Show newer

İnsanlar hakkında hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. Çok daha önceleri umutsuzluk içinde onları arıyordum, sonradan bu iğrenmeye dönüştü.

Jorge Luis Borges

Kemalizm, 30 Ağustos ve milliyetçi sol

Kemalist propagandaya göre “Milli Mücadele” en başından beri mağdur ve mazlum Türk milleti tarafından emperyalizme karşı verilmişti. Başta Mustafa Kemal olmak üzere bu mücadelenin liderleri “Batılı” ve “aydın” insanlardı, “karanlığa” ve “İslamcı gericiliğe” karşı ayağa kalkmış, daha ilk andan itibaren “aydınlık” bir cumhuriyetin kurulmasını hedeflemişlerdi. Yaptıkları her şey iyi, doğru ve güzeldi; bunların sorgulanması teklif dahi edilemezdi. 30 Ağustos da kurtuluşun son mühürlerinden biriydi. Bu kuruluş mitosu, bugün hem Kemalistler hem de kendisini sosyalist solda gören bazı çevreler arasında yaygın olarak kabul görüyor.

Kemalizm nedir?

Kemalizm, cumhuriyetin kurucu ideolojisine verilen isim. Cumhuriyeti kuranlar, aslında neredeyse tümüyle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) kadrolarıydı. İTC, 1908’de tarihe “II. Meşrutiyet’in ilanı” olarak geçen, gerçekte kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliğinin önündeki son feodal engel olan Saray’ı alaşağı eden burjuva devrimini gerçekleştiren örgütlerden biriydi. Sivil ve askeri bürokrasi ile Müslüman ticaret burjuvazisini temsil eden İTC, devrimden birkaç yıl sonra Saray’ı devirmekte işbirliği yaptığı Ermeni ve Rum örgütlerine ihanet etti, ordudaki gücünü kullanarak darbeyle iktidarı ele geçirdi, İkinci Meşrutiyet’in demokratik kazanımlarının neredeyse tümünü rafa kaldıran bir tek parti diktatörlüğü kurdu ve Türk/Müslüman/Sünni bir ulus devlet kurmak için harekete geçti. Bu hedefin önünde engel olarak gördüğü Ermeni ve Rum halklarını Birinci Dünya Savaşı’nın en kızgın günlerinde soykırımlarla ortadan kaldırmaktan çekinmedi.

Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı ve müttefiklerinin yenilgisiyle sonuçlanması üzerine, İTC liderleri başta Almanya olmak üzere çeşitli ülkelere kaçtı. Osmanlı topraklarında kalan İTC üyeleri ise Mustafa Kemal etrafında birleşerek ve Avrupa’da ortaya çıkan devrimci durumun yarattığı konjonktürden faydalanarak ulus-devlet projesini tamamladı ve cumhuriyeti kurdu. Buna göre Kemalizm, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin takipçisi, Osmanlı topraklarındaki Hıristiyan halkların katlinden ve servetlerinin Müslümanlara transferinden sorumlu, Kürtler başta olmak üzere halkların varlığını inkâr eden, Batı kapitalizmiyle bütünleşmeyi öngördüğü için tepeden inme reformlarla toplum mühendisliği yapan, mevcut dindarlığı “modern” burjuva devleti için tehlike olarak görerek dini kendi kontrol ve tekeline alan, askeri-sivil bürokrasiyi egemen sınıfın bir parçası olarak siyasetin merkezine koyan, işçi sınıfını akla gelebilecek her şekilde ezen bir burjuva ideolojisi. İktidara gelen partilerin niteliğine göre bazı özelliklerini öne çıkartıp bazılarını arka plana atarak, varlığını 100 yıldır sürdürüyor.

Bir kısım “sol” neden 30 Ağustos kutluyor?

Cumhuriyetin kuruluş döneminde Kemalistler kendilerini hiçbir zaman siyasi yelpazenin solunda görmedi, aksine filizlenmekte olan işçi hareketlerini, kadın hareketini, her türlü toplumsal muhalefeti şiddetle bastırmaktan bir an bile çekinmedi. Kendilerini komünist olarak tanımlayan birçok kişiyi ağır hapis ve sürgün cezalarına çarptırdı.

Peki, nasıl oluyor da bugün kendilerini siyasi yelpazenin solunda gören birçok örgüt, dernek, parti, Kemalizmin önemli günlerini kutlama derdinde? Özellikle 19 Mayıs ve 30 Ağustos gibi günler, neden bu kadar iştahla sahipleniliyor?

Bunun en önemli sebebi, ideolojilerinin merkezine antikapitalizmi değil de antiemperyalizmi koyan, yani, kendi egemen sınıfının safında yer tutan milliyetçi solcuların, Kemalizmin de antiemperyalist bir savaş verdiğini ve bu savaştan küresel emperyalizme büyük bir darbe indirerek çıktığına inanmış olmaları. Öyle ya, kurucu mitosa göre Kemalizmin zaferi tüm mazlum milletler için ilham kaynağı olmuş, dünyanın her yerindeki ulusal kurtuluş hareketleri kendilerine “Milli Mücadele”yi örnek almıştı!

Oysa “Kurtuluş Savaşı” olarak da adlandırılan bu dönemde “yedi düvel” olarak adlandırılan büyük emperyalist devletlerle yaşanan tek bir çatışma bile yok gibidir. Olanların önemli bir kısmı resmi tarihte “iç isyanlar” olarak anlatılan, gerçekte İttihat ve Terakki’nin ardılları arasında yaşanan bir tür iç savaş halinin bir parçasıdır. Bunların arasından liderliğini Mustafa Kemal’in yaptığı Kuvayi Milliye grubu üstün gelmiş; sonradan Kemalistler olarak adlandırılacak olan bu grup bir yandan rakiplerini ortadan kaldırırken, öte yandan Pontos bölgesinde etnik temizlik yapmış, Birinci Dünya Savaşı’nda katledilen ve kovulan Ermeni ve Rumlardan hayatta kalabilenlerin geri dönme ihtimaline karşı askeri ve siyasi tedbirler almıştı. Bütün bunları yaparken emperyalist güçlerle çeşitli anlaşmalar imzalayarak uzlaşı zemini yakalamış, 30 Ağustos’ta da geri çekilen Yunan ordusunu kovalama bahanesiyle Ege’nin yerli Rumlarını denize dökmüştü. Kısacası, “Milli Mücadele” antiemperyalist olmaktan ziyade emperyalizmle anlaşmaya varılarak ulus-devletin kurulma hedefinin bir aşamasıydı.

Dünyayı sınıflar savaşı üzerinden değil de “medeniyetler çatışması” üzerinden okuyan “solcular” ise Batı kapitalizmine kendisini ispat etmek için yaptığı tepeden inme bazı reformlara dayanarak Kemalizme ilericilik atfediyor, Kemalizmin ırkçı, milliyetçi, tekçi, sağcı politikalarına karşı çıkmayı çağdışılık, yobazlık, gericilik olarak yaftalıyor. Başı açık olmayı “ilericilik”, başı kapalı olmayı ise “gericilik” olarak damgalarken, başını kapatmayı tercih eden milyonlarca kadına karşı nefret suçu işlediklerini ve bu yöntemle yeni bir dünya kurmayı bir yana bırakalım, bu dünyanın yanına bile yaklaşamayacaklarını, hatta, tam aksi tarafında durduklarını belirtmek lazım.

Sosyalistler ne yapmalı?

“Milli Mücadele” dönemi ve Kemalist kuruluş miti, ta çok küçük yaşlardan itibaren gerek aile içinde gerekse her kademe okulda çocukların kafasına kazındığı için hâlâ toplum üzerinde güçlü bir etkiye sahip. Bütün yabancı devletlerin gece gündüz demeden Türkiye’yi yok etmeye çalıştıklarına inanan, bu yüzden de hükümetlerin zenofobik söylemlerin ardına saklanarak uyguladıkları baskı/sömürü politikalarına onay verenlerin sayısı çok fazla. Neredeyse her türden hak arama mücadelesi, Kürtler, LGBTİ+’lar, feministler, dış mihrakların ve hatta emperyalizmin maşası olmakla yaftalanıp şeytanlaştırılıyor, o eski korku daima canlı tutulup tek kurtuluş yolunun “Atatürkçülük” adı altında ırkçı, milliyetçi, işçi düşmanı, kadın ve LGBTİ+ düşmanı, zenofobik politikalara biat etmek olduğu dayatılıyor.

Marksistlerin bu konuda yapması gereken egemen sınıfla bir olup bu politikalara biat etmek değil, aksine “Milli Mücadele” ve Kemalist kurucu mitolojisiyle ilgili yalanları her zaman teşhir etmek, işçi sınıfını kıskıvrak bağlayarak devrime ve sosyalizme doğru yürümesini engelleyen ırkçı, milliyetçi, fobik zincirin halkalarını gevşetmeye çalışmak olmalıdır. Bu 30 Ağustos da bunun için iyi bir başlangıç olabilir.

Atilla Dirim

(Sosyalist İşçi)
marksist.org/icerik/Teori/2115

Narin cinayeti politiktir ya da karartma operasyonunda bir zirve – Aysun Sadıkoğlu

"Bir gerçeği gizlemenin yollarından biri, onun etrafında yüksek toz bulutları ortaya çıkartmaktır. Saray basını da dâhil, tüm burjuva basın, işte bu işi yapmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, gerçekten de son derece başarılı bir operasyon yürütüyorlar. Operasyonun amacı, gerçeği ortaya çıkartmak değil, gerçeği örtmektir. Ortaya çıkan silahlar, bir anda ortadan toz oldular. Şimdi, bu silahların aslında hiç olmadığını iddia etseler, söyleyecek ne var ki? Öyle büyük bir yalan makinası devrededir ki, gerçek, adeta yalanmış gibi görünmektedir."

Öyle görünüyor ki, Saray medyası ile, CHP medyası hep birlikte, her saat, her an, her fırsatta, Narin dosyası üzerine çalışıyor. Sanırım, bizim ülkemizdeki medya tarihinde, hiç bu denli bir çalışma ortaya koymamışlardır. Hepsi, olaya öyle sarıldılar ki, bu medyayı tanıyan herkes, aklına şu soruyu getirmiş olmalıdır: Acaba ne saklıyorlar?

Birçok dava dosyası, yargılanan kişilerin avukatlarına bile kapalı iken, kişiler ne ile suçlandıklarını dahi öğrenemezken, Narin cinayetinde, dosyadaki her gelişme, anında, herkesin bilgisine sunuluyor.

Bu “büyük hizmet” aslında şüphe uyandırıcıdır. Eğer siz, şüphe etmiyorsanız, muhtemelen bu devleti tanımıyorsunuzdur.

Bu denli bilgi verilmesi, bu denli bilginin ortada dolaşması, sanki olayı açıklamak değil de, olayı çözülmez hâle getirmek için yapılıyor. Ve bundan hiç kuşkunuz olmasın. TC devletinin muhalif ve Saraylı basını, hep birlikte, bir şeyi gizlemek için, olayı aydınlatmış gibi yapıyorlar. O kadar ki, TV kanalları karşısında seyreden bir kişi, bir yandan üzüntü ile, diğer yandan da verilen bilgilerle her gün olayın vahametine şaşırıyor. Bir anneyi, bir babayı vb. suçlu buluyor. Ertesi gün başka birisi suçlu gibi görünüyor.

Müthiş bir operasyondur bu.

Operasyon, birçok şeyi hedefliyor. Ama, biz annelerin umduğu gibi, asla olayın çözülmesini hedeflemiyor.

Operasyon başarılıdır, çünkü olayın ardındaki gerçeği saklamayı, karanlıkta bırakmayı başarıyor.

Herkes dedektif olmuş, olayı, devletin verdiği bilgiler ve yönlendirmeler ışığında, bir “reality show” tarzında dedikodularla çözmeye çalışıyor. Her tarafta, pespaye dedektifler ortaya çıkıyor. En çok da medyada.

Biz, Saray basını diyoruz. İçinde, Hürriyet’i, Milliyet’i, Akşam’ı, Sabah’ı, Yeni Şafak’ı vb. var. Bunların TV kanalları da. Saymadıklarımız eminim vardır. Tümüne Saray basını diyoruz. Saray’ın propaganda araçlarıdırlar ve görevleri karanlık üretmektir. Karanlık, gerçeğin gün yüzüne çıkmasını önlemek içindir.

Ancak, bu kadarla sınırlı değil. Uluslararası sermayeye bağlı ya da “ulusal” basının tümü, neredeyse tümü, bu olayda, karanlık üretmek için her yola başvurmaktadırlar.

