Mezarlıkları ne zaman imara açacaksınız?
Fikret Başkaya
“Modernlik, insanların geçim araçlarına sistematik olarak yabancılaşmasından ve hayatın bekasını sağlayan doğal ortamlar ile ekosistemlerin ortadan kaldırılmasından ayrılamaz”.
Jonathan Crary
Kapitalizm, ücretli emek sömürüsü, karşılığı ödenmeyen kadın emeği ve doğa yağma ve talanıyla yol alan bir sistemdir. Sınırsız büyüme-genişleme-yayılma eğilimine ve dinamiğine sahiptir… Varlığını büyümeye borçludur. Aslında söz konusu olan da sermayenin büyümesidir… Büyüme veya yok olma ikilemiyle malûldür… Balıklar nasıl su olmadan yaşayamazsa, kapitalizm de büyümeden var olamaz…
Gerçi kapitalizm sınırsız büyüme-genişleme-yayılma dinamiğine sahiptir ama bu dünyanın kayrakları sınırlı, sonlu… Bir zaman geliyor, şimdilerde olduğu gibi sınırsız büyüme, kaynakların sınırına dayanıyor… Sermayenin büyümesi, eş zamanlı olarak sosyal kötülükleri (işsizlik, yoksulluk, sefalet, aşağılanma, etik yozlaşma…) büyütmeden, ekolojik (doğa) tahribatı derinleştirmeden mümkün olmuyor…
Neoliberal çağda kapitalizm (sermaye) büyümekte zorlandıkça, değerlenme sıkıntısı çektikçe, kamuya ait kaynakları ve müşterekleri gasp etti, ki, ona özelleştirme diyorlar… Burjuva iktisatçıları, burjuva politikaları ve bir kısım sendikacı (ki, bizde küçük bir istisna dışında kalan sendikalar, işçi sınıfının, ezilen ve sömürülen sınıfların değil, devletin ve sermayenin örgütleridir…), özelleştirmenin verimliliği artırdığını söylüyorlar… Oysa asıl amaç, büyüme sıkıntısı çeken sermayeye yeni değerlenme alanları açmaktı… Özelleştirme, vergilerle oluşturulmuş (Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) denilen kurumların sermayeye satılmasıyla (peşkeş çekilmesiyle densin) başladı ve şimdilerde hava ve sokaklar dışında özelleştirilmemiş, metalaşmamış, kâr aracına dönüştürülmemiş, soysuzlaşmamış hiç bir şey kalmadı… Aslında bu yazının başlığı ‘sokakları ne zaman özelleştireceksiniz’ de olabilirdi…
Oysa, tüm yaşam kaynaklarının ve araçlarının özelleştirilip, kâr aracına dönüştürüldüğü bir toplumsal yaşam sürdürülebilir değildir… Müştereklerin, herkesin kullanımına sunulan, sunulması gereken, yaşam araçlarının, alanlarının ve kaynaklarının özel mülkiyet konusu olduğu, sermaye tarafından gasp edildiği bir toplum, insanları bir arada tutan, birlikte yaşamın temelini oluşturan tutkaldan, temelden yoksun demektir…
Velhasıl insan ve toplum yaşamının tüm veçheleri utanmazca yağmalandı, talan edildi, bir kâr aracına dönüştürüldü… Su parayla satılıyor ve bir de vergi alınıyor… Doğrusu, suyun parayla satılmasını sorun etmeyen, kabullenen, sineye çeken toplumun da sorun edilmesi gerekmiyor mu? … Eğitim, sağlık, güvenlik dahil her şey özelleştirildi… Sağlığın bir kâr aracına dönüştürülmesinin mantığı nedir? Hastanelerin birer şirkete dönüştürülmesi utanılacak bir şey değil mi? Parası olanın sağlık hizmetine ulaşabildiği bir toplum ne demektir? Eğer insanlar soru sorma yeteneklerini kaybetmişse olacağı budur…
Artık yollar, köprüler, tüneller, yaylalar, meralar, deniz sahilleri… özelleştirilmiş durumda… Sahillerin özelleştirilmesi demek aslında denizlerin de özelleştirilmesi demektir… Artık özelleştirilmemiş, meta kategorisine indirgenmemiş, yağmalanmamış, talan edilmemiş hiçbir şey yok…
Gerçi Türkiye’de siyaset oldum-olası bütçenin, hazineni ve müştereklerin(herkesin olan, olması gereken ortak yaşam kaynaklarının ve alanlarının) yağmalanmasıyla yol alıyor ama dinci AKP tüm rekorları kırdı… AKP iktidarında müştereklerin yağmalanması insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaştı… Artık bir şey ‘ihtiyaç’ olduğu için yapılmıyor… Ne yaparsam kâr ederim, bütçeyi, hazineyi yağmalarım, talan ederim sorusunun cevabı olarak yapılıyor…
Ne zaman ‘imara açıldı’, ‘turizme açıldı’, ‘ÇED raporu gerekli değildir’, ‘acele kamulaştırma kararı alındı’ dendiğini duysam için cız ediyor… İmar, umrân’dantüremedir. Şenlendirme, bayındır hale getirme demektir… Şimdilerdeyse tam bir yıkım ve yok etme aracı… Güzelim topraklar turizm için betonlaştırılıyor, asvaltlanıyor… Turizm amacıyla verimli toprakları telef etmenin, zengin turizmi için ülkenin geleceğini yok etmenin mantığı nedir? Eğer ekolojik yıkım, atmosferin ısınması bu hızla devam eder, vakitlice durdurulamazsa, o beş yıldızlı otellerinizin birer çöp yığını olacağından kuşkunuz olmasın… Korona virüs günlerinde turizme bel bağlamanın ne demeye geldiği anlaşılmadı mı?
Adı ‘Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği’ olan bir bakanlık var. Öyle bir bakanlığın ne yapması gerekir? Ekolojik dengeleri gözetmesi gerekmez mi? Bizde yıkımın ve yok etmenin hizmetinde… Yangına körükle gidiliyor… Yağma ve talanı meşrulaştırıyor. Acele kamulaştırma doğa yağmasının önündeki sınırlı engelleri de ortadan kaldırıyor… Aslında ‘kamulaştırma’, tanımı gereği kamu yararı amacıyla yapılana deniyor ama bizde tam tersi söz konusu… Özel çıkar için kamu kaynaklarını, müşterekleri yağmalamanın gasp etmenin hizmetinde… İnsanlar evlerini, bahçelerini, tarlalarını gözü kararmış şirketler hesabına yıkmak özere gelen ‘iş makinalarının’ gürültüsüyle uyanıyor… Yıkıma itiraz etmeleri kanunlarla yasaklanmış durumda… Aslında Orta Çağın sonlarında, kapitalizmin şafağında, Avrupa’da kamusal alanların, müştereklerin (tarlaların, otlakların, ormanların, suyun…) yeni yetme kapitalistler ve soylular tarafından gasp edilmesine çitleme deniyordu… İnsanlar ortak yaşam alanlarından kovuluyor, çitlerle çevriliyordu… Şimdilerde bizde yapılan onun XXI’inci yüzyıldaki tekrarı gibi…
Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm adlı ünlü eserinde, toprakların, meraların, otlakların, bir bütün olarak ortak yaşam alanlarının yağmalanmasından söz ederken şöyle diyordu: “Toprak çevrimlerine haklı olarak, zenginlerin yoksullara karşı gerçekleştirdikleri bir devrim denilmiştir. Soyular bazen şiddete başvurarak, sık sık da baskı ve yıldırma yoluyla, eski düzeni bozuyor, eski yasa ve gelenekleri ortadan kaldırıyorlardı. Yoksulların ortak arazideki paylarını alenen ellerinden alıyor, onları eskiden geleneğin yıkılmaz gücüne dayanarak kendilerinin ve mirasçılarının bildikleri meskenleri yerle bir ediliyordu. Toplumsal doku parçalanıyordu. Terk edilmiş köyler ve yıkılmış evler, ülkenin savunma mekanizmalarını tehdit eden, şehirleri yerle bir eden, nüfusunu azaltan, toprağını yıpratıp toza çeviren, insanlarını bizar eden, onları namuslu çiftçilerden dilenci ve haydut çetelerine dönüştüren devrimin acımasızlığına tanıklık ediyorlardı”.
İnsanların aklını başına alıp, bu sefil sürece dur demek için daha ne kadar beklemeleri gerekiyor? Ayaklarının altındaki zemin hızla çökerken bu atalet niye?..
http://ozguruniversite.org/2023/08/15/mezarliklari-ne-zaman-imara-acacaksiniz/
Bakışlarıyla 'ben senin kardeşinim' diyenlere karşı dikkatli olun.
Bir yerlerinde mutlaka bir hançer gizlidir…
~…William Saroyan...~
Resmi ideolojiyle, kendi tarihi ile hesaplaşmadan, yalnızca bir hükümete karşı çıkanların çok olduğu ülkede aydın çıkmaz, çıksa çıksa aydıncık çıkar.!
… çıkanlarında akıbeti
ortada…
Mahmut Uzun
https://www.instagram.com/p/Cv4IT4fKxnf/?utm_source=ig_web_copy_link&igshid=MzRlODBiNWFlZA==
Kraliçe Victoria döneminde binlerce kadının ölüm sebebi: Çemberli etek
1850'lerden itibaren sadece İngiltere'de, çember eteğin en revaçta olduğu 10 yıl içerisinde 3 bin civarında kadının yanarak öldüğü tahmin ediliyor.
“TC.” Devletinin kuruluşundan günümüze ne
deyişti.?
Hiç bir şey değişmedi, değişmiyor, deyişemiyor...
Bir akıl tutulması içinde, kendi kendini esir almış, herkesin yanlış ve düşman olduğunu, temizlenmesi gerektiğini her daim bu devleti yönetenler tarafından dillendiriliyor...
Örnek mi istiyorsunuz?
Onuda sizler yazın.
“ Biz Ermeni’yi dövdürmüyecektik”
Burdan başlarsak, doğruyu ve bu kanlı tarihi ciddi bir şekilde sorgulama, mahküm etme şansımız
olur...
Hadi bakalım herkes eteğindeki taşı bir orta yere
döksün...
Bekliyorum.
Mahmut Uzun
https://www.instagram.com/p/Cv4PzxwK231/?utm_source=ig_web_copy_link&igshid=MzRlODBiNWFlZA==
Fransız bir karikatüristten turkiye'nin son hali.
https://www.instagram.com/p/Cv2yK-LNP2d/?utm_source=ig_web_copy_link&igshid=MzRlODBiNWFlZA==
“Zaten bahtsız bir çocukluk dönemi yaşamıştı,
Hayat O'na büyük bir sans verdi. Ecmiadzin'e (Սբ Էջմիածին) götürüldü.
12 Yaşındaydı ve Ermenice bilmiyordu.
Echmiadzin yeni bir hayat verdi O'na
Kimseler bilmiyordu aslında bir dehaya yardım ettiğini.
Büyüdü, sadece bedenen değil yaptıklarıyla büyüdü .
Yıllar sonra doğduğu topraklara geldi ve bence sanssızlığı o zaman başladı.
Birçok ülkede yaptığını burada da yaptı.
Konserler verdi, çalışmalarını sürdürdü.
Ve 24 Nisan 1915 Cumartesi akşamı Türk'ten çok Ermeni casusların olduğu Pangaltı’da, yaşadığı evin kapısı vuruldu.
Resmi kiyafetli bir polis gayet nazik bir tavırla ''Karakola kadar gelmenizi rica ediyorum, 5 dakika sürmez, hemen dönersiniz ''
dedi.
Önce bölge karakoluna, sonra merkez karakola götürüldü, 'götürüldüler' demek daha doğru e 'aydınlar listesi'nde kimler yoktu ki...
Gomidas önceleri çok sakin bir tavır ve ruh halindeydi, hatta bilinen şakacılığı bu olüm yolculuğunda bile sürüyor, ve hatta bu yaşananları bir 'saka' olarak değerlendiriyordu .
İlk vurgunu isim yoklaması anında yaşadı. Beceriksiz görevlilerden biri Ermeni isimlerini okumakta zorlanıp, Gomidas Vartabed'i 'Komitaci Vartabed' olarak
okudu.”
Ben bu ülkenin insanıyım ANADOLUYUM.
Yüzyıllardır bu topraklarda harmanlanmış bir olma geleneğinin temsilcisiyim.
Bir inanca, siyasete, politikaya, ideolojiye bağlı değilim.
Ülkemin mozaiğinin elçisiyim.
Dün, bugün, yarınlarda hep içim dışım kayıp, yok oluyorum
birer birer…
Gelecek nesiller kaybolmasın diye kimlik sormadan, konuştum konuşuyorum…!
Mahmut Uzun
https://www.instagram.com/p/CvwkTU-KB7n/?utm_source=ig_web_copy_link&igshid=MzRlODBiNWFlZA==
“Dostoyevski’den nefret ediyorum. İnancımı ilk öldüren oydu,” Polina Suslova
“Dostoyevski’den nefret ediyorum. İnancımı ilk öldüren oydu,” Polina Suslova
Dostoyevski, 59 yıl yaşadı. Dünya edebiyatın en önemli eserlerini yazdı. Zor bir hayatı oldu; hastalıklar, sürgünler, mali sıkıntılar içinde geçti yaşamı.
Hayatına pek çok kadın girdi, bunlardan ikisiyle evlendi. Polina Suslova ise Fyodor Dostoyevski’nin hayatında ayrı bir yere sahiptir. Dostoyevski için gerçekleşmeyen bir arzu nesnesi gibidir. Onunla yaşadıkları, ayın diğer yüzü gibi hâlâ biraz karanlıktadır.
Dostoyevski ve Polina Suslova 1861 yılında yoksul öğrenciler yararına düzenlenen bir gecede tanışırlar. Dostoyevski böyle gecelere sık sık katılır ve eserlerinden parçalar okurdu. Polina Suslova ise böyle gecelerin müdavimlerinden biriydi. Dostoyevski ile karşılaşması bu gecelerin birinde olur. Olayın tam olarak nasıl gerçekleştiği biraz muamma ama o günlerin birinde Suslova, Dostoyevski’ye yayımlaması için bir öykü gönderir. Suslova’nın öyküsü 1861’in Ekim ayın da ‘Vakit’ dergisinde yayımlanır.
Eski bir mujik kızıdır Suslova. Ablası Rusya’nın ilk kadın hekimi olurken Suslova arzularının peşinden gitmeyi tercih eder. Fakültelere yazılır ama derslere girmez. Devrimcidir. Tanrı’ya inanmayan solgun yüzlü bir feministtir. Güvenilmezdir. Sert bakışları olan görkemli bir kadın olduğu söylenir. Yürek yakan bir nihilisttir. Onu tanıyanlardan birisi; sadece içinden geldiği için adam öldürebileceğini söyler. Ruhundaki karmaşayı kendisinden 16 yaş büyük Dostoyevski’nin çözebileceğine inanır. Ne var ki Dostoyevski düşündüğü gibi biri değildir. Suslova’nın yanında çirkin kalır. Borçlardan bunalmıştır. Sara hastasıdır. Kuşkucu biridir. Suslova, bütün varlığını ona teslim etmek isterken Dostoyevski ona teslim olur. Kurtarıcısı olarak gördüğü adam gözyaşları içinde ayaklarının dibine yığılır zaman zaman. Suslova, korkunç bir kıskançlıkla saplantılı bir âşığa dönüşen Dostoyevski’den nefret eder, ondan tiksinir. Günlüğüne, “Dostoyevski’den nefret ediyorum. İnancımı ilk öldüren oydu.” diye yazar.
‘Vakit’ dergisi kapanınca Rusya’dan ayrılmaya karar verir Dostoyevski. Suslova’ya birlikte gitmeyi teklif eder, Susluova kabul eder. Dostoyevski bu yolculuğu Suslova ile birlikte geçirebileceği romantik bir yolculuk olacağını düşünür; fakat Suslova’nın başka planları vardır. İşler aksayıp yolculuk kısa bir süre ertelenince Suslova bavulunu toplayıp Paris’in yolunu tutar. Dostoyevski ise işlerini bitirir bitirmez onunla Paris’te buluşacağı günü düşünür. Kısa süre sonra Dostoyevski Paris’e gider. Yolda, Wiesbaden’de bir mola verir. İçindeki kumar tutkusuna engel olamayıp kumarhanelere girip çıkar. Büyük gösterişli salonlarda oyun oynar. Şansı yaver gider, üst üste kazanır. En sonunda bütün parasını koyar masaya ve yine kazanır. Sevinç içinde dışarı çıkıp otele döner. Paris’e gitmek için hazırlanırken içindeki tutkuya boyun eğer ve geldiği yere geri dönüp tekrar kumar oynar, tekrar kazanır. Masadan kalkıp odasına döndüğünde yorgun ama mutludur. Paris’e gitmek için hazırlanır.
Dostoyevski Paris’te Suslova’yı görecek olmasından dolayı hem heyecanlıdır hem de Suslova’nın kendisini bırakıp Paris’e gitmesine kızgındır. Suslova, aynı gün için günlüğüne, “Dostoyevski’den bir mektup aldım. Beni göreceği için çok mutlu. Acıyorum zavallıya.” diye yazar. Dostoyevski, Suslova’yı Paris’te küçük bir pansiyon odasında bulur. Solgun bir yüzle karşılar onu Suslova. “Dinle Polina, öğrenmem gerek. Neresi olursa olsun bir yere gidelim. Her şeyi anlatacaksın bana. Yoksa Ölürüm!” diyerek bağırır Dostoyevski. Sonrasında Dostoyevski’nin kaldığı eve giderler. Yol boyunca hiç konuşmazlar. Dostoyevski sabırsızlanır çabuk olması için arabacıya bağırır yolda. Eve girer girmez Dostoyevski birdenbire yere yığılır “Seni yitirdim, biliyorum bunu.” Suslova, onu sakinleştirip yatıştırır. Paris’teki Salvador isimli sevgilisinden söz eder. Gözyaşları içinde anlatırken Dostoyevski tutulmuş bir halde sessizce dinler ve mutlu olup olmadığını sorar.
“Hayır.”
“Nasıl olur, hem seviyorsun hem mutlu değilsin?”
“O beni sevmiyor.”
“Bir köle gibi seviyorsun değil mi onu? Dünyanın öbür ucunda gideceksin ardından. Günün birinde bir başkasını seveceğini biliyordum. Yanlışlıkla sevdin beni”
Bir kadın ile bir erkek arasındaki dostluk çoğunlukla gelişmemiş aşklardan doğar diyordu Milan Kundera. Dostoyevski ve Suslova’nın gelişmeyen aşkları dostluğa evrilir mecburen. Durumu kabullenen Dostoyevski “İtalya’ya gidelim…” der, “ağabeyin olacağım senin”. Suslova, Salvador ile ilişkisini kesip Dostoyevski ile İtalya’nın yolun tutar. Birlikte kumar masalarına otururlar. Kazandıkları da olur kaybettikleri de. Suslova’nın yüzüğünü rehin vermek zorunda kaldığı da olur. Şehir şehir dolaşırlar. Roma’dan Napoli’ye oradan Torino’ya giderler. Birliktelikleri de Torino’da son bulur. Suslova Paris’in yolunu tutarken Dostoyevski birkaç hafta sonra Rusya’ya geri döner. Suslova ve Dostoyevski Ekim 1863’ten sonra bir daha hiç görüşmezler. İki yıl sonra 1865 yılında birkaç kez görüşürler fakat ilişleri daha fazla devam etmeyecektir. O günlerde yazdığı bir mektup Suslova’yı çok kızdırır. Kendisi cevap yazamayınca kardeşinden Dostoyevski için bir mektup yazmasını ister. Nadezhda Suslova kardeşinin istediği üzerine bir mektubunda Dostoyevski’yi “Başkalarının acıları ve gözyaşları senin için içki ve etten ibarettir.” diye suçlar. Dostoyevski’nin bu mektuba cevap olarak yazdığı mektup ise hiçbir zaman bulunamaz.
Polina Suslova’nın Henüz Türkçeye çevrilmeyen günlüğünde Dostoyevski ile olan ilişkisinden bahseder. Dostoyevski ise romanlarında söz eder ondan. “Kumarbaz” romanında açık açık ondan söz eder. Aralarında geçen kimi konuşmaları romanında yer vermekten çekinmez. Polina Suslova, Suç ve Ceza romanında Dunya olarak karşımıza çıkar, Budala’da Nastasya Filipovna, Karamazov Kardeşlerde ise Katrin ivonava.
Polina Suslova; 1880’de kendisinden 16 yaş küçük eleştirmen Vasily Rozanov ile evlenir; fakat bu evlilik altı yıl sürer. Polina Suslova altı yılın sonunda kocasını terk eder.
Dostoyevski 1881 yılında öldüğünde cenaze töreninde otuz bin kişi vardı. O kalabalığın arasında Polina Suslova da var mıydı? Kim bilir?
