama sırası Ermeni ileri gelenlerine gelir. Tutuklanarak Maden’e götürülürler. 40 kişi de devrimci olmakla suçlanarak Diyarbakır Divan-i Harbi Örfi’ye gönderilmek üzere sekleri gerçekleşir. Kalan erkekler program dahilinde yok edildikten sonra sıra kadınlara ve çocuklara gelecektir. Şehrin doğusunda iki saatlik mesafede Yudan Dere uçurumuna götürülürler. Burada Maden’den çıkarılanlarla birlikte Çerkes jandarmalar beklemektaydi. Bunlar Diyarbakır’dan gönderilmiş Teşkilat-ı mahsusa çeteleriydiler ve muhtemelen jandarma kıyafeti giydirilmişlerdi. Çeteler Yudan Dere uçurumunun tepesinde görevdeler: önce erkekler küçük gruplar halinde bağlanıp onar onar cellatların kılıçları ve baltaları ile doğranarak uçuruma atılırlar. Kadınlara uygulanan yöntem de aynıdır. Üstleri aranır soyulur öyle öldürülürler. Bazı kadınlar kendileri atlamayı tercih eder.
Palu
1914’te 37 Ermeni yerleşim yeri ve 15.753 Ermeni nüfusunu barındırmaktadır. Palu merkezinin Ermeni nüfusu 5250 dir. Diğer yerlerde olduğu gibi genel seferberlik ilanı ile bölge yaşam gücünü kaybetmiştir. Asker alımlarında bir kısmı Kafkas, bir kısmı da Filistin cephesine gönderilir. Bedel ödeyenlerden birkaç istisna askerlikten kurtulur. 1915 baharına kadar kayda değer tek olay askeri aramalarda uygulanan şiddettir. Şubat sonundan itibaren yeni asker alınan gençler amele taburlarına naklolur. Aynı dönemde Palu’da görevli iki jandarmanın nedensiz azli dikkat çeker. Ancak bu pek dikkat çekmez çünkü ülkede Müslüman olmayanların silah taşıması pek alışılmış bir şey değildir.
Olaylar 1915 Nisanında eczacı Karekin küreciyan’ın tutuklanarak Diyarbakır’a gönderilmesi ile başlar. Ardından Hınçak üyesi iki kardeş Hamparsum ve Mıgırdıç Kozigiyan’ın tutuklanması gelir. Her yerde olduğu gibi silah aramaları bahanesi ile evlerin basılması emri kaymakam ve aynı zamanda İttihad Kulübü başkanı da olan Kadri[38] tarafından verilmiştir. Görevlendirilen iki Kürt aşiret reisi Haşim ve Teyfeş Beg’ler tarafından 36 Ermeni köyünde harekete geçerler. İlk önce 1648 Ermeni nüfuslu Havav Köyü saldırıya uğrar. Saldırılarda Palu belediye reisinin yönettiği 150 kişilik çete de işbaşındadır. 70 Ermeni önder tutuklanarak Palu’da Hapsedilirken Tehcir de başlar. 200 kişilik İlk kafile Konak Dere yakınlarındaki boğazda Teyfeş Beg’in çeteleri tarafından öldürülerek suya atılır. Ermeni köylerinin birbirleriyle bağlantısı kesilerek Haziran başında İbrahim, Tuşdi ve Teyfeş Beglerin çeteleri köylere saldırılarına başlarlar. Erkekler soyularak Fırat kenarında kurşuna dizilerek suya atılırlar. Til adlı yerleşim yerinde bir değirmencinin hayatı un ihtiyacı için bağışlanmıştır.
Merkezde Palu hapishanesi şehirden toplanan insanlarla doludur. Bu insanlar şehrin çıkışındaki sekiz kemerli ortaçağdan kalma köprü üzerinde infaz edilirler. İnfaz çetelerine kaymakam Kadri komutasındadır, orada üç insan mezbahası oluşturulmuştur. Kadri bey de cinayetlere bizzat katılarak adamlarını Gövde milletin kelle devletin sözleriyle gayretlendirmektedir. Palunun tüm erkekleri burada can verir. Katliamlar Kiğı kasabasından sürgün edilenlere (10.000) de izlettirilir. Köprüdeki insan kasapları şunlardır: Zeynalzade Mustafa ve oğulları Hasan ve Hüsnü, Norpertli Mehmet Çavuş, Şeyhzade Hafız, Süleyman Bey, Said Bey, Kazım Ali Mustafa Ağa, Musrumli Karaman, Reşid.
Köylerdeki kadın ve çocuklar Palu merkeze nakledilerek Aziz Grégoire kilisesinin avlusuna kapatılır. Temmuz başında çocuklar Fırat’a atılarak öldürülürken kadınlar Maden-Siverek-Urfa Bilecik yolu ile ölüm yoluna çıkarılır.
Mardin Sancağında Katliamlar ve Tehcir
1914 yılında, Mardin 12.609 Yakubi [Süryani Ortodoks], 7692 Ermeni ve hemen hemen de tümü Arapça konuşanı, barındırmaktadır. Cephe ile alakası olmayan bu bölgeden gayretli bir şekilde asker toplanır ve tekalifi harbiye marifetiyle de Hıristiyanlar’ın ekonomik gücü kırılmaya ve tüketilmeye çalışılır. Bu sırada idari görevlerde bulunan gayrimüslimler görevlerinden azledilirler. Bu gelişmeler Hıristiyanları derin endişelere sevk eder. Hırıstiyan ahalinin endişelerini gidermek ve olağanüstü bir durumun olmadığını göstermek amacıyla İttihad bir hileye başvurur. Sultandan, Ermeni Başpiskopos İğnatiyos Maloyan’ı liyakat nişanı ile onurlandırmaya karar verir. 20 Nisanda madalya teslim töreni düzenlenir. Ancak bu uygulama Hıristiyanlar’ın endişelerini gidermez. Bu arada Müslümanlar arasında gizli toplantılar düzenlenmektedir. Başpiskopos Maloyan’da kendisinin alet edildiği bu liyakat madalyası hilesine aldanmaz, gelecekte olanları sezmektedir ve 1 Mayıs’ta vasiyetini hazırlar. Bu da idari makamların ona gösterdiği itibara aldanmadığının ve daha kötüsünü beklediğini anlatır. Maloyan’ın endişelerinin boş olmadığı görülecek ve Ermenilere karşı olayların ve tutuklamaların başlangıcında 3 Haziran günü tutuklanacaktır.
Mardin’deki Soykırım Dr. Reşit tarafından [planlanmış] inceden inceye düşünülmüş bir operasyondur. Dr. Reşit Mardin sancağında katliamları garantiye almak için Mardin mutasarrıfı Hilmi Bey’i 25 Mayıs’ta azleder, yerine gelen Şefik Bey’de bir ay içinde azledilecek ve yerine Dr. Reşit güvenli adamı olan İbrahim Bedreddin’i geçici olarak tayin edecektir. Tasfiye planını garantiye almak için Adana’dan Diyarbakır’a tekrar getirdiği Gevranizade Memduh’u da Bedri Bey’le birlikte Mardin’e gönderir.
Dr. Reşit’in bu atamalarının yanında Mebus Prinççizade Feyzi de katliamın alt yapısını hazırlamaktadır. 15 Mayıs’ta Mardin İttihad ileri gelenleriyle gizli bir toplantı yaparak ayrıntılar kararlaştırılır. İttihad’ın Mardin murahhası ağır ceza reisi Halil Edip katliam müfrezelerinin (El-Xamsin / ellilik milis) oluşturulması ile görevlendirilerek, katliamın alt yapısı hazırlanarak Teşkilat-ı Mahsusa çetelerine bağlı müfrezeler oluşturulur. Bu teşkilatın en önemli yerel üyeleri: Kasap Abdülrahman, Muhammed Hubaş, Abdülrezzak Çelebi, Abdullah Hıdır, Şeyh Muhammed Ali Ensari, Şeyh Tahir Ensari (Mardin hapishane müdürü), Şeyh Nuri Ensari
İnfaz komitesi; Jandarma Komutanı Abdülkadir Bey ve yardımcıları, Faik Bey ve Harun Bey, Necip Çelebi – vergi tahsildarı, Hıdır Çelebi[39] (Gönüllüzade) – Mardin belediye başkanı, Abdülkerim Bey-tehcir komitesi müdürü ve Memduh Bey’in yardımcısı, Mardin müftüsü Hüseyin, Osman Bey
Bitlisli Nuri ve onun oğlu Yusuf Çavuş, Muhammed Ali, Muhammed Raci, Abdullah Asad Efendi, Hacı Asad efendi, Haci Karmo
Aşiret reisleri: Abdülrahman Kavvas[40], Abdülrezzak Şahtana, Davut Şahtana, Musa Şahtana, Faris Çelebi, Daşi aşireti reisi Ahmet Ağa. Diğerleri şunlardır: Şevket Bey, maliyeden Muhammed Bey, Derviş Gürciye, Abdülkerim Faşux, Abde Çelebi’nin oğlu Kasım, Şeyh Tevfik Ensari, Dr Rıfat, maliyeden Hüseyin Beyi’n oğlu Mustafa, Necim Efendi, Şeyh Musa Kalav, Haci Ahmed Ağa Serakçi, Numan Nemes, Daşi Ağası Hamda’nın oğlu Numan, Davud Bey’in oğlu Ahmet, Şeyh Hamid’in oğlu Şeyh Ata, Mişkevi aşiretinden Davud Ağa, Mendelkeni aşiretinden Davud Ağa, Hammo Yunus’un oğlu Asad, İshak ve Yahya Hulusi, Kaddur Bey, Haci Abdülhalim Bey, Hacci Abdülrezzak Kantarcı, Hacci Abdülkadir Paşa, Ahmed Nazo, Haci Zeki, Haci Gözeler’den Tahir ve kardeşleri, Muhammed Gebuşo, Aliko ve daha başkaları.
Katliam için alt yapının hazırlanması ve görev dağılımından sonra sıra Ermeniler’in suçlanabileceği kanıtların bulunması ve eyleme geçilmesine sıra gelmiştir.
İttihat ve Terakki ve yerel işbirlikçileri tarafından Ermenileri suçlayacak kanıtlar yaratabilmek için Haziran ayı boyunca Hıristiyan evlerinde olmayan silahlar aranır. Hıristiyanları suçlayacak senaryolar hazırlanır. Bunlardan birinde Milisler kilisenin yakınını silah gömüyorlardı diyebilmek için kazarken suçüstü yakalandılar. Muhammed Farah isimli bir Kürd’ün arazisinde aranan silahlar bulunarak fotoğraflanır. Ancak bütün bunlar senaryonun bir parçasıdır.