İzninizle, CHP basınının, Saray’ın, ikinci derece basını olduğunu söylemek gerektiğini düşünüyorum. Elbette, Sözcü, Cumhuriyet, Yanardağ TV ve Halk TV bunların arasındadır, biri biraz fazla, diğeri biraz eksik olmak üzere. Sözüm ona muhaliftirler.

Evet, Erdoğan’ın ya da mesela tarikatların açıklamaları konusunda “muhalefet” yapar gibidirler. Gerçeğin tümünü değil de, bir bölümünü örtmek isterler. Onlar için bu kadarı yeterli. Hem ne demişler, ne kadar para o kadar köfte.

Elbette, basında, hâlâ haber yapan, hâlâ gazetecilik yapan insanlar var. Yok değil. Onlar, elbette, kendilerine bir gedik bulup oradan bu kuşatmayı yarmayı deniyorlar. Başkası da mümkün değil. Zaten, görevi gereği CHP basını, bunlara biraz olsun yer vermek zorundadır. Yoksa, onları da kimse okumaz. İnsanlar, hâlâ Cumhuriyet ya da Sözcü okurken, bir haber kırıntısı peşindedirler. Ya da TV kanallarını seyrederken, hiç değilse bir bilgiye ulaşma derdindedirler. Onları TV başında tutacak bazı kanallar gerekli, değil mi?

Narin dosyasında, hepsi, hep birlikte, karanlık üretim merkezi olarak çalışmışlardır. Buna da “halkı bilgilendirme” diyorlar. Arada birkaç kişi, yahu bu nedir, tüm ifadeler aynı anda herkesin önünde, burada ne var, diye soruyor. Onların soruları da gümbürtüye gidiyor. Öyle bir gürültüdür ki bu, hiçbir gerçek ses, gürültünün üzerine çıkamıyor.

Olayın gerçekleştiği köy, Diyarbakır Havalimanı’nın burnunun dibindedir. Ve bu havalimanı, aynı zamanda askerî bir havalimanıdır. Örnek olsun, Kürtlere karşı savaşta kimyasallar atan uçaklar, bu havalimanından kalkıyor.

Böyle olunca, havalimanına bu denli yakın bir köyün, devletin, özel kuvvetlerin, Saray’ın kirli savaş aygıtının denetiminde olmaması düşünülemez. Onun için, olayın ilk anlarından başlayarak, duyarlı insanların, hele ki DEM Parti’nin olayı deşifre etme çabalarının bastırılmaya çalışılması bir rastlantı değildir.

Bize, sol jargon kullanarak, aslında köyde herkesin “feodal ilişkiler” nedeni ile, bu cinayet karşısında sessiz kaldığı söyleniyor. Öyle mi? Bu feodal bağlar, mesela koruculuk sistemi, mesela Kürt devrimine karşı devlet adına mafyalık yapan aşiretler söz konusu olduğunda neden aklınıza gelmez de şimdi gelir?

Devam etmeden, olayla ilgili bilgilerin, bir de bizim tarafımızdan alt alta dizilişini görün:

– Narin kaçırılmıştır.

– Kaçırılan Narin’in babasından, elindeki çok geniş araziyi satması istenmiştir. Araziyi yıllardır satın almak isteyen kişi, Ensarioğlu’dur. Rabia Naz olayında, Giresun’da, nasıl ki işin ucu AK Parti yetkililerine ulaşmış idi ise, burada da olay Ensarioğlu’na ulaşmıştır.

– Ensarioğlu, sizin söylediğiniz o feodal yapının tüm unsurlarını kapsar ve devletin Kürt halkına karşı sürdürdüğü imha ve inkâr politikasının, paramiliter güçlerinden biridir. Temsilî niteliği vardır. Ensarioğlu, Hüda Par ile Erdoğan’ı bir araya getiren kişilerdendir. Hizbullah, Hüda Par denildi mi, elbette Ensarioğlu da akla gelmelidir.

– Narin’i acaba kim, kimlerin emri ile kaçırdı?

– Acaba, bu araziyi Ensarioğlu neden istemektedir ve baba bu araziyi, abisi Muhtar’a rağmen, neden satmamaktadır? Acaba, aileden bu arazinin satılmasını isteyenlerin sayısı çok mu fazladır?

Buraya kadarını alt alta koyduğunuz zaman, Narin’in fidye için kaçırıldığı, sonunda işlerin ters gittiği ve çocuğun öldürüldüğü anlaşılmaktadır. Bu durumda, çocuğu kimin kaçırdığı önemli bir noktadır.

İşte tam da bu nedenle, kameralara bakılmıyor, yine tam da bu nedenle telefon kayıtları yok ediliyor ve yine tam da bu nedenle, tüm köy suskunluğa bürünüyor. Zira, konuşanın sonu da Narin gibi olacaktır.

İşin içinde rant, işin içinde mafya ve tarikat, işin içinde devletin kolluk kuvvetleri, işin içinde paramiliter güçler vardır.

Çocuk, sağ olarak bulunmuş ve hastahaneye kaldırılmıştır. Hastahanede görevi, Özel Kuvvetler üstlenmiştir. Ama sonradan çocuğun cansız vücudu, dereye taşınmıştır.

İşte tüm bunları gizlemek için, ortalığa bir sürü bilgi salınmış, herkesin ifadeleri ortalığa saçılmış ve bu yolla, bir “kamuoyu imalatı” gerçekleştirilmiştir.

Rabi Naz’ın babasına deli muamelesi yapan sistem ile, Narin’in kaçırılması gerçeğini ortadan kaldıran sistem, aynı sistemdir.

Demek ki, Narin cinayeti, politik bir cinayettir.

Artık bu ülkede, her cinayet siyasal bir cinayet hâline gelmektedir.

Tüm çocuk istismarı, tüm çocuk cinayetleri, tüm tarikat ve çocuk ilişkileri, tüm kadın cinayetleri, tüm iş cinayetleri, politik cinayetlerdir.

Bir yılda, 300 bine yakın çocuk, cinsel saldırıya uğramaktadır. Gerçek rakam belki bunun 5 katıdır. Çünkü, çocuk istismarları, utanç ve aile bağları nedeni ile sürekli gizlenmektedir. Bu gizli hâli aşan 300 bin çocuk saldırısından söz ediyoruz. Demek ki, her gün, en az 50 çocuktan söz ediyoruz.

Epstein dosyası, Türkiye’den 48 bin çocuktan söz etmektedir. Fatma Şahin ve Melih Gökçek isimleri bu dosyalarda geçmektedir.

Demek oluyor ki, işin ucu derindedir. Bu sıradan, bir tek olay ile sınırlı bir durumun sonucu değildir.

Bir gerçeği gizlemenin yollarından biri, onun etrafında yüksek toz bulutları ortaya çıkartmaktır. Saray basını da dâhil, tüm burjuva basın, işte bu işi yapmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, gerçekten de son derece başarılı bir operasyon yürütüyorlar. Operasyonun amacı, gerçeği ortaya çıkartmak değil, gerçeği örtmektir. Ortaya çıkan silahlar, bir anda ortadan toz oldular. Şimdi, bu silahların aslında hiç olmadığını iddia etseler, söyleyecek ne var ki? Öyle büyük bir yalan makinası devrededir ki, gerçek, adeta yalanmış gibi görünmektedir.

Acaba, Narin çocuk, ne için kaçırılmıştır? Kaçıranlar, acaba hangi telefon konuşmalarında, neler talep etmişlerdir? Narin, köyün ileri gelenlerinden birinin çocuğudur ve tüm afacanlığı ile, kaçırılma işine direnmiştir gibi görünmektedir. Ölümü istenmeden gerçekleşmiş olabilir. Yani, artık öldürmek dışında yol kalmamıştır. Rant için, devletin bizzat kolluk kuvvetleri ve paramiliter güçleri, tarikatları ve basını ile rol oynadığı bir kaçırılma olayının sonunda gelen ölüm, tam da siyasal bir cinayettir.

Bu olayı örtmek için yapılan operasyon ise, karartma operasyonlarında basının ortaya koyduğu yüksek performansın yeni bir zirvesidir adeta.

Ülkemizdeki çocuk cinayetleri, cinsel saldırı, organ kaçakçılığı ve Epstein dosyasındaki gibi “köle yetiştirme” programları çerçevesinde işlenmektedir. Narin cinayeti, daha çok, rant için işlenmiş gibidir. Böyle olduğu için, şimdi soru, bu cinayeti kimin üzerine atmaları gerektiği sorusudur. Hepsi, hep birlikte bunun için uğraşmaktadır.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi, tekeller için, para babaları için, sermaye için bir cinnet hâline getirilmiştir. Şimdi egemenler, kendi cinnetlerini, halkın cinneti hâline getirmek istemektedir. Bunun için bu kanlı karartma politikası devreye sokulmaktadır.

Olayın gerçek yönünü saptıracak her adım, aslında olayı örtmeyi hedefleyenlere yardımcı olmaktadır.

Dereler ki, bir cinayetin bir amacı olur. Yani, niye yapıldığı, kime fayda sağladığı önemli bir konudur. Narin’in aile içinde bir cinsel ilişkiyi gizlemek için öldürüldüğü tezi, bu açıdan baştan sona saçmalıktır. Bu durumda Narin, kaçırıldığı dönem boyunca, hastahaneye getirilene kadar, “ikna edilmeye” mi çalışılmış?

Biz biliyoruz ki, devletle bağlı bazı güçlerin işleri, suçları vb. devlet tarafından bilinir. Burada da bilindiği varsayılmalıdır. Öyle ise, açık sorudur, bu olay hangi önemli kişilere uzanmaktadır, hangi önemli kişiler korunmak istenmektedir?

Çocuk cinayetlerine bakıldığı zaman, her zaman, korunmakta olan, “önemli” kişiler olduğu anlaşılmaktadır. Tarikatların kurslarında kimlerin korunmaya çalışıldığı biliniyor. Ama o zaman feodal ilişkiler kimsenin aklına gelmiyor. Dinin kutsallığına halel gelmesin diye, birçok istismar saman altına itilmektedir.

Bu sistem, her yönü ile çürümüştür. Sadece doğayı, sadece ağaçları, sadece hayvanları yok etmekle kalmıyor. İnsanı da yağmalıyorlar. Bu çürümüş sistemi topyekûn devirmeden, insan olarak kalmak mümkün değildir. Bu nedenle, işçi sınıfının savaşsız-sömürüsüz bir dünya mücadelesi, tüm insanım ve öyle kalmak istiyorum diyenlerin de mücadelesidir. Bu sisteme karşı savaşmadan, insan olarak kalmak mümkün değildir.
direnisteyiz31.org/narin-cinay

“Inceller kendilerini bir erkeklik hiyerarşisinin en altında görüyorlar"

Siyaset Bilimci ve Yazar Prof. Alev Özkazanç, Akademisyen Orhan Şener Deliormanlı ve Doç. Dr. Yaşar Suveren anlattı: Inceller, çevrimiçi radikalleşmenin etkisiyle toplumsal bir tehdit oluşturabilirler.

Bu görselde, bir protesto veya eylem sırasında taşınan bir pankart görülüyor. Pankart kırmızı bir zemin üzerine siyah el yazısıyla yazılmış büyük harflerle şu ifadeyi içeriyor: "Sövüp dövüp sevemezsin." Bu güçlü mesaj, kadınlara yönelik şiddeti ve kötü muameleyi kınayan bir uyarı niteliğinde. İfade, hem sözlü hem de fiziksel şiddetin sevgiyle bağdaşamayacağını vurguluyor. Arka planda belirsiz başka pankartlar da görünüyor, ancak ana odak bu kırmızı pankart üzerinde. Protestonun amacı muhtemelen toplumsal cinsiyet eşitliği, kadın hakları ve kadına yönelik şiddetle mücadele gibi konularla ilgili.
Görsel: csgorselarsiv.org
Türkiye’de artan erkek şiddeti, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve kadın düşmanlığının derinleştiğini açıkça gözler önüne seriyor. Bu cinayetlerin ardında yatan ideolojilerden biri de son zamanlarda dikkatleri üzerine çekti: Incel ideolojisi

Cezasızlık algısının da pekişmesiyle, Incel ideolojisi toplumsal cinsiyet eşitsizliğini daha da körüklüyor ve kadınlara yönelik şiddeti meşrulaştırıyor.

Türkiye’deki kadın ve cinsiyet sorunlarının politik ve sosyal tarih ile ilişkisini inceleyen Siyaset Bilimci ve Yazar Prof. Alev Özkazanç, iletişim akademisyeni ve gazeteci Orhan Şener Deliormanlı ve Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde mizojini (kadın düşmanlığı) üzerine çalışmalar yapan Doç. Dr. Yaşar Suveren, Incel hareketini ve bu harektin kadın düşmanlığı ideolojisini yorumladı.

