Rejimin meşrulaştırılmasında azınlıkların araçsallaştırılması
Sait Çetinoğlu
Rejimin her sıkışmasında, kendini yeniden üretmede ve meşrulaştırmada, araçsallaştırarak en kolay kullanabileceği toplumsal grup azınlıklardır. Kısaca muktedir olmayanları araçsallaştırır. Geçtiğimiz günlerde İzmir Diriliş Kilisesi Rahibi Andrew Craig Brunson’un aylarca süren Türkiye’deki tutukluluğu dolayısıyla ABD ile yaşanan gerilim nedeniyle, ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, Dini Özgürlükler Panelinde bu tutukluluğa değinerek, Rahip Brunson’a verilen cezanın dinî olduğunu vurgulaması karşısında, Türkiye’deki azınlık cemaatleri vakıf ve dini temsilcileri “özgürüz” bildirisi yayınlamışlardır. Açıklamada, “İnancımızı özgürce yaşamakta ve geleneklerimize göre ibadetlerimizi özgürce yerine getirmekteyiz. Baskı olduğunu iddia eden ve/veya ima eden beyanlar tamamen asılsızdır ve maksadını aşmaktadır” denilmişti.
Bir yıl tutuklu kaldıktan sonra hiçbir açıklama yapılmadan serbest bırakılan Alman Die Welt gazetesi Türkiye muhabiri Deniz Yücel’in rehin olarak algılandığı gibi, Rahip Brunson da rehin olarak algılanmış T. C., hem ABD kamuoyunda hem de Batı dünyasında büyük bir prestij kaybına uğramıştır. Erdoğan’ın Polis Akademisi mezuniyet törenindeki; “Ver papazı, al papazı“ söylemi durumu daha vahim bir boyuta taşımıştır. Baskın Oran bu durumu şu sözlerle özetler: “Bizden papaz istiyorlar, sizde de bir papaz var, verin yargılayalım diyorum” zihniyeti ve politikası, Türkiye’yi “Komşularla Sıfır Sorun” politikasından artık sistematik “Herkesle Sorun” ve hatta esir takası evresine getirdi.
Krizden Şark kurnazlığı kurtulmak ve yapılan haksızlığı meşrulaştırarak bu durumdan çıkabilmek için, Batı ile bağlarının bulunduğu ve etkisinin olabileceğini düşündüğü irili ufaklı tüm azınlıkların vakıf ve dini temsilcilerini bir araya getirerek yaptırdığı açıklama ile krizin kalıcılığını ve meşruluğunu sağlamak istemiştir.
Açıklamanın bir gün sonrasında Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, azınlık cemaatleri temsilcileri ile Cumhurbaşkanlığı Dolmabahçe Ofisi’nde yaklaşık 4 saat süren yemekli “görüşme” yapmıştır. Yemeğin ardından, cemaatler adına Türkiye Hahambaşısı İsak Haleva’ya yeni bir açıklama yaptırılmıştır. Haleva, “Bu bildirinin Türkiye’mizin üç tarafındaki denizlerinin ılık dalgaları tüm dünyaya yayılsın. Dünyanın böyle bir manzaraya ihtiyacı vardır. Türkiye örnek devlet olabilir” sözleriyle bildiriye vurgu yaparak. Açıklama ihtiyacının “çatlak sesler”e yönelik olduğunu ekler.
Sözcü İbrahim Kalın, inisiyatifin azınlık temsilcilerinden gelmesinin memnuniyet verici olduğunu vurgulayarak, yurt dışında ülkemiz aleyhinde kullanılan bazı kampanyalarla dini azınlıkların dinini yaşayamadığı gibi iddialarına en güzel cevabı cemaat vakıfları kendileri kendi şahitlikleri ile ortak bildiri ile vermiş olduklarının altını çizer. Ancak bu kullanım yada araçsallaştırma, rejimi meşrulaştırmaya bir etkisinin olmamasının ve rejimi daha fazla teşhir etmesinin yanında, rejime destek niteliğindeki açıklamalar açıklamayı yapan grupları da küçük düşürmektedir.
Tarih bu konuda birbirleriyle yarışacak örneklerle doludur. Biz bunlardan Hamid rejiminin 1894-96 Ermeni Katliamları sırasında yayınlatılan bildiriyle meramımızı anlatmayı sürdüreceğiz; Dönemin Süryani cemaat temsilcilerince Hamidi istibdat rejimine destek mahiyetinde ve katliamları meşrulaştırıcı ortak bir teşekkürname imzalanmıştır. Sultan Abdülhamid’e Kızıl Sultan ünvanını kazandıracak olan ve döneminin en büyük kıyımlarından biri olan, 1894 yılındaki Sason Katliamları’ndan başlayarak 1895-96 yıllarında devam eden Katliamlar, Ermeni vilayetlerindeki 300 bin Ermeni’nin yok edilmesi, kadın ve çocukların Müslümanlaştırılarak Ermeni mallarına el konulması, kiliselerin camiye çevrilmesi, açlıktan ölümler, İhtiyatlı gözlemciler için dahi 1896 yazında, kitle katliamları sonrasından kalan on iki yaş altında en az elli bin yetim… gibi korkunç bir tablo ile sonuçlanmıştır.
Utancın ölümden beter olduğu bir süreç olarak tanımlanan Hamidi dönemin katliamları sürecinde aşağıdaki teşekkürname yayınlananmıştır:
[Süryani Ortodoks Patrikliği, rahipler ve eşraftan 1895 Katliamları –Seyfo – sonrasında Sultan II. Abdülhamid’e hitaben gönderilen] Teşekkür notu
“Bu duacı hizmetkarlar, islam hükümetinin ünlü fatihi Halife Ömer döneminden beri ve huzur içinde yaşamamız için gerekli himayeyi sağlayan ebedî Osmanlı [devletinin] kanatları altında geçen beş yüz yıl için şükran doludur.
Dinimiz, mezhebimiz, dilimiz, mal/mülkümüz ve emniyet ve onurumuz yüce hükümetin himayesi altında ve yurttaşlarımız ve sevgili komşