Show newer

Hepimizin içinde adını koyamadığımız bir şey var, işte biz oyuz.

José Saramago

NASA'nın üç uzay aracı hemfikir: "Normalden 7 kat daha parlak"

Gizemli yıldızlararası cisim 3I/ATLAS, Güneş’e en yakın geçişinde olağan dışı bir şekilde parlayarak bilim insanlarını hayrete düşürdü. Renginin kızıldan maviye dönmesi ve parlaklığının yedi kat hızla artması, ziyaretçinin sırlarını daha da derinleştirdi.
ntv.com.tr/teknoloji/nasanin-u

Yıldızlararası ziyaretçi yön değiştirdi: "Teknolojik bir manevra olabilir"

Yıldızlararası cisim 3I/ATLAS, Hubble’ın birkaç ay önce görüntülediği gizemli “anti-kuyruğunu” kaybedip yönünü tamamen tersine çevirdi.Harvard’lı Prof. Avi Loeb bu davranışın “teknolojik bir manevraya” işaret edebileceğini söylüyor.
ntv.com.tr/teknoloji/yildizlar

Göbeklitepe Tartışmasını Bitirecek Kanıt Karahantepe’den Geldi

Karahantepe kazıları, 12 bin yıl önce kamusal yapıların ve konutların bir arada olduğunu kanıtlayarak, Göbeklitepe’nin “sadece tapınak” olduğu teorisini çürütüyor.
kayiprihtim.com/haber/gobeklit

66 Milyon Yıllık Dinozor ‘Mumyaları’ Bilim Dünyasındaki Ezberleri Bozdu

ABD’de bulunan 66 milyon yıllık Edmontosaurus mumyası, dinozorların toynaklı yapıya sahip ilk kara sürüngenleri olduğunu kanıtlayarak evrim tarihine ışık tuttu.
kayiprihtim.com/haber/66-milyo

Anıtkabir Otobüsü Kalkmak Üzere

Mahmut Uzun

Anıtkabir otobüsü kalkmak üzere, sevgili yolcular…
Lütfen umutlarınızı, kırık hayallerinizi ve unutulmuş vaatlerinizi bagaj bölümüne yerleştiriniz.
Bu hat tek yönlüdür; dönüş yoktur.
Çünkü bu ülkenin rotası, hep aynı dairenin etrafında döner:
Tarihin gölgesi, suskunluğun merkezi, unutuşun kalbi.

Mermerin soğukluğunda
diz çökülür,
ama toprağın sıcak kanı hala kurumamıştır.
Birileri “saygı duruşu” der,
birileri “milli vecibe”,
ama kimse o sessizliğin neye mal olduğunu düşünmez.
Oysa tarih, çoğu kez sessizliğin dilinden yazılır -
ve en yüksek anıtlar, en derin unutkanlığın üstüne dikilir.

Otobüs doludur yine.
Aynı koltuklarda oturan, ama her dönemde başka slogan atan yüzlerle…
Bir vakit “milli birlik” diye bağıranlar,
bugün “demokratik kardeşlik” türküsü söylüyor.
Fakat her notada aynı eksiklik yankılanıyor:
Kürtlerin yüzyıllardır taşıdığı o görünmez, ağır valiz.
İçinde eksik adalet, ertelenmiş eşitlik, mühürlü umutlar…
Ve her durakta yeni vaatler, yeni yeminler, yeni unutmalar.

Yol tabelaları değişiyor:
Birinde “adalet” yazıyor, diğerinde “kalkınma”,
ama direksiyon hep aynı ellerde.
Her yeni şoför, bir öncekinden daha çok inanmış görünüyor,
ama rotayı değiştirmeye cesaret eden çıkmıyor.
Bu otobüs, merkeze
gider hep -
merkez ki, konuşmanın sustuğu,
sustum diyenin de yok sayıldığı yerdir.

Bizse her defasında aynı durakta bekliyoruz.
Yeniden inanıyoruz, yeniden aldatılıyoruz,
yeniden “iyi yolculuklar” diyoruz.
Oysa hepimiz biliyoruz:
Bu otobüs hiçbir yere varmaz.
O sadece döner -
dönerek unutturur,
unutturarak yönetir.

Belki de asıl tuzak binmekte değil,
asıl tuzak, bu otobüsün bir yere gideceğine hala inanmakta.
Tarih, inançla beslenen bir yanılsamadır bazen;
aynı yokuşta, aynı sürücüyle,
aynı uçuruma doğru ilerleyen bir yanılsama.

Ve biz,
her seferinde el sallayıp “iyi yolculuklar” deriz,
biraz alayla, biraz kederle, biraz alışkanlıkla…
Sanki giden onlar değilmiş gibi,
sanki kalan biz değilmişiz gibi.
instagram.com/p/DQl2ol1DNiB/

Sınırda kapitalizm ve totaliterliğin geri dönüşü

Mustafa Özcan

Faşizmin yeni biçimleri –dijital otoriterlik, kimlikçi popülizm, algoritmik yönetişim– kapitalizmin kendi sınır koşullarında doğan tahayyül krizinin siyasal biçimleridir. Bu biçimler, geçmişin tekrarı değil, krizin yeniden biçimlenmesidir

Kapitalizmin tarihi aynı zamanda kendi krizlerine verdiği politik-ideolojik yanıtların tarihidir. 20. yüzyılda klasik faşizm (İtalya, Almanya) nasıl, kâr oranlarının düşüşü, emek hareketlerinin yükselişi ve liberal demokrasinin çözülmesi karşısında burjuvazinin tarihsel savunma refleksi olarak ortaya çıktıysa, bugün de yükselen otoriter eğilimler (örneğin Putin-Rusya, Modi-Hindistan, Erdoğan-Türkiye, Orban-Macaristan, Trump ve Batı’daki aşırı sağ dalga) kapitalizmin geç neoliberal evrede yaşadığı yapısal sınır krizine benzer bir yanıt olarak düşülmelidir. Aşikar hale gelen “yeni totalitarizm” yalnızca gerici bir geri dönüş değil; kapitalizmin kendi tarihsel sınırlarına dayanmış olması nedeniyle geliştirdiği yeniden üretim stratejisidir. Bu strateji çerçevesinde yaşanan mali krizler (küreselleşmenin sınırlarına dayanması, göçmen sorunu, neoliberal politikaların iflası sonucu belirginleşen kriz); kapitalizmin evrensel değerlerin taşıyıcısı iddiasında olduğu temsil sistemi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi uygarlık projesini de tıpkı 2. Dünya Savaşı öncesi olduğu gibi kendi sınırına taşıdı.

Totaliterliğin geri dönüşü ve kapitalizmin eşiği
Yirminci yüzyılın sonunda faşizmin tarihsel olarak yenilgiye uğratıldığı, liberal demokrasinin “tarihin sonu”nu temsil ettiği iddia edilmiş, kapitalizmin küresel biçimi ile bireysel özgürlüklerin uyumlu bir sentez oluşturabileceğine inanılmıştı. Oysa yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği, bu inancın bir yanılsama olduğunu acı biçimde gösterdi. Küresel ölçekte yükselen otoriter-popülist rejimler, dijital gözetim toplumları, ABD ve AB’de faşist partilere artan kitle desteği ve kimlik temelli milliyetçi siyasetlerin sınıf mücadeleleri yerine ikamesi sonucunda solun kitle desteğini oluşturan geniş halk kitleleri nezdinde, yalnızca politik bir geriye dönüşle değil, kapitalizmin kendi içkin sınırlarında beliren yeni bir eşik ile belirginleşmeye başlamıştır. Bu eşik, bir sonun değil, bir doyumun göstergesidir. Kapitalizm, yalnızca üretim ilişkilerinin değil, toplumsal anlamın, öznel deneyimin ve tahayyülünde sınırlarına dayanmıştır. Faşizm ya da totaliterlik, bu tıkanma noktasında, sistemin kendi devamlılığını ontolojik düzeyde yeniden tesis etme çabası olarak belirmiştir. Dolayısıyla faşizmi yalnızca siyasal bir biçim, otoriterliğin bir türü ya da kriz dönemlerinde tekrarlanan bir patoloji olarak değil, tarihsel kapitalizmin kendi kendini koruma refleksi olarak okumak gerekir. Bu noktada “sınırda kapitalizm” kavramı belirleyici hale gelir. Kapitalizm, artık kendi sınırında, varlığını sürdürebilmek için bu sınırı sürekli olarak aşma, genişletme, yeniden icat etme çabası içindedir. Ancak her aşma girişimi, yeni bir kriz biçimi üretir. Ekolojik yıkım, finansal krizler, kimlik politikaları, teknolojik tahakküm – tümü bu sınırda-olma halinin farklı tezahürleridir. Ancak mesele teknik değil, tarihsel-ontolojiktir. Kapitalizmin krizi, sermayenin birikim sınırlarına ulaşması kadar, yukarda belirtilen toplumsal tahayyülün üretkenliğinin de tükenmesiyle ilgilidir. Castoriadis’in deyişiyle, her toplum “kendi dünyasını tahayyül ederek” var olur. Kapitalizm, bu tahayyül gücünü sonsuz büyüme, ilerleme ve piyasa mantığıyla özdeşleştirmiştir. Bugün ise bu mantığın dayandığı anlam dizgesi çökmüştür. Artık ne evrensel insanlık değerlerinden ne ilerlemeden bahsedilebilir. Kendi varlığı ve yaşantısını arayan toplumsal özne, yeni bir anlam üretemediği koşullarda sınırda kapitalizmin önüne koyduğu faşizm dahil her türlü otoriter yönetim seçeneğini gündemine almıştır.

Tarihsel kapitalizmin kriz dinamiği ve iç sınırın mantığı
Marx’ın kapitalizm çözümlemesinin en derin katmanı, onun tarihsel bir sistem değil, tarihsel bir çelişki biçimi olduğunu göstermesidir. Kapitalizm, kendi varlığını, çözümleyemediği çelişkilerin sürekli yeniden üretimi üzerinden sürdürür. Bu nedenle kriz, sistemin istisnası değil, olağan halidir. Marx, Grundrisse’de “Sermaye, bir ‘değer birikimi’ olmanın ötesinde, ‘sonsuz genişleme zorunluluğu’na sahip bir toplumsal ilişkidir” der. Bu zorunluluk, sermayeyi hem dinamik hem de kendine karşıt hale getirir. Çünkü genişleme, her defasında yeni bir dış alan gerektirir: Sömürülecek yeni emek biçimleri, çevre ekonomileri, doğa kaynakları, kültürel pazarlar. Ancak modern kapitalizmin küreselleşmesiyle birlikte bu dışsallık giderek yok olmuştur. Bugün yaşadığımız kriz, tam da bu “dışın tükenişi”dir. Sermaye, artık genişleyebileceği yeni bir alan bulamadığında, genişlemeyi toplumsal dokunun içine, öznenin varoluşuna taşır. İnsan ilişkileri, duygular, arzular, hatta bilişsel süreçler bile piyasa mantığının içselleştirilmiş bir uzantısına dönüşür. Bu, Marx’ın “metanın genel biçim” olarak tanımladığı yapının ontolojik düzeyde tamamlanmasıdır. Sermayenin sınırı, artık yalnızca üretim araçlarının değil, insanın tahayyül gücünün sınırıdır. Bugünün ekolojik felaketleri, küresel eşitsizlikleri ve finansal krizleri, bu çözüm modelinin artık işlemediğini göstermektedir. Sermaye, kendi çelişkilerini başka yere süremez hale gelmiştir ve Marx’ın “mutlak sınır” dediği duruma yaklaşılmıştır.

Toplumsal tahayyül ve anlamın çöküşü
Faşizmin klasik biçimleri, modern ulus devletin ve sanayi kapitalizminin kriz koşullarında doğmuştu. Bu kriz, üretim ilişkileriyle siyasal temsil biçimleri arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanıyordu. Kitlelerin siyasal özne haline gelmesi, üretim alanındaki tahakküm ilişkilerini tehdit ediyordu. 20. yüzyılın ilk yarısında faşizm, bu tehdidi bastırmak ve sermaye birikimini yeniden stabilize etmek için “ulusal birlik”, “tek lider” ve “kolektif fedakârlık” mitleri üzerinden işlev gördü. Bugün ise faşizmin dönüşümü, farklı bir tarihsel zeminde, dijital kapitalizm evresinde ortaya çıkmaktadır. Bu yeni biçim, klasik faşizmin açık şiddetini değil, sürekli denetim, görünmez yönlendirme ve kimliksel kutuplaşma tekniklerini kullanır. Castoriadis’e göre toplumlar, yalnızca üretim ilişkileriyle değil, aynı zamanda kendilerine verdikleri anlamlarla var olurlar. Toplumun kurucu öğesi, ekonomik yapı sın yanında, toplumsal öznenin kendini anlamlandırma biçimidir; bu biçim, tahayyülün ürünüdür. Kapitalizm, başlangıcından itibaren belirli bir toplumsal tahayyül üzerine kurulmuştur: Sınırsız ilerleme, rasyonel birey, teknik kontrol ve sonsuz büyüme miti. Ancak günümüzde bu tahayyül, hem ekonomik hem de ekolojik düzeyde çökmüştür. İnsan, doğa ve anlam üretimi, artık sermayenin işleyişine hizmet eden “veri kaynaklarına” indirgenmiştir. Bu durumda sistemin sürdürülebilmesi için yeni bir “tahayyül rejimi” gereklidir. Dijital otoriterlik bu boşluğu doldurur: Anlamın yerini algoritmik düzen alır. İnsan davranışları, tercihler, hatta duygular ölçülebilir ve yönlendirilebilir verilere dönüştürülür. Bu yeni otoriterlik biçimi, klasik faşizmin aksine “baskı”dan değil, “katılım”dan beslenir. Birey, kendi özgürlüğünü deneyimlediğini sanırken, algoritmik süreçlerin içinde belirlenmiş tepkiler verir. Böylece özne, iktidarın aracı haline gelir. Artık faşizm, tek bir liderin iradesiyle değil, algoritmaların görünmez iktidarıyla işler.

Siyasal düzeyde ise bu durum, popülist söylemlerin yükselişiyle birleşir. Popülizm, toplumsal parçalanmayı “halk” ve “elit” karşıtlığı üzerinden yeniden düzenleyerek, kriz halindeki kapitalizme geçici bir anlam sağlar. Ancak bu anlam, gerçek bir siyasal tahayyül değil, ideolojik bir simülasyondur. Böylece dijital faşizm, hem mikro (algoritmik denetim) hem makro (milliyetçi-popülist söylem) düzeyde işleyen iki yönlü bir tahakküm biçimi kurar.

Dolayısıyla sınırda kapitalizmin totaliter yanıtı, yalnızca siyasal değil, kültürel ve varoluşsaldır. Anlamın çöktüğü yerde düzen kurma arzusu, özgürlüğün yerini alır. Teknolojik gözetim, ekonomik belirsizlik ve ekolojik felaketler çağında, insan kendini “düzenin güvenli kollarında” bulur. Fakat bu güven, kendi özne oluşunun kaybı pahasına sağlanır.

Sonuç olarak, faşizmin yeni biçimleri –dijital otoriterlik, kimlikçi popülizm, algoritmik yönetişim– kapitalizmin kendi sınır koşullarında doğan tahayyül krizinin siyasal biçimleridir. Bu biçimler, geçmişin tekrarı değil, krizin yeniden biçimlenmesidir. Kapitalizm, kendi çöküşünü yönetebilmek için insanın anlam üretme gücünü nötralize etmek zorundadır; çünkü anlam, her zaman özgürlüğün kaynağıdır.Bugün totaliter eğilimleri anlamak için, yalnızca ekonomik veya siyasal analiz yeterli değildir; aynı zamanda tahayyül krizini okumak gerekir. İnsan, kendi yaratıcı kapasitesini kaybettiğinde, otoriterlik kolayca meşrulaşır. Bu nedenle tarihsel kapitalizmin eşiğinde yeni bir tahayyül, ekonomik düzeni yeniden yapılandırmanın yanında, toplumsal anlamı yeniden kurmakla mümkündür. Yeni tahayyülün olasılıkları, mevcut sistemin sınırlarına dair farkındalıkla başlar. “Sınırda kapitalizm” yalnızca bir kriz durumu değil, aynı zamanda alternatif bir geleceğin doğabileceği bir tarihsel eşiktir. Bu eşikte, insanın yaratıcı öznelliği harekete geçtiğinde, tarih yeniden yazılabilir, totaliter düzenin dondurulmuş zamanı çözülebilir. Marx’ın özgürleşme vizyonu bu yaratıcı eylemin kavramsal-kuramsal kılavuzu, komünist ve devrimci hareketin düşünsel, siyasal ve sınıfsal dinamiklerinin, amaç, yol ve örgüt bütünlüğünde birleştirilmesi de pratik adımı gibi görünüyor.
sendika.org/2025/11/sinirda-ka

Yoksulluğun Toplumsal ve Bireysel Temsilleri

Orhan Kemal’in eserleri, 20. yüzyıl Türkiye’sinin sanayileşme ve kentleşme süreçlerinde işçi sınıfının yaşadığı yoksulluğu ayrıntılı bir şekilde tasvir eder. Romanları, maddi yoksunluğun ötesine geçerek, yoksulluğun bireylerin sosyal konumlarını, ilişkilerini ve fırsatlarını nasıl şekillendirdiğini gösterir. Karakterler genellikle fabrika işçileri, gecekondu sakinleri veya kırsaldan kente göç etmiş ailelerdir. Bu karakterler, temel ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli bir mücadele içindedir ve bu durum, onların toplumsal hiyerarşideki yerlerini sabitler. Yoksulluk, bireysel çabanın sistematik engellerle karşılaştığı bir çerçeve olarak sunulur; örneğin, bir işçinin daha iyi bir iş bulma girişimi, eğitim eksikliği veya sosyal bağlantı yetersizliği nedeniyle başarısızlığa uğrar. Bu temsiller, yoksulluğun yalnızca ekonomik bir durum değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel bir kısıtlama olduğunu vurgular.

Kültürel Sermaye Kavramının Çerçevesi
Kültürel sermaye, bireylerin toplumsal alanda avantaj sağlayan bilgi, beceri ve alışkanlıklarını ifade eder. Bu kavram, üç ana biçim altında ele alınır: içselleştirilmiş sermaye, bireyin eğitim, dil becerileri ve kültürel alışkanlıklarıdır; nesneleştirilmiş sermaye, kitaplar, sanat eserleri gibi maddi kültürel ürünlerdir; kurumsallaşmış sermaye ise diploma veya resmi unvanlar gibi tanınmış niteliklerdir. Kültürel sermaye, bireylerin sosyal hareketliliğini etkileyerek, toplumsal eşitsizliklerin yeniden üretiminde kilit bir rol oynar. Araştırmalar, kültürel sermayenin ekonomik ve sosyal sermaye ile iç içe geçtiğini ve bu üç sermaye türünün birbirini desteklediğini göstermektedir. Yoksul bireyler, bu sermaye türlerinden birine veya birkaçına erişimde zorluk yaşadığında, toplumsal alanda dezavantajlı konuma düşer.

Eserlerdeki Karakterlerin Kültürel Sermaye Profili
Orhan Kemal’in romanlarındaki yoksul karakterler, kültürel sermaye açısından ciddi eksikliklerle betimlenir. İçiçe geçmiş yoksulluk ve sermaye eksikliği, karakterlerin hayatlarını derinden etkiler. Örneğin, içselleştirilmiş sermaye bağlamında, işçiler genellikle standart dil kullanımından yoksundur ve resmi eğitim süreçlerinden dışlanmıştır. Bu, onların iş görüşmelerinde veya sosyal ortamlarda kendilerini ifade etme yeteneklerini sınırlar. Nesneleştirilmiş sermaye açısından, yoksul ailelerin evlerinde kültürel ürünlere (kitap, gazete, müzik aletleri) erişim neredeyse yoktur. Bu eksiklik, bireylerin entelektüel gelişimini kısıtlar ve kültürel referanslardan uzak kalmalarına neden olur. Kurumsallaşmış sermaye ise, diploma veya mesleki sertifika eksikliğiyle belirgindir; bu, karakterlerin daha iyi iş imkanlarına erişimini engeller. Kemal’in eserlerinde, bu eksiklikler, karakterlerin toplumsal hiyerarşide alt konumlarda kalıcı hale gelmesine yol açar.

Yoksulluk ve Kültürel Sermaye Arasındaki Dinamik İlişki
Yoksulluk, kültürel sermaye birikimini doğrudan kısıtlayan bir faktördür. Orhan Kemal’in eserlerinde, karakterlerin günlük hayatta karşılaştıkları maddi zorluklar, kültürel sermaye edinimini ikinci plana iter. Örneğin, bir işçi ailesi, çocuklarının eğitimine yatırım yapmak yerine, kira veya gıda masraflarına öncelik vermek zorundadır. Bu durum, bir kısır döngü oluşturur: düşük kültürel sermaye, bireyleri düşük gelirli işlere mahkum eder ve bu da yeni sermaye birikimini engeller. Araştırmalar, yoksul hanelerde kültürel sermaye birikiminin, orta veya üst sınıf hanelere kıyasla %50’ye varan oranlarda daha düşük olduğunu göstermektedir. Kemal’in romanları, bu döngüyü, karakterlerin eğitim fırsatlarını kaçırması veya kültürel etkinliklere katılamaması gibi örneklerle somutlaştırır. Yoksulluk, bireylerin yalnızca maddi kaynaklarını değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel katılım kapasitelerini de sınırlar.

Sosyal Hareketlilik Üzerindeki Kültürel Engeller
Kültürel sermaye eksikliği, sosyal hareketliliği engelleyen temel faktörlerden biridir. Kemal’in eserlerinde, yoksul karakterler, elit grupların hakim olduğu sosyal alanlara girmekte zorlanır. Örneğin, bir işçi çocuğunun yüksek öğrenim görme hayali, maddi imkansızlıklar ve kültürel uyumsuzluk nedeniyle genellikle gerçekleşmez. Bu uyumsuzluk, bireylerin davranış biçimleri, dil kullanımı veya sosyal normlara aşinalık eksikliğinden kaynaklanır. Toplumsal alanlarda kabul görmenin ön koşulu olan bu unsurlar, yoksul bireylerde sınırlıdır ve dışlanma mekanizmalarını tetikler. Çalışmalar, kültürel sermaye eksikliğinin sosyal hareketliliği %30-40 oranında azalttığını ortaya koyar. Kemal’in romanları, bu engelleri, karakterlerin başarısız girişimleriyle (örneğin, bir işçinin memur olma çabası) ve toplumsal reddediliş hikayeleriyle açıkça gösterir.

Nesiller Arası Sermaye Aktarımının Kesintiye Uğraması
Kültürel sermaye, nesiller arası aktarım yoluyla toplumsal statünün korunmasında veya geliştirilmesinde önemli bir rol oynar. Ancak Kemal’in eserlerinde, yoksul ailelerde bu aktarım süreci kesintiye uğrar. Ebeveynler, kendi sınırlı kültürel birikimlerini çocuklarına aktaramaz; çocuklar, sokak kültürü veya temel pratik becerilerle büyür. Örneğin, bir babanın okuma yazma bilmemesi, çocuğunun okul başarısını doğrudan etkiler. Araştırmalar, düşük gelirli ailelerde kültürel sermaye aktarımının, orta sınıf ailelere kıyasla %35-45 daha zayıf olduğunu belirtir. Kemal’in romanları, bu kırılmayı, çocukların erken yaşta iş gücüne katılması veya okulu terk etmesi gibi olaylarla resmeder. Bu durum, nesiller arası eşitsizliğin devamını sağlar ve yoksulluğun kalıcılaşmasına katkıda bulunur.

Kentleşme ve Kültürel Sermaye Dönüşümleri
Türkiye’nin 20. yüzyıldaki hızlı kentleşme süreci, kültürel sermaye dinamiklerini derinden etkiler. Kemal’in eserlerinde, kırsaldan kente göç eden aileler, geleneksel bilgi ve becerilerini kent normlarına uyarlamakta zorlanır. Örneğin, kırsal alanda geçerli olan tarım bilgisi, fabrika ortamında işe yaramaz; bu, göçmen işçilerin kültürel sermaye açısından dezavantajlı hale gelmesine neden olur. Kentleşme, yeni beceri taleplerini (teknik bilgi, standart dil kullanımı) artırırken, yoksul bireyler bu taleplere erişimde yetersiz kalır. Analizler, kentleşmenin kültürel sermaye eşitsizliğini %20-30 oranında artırdığını gösterir. Kemal’in romanları, bu uyumsuzluğu, işçilerin kent yaşamına adaptasyon zorlukları ve sosyal dışlanma hikayeleriyle belgeler.

Eğitim Sisteminin Rolü ve Sınırlamaları
Eğitim, kültürel sermaye birikiminin temel araçlarından biridir; ancak Kemal’in eserlerinde, yoksul karakterler için bu sistem genellikle erişilemezdir. Okullara erişim, maddi kaynak eksikliği veya coğrafi engeller nedeniyle sınırlıdır. Ayrıca, yoksul öğrencilerin okullarda karşılaştığı kültürel uyumsuzluk, başarılarını olumsuz etkiler. Örneğin, bir karakterin öğretmeniyle iletişim kuramaması, onun eğitim sürecinden kopmasına yol açar. Araştırmalar, yoksul öğrencilerin okul terk oranının, orta sınıf öğrencilerine kıyasla %25 daha yüksek olduğunu gösterir. Kemal’in eserleri, bu sorunu, çocukların erken yaşta çalışmaya başlaması veya okulu bırakması gibi hikayelerle işler. Eğitim sisteminin eşitsizlikleri pekiştiren yapısı, kültürel sermaye birikimini engeller.

Toplumsal Cinsiyet ve Kültürel Sermaye
Kemal’in romanlarında, yoksulluk ve kültürel sermaye eksikliği, toplumsal cinsiyetle de kesişir. Kadın karakterler, hem yoksulluğun hem de cinsiyet temelli engellerin etkisi altındadır. Örneğin, yoksul bir kadın, eğitim fırsatlarından erkeklere kıyasla daha az yararlanır ve ev içi sorumluluklar nedeniyle kültürel sermaye birikiminden dışlanır. Çalışmalar, yoksul kadınların kültürel sermayeye erişiminin, erkeklere göre %15-20 daha düşük olduğunu belirtir. Kemal’in eserlerinde, kadınların toplumsal alanda görünürlüğü sınırlıdır ve bu, onların sermaye birikimini daha da zorlaştırır. Bu durum, yoksulluğun cinsiyet temelli boyutlarını ortaya koyar.

Edebiyatın Sosyolojik Analizdeki Katkısı
Orhan Kemal’in romanları, yoksulluğu ve kültürel sermaye eksikliğini somut hikayeler üzerinden ele alarak, toplumsal yapıların bireysel hayatlar üzerindeki etkisini gözler önüne serer. Eserler, bireysel mücadeleleri sistematik eşitsizliklerle bağdaştırarak, sosyolojik bir perspektif sunar. Kültürel sermaye kavramı, bu hikayeleri çözümlemek için güçlü bir araçtır çünkü karakterlerin yaşadığı kısıtlamaları ve fırsat eşitsizliklerini anlamayı sağlar. Romanlar, aynı zamanda, yoksulluğun yalnızca maddi bir durum olmadığını, bireylerin sosyal ve kültürel katılımını da etkilediğini gösterir. Bu yaklaşım, edebiyatın toplumsal analizdeki değerini vurgular ve benzer temaları işleyen diğer disiplinlerle (sosyoloji, ekonomi) paralellikler kurar.
insanokur.org/yoksullugun-topl

Roma İmparatorluğu’nda Mithra Kültünün Askerler Arasında Yaygınlaşması ve Çok Kültürlü Yapı

Mithra Kültünün Kökenleri ve Özellikleri
Mithra kültü, kökenlerini Pers mitolojisindeki Mitra figürüne dayandıran bir inanç sistemi olarak ortaya çıkmıştır. Bu kült, Roma İmparatorluğu’nda özellikle MS 1. yüzyıldan itibaren yaygınlaşmıştır. Mithra, güneşle ilişkilendirilen bir tanrı olarak, adalet, sadakat ve cesaret gibi değerleri temsil etmiştir. Roma’daki versiyonu, Pers kökenlerinden farklılaşarak yerel inançlarla harmanlanmış ve özellikle erkekler arasında popüler bir gizem dini haline gelmiştir. Mithra kültünün ritüelleri, gizli toplantılar, inisiyasyon törenleri ve hiyerarşik bir yapı ile karakterize edilmiştir. Bu özellikler, kültün askerler arasında çekici hale gelmesinde önemli bir rol oynamıştır. Kültün evrensel değerleri ve esnek yapısı, farklı kültürel kökenlerden gelen bireyleri bir araya getirme potansiyeline sahipti.

Roma İmparatorluğu’nun Çok Kültürlü Yapısı
Roma İmparatorluğu, geniş coğrafi sınırları içinde farklı etnik grupları, dilleri ve inanç sistemlerini barındıran bir mozaik yapıya sahipti. Akdeniz havzasından Britanya’ya, Kuzey Afrika’dan Mezopotamya’ya kadar uzanan bu imparatorluk, fetihler ve ticaret yollarıyla kültürel etkileşimlerin merkeziydi. Bu çeşitlilik, yerel inançların Roma’nın resmi dinleriyle bir arada var olmasına olanak tanımıştır. İmparatorluk, farklı toplulukları bir arada tutmak için esnek bir yönetim anlayışı benimsemiş, bu da dini pratiklerde çeşitliliğe yol açmıştır. Çok kültürlü yapı, bireylerin kendi inançlarını korurken yeni dini akımlara da açık olmalarını sağlamıştır. Bu bağlamda, Mithra kültü gibi dış kökenli inançlar, Roma’nın bu heterojen yapısında kendine yer bulmuştur.

Askeri Yaşam ve Mithra Kültünün Cazibesi
Askerler, Roma İmparatorluğu’nun genişleme ve savunma stratejilerinin temel taşlarından biriydi. Lejyonlar, farklı bölgelerden gelen bireylerden oluşuyor ve uzun süreli seferler sırasında güçlü bir dayanışma duygusu geliştiriyordu. Mithra kültünün askerler arasında yaygınlaşmasının temel nedenlerinden biri, ritüellerinin ve öğretilerinin askeri yaşam tarzıyla uyumlu olmasıdır. Kült, sadakat, cesaret ve disiplin gibi değerleri vurgulamış, bu da askerlerin meslek etiğiyle örtüşmüştür. Ayrıca, gizli toplantılar ve inisiyasyon törenleri, askerler arasında bir aidiyet duygusu yaratmış ve lejyonların zorlu koşullarında manevi bir destek sağlamıştır. Mithra’nın güneşle ilişkilendirilmesi, ordunun hareketliliğini ve fetih ruhunu simgeleyen bir unsur olarak algılanmıştır.

Kültürel Etkileşim ve Mithra Kültünün Adaptasyonu
Mithra kültünün Roma’da yaygınlaşması, imparatorluğun kültürel etkileşim ağlarının bir sonucudur. Ticaret yolları, askeri seferler ve göçler, doğu kökenli inançların batıya taşınmasını kolaylaştırmıştır. Mithra kültü, Pers kökenli olmasına rağmen, Roma’da yerel inançlarla bütünleşerek yeniden şekillenmiştir. Örneğin, Roma’nın geleneksel tanrılarıyla ilişkilendirilmiş ve yerel tapınak mimarisine uygun mithraeum adı verilen yeraltı tapınaklarında uygulanmıştır. Bu adaptasyon, kültün farklı bölgelerde kabul görmesini sağlamıştır. Askerler, imparatorluğun farklı köşelerine görev için gittiklerinde, bu kültü yanlarında taşımış ve yerel topluluklarla paylaşmıştır. Bu süreç, kültün imparatorluk genelinde yayılmasında kritik bir rol oynamıştır.

Mithra Kültünün Sosyal ve Dini Rolü
Mithra kültü, yalnızca dini bir inanç sistemi değil, aynı zamanda sosyal bir ağ olarak da işlev görmüştür. Gizem dinlerinin genel özelliği olan gizlilik ve seçkinlik, kült üyelerine özel bir statü sağlamıştır. Askerler için bu, hem manevi hem de sosyal bir bağ kurma fırsatı sunmuştur. Kültün hiyerarşik yapısı, inisiyasyon aşamalarıyla bireylerin statülerini yükseltmelerine olanak tanımış, bu da askeri hiyerarşiye paralellik göstermiştir. Ayrıca, kültün evrensel değerleri, farklı etnik kökenlerden gelen askerleri birleştiren bir unsur olarak işlev görmüştür. Bu, Roma İmparatorluğu’nun çok kültürlü yapısında birleştirici bir dini pratik olarak Mithra kültünün önemini artırmıştır.

İmparatorluk Politikaları ve Dini Hoşgörü
Roma İmparatorluğu’nun dini politikaları, Mithra kültünün yayılmasında önemli bir faktör olmuştur. Roma, genellikle fethedilen bölgelerin yerel inançlarına müdahale etmemiş, ancak bu inançların Roma’nın resmi dinleriyle uyumlu olmasını beklemiştir. Mithra kültü, Roma’nın resmi tanrılarından Jüpiter ve Mars ile ilişkilendirilerek kabul görmüştür. İmparatorların bazıları, özellikle MS 3. yüzyılda, Mithra kültünü desteklemiş ve bu kültün lejyonlar arasında yayılmasını teşvik etmiştir. Bu destek, kültün askerler arasında popülerliğini artırmış ve imparatorluğun birleştirici ideolojisine katkıda bulunmuştur. Ancak, Hristiyanlığın yükselişiyle birlikte, Mithra kültü gibi gizem dinleri giderek önemini yitirmiştir.

Mithra Kültünün Askeri Topluluklardaki Etkileri
Mithra kültünün askerler arasında yaygınlaşması, yalnızca dini bir fenomen olmaktan öte, sosyal ve psikolojik etkiler de yaratmıştır. Askerler, uzun süreli seferlerde ve tehlikeli görevlerde manevi bir rehber arayışı içindeydi. Mithra kültü, bu ihtiyacı karşılayarak askerlere bir anlam ve amaç duygusu vermiştir. Kültün ritüelleri, stresli askeri yaşamda bir rahatlama ve topluluk hissi sağlamıştır. Ayrıca, kültün gizli doğası, askerler arasında bir tür özel kardeşlik bağı oluşturmuş ve bu, lejyonların iç disiplinini güçlendirmiştir. Bu bağ, imparatorluğun çok kültürlü yapısında farklı kökenlerden gelen askerlerin bir arada çalışmasını kolaylaştırmıştır.

Sonuç ve Genel Değerlendirme
Mithra kültünün Roma İmparatorluğu’nda askerler arasında yaygınlaşması, imparatorluğun çok kültürlü yapısının bir yansımasıdır. Kültün evrensel değerleri, askeri yaşamla uyumu ve Roma’nın dini hoşgörü politikaları, bu yaygınlaşmayı mümkün kılmıştır. Askerler, kültün ritüellerinde hem manevi bir destek hem de sosyal bir bağ bulmuş, bu da lejyonların dayanışmasını güçlendirmiştir. İmparatorluğun geniş coğrafyası ve kültürel etkileşim ağları, Mithra kültünün farklı bölgelere yayılmasını sağlamış ve bu kült, Roma’nın heterojen toplumunda birleştirici bir unsur olarak işlev görmüştür. Bu süreç, Roma İmparatorluğu’nun dini ve sosyal dinamiklerini anlamak için önemli bir örnek teşkil eder.

insanokur.org/roma-imparatorlu

Feminist Psikoloji ve Freud’un Psikanalizine Eleştirel Bakış: Toplumsal Cinsiyet Rolleri Üzerindeki Etkileri

Feminist Psikolojinin Ortaya Çıkışı ve Temel İlkeleri
Feminist psikoloji, 1960’lar ve 1970’lerde ikinci dalga feminizmle birlikte psikoloji disiplininin erkek merkezli yapısını sorgulayan bir hareket olarak ortaya çıktı. Bu dönemde, kadınların toplumsal rollerine ve deneyimlerine yönelik sistematik bir ihmalin farkına varıldı. Psikoloji, tarihsel olarak erkek deneyimini norm kabul etmiş ve kadınların psikolojik süreçlerini bu normlar üzerinden açıklamaya çalışmıştı. Feminist psikoloji, bu yaklaşımı eleştirerek, kadınların ve diğer marjinalize edilmiş grupların deneyimlerini merkeze almayı amaçladı.

Feminist psikolojinin temel ilkeleri şunlardır:

Cinsiyetin Toplumsal İnşası: Cinsiyet, biyolojik farklılıklardan ziyade toplumsal, kültürel ve ekonomik bağlamlarla şekillenir. Bu nedenle, bireylerin psikolojik deneyimlerini anlamak için toplumsal cinsiyet normlarının etkisi dikkate alınmalıdır.
Güç Dinamiklerinin Analizi: Psikolojik süreçler, toplumsal güç ilişkilerinden bağımsız değildir. Ataerkil yapılar, kadınların ve diğer azınlık grupların ruhsal sağlığını etkileyen temel faktörlerdir.
Kapsayıcılık ve Çeşitlilik: Feminist psikoloji, yalnızca kadınların değil, ırk, sınıf, cinsel yönelim ve diğer kimliklerin kesişim noktalarını da dikkate alarak kapsayıcı bir anlayış geliştirir.
Bilimsel Tarafsızlık Eleştirisi: Psikolojik teoriler ve yöntemler, tarafsız gibi görünse de, genellikle erkek egemen normlara dayanır. Feminist psikoloji, bu önyargıları sorgulayarak daha eşitlikçi bir bilimsel yaklaşım önerir.
Bireysel ve Toplumsal Bağlamın Birlikteliği: Bireylerin ruhsal sorunları, yalnızca bireysel patolojilerle değil, toplumsal baskılar, ayrımcılık ve eşitsizliklerle de ilişkilendirilmelidir.
Feminist psikoloji, bu ilkeler doğrultusunda, psikolojiyi birey odaklı bir disiplinden toplumsal bağlamları dikkate alan bir alana dönüştürmeyi hedefler. Örneğin, kadınların depresyon oranlarının erkeklerden yüksek olması, biyolojik bir farklılık yerine, toplumsal cinsiyet rollerinin getirdiği stres, iş-aile dengesizliği veya ayrımcılık gibi faktörlerle açıklanır.

Freud’un Psikanalizinin Temel Kavramları
Sigmund Freud’un psikanalizi, 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında modern psikolojinin temel taşlarından biri olarak ortaya çıktı. Freud, insan davranışını anlamada bilinçdışı süreçlere, çocukluk dönemi deneyimlerine ve cinsel dürtülere odaklandı. Psikanalizin temel kavramları şunlardır:

Bilinçdışı: Freud’a göre, insan davranışlarının çoğu, bilinçdışında yer alan dürtüler, çatışmalar ve bastırılmış anılar tarafından yönlendirilir. Bilinçdışı, bireyin farkında olmadığı ama davranışlarını etkileyen bir alan olarak tanımlanır.
Psikoseksüel Gelişim Aşamaları: Freud, bireyin psikolojik gelişimini oral, anal, fallik, latent ve genital olmak üzere beş aşamaya böler. Özellikle fallik aşama (3-6 yaş), cinsiyet kimliği ve toplumsal cinsiyet rollerinin oluşumunda kritik bir rol oynar.
Oedipus Kompleksi: Erkek çocukların annelerine cinsel bir çekim hissettiği, babalarını ise rakip gördüğü bir çatışma dönemi olarak tanımlanır. Bu süreç, erkek çocukların cinsiyet kimliğini ve toplumsal rollerini şekillendirir.
Elektra Kompleksi: Kadın çocuklar için önerilen paralel bir kavramdır, ancak Freud’un kadın psikolojisine yaklaşımı daha az geliştirilmiştir ve genellikle eleştirilmiştir.
Penis Kıskançlığı ve Kastrasyon Kaygısı: Freud, kadınların penis kıskançlığı yaşadığını (erkek cinsel organına sahip olmama nedeniyle eksiklik hissi) ve erkeklerin kastrasyon kaygısı (cinsel organlarını kaybetme korkusu) taşıdığını öne sürer. Bu kavramlar, cinsiyet rollerinin biyolojik temellere dayandığını savunan tartışmalı fikirlerdir.
İd, Ego ve Süperego: Freud’un kişilik modeli, id (ilkel dürtüler), ego (gerçekçi arabulucu) ve süperego (ahlaki standartlar) arasındaki çatışmaları içerir. Toplumsal cinsiyet rolleri, özellikle süperegonun toplumsal normları içselleştirmesiyle şekillenir.
Freud’un teorileri, bireyin iç dünyasını anlamada devrim niteliğindeydi ve terapi yöntemlerine (serbest çağrışım, rüya analizi) önemli katkılar sağladı. Ancak, cinsiyet ve cinsellik üzerine açıklamaları, özellikle kadınları eksik veya ikincil bir konuma yerleştirmesi, feminist eleştirilerin ana hedefi oldu.

Feminist Psikolojinin Freud’a Yönelik Eleştirileri
Feminist psikoloji, Freud’un psikanalizini birkaç temel noktada eleştirir:

Erkek Merkezli Yaklaşım: Freud’un teorileri, erkek deneyimini norm kabul eder. Penis kıskançlığı gibi kavramlar, kadınları biyolojik olarak eksik veya erkeklere bağımlı bir konuma indirger. Bu, kadınların psikolojik deneyimlerini anlamada indirgemeci bir yaklaşımdır.
Biyolojik Determinizm: Freud, cinsiyet rollerini biyolojik farklılıklara dayandırır ve toplumsal cinsiyetin kültürel olarak inşa edildiğini göz ardı eder. Feministler, cinsiyet rollerinin toplumsal normlar ve güç dinamikleriyle şekillendiğini savunur.
Ataerkil Toplumsal Yapının Etkisi: Freud’un teorileri, 19. yüzyıl Viyana’sının ataerkil yapısını yansıtır. Kadınların toplumsal rollerinin annelik ve eşlikle sınırlı olduğu bir dönemde geliştirilen bu teoriler, evrensel bir gerçeklik iddiası taşısa da, tarihsel ve kültürel bağlama bağımlıdır.
Toplumsal Güç Dinamiklerinin İhmali: Psikanaliz, bireysel bilinçdışı süreçlere odaklanırken, toplumsal eşitsizlikler, ayrımcılık ve güç dinamiklerini yeterince ele almaz. Feminist psikoloji, bireylerin ruhsal sorunlarının toplumsal bağlamlardan bağımsız olmadığını savunur.
Kadın Deneyimlerinin Yetersiz Temsili: Freud’un kadın psikolojisine yönelik açıklamaları, erkek psikolojisine kıyasla daha az geliştirilmiştir. Elektra kompleksi, Oedipus kompleksine göre daha az ayrıntılıdır ve kadınların psikolojik süreçlerini anlamada yetersiz kalır.
Bu eleştiriler, Freud’un teorilerinin hem bilimsel hem de etik açıdan sorgulanmasına yol açtı. Feminist psikologlar, Freud’un cinsiyet rollerine ilişkin açıklamalarının, kadınları stereotiplere hapsettiğini ve toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini pekiştirdiğini öne sürer.

Toplumsal Cinsiyet Rollerinin Psikanalizdeki Yeri
Freud’un psikanalizi, toplumsal cinsiyet rollerini, biyolojik farklılıkların psikolojik gelişimi şekillendirdiğini savunan bir çerçevede ele alır. Oedipus ve Elektra kompleksleri, cinsiyet kimliğinin ve toplumsal rollerin erken çocukluk döneminde ebeveyn ilişkileriyle şekillendiğini öne sürer. Örneğin:

Erkek çocuklar, Oedipus kompleksi sırasında babayla özdeşleşerek erkeklik rollerini (otorite, liderlik) içselleştirir.
Kız çocuklar, Elektra kompleksi yoluyla anneleriyle özdeşleşir ve kadınlık rollerini (annelik, bakım verme) benimser.
Ancak bu süreç, cinsiyet rollerini sabit ve değişmez olarak tanımlar. Freud’un teorileri, kadınları pasif, erkekleri ise aktif rollerle ilişkilendirir; bu da ataerkil toplumsal düzeni meşrulaştırır. Örneğin, kadınların “doğal” rollerinin annelik ve eşlik olduğu fikri, Freud’un teorilerinde sıkça ima edilir. Feminist psikoloji, bu yaklaşımın cinsiyet eşitsizliklerini pekiştirdiğini ve kadınların toplumsal rollerini kısıtladığını savunur.

Feminist Psikolojinin Toplumsal Cinsiyet Rollerine Katkıları
Feminist psikoloji, toplumsal cinsiyet rollerini anlamada şu katkıları sağlar:

Toplumsal İnşa Vurgusu: Cinsiyet rollerinin biyolojik değil, toplumsal ve kültürel süreçlerle şekillendiğini savunur. Örneğin, kadınların “duygusal” veya erkeklerin “mantıklı” olarak görülmesi, biyolojik bir gerçeklikten çok, kültürel normların bir yansımasıdır.
Güç Dinamiklerinin Analizi: Kadınların ruhsal sağlık sorunlarının (örneğin, depresyon veya anksiyete) toplumsal baskılar, ayrımcılık ve cinsiyet temelli eşitsizliklerle bağlantılı olduğunu gösterir. Örneğin, iş yerinde cinsiyet ayrımcılığı veya aile içi bakım yükümlülükleri, kadınların ruhsal sağlığını olumsuz etkiler.
Kesişimsel Yaklaşım: Feminist psikoloji, cinsiyetin yanı sıra ırk, sınıf, cinsel yönelim ve diğer kimliklerin psikolojik süreçler üzerindeki etkisini inceler. Bu, daha kapsayıcı bir anlayış sağlar.
Klinik Uygulamalarda Dönüşüm: Terapistlerin, hastaların deneyimlerini toplumsal bağlamlar içinde değerlendirmesini teşvik eder. Örneğin, bir kadının anksiyetesi, yalnızca bireysel bir sorun olarak değil, toplumsal cinsiyet rollerinin getirdiği stresle ilişkilendirilir.
Cinsiyet Normlarının Eleştirisi: Toplumsal cinsiyet normlarının bireyler üzerindeki baskısını sorgular ve bu normların değişebilir olduğunu savunur. Bu, bireylerin özgürce kendilerini ifade etmelerine olanak tanır.
Feminist psikoloji, bu katkılarla, psikoloji disiplinini daha eşitlikçi ve kapsayıcı bir alana dönüştürmüştür.

Psikanalizin Yeniden Değerlendirilmesi
Feminist psikoloji, Freud’un psikanalizini tamamen reddetmek yerine, bazı yönlerini yeniden yorumlamayı önerir:

Bilinçdışının Değeri: Bilinçdışı süreçlerin bireyin davranışlarını anlamadaki önemi kabul edilir. Ancak bu süreçler, toplumsal cinsiyet normlarının etkisiyle yeniden ele alınır. Örneğin, bir kadının bilinçdışındaki çatışmalar, ataerkil normların içselleştirilmesiyle ilişkilendirilebilir.
Erken Çocukluk Deneyimleri: Çocukluk dönemi, cinsiyet kimliğinin oluşumunda önemlidir, ancak bu süreç biyolojik değil, toplumsal bağlamlarla şekillenir.
Terapötik Uygulamalar: Psikanalizin bireysel terapideki teknikleri (örneğin, serbest çağrışım), toplumsal cinsiyet dinamiklerini dikkate alarak yeniden yapılandırılabilir.
Bu yeniden değerlendirme, psikanalizin bireysel odaklı yapısını toplumsal bağlamlarla birleştirerek daha kapsayıcı bir yaklaşıma dönüştürmeyi amaçlar.

Toplumsal Cinsiyet Rollerinin Günümüz Psikolojisindeki Yeri
Feminist psikolojinin etkisiyle, günümüz psikolojisi cinsiyet rollerini biyolojik determinizmden uzak bir şekilde ele alır. Cinsiyet kimliği, cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet normları, bireylerin ruhsal sağlığı üzerindeki etkileriyle incelenir. Örneğin:

Klinik Uygulamalar: Terapistler, hastaların deneyimlerini toplumsal cinsiyet normlarının getirdiği baskılar ışığında değerlendirir. Örneğin, bir erkeğin duygularını ifade edememesi, “erkeklik” normlarının bir sonucu olarak analiz edilebilir.
Araştırmalar: Cinsiyet temelli eşitsizliklerin ruhsal sağlık üzerindeki etkileri (örneğin, kadınlarda yeme bozuklukları veya erkeklerde intihar oranları) daha fazla araştırılır.
Kapsayıcılık: Transgender ve non-binary bireylerin deneyimleri, psikolojik teorilerde ve uygulamalarda daha fazla yer bulur.
Bu değişim, psikolojinin bireylerin toplumsal bağlamlarını göz ardı etmeden, daha bütüncül bir anlayış geliştirmesine olanak tanır.

Klinik Uygulamalarda Feminist Psikolojinin Etkisi
Feminist psikoloji, klinik uygulamalarda önemli dönüşümler sağlamıştır:

Cinsiyet Temelli Önyargıların Azaltılması: Terapistler, hastaların deneyimlerini cinsiyet stereotiplerinden arındırarak değerlendirir. Örneğin, bir kadının öfkesi “histeri” olarak değil, meşru bir duygu olarak ele alınır.
Toplumsal Bağlamların Dahil Edilmesi: Ruhsal sorunlar, toplumsal eşitsizlikler ve baskılarla ilişkilendirilir. Örneğin, bir kadının depresyonu, iş yerinde cinsiyet ayrımcılığı veya aile içi rollerle bağlantılı olabilir.
Eşitlikçi Terapist-Hasta İlişkisi: Feminist psikoloji, terapistlerin otoriter bir konumdan ziyade, hastayla eşitlikçi bir ilişki kurmasını teşvik eder. Bu, hastanın güçlendirilmesini sağlar.
Kesişimsel Yaklaşım: Hastaların cinsiyet, ırk, sınıf ve diğer kimliklerinin kesişim noktaları dikkate alınır. Örneğin, bir göçmen kadının deneyimleri, yalnızca cinsiyet değil, ırk ve sosyoekonomik durumla da ilişkilendirilir.
Gelecek Yönelimler ve Psikolojide Cinsiyet Çalışmaları
Feminist psikolojinin etkisi, cinsiyet çalışmalarının psikoloji içindeki rolünü güçlendirmiştir. Gelecekteki yönelimler şunlar olabilir:

Disiplinlerarası İş Birliği: Nörobilim, sosyoloji ve antropoloji ile iş birliği, cinsiyetin psikolojik süreçler üzerindeki etkilerini daha derinlemesine anlamayı sağlayabilir. Örneğin, nörobilim, toplumsal cinsiyet normlarının beyin üzerindeki etkilerini araştırabilir.
Kapsayıcı Teoriler: Cinsiyet kimliği ve yönelimi, psikolojik teorilerin merkezine yerleşmeye devam edecektir. Transgender ve non-binary bireylerin deneyimleri, psikolojinin daha kapsayıcı bir disiplin haline gelmesine katkı sağlayacaktır.
Kültürel Farklılıklar: Farklı kültürel bağlamlarda cinsiyet rollerinin nasıl şekillendiği, daha fazla araştırılacaktır. Örneğin, Batı merkezli psikolojik teorilerin, farklı kültürel normlara sahip toplumlarda nasıl uygulanacağı incelenebilir.
Teknoloji ve Psikoloji: Dijital platformlar ve yapay zeka, cinsiyet çalışmalarında yeni yöntemler sunabilir. Örneğin, çevrimiçi terapiler, farklı cinsiyet kimliklerine sahip bireylerin ruhsal sağlık hizmetlerine erişimini artırabilir.
Freud’un psikanalizi, modern psikolojinin temelini oluştururken, feminist psikolojinin eleştirileri, bu mirası daha eşitlikçi ve kapsayıcı bir şekilde yeniden şekillendirmiştir. Psikanalizin bireysel odaklı yapısı, toplumsal bağlamlarla birleştirilerek, cinsiyet eşitsizliklerini anlamada güçlü bir araç haline gelebilir.
insanokur.org/feminist-psikolo

Habermas’ın İletişimsel Akıl Kavramı ve Modern Demokratik Katılım

İletişimsel Akıl Kavramının Temelleri
Habermas’ın iletişimsel akıl kavramı, bireylerin rasyonel diyalog yoluyla ortak anlayışa ulaşma kapasitesini vurgular. Bu kavram, geleneksel aklın araçsal ve stratejik yönlerinden farklı olarak, bireyler arası iletişimde karşılıklı anlayış ve uzlaşmayı merkeze alır. İletişimsel akıl, dilin normatif gücüne dayanır ve konuşma eylemleri üzerinden toplumsal etkileşimlerin düzenlenmesini öngörür. Bu bağlamda, ideal konuşma durumu, katılımcıların eşit koşullarda, özgürce ve herhangi bir dışsal baskı olmadan diyalog kurabildiği bir ortamı tanımlar. Bu durum, yalnızca bilgi alışverişini değil, aynı zamanda ahlaki ve normatif meselelerin tartışılmasını da içerir. Habermas, bu kavramı modern toplumların karmaşık yapılarında rasyonel bir toplumsal düzenin mümkün olabileceği fikriyle ilişkilendirir. İletişimsel akıl, bireylerin yalnızca kendi çıkarlarını değil, ortak iyiyi de gözeten bir rasyonaliteyi ifade eder. Bu, demokratik katılımın temel bir unsuru olarak öne çıkar, çünkü bireylerin özgürce fikirlerini ifade edebilmesi ve uzlaşmaya dayalı kararlar alabilmesi, demokratik süreçlerin işlerliğini artırır.

Demokratik Katılımın Modern Bağlamı
Modern demokratik katılım, bireylerin siyasi süreçlere etkin bir şekilde katılması ve karar alma mekanizmalarında söz sahibi olması anlamına gelir. Ancak, modern toplumlarda katılım, medya, ekonomik çıkarlar ve bürokratik yapılar gibi çeşitli faktörler tarafından şekillendirilir. Habermas’ın iletişimsel akıl kavramı, bu bağlamda, bireylerin siyasi süreçlere katılımını yalnızca oy verme gibi biçimsel eylemlerle sınırlamaz; aynı zamanda, kamusal alanda rasyonel tartışmalar yoluyla kolektif iradenin oluşumunu vurgular. Kamusal alan, bireylerin özgürce bir araya gelerek fikirlerini tartıştığı ve ortak sorunlara çözüm aradığı bir zemin olarak tanımlanır. Bu alan, modern demokrasilerin işleyişinde kritik bir rol oynar, çünkü vatandaşların bilgiye erişimi, fikirlerini ifade etme özgürlüğü ve karar alma süreçlerine katılımı, demokratik meşruiyetin temel taşlarını oluşturur. Ancak, modern toplumlarda bu alanın, medya manipülasyonu veya ekonomik eşitsizlikler gibi engellerle zayıfladığı gözlemlenir. Habermas, bu tür engellerin iletişimsel akıl yoluyla aşılabileceğini savunur.

İletişimsel Akıl ve Kamusal Alan İlişkisi
Kamusal alan, iletişimsel akıl kavramının demokratik katılım bağlamında somutlaştığı bir zemin olarak değerlendirilebilir. Habermas, kamusal alanı, bireylerin özgürce fikir alışverişinde bulunabileceği ve ortak sorunlara yönelik rasyonel çözümler üretebileceği bir platform olarak tanımlar. Bu alan, iletişimsel akıl ilkelerine dayalı olarak işler; yani, tartışmaların açık, eşitlikçi ve rasyonel bir şekilde yürütülmesi gerekir. İletişimsel akıl, kamusal alanda diyalogların yalnızca bireysel çıkarların çatışması değil, aynı zamanda ortak bir anlayışa ulaşma çabası olmasını sağlar. Bu süreç, demokratik katılımın niteliğini artırır, çünkü bireyler yalnızca kendi görüşlerini savunmakla kalmaz, aynı zamanda diğerlerinin argümanlarını anlamaya ve değerlendirmeye çalışır. Ancak, modern toplumlarda kamusal alanın ideal biçimine ulaşması, ekonomik ve sosyal eşitsizlikler nedeniyle zorlaşmaktadır. Habermas, bu tür engellerin aşılması için iletişimsel akıl ilkelerine dayalı bir toplumsal dönüşüm gerektiğini öne sürer.

Demokratik Meşruiyet ve İletişimsel Akıl
Demokratik meşruiyet, siyasi kararların vatandaşların rızasına dayanması ve bu kararların adil bir süreçle alınmasıyla sağlanır. İletişimsel akıl, bu meşruiyetin sağlanmasında merkezi bir rol oynar, çünkü vatandaşların rasyonel diyalog yoluyla karar alma süreçlerine katılması, kararların meşruiyetini artırır. Habermas’a göre, meşru bir demokratik süreç, yalnızca çoğunluğun iradesine değil, aynı zamanda rasyonel tartışmalara dayalı bir uzlaşmaya da ihtiyaç duyar. Bu, bireylerin yalnızca kendi çıkarlarını değil, aynı zamanda toplumun genel iyisini gözeten bir yaklaşımı gerektirir. İletişimsel akıl, bu süreçte, bireylerin farklı bakış açılarını anlamasını ve ortak bir çözüm arayışını teşvik eder. Modern demokratik sistemlerde, bu tür bir katılım, genellikle sivil toplum kuruluşları, medya ve diğer kamusal platformlar aracılığıyla gerçekleşir. Ancak, bu platformların eşitlikçi ve açık bir şekilde işleyebilmesi, iletişimsel akıl ilkelerinin uygulanmasına bağlıdır.

İletişimsel Akılın Uygulanabilirlik Sorunları
İletişimsel akıl kavramı, teorik olarak demokratik katılımı güçlendiren bir çerçeve sunarken, pratikte çeşitli zorluklarla karşılaşır. Modern toplumlarda, bireyler arasındaki ekonomik, sosyal ve kültürel eşitsizlikler, ideal konuşma durumunun gerçekleşmesini engelleyebilir. Örneğin, medya manipülasyonu, bilgi asimetrisi ve siyasi kutuplaşma, rasyonel diyalogların önündeki başlıca engellerdir. Ayrıca, bireylerin iletişimsel akıl ilkelerine uygun bir şekilde tartışmalara katılabilmesi için gerekli olan eğitim ve bilinç düzeyi, her toplumda eşit şekilde bulunmayabilir. Habermas, bu tür sorunların aşılması için toplumsal yapıların daha kapsayıcı ve eşitlikçi bir şekilde düzenlenmesi gerektiğini savunur. Bu, özellikle demokratik katılımın yalnızca elit kesimlere değil, tüm vatandaşlara açık olması gerektiğini vurgular. İletişimsel akıl, bu bağlamda, demokratik süreçlerin daha kapsayıcı ve adil bir şekilde işleyebilmesi için bir rehber sunar.

İletişimsel Akıl ve Dijital Kamusal Alan
Dijital teknolojilerin yükselişi, kamusal alanın yapısını ve demokratik katılımın dinamiklerini köklü bir şekilde değiştirmiştir. Sosyal medya platformları, bireylerin fikirlerini ifade etme ve tartışmalara katılma fırsatlarını artırmış, ancak aynı zamanda bilgi kirliliği, yankı odaları ve algoritmik önyargılar gibi yeni sorunlar ortaya çıkarmıştır. İletişimsel akıl, dijital kamusal alanda da uygulanabilir bir çerçeve sunar, ancak bu alanın kendine özgü dinamikleri, Habermas’ın ideal konuşma durumu modelini zorlaştırır. Örneğin, sosyal medya platformlarında tartışmalar genellikle hızlı, yüzeysel ve duygusal bir şekilde gerçekleşir; bu da rasyonel diyalogların derinliğini sınırlayabilir. Buna rağmen, dijital platformlar, doğru bir şekilde düzenlendiğinde, geniş kitlelerin demokratik süreçlere katılımını kolaylaştırabilir. İletişimsel akıl, bu bağlamda, dijital kamusal alanın daha şeffaf, eşitlikçi ve rasyonel bir şekilde yapılandırılması için bir rehber sunar.

İletişimsel Akılın Demokratik Katılım Üzerindeki Etkisi
İletişimsel akıl, demokratik katılımın niteliğini artırmak için bir dizi pratik ve teorik katkı sunar. İlk olarak, bireylerin rasyonel diyalog yoluyla karar alma süreçlerine katılması, siyasi kararların meşruiyetini güçlendirir. İkinci olarak, iletişimsel akıl, farklı toplumsal gruplar arasında uzlaşma ve işbirliğini teşvik eder, böylece toplumsal çatışmaların çözümüne katkıda bulunur. Üçüncü olarak, bu kavram, bireylerin yalnızca kendi çıkarlarını değil, aynı zamanda ortak iyiyi gözeten bir yaklaşımı benimsemesini sağlar. Ancak, iletişimsel akılın bu etkilerinin gerçekleşmesi, toplumsal yapıların ve kurumların bu ilkelere uygun bir şekilde düzenlenmesine bağlıdır. Örneğin, eğitim sistemlerinin eleştirel düşünceyi ve rasyonel tartışma becerilerini teşvik etmesi, iletişimsel akılın demokratik katılım üzerindeki etkisini artırabilir.

insanokur.org/habermasin-ileti

29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen neydi?

Elias Nin

Türklüğün kurucu lideri Mustafa Kemal 28 Ekim tarihinde kurulan bir ziyafet sofrasında masadakilere şöyle sesleniyordu: “Efendiler, yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz!”

29 Ekim’de “Efendilerin Cumhuriyeti” ilan edildi ve böylece Saltanat Rejimi yerini “Efendilerin Cumhuriyeti’ne bırakmış oldu.
29 Ekim, ifade edildiği gibi bir devletin kuruluşunun ilanı değildir, devlet zaten vardı, sadece devlet el değiştirmiştir, hepsi bu. Osmanlı otokratik devlet modeli devre dışı bırakılmış, onun yerini totaliter Kemalist rejim geçirilmiştir.
Otokratik yönetimin yerini alan rejimin cumhuriyetle alakası yoktu zira bir rejimin/devletin cumhuriyet olabilmesinin ön koşulu, halk tarafından seçilmişler meclisidir ve bu söz konusu değildi; bütün vekiller Mustafa Kemal ve çevresindeki dar kadro tarafından atanmaktaydı.
Adeta bir parti devleti vardı, öyle ki il valileri aynı zamanda CHP il başkanı olabiliyordu.
Mustafa Kemal de tıpkı Osmanlı padişahları gibiydi, kararları sorgulanamazdı, istediği kamu mallarını mülküne geçirebilirdi, devlet bütçesini istediği gibi kontrol edebilirdi, hakkında soruşturma açılamazdı, ona karşı çıkmak “vatana ihanet” olarak mütalaa edilirdi.
Bunların hiçbirinin cumhuriyet rejimi ile uzaktan yakından alakası yoktur, bunlar ancak totaliter faşist diktatörlüklerde, bonapartist rejimlerde olan şeylerdir.

Peki, 29 Ekim ne demektir?

29 Ekim, yeni bir devlet değil, Türk ulusçuluğunun ilanı ve inşası demektir.
Yani Kürtlerin, Ermenilerin, Süryanilerin, Rumların ulusal bağımsızlık haklarının, topraklarının gasp edilerek Türklüğün zimmetine geçirilmesi demektir.
29 Ekim, sermayenin ve mülkün el değiştirerek Türklere devredilmesi demektir.
29 Ekim, bugün Apoculuk tarafından da sahip çıkılan “Tek bayrak, tek millet, tek devlet demektir.”
29 Ekim’i kutlamak ve ona sahip çıkmak demek ise bütün bunlara ortak olmak, işlenen suçlara ortak olmak demektir.
29 Ekim, Türklüğün mağdurların için yas, katiller ve suç ortakları için bayram demektir.
instagram.com/p/DQY_LMyiC0x/

Zulüm cumhuriyeti 102. yılında ve Zulüm devam ediyor. Bu cumhuriyet işçilerin, emekçilerin, yoksulların, fakirlerin, ezilenlerin, Hristiyanların, Yahudilerin, Ezidilerin, Alevilerin, samimi Müslümanların, Kürd ulusunun ve diğer uluslar ve halkların düşman olarak görmüştür.

Kemalizmin dönüşü kimin çıkarına?

Volkan Akyıldırım

Erdoğan-Ak Parti’yle eski ortağı Gülenciler arasındaki, başarısız darbeyle sonuçlanan savaş kemalizme yaradı.

Bürokrasi cemaatlerden temizlenirken, Ak Parti laikliğin hepimizin teminatı olduğunu söylüyor.

Milliyetçi popülizmi yükselten Erdoğan kemalizmin yayılmacı iddialarını Irak’ta ve Suriye’de hayata geçiriyor.

Ergenekon ve Balyoz davalarının sanığı eski darbeciler şimdi gazete ve TV’lerin başlıca yorumcuları. Kendilerini aklayana kadar, devirmek için uğraştıkları Erdoğan’ın şimdi arkasında olduklarını söylüyorlar.

Ülkücüler ve ulusalcılar, kemalizmde sonuna kadar gidilmesini, ezilenleri ve muhaliflerin susturulmasını talep ediyor.

Öte yandan kemalizmi çok önceden reddeden bazı sosyalistler, HDP’nin kemalist CHP ile ittifakının propagandasını yapıyor.

Peki devrimci sosyalistler kemalizme nasıl bakar?

Son 20 yılda ezilenlerin ve darbelere karşı olan işçi sınıfının mücadelesiyle geriletilen kemalizmin geri dönüşü emekçilerin çıkarına bir gelişme mi?

15 Temmuz kemalizminde sapmanın sonucu mu?

Gülencilerin başını çektiği 15 Temmuz darbe girişimi, Kemalizme dönüşün gerekçesi.

15 Temmuz ilk darbe olsaydı bu iddia tartışılabilirdi. Fakat ordu daha önce kemalist generallerin liderliğinde 4 darbe yaptı ve bunların üçü kanlıydı. 2002-2007 arasında ise ordu içindeki kemalist cuntalar, darbe planları yapmaya ve bunları hayata geçirmeye devam etti. Hepsinin gerekçesi kemalist cumhuriyetin seçilmiş hükümetlere karşı korunmasıydı.

Kaldı ki Gülencilerin diğer İslami hareketlerden farkı, kemalizmle uzlaşmasıydı. Bu sayede ordu ve devlet bürokrasisi içinde sorunsuz büyüyebildiler ve 15 Temmuz’da kemalist generallerin bir bölümüyle ittifak halindeydiler.

Gülencilerin topluca orduya giriş yaptıkları yani devlet tarafından kabul edildikleri iki dönem, 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri. TV’lere çıkan kemalist generallere bakılırsa hepsi çok evvelden Fetullahçıların varlığını biliyordu.

Kendine ideoloji olarak kemalizmi seçen, belli ki Atatürkçü kitlelerin nefret ettikleri Erdoğan’a karşı askeri yönetimi destekleyeceğini zanneden darbeciler aslında geleneksel yoldan ilerlediler.

Kemalizm ne Gülenciler gibi aşırı sağcı muhfazakarlığa ne de darbelere bağışık değildir. Aksine kurduğu düzen bunları üretiyor.

Demirel döngüsü

Kendisi de muhalifleri de AK Parti’nin iktidar olduğundan bahsediyordu. Hükümet olmakla iktidar olmak yani devleti kendi kontrolü altına almak ve burjuvazinin yönetici sınıfı olmak aynı şey değil. Türkiye’de seçilmiş hükümetlerin çoğu kukla, gerçek iktidarın sahibi ise kemalist ordu oldu. İşlerine gelmeyen partileri kapatarak, kontrol edemedikleri hükümetleri devirererek; bunların sonuçlarını her seferinde toplumun çoğunluğunu oluşturanlara ödeterek, acımasız baskı metotlarının sonucu zoraki rızayla yönettiler. Başta kemalizme muhalif olarak çıkıp onun ezidği kitlelrden oy alarak yükselen politikacıları kuşatarak kendi çizgilerine getirdiler.

Eski kuşakların Süleyman Demirel’den bildiği bu döngüyü, Şimdi Tayyip Erdoğan tamamlıyor. Görüldü ki 14 yıllık iktidarlarına, her iki seçmenden birinin oyunu almalarına rağmen devlette belirleyici hiçbir konum elde edememişler.

2002’de iktidara geldiklerinde darbe planları da kemalist generaller tarafından başlatılmıştı. Bu dönemde bürokrasi içinde kendilerini hazır bekleyen Gülencilere sarıldılar. Onlar da darbe yapınca şimdi eski kemalist darbecileri işe alıyorlar.

Bu pragmatik bir tutumdan öte. Erdoğan’ın kemalizmin tarihsel hayallerini “uyumlu” bir şekilde hayata geçirmesine tanık oluyoruz. Bu hayaller işçiler ve ezilenlerin çıkarlarına tamamen zıt.

Sosyalistler kemalizme karşıdır

– Devletin resmi ideolojisidir. Dönemsel ve siyasi taşıyıcılarına bağlı olarak biçimsel değişiklikler taşısa da özünde Türk hakim sınıflarının çıkarlarının toplumun geri kalanına dayatılmasına, sömürü ve baskıya eşlik eden burjuva fikirlerdir.

– Kemalizm Türk büyük sermayesinin fikridir. Koç Holging gibi bugün Türkiye’nin en zengin aileleri olan sermaye grupları kemalist devleti kullanarak kasalarını doldurdu. Bu devlet işçi sınıfına ise hiç iyi davranmadı. Sendikalar her dönem devletin bir uzantısı haline getirilerek hak alma mücadelelerinin önü kesildi. Grev yasaklamak ve sendika düşmanlığı darbeler gibi kemalist devletin bir geleneği. Gezi parkı direnişine katılan halkı Koç Holding’in arkasında olduğu bir darbenin piyonları ilan eden Erdoğan ve Ak Parti’nin, dönüp onlarla da uzlaşması bu düzenin aynen devam ettiğini gösteriyor

– Kemalizm Türk ve Sünni Müslüman olmayan halklar için baskıdır, Kürt illerinin sömürge olarak görülmesi ve yönetilmesidir. Halkların hapishanesinde yaşanan ayaklanmalar ve katliamlar saymakla bitmez. PKK ile savaş 34 yıldır devam ediyor. Erdoğan’ın kemalist generallerle ittifakının en önemli sonucu reddedilen askeri yöntemleri ve sindirme politikalarını devam ettirmesi oldu. Kemalizmin özündeki baskıcı laiklik, ırkçılık ve aşırı milliyetçilik, Erdoğan’ın bugün dönüş yaptığı fabrika ayarlarıdır.

– Kemalizm militaristtir, yayılmacıdır. Anti-emperyalizmi ideoloji olarak kullansa da her zaman emperyalist devletlerin belirlediği küresel sistemin bir parçası olarak davranmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin misak-ı milli denilen sınırlar içerisinde kurulması batı emperyalizmi ile uzlaşmanın ürünüdür. Bu yüzden Türkiye bir NATO üyesi, ordusu bir NATO ordusudur. Kıbrıs’ın kuzeyini 1974’ten bu yana işgal altında tutan Türkiye’, Irak’ta Başika’nın yanısıra “yardım için” gittiği Somali’de de bir askeri üs kurdu. Afganistan’ı işgal eden NATO güçlerinin bir parçası olarak Kabil’de askeri birliği bulunan Türkiye, aynı zamanda Lübnan’da BM’ye bağlı bir askeri bir birlik bulundurmaktadır. Kore savaşından Suriye savaşına, Musul ve Kerkük’ü ilhak etme hayallerinden Suriye yönetiminde söz hakkı sahibi olmak için uzanan bu çizgi her hükümet tarafından devam ettirildi. 15 Temmuz’a kadar NATO ve ABD’nin her dediğini yapan Erdoğan ve Ak Parti hükümeti, yediği darbe ile bugün bir başka emperyalist devlet Rusya’ya elini uzatsa da kemalizmin karakteristik çizgisinin ilerici bir yanı yok. Tüm cumhuriyet hükümetleri IMF ve Dünya Bankası ile birlikte ekonomiyi planladı. Bağımsızlık edebiyatı rejime destek için pompalanan milliyetçilik içindir. Bir zamanlar demokratikleşme ve barışla “yerlerde sürünen” bu azgın milliyetçilik, başarısız darbeyi kullanan Erdoğan tarafından ayağa kaldırıldı ve güçlendirildi.

Açık ki hakim sınıfların ve devletin resmi görüşü sol ya da ilerici olamaz.

Türkiye emekçileri ve ezilenlerinin neredeyse yüz yıllık sorunların kaynağı olan kemalizme yeniden can verilmesinde hiçbir çıkarı yok.

Volkan Akyıldırım

marksist.org/kemalizmin-donusu

Osmanlı'daki Ermenilerin Saklı Tarihi - 2: Meclis-i Mebusan’ın Ermeni ve... youtu.be/us1fCnstPCA?si=dOU5lK

“Çoğunluk yanlış bir şeyi doğru kabul etse bile, o yanlış olmaktan çıkmaz.”
— Leo Tolstoy

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.