"Kadın düşmanlığı merkezde duruyor"
Doç. Dr. Yaşar Suveren, Incel’lerin bugün daha çok kadın düşmanı (mizojinist) bir zihinsel tutum ve davranışı temsil ettiğini belirtti. Suveren, Incel kavramını şöyle anlattı:

"Kadınlarla sağlıklı ilişki ve iletişim kuramayan, toplumdan yalıtılmış ve bu yalıtılmışlığın nedenini kadınları suçlayarak meşrulaştırmaya çalışan bir grup bireyle karşı karşıyayız. Özetle, kişisel sorunlarını kadınları merkeze alarak suçlayan, kadınlar hakkında düşmanlığa varan fikirlere sahip, toplumla bağları zayıf ve yalnız erkeklerden söz ediyoruz."

Suveren’e göre, Incel hareketinin merkezinde kadın düşmanlığı bulunuyor. Kadınların onları bilinçli olarak dışladığına inanan bu bireyler, kadınları bir tehdit olarak görerek kendi yetersizlik ve hayal kırıklıklarını dışa vuruyorlar. Suveren, Türkiye’de de son dönemde şiddet vakalarıyla gündeme gelen Incel bireylerin şiddete eğilimli olduklarının açık olduğunu belirtti:

"Bazı ülkelerde, kendilerini Incel olarak tanımlayan bireylerin çeşitli şiddet olaylarına karıştığı bilinmektedir. Bu bireylerin örgütlü ve sistematik hareket ettiklerini söylemek mümkün olmasa da, çevrimiçi radikalleşmenin etkisiyle toplumsal bir tehdit oluşturabilirler."

"Radikalleşiyorlar"
İletişim akademisyeni ve gazeteci Orhan Şener Deliormanlı, sanal ortamların radikalleştirici etkisine değinerek şunları ifade etti:

"Discord odaları gibi sanal ortamlarda benzer düşünce yapısına sahip insanların bir araya gelmeleri, onları daha da radikalleştiriyor. Fiziki bir ortamda toplum baskısı nedeniyle geri çekilebilecekken, sanal bir ortamda bu baskı olmadığı için daha da taşkınlaşarak grup halinde hareket edebiliyorlar."

Deliormanlı, son 20 yılda sokakta büyüyen çocukların azaldığını ve ekran başında büyüyen kuşakların arttığını vurguluyor:

"Sadece evden sosyalleşen, oyunlar ve pornografiyle dışarı çıkmadan tüm biyolojik ihtiyaçlarını karşılayan bir kitle oluştu. Bu kitle, gerçek hayatta kadınlarla karşılaşma fırsatını bile bulamıyor ve buradan kadın düşmanlıklarını artırıyor."

"Kadın düşmanlığı biçimi"
Siyaset Bilimci ve Yazar Alev Özkazanç ise, Incel ideolojisinin özgün bir kadın düşmanlığı biçimi olduğunu belirtiyor. Özkazanç, Incel karakterlerinin oluşumunu şu sözlerle değerlendiriyor:

"Incel ideolojisinin merkezinde kadın düşmanlığı yer alıyor. Türkiye’de yeni görülmeye başlayan bu ideoloji, Kuzey Amerika’da dijital bir topluluk olarak ortaya çıktı. Bu topluluk, kadınların onlara karşı verici olmadığını ve asla olmayacaklarını savunuyor. Bu durum, erkeklerin kendilerini bir erkeklik hiyerarşisinde en altta görmeleriyle ilgili bir algıya dönüşüyor."

Erkeklik krizi ile bağı
Özkazanç, Incel ideolojisinin sadece kadınlarla ilgili olmadığını, aynı zamanda erkeklik hiyerarşisinin dibinde olduklarına inanan bireyler tarafından geliştirildiğini belirtiyor. Incel bireyler, erkeklik krizinin bir göstergesi olarak, kendilerini toplumun en alt basamağında hissediyorlar ve kadınlara ulaşamamanın onları bu hiyerarşide en alt seviyeye düşürdüğüne inanıyorlar.

Özkazanç, erkeklik krizinin en ağır semptomlarından birinin Incel ideolojisi olduğunu vurguluyor ve ekliyor:

"Incel ideolojisi, kaybetmişlik ve umutsuzluk üzerine kurulu bir ideoloji. Bu ideoloji, şiddet içeren bir nihilizmi de beraberinde getiriyor. Türkiye’de siyasi iktidarın uzun süredir cinsel eşitlik fikrinden uzaklaşması, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme gibi adımlar, bu krizi daha da derinleştiriyor ve erkeklere bir tür teşvik gibi geliyor."
bianet.org/haber/inceller-kend

Türkiye Tarihindeki Bütün Darbeciler Atatürkçüdür ve Kemalisttir

AK Parti’nin son iki başbakanı da Atatürk’ün kurgulanmış “efsanevi rolü” edebiyatından bir türlü kurtulamadı ve kurtulamıyorlar. Ya gerçekten Mustafa Kemal’in Atatürk olduğuna yani Türk ulusunun kurucu atası olduğuna safça ina

Hamza Türkmen

15 Temmuz Darbe Girişimi ile ilgili sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın tespiti, bu komployu ve kalkışmayı en net şekilde özetlemektedir: “Senaryo dışarıdan, aktörler içeriden.”

28 Şubat 1997’de de senaryo dışarıdan, aktörler içeridendi.

12 Eylül 1980’de de senaryo dışarıdan, aktörler içeridendi.

27 Nisan 1960’da da senaryo dışarıdan, aktörler içeridendi.

3 Nisan 1923’te de senaryo dışarıdan, aktörler içeridendi.

İçerden olan darbeci aktörler meşruiyetlerini hep Kemalizm söylemiyle oluşturmaya çalıştılar.

Bu süreçte Başbakan Binali Yıldırım ise dün AK Parti grup toplantısında “Hiçbir darbeci Atatürkçü değildir. Kemalist değildir” diyerek, bizler de Kemalizm hakkında büyük bir yanılgı içinde olduğu algısını uyandırmıştır. Çünkü Kemalizm zaten bir darbe ideolojisidir.

Türkiye’deki darbe ideolojisinin yerli formu İttihat Terakki Cemiyeti uygulamalarına ve Kemalizmin tek adam diktatörlüğüne dayanır. TSK içinde ihtilalcı -devrim/revolutionary- romanlar okuyarak veya öyküler dinleyerek büyüyenler ister pragmatik olsun, ister solcu-sosyalist olsun, ister sağcı-liberal olsun en fazla Atatürkçülükle ve Kemalizmle haşır neşir olmuşlardır. En son 28 Şubat Darbesi’nin arkasında duranlar da, 27 Nisan Muhtırasındaki özü Cumhuriyet Mitingleri’nde savunanlar da hep birlikte“Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” diye bağırmıyorlar mıydı?

3 Nisan 1923’te de senaryo dışarıdan, aktörler içeridendi. Çünkü Türkiye denilince, Lozan Antlaşması’yla birlikte sınırları  “Turkıa” olarak belirlenen, tüm kanunlarını Avrupa kanunlarıyla değiştirmesi ve uluslaşması ön şartıyla statüsü onaylanan bir yapıdan bahsediyoruz.

Osmanlı sonrasında Anatolia denilen Ön Asya’da veya Bilad-ı Rum ve Cezire topraklarında yaşanan savaş, emperyalizm karşısında bir kurtuluş savaşı değil, sadece Türk ulusu ve Yunan ulusu vakıasını tahkim etmeye dönük bir Türk-Yunan savaşıdır.

Lozan Anlaşması’nın görüşmeler sürecinde 17 Şubat’ta başlayan İzmir İktisat Kongresi’nin açılış oturumunda Mustafa Kemal üç unsuru ön plana çıkartmıştır: “Bolşevikliğe izin verilmeyecek; ‘irticai’ zemine izin verilmeyecek; yabancı sermayeye hürmetkâr olunacak.”  Yeni kurulacak Türkiye ile ilgili İhtilaf Devletleri’ne verilen bu taahhüt, Kongre’nin kapanış bildirgesinde de aynen işlenmiştir.

Halkımızı vesayet altına sokan ve İslami değerleri tebdil, tağyir ve tasfiyeye yönelen bu yaklaşıma I. Meclis’te 2. Grup karşı çıkmıştır. 2. Grub’un lideri Ali Şükrü Bey, 1923’ün Mart ayı içinde Meclis’te etkileyici muhalif konuşmalar yapmıştı ve mebusların çoğunluğu 2. Grup yanında saf tutmaya başlamıştı.

Ama İttihad Terakki Teşkilatı’nın darbeci geleneğini taşıyan subay ve çeteleri; ayrıca 1925 itibariyle onurunu, değerlerini, namusunu korumaya çalışan halka ve Müslümanlara karşı infaz timi gibi çalışan İstiklal Mahkemeleri’nin katil aktörleri Mustafa Kemal çizgisinin yanındaydı. Ve öğrenildi ki Mustafa Kemal’in Muhafız Birlik Komutanı Topal Osman, adamlarıyla kaçırdıkları Ali Şükrü’yü 27 Mart 1923’te Ankara’da infaz etmişlerdi. Bunan üzerine I. Meclis apar-topar kapatıldı; 3 Nisan 1923’de Türkçü-Batıcı çete ve subaylardan oluşan Müdafaa-i Hukuk Grubu öncülüğünde Meclis’te üç kağıtçılık yapılarak güya bu darbe onaylanmış oldu. Ve kurallarını tamamen Mustafa Kemal’in belirlediği “9 Umde” belirlendi.  “9 Umde”yi kabul eden kişilerden atama yoluyla II. Meclis oluşturuldu. Gerisi mafya tipi bir yönetim.

Sayın Erdoğan Başbakan iken “Dersim Katliamı”ndan, Menemen kumpasından,  İstiklal Mahkemeleri zulümlerinden bahsederek Türkiye’yi yerel vesayetten kopartmanın teorik zeminini hazırlıyordu. Hepsinin arkasındaki başat fail de belliydi.

Erdoğan da verili sistemde ve onların sahnesinde, onların sembol ve ritüellerine mahkûmdu; ama risk üstlenerek alan açmaya çalışıyordu. O, Erbakan çizgisinden kalan mazeretçi ve provokasyon melankolili yaklaşımlara karşı; dik durup eğilmemekten bahseden kitlelerin bilinç altlarında bir intifada ruhu hazırlamaktaydı.

Ama AK Parti’nin son iki başbakanı da Atatürk’ün kurgulanmış “efsanevi rolü” edebiyatından bir türlü kurtulamadı ve kurtulamıyorlar. Ya gerçekten Mustafa Kemal’in Atatürk olduğuna yani Türk ulusunun kurucu atası olduğuna safça inandırılmışlar. Ya da reel siyaset sahnesinde gerçeklerden, adaletten, İslami değerlerden yana gedik açmak konusunda yeterli beceriyi henüz kazanamamışlar.

Tekrar edecek olursak Türkiye tarihindeki bütün darbeciler Atatürkçüdür ve Kemalisttir.

Hala boynumuzun üstünde tahkik ve düşünce yasakçılığının ve kişi kültünün en güçlü örneklerinden olan 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma ve Kollama Kanunu bir mafya tarzı tehdit namlusu olarak duruyor; ama biz yine de I. Meclis Darbesi’ne Mafya Tipi Kemalizm’e dayandığını söyleyebiliriz.

27 Mayıs 1960 Darbesi sonrasındaki gelişmeler ve 1962 Darbe Anayasası ise giderek Sol Kemalizm’e göre biçim aldı.

12 Eylül 1980 Darbesi ise Batıcı-Türkçü sistemi ayakta tutabilmek için ifrat ve tefrit noktalarını dengeleme hedefi içinde kendini Sağ Kemalizm ideolojisiyle tahkim etti.

15 Temmuz Darbe Girişimi nedeniyle de 354 general ve amiral arasından 195’i darbecilikle etiketlendi ve TSK’dan atıldı. Yani bu rakam ordunun en üst kademesinin %55’ini ifade ediyor. Daha gerisi de olabilir… Kimi FETÖ’cü, kimi eski Batı Çalışma Grubu artıkları veya ABD’ci diğer kriptolar. Ama her birinin TSK içindeki biyografilerine bakıldığında en hızlı Kemalistler bunlar. 28 Şubat’ta dindar subay-astsubay’a Atatürkçülük adına ve İslamofobik tavırlarla en fazla kıyanlar bu müfsid münafıklar. Dolayısıyla 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin Atatürkçülük maskesi de büyük ölçüde Bâtini Kemalizm. 28 Şubat paşa ve subayları arasında Medyum Memiş boş yere gezmiyordu. Muhammed Aleyhisselam ile Mustafa Kemal’in kimliğini sentezlemeye çalışan Samiri yönelimli Yaşar Nuri boş yere MİT’in ve 28 Şubat darbecilerinin dalkavukluğunu yapmıyordu?