Recep Şener
Futuristika
Kalabalıktaki Deha
sıradan bir insanda her hangi bir orduyu her hangi bir gün boyunca
tedarik etmeye yetecek kadar kalleşlik, nefret şiddet ve saçmalık var
ve öldürmekte en iyiler öldürmeye karşı vaaz verenler
ve nefrette en iyiler sevgi vaazları verenler
ve savaşta en iyiler nihayet barış vaazları verenler
tanrıya muhtaç tanrıyı vaaz edenler
barışı yok barışı vaaz edenlerin
sevgisi yok barışı vaaz edenlerin
tetikte ol vaizlere karşı
tetikte ol bilgililere karşı
tetikte ol sürekli kitap okuyanlara karşı
tetikte ol fakirlikten iğrenen
ya da ondan gurur duyanlara karşı
tetikte ol hemen övgü düzenlere karşı
karşılığında övgü bekler onlar
tetikte ol hemen sansürleyenlere karşı
bilmedikleri şeyden korkar onlar
tetikte ol her daim kalabalık arayanlara karşı
tek başlarına bir hiçtir onlar
tetikte ol sıradan adama, sıradan kadına karşı
tetikte ol sevgilerine karşı, sevgileri sıradan onların
aradığı sıradanlık
ama nefretlerinde deha var onların
nefretlerinde seni öldürmeye yetecek deha var
herhangi birini öldürmeye yetecek
yalnızlığı istemeyip
yalnızlığı anlamayıp
kendilerinden farklı olan herşeyi
yok etmeye kalkışır onlar
sanat üretemediklerinden
sanatı anlayamayacak onlar
yaratmadaki başarısızlıklarını
dünyanın başarısızlığı gibi görür sadece onlar
tam anlamıyla sevemedikleri için
senin sevginin eksik olduğuna inanacak onlar
ve sonra senden nefret edecek onlar
ve nefretleri mükemmel olacak onların
parıldayan bir elmas gibi
bir bıçak gibi
bir dağ gibi
bir kaplan gibi
zehir gibi
en güzel sanatları onların
Charles Bukowski
Çeviri:Nazım
İmkansız, inanılmaz, ümitsiz bir şey söylenince kadınlar birbirlerine beddua eder gibi 'Porkurê' derlerdi küçüklüğümde. Mesela bir kadına babasının geçirdiği trafik kazasını haber veren komşusu 'Porkurê, rabe ser xwe, bavê te qeza derbaskiri ye' mealinde şeyler söylerdi.
Sözlük anlamı kısa saçlı demek. Ama manası çok çok daha derin. Küçükken hiç anlam veremezdim. Kısa saç güzeldi, kolaydı, rahattı. Niye bir beddua gibi 'porkure' derlerdi ki?
Sonraları öğrendim. Êzîdî kızları bir trajedi yaşadıklarında gider saçlarını kesermiş ve bir taşın dibine bırakırmış o saçları. Derler ki Şengal'in, DAEŞ'in eline geçtiği dönemde hangi taşını kaldırsanız altından bir ezidi kızının örükleri çıkarmış.
Ben Kürtçe'nin nedense bir kadın dili olduğunu düşündüm hep. Kadınlar arasında söylenen şifreli kelimeler o kadar çok ki. Tam bir yüksek lisans tezi konusu.
Mem Ararat'ın Xewna Bajarekî isimli parçasını dinledikçe o Ezidi kadınlar da düşer aklıma işte.
' Porkurê, ji binê erdê dengê çivîkan tê'
Şimdilerde kimse kullanmıyor artık bu sözcüğü. Kimbilir belki de artık yaşanan hiçbir şey trajedi olarak görülmediğindendir. Ya da bütün trajedilerin zaten yaşanmış olmasındandır.
Hamiyet Çelebi
https://www.instagram.com/p/Cvfi6-GNMKU/?utm_source=ig_web_copy_link&igshid=MzRlODBiNWFlZA==
Kürtlerin zihnindeki Sur imajı budur.
Sırrı Süreyya devletin piyonudur.
Sırrının soytarılığına sanat diyenler ise Sırrının piyonudur.