Arkasından din adamları ve ileri gelenlerin tutuklanabilmesi için Ermeni Katolik Kilisesinde saklanmış 25 tüfek ve 5 bomba bulunduğu sahte nakil kağıdı düzenlenerek iddia edilir. Fotoğraflanan tüm silahlara dikkatli bakıldığında bunların birkaç av tüfeği ve sadece ordunun elinde olan silahlar olduğu görülmesine rağmen Ermenileri suçlayacak kanıtlar elde edilmiştir. Bu iki kanıt Ermenileri mahvetmeye yeterlidir. Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.
Artık Ermeniler için sonun başlangıcı gelmektedir. Mardin’den çıkış yasaklanır. Önce din görevlileri, arkasından toplumun önderleri tutuklanarak Ermeni halkı başsız bırakılacak, önderlerin yok edilmesinin ardından kalanların soyularak yok edilmesi kolaydır. Memduh Bey tarafından kalan kadınlar tek tek soyulacak, elinde avucundaki her şey alınacak, ellerinde alınacak şey kalmayınca Mardin’de esir pazarı kurularak satışa çıkarılacaklar, diğerleri ise ölüme yollanacaklardır.
Mardin’de İttihat ve Terakki’nin yerel işbirlikçileriyle birlikte yaptıkları Ermeniler’in soykırıma uğratılması operasyonu, aynı zamanda bir rejimin yarattığı psikolojik ortamın, dini önyargılar ve cehalete dayanarak toplumun yönlendirilmesiyle, yüzyıllardır birlikte yaşadığı komşularını tümden nasıl yok edebildiğinin eşsiz örneğidir.
[1] Ermeniler ve Müslümanlar arasındaki ilişkiler ise 1895’ten beri pek fazla düzelmemiştir. Türkler uzun zamandan beri, Diyarbakır’daki Ermeniler´in ekonomisini yıkmayı amaçlamaktaydılar. 1910’da Jön Türkler´in de önderliğinde kurulmuş “Türk Rönesansı”, Müslümanları toparlayan kuruluştu ve vilayette ihracat ve ithalatı ele geçirmeye çalışmış ama başarılı olamamıştı.
[2] Feyzi Pirinççioğlu , 1878 (1294)’de Diyarbakır’da doğdu. Eşraftan Osmanlı Meclisi Mebusan’m I. dönem Diyarbakır milletvekili Pirinççizade Arif Bey’in oğludur. İlk ve orta öğrenimini Diyarbakır Askeri Rüştiyesi ve İdadisinde tamamladıktan sonra bir süre Mülkî İdarede görev yaptı. Sonra tarım ve ticaretle meşgul oldu. Meşrutiyetin ilanından sonra (1908) açılan Meclisi Mebusan’m I. döneminde Diyarbakır’dan milletvekili seçilen babası Arif Bey’in ölümü üzerine boşalan milletvekilliğine 6 Mayıs 1909’da seçilerek 10 Haziran’da Meclise katıldı. Meclisteki yerini II. ve III. dönemlerde yeniden seçilerek korudu. Mütarekeden sonra arkadaşı milletvekili Zülfi (Tiğrel) ile birlikte Ermeni kırımı ile ilgili oldukları ve propaganda yaptıkları savı ile 15 Ocak 1919’da İngilizler tarafından tutuklanarak Mısır’a gönderildi. Seydibeşir kampında bir süre tutuklu kaldıktan sonra 23 Temmuz 1919’da Malta Adası’na sürüldü. Meclisi Mebusan’m son dönemi için 14 Ocak 1920’de yapılan seçimde yine Diyarbakır milletvekili oldu. Ancak sürgünde bulunduğu için katılamadı. 6 Eylül 1922’de Ali İhsan Paşa, Kara Kemal ve bir kısım valilerin de bulunduğu 16 kişilik grup içinde Malta’dan kaçmayı başardı. Ankara’ya geldi ve 2 Ocak 1922’de Diyarbakır milletvekili olarak TBMM Genel Kuruluna takdim edildi. 14 Ocak 1922’de Nafia Vekilliğine getirildi. 4 Eylül 1922’de vekâletten istifa ettiyse de aynı gün yeniden seçildi. 12 Kasım 1922’de Türkiye-Rusya Ticaret ve Konsolosluk Antlaşmasının akdine memur edilen Heyet Başkanı olarak görevlendirildi. II. dönemde yeniden Diyarbakır milletvekili oldu. Genel Seçim nedeni ile Ali Fethi Bey Başkanlığında 14 Ağustos 1923’te kurulan İcra Vekilleri Heyetinde Nafıa Vekili oldu. Bu görevi 30 Ekim 1923’teki ilk Cumhuriyet Kabinesinin kuruluşuna kadar sürdürdü. Bir ara Sıhhiye vekiline vekillik etti. Ali Fethi Bey’in 22 Kasım 1924’te kurduğu kabinede tekrar Nafıa Vekilliğine getirildi. 2 Mart 1925’te kabinenin istifası ile görevi son buldu. Milletvekilliği bu dönemde sona erince Diyarbakır’da işine döndü.
17 Şubat 1933’te öldü. Evli olup yedi çocuk babası idi. Aile (Pirinççioğlu) soyadını almış olup oğlu Vefik Pirinççioğlu (1909-1984) XII. Dönem Diyarbakır Milletvekili olarak parlamentoda bulunmuş, İnönü’nün restorasyon hükümetinde bakanlık görevindedir.