Başbakan Binali Yıldırım’ın Darbe Girişimi karşısında duruşu tabii ki takdire değer. Bugüne kadar OHAL’in topluma yapıldığını, bu sefer ise OHAL hedefinin topluma, özgürlüklerimize, kazanımlarımıza ihanet eden yöneticilere yöneltilmesi iması tabii ki takdire değer. Askeri yargının sivilleştirilmesi hamlesi de… Askeri birliklerin, kışlaların, tankların şehirlerden boşaltılıp ülke güvenliğinin korunacağı sınır bölgelerine nakilleriyle ilgili açıklaması da… Yüksek Harp Okullarına İHO mezunlarının alınacağının açıklanması da…

Ama 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri’nden sonra Hükümet konusunda CHP ile gerçekleşmesine ramak kalan hata gibi; 15 Temmuz Direniş Gecesi hiçbir safta veya direniş sütresinde göremediğimiz 28 Şubat Darbesi alkışçısı Kemalist CHP’yi dış dünyaya birliktelik görüntüsü vereceğiz diye olduğundan fazla büyütmemek gereklidir. 28 Şubat mağduru yüzbinlerce kişi aramızda ve AK Parti kitlesi arasında yaşarken, ümmet bakiyesi Türkiye toplumunu ilerlemeci bir modernite öykünmeciliği içinde öz değerlerinden yabancılaştırmaya çalışan bu monşör zihniyetli kişilerin önünde Kemalizm seviciliği ile daha fazla eğilip kendi temel tabanını maraba pozisyonuna düşürmemek gereklidir.

AK Parti Merkez Binasına alışılmışın dışında asılan Atatürk posteri ABD’ye, AB’ye yaranmak için mi; TSK içinde geriye kalan kurmay subaylara yaranarak onları elde tutmak için mi? Yoksa Dersim Katliamı’nın, inanç ve değerlerimizi yasaklayanların, ümmet coğrafyasıyla bağımızı kopartanların, gençliğimizin geleceğini Batılı değerlere ipotek etmek isteyenlerin misyonuna selam çakmak için mi?

Sayın Binali Yıldırım!

15 Temmuz Direnişi, “2. Kurtuluş Savaşımız” değildir. Emperyal devletlerin yakın gözlemi altında yapılan Türk-Yunan Savaşı da kurtuluş savaşı değildir.  15 Temmuz Direnişini kimse sıradanlaştıramaz. 15 Temmuz Direnişi 300 yıllık makûs tarihimizde ilk kitlesel intifadamızın, ölümüne bir adamışlıkla vesayetten kurtuluş hamlemizin prova olmayan ilk ciddi sahnesidir.

15 Temmuz Darbe Kalkışması’nın tüm aktörleri inanarak veya saptırarak süreç itibariyle TSK içindeki varlıklarını hep Kemalizm seviciliği ile çoğaltmışlardır. Topal Osman’ın Kemalizm seviciliği karşımıza 27 Mayısta sol Kemalizm, 12 Eylül’de sağ Kemalizm, 15 Temmuz’da batini Kemalizm olarak çıkmıştır.

Sayın Yıldırım. Dün AK Parti Grup Toplantısı’nda yaptığınız bu konudaki yaklaşımınızı gözden geçirip düzeltmelisiniz. Dediğinizin tamamen tersi bir şekilde Türkiye’deki bütün darbeciler Kemalizmi farklı vecheleriyle yorumlayarak darbe yapmaya kalkışmışlar ve inandıkları Kemalizmle meşruiyetlerini oluşturmaya çalışmışlardır. 27 Mayıs, 9 ve 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan böyle değil midir Sayın Yıldırım.

Oysa dün GEZİ Olaylarının, 17-25 Aralık olaylarının, “Saray” ve “Diktatörlük” edebiyatının,“Yakında Erdoğan’ın kalemi kırılacak” sloganının arkasında duran tüm işbirlikçiler Erdoğan’ı devirmesi kastıyla hep birlikte 23 Nisan çocukları gibi “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” diye höykürmüyorlar mıydı?

Tabii ki hiç kimseye muhalifliğimiz bizi adaletsizliğe sevk etmemeli. Siz de söylüyorsunuz: “Ne affetmeliyiz, ne unutmalıyız. Ama adaletten ayrılmamalıyız.”

Bu konuda temayülü nedir bilmiyoruz ama 15 Temmuz Direnişi’nin kimliğini doğru okuyan Genelkurmay Başkanlığı’na vekâleten atanan Birinci Ordu Komutanı Ümit Dündar’ın büyük bedeller ödenerek Darbe Girişimi bastırıldıktan hemen sonra TSK adına okuduğu bildirideki nesnel öz, resmi beyanatlarımızın da dili olmalı. O açıklamada fırsattan istifade bir ideolojinin propagandası yerine direnişin unsurlarına ve ruhuna yöneltilen hürmet ve saygı ifadeleri yer aldı.

Sayın Yıldırım. Reel siyasetin pragmatizme zorlayan yanına rağmen, öz gücüyle meydanlara dökülen ve çok büyük ölçüde Erdoğan’ın vesayetten kopma ruhu ile bütünleşen kitlelerin hasbi duyguları içinde nesnelliğe ve 15 Temmuz gecesi ortaya konan kimliksel ruha daha fazla dikkat etmeniz gerektiğini hatırlatmak isteriz.

Reel siyasette de temel soru şu olmalıdır:

Bizler “ümmetten bir ‘millet’/ulus yarattık” diyen ve Batı’nın pagan, müşrik değerlerine yönelmeye çalışan bir toplum muyuz?

Yoksa Osmanlı ile birlikte yitirdiğimiz toplumsal gücümüzü ve üst değerlerimizi yeniden kazanmaya çalışan bir sürecin evlatları mıyız?

15 Temmuz Gecesi Kadıköy caddelerinde tanklar yürürken yol kenarında darbeci askerleri alkışlayan, Diyarbakır’da darbecilere karşı direnişin şehir merkezine akmaması için yol kesmeye çalışan HDP-PKK kolluklarının yaptıkları şey, “Hizmet”e hizmetti.  Amaçları darbe gerçekleşirse “Diktatör Erdoğan”dan kurtulmak adına darbe girişiminde koçbaşı olarak kullanılan FETÖ’nün arkasındaki küresel kapitalizmin senaristlerine selam çakmaktı.

15 Temmuz’dan bir hafta sonra Gazi Mahallesi’nde HDP, direnişçilerin alan olarak tuttukları Taksim’de de CHP  güya darbe karşıtı sınırlı bir miting yaptılar. GEZİ kalkışmasının nostaljisine ağıtlar yakan bu sınırlı mitinglerin Yeni Türkiye’de meşruiyet aramaları veya maske takmalarına dikkat edilmelidir. Oysa Fethullah Gülen taifesi daha ertesi günü darbeye karşı olduklarına dair madrabazlıklarına başlamışlardı bile…

Kökleri darbecilikten gelen ulusçuların rahatlıkla kılıf olarak kullanacağı Kemalizm, bayrak, vatan, demokrasi söylemleri ile oluşturulacak zaaf ve yanlışların farkında olunmalıdır.

Ve unutulmamalıdır.

15 Temmuz gecesi tankların, ZPT’lerin, helikopterlerin, uçakların, keskin nişancıların saldırılarına karşı direnen Mehmet Akiflerin, Şeyh Saidlerin, İskilipli Atıfların ruhuydu.

15 Temmuz gecesi tankların, ZPT’lerin, helikopterlerin, uçakların, keskin nişancıların saldırılarına karşı direnen 28 Şubatta yaşatılan İslami direniş ruhuydu.

15 Temmuz gecesi tankların, ZPT’lerin, helikopterlerin, uçakların, keskin nişancıların saldırılarına karşı direnen ülkesini, namusunu, geleceğini, imkânlarını küresel vesayete peşkeş çekme tuzağına karşı insani, yerli ve İslami duygularını kalkan edinenlerin geleceğe yürüyüşüydü.

Ve unutulmamalıdır.

Bu direniş ve diriliş ruhundan destek alanların, muarızlarını yumuşatmak adına, bu ruhun kazanımlarını muarızlarına paspas yapmayacakları bir basiret içinde olmaları gerekir.

Bir kere daha şu nesnel olan vakıayı tahkike davet etmeliyiz: “Türkiye tarihindeki bütün darbeciler Atatürkçüdür ve Kemalisttir.”

vansiyaseti.com/haber/turkiye-

“Sürekli bir lider, çoban ya da kurtarıcı arayanlar, zayıf ve hasta yapılıdırlar. Yetersizliğe, korkaklığa ve itaat etmeye 'erdem' derler.”

—Friedrich Nietzsche

"Şurada, bir sandalyenin üzerinde, gırtlağıma kadar kendi yaşamıma gömülmüş oturuyor ve hiçbir şeye inanmıyorum."

Jean Paul Sartre

Beyindeki kanın bir damla fazla ya da az olması, yaşamımızı tarif edilemeyecek kadar perişan ve zor hale sokabilir. Ama insan sebebin damla olduğunu bile bilmeyip, şeytan! ya da günah! diye düşünürse, en korkunç durum işte o zaman ortaya çıkar.

Friedrich Nietzsche

Savaşa karşı tutum; İsrail’de genel grev sesleri – Deniz Adalı

İşte bu açıdan İsrail’de ortaya çıkan genel grev isteği, son derece kıymetlidir. Hep konuşarak bir şey yapmamayı örten ikiyüzlü sendikacılar, ulusalcı solcular için, elbette bu, kötü haberdir. Öyle ya, İsrail’de işçi sınıfının, halkın örgütlülüğü çok zayıftır. Dahası, İsrail devletinin şiddet ve savaş politikaları, TC devletinin şiddet ve savaş politikalarından daha yumuşak da değildir. Yani, orada, devlete karşı, egemene karşı bu açık tutum ortaya çıkıyorsa, mücadele tarihi çok daha zengin olan ülkemizde, bu tutumun, grev silahına başvurma tutumunun ortaya çıkmaması utanılasıdır.

Her savaş bir iç savaştır. Bu iç savaşın, ne denli açığa çıktığı, ne zaman açığa çıkacağı, elbette birçok etkene bağlıdır ve kesinlikle ayrı bir tartışmanın konusudur.

Ama, her savaşın bir iç savaş olduğunu, sanırız, herkes kabul etmektedir. Egemen zaten eder, çünkü ona göre hazırlık yürütür. Sadece, egemen adına kalem sallayan bazı şarlatanlar, saray soytarıları, eklenmiş gazeteciler ve eklenmiş aydınlar kabul etmiyormuş gibi yaparlar. Çünkü onların derdi, işçi sınıfını, emekçileri, savaşmak üzere egemenin yanına almaktır.

Egemen, tarihin her döneminde bir avuçtur. Toplumun azınlığını oluşturur. Hele ki tekelci kapitalizmde egemen, çok daha az sayılarla ifade edilecek bir toplumsal kesimdir. Dünya çapında 500 büyük firma, dünya üretiminin %40’ını yapmaktadır. Türkiye’de, 2023 yılı rakamları ile, dolar cinsinden milyonları olanlar 60 bin 787 kişidir. Demek ki, egemen bir avuçtur derken, aslında abartılı bir şey söylemiyoruz.

Oysa egemenin ezdiği, sömürdüğü, hâkimiyeti altına aldığı toplum, milyonlarla ifade edilmektedir, mesela ülkemizde 85 milyonu aşkındır.

İşçi sınıfı, milyonlarla ifade edilir. İçine işsizleri, içine öğrencileri, içine yoksul köylüleri koyarsanız, toplumun ezici çoğunluğundan söz eder olursunuz.

Oysa egemen sınıf, burjuvazi, kapitalistler, bir avuçturlar. Buna rağmen, yöneten onlardır.

Egemen, silahlı adamlardan oluşan devlet çarkını oluşturarak, kendisi dışındaki sınıf ve kesimleri, baskı altında tutar. Bu nedenle, her devlet bir diktatörlüktür, egemen sınıfın diktatörlüğüdür.

Bir avuç burjuvazi, sadece baskı ile, sadece şiddetle yönetemez. Bunun yanında, toplumsal rıza üretir. Bu toplumsal rıza, hurafelere, kör inanlara, dine, çeşitli alışkanlıklara vb. dayanarak geliştirilir ve bu doğrultuda egemen sınıf, devlet, topluma bir ideoloji zerk eder.

Örneğin, burjuvazi, kendi sınıfsal çıkarlarını, “bunlar biz tekellerin, biz para babalarının, biz kapitalistlerin çıkarları” şeklinde ifade etmez. Öyle etmiş olsa, toplumda isyan, an meselesi hâline gelir. Bir yandan şiddetle, başını kaldıran herkesi sindirmeye çalışırken, diğer yandan da kendi çıkarlarını, toplumun tümünün çıkarları olarak sunar.

“Ulusal çıkar” işte böylesi bir zehirdir.

Bizdeki “vatan-millet” edebiyatı, tam da bu “ulusal çıkar” manipülasyonu ile birleşir. Birinci Dünya Savaşı döneminde, emperyalist işgale karşı başlayan, “anti-işgal direniş” döneminde, ülkesini savunanlar örnek olarak ele alınır ve sonra, mesela Libya’ya “vatan için” gidiyorsun, mesela Suriye’ye “vatan için savaşmaya gidiyorsun”, mesela Kıbrıs’ta “vatan için varsın” şeklinde yoğrulur.

“Ulusal çıkar”, gerçekte burjuvazinin katıksız çıkarlarının toplamıdır. Tek tek burjuvaların değil, bir sınıf olarak burjuvaların.

Bizim sol kesimimiz, bu konuda çok sancılıdır. Kendi egemenini desteklemek için, vatan-millet, ulusalcılık, bizim sol kesimde oldukça yaygındır.

Mesela grev mi yapılacak, iyi ama grevler “ulusal çıkarlara” aykırıdır. Bu durumda, “devlet” önce gelir tutumu ile, grevler yasaklanınca, sadece sessizce kabul denir. Bu bizim, sol hareket içinde, sendikal hareket içinde oldukça yaygındır.

1920’de kurulmuş olan TKP’nin 15 önderi, Karadeniz’de, kuruluşundan 4 ay sonra katledilmiştir ve bizim solumuz, TKP de içinde, bu katliamı, “devletin içindeki kötü paşaların işi” olarak kabul etmiştir. Devlet nedir, sınıflar arasındaki savaş nasıl bir savaştır gibi temel gerçeklerin hepsinin üzerinden atlayarak, Kemalizme övgüler düzenler, bize “ulusal sol”culuk konusunda nutuklar atarlar. Bu cesaretlerinin nedeni, ülkedeki sınıf savaşımı tarihine bağlıdır. Ermeni soykırımını, “Ermeniler de devlete saldırmıştır” şeklinde ele alırsan, elbette, bugün Kürtlere karşı yürütülen savaş ve katliam politikalarını da, “önce onlar teröristlerle aralarına çizgi çeksin” demeye başlarsın. Sen eğer, 6-7 Eylül pogromunu, devlet dışındaki çetelerin işi olarak görürsen, elbette bugün de devleti soyarak zenginleşen yeni kesimleri de aklamış olursun.

Ülkemiz tarihi üzerinden bu gerçekleri açıklamak, oldukça zordur. Çünkü, solun içinde Kemalist kök vardır ve bu kökten kopmadan, “ulusal solculuk”un, gerçekte gerici ve faşizan karakteri de görülemez. Hitler, kendi hareketine “nasyonal sosyalist” diyordu. Belki üzerine düşünürler.

Filistin halkına karşı bir soykırım savaşı yürümektedir. Kürtlere karşı yürüyen katliam politikaları, kimyasal silah uygulamaları vb. konusunda suskun olanlar, belki Filistin halkına karşı uygulamaya konan soykırım üzerinden meseleyi anlama, gerçeği görme konusunda adım atabilirler. Bir umut işte.

İsrail’in Filistin halkına karşı soykırım savaşı, her savaş gibi, bir iç savaştır.

Daha savaşın öncesinde, İsrail’de halk, sokaklara dökülmüştü ve “İsrail demokrasisi”nin, gerçekte, bizdeki Saray Rejimi’nden hiç farklı olmadığını gösteriyorlardı. Büyük ölçüde militarize olmuş, din ve ideolojik olarak, son derece katılaşmış olan bir devlet sisteminde, halk sokaklara çıkmaya başlamıştı. İsrail halkı için, artık bu bir “demokrasi” değildi. Her demokrasi bir sınıfın diktatörlüğüdür. Bir kere daha bu ortaya çıkmıştır.

Nihayet, eylül başında, İsrail’in gündeminde, “genel grev” kararı yer tutmaya başladı. Genel grev ilan edildi. Ertesi gün, mahkeme, elbette son derece demokratik olarak, grevi yasakladı ve greve gidenleri “vatan hainliği” ile suçlayacağını ilan etti. Gördünüz mü, ulusal çıkar, vatan hainliği, hemen devreye girmeye başladı.

Her savaşın bir iç savaş olduğu gerçeği, İsrail’de kendini daha açık hâle getirmeye başladı. Ve elbette iç savaşın devlete karşı olan cephesinde, işçi sınıfı ve halk vardır ve eğer onlar örgütlü değilse, bu iç savaş daha alttan yürür. Tıpkı bizde bugün olduğu gibi. Bu durum, iç savaş olmadığının kanıtı değildir. Tersine, devletin uyguladığı iç savaş rejimine karşı, işçi ve emekçilerin örgütlü olarak çıkmadıklarının kanıtıdır.

Derler ki, lafla peynir gemisi yürümez.

Yani, eylem gerekir. İşe koyulmak gerekir.

Genel grev, aslında işçi sınıfının mücadelesi için bir silahtır. Sendikalar, mesela ülkemizdekiler, ancak, devletin kurallara, yasalara uymadığını söylemekle yetiniyorlar. Sanki, devlet, Saray Rejimi bunu gizliyormuş gibi. Oysa harekete geçmek gerekir.

İsrail’deki genel grev kararı, bu açıdan öğreticidir. Öğrenmek isteyenler için elbette. Yok siz, devletin gizli ortağı, destekçisi, eklenmiş sendikacı iseniz, buradan öğreneceğiniz bir şey olmaz.

Ülkemizde, Filistin direnişi için eylemler yetersiz olsa da, toplumun çok büyük çoğunluğu, NATO tedrisatından geçmiş uzmanlar-gazeteciler-sendikacılar-aydınlar bir yana bırakılırsa, toplumun ezici çoğunluğu, Filistin halkından yanadır.

İsrail’de de durum böyle görünüyor. En azından İsrail halkı, iktidarın savaş politikalarına karşıdır.

Bizde, birçok kişi, TC devletinin İsrail ile askerî ve ticari ilişkilerinden rahatsızdır. Bunu birçok kesimden duymak mümkündür. Bazı gerçekten gazetecilik yapanlar, bu ilişkilerin kayıtlarını, mesela ihracat kayıtlarını ortaya koymuştur. Ve nihayetinde Saray, ticari ilişkileri kestiğini ilan etmiştir. Ama askerî ilişkiler tam gaz devam etmektedir. Ama anlaşıldı ki, aslında ticari ilişkiler, daha da artmıştır.

İsrail’e ağır küfürler eden Erdoğan için, İsrail, “biz bizden olmayana nişan madalyası vermeyiz” demek zorunda kalmıştır.

İsrail ile ticari ilişkiler, daha çok Yunanistan limanları üzerinden sürmekte, hattâ daha da yoğunlaşarak sürmektedir. Demek ki, İsrail ile TC devletleri sadece benzer değil, sıkı kardeşlerdir.

Askerî olarak ise, ilişkiler daha da kapsamlıdır. Malatya’daki üs, Adana’daki üs, Kıbrıs’taki üsler, İsrail için altın değerindedir. Dahası, birçok askerî malzeme Türkiye üzerinden gönderilmektedir. Türkiye hava sahası, İsrail uçaklarının eğitimi için kullanılmaktadır. Bu liste çok daha uzundur.

Ve eğer, Türkiye’de, İsrail ile ilişkileri kesmeyi talep eden bir genel grev ortaya çıkarsa, sadece hayal edin lütfen, mesela limanlar çalışmazsa, mesela askerî teçhizat üreten fabrikalarda şalterler inerse, acaba, nasıl bir sonuç ortaya çıkar?

İsrail’de eylül başında ilan edilen genel grev, tüm bunları bir kere daha düşünmek için bir fırsat olmalıdır.

DİSK’e bağlı Dev Sağlık İş, toplu sözleşme yapmak için var olan barajı aşmış ve yetki elde etmiştir. Ama Saray, devlet bu yetkiyi vermek istemiyor. Ne yapmalı?

Ülke ekonomisi, yağma, rant ve savaş ekonomisine dönmüştür ve işsizlik ile enflasyon, halkın bir kere daha soyulmasına neden olmaktadır. Peki ne yapmalı?

Üç büyük sendikal konfederasyon, bir araya gelip, açıklamalar yapmıştır ve maalesef, yüzsüzce, utanmazca, bir eylem planı ortaya koymamışlardır. Gerçeğin bir kısmını, nakarat olarak tekrarlamanın ötesine geçmemişlerdir.

Peki, grev ya da genel grev ya da hak grevi ya da dayanışma grevi niye vardır? İşçi sınıfının tüm yeryüzündeki mücadele tarihinde, bu grevler nasıl ortaya çıkmıştır? Ve acaba, bu grevler, artık “bitti” denilen işçi sınıfı için bir anlam mı ifade etmiyor, yoksa sendikalar, eklenmiş uzmanlar, devletçi solcular işçi sınıfını yanıltarak, onları kontrol altında tutma konusunda devlete yardımcı mı olmaktadır?

Elbette başarılı bir genel grev, kolay bir örgütlenme değildir. Ama bu işe hiç niyeti olmayanlar, zaten hiçbir zaman işçi sınıfını böylesi grevlere hazırlamazlar.

Mücadele öğreticidir.

Dünyanın neresinde olursa olsun, işçiler kardeştir. Ve her ülkede, savaşın her iki tarafındaki ülkedeki işçiler, kendi devletlerine karşı mücadeleyi yükseltmek zorundadırlar. Savaşta ölenler, her iki tarafın da işçileridir, işçilerinin çocuklarıdır. Ve işçiler, kendi egemenleri adına, birbirine silah sıkmayı reddetmelidirler.

İşte bu açıdan İsrail’de ortaya çıkan genel grev isteği, son derece kıymetlidir. Hep konuşarak bir şey yapmamayı örten ikiyüzlü sendikacılar, ulusalcı solcular için, elbette bu, kötü haberdir. Öyle ya, İsrail’de işçi sınıfının, halkın örgütlülüğü çok zayıftır. Dahası, İsrail devletinin şiddet ve savaş politikaları, TC devletinin şiddet ve savaş politikalarından daha yumuşak da değildir. Yani, orada, devlete karşı, egemene karşı bu açık tutum ortaya çıkıyorsa, mücadele tarihi çok daha zengin olan ülkemizde, bu tutumun, grev silahına başvurma tutumunun ortaya çıkmaması utanılasıdır.

Gerçekten barıştan, gerçekten insanî değerlerden vb. söz eden bir kişi, samimi ise, mücadele yolu ortaya çıkmaktadır ve bunu görebilir.

Bugün, Üçüncü Dünya Savaşı’ndan söz ediliyorsa, bunun ne denli yıkıcı bir savaş olduğu açık ise, bu savaşı önlemenin tek yolunun, işçi sınıfının, dünya çapındaki isyanı olduğunun altı çizilmelidir.

Bir sosyalist devrim dalgası, bir anti-kapitalist isyan olmadan, dünya savaşının önlenmesi mümkün değildir.

Öyle görünüyor, bu kan denizin ufkundan kızıl bir güneş doğacak.

Kaynak: Kaldıraç Dergisi

direnisteyiz31.org/savasa-kars

Mazlum Kobani: Türkiye savaş suçu işliyor

Kobani açıklamasında, ''Türkiye, bölgelerimizi rastgele ve hiçbir gerekçe göstermeden bombalıyor. Hizmet ve sağlık merkezlerini, sivilleri hedef alıyor. Bu gerçek bir savaş suçudur.'' ifadelerini kullandı.

nupel.tv/mazlum-kobani-turkiye

Mebus Matyo ve gazeteci Nikos dâhil 35 Rum’a idam

Nevzat Onaran

Samsun İstiklal Mahkemesi, Amasya’da çalıştığı için Amasya İstiklal Mahkemesi olarak tanımlanmış, Başkomutan Mustafa Kemal de Pontos meselesiyle ilgili yargılamayı yakından takip etmiştir. 17 Ağustos-10 Ekim 1921 döneminde 174 Rum idam edilmiştir.