Sırrı kendisine gelecek tepkilerden korktuğu için sosyal medya hesabı
dahi açmıyor ama kuyruğuna teneke bağlanacak günler uzak değildir.
https://twitter.com/TopgiderH/status/1686695315057848320
2 Ağustos 1944: #Auschwitz-Birkenau toplama kampındaki 4000 civarında #Roman, gaz odalarına götürülmeye direndi. SS Roma kampına girdi, ancak mahkumlar sopa ve levye ile silahlandı ve kendilerini içeride barikat kurdular, Nazilerle el ve tırnaklarla savaştılar.
ŞAN OLSUN ONLARA
Oğlu ve eşi boğulurken (geleceği yok edilirken) sakallı bir adamı kurtaran adamı tasvir eden bu tablo (1826), rönesans öncesi Avrupa devletlerini anlatıyor..
Bu tablo, Fransız ressam Joseph Desire Court'in en iyi eserlerinden biridir...
Yaşlı adam geçmişi ve dini temsil eder, sakal mirası temsil eder.
Kırmızı renk ise yaşlı adamın dindarlığını simgeler.
Ve oğul geleceğin sembolü, eş hayatın; toprağın, sevginin sembolüdür.
Barış tablonun detaylarında gizlidir.. Kurtarılabilecek en yakın ve en hafif çocuktur; ancak geleceği olmayan, az gelişmiş adam, yanlış da olsa inançlarına tutunur.
.
https://www.instagram.com/p/CvVREt0thsx/?utm_source=ig_web_copy_link&igshid=MzRlODBiNWFlZA==
Kürt Rap Sanatçısı Saman Yasin, sömürgeci İran devleti tarafından cezaevinde işkence yapılıyor.
Yasin’e ses verelim, bu zulme durduralım!
#SamanYasin
https://twitter.com/lezbottann/status/1684337311595593728
AVRUPA’NIN KALE DUVARLARI…
- MURAT ÇAKIR -
Avrupalı emperyalistler dünya çapında üretilen zenginliğin büyük bir bölümünü gasp yoluyla kendi refah coğrafyalarında yoğunlaştırırken, coğrafyalarını koruyan kale duvarlarını sürekli yükseltiyorlar. Emperyalist sömürü, müdahale savaşları, uluslararası hukuka aykırı işgaller ve hammadde kaynaklarının, dolayısıyla dünyanın talanı dünya çapında yoksulluğu, açlığı ve ekolojik felaketleri yaygınlaştırıyor. Sonucunda ise, sayıları hâlihazırda 100 milyonu aşan insan yurtlarını terk etmek zorunda kalıyorlar. Terk edemeyen milyarlar ise yoksulluk, açlık ve ekolojik felaketlerle boğuşuyorlar. Dünyayı küresel bir fabrika hâline getiren emperyalizm hem kendi coğrafyalarındaki hem de dünya çapındaki ezilen ve sömürülen sınıfları bölmek, altta tutmak için elinden geleni yapıyor.
Merkez kapitalist ülkelerin bulunduğu refah coğrafyalarının etrafı dünyanın lanetlilerinin aşamayacağı yüksek duvarlarla örülmüş durumda. Ama artık bu da yeterli görülmüyor: burjuva demokrasilerinin en temel hak ve özgürlükleri teker-teker rafa kaldırılarak, yardıma muhtaç milyonların refah coğrafyalarının yakınına gelmeleri dahi olanaksız hâle getiriliyor. Örneğin Britanya’nın gerici Sunak hükümeti karar altına aldığı ve büyük olasılıkla yakında yürürlüğe girecek olan “Yasa Dışı Göç Yasası” ile Britanya’ya bir şekilde gelmeyi başarabilen mültecileri hemen Ruanda’ya gönderecek. Britanya’nın imzası da bulunan bütün uluslararası insan hakları ve mülteci hukuku böylece geçersiz kılınacak.
Benzer bir girişim Almanya’da da tartışılıyor. Irkçı-faşist AfD partisinin toplumsal desteğinin artması gerekçe gösterilerek, Alman faşizminden çıkartılan bir ders olarak yürürlüğe sokulan “bireysel sığınma hakkının” kaldırılması isteniliyor. Aslında Federal Anayasa’da yer alan “sığınma hakkı” maddesi 1993 büyük uzlaşısıyla fiilen geçersiz kılınmış durumda. Çünkü Almanya etrafını çevreleyen ülkeleri “güvenli ülke” diye deklare ederek, kara yolu üzerinden Almanya’ya gelebilenlere sığınma hakkını kaldırmıştı. Bugün olduğu gibi, 1990’larda da doğrudan devlet politikalarıyla körüklenen faşist şiddet olayları bu hakkın kaldırılmasına gerekçe gösterilmişti.