[3] Seferberlik emri Diyarbakır Jön Türkler’ine Ermenilere ait mallara ordu için el koyma fırsatı verir. Jön Türkler çarşıda talan yapıp Ermeni dükkânlarını kundaklamayı tasarlamaktaydılar. Bu çarşı, bakır ve altın işçiliği yapan zanaatkârlar, ipekli, pamuklu kumaş satıcıları, dericiler, halıcılar ve el işlemecileri ile ünlüydü. Ancak bu projeyi gerçekleştirmek için istifa eden vali Cemal Bey’in gitmesini beklemekteydiler.
19 Ağustos’ta İttihat ve Terakki Partisi’nden gelen direktifler uyarınca çarşı kundaklanır. Ermeni tüccarlar yangınla mücadele etmeye çalışırlar, mallarını kurtarmak isterler ama Türk polis ve jandarmalar onlara engel olur. Yangın 1080 dükkân, 3 kervansaray, 13 fırın, 4 marangozhaneyi kül eder. Hamamlar ve daha birçok bina zarar görür. Fransız ve İngiliz konsolosları ve tüccarların verdiği sayılara göre zarar ziyan yarım milyon Türk lirası kadardır. Bu mallar sadece Ermenilere aitti. Sadece 60 tane Türklere ait dükkân yanmıştı. Ama sahipleri önceden tedbir alıp içini boşaltmışlardı. Şahitlere göre bu yangın Diyarbakır polis komiseri Gevranizade Memduh [Memduh Güran] ve İntibah şirketi başkanı Pirinççizade feyzi tarafından programlanmıştır. Bu yangından atar Hakkı ve Cercis ağazade Kör Yusuf da sorumludur.
[4] Kentin ve çevrenin Ermenileri de diğer Osmanlı vatandaşları gibi gelip orduya katılmaktaydılar. Ancak kayıtlar gecikmekte ve köylüler sefil hanlarda, tüm paralarını tüketerek beklemekteydiler.
[5] Van Mebusu Vahan Papazyan anılarında Van’a Enver’in eniştesinin tayini ve sonrasında olaylar ile Diyarbakır’a Dr. Reşit sonrası olaylar benzerlikten öte çakışırlar. Bu da, bu atamaların merkezi bir plan çerçevesinde yapıldığının bir göstergesidir: “İttihat ve Terakki Cemiyetinin merkezi kendisine güvenilir, geçici bir vekil tayin etti. Bu güvenilir vekil Cevdet’ti… Sabık vali Tahir Paşanın liyakatsiz oğlu, ünlü “cellat” Cevdet, günün adamı olmuştu. Büyük bir olasılıkla, yukardan alınan bir emirle, İttihat ve Terakki şubelerini teşkilatlandırma göreviyle gönderilmişti ve ne kadar iğrenç, gerici, yobaz ve şüpheli şahıslar varsa hepsini İttihat adı (yaftası) altında faaliyette bulunan “kulüb”e üye kaydetti. [abç]. Onların önde gelenlerini “Meşrutiyet İdarecileri” olarak önemli görevlere tayin etti.”Vahan Papazyan, Anılarım II.cilt. Belge uluslar arası yayıcılık tarafından yayına hazırlanıyor.
[6] Bu Çerkes jandarmaları bazı kimselerin dediği gibi Diyarbekir’de suret-i mahsusada teşkil edilmiş jandarmalar, yahud tahsisatı ve kadroları jandarma alayı haricinde ücretli ve günlük efradı değildir. Bunların ekserisi orduda hususiyle balkan harbinde süvari sınıfında onbaşı ve çavuş rütbelerine nail olmuş ve hüsn-ü hizmetleri mesbuk kimselerdi. Dr. Mehmed Reşid Şahingiray Hayatı ve Hatıraları Nejdet Bilgi, akademi kitabevi 1997 s 89
[7] CHP eski mebusu Mustafa Ekinci’nin babasıdır.
[8] Van Valisi Cevdet’in de aynı adlı taburu bulunmaktadır.
Cevdet Tahir Belbez Bey Babası Tahir Paşa, aslen Arnavut olup, eski Osmanlı Van Valilerindendir. Cevdet Bey Van valisi olmadan önce Çatak Kaymakamlığı yaptı. Cevdet Bey, Enver Paşa’nın kız kardeşinin eşidir. Enver Paşa’nın eniştesi olduğu için paşa yapılmıştır. Başkale Mutasarrıflığından kasap taburu ile birlikte, önce vali yardımcısı oldu. I. Dünya Savaşı’nın başladığında Van valisi olan Hasan Tahsin Uzar, Erzurum’a tayin edilince, onun yerine yardımcısı olan Cevdet Bey getirildi. Cevdet Bey’in vali olması ile Van Ermenileri için cehennem hayatı başlar. Ermeni kurbanların ayak tabanlarına nal çakmasıyla ünlü olduğundan nalbant lakabı verilmiştir. 7 Nisan 1915’de başlayan çatışmalarda, Van’da Osmanlı Valisi Cevdet’in girişimiyle 20 bine yakın Ermeni, askerler ve Kürt çeteleri tarafından katledildi. Mayıs 1915’de Cevdet Bey, Rusların önünden Van’dan kaçarken, Siirt’e geldi, Keldani ve Ermeni başpiskoposluklarını yaktırdı. Haziran 1915 ayının ortasında Enver Paşa’nın amcası Halil ile Cevdet Bey’in birlikleri Bitlis’i kuşattılar. Halka gözdağı vermek için 20 Ermeniyi astırdılar. Ayrıca 4500 erkek tutuklanıp kurşuna dizildi. Kadın ve kızların bazıları ise yaramaz denilerek öldürüldükleri gibi geriye kalanların bir bölümü de sürgüne gönderildi. Ermeniler katliamdan kurtulmak için birçok yerde Müslüman oldular. Enver Paşa’nın kız kardeşinden boşanınca paşalık unvanı geri alındı. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Malta’ya sürgün edildi. Trabzon’daki Ermeni katliamlarının sorumlusu olarak Malta’da tutuklu bulunan Acenta Mustafa (Kırzade) ile birlikte Malta’dan firar etmiştir. Cumhuriyetten sonra İzmir’de eski İttihatçılarla ticaret yapmıştır. Dikili’deki çiftliğinde Mustafa Kemal’i ağırlamıştır. Said-i Nursi’nin öğrencilerindendir.
[9] Mazıdağı’ndan gelme bir ailedir.Torun Fevzi Kalfagil CHP mebusluğu yapmıştır
[10] Abdurrahman Şeref Uluğ, Ağustos 1923’de 2. Dönem Diyârbekir Meb’usu olarak T.B.M.M.’ne girdi. 3. Dönem’de seçilemedi. Uzun yıllar Diyârbekir’de çiftçilikle meşguloldu. Ayrıca Diyârbekir Belediyesi ve Vilâyet Umûmî Meclis A’zâlıklarında bulundu. Ekim 1933’te Diyârbekir Belediye Reisliğine getirildi. 6. Dönem’de Urfa Meb’usu olarak tekrar T.B.M.M.’ne girdi. Meb’usluğu, 7. ve 8. Dönemlerde de devam etti; Mayıs 1950’de sona erdi.
[11] Memduh Güran, Kemalist dönemde de Emniyet teşkilatında komiserlik yapmıştır. Kumara düşkündür. Bir oyunda resti görür ve kaybedince kızını verdiği söylenir. Kör olmuş ve 1930’ların sonunda ekmeğe muhtaç, sefalet içinde ölmüştür.
[12] Veli Necdet Sünkıtay, Ankara Ticaret Odası Başkanı, Milletvekili Varlık vergisine evet diyenlerden 2.6.1919-30.4.1921 Dahiliye Nazırlığı Müsteşarı 1937 tarihinde TDK’nun Diyarbakır tetkik komisyonunda yer almış, 1934-37 yıllarında ATO Yönetim Kurulu üyesi, 1937 tarihinde ise ATO Başkan olmuş, Ankara’da ticaretle uğraşmıştır. Veli Necdet (Süngütay)’ın adı, İttihat-ı Terakki Cemiyetinin Diyarbakır Şubesinin ilk kurucuları arasında geçmektedir. “Cemiyetin ilk mensupları şunlardır: Mehmet Ziya (Gökalp), Attarzade Hakkı (Tekiner), Erzurumlu Yüzbaşı Mazhar, Reji müdürü Abbas Fadıl, Mirikatibizade Ahmet Cemil (Asena), Cerciszade Yusuf (Göksu), Yasinzade Şevki (Ekinci), Özdermiroğlu Kemal Şakip, Mustafa Akif (Tüteng).Velibazade Veli Necdet (Sünkitay), Müftüzade Şeref (Uluğ), Lalizade Mustafa, Yüşbaşı Eşref”.
[13] Ömer Adil Tiğrel; Diyârbekir ilerigelenlerinden Ali Hâmid’in oğlu ve Süleyman Nazif’in kayınbiraderidir. 1887’de Diyârbekir’de doğdu. Eylül 1910’da ta’yîn edildiği Diyârbekir Vilâyeti Maiyyet Me’murluğunda stajını bitirdikten sonra, bir süre de Diyârbekir Muallim Mektebi Edebiyyât Muallimliğinde ve Diyârbekir Belediye Reisliğinde bulundukdan sonra kaymakamlığa terfi’ etdi. Eylül 1913’de Silvan, Kasım1915’de Savur, Nisan 1916’da Lice Kaymakamlıklarına; Mardin, Malatya Müstakil Mutasarrıflıklarına; 1944-1945 yıllarında 2. defa Diyarbakır Belediye Reisliğine atandı. Temmuz 1947’de emekliye ayrıldı. Diyarbakır’da Ekim 1960’da vefat etti.
[14] Zülfü Tigrel, Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı (1920) Diyarbakır azalığı yapmıştır. M. Kemal tarafından Birinci Meclis üyesi yapılır ve 1930’lu yıllarda vefat edene kadar Diyarbakır’ı temsilen Meclis’te görev alır.Diyarbakır eski senatörlerinden İhsan Hamit Tigrel‘in ağabeyidir.
[15] Tahir Direkçi, Cumhuriyet döneminde kumaş fabrikaları sahibi
[16] Rafael de Nogales, Osmanlı Ordusunda Dört Yıl (1915-1919) çev. Vedii İlmen, Yaba Y. 2008, s 116
[17] Raymond Kevorkian, Le Génocide Des Arméniens, Odile Jacob, Paris 2006 s 442
[18] Thomas Mıgırdçyan, Les Massacres Dans La Province de Dyarbekir.Caire 1919 p 27 Aktaran Kevorkian Le Génocide… 442
[19] W. Holstein’in büyükelçiliğe çektiği 10 Haziran 1915 tarihli telgrafı. J. Lepsius ermeni Soykırım Arşivi Paris 1986 Doc 78, p 93 Aktaran Kevorkian.
[20] Mustafa Hilmi, 1871’de Serez’de doğdu, 1919’da Tayin edildiği Eskişehir mutasarrıflığında hükümet konağından çıkarken 6 Ekim 1919’da kimliği belirsiz kişi tarafından kurşunlanarak öldürüldü.
[21] Mehmed Şefik, 1876’da Yanya’da doğdu, Görvli olduğu müntefik Sancağında yakalandığı tifüsten kurtulamayarak 6 Temmuz 1916 da Bağdat’ta vefat etti
[22] İbrahim Bedreddin Mütarekede tutuklanarak Bekirağa bölüğüne konur. İngilizler tarafından Malta’ya sürgün edilir. Ankara ile İngilizler’in anlaşması sonucu hakkındaki suçlamalardan yargılanmaz.
[23] Rafael de Nogales, Osmanlı Ordusunda Dört Yıl… s 113
[24] Cevdet Bey’i Cevdet bey insan biçiminde bir panterdi diye tarif eder
[25] Rafael de nogales, Osmanlı Ordusunda Dört Yıl… s 116
[26] Rafael de nogales, Osmanlı Ordusunda Dört Yıl… s 115
[27] Garo Sasuni, Kürt ulusal Hareketleri ve 15.Yy’dan Günümüze Ermeni kürt İlişkileri çevBedros Zartaryan,Memo Yetkin, Med Y.1992, s 241.
[28] Dr. Mehmed Reşid Şahingiray Hayatı ve Hatıraları Nejdet Bilgi, akademi kitabevi 1997 s 110-112
[29] Trabzon sürgünlerine bankalardaki birikimlerini de almaya fırsat bırakılmadığını Merkez Bankası kayıtlarından anlıyoruz.
[30] Recep Maraşlı, Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı, Péri Y. 2008, s 246-247
[31] Mehmed Cemal 14 Şubat 1916’da tensikata tabi tutularak emekliye sevk edilmiştir.
[32] Büyük ozan Aram Tigran’ın ailesi de bu yöntemle hat altına göçürülmüştür
[33] R. Kevorkian Le Génocides… p 448
[34] İlias Venezis Numara 31328 Esaretin Kitabı Yakında Belge uluslar arası yayıncılık yarafında yayınlanacaktır.
[35] Abdülgani; 1872 (1289 H.)’de İstanbul’da doğdu. Mayıs 1927’de Ankara’da yeniden teşkili üzerine Şûrây-ı Devlet (Danıştay) A’zâlığı’na seçildi. Bu vazifede iken Nisan 1930’da Ankara’da vefat etti.
[36] Dikran Mardirosyan, Mardiros Efendi’nin oğludur. 13 Eylül 1862 de İstanbul’da doğdu. Ermeni Mektebi’nde
orta, Mülkiye’nin İ’dâdî Kısmı’nda lise öğrenimini tamamladı. Ekim 1885’de Yüksek Kısım’dan me’zun oldu. 23 Ocak 1886’da
Ticâret ve Nâfia Nezâreti Terceme-i Fünün Kalemi Kâtibiiği’ne ta’yin edilerek Devlet hizmetine girdi. Bu dâire’nin lâğvedilmesi üzerine, Haziran 1887’de Posta ve Telgraf Nezâreti Tahrîrât-ı Ecnebiyye (= Yabancı Dil’de Yazışmalar) Kalemi Kâtibiiği’ne nakledildi. 13 Nisan 1902’de Nezâret Mesâiih-i Ecnebiyye (= Yabancıların Posta İşleri) Kalemi 1. Kâtibiiği’ne getirildi. Meşrutiyetin ilânından sonra idare mesleğine geçti. 21 Nisan 1909’da terfian Mâmuretülaziz (= Elazığ Vilâyeti) Vali Muâvinliği’ne gönderildi. 25 Ağustos 1909’da “Tensikat Kanunu” gereğince bu vazifeden açığa çıkarıldı ise de ehliyeti nazara alınarak 13 Haziran 1910’da Dedeağaç, 9 Kasım 1911 de Gümüşhane Sancakları Mutasarrıflıklarına atandı. 5 Şubat 1912’de Gümüşhane Mutasarrıflığımdan azledildi. 2 yıla yakın ma’zuliyet maaşı aldıkdan sonra, 3 Eylül 1914’de Ergani Sancağı Mutasarrıflığına gönderildi. Bu vazifede iken “18 Nisan 1330 tarihli Me’murîn-i Dâhiliyye Hakkında Muvakkat Kanun”a göre 11 Kasım 1914’de emekliye sevkedildi. Şûrây-ı Devlet (= Danıştay)’de açdığı dâvayı kazandığından emeklilik tasarrufu
kaldırıldı. 1 Mart 1919’da Karahisar-ı Şarkî Mutasarrıflığına ta’yin edildi. 12 Ekim 1919 da bu vazifeden de azledildi. Uzun süre ma’zûliyet maaşı alıp açıkda kaldıkdan sonra 1 Mayıs 1925’de T.C. Dâhiliye Vekâleti’nce emekliye sevkedildi. 1940’da İstanbul’da Yedikule Ermeni Hastahânesinde vefat etti. Evli olup Mardik ve Harutyan adlarında iki oğlu vardı.
Mardik Newyork’da Lraber adında Ermenice bir gazete çıkarıyordu. Ana dili olan Ermenice’den başka Fransızca’ya vâkıtdı. 1903’de “Gümüş Liyâkat” madalyası ile taltif edildi. 1908’de “Saniye” rütbesinin 1. Sınıfına yükseldi.
[37] Hüseyin Nazmi, 1867’de İstanbul’da doğdu. 11 Kasım 1915’de Ergani Sancakları Mutasarrıflıklarına getirildi. 6 Ekim 1916’da Ergani Mutasarrıflığından azledildi. 12 Ekim 1916’da da emekliye sevkedildi. Vefat târihi tesbît edilemedi.
[38] Mehmed Necip Kadri Üçok; 1881 Diyârbekir’de doğdu. 30 Ekim 1905’de ta’yîn edildiği Diyârbekir Vilâyeti Maiyyet Me’murluğu’nda stajını bitirip Kaymakamlığa terfi’ etdi. 4 Eylül 1912’de Palu Kazaları Kaymakamlıklarına nakledildi. Palu Kaymakamı iken ehliyet ve başarısı göz önüne alınarak Mutasarrıflığa yükseltildi. 22 Aralık 1916’dan 9 Eylül 1917’ye kadar vekâleten, 10 Eylül 1917’den 18 Nisan 1918’e kadar asaleten Mardin, 21 Nisan 1918’de Muş Sancakları Mutasarrıflıklarına getirildi. Muş Mutasarrıfı iken Diyârbekir Meb’usluğuna seçilerek 20 Nisan 1919’da görevinden ayrıldı. 16 Mart 1920’de son Osmanlı Meclis-i Meb’usan’ının İngilizler tarafından dağıtılması üzerine de Anadolu’ya geçerek T.B.M.M. 1. dönemine Diyârbekir Meb’usu olarak katıldı. 16 Eylül 1920’de idareciliği tercih edip Meb’uslukdan çekilerek idareciliği tercih etti. Van, urfa, tokat, Amasya, Eskişehir valiliklerinde bulundu. Çoruh Valiliğinden 15 Nisan 1940’da kendi isteği ile emekliye ayrıldı. Bundan sonra, uzun yıllar ücretli olarak Mâliye Vekâleti Kazanç Vergileri İ’tiraz Tedkîk Komisyonu Üyeliğinde bulundu. 29 Mayıs 1958’de vefat etti. Arabca, Farsça, Fransızca, Ermenice bildiği sicillinde yazılıdır. Palu Kaymakamı iken Dersim Isyânı’nın bastırılmasında gösterdiği başarıdan dolayı 1912’de 3. rütbeden “Mecîdî” nişanı, 1916’da “Beyaz Şeritli Harb Madalyası”, T.B.M.M. kararı gereğince de “Yeşil Şeritli İstiklâl Madalyası” ile taltif edilmiştir. Bahriye Uçok’un kayınpederidir.
[39] M. Kemal, 1917 yılında Mardin’den geçerken Belediye başkanı Hıdır Çelebi’ye misafir olacaktır
[40] Abdülrahman Kavvas, M.Kemal 1917 yılında Mardin’e geldiğinde Belediye başkanı Hıdır Çelebi’nin evinde karşılayanlar arasındadır. M. Kemal’e Samur derisinden bir kürk hediye etmiştir. Bu armağan halen Konya’daki Atatürk Müzesi’nde bulunmaktadır.
https://www.saitcetinoglu.com/diyarbakir-vilayetinde-1915-soykirimi/#_ednref20
Thomas Barrack'ın; Merkezi Monarşi Çözüm Savı ve Kürtlerde Bağımsızlık İle Otonomi Stratejisinin Dünü, Bugünü, Yarını!
'' Ne Thomas J. Barrack, ne Bozkurt Devlet Bahçeli ve onun "muteber ve makul kurucu önder" kankası Abdullah Öcalan, Kürt ulusunun bağımsızlık ve özgürlük yürüyüşünü durdurabilir. Balkanlarda durduramadıkları gibi.''
Ahmet Önal
Yeniyi görmek, tarihe sırt dönerek olmuyor. Bilakis tarih bilinci ile geçmiş, bugün ve geleceğe açılan iç ve dış dinamikleri ve gidişat daha rahat görülebiliyor.
Bu bakışla, bazı aktörlerce dün "mutlak doğru" olarak kabul edilen şeyler bugün terk edilmiş ya da geride bırakılmıştır...
Burada Kürt ulus sorunu açısından düşünürsek,
PDK eksenli hareket, kuruluşundan(1945), hedef olarak, "egemen devlet için demokrasi, Kürdistan'a özerklik" stratejisini benimsedi... Tabi bunun geçmişi, Kürt Teali Cemiyetin'de Seyid Abdulkadir'e hatta daha öncesinde, İdris’i Bitlisiyle kadar uzanır. Bu çizginin ortaya çıkışını, Moğol istilası(1240) ile tüm Asya, Doğu Avrupa ve hatta Güney Afrika halklarının uğradığı katliamlara kadar uzanır .
Çünkü MS. 1240 tarihinden önce, Kürt ulusunun toplumsal dinamikleri MÖ.1500'lerde şekillenen ulus temayüllerine göre hareket ederek geldi ..Bu ulus neolitik devrimin ve onun sonucu oluşan uygarlığın şekillendirdiği, kendini yönetmesini bilmiş bir topluluğun özgüveni ve adaleti ile bugüne vardı.
