Show newer

"TRUMP KORİDORU!"...

Recep Maraşlı

8 Ağustos'ta Beyaz Saray'da Trump'in arabuluculuğunda Paşinyan ve Aliyev arasında, bir barış Deklarasyonu imzalandı. Bu deklarasyon Azerbaycan ile Nahcivan'ı Ermenistan üzerinden bağlayan serbest bir geçiş yolu sağlıyor. Böylece Nahcivan sınır kapısı ile Azerbaycan ile Türkiye arasında da doğrudan bir ulaşım sağlanmış olacak.
Böyle bir koridorun açılması 1. Karabağ savaşının ateşkes anlaşmasında vardı. Fakat karşılığında Karabağ ile Ermenistan arasında da Şuşa koridoru açık tutulacaktı. Azerbaycan daha ateş-kes anlaşmasının mürekkebi kurumadan bu yolu bir yıl bloke ederek Artsakh halkına izolasyon uyguladı. Sonra da Artsakh'ı tamamen işgal etti. Onbinlerce insan binlerce yıllık anavatanlarını terk ederek göç yollarına düştü.
Azerbaycan tüm bu kazanımları Türkiye'nin aktif askeri ve lojistik yardımları, Suriye ve Pakistan'dan taşınan cihatçı çeteler ve nihayet İsrail'in silah teknoloji yardımları ile garantör olmasına rağmen Rusya'nın olup biteni keyifle izlemesi sayesinde elde etmişti. Fransa ve İran'dan gelen zayıf bir iki itiraz dışında hiçbir dış desteğe sahip olmayan, zayıf durumdaki Ermenistan hükümeti için mevcut durumu kabullenen bir reel politik içine çekilmekten başka bir yol kalmamış gibiydi.
Buradan güç alan Azerbaycan, yalnızca tek taraflı olarak Zengezur Koridoru'nu neredeyse Ermenistan'dan toprak ilhakı biçiminde dayatmanın yanı sıra, bölgeyi tamamen işgal etme tehditlerine girişmişti.
Washington'da varılan anlaşma Azerbaycan ve Ermenistan yönetimlerinin uzlaşamadıkları bu koridorun yapım, işletim ve güvenliğinin ABD'nin tam denetimine verilmesiyle çözülmüş görünüyor. Bu koridorun söz sahibi ve gelirlerindeki %40'lık aslan payı 99 yıllığına ABD'ye bırakılıyor.
Bu anlaşmazlığın çözümünün, Azerbaycan ve Ermenistan arasında kalıcı bir barış anlaşması yolunda önemli bir engeli kaldırmaklma birlikte henüz NİHAİ BİR BARIŞ anlamına gelmiyor.
Fakat şimdiden diyebiliriz ki "Turan Koridoru" olması umulan yolun "Trump Koridoru" olması, ABD'nin Güney Kafkasya'da ilk kez STARATEJİK BİR AVANTAJ sağlaması demek. Hem İran'ın tam tepesinde, hem de Rusya'nın ayağının dibinde bir üs!... Şimdilik stratejik geri çekilme içinde Rusya ve İran'ın (dolayısıyla blokaja uğraması muhtemel Çin'in) ilerde karşı hamleleri olabileceğini düşünebiliriz.
Bu sonucun Türkiye'nin de umduğu gibi olmaması nedeniyle canını sıktığını söyleyebiliriz.
Ermenistan yönetimi, ABD'yi doğrudan aktif bir taraf haline getirerek Rusya'ya, Azerbaycan-Türkiye ittifakına karşı onların da itiriza edemeyecekleri bir karşı ağırlık oluşturmuş oluyor.
Ne varki bütün bunlar Güney Kafkasya'daki anlaşmazlık ve çatışma konularının tamamen çözülmesi anlamına gelmiyor. Çünkü bunların hepsi Ermenistan'ın ekonomik, siyasi ve askeri olarak hırpalanmış, küçük, güçsüz bir devlet olarak yalnızlaştırılması sonucunda kendisine dayatılan bir REEL POLİTİK durumdur. Adil ve kalıcı o6lmaktan uzaktır.
Öncelikle Ermenistan hükümetinin Artsakh sorunu ve Soykırım ile ilgili taleplerinden geri çekilmesi, ne Azerbaycan'ın ne de TC'nin dostluğunu garanti etmeyecektir. Aksine bu durum, Ermenistan'ı daha çok sıkıştırmak her istediklerini yaptırmak için cesaretlenmesi demektir.
Azerbaycan toplumunu yakından tanımıyorum ama Aliyev gibi bir diktatör yönetiminden memnunluklarına, tüm bu çatışmalar boyunca gösterdikleri ırkçı-şövenist tutumlarına bakılırsa neredeyse hiçbir beklentim yok.
Türkiye'de ise iktidarların ırkçı-şöven yaklaşımları ve geniş bir sosyal tabana sahip olmasına karşın gerek sol, demokrat çevrelerde, gerekse Kürt ulusal demokratik hareketindeki iç dinamikler bakımından yakın vadede olmasa bile orta ve uzun vadede iyimser olduğumu söyleyebilirim.
Artsakh-Karabağ'ın tarihten gelen Özerk Yönetim hakları var. Azerbaycan bu hakları kendi "bağımsızlığını" ilan ettiğinden beri gasp etme derdinde. Şu andaki fiili işgali, Artsakh'ın tamamen insansızlaşmış olması, Bakü'de tutulan rehineler, savaş esirleri; mülteciler gibi konular olduğu gibi duruyor.
Savaş ve şiddet bahanelerinin ortadan kaldırılmış olması, siyasi ve insanı konulara ADİL, EŞİTLİKÇİ, DEMOKRATİK çözümler sağlanması için bir fırsat zemini olarak mı kullanılacak; yoksa ikinci bir hesaplaşmaya kadar zaman kollamak için mi?
Trump'in siyasi sorunlara "TİCARİ, YATIRIMCI" çözümler bulması da galiba bu dönemin karakteristik özelliklerinden biri olacak.

Nasıl ki dinler "Tanrı korkusuna gerek duyar" veya bunun varolduğunu farzederlerse, diktatör Devlet de gerekli korku ortamıni yaratmayı aynı ölçüde önemser.

Carl Gustav Jung

İstanbullu Ermeni Kadın Yazarlar Dizisi: Sırpuhi, Mayda ve diğer kadınlar

Talin Çamiçyan

Aras Yayıncılık’tan “Mayda”: Osmanlı’nın ilk Ermeni kadın romancısından, “mansplaining” öncesi feminist manifesto! Erkek entelektüellerin bolca eleştirdiği, kadınların özgürlük mücadelesini cesurca işleyen kitap, “İstanbullu Ermeni Kadın Yazarlar Dizisi”nin ilk kitabı olarak yayımlandı.

“Yüreğinin ve aklının sana söylediği şekilde yaşama, muhakemene göre yargılama cesaretin oldu mu! Hayır. Kocan rehberin, önyargılar ise okulundu. Şimdi ise koruyucundan mahrum kaldığın için eleştiri, kıskançlık ve adaletsizliğe maruz kalıyorsun. Toplum kanaati denen, içinde yalan ve riyakarlığın gizlendiği o üç başlı canavara karşı koyamayacak kadar korktuğunu biliyorum.  İçine gömüldüğün yalnızlığı bir kenara bırak ve tüm dünyaya eylemlerin ve aklınla özgür bir kadın olduğunu, şerefine düşkün olduğun kadar saygı görmeyi de hak ettiğini göster. 

Sen, Mayda, toplumdaki adaletsizlikten şikayet ediyorsun. Ama sevmek için yüreğin, düşünmek için aklın ve harekete geçmek için iraden var. Öyleyse neden yalnızca şikayet ediyorsun? Özgürsün, o halde harekete geç! Hür ve çalışan insan hiçbir şeye muhtaç değildir. Eylemlerinin de talihinin de sahibi sensin. Sen bir gölge değil şahsiyetsin; bir yankı değil sessin. Yeni başlayan günü müjdeleyen şafaksın. Hayır, asla bir zavallı değilsin.”

Sira Hanım’ın Mayda’ya yazdığı bu satırlar, 1883’ten. İyi bir hayatı olan “Mayda”nın kocası öldükten sonra bir kız çocuğuyla “dul kadın olarak ortada kalması” ve bu yeni hayatla ne yapacağını bilememişini anlattığı mektubundan sonra Sira Hanım, o gün için belki de çok ileri cevap veriyor: Ayağa kalk, kadın olarak, hayatını kur! Sen zavallı değilsin!

Hep erkekler bilir!

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk Ermeni kadın romancı ve aynı zamanda Ermeni entelektüel Sırpuhi Düsap, ana karakteriyle aynı ismi taşıyan ilk kitabı “Mayda”da bu satırları yazarken kuşkusuz, o günlerde toplum baskısında ezilen, değer verilmeyen, yok sayılan Ermeni kadınlara yol gösterme, kendi hayatına sahip çıkmaya yönlendirme amacı taşıyordu. Ve tam da bu yüzden zamanın Ermeni entelektüellerin dünyasına küçük çaplı bir bomba olarak düştü. Elbet, erkek entelektüeller. 

O zamanlar “mansplaning” kelimesi henüz ortaya çıkmamıştı ama Düsap’ın “Mayda” kitabı düpedüz mansplaning’e uğradı. Ermeni erkek yazarlar, en azından bir kısmı, Krikor Zohrap, Arpiar Arpiaryan ve Hagop Baronyan gibi Batı Ermenice edebiyatının parlak çocukları tarafından eleştiri yağmuruna tutuldu. Ermeni toplumdaki kadının ev sınırları içindeki kutsallığıyla bağdaştırılmış ataerkil esasları sarstığı gerekçesiyle, Düsap’ın edebi kimliğine ve eserlerine saldırdılar. Batının etkisinde kalışından frankafonluğuna, kadın olarak eline kalem alma teşebbüsünden romanlarındaki zayıflıklara birçok şey yazılır çizilir.  Çünkü kadınların özgürlüğü, çalışma ve sevme hakkı gibi zamanın “skandal” bazı fikirlerini savunur. Zohrap, Düsap hakkında yazdığı bir makalede “Kadınları zincirsiz köleler ve erkeklerin sessiz kurbanları olarak sunmak kesinlikle doğru değildir çünkü kadınların haklarını ve varoluşsal koşullarını yalnızca kadınların doğası belirler” yazarak,  Ermeni kadın edebiyatının başlangıcı Sırpuhi Düsap’a “ders”ini verir. Ermenice edebiyatın Moliere’i sayılan Hagop Baronyan ise çıtayı yükseltir. “Mayda”nın aşırı duygusallığı ile alay etmek için hiciv bir oyun yazar: Mayda harfleriyle oynayarak adını “Aydam” koyar. Baronyan, “Mayda”yla dalga geçmek için yazdığı oyunla Düsap’ı yazar olmaya çalıştığı için eleştirir, dönemini yansıtacak gerçekçi bir eser yazma konusunda da “eğitmeye” çalışır. 

Erkeklerden öğrenmem, inandığımı yaparım

Neyse ki Sirpuhi Düsap, herkesten fazla ne yaptığını biliyordu. “Mayda”nın önsözünde, son derece samimiyetle, son derece kadın gibi, son derece cesurca şunu yazıyordu: “Eserim mükemmellikten yoksunsa okurlarımın affına sığınırım. Ancak şu bir gerçek ki, vicdana dayalı cesur bir hakikat duygusuyla kaleme alınmış olması, bu eserin hiç şüphesiz en kıymetli yönüdür. Kimilerini inciteceğimi, kimilerinin güceneceğini ve pek çok insanın gözünde cüretkar bulunacağını biliyorum. Ancak kalem yalnızca hakikatin açığa çıkmasına hizmet etmelidir.”
Düsap, yazdığını yapıyor da. Çok sayıda makale yanında “Mayda”dan sonra iki roman daha yazıyor. 1884’te “Siranuş” ve 1887’de “Araksiya gam varjuhin/Araksiya ve Mürebbiye”.  Bu romanlarda kadın karakterleri merkeze alarak Ermeni toplumundaki ataerkil yapıyı sorguluyor, kadınların özgürlüğünü ve birey olma mücadelesini edebi zemine taşıyor. Bunu da klasik Ermeniceye karşı modern dili savunan edebiyatçılar arasında durarak yapıyor. 

Sırpuhi’den Maral’a, Nare’ye

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk Ermeni kadın romancının yazdığı ilk feminist roman olarak “Mayda”nın, Aras Yayıncılık’ın “İstanbullu Ermeni Kadın Yazarlar Dizisi”nin ilk kitabı olarak çıkması elbette tesadüf değil. Maral Aktokmakyan’ın çevirisi ve 1841-1901 yılları arasında bu dünyadan geçen, geçerken de hem o gün hem de bugün tüm kadınlara ilham olan Sırpuhi Düsap’a bambaşka bakmamıza sebep olan derinlikli makalesi, kitabı ve diziyi daha lezzetli kılıyor. 
Aktokmakyan’ın yazısından alıntılayarak bitirelim: “Eril ‘entelektüel’ velveleye rağmen Mayda’nın bir gecede başarıya ulaştığı ve yayımlanmasının hemen ardından ‘yüksek fiyatına rağmen tükenip yutarcasına okunduğu’ söylenir.”

Üzerinden yüzyıldan fazla geçmiş ama aynı heyecan bugün de genç Ermeni kadınlar arasında yaşanıyor. 18 yaşındaki Nare, kitabın geleceğini duyunca, “Ah çok sevindim, kaç zamandır bu kitabı bekliyoruz” diyor. İyi okumalar Nare!

agos.com.tr/tr/yazi/35406/ista

Şimdi bu varlığa, hiçbir hayal gücünün, en cesur fantezinin uçuşunun, dikkatle adanmış hiçbir kalbin, ne kadar derin olursa olsun hiçbir soyut düşüncenin, kendinden geçmiş ve taşınmış hiçbir ruhun erişemediği şeyi her zaman tanımlayan o meşhur ismi verme hakkına sahibiz: Tanrı. Ancak bu temel birlik geçmişe aittir; artık öyle değildir. Varlığını değiştirerek kendini tamamen ve bütünüyle parçalamıştır. Tanrı öldü ve onun ölümü dünyanın yaşamı oldu.

Philipp Mainländer

Sendikalara dair söylem ve gerçek!

Fikret Başkaya

Varlığını ‘terörle mücadele’ retoriğine borçlu bir rejim!
Yazının başlığı “sendikalar aslında kimin örgütü veya sendikaları sendikacılardan kurtarmak” da olabilirdi… Maalesef bu dünyada reel bir karşılığı olmayan şeylerin varlığına inanmak oldukça yaygın bir saplantıdır… Eğer sendikalar adına layık örgütler olsalardı, açlık sınırının altında işçi ücreti olur muydu? Gelir dağılımı adaletsizliği skandal boyutlara ulaşır mıydı? Demokrasi standartları yerlerde sürünür müydü?

1923-1947 aralığında Türkiye’de sendika (dernek) kurmak yasaktı. Emperyalistler arası savaş sonrasında Türkiye’nin egemenleri “Küçük Amerika olma” tercihi yaptı. 1947 yılında Cemiyetler Kanununda bir değişiklik yapılarak sendika kurmanın önü açıldı. Birçok işkolunda çok sayıda sendika kuruldu, fakat grev ve toplu iş sözleşmesi hakları yoktu. İçi boş kabuktular… 1952 yılında Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun kurulmasına izin verildi. Sendika yöneticileri ABD tedrisatından geçirildiler… 1963 yılında dönemin azınlık hükümetinin çalışma bakanı Bülent Ecevit işçilere grev ve toplu iş sözleşmesi, patronlara da lokavt hakkını tanıdı. 1967 yılında Türk-İş Konfederasyonundan ayrılan sendikalar, Devrimci İşçi Sendikalar Konfederasyonunu ‘DİSK’i kurdular. 12 Eylül NATO’cu, Amerikancı askeri darbe DİSK’i yasakladı, yöneticileri hapse atıldı. Tabii Kutsal Devletin ve sermayenin has örgütü olan TÜRK-İŞ’e dokunulmayacaktı… Üstelik TÜRK-İŞ’in genel sekreteri Sadık Şide askeri cunta hükümetinin çalışma bakanı yapıldı… Daha sonra kurulan HAK-İŞ ve Memur-Sen Konfederasyonları da sermayenin, devletin ve AKP’nin has örgütüdür…

Elbette gerçek sendika, tanıma uygun sendikalar ve sendikacılar da var ama onlar istisnadır. Devede kulak bile değildir… Malûm, ‘istisnalar kuralı doğrulmak içindir’ denmiştir… Sendikal örgütler bidayetten itibaren bürokratik yozlaşmayla malûldü… Rosa Luxemburg, “Bürokrasinin olduğu yerde her türlü canlı yaşam ölür” demişti… Aslında bizde sendikalar profesyonel sendikacıların, dolayısıyla sermayenin ve devletin örgütleridir… Sendikacılık bir meslektir… Sendikacılar asla direniş, grev istemezler, hak mücadelesi yapmak istemezler… Grev durumunda sendika fonlarının erimesini istemezler… Hayat standartları müsteşar-milletvekili maaşlarının üstündedir… Ortalama işçi ücretinin 20-25 katı maaş alanları vardır… Fakat hepsi o kadar değil, sendika fonlarını da kullanma yolu açıktır. Lüks makam araçları ve sürücüleri vardır… Dolayısıyla gelirleri sadece aldıkları ücretten ibaret değildir… Sözde asgari ücret pazarlığı yapanların aslında kimler olduğu, neyin pazarlığını yaptıklarının sorun edilmesi gerekmiyor mu? Siz hiç bu güne kadar ‘TÜRK-İŞ Konfedarasyonu’ başkanlarının veya bağımlı sendika yöneticilerinin insanî-toplum sorununa dair bir çift söz söylediğini duydunuz mu?

Check-off sistemi de (sendika aidatlarının işveren tarafından kaynağından kesilerek, ilgili sendikaya aktarılması) işçilerin örgütlerine yabancılaşmasını kolaylaştırıyor. Aidatlar devlet tarafından ücretten kesilip sendika bürokratlarına sunuluyor… Doğru hatırlıyorsam memur sendikalarının aidatları devlet tarafından ödeniyor… Aidatları devlet tarafından ödenen bir sendika olur mu? Boşuna “finanse eden yönetir” denmemiştir…

Bu yoz örgütlerin aslında neyin-kimin hizmetinde oldukları neden sorun edilmiyor, teşhir edilmiyor. Sendikalardaki yozlaşmanın başlıca nedeni profesyonelliktir. Herhangi bir işçi örgütüne [ve sol örgüte] profesyonellik musallat olduğunda, örgüte öldürücü bürokrasi virüsü de nüfûz etmiş demektir. Mesleği sendikacılık olan biri için asıl kaygı, kendi konumunu, statüsünü ve çıkarlarını güvence altına almaktır… Sendika büyüdükçe bürokrasinin gücü de artar.

Marx, Paris Komünü’yle ilgili bir yazıda, sendikalardaki bürokratik yozlaşmaya karşı iki önlem önermişti: İşçi örgütünde profesyonel olarak çalışanlara kalifiye bir işçinin ücretinden fazla ücret ödememek ve sendika yöneticilerinin iki seferden fazla görev yapmasına izin vermemek, rotasyon yoluyla bürokratik bir kastın oluşmasını önlemek… Bugünün dünyasında bu önlemlerden birincisinin etkinliği tartışmalıdır. Zira o dönemde ortalama işçi ücretleri sefalet ücretleriydi, bugünkü seviyelerin çok altındaydı. İkincisi, sendika yöneticilerinin geliri sadece aldıkları ücretten ibaret değildir. Sendikanın kaynaklarını ‘kolektif’ olarak tasarruf etme yolu da açık olduğu için, hayat standartları sıradan işçiyle karşılaştırılamayacak kadar yüksektir. Sendika fonlarını kolektif olarak kullanarak reel gelirlerini yükseltmenin yolunu buluyorlar. İkinci önlem daha etkili gibi görünse de bir başına bürokratik yozlaşmayı önlemenin garantisi değildir.

Türkiye’de 30-40 yıl sendikacılık yapanlar var. TÜRK-İŞ başkanı Ergun Atalay 43 yıllık sendika yöneticisi ve o bir istisna değil… Bizde sol kesim sendikalardaki yozlaşmayı hiçbir zaman sorun etmedi. “En kötü sendika bile sendikasızlıktan iyidir” safsatası geçerliydi… Osmanlı İmparatorluğunda padişahların tahtta kalma aritmetik ortalaması 17 yıl 3 aydı… Fakat bu durum sadece sendikacılar için geçerli değil… 25-30 yıl millet vekilliği, oda, dernek başkanlığı yapanlar var. Belediye başkanlığı da sayılırsa, R. Tayyip Erdoğan 27 yıldır yönetiyor… İşte size “Türk demokrasisinin” manzarası… Bu sefil durum da sınıf mücadelesi zaafının, demokrasi bilinci zaafının sonucu…

Siyasi partiler var, seçimler yapılıyor diye bir rejim demokrasi olmuyor… Geride kalan dönemde rejim, “kazanılmış haklar” temelinde değil, “bahşedilmiş haklar” temeli üzerinde yol aldı…Ama artık yol alamıyor… Tam bir seçim ve temsil yanılsaması söz konusu…Hiçbir zaman seçilenler seçenleri temsil etmedi… Onlar kimi temsil edeceklerini iyi biliyor…

Siyaset yapma tarzı da dahil artık her şeyin radikal değişikliğe uğratılması gereken zaman gelip çattı… Artık hiçbir şey eskisi değil ve olmayacak… Bu aracın bu rotada yol alması mümkün değil… Türkiye tam bir çöküş tablosuna hapsolmuş durumda… Emekçi halk çoğunluğu sahayı inip, gereğini yapmadıkça, çöküş derinleşmeye, işler sarpa sarmaya devam edecek… Artık “sayın seyirciliğin” sonu gelmiş olmalıdır…

Geride kalan dönemde bu ülkenin tüm zenginliğini üreten ama ürettiğinden yeterli payı alamayan emekçi halk sınıflarının sürece bilinçli müdahale etmesine, şeylerin seyrini değiştirmesine bir engel yok… İnsan irade sahibi bir yaratık olduğuna göre…

yeniyasamgazetesi9.com/sendika

Türk ırkçılığı,Kimlik mi, Kurgu mu?

Medeni Sönmez

Bugün Türkçülük denince akla ne geliyor? Bir millete aidiyet duygusu mu, bir tarihî miras mı, yoksa ustaca inşa edilmiş bir kimlik mühendisliği projesi mi? Eğer gözümüzü gerçeklere çevirecek cesaretimiz varsa, Türkçülüğün kendi doğal mecrasında doğmadığını, aksine yönlendirilmiş bir fikir olduğunu görmemiz gerekir. Çünkü bu coğrafyada kimlikler tarih boyunca hep masa başında şekillendirilmiştir — çoğu zaman da Türk’ün bilgisi ve iradesi dışında.

Osmanlı İmparatorluğu'nda “Türk” olmak, uzun yıllar boyunca horlanan, aşağılanan bir sıfattı. Osmanlı elitleri kendilerini “Osmanlı” veya “İslam ümmeti” kimliğiyle tanımlarken, "Türk" ifadesi köylü, etra-ı Merkep, cahil, hatta kaba saba anlamına geliyordu. Yani bugünün “millî” ifadesi, dünün aşağılayıcı etiketiydi.

İşte bu aşağılama ortamında birden bire “Türk milleti” yüceltilmeye, “Türk tarihi” yüceltici dille yazılmaya başlandı. Peki ne oldu da bir asır boyunca hor görülen bu kimlik bir anda imparatorluk projesinin merkezine oturtuldu?

Burada tarih sahnesine Yahudi asıllı Fransız yazar Leon Cahun giriyor. 1869 yılında yazdığı Introduction à l'histoire de l'Asie (Asya Tarihine Giriş) kitabında, Türkleri ve Moğolları, batıya medeniyet taşıyan büyük bir ırk olarak tanımlar. Bu fikirler, özellikle 1870’lerden itibaren Osmanlı aydınlarını etkisi altına alır. En çok da Jön Türkleri.

Tesadüf mü? Zamanlama manidar.

Jön Türk hareketi, II. Abdülhamid’e karşı Batılılaşma, anayasa ve “millet” temelli bir yapı kurmak isteyen aydınlardan oluşuyordu. Ancak dikkat çekici olan, bu hareketin içinde dönemin Mason localarına ve özellikle Selanik'teki Yahudi dönmelerine (Sabetaycılar) yakın isimlerin etkin oluşuydu. Nitekim İttihat ve Terakki kadroları, bu fikirlerle yoğrulmuş bir zihniyetle Osmanlı’nın sonunu hazırlarken, yeni bir millet kurgusunun da temellerini atıyordu: Türk milleti.

Ancak bu “millet”, tarihî bağları ve doğal evrimiyle değil, Avrupa’daki ulus-devlet projelerinin ve Siyonist fikirlerin modellemesiyle oluşturulmuş bir yapıydı. Yani Türkçülük, içeriden değil, dışarıdan teşvik edilen bir ideolojik kurgu olarak sahneye sürüldü.

Ziya Gökalp, bu kurguya akademik ve sistematik bir omurga kazandıran kişidir. Türkçülüğün Esasları kitabında, Türk milletinin tanımını yaparken din, soy ya da coğrafyadan çok, kültürel birliktelik ve tarihsel misyon vurgusu öne çıkar. Bu yaklaşım, elbette kendi içinde tutarlı olabilir. Ancak Gökalp’in kaynak aldığı isimler ve düşünce çizgisi dikkatle incelendiğinde, Türkçülüğün Fransız pozitivizmi ve Avrupa merkezli “kurgusal millet” teorileriyle yoğrulduğu açıkça görülür.

Mustafa Kemal Atatürk de, bu fikirleri takip etmiş, Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi gibi projelerle Türk kimliğini tarih öncesine kadar geri götürmeye çalışmıştır. Ancak bu teoriler de Batı'dan ithal yöntemlerle hazırlanmış, masa başı akademisyenlerce oluşturulmuş tezlerdi. Bugün bile akademik geçerliliği sorgulanan bu projeler, dönemin ulus-devlet paradigmasına uyum sağlamak için yapılmıştır.

Cemil Meriç, bu noktada uyarısını yapar: “Türkçülük, Türk ırkçılığının Kur’an’ıdır.” Bu söz, hem bir eleştiridir, hem de bir teşhistir. Çünkü kimlikler, eğer tarihsel hakikatin değil, ideolojik laboratuvarların ürünü olursa, milletin kendisi bir fikri deney faresi olur.

Siyonizmin 19. yüzyılda yükselişe geçmesiyle eş zamanlı olarak milliyetçiliğin Arap coğrafyasında, İran’da, Balkanlar'da ve Anadolu’da sistemli şekilde pompalanması, tesadüf değildir. Yahudi tarih anlatısı, “seçilmiş halk” fikrini merkezine koyarken, aynı yüzyılda Türkler için de “medeniyetin taşıyıcısı” olduğu söylemi yaygınlaştırılmıştır. Arka planda bir tür karşılıklı kimlik inşası vardır.

Bugün geldiğimiz noktada ise, bu tür kimlik projelerinin bölgeyi ne hale getirdiği ortadadır. Milliyetçilik üzerinden çizilen sınırlar, parçalanan halklar, birbirine düşman edilen kardeş topluluklar…

Türkçülük, Türk milletinin gerçek köklerinden gelen bir refleks değil; yönlendirilmiş, kurguya dayalı ve başka güçlerin elinde şekillenmiş bir kimlik kalıbıdır. Elbette bu ülkeyi seven, kültürüne sahip çıkan her birey için “Türk” kimliği kıymetlidir. Ama mesele, bu kimliğin nasıl, kimler tarafından ve hangi amaçla inşa edildiğidir. Sorgulamadan sahip çıkılan her şey, zamanla sahibini yutar.

Bir Yahudi Türkçü: Avram Galanti ve Irkçılığın Garip Kesişimi. Türk ırkçılığın babası yahudiler..

Medeni Sönmez

Tarihin ironisi bazen insanı şaşırtır. Türk ırkçılığın en ateşli savunucularından biri, ne Türk’tü ne de Müslüman: Avram Galanti. Osmanlı'nın son döneminde ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında adından sıkça söz ettiren bu isim, Musevi bir ailenin mensubuydu. Daha sonra “Bodrum” soyadını alarak memleketiyle bağını pekiştiren Galanti, Türkçülük düşüncesine hem kalemiyle hem de akademik çalışmalarıyla büyük katkı sundu.

Galanti'nin Türk ırkçılığı, yalnızca bir aidiyet hissiyle açıklanamayacak kadar güçlüydü. Onun bu alandaki yazıları, dönemin başka önemli isimleri olan Vambéry ve Kahun gibi Yahudi asıllı düşünürlerin bile ötesine geçmişti. Üstelik bu üç ismin de Türk olmadığını hatırlatmakta fayda var. Ancak Galanti, sadece kültürel bir Türkçülük değil, zaman zaman biyolojik ırkçılığa kayan bir çizgiyi benimsedi. Bu yönüyle, dönemin bazı Türk ırkçılarından daha ırkçı bir tutum sergilediğini söylemek abartı olmaz.

En ilginç çıkışlarından biri ise, Tevrat'a dayandırdığı etno-tarihsel bir iddia oldu. Galanti, Yasef'in (Yusuf’un) torunu Togarma’dan türeyen kavimlerin Türkler olduğunu ileri sürdü. Bu yaklaşımıyla hem kendisini hem de benzer düşüncedeki çevreleri, Türklerin kadim bir kutsal metinle kökenlendirilmesine inandırmaya çalıştı. Bu tür tezler, dönemin kimlik arayışında olan aydınları için cazipti belki, ama bilimsel gerçeklikten çok ideolojik bir fanteziye dayanıyordu.

Tarihin bu tuhaf figürü bize şunu hatırlatıyor: Irkçılık, sadece etnik kökenle sınırlı bir tutum değildir; bazen kendi kökenine rağmen, bir ideolojiye körü körüne bağlanmak da başka bir tür yabancılaşmadır.

Devam edecektir....

İnkârın Sol Yüzü: Kemalist Aklın Devrimcilik Kılığındaki Kürt Düşmanlığı – YAKUP EMRAH

Kemalizm, yalnızca devletin ideolojik aygıtlarına değil, aynı zamanda devletin dışında gelişen siyasal hareketlerin çoğuna da sirayet etmiş, sol siyaseti kurucu bir zemin olarak şekillendirmiştir. Türkiye solunun neredeyse bütün tarihsel biçimlenişi bu Kemalist zeminle ya doğrudan uzlaşmış ya da ona göre kendini konumlandırmıştır. Bu durum, Türkiye solunun en başta ulus-devlet paradigmasına içkin olduğunu, tarihsel olarak devletin üniter yapısına sadakat gösterdiğini ve en önemlisi Kürt meselesini bir “taktik mesele” olarak görmeye meyilli olduğunu göstermiştir.

Bu bağlamda 1971 devrimci kopuşuna atfedilen “anti-kapitalist”, “devrimci” ve “halkçı” kimlik, yapısal olarak Kemalist modernleşmenin ideolojik aparatlarından bağımsız değildir. 71 kopuşunun önder kadroları –her ne kadar sistemle çatışmış olsalar da– Türk ulusalcılığının sınırlarını aşamayan bir siyasal tahayyül içinde kalmışlardır. Kürt meselesi, bu kopuşun zihinsel haritasında ya hiç yer almamış ya da proletarya enternasyonalizmi adı altında askıya alınmıştır.

Oysa Kürt halkı için mesele, yalnızca sınıfsal sömürü meselesi değil; doğrudan varoluşsal bir sorundur. Kürtlerin inkârı, bir ekonomik eşitsizlik meselesinden çok daha derin, çok daha yapısal bir ideolojik imhadır. Kemalizmin laik-modernist söylemi, bu imhayı seküler bir maske altında gerçekleştirmiş; Şeyh Said’den Seyid Rıza’ya kadar Kürt önderliklerini “gerici” olarak kodlayarak imha etmiştir. Bu zihniyet, Türkiye solunun ana damarında da güçlü biçimde mevcuttur.

Örneğin; Deniz Gezmiş’in liderliğindeki Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) Ankara Sıkıyönetim Mahkemesine verdiği Savunma’da Şeyh Said ile ilgili şunları söylemişti: “Eski güçleri zayıftı, tek başlarına iktidara gelecek güçte olmadıkları için, yine tek kurtuluş yolunu dış destekte buldular. Ve zamanın Ortadoğu’daki hâkim devleti İngiltere ile gizli anlaşmaya başladılar. Birinci ve İkinci Meclisteki üyelerin yapıları ve Meclis zabıtları incelendiği zaman bu takımın faaliyetlerini görürüz. Hilafetin tekke ve zaviyelerin kapatılmasına açıkça karşı koymuşlar, 1925 Şeyh Sait isyanı ile şanslarını denemişler, 1926’da İzmir’de Atatürk’e suikast düzenlemişler, fakat başaramamışlar, 1930’larda serbest fırka etrafında birleşmişler, fakat sonradan faaliyetleri yasaklanmıştır. Uzun yıllar devam eden birinci dünya savaşının ve Kurtuluş Savaşımızın ganimetleri ile yüklü oldukları cephede çarpışan yurtseverlerin namusuna kadar el attıkları için rahat durmamakta ve her fırsatı kullanmaktadırlar.”

Bugün hâlâ Türkiye solunun büyük kısmı, Kürtlerin ulusal taleplerini tali bir mesele, hatta “emperyalizmin oyunu” olarak kodlamaya devam etmektedir. Sol adına yapılan bu yeni tahakküm biçimi, bir tür ideolojik asimilasyon çabasıdır. “Kürt sorunu”nu sadece “demokratikleşme”ye indirgemek ya da “emek eksenli” soyut bir evrensellik içerisinde eritmek, Kürt milletinin tarihsel deneyimini, isyan hafızasını ve kendi kaderini tayin hakkını fiilen yok saymaktır. Türkiye solu, hâlâ Kemalist modernitenin “medenileştirme misyonu”nu sol maskelerle sürdürmektedir. Bu maskeler bazen “sınıf”, bazen “laiklik”, bazen “anti-emperyalizm”, bazen de “devrimcilik” adını almaktadır. Ancak içerik değişmemektedir: Kürdü görmeyen, Kürdü duymayan, Kürdün hafızasını inkâr eden bir siyasal bakış…

O halde yapılması gereken şey, sadece Kemalizmle hesaplaşmak değil; onun sol içerisindeki izdüşümlerini de teşhir etmektir. Kürt ulusal hafızasının üzerini örten her söylem, ister sağdan gelsin ister soldan, bir sömürgeci bakış açısının ürünüdür. Kürt halkı, tarihsel hafızasını ancak bu çok katmanlı inkâr mekanizmalarına karşı bilinçli bir mücadeleyle inşa edebilir. Bu nedenle, Kürtler için Kemalizm bir ideoloji değil, bir yok oluş projesidir. Türkiye solu ise bu projenin gönüllü ya da farkında olmadan taşıyıcısı haline geldiği ölçüde, Kürtlerin özgürlük mücadelesine yoldaş değil, engel olmaktadır.

Kemalist modernleşmenin içinden konuşan bir sol hareket, kaçınılmaz olarak “tek millet, tek devlet” fikrinin tarihsel içeriğini koruyarak hareket eder. Mahir Çayan ve çevresinin anti-emperyalist perspektifi, “ikinci kurtuluş savaşı” söylemine oturtulurken, bu mücadelenin öznesi olarak yalnızca Türk halkı tahayyül edilmektedir. Kürtler, bu kurguda ya devrimci mücadelede görev alması gereken bir “yardımcı unsur” ya da “feodal yapılarla gerici ilişkileri olan” bir topluluk olarak tasavvur edilir. Burada karşımıza çıkan şey, Kürtleri özne olmaktan alıkoyan, onları bir “tarihsel yük” haline getiren, sol kisveye bürünmüş bir inkâr pratiğidir.

Bu çerçevede, Kürtlerin tarihsel mücadelesi, Türkiye solu tarafından ya görmezden gelinmiş ya da çarpıtılmıştır. 1925 Şeyh Said isyanı, 1930 Ağrı direnişi, 1937-38 Dersim katliamı ve sonrasındaki bütün Kürt başkaldırıları, solun tarih yazımında ya “gerici ayaklanmalar” olarak yer almış ya da “reaksiyoner feodal öznelerin provokasyonları” şeklinde değerlendirilmiştir. Bu yaklaşımın teorik arka planı, solun hala Kemalist aydınlanmacılıkla hesaplaşmamış olmasında yatmaktadır. Türk sol hareketi, aydınlanma ideolojisini, modernizmin ilerlemeci tarih anlayışını ve pozitivist devrimciliği sorgulamak yerine, onu “bilimsel sosyalizm” zannıyla sahiplenmiş; Kürt halkının direnişini ise bu çerçeveye uymadığı için dışlamıştır.

Bu noktada Türkiye solunun en büyük ideolojik krizi, kendi “devrimci” iddialarına rağmen, Kemalizmin kurduğu ulus-devletin temel varsayımlarını sorgulamaması, hatta yeniden üretmesidir. Devletin resmi ideolojisiyle sorunu olmayan bir devrimcilik, özü itibariyle sistem içi bir pozisyondur. Bu anlamda Mahir Çayan’ın ya da Deniz Gezmiş’in Kürt meselesine yönelik sessizliği ya da indirgemeci yaklaşımları, sadece dönemsel bir zaaf değil, yapısal bir körlüktür. Bu körlük, 1971’in ideolojik mirasını taşıdığını iddia eden pek çok bugünkü sol yapı tarafından da sürdürülmektedir.

Kürt ulusal mücadelesinin önünde iki temel görev vardır: İlki, Kemalizmle tüm biçim ve suretleriyle kopmak; ikincisi ise, Kemalizmin gölgesinde yeşermiş olan “devrimci” yapıların ideolojik kuşatmasını dağıtmak. Ancak bu şekilde, Kürtler kendi tarihsel hafızalarını özgürce kurabilir, kendi dilinde düşünmeye ve kendi kaderini tayin etmeye başlayabilir.

Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan etrafında şekillenen 68 ve 71 kuşağı, Türkiye sol tarihinde “devrimci romantizm”in sembolleri olarak anıla gelmiştir. Ancak bu kuşağın ideolojik referansları, tarihsel zemini ve politik tahayyülü, görünürdeki radikal duruşlarının ötesinde, Kemalist paradigmanın gölgesinde şekillenmiştir. Onlar, devletle politik olarak karşı karşıya gelmiş olsalar da, zihinsel dünyaları ve tarihsel referansları bakımından devletin inşa ettiği Kemalist rejimin sınırlarını hiçbir zaman aşamamıştır.

Bu kadroların eğitim gördüğü kurumsal yapı, Kemalizmin “ilerlemeci”, “laik”, “ulusçu” öğretisinin doğrudan taşıyıcısıdır. Sol tahayyüllerini şekillendiren temel nosyonlar, Türk modernleşmesinin epistemik kodlarıyla iç içedir. En belirgin olanı ise “milletin birliği”, “anti-emperyalist ulusal kurtuluş” ve “ilerici-geri ikiliği” gibi Kemalist ideolojinin merkezi kavramlarıdır. Bu kavramlar etrafında şekillenen bir siyasal dilin içinde Kürt halkına, sadece marjinalleştirilmiş değil, aynı zamanda “gelişmesi gereken” bir halk gözüyle bakılmıştır. Kürtler bu bağlamda, ya sınıfsal kurtuluş uğruna “terk-i kimlik” etmesi beklenen bir unsur ya da devrimin başarıya ulaşması için “taşınması gereken yük” olarak görülmüştür.

Mahir Çayan’ın teorik metinlerinde veya Deniz Gezmiş’in eylemsel çıkışlarında Kürt meselesine dair herhangi bir yapısal değerlendirme bulunmaması bir eksiklikten ziyade, ideolojik bir yönelimdir. Çünkü Kürt meselesini tarihsel bir ulusal baskı sorunu olarak kabul etmek, doğrudan Kemalist ulus-devlet modelini ve onun kurucu şiddetini sorgulamayı gerektirirdi. Oysa bu kadrolar, Mustafa Kemal’i hâlâ “anti-emperyalist bir lider” olarak yücelten; Cumhuriyet’in kuruluş sürecini “ilerici bir devrim” olarak kodlayan bir anlayışın içerisindeydiler. Buradaki çelişki basit bir tarih bilmezlikten değil, doğrudan ideolojik aidiyetten kaynaklanmaktadır.

Deniz Gezmiş ve arkadaşları 29 Ekim 1969’de Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal Yürüyüşü düzenlemişti. Yürüyüşün çağrı metni şöyleydi:

“Büyük Türk Milleti!

Atatürk için toplanalım!

Mustafa Kemal’in Milli Kurtuluş idealini yaşatmak için,

Mustafa Kemal devrimine saldıran karanlık güçlere dur demek için,

Milletçe yabancı uşaklığına düşmekten kurtulmak için,

Tam bağımsız geçekten demokratik Türkiye için,

Gazi Mustafa Kemal’in Milli Kurtuluşçu saflarında toplanalım!

Yaşasın Türkiye!

Yaşasın yarının bağımsız Türkiyesi için mücadele!“

Yürüyüş, Atatürk’ün ölüm yıl dönümünde 10 Kasım 1968’de Ankara’da sona ermişti.

THKO 1. Davası duruşmalarında, Deniz Gezmiş; “Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz” demiştir. Toplu savunmada bu duruş şöyle ifadelendirilmiştir: “Biz Atatürk’ten Mustafa Kemal diye bahsediyorsak, onu kendimize yakın hissettiğimizden ve onun gibi büyük bir bağımsızlık savaşçısını kendimize silah arkadaşı kabul ettiğimizdendir.” Keza duruşmalarda, “ilga etmekle” suçlandıkları 61 Anayasasının asıl savunucuları olduklarını söylemiş, yürüttükleri mücadeleyi 2. Kurtuluş Savaşı olarak tanımlamışlardır.

Mahir Çayan şöyle söylemektedir: “Kemalizm, ülkemizde asker sivil aydın zümrenin geleceğini yansıtan, anti-emperyalist ve antifeodal bir tavır alıştır. Bu yüzden, Kemalizmin sağı solu olmaz. Kemalizm soldur, Milli Kurtuluşçuluktur, emperyalizme karşı bu zümrenin isyan bayrağıdır. Milli Kurtuluşçu bir tutum yansıtması açısından bizler sapına kadar Atatürkçüyüz. Onun Milli Kurtuluşçuluk bayrağını, hayatımız da dahil, her şeyimizi ortaya koyarak biz dalgalandırıyoruz.”

Mahir Çayan’ın çok kısa ele almış olduğu Kürt ulusal sorunundaki çözüm önerisi de şöyledir:

“Bilindiği gibi, devrimci proletarya, milli meseleyi ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının ışığı altında ele alır. Biz, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ışığı altında diyoruz ki; ‘Her şart altında her zaman meseleyi Misak-ı Milli sınırları içinde ele almak gerekir veya Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkının kullanılmasıdır,’ diyen görüşler yanlıştır. Bu görüşlerin sahipleri, her iki tarafın burjuva veya küçük burjuva milliyetçi unsurlarıdır. Oysa devrimci proletarya meseleyi diyalektik bir tarzda ele alır. Yani; ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının öngörüldüğü, ayrılma, özerklik, federasyon vb. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne zaman geçerli olabileceğini açıkça ortaya koyar.”

Mahir Çayan’ın önderliğindeki THKP-C savunması şu sözlerle bitiyordu:

“Seçtiğimiz yol, Gazi Mustafa Kemal’in açtığı yoldur,

Onun başlattığı Anadolu İhtilalinin yoludur.

Parolamız, “Ya istiklal, Ya Ölüm!”

Hedefimiz, “İstiklali Tam Türkiye”dir.

Gazi Mustafa Kemal’in yükselttiği tam bağımsız Türkiye bayrağı biz sosyalistlerin ellerinde dalgalanmaktadır”

1971 devrimci hareketi, bu tarihsel meşrulaştırma mekanizmasını devralmış, çoğaltmış ve yeniden üretmiştir. “Halk savaşı”, “anti-emperyalist mücadele”, “devrimci aydınlanma” gibi kavramlar, Kemalist devlet aklının devrimci bir jargonla yeniden ifadesinden başka bir şey değildir. Bu söylemde Kürt halkı, kendi tarihsel özneliğinden soyutlanmış; bir “Türkiye halkları” retoriği içinde eritilmiş; dolayısıyla ulusal benliği inkâr edilmiştir. Böylece hem Cumhuriyet’in kurucu şiddeti aklanmış, hem de Kürt ulusal talebi yapısal olarak susturulmuştur. Bu inkâr biçimi, çıplak şiddetten daha sofistike, daha içsel ve daha tehlikelidir. Çünkü bu kez inkâr, yoldaşlık maskesiyle, devrimcilik söylemiyle, halkçılık kisvesiyle gerçekleştirilir. Bu türden bir sol yaklaşım, Kürt halkının mücadelesini inkâr etmekle kalmamış uzun bir dönem onun devrimci potansiyelini, kendi ideolojik sınırlarına hapsederek denetim altına almaya çalışmıştır.

gazetepan.com/inkarin-sol-yuzu

"İtten aç,
Yılandan çıplak,
Vurgun ve belâ
Gelip durmuşsam kapına
Var mı ki doymazlığım?
İlle de ille
Sevmelerim,
Sevmelerim gibisi?
Oturmuş yazıcılar
Fermanım yazar
N'olur gel,
Ay karanlık..."

Ahmed Arif

Kemalizm solun düşmanı

Türkiye devletinin kurucu ideolojisi olan Kemalizm, AKP’ye karşı muhalefet içerisinde solun bir değeri veya destekçisiymiş gibi gösterildiği ölçüde hem solun hem de daha geniş muhalefetin milliyetçiliğe kaymasına yol açıyor.

Kemalizm, dağılmış bir feodal devlet olan Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerinden, Batı’da burjuva devrimleri sonucu kurulmuş ulus devletlere benzer bir yapı inşa etmeye çalışanların ideolojisidir. Yani 20. yüzyılın başında Anadolu’nun hâkim sınıflarının; yükselmeye başlayan Müslüman Türk ticaret burjuvazisinin ve “Millî Mücadele” adıyla anılan dönemde öne çıkan askeri bürokrasinin, Batı’daki modernleşmeyi tepeden aşağı dayatma ve aynı zamanda yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde Türklük kimliğini diğer tüm halklara dayatma projesinin adıdır. Bu anlamıyla Kemalizm baskıcı ve otoriterdir, milliyetçi ve hatta ırkçıdır, dini de “laiklik savunusu” adı altında tamamen devletin kontrolüne almaya çalışır, yoksullara ve tüm ezilenlere karşı elitizmi ve egemenleri savunur.

Kemalist gelenek

Dolayısıyla Kemalizm, Türkiye devletinin kurucu ideolojisi olarak, belli başlı birkaç görev ve özelliğe sahiptir:

1) 20. yüzyılın başında başta Ermeniler ve Rumlar olmak üzere Anadolu’daki gayrimüslim halklara karşı uygulanan imha politikalarının, ayrıca onların mülklerinin gaspıyla servet transferi yapılmasının teorize edilmesi ve ölümüne savunulması

2) Kürt halkının varlığının ve kimliğinin inkârı, bu becerilemediği zaman onlarla çatışmanın devamlılığının sağlanması

3) Türkiye toplumunun çoğunluğunun dindarlığının modern burjuva ulus devlete karşı bir tehdit olarak görülmesi ve buna karşı dinin devletin kontrolü altına alınması

4) Ordunun egemen sınıfın bir parçası olan, sermaye sahibi bir yapı olarak siyasetin göbeğinde konumlandırılması

Kemalizm, Türkiye tarihi boyunca seçim sandıklarından çıkan sonuç ne olursa olsun, bu değerler etrafında devleti korumaya ve toplumu şekillendirmeye çalışan bir siyasi çizgi olarak varlığını sürdürdü. Ve görüldüğü gibi bunların solla, sosyalizmle, devrimcilikle hiçbir ilgisi yok. Zaten Kemalizm, kimi zaman iddia edildiği gibi “bir burjuva devriminin” ideolojisi değil; aksine, 1908’de patlak veren kitle hareketlerinin sonucu olarak gerçekleşen burjuva devrimini yukarıdan bastıranların ideolojisidir.

Sol ve Kemalizm

Tüm bunlara rağmen, Türkiye’de solda Kemalizm hep tartışılan bir kavram olmuştur. Solun bir rengi, savunması gereken bir tarihsel dönem veya güncel müttefiki olarak görülmüştür. Bunlara neden olan iki temel yanılgı var.

Birincisi, Kemalizmin antiemperyalist bir kurtuluş savaşı verdiği ve bu yüzden küresel düzenin hakimlerine karşı başarı kazandığı inancı. Burada varılan sonuç, Birinci Dünya Savaşı sonrası Anadolu’da yaşananların tamamen resmi tarih anlayışına dayanan bir perspektiften okunmasından kaynaklanıyor. Kurtuluş Savaşı veya Millî Mücadele denilen çatışmaların çapı, Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’nda içinde bulunduklarının neredeyse onda biri kadar. Burada, emperyalistlere karşı verilen bir mücadeleden çok, Anadolu’da kalan son gayrimüslim unsurların da temizlenmesi ve mallarına el konulan Ermenilerin, Rumların dönme ve bunların peşine düşme ihtimaline karşı kurulan askeri ve siyasi yapıları görüyoruz. Örneğin Fransız işgaline ilk yıllarda pek itiraz etmeyen şehirler, bir anda Ermenilerin geri dönme ihtimaline karşı “ayaklanıp” bugün bildiğimiz “şanlı”, “kahraman” gibi sıfatları edinirler. Kısacası, Kemalizm anti-emperyalist bir kurtuluş mücadelesi değil; elbette yabancı güçlerle bazı askeri çatışmalara da girdiği için milliyetçi, ancak özünde küresel kapitalist sistemde yeni bir devletle var olmak isteyen egemen sınıfın ve dolayısıyla emperyalistlerle bir uzlaşmanın üzerine kurulan devletin ideolojisidir. Anti-emperyalizmi milliyetçilikle, yabancı düşmanlığıyla sınırlı bir ufka sahiptir.

Solu etkileyen ikinci unsur ise halkın ve işçi sınıfının çoğunluğunun dindar, gerici, fikirleri değişmeyen sabit kafalı ve sağcı insanlar olarak görülmesi; buna karşı Kemalizmin bir tür aydınlanmacı, modernleşmeci ideoloji olarak ilerlemeyi temsil ettiği iddiası. Burada birden fazla sorun var. Öncelikle, sol ve sosyalistler, dünyayı akıllı ve modernleşmiş insanlarla geri kafalı barbarlar arasında gören “medeniyetler çatışması” tezlerinin savunucuları değillerdir. Bu bakış sömürgeciliğin, büyük güçlerin dünyanın geri kalanını “medenileştirme” projelerinin, dolayısıyla günümüzde Batı emperyalizminin bakışıdır. Biz ise “cahil” veya “barbar” diye aşağılanan geniş kitlelerin, işçi sınıfının kolektif mücadelesiyle dünyanın daha özgür ve eşit bir yere dönüştürülebileceğine inanıyoruz. Yani bu “aşağılananlar” aslında bizleriz ve tarih boyunca böyle olduk.

Bu yüzden Birinci Enternasyonal’e katılan Fransız işçiler şöyle diyordu:

“Biz bütün ülkelerin işçileri, insanlığı iki sınıfa, cahil sıradan halk ile bolluk içinde yüzen şiş göbekli mandarinler sınıfına ayıran bu ölümcül sistemin barikatlarına karşı birleşmeliyiz. Kendi kurtuluşumuzu dayanışmayla kendimiz yaratalım!”

Veya Lenin 1918’de benzer şekilde devrimi ve kitleleri aşağılayanlara karşı şunları söylüyordu:

“Ahlaksız burjuva basını varsın bizim devrimimizin yaptığı her yanlışı dünyaya haykırsın. Hatalarımız cesaretimizi kırmıyor. Devrim başladı diye insanlar azizlere dönüşmedi. Yüzyıllardır ezilmiş, korkutulmuş, sefalet ve cehalet içinde tutulmuş, vahşileştirilmiş emekçi sınıflar, devrimi, hatalar da yapmadan gerçekleştiremezler.”

Ayrıca, Kemalizmin “laiklik” yorumu, Avrupa’da kilisenin egemenliğine karşı aşağıdan gelişen hareketlerin yarattığı toplumsal durumun aksine; baskıcı, dini devlet tekeline alan, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi yapılar kuran, farklı dini mezhepler arasında ayrım gözeten, dindarların dinini özgürce yaşama hakkını da çoğu yerde elinden alan bir devlet formasyonu. Başörtülü kadınları sosyal hayattan dışlamaya çalışan bir laikliğin solla, sosyalizmle hiçbir ilgisi yoktur. Din derslerinin zorunlu olmadığı, devletin veya anayasanın toplum adına bir dini kimliği seçip dayatmadığı, Diyanet’in kapatıldığı, tüm inançların ve cemaatlerin kendi din görevlilerini seçmekte ve ibadethanelerini fonlamakta özgür olduğu, tüm inançlar üzerindeki baskıların kalktığı bir laikliği biz de savunuyoruz. Ancak Kemalizmin önerdiği bu değil.

Solu ezen bir güç

Kemalizm ayrıca, Kürtlerin, Ermenilerin, yoksul dindar işçilerin yanı sıra demokrasiye, serbest seçimlere ve sosyalist solun kendisine de düşman. Bu yüzden tek parti döneminde hiçbir özgür seçim yapılamıyor, Mustafa Kemal eliyle kurdurulan muhalefet partileri kısa süre içerisinde popülerleştikleri için kapatılıyor, baskı altına alınıyorlardı. Bu dönemde Mustafa Suphi önderliğindeki komünistler öldürüldü, hatta devlet eliyle sahte bir komünist parti dahi kurduruldu.

1950’lerden itibaren ise Kemalist geleneği temsil eden partiler, 1970’lerin ortasındaki kısa bir dönem dışında, girdikleri seçimleri hep kaybettiler. Demokrat Parti’den Ak Parti’ye merkez sağın ve muhafazakâr partilerin güçlenmesinde başat rol Kemalizmindi.

Kemalist siyasi gelenek aynı zamanda solu da ezen temel güçtü. Komünistler “devleti bölmek isteyen” anarşistler olarak tanımlandı. Cezaevlerinde, işkencehanelerde devrimcilere Türk milliyetçiliğinin öğeleri, Kemalist devletin normları ile eziyet edildi.

Kemalizmin milliyetçiliğinden gidilen yol

Kemalizm, Türkiye’nin kalkınmasını ve diğer devletlerden üstün olmasını savunan milliyetçiliğinin yanı sıra, çoğu zaman bu milliyetçiliğin ötesine geçmiştir. Güneş Dil Teorisi’ne göre tüm dillerin atası Türkçedir. Türkiye’de yaşayanların ırksal birliğini ispatlamak için on binlerce kişinin kafatası ölçülmüştür.

Kemalizm, Kürtlerin “dağlarda yaşayan Türkler” olduğunu iddia etmiş, Türk olmayı aşırı milliyetçi bir ant vasıtasıyla ilkokula giden herkese dayatmış, “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları düzenleyerek insanların dillerini inkâr etmiştir. Bugün aynı gelenek kemalistlerin zehirli göçmen düşmanlığında devam etmektedir.

Günümüzde Kemalizm

AKP’nin son yıllarda gerçekleştirdiği makas değişikliği, eski derin devletin artıklarıyla ve MHP ile kurduğu ittifak, Kemalizmin tekrar devlet mertebesinde kabul görmeye başlamasına yol açtı. Muhafazakâr sağ gelenekten gelen AKP, Atatürk resimlerinin yanına Tayyip Erdoğan’ı koydu ve Kemalizmin biraz muhafazakâr soslu bir yorumuna; Türkiye’yi kuran liderden 100 yıl sonra onu çok ilerilere taşıyan bir başka lider anlatısıyla ikna oldu. Kemalizmin son 25 yıldaki en fanatik temsilcilerinden Doğu Perinçek’in bugün AKP’nin baş destekçilerinden biri hâline geldiğini düşündüğümüzde, bu durum daha berrakça ortaya çıkıyor.

Kemalizmin bir devlet ideolojisi olarak AKP-MHP ittifakında kendini bulmasında ve yenilenmesinde şaşılacak bir şey yok. Bizi daha çok ilgilendiren ise muhalefette, anti-AKP’ciliğin içinde Kemalizmin tuttuğu yer.

Sol Kemalizm

2005 yılından 2015 yılına kadar süren mücadelelerde, Kemalizmi, onun katı milliyetçilik ve din yorumlarının yarattığı tahribatları gidermeyi, geriletmeyi bir ölçüde başarmıştık. Fakat toplumsal mücadelelerin bir ölçüde geri çekildiği, iktidardaki ittifakların değiştiği ve “yerli milli”leştiği dönemde, solun kimi kesimleri CHP’nin peşine takılmayı ve Kemalizmin daha inceltilmiş bir versiyonunu savunmayı geçer akçe hâline getirme çabalarına yeniden girişti. Demokrasinin hiçbir kırıntısına izin vermeyen bir rejim kuran, hatta bunu zaman zaman kendisi de kabul eden Mustafa Kemal, bugün yaşadığımız otoriter rejime karşı direnişin sembolü olan, özlediğimiz bir lider gibi takdim ediliyor.

30 Ağustos’ta birçok sol parti “bağımsızlığı”, “zaferi” ve Mustafa Kemal’i kutlayan açıklamalarda bulundu. Bunu yapanlar arasında geleneksel olarak ulusalcı çizgide duranların yanı sıra, HDP çevresinde dolanan sol partiler de bulunuyor.

Bu partiler anti-AKP’ciliği, Kemalizme biraz “devrimci” veya “demokratik” lafları katılarak, ancak onun ana çizgisinden kopmadan yürütülmesi gereken bir eksen olarak tarif ediyorlar. Bunun sonucu olarak da seçimlerde CHP-İyi Parti etrafında oluşturulacak bir koalisyonu desteklemeye şimdiden adaylar.

Antikapitalist sol için ise bugün hem Kemalizmin solla herhangi bir ilişkisi olmadığına dair ideolojik ve politik tartışmaları yürütmek hem de onun merkezinde olduğu bir “Millet İttifakı”nı, yani AKP-MHP’nin Türk milliyetçisi blokuna karşı bir başka milliyetçi alternatifi desteklemenin işçi hareketine ve sola hiçbir faydası olmayacağını anlatmak büyük önem taşıyor.

Kemalizm, bugün HDP’yi ittifakına dışarıdan desteğe zorlamaya çalışan CHP’liler ne derse desin, Kürtlerin Türkler karşısında ikincilliğini savunuyor. Kemalizm bugün göçmenleri dışlamanın, başka halkları aşağılamanın temel öğesidir. Kemalizm halka tepeden bakan elitist bir ideolojidir. Devlet bürokratlarının, askerlerin, TÜSİAD’ın ve büyük sermayenin ideolojisidir. Buradan sola, sosyalistlere dost veya müttefik bir güç devşirilemez.

Bizim ihtiyacımız olan ırkçılığa karşı çıkanları, iklim krizini durdurmak için mücadele edenleri, İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasına direnen kadınları, LGBTİ+ları, Boğaziçi’nde direnen öğrencileri, yerel ekoloji mücadelelerini, greve giden veya hakkını arayan işçileri birleştirecek bir muhalefeti inşa etmek. Bunun göbeğine ise böylesi bir birleşik mücadele hattını savunan Antikapitalist Blok’u koymak.

Kemalizm değil bize lazım olan, bize lazım olan antikapitalist, enternasyonalist ve özgürlükçü bir muhalefetin yükselmesidir.

Ozan T.
marksist.org/kemalizm-solun-du

Devlet, modern/somut ifadesiyle, burjuva sınıfının kendisidir.

—Antonio Gramsci

Toplum yanlış kararlar verdiğinde ya da karışmaması gereken şeylere karıştığı takdirde, en büyük siyasal despotizmden daha ürkütücü bir toplumsal despotizme imza atar. Yöneticilerin despotizmine karşı önlem almak yeterli değildir. Aynı zamanda toplumdaki hakim görüşün yaratacağı diktaya karşı da korunmak gereklidir. Toplumsal ilişkilerin zarar görmeden devam edebilmesi için sınırı aşan müdahalelere karşı korunmak, en az siyasal despotizmden korunmak kadar mühimdir.

John Stuart Mill

Evren, kendini öldürmüş bir Tanrı'nın çürüyen cesedidir.

Philipp Mainländer

Evren, kendini öldürmüş bir Tanrı'nın çürüyen cesedidir.

Philipp Mainländer

Tanrı öldü ve onun ölümü dünyanın yaşamı oldu.

Philipp Mainländer

Türkler Müslüman olmamıştır Müslümanlar Türk olmuştur. Kemalizm hiç bir zaman gerçekten laik veya seküler bir ideoloji olmaz. Çünkü ittihatçı Kemalist faşizm Müslümanları Türkleştirmiş ve yapay bir ulus yaratmıştır.

“Ormanda kaybolmuş çocuklar kadar kimsesiziz. Karşımda durup bana baktığında, sen benim içimdeki kederlerden ne anlarsın ve ben seninkilerden ne anlarım?”

Franz Kafka

“Sansür, gerçekleri kendilerinden ve başkalarından gizleme ihtiyacı duyanların aracıdır.” - Charles Bukowski.

Filistinli 6 Direniş Örgütünden Silah Bırakma Çağrısı Yapan BM konferansına Yanıt

FHKC, Hamas, İslami Cihat, FDKC, FHKC-Genel Komutanlık ve Halk Kurtuluş Savaşı Öncüleri, iki devletli çözüm ve silah bırakma çağrısını içeren BM Konferansı’na yanıt olarak ortak bir bildiri yayınladı

“İşgale karşı direniş, tam bağımsız Filistin Devleti kurulana kadar durmayacak” diyen FHKC, Hamas, İslami Cihat, FDKC, FHKC-Genel Komutanlık ve Halk Kurtuluş Savaşı Öncüleri, iki devletli çözüm ve silah bırakma çağrısını içeren BM Konferansı’na yanıt olarak ortak bir bildiri yayınladı.

Silah ve direnişin hak olduğunun vurgulandığı bildiride, sözde iki devletli çözüme karşı da tam bağımsız Filistin Devleti hedefi savunuldu. Bildirinin sonunda da Filistin halkının dünya halklarının da desteğiyle bağımsızlığına kavuşacağı vurgulandı.

Filistinli gruplar, yakın zamanda New York’ta sona eren Birleşmiş Milletler Yüksek Düzeyli Uluslararası Konferansı’nın çalışmalarını dikkatle takip etmiştir. Bu konferans, halkımızın tarihindeki kritik ve hassas bir aşamada gerçekleşmiştir; zira siyonist işgal, halkımıza ve Gazze Şeridi’ndeki kardeşlerimize karşı soykırım savaşını sürdürmekte ve insanlık tarihinin en vahşi aç bırakma operasyonlarından birini uygulamaktadır. Bu, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin, liderlerini yargılamak üzere mahkemeye çağırdığı bir dönemde, tam bir uluslararası sessizlik ortamında yaşanmaktadır. Konferans ve onun sonucunda ortaya çıkan siyasi bildiri, Filistin halkının tam egemenliğe sahip bağımsız bir devlet kurma hakkıyla ilgili önemli içerikler taşımaktadır. Bildiriyi dikkatlice okuduğumuzda, şunları teyit ediyoruz:

alinteri10.org/2025/08/01/fili

Ama en dipte, içkin filozof tüm evrende yalnızca mutlak yok oluşa duyulan en derin özlemi görür ve sanki cennetin tüm alanlarına nüfuz eden çağrıyı açıkça duyar: Kurtuluş! Kurtuluş! Hayatımıza ölüm! ve rahatlatıcı cevap: hepiniz yok oluşu bulacak ve kurtarılacaksınız!

Philipp Mainländer

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.