Ancak sığınma hakkının fiilen kaldırılmış olması da burjuva siyasetçilerine ve yaygın medyadaki yaygaracılara yetmiyor. Kendileri gibi, yani “beyaz” olmayan insanlara en fazla düşük ücretli köle seviyesinde tahammül gösteren burjuva toplumları, şimdi de “beyaz” olmayanları Avrupa’nın sınırlarından binlerce kilometre uzakta tutmak istiyorlar. Zaten bu nedenle Türkiye ile yapılan mülteci antlaşmalarından sonra Tunus gibi bir dizi ülkeye yüklü meblağlar aktarılarak tampon bölge ve sınır koruma memuru olmaları sağlanmak isteniyor.
Elbette bazı istisnalar da yok değil. Örneğin Almanya “Nitelikli İşgücü Göç Yasası” ile belirli koşulları yerine getiren eğitimli, bu şekilde üretim süreçlerine ve hizmet sektörüne sorunsuz entegre edilebilecek ve varlıklarıyla ücretler üzerindeki baskıları artıracak göçmenleri ülkeye davet ediyor. Aynı zamanda bütçe kısıtlamaları ve yoksullara kapatılan eğitim-öğrenim yolları nedeniyle ortaya çıkan nitelikli emek eğitimindeki açığı, yoksul ülkelerin kendi olanaklarıyla eğittikleri nitelikli göçmenler üzerinden telafi edecekler. Böylelikle hem yoksul coğrafyalarda gerekli olan nitelikli emeği oralardan çekecekler, hem de dünya çapında üretilen her 15 doların sadece birini buralara “kalkınma yardımı” safsatasıyla aktararak, yoksul coğrafyalardaki egemen sınıflara rüşvet verecekler.
Göçmenlik ve mültecilik kapitalizm çağının en belirgin emarelerinden birisidir. Ama aynı zamanda kendi işçi sınıfını ve diğer toplumsal kesimleri zapturapt altına almanın, toplumsal hiddeti farklı yönlere kanalize etmenin ve egemen iktidarı korumanın da bir aracıdır. Egemenlik aracı olarak göç politikaları günümüzün neoliberal dünyasında sadece ırkçı-faşist hareketleri beslemenin bir yolu değil, aynı zamanda emperyalist yayılmacılığa, militarizme ve her türlü hak budanmasına toplumsal rıza üretimi için vazgeçilmez bir yöntemdir. Dolayısıyla kapitalizm aşılmadan faşizmin, ırkçılığın ve mülteci düşmanlığının yok edilmesi olanaklı değildir. O nedenle hangi solcu (!) mülteci karşıtlığı yapıyorsa, o, egemenlerin çıkarlarını koruyor demektir.
(POLİTİKA)
Hüseyin Topgider
Öyle olaylar yaşanıyorlki insan bu dünya yıkılsın diyor.
Sınırdışı edilen Afrikalı göçmen kadın ve kızı çölde susuzluktan öldü
Aklıma F.Hüsnü’nün şiiri geldi:
“Açtır binlerce yıldan beri
Karıncasından bakiresine kadar
Afrikayı düşünürüm
Önümdeki ekmeği canım istemez”
.. benim soyum sona erebilir ama devrim asla silinmeyecektir!"
Çinli komünist devrimci ve gerilla komutanı Ling Fushun, 1936'da Koumintang milliyetçileri tarafından idam edilmeden hemen önce.
Yoksul köylü bir aileye doğan Ling Fushun, 1931 yılında geçinebilmek için asker olarak Koumintang milisine katılmış, 1932'de devrimci fikirlerle tanıştıktan sonra ise buradan ayrılıp yeraltı faaliyetlerine başlamıştır.
1936'da Puyuanzhen'de Koumintang güçleri tarafından yakalanmış ve lingchi adı verilen bir işkence yöntemiyle idam edilmiştir.
Ling Fushun'un son sözleri şu şekildeydi: "Ölümde korkulacak bir şey yoktur, benim soyum sona erebilir ama devrim asla silinmeyecektir!"