Adaletli yani bağımsızlığa ve öz savunmasını milliyetçi algı üzerinden gerçekleştirirken, katliam karşısında düşen kesim ise stratejik hedef olarak bağımsızlık hedefini "realite" adı altında çıtayı düşürerek savundu...
Bu tartışma, Ahmedê Xanî'den 1. Dünya Savaşından sonra oluşan modern örgütler içinde de devam ederek geldi. Hatta daha önceden var. Şeyh Rıza Talabani, Hacı Qadiri Koyî, Emir Ali Bedirxan, Memduh Selim, Abdurrahim Zebahi ve onların takipçileri de bağımsızlık düşüncesini/stratejisini savundu.
Bugün gelinen noktada, PDK, yaşananlardan sonra, otonomi ve federasyonun stratejisinin bölgede yürümediğini dilendirerek, ürkekçe "bağımsızlık" dedi... 2017 yılında Güney Kurdistanda "bağımsızlık referandumu" yaptı. % 93 gibi ezici bir çoğunluğu "bağımsızlık” dedi ..
Bu iradeye Amerika, Avrupa ve Yakın Doğu'daki devletlerin ekseriyeti karşı çıktı.
Şimdi vizyonsuz ve her dediği birbirini tutmayan Amerika'nın Türkiye Büyük Elçisi ve Suriye Temsilcisi Thomas J. Barrack, Doha Konferansında, "Federasyon ve Özerkliğin başarılı olmadığı, bu stratejinin Yakın ve Orta Doğu'yu Yugoslavya, Çekoslovakya vs. Balkan ülkelerine benzerliğini" dilendirerek, merkezi/üniter yönetimi benimser gibi oldu . Oysaki Balkanlarda uluslar bağımsızlıklarını ilan ederek sorunlarını çözdü, barışı sağladı ..
Bir emlak ve inşaat sektörü zengini olan Thomas J. Barrack, ulus sorunlarını Center yapma yöntemine indirgeyerek fikir yürütüyor . Sakatlık burada başlıyor.
Ancak, çözümün doğru yolu birdir... Zor da olsa bağımsızlık, Barış ve istikrarın adresidir ..
Bunu engellemek için, Bozkurt Devlet Bahçeli de kendince " Makul ve muteber kurucu önder Abdullah Öcalan"ın teslimiyeti üzerinden Kürt varlığını inkar ettirerek sürdürmeye odaklanmış.
Ne Thomas J. Barrack, ne Bozkurt Devlet Bahçeli ve onun "muteber ve makul kurucu önder" kankası Abdullah Öcalan, Kürt ulusunun bağımsızlık ve özgürlük yürüyüşünü durdurabilir. Balkanlarda durduramadıkları gibi.
Zira Thomas J. Barrack'ın bu açıklaması, Kürt siyasetini sınama ve diğer bölge devletlerinin tutumunu test etme amaçlı olduğu açığa çıkıyor...
Kaldı ki bu açıklamanın ardında 24 saat geçmemişken, Temsilciler Meclisinde Güney Kürdistan yönetimine hibe olarak bizzat verilmek üzere ayırdığı bütçeyi onayladı ve gerekçe olarak "Siyasi ve güvenlik gücü rolü üstlenmiş müttefik" olarak tanımladı. Aynı tanımı, Suriye ve QSD için de yaptı...
Sadece bu da değil, ABD, Avrupa ve farklı ülkelerde Kürt lobisinin önü açılıyor, siyaset, bürokrasi, dış ve iç işlerinde, medya ve lobi çalışmalarında önemli yerlere ve sorumluluklara yerleşiyorlar... Bu Kürtlerin sadece bölgede değil, uluslar arası arenada, uluslar arası bir sorun olarak dünya siyasetinde önemli bir yere oturtulduğunu gösteriyor.
Burada en eksik kalan yan, Kürtlerin stratejik düşünme ve birlik halinde hareket edememe marazisini tam olarak aşmamış olmalarıdır. Dünya siyasetinin bir parçası olarak kendini tanımlaması oranında, bu eksikleri giderme düşün ve kabiliyeti güçleniyor.
Daha açık ifade ile Thomas J. Barrack'ın çözüm diye ortaya attığı fikir yani "Merkezi ve monarşik" sistem, hiç bir realist yanı olmadığı gibi, sorunları kangrenleştirdiği hal, 100 yıllık yaşananlar ile sabittir... Merkezi üniter devletler, sorunları çözmek bir yana, krizlerin sebebi olarak işlev gördü !
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 77. yılında ortak açıklama
Türkiye adeta bir işkence mekânı haline geldi
Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) ve İnsan Hakları Derneği (İHD), 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü dolayısıyla ortak bir açıklama yayımladı. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabulünün 77. yılında yayımlanan metinde, küresel çaptaki insani krizlere dikkat çekilirken, Türkiye’de devam eden OHAL rejimi uygulamaları, hapishanelerdeki tecrit ve kayyım politikaları sert bir dille eleştirildi.
https://www.agos.com.tr/tr/haber/turkiye-adeta-bir-iskence-mekani-haline-geldi-38794
Talat Paşa’nın Ruhu Hala Bu Ülkede | Ahmet Altan’la O YIL: Ermeniler, 1915, Kötülük, Vicdan ve Vatan