103 yıl önce Amasya’da, Meclis-i Mebusan’ın üç dönem (1908-1918) Trabzon mebusu Matyo Kofidi ve gazeteci Nikos Kapetanidis idam edilmişti. Amasya İstiklal Mahkemesi’nin 57 kişiyle ilgili 28 Eylül 1921 tarihli kararında, mebus Matyo ve gazeteci Nikos dâhil 35 Rum’a idam cezası verilmişti. Gıyabında idam cezası verilen 25 kişiden ikisi, Trabzon Metropolidi Hrisantos ile Giresun Metropolidi Lavrandiyos’du.

O yıllarda Karadeniz’de neler olduğunu bugün de tartışıyoruz, ama İçişleri Bakanı Ali Fethi (Okyar), ne yapıldığını 10 Haziran 1922’de tereddütsüz açıklamış, “[M]emleketin başına hakikaten belâ olmuş olan bu Rumları bir an evvel tathir etmek, temizlemek için bendeniz zannediyorum ki şimdiye kadar yapılmış olan tedabirden en müessirlerini ben yaptım” demiştir.(1) Bakana göre, demek ki, mahkemeler de ‘temizleme’nin aracıydı.

Bakan Ali Fethi’nin açıkladığı gibi Haziran 1922’de hedefe ulaşılmış, Karadeniz Rumlardan/Rum vatandaşlardan temizlenmiş, kalan da Sünni İslamlaş(tırıl)mıştır!

Gazeteci Nikos Kapetanidis’in idam edildiğini öğrenmiştim, yaklaşık on ay önce. 1797’den Rum devrimci Velestinli Regas’ı ve 1915’ten Ermeni devrimci Paramaz’ı da yakında öğrenmiştim, maalesef.

28 Eylül 1921 tarihli mahkeme kararını Amasya İstiklal Mahkemesi’nin birinci cilt kitabında buldum.(2) Kitap TBMM yayınıydı. Çünkü, mahkemeler mebuslardan kurulmuştu ve 102 yıl önce bütün evrakları 40 çuvalda TBMM’ye teslim edilmişti.(3)

Kararın dosyasına ulaşmak gayretinde oldum.

Emek Partisi İstanbul Milletvekili İskender Bayhan
Emek Partisi İstanbul Milletvekili İskender Bayhan’a teşekkür ediyorum, konuyu aktardım. Milletvekili Bayhan şu bilgiyi verdi: “Meclis Arşivi’nde gerekli çalışmayı ve bilgilendirmeyi yapan görevlilere teşekkür ediyorum. TBMM Arşivi’nde Amasya İstiklal Mahkemesi birinci cilt kitabıyla ilgili 77 arşiv kutusundaki evrakların ‘tasnif ve dijitalleşme işlemlerinin tamamlanmadığı’nı öğrendim. Umarım, bu kararla ilgili dosyanın tasnif işlemi bir an önce tamamlanır. Maalesef geç kalınmış çalışmadır. Bir asır geçmiş, daha ne bekleniyor? İstiklal Mahkemesi dosyalarına ve benzeri evraklara, araştırmacılar kolaylıkla ulaşabilmelidir. Bu, tarihi bir sorumluluktur.”

103 yıl önce idam edilen mebus Matyo Kofidi hakkında Türk Parlamento Tarihi’nde yazan şudur: “Matyo Kofidi Efendi 1855’te Trabzon’da dünyaya gelmiştir. Rum idadisini bitirmiştir. Reji müfettişi iken 22 Kasım 1908’de 105 oyla Trabzon’dan mebus seçilmiştir. Meclis-i Mebusan İdare memurluğunda bulunan Matyo Kofidi Efendi, ikinci [1912] ve üçüncü [1914-1918] devrede de Trabzon’dan mebus seçilmiştir.”(4)

Ve Matyo Kofidi ile birlikte idam edilen gazeteci Nikos Kapetanidis, Trabzon’da tutuklandığı 5 Mart 1921’e kadar gazetesini hazırlamış, basmış ve satmıştır. Gazetesine en son 5 Mart’ta gelen Nikos Kapetanidis, tutuklanmış ve sonrasında Amasya’ya götürülmüş ve Amasya İstiklal Mahkemesi’nin kararıyla 32 yaşındayken idam edilmiştir. Nikos’un gazetesi Epohi (Çağ), 27 Ekim 1918’den 5 Mart 1921 tarihine kadar haftada dört defa yayımlanmıştır.

28 Ocak 1921’de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de imhası, Ankara’nın Trabzon’da ne denli egemen olduğunun bir icrasıdır. Nikos, o günlerde 28 Ocak’ta ve bir buçuk ay daha (5 Mart 1921’e kadar) Trabzon’da gazetesinin başındadır. Ankara, haberin yazılmasını yasaklamadıysa, büyük olasılıkla Epohi gazetesinde Suphilerin katlinin haberi de vardır.

28 Eylül 1921’de Amasya’da idam edilen, üç dönem (1908’den 1918’e) Trabzon Mebusu seçilen Matyo Kofidi ve Trabzon’da Epohi gazetesini 27 Ekim 1918’den tutuklandığı 5 Mart 1921’e kadar yayımlayan gazeteci Nikos Kapetanidis.
‘PONTUS HÜKÜMETİ’ GEREKÇESİYLE 4 KARAR
İstiklal mahkemeleri, kelimenin tam anlamıyla olağanüstü yetkilidir. Konuyu araştıran tarihçi Ergün Aybars’ın tespiti önemlidir. Heyeti ve savcısı TBMM’den seçilen, TBMM adına çalışan ve verdiği karardan sorumlu olmayan İstiklal Mahkemeleri’nde, delile gerek olmadan ve vicdani kanaate göre verilen karar, kesindi ve temyizi yoktu.(5) “Delile gerek olmaması” ya da “delilsiz karar verilmesi” mahkemenin niteliğini yeterince anlaşılır kılmaktadır.

Ergün Aybars’a göre, 17 Ağustos 1921-27 Aralık 1921 tarihleri arasında görev yapan Samsun İstiklal Mahkemesi, Amasya’da çalıştığı için Amasya İstiklal Mahkemesi olarak tanımlanmış, Başkomutan Mustafa Kemal de Pontos meselesiyle ilgili yargılamayı yakından takip etmiştir. 17 Ağustos-10 Ekim 1921 döneminde 174 Rum idam edilmiştir.(6)

TBMM, 2023’te yayımladı.
Amasya İstiklal Mahkemesi kitaplarının birincisi (12/1) 520 ve ikincisi (12/2) 521 esas numaralı karar defterinin çeviri ve tıpkı basımıdır. 520 sayılı defterde (30 Ekim 1920-5 Ekim 1921) 421 karara ve 521 sayılı defterde (6 Ekim 1921-27 Aralık 1921) 162 karara imza atılmıştır. Kitap künyesinde toplam 421 karardan bahsedilse de aslında en son karar no’su 425’tir. 425 no’lu karar, belli yerlere sevk ve asker kaçakları hakkındadır.(7)

İkinci ciltle ilgili kararlara değinmekle yetineceğim. 6 Ekim-27 Aralık 1921 dönemiyle ilgili Amasya İstiklal Mahkemesi’nin ikinci ciltteki kararlarında, Pontos hükümeti meselesi yargılama konusu yapılmamış olup, tutuklanan/yakalanan Rumlarla ilgili hükümler şunlardır: 1- Yargılanması için Amasya’ya, 2- 40 veya 80 değnek vurulması sonrası ilgili askeri birime, 3- Sürgün amacıyla başka yerlere gönderilmesi hakkındadır. Bazı kararlar da Rumların sevkindeki vakalara neden olanların yargılanmasıyla ilgilidir.(8)

Kararların icrasını da dikkate aldığımızda, anlaşılıyor ki hükümet, 1921’in sonbaharında Karadeniz’e hâkimdir.

Mahkemenin birinci kitabında, ‘Pontus hükümeti’ gerekçesiyle imzalanan dört karar vardır. Bunun dışında Rumlarla ilgili kararlar şunlardır: 1- Rum çetelerine yardım ettiği iddiasıyla bazı Türk-İslam şahıslar cezalandırılmıştır; idam edilenler de olmuştur.(9) 2- İsmi yazılan Rumların evraklarıyla Amasya’ya mahkemeye gönderilmesi istenmiştir. 3- İsmi yazılan Rumların evraklarıyla Sivas’a sevki onaylanmıştır.

Birinci kitapta, ‘Pontus hükümeti’ meselesiyle ilgili dört karar vardır: 520 esas sayılı deftere, 353 ve 366 sayılı olarak yazılmış ve deftere yazılmamış, ama kitaba ilave edilmiş iki karardır.

6 Şubat 1921 tarihli ve 353 sayılı kararın özeti: Amasya’nın Karaağaç karyesinden Papasoğlu İstil, Hayta oğlu Yani ve Karayani oğlu Haci Yorgi, “Pontus Hükûmetinin ihyası için teşkil eden siyasi çetelere” yardım ettiğinden 15 sene küreğe mahkûm edilmiş olup, Erzincan hapishanesine sevk edilecektir.(10)

7 Şubat 1921 tarihli ve 366 sayılı kararın özeti: Samsun’un Aşağıcanik karyesinden Bafralıoğulları’ndan Nikola, “Pontus Hükûmetinin ihyası için teşekkül eden siyasi çetelere” yardım ettiğinden 5 sene küreğe mahkûm edilmiştir.(11)

Suçlama sabittir: “Pontus Hükûmetinin” ihyası için teşkil eden siyasi çetelere yardımdır.

Kitaba ilave edilen iki karar hakkında şu açıklama yapılmıştır: “İşbu kararlara ait dosyalarının tedkiki sırasında alakalı defterlere geçirilmediği görüldüğünden dosyalardaki işbu karar suretleri çıkarılarak buraya yapıştırılmıştır.”(12)

İlave iki kararı imzalayan heyeti oluşturan mebuslar şunlardır: Emin Mehmet [Geveci] (Canik/Samsun, Reis), Mehmed Şevket [Peker] (Sinob, Aza) ve Necati [Kurtuluş] (Bursa, Aza).(13)

İki defterde yazılı olmayan 12 Eylül ve 28 Eylül 1921 tarihli iki karar, birinci kitabın sonuna eklenmiştir. Anlaşılan, 520 ve 521 esas sayılı defterlere yazılmayan kararların olduğu yargılama yapılmıştır.

12 Eylül 1921 tarihli ‘ek birinci’ kararın (no’su yok) özeti: Merzifon’da Amerikan Koleji’nde “memalik-i devlet-i aliyeden bir kıtayı Pontus namı altında ayırarak hükûmet teşkili maksadıyla teşkil eden” bir “Pontus Cemiyeti” kurulduğu ve faaliyet gösterdiği, mektebin Türkçe öğretmeni Zeki’nin [14 Şubat 1921’de(14)] öldürüldüğü ve bunlarla ilgili olarak 6 kişinin (şubenin reisi Kuyumcuoğlu Teoharidis, Haralambos Yuvanaki, Yorgi Lambryanos, Anastas Simonaki, Simon Ananyadi, Protestan Vaizi Yakof oğlu Pavlosi) ve firarda olan 16 kişinin idamına karar verilmiş olup, 6 sanık da değişik cezalara çarptırılmıştır.(15)

28 EYLÜL 1921’DE 35 İDAM
Kitaba ilave edilen ikinci kararsa, 57 kişinin yargılanmasıyla ve 25 kişinin gıyabında 35 kişiye idam cezasının verilmesiyle ilgilidir.

Önceki 6 Şubat, 7 Şubat ve 12 Eylül 1921 tarihli üç kararda “Pontus Hükümeti” olarak yapılan tanımlama, 28 Eylül’de “Pontus Cumhuriyeti” olarak değiştirilmiştir.

28 Eylül 1921 tarihli ‘ek ikinci’ kararın (no’su yok) özeti: Kararın girişinde, genel anlatımla “Rum âmal-i milliyesinin canlandırılması”nın hedeflendiği üzerinde durulduktan sonra amaç şöyle netleştiriliyor: Tokad, Amasya, Çorum, Yozgad ve Sivas dâhil, Zonguldak’tan Batum’a kadar sahilde “siyasi, mali ve fiili teşkilatla Pontus Cumhuriyeti” kurmaktır. Cumhuriyeti kuracak teşkilatın “Pontus Cemiyeti Merkez Umumiyesi”nin Paris adresi yazılıyor: Paris’te Serpante Sokağı’nda 38 numaralı. Teşkilatın Pontos’taki adresi, Paris’teki kadar net yazılamıyor; teşkilatın İstanbul adresi Galata’da Büyükhan ve Trabzon’da da çeşitli mahalleler deniyor.

Teşkilatın Trabzon, Giresun, Ordu, İstanbul ve Paris şubeleri dosyalarının tahkikatından, Giresun Rum Cemaati Ruhani Reisi Vekili Papaz Yakobi ve Meclis-i Cismani Reis Vekili Panosi oğlu Hacı Todor ve refikasının şehadatınden anlaşıldığı üzere denilerek, hüküm kurulan sanıklara geçiliyor.

Sanık toplamı 57 kişidir. 10’u tutuklu ve mahkemededir, bunlara idam cezası verilmiştir (karardan isimler aynen): 1- Trabzon Mebus-ı esbakı ve Trabzon Pontus Heyet-i Merkeziyesi murahhası ve vekil-i siyasisi Kokırioğulları’ndan Yani oğlu Matyos [tam adı: Matyo Kofidi], 2- Müskirat (alkollü içki) fabrikatörü Akriditioğulları’ndan Yorgi oğlu Aleksi, 3- Epohi gazetesi sahibi Kapudanidioğulları’ndan Lambo oğlu Nikos [Kapetanidis], 4- Giresun tüccarlarından Kakulidioğulları’ndan Todor oğlu Yorgi, 5- Metropolid kâtibi Sürmelioğulları’ndan Kaptan Yani oğlu İspir, 6- Tüccardan Sürmelioğulları’ndan Kaptan Yani oğlu Yordan, 7- Tüccardan Atmacidioğulları’ndan Kosti oğlu Yanko, 8- Tüccardan Kılınçoğulları’ndan Pavril oğlu Yorgi, 9- Ordulu Avram Tokadlidis, 10- Hacı Korkor oğlu Paminonda.

Gıyabında idam cezası verilen 25 kişidir; ikisi Trabzon Metropolidi Hrisantos ve Giresun Metropolidi Lavrandiyos’dur. 22 sanığın 9’u değişik cezalara çarptırılırken, 13 sanığın da yakalanıp Amasya’ya getirilmesi kararlaştırılmıştır.

Mahkeme, idam cezası vermekle kalmamış, “idama mahkûm olanların emval ve emlaklerinin müsaderesini [mallarına el koymayı]” kararlaştırmıştır. İkinci kararla, idam edilenlerin malı-mülkü de gasp edilmiştir.

Amasya İstiklal Mahkemesi Heyeti (20.10.1920-5.10.1921): Reis Emin Mehmet (soy ismi: Geveci- Canik/Samsun), aza Necati (Kurtuluş- Bursa) ve aza Mehmed Şevket (Peker- Sinop) (Foto: Türk Parlamento Tarihi).
ANKARA’NIN PONTOS PLANI
Mahkemenin 28 Eylül 1921 tarihli kararında, 57 Rum’a çeşitli cezalar verilirken, sanıklar, ‘Pontus Cemiyeti Merkez Umumiyesi’ teşkilatıyla, ‘Pontus Cumhuriyeti’ kurmakla suçlandı. Dosya ortada olmadığı için iddiaların delili nedir? Bilmiyoruz. Gerçi, bu mahkemelerin karar verirken delile gerek duymaması, nasıl yargılama yapıldığının açık beyanıdır.

TBMM, 1922’de yayımladı.
Ankara, planına göre Karadeniz’de Rum meselesini 1922 ortasında ‘halletmiş’ olmalı ki, Pontus Meselesi ismiyle kitap hazırlamıştır. Hatta Bakan Ali Fethi’nin dediği gibi, Karadeniz’in Rumlardan temizlenmiş olmasıyla kalınmadı, kitaba, 1930’lardaki Türk Tarih Tezi’nin ana materyali olan “Anadolu Türk’tür” ve “Rum ve Ermeniler sonradan gelmişlerdir” tezi de yazılmıştır.(16) Sekiz ay sonra da 16 Mart 1923’te Adana’da konuşan TBMM Reisi Mustafa Kemal de Türkçü tezi derinleştirmiş, Ermeniler vesairenin hiçbir hakkının olmadığını belirterek, “Adana öz Türk memleketidir” demiştir.(17)

Böylece 1922’de Anadolu’nun tarihi de Türkleştirilmiştir.

Bakan Ali Fethi, 10 Haziran 1922’de gizli celsede “Karadeniz’de neler yapıldı?” müzakeresinde Pontus Meselesi kitabından şöyle bahsetmiştir: “Bu hususta yazılmış bir kitap vardır. O kitabı tabı ve Fransızcaya tercüme ettirmek için […] Çünki hakikati biz biliyoruz efendiler, daha ziyade ecnebilerin bilmesi lâzım gelir. İki buçuk ay evvel İstanbul’a gönderdik, Adnan Beyefendi […] orada tabetmekle meşguldür. Gayet nefis bir surette tabedilmektedir ki, daha kolay okunsun ve propagandaya daha faideli olsun diye.”(18)

Yıllarca kitapta yazıldığı gibi TBMM Hükümeti Matbuat Müdiriyet-i Umumisi tarafından hazırlandığını biliyorduk, ama Şükrü Hanioğlu’nun aktardığına göre yazansa Ahmet Ağaoğlu’dur.(19)

Bakan Ali Fethi, aynı günkü oturumda amacın, “Rumları temizlemek” olduğunu söylemiştir. Hükümetin Pontos politikası bu kadar net ifade edilmiştir.

Temizlik harekâtının geçmişi 1920’nin son çeyreğine uzanıyor. Ankara hükümeti, 7 Ekim 1920 tarihli kararnameyle, Rum ve Ermenilere ait “muâmelatı tasarrufiyyenin tehirine artık lüzum” (işlemlerin ertelenmesine artık gerek) olmadığını kararlaştırdı,(20) iki ay sonra 9 Aralık 1920’de de Merkez Ordusu’nu kurdu ve Sakallı Nureddin’i komutanı olarak atadı.(21) Merkez Ordusu, önce Koçgiri ve sonra Pontos harekâtını tamamladıktan sonra 25 Şubat 1922’de lağvedildi.(22)

Merkez Ordusu, Koçgiri ve Pontos harekâtında Topal Osman gibi çeteleri de kullandı. Hatta 45-50 Türk askerini öldüren Katil İlyas Çetesi, 1922 yılı başında Rumları vurmak koşuluyla affedildi.(23)

Merkez Ordusu Kumandanı Nureddin, planını harekâttan altı ay evvel 12 Ocak 1921’de açıklamıştır; Koçgiri için de böyle yapmıştır. 10 maddelik genelge(24) aslında iki maddedir:

1- Samsun ve Ordu Hıristiyanlarının 16-50 yaş arasındaki erkekleri güneye sevk edilecektir/sürülecektir.

2- Samsun ve Ordu’da 1884 ve 1891 ile 1901 doğumlu Hıristiyanlar askere alınarak, Amele Taburuna gönderilecektir.

Amele Taburların mucidi 25 Şubat 1915’te Harbiye Nazırı Enver’dir.(25) Osmanlı ordusunda önce Ermeni askerler silahsızlandırıldı ve zamanla Hıristiyan askerleri kapsadı.

1921’de de Rum askerlerin silahsızlandırılacağını hükümet, Genelkurmay değil bir ordunun komutanı kararlaştırmıştır.

Genelgenin diğer maddeleri, sürülecek ve kalacak olanların nerelerde toplanacağı ve güvenliği ile icraatın sabah-akşam raporlarıyla Merkez Ordusu’na bildirilmesi hakkındadır.

Sonuç olarak Ankara hükümeti, Karadeniz’de hâkimdir; 20-36 yaşındaki vatandaş Rumları askere almayı, silah vermeden arazide Amele Taburlarında çalıştırmayı ve askere almadıklarını da kovalamayı planlamıştır.

Planın ilk icrası olarak 5 Mart 1921’de Merkez Ordusu Mıntıkası denilen Ordu, Canik, Tokat, Amasya, Çorum’da ve 10 Mart’ta da Elazığ’da, Erzincan’da ve Sivas’ın Divriği ile Zara kazalarında sıkıyönetim ilan edilmiştir.(26)

Merkez Ordusu, Koçgiri imhasının ardından 1921 Mayıs sonunda Karadeniz’dedir. 7 Haziran’da Yunan kruvazörü Kilkis’in İnebolu’yu bombalamasının(27) ardından [başka da bombalama olmayacaktır], 12 Haziran’da, sahildeki 15-50 yaşındaki erkeklerin sürgünü(28) kararlaştırılmıştır. Oysa on gün önce kovalama başlamış, 2 Haziran’da Samsun’dan Kavak’a götürülen 766 kişilik Rum kafilesine saldırılmış, ama sevkiyat sürmüştür.(29) Yaşına, cinsiyetine bakılmaksızın bütün vatandaş Rumlar sürülmüştür [kovalanmıştır].(30)

Bir ay sonra Rumların kıyıdan tamamen uzaklaştırılması/kovalanması kararlaştırılmış ve bir gün sonra 3 Temmuz’da da Karadeniz ‘Harp Bölgesi’ ilan edilmiştir.(31)

Artık Karadeniz yangın yeridir.

1919-1922’DE VATANDAŞ HIRİSTİYANLAR
Türk-Sünni İslam programı açısından Anadolu’nun Şark’ı 1918 öncesi halledilmişti. 1919’da Güney’de Fransa ve Batı’da Yunanistan işgali vardı, Kuzey sakindi.

1919’da Trabzon’da bir ara Türk-Rum Federasyonu(32) teması oldu ve resmi dilin “Türkçe ve Rumca” olacağı(33) da gündeme geldi, ama ‘birlikte yaşam’ politiği derinleştirilemedi.

1919’da İngiltere’nin Anadolu planıyla ilgili Prof Dr. Neoklis Sarris’in tespiti önemliydi: “Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a [19 Mayıs 1919] ayak basmasının resmi sebebi, bir hafta önce İzmir’e çıkan Yunan askerinin çıkışının resmi sebebinin aynısıdır. Ve her iki resmi sebep ‘müttefiklerce’ onaylanmış ve teşvik edilmiştir.” ‘Resmi sebep’ Rumları, çetecilerin baskısından korumaktır.(34)

Sahada neler oluyordu? Bunu tartışmak bir yana, gerekçenin aynılığı düşünmeye değer. İngiltere, elinin altında Mondros Mütarekesi (madde 7) varken, Yunanistan’a yol verdi; çünkü o günkü derdi, Bolşevik iktidarıydı. 14 bin askeriyle Rusya toprağında savaşmıştı ve 1920 sonunda yenilmişti.(35)

Neoklis Sarris’in de yazdığı gibi, Mustafa Kemal’in müfettiş olarak atanmasının ve Samsun’a gitmesinin resmî gerekçesi, Rum köylerine Türk-İslam ahalisinin yaptığı saldırının önlenmesi ve asayişin sağlanmasıydı.(36)

Yunanistan’dan Anadolu işgaline karşı çıkan komünistlerdi, gazetesi Rizospastis [Radikal] barışın kürsüsüydü. Rizospastis’e göre, Yunanistan’ı İngiltere’nin kucağına atan Venizelos’tu (18.11.1920), işgalin yaygınlaşması “korkunç bir savaş macerası”ydı (21.7.1921) ve halka cephedeki gerçek anlatılmıyordu (30.7.1921).(37)

1919-22 döneminde Batı’daki cephe savaşıydı, Güney’deki(38) gayrinizami harpti ve Kuzey’deki(39) devletin dâhili harbiydi. Yunanistan’dan başka bir ülke ordusuyla savaşılmadığı için mütareke de Mudanya’da, onunla imzalanmıştı.

1919-22 dönemini, sanki savaşan iki taraf/cephe ve ‘kurtarılmış bölge’ varmış gibi, ‘iç savaş’ olarak nitelendirmek, aslında Türk milliyetçiliği göletinde boğulmaktır.

O günün koşullarında Yunanistan’ın işgalinin yaygınlaşması, İttihatçı kadroyla zihniyetinin Ankara’da yoğunlaşmasını ve Abdülhamid’le İttihatçıların Anadolu’yu Hıristiyanlardan arındırma politikasının radikalleşmesini artıran unsurdu.

Yunanistan işgali olmasaydı, cephe savaşı da olmayacaktı. O halde, Rumlar ve Ermeniler de Düzce’den Denizli’ye Konya’ya kadar 1920-21’deki(40) gibi kovalanmaz mıydı? Ve 1915’in politiğine devamı edilmez miydi? Hem “Hıristiyanlar kovalanmazdı” hem de “1915 politiğine devam edilmezdi” demek, mümkün değildir.

Üç cephede Osmanlı-Türkiye vatandaşı Hıristiyanlar hedeflenmişti; gerekçesi hem işgalcilerdi hem de ayrılıkçılıktı. Bunun için Genelkurmay, ordunun İzmir’e girmesinden on gün sonra 19 Eylül’de bile, “Kurtarılan Garp’ta Hıristiyan vatandaşları sahile sevke” devam etmiştir. Bunun sonucu olarak 1,2 milyon Rum mübadilin ancak 112 bini, 1922’de Ankara’nın zaferinden sonra gönderilmiştir.(41)

Büyük Taarruz öncesi harekâtın tamamlandığı Kuzey’de ‘savaşan iki taraf’ yoktu ve Merkez Ordusu, karşısında Karadeniz Rum vatandaşlarının silahlı bir cephe gücünden bahsedilemez.

1922’de Dahiliye Vekili/İçişleri Bakanı Ali Fethi (Okyar)
Nitekim Bakan Ali Fethi’nin hakkında bilgi verdiği Pontus Meselesi kitabından da anlıyoruz ki, Rumların, Paris Konferansı’nda çıkan ‘yüksek sesinin’ paralelinde Karadeniz’e egemen-merkezi bir teşkilatlanması ve Türk askerinin ya da yedekteki Topal Osman gibi çetelerin giremeyeceği kurtarılmış bölgesi yoktu; çatışmalarsa yereldi.

Kitaptan beş yıl sonra 1927’de kaleme alınan 11 sayfalık ‘Pontus Meselesi’ raporu(42) da kitaptaki anlatımı özetlemiştir.

1922’in yarıyılında harekâtın sonucunu, TBMM kürsüsünde açıklayan İçişleri Bakanı Ali Fethi’dir; Karadeniz vatandaş Rumlardan temizlenmiştir!

NOTLAR:

(1) TBMM GCZ, cilt: 3, 10.6.1922, s. 369 (abç).

(2) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1 (Mahkeme No: T-1, Tarih: 30/10/1336: 05/10/1337, Rumuz: IV-1-B-1, Karar: 1-421, Esas No: 520), TBMM Basımevi, Ankara-2023, s. 667-671.

(3) TBMM Reisisanisi Dr. Adnan tezkeresi, TBMM ZC, devre: 1, cilt: 22, 17.8.1922, s. 208.

(4) Türk Parlamento Tarihi, I. ve II. Meşrutiyet, cilt: 2, TBMM Vakfı, Ankara-1998, s. 575.

(5) Ergün Aybars’ın İstiklal Mahkemeleri, AD Yayıncılık, İstanbul-1997, s. 10.

(6) Ergün Aybars, age, s. 93-94, 126-131.

(7) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 11, 473.

(8) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/2 (Mahkeme No: T-1, Tarih: 06/10/1337: 27/12/1337, Rumuz: IV-1-B-2, Karar: 1-162, Esas No: 521), TBMM Basımevi, Ankara-2023, s. 1-527.

(9) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 111, 145, 247, 257, 259, 397, 409.

(10) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 399. Türkçe kullanım ve kararlarda yazan: Pontus.

(11) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 409.

(12) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 663.

(13) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 3-4, 579, 665, 671.

(14) Türkçe öğretmeni Zeki, 14 Şubat 1921’de öldürüldü (Pontus Meselesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Matbuat Müdiriyet-i Umumisi, Dr. Yılmaz Kurt (hazırlayan), Matbuat ve İstihbarat Matbaası, Ankara-1338 (1922), TBMM Basımevi, Ankara-1995, s. 371).

(15) Amasya İstiklal Mahkemesi, cilt: 12/1, s. 663-665.

(16) Pontus Meselesi, 3, 12.

(17) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt: 2, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-1989, s. 129-130.

(18) TBMM GZC, cilt: 2, 10.6.1922, s. 409 (abç).

(19) Aktaran, M. Şükrü Hanioğlu, ATATÜRK Entelektüel Biyografi, 2. basım, Bağlam Yayınları, İstanbul-2023, s. 527.

(20) 7.10.1920 tarih ve 264 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 1, D: 14, S: 7.

(21) ATASE’den aktaran, Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, İki İsyan Bir Paşa, 2. baskı, Babil Yayıncılık, Ankara-2003, s. 9-17, 86; Hamdi Ertuna, Türk İstiklâl Harbi, VI’ncı cilt, İstiklâl Harbinde Ayaklanmalar (1919-1921), Genelkurmay Basımevi, Ankara-1974, s. 290.

(22) ATASE’den aktaran Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, age, s. 287-289.

(23) 19 Ocak 1922 tarih ve 183 no’lu Tecili Takibat Hakkında Kanun, TBMM ZC, devre: 1, cilt: 16, 12 ve 19 ve 21.1.1922, s. 31-34, 92, 111-112 ve Fihrist-s. 3; TBMM GCZ, cilt: 2, 11.8.1921 ve 4.10.1921 ve 19.1.1922, s. 215-217, 263-264, 635-643; Hamdi Ertuna, age, s. 170-176.

(24) Merkez Ordusu Kumandanı Nureddin’in 12.1.1921 tarihli ve 2082 sayılı genelgesi, aktaran Pontus Meselesi, s. 398-399.

(25) Aktaran Kâmuran Gürün, Ermeni Dosyası, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. baskı, Ankara-1985, s. 212; aktaran Tehcire Giden Yol, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Yayın no: 142, İstanbul-2016. s. 162.

(26) 5.3.1921 tarih ve 716 sayılı kararname, BCA-F: 030.18. 1.1/K: 2, D: 38, S: 2; 10.3.1921 tarih ve 727 nolu kararname, DÜSTUR, 3. Tertip, cilt: 2, Milliyet Matbaası, İstanbul-1929, s. 5.

(27) ATASE’den aktaran Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, age, s. 114-115.

(28) 12.6.1921 tarih ve 941 sayılı kararname, BCA-F: 030.18.01.01/K: 3, D: 24, S:12.

(29) Pontus Meselesi, s. 405; Stefanos Yerasimos, ‘Pontus Meselesi (1912-1923)’ makalesi, Toplum ve Bilim içinde Güz 1988-Kış 1989, sayı: 43-44, s. 66-7.

(30) Kumandan Nureddin’in açıklaması, aktaran Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu, age, s. 275.

(31) Pontus Meselesi, s. 389; 3.7.1921 tarih ve 1014 sayılı kararname, BCA-F: 030.18.01.01/K: 3, D: 28, S: 5.

(32) Aktaran Stefanos Yerasimos, agm, s. 53-56; aktaran Sabahattin Özel, Milli Mücadele’de Trabzon, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul-2012, s. 194, 196 ve 197-8.

(33) Pontus Meselesi, s. 122-124.

(34) Ömer Asan, Pontos Kültürü, Belge Yayınları, 2. baskı, İstanbul-2000, s. xıx.

(35) Martin Gilbert, Churchill Bir Yaşam, çeviren: Süha Sertabiboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul-2011, s. 480-508.

(36) Erik Jan Zürcher, Millî Mücadelede İttihatçılık, İletişim Yayınları, İstanbul-2003, s. 173; Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Bateş Atatürk Dizisi, İstanbul-1998, s.171; Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni, Siyasi Hatıralarım, cilt: 1, Emre Yayınları, 2. baskı, İstanbul-2000, s. 230; Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, Temel Yayınları, İstanbul-2000, s. 80.

(37) Çiğdem Kılıçoğlu Cihangir’in makalesi, Yunan Arşiv Kaynaklarında İşgal Eskişehir’i, Mehmet Ö. Alkan-Ayşe Ozil (editörler), Tarih Vakfı, İstanbul-2022, s. 65-89.

(38) 12.10.1919’da Sivas’ta Mustafa Kemal, Müdafaai Hukuk Cemiyeti Teşkilatı talimatı, Kuvayı Milliye Komutanı Tekelioğlu Sinan Bey’in Günlüğü, Genelkurmay-ATASE, Ankara-2012, s. 1-4; ATASE, aktaran Türk İstiklal Harbi IV’üncü Cilt Güney Cephesi, Genelkurmay-ATASE, Ankara-2009, s. 76-77, 318.

(39) Nevzat Onaran, Devletin Dâhili Harbi, Kor Kitap, İstanbul-2021, s. 131-269.

(40) 13 (15).9.1920 tarih ve 215 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 1, D: 11, S: 17; 27.1.1921 tarih ve 619 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 2, D: 33, S: 5; 9.2.1921 tarih ve 657 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 2, D: 35, S: 3; 11.5.1921 tarih ve 839 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 3, D: 19, S: 7; 28.6.1921 tarih ve 979 sayılı kararname, BCA-F: 30.18.1.1/K: 3, D: 26, S: 10; Cengiz Mutlu, Mütareke Döneminde Rum Nüfus Hareketleri (1918-1922), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara-2004, s. 284-289.

(41) Nüfus İşleri Genel Müdürlüğü’nün 10 yıllık Çalışma Raporu (1933), s. 1-2 ve İlişik sayı 8: Vilâyet dahilinde mübadeleye tabi elyevm mevcut Rum miktarı, BCA-F: 30.10/K: 124, D: 885, S: 4; TBMM ZC, devre: 3, cilt: 26, 19.3.1931, s. 60-67 ve zabıt sonundaki 92 no’lu raporda s. 4, 9.

(42) Pontus Meselesi Raporu, CA, A: IV-15-a, D: 62, F: 9/1-10, aktaran Hadiye Yılmaz, Pontus Macerası, Tarihçi Kitabevi, İstanbul-2011, s. 181-93.
gazeteduvar.com.tr/mebus-matyo

Sen halkın uyanmasını bekliyorsun, oysa o namussuzlar, geceyi uzatmak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Rıfat Ilgaz

Beni tanıyan hiç kimsenin gelemeyeceği bir yerde olmak istiyordum.

Sylvia Plath

Bir toplumda ne kadar çok kutsallık varsa, bilin ki; arkasında o kadar zulüm vardır.

Ali Şeriati

Hayata, varolmayışın kutsal sükûnetini bozan faydasız bir zaman dilimi olarak da bakabilirsiniz.

Arthur Schopenhauer

“Bizim soruna devrimci tarzda bakmamız ile MUSTAFA KEMAL’İN SORUNLARA DARBECİ, TEPEDEN İNMECİ BİR BİÇİMDE bakması arasında kökten fark vardır.”

(Haziran 1983’te Strasbourg/Fransa’da yaptığı konuşmadan; aktaran, Yılmaz Güney, Siyasi Yazılar, C. III, Bölüm 2)

“Biz, dört bir yandan işgal altında tutulan bir sömürge ülkenin çocukları değil BAĞIMSIZ, demokratik ve BİRLEŞİK KÜRT ÜLKESİNİN, KÜRDİSTAN'IN ÇOCUKLARI OLMAK İSTİYORUZ.
(…)
Bugün Kürdistan’ın çeşitli kesimlerinde, DAĞLARDA, ovalarda, faşist zindanlarda sömürgecilerin baskı ve zulmüne karşı dişe diş döğüşenlerin, döğüşerek ölenlerin amacı da bu. Onları, bütün yüreğimizle selamlıyoruz. BU UĞURDA ŞEHİT DÜŞEN BÜTÜN ARKADAŞLAR KALBİMİZDE VE MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR VE YAŞAYACAKTIR. Ne mutlu onlara ki, direnerek öldüler ve bağımsızlık meşalesinin ateşleri oldular. Ne mutlu!..”

(18.3.1984, PARİS KÜRT ENSTİTÜSÜ’NDE yaptığı konuşmadan; aktaran, Yılmaz Güney, Siyasi Yazılar, C. III, Bölüm 2)

“Açık ve acı bir gerçektir ki, Kıbrıs’ın bir bölümü, 1974 Temmuz’undan bu yana TÜRK ORDUSUNUN İŞGALİ ALTINDADIR”

(19.1.1982’de Yunanistan’da bir toplantıda yaptığı konuşmadan; aktaran, Yılmaz Güney, Siyasi Yazılar, C. III, Bölüm 1)

Faşist Türk devleti, KIBRIS İŞGALİNDE olduğu gibi, kendi işçi ve köylülerini boğazlatmak üzere savaş alanlarına sürecektir.”

(Faşizm Üzerine Bir Kez Daha, Mayıs dergisi, sayı 4, Temmzu 1984; aktaran,Yılmaz Güney, Siyasi Yazılar, C. III, Bölüm 1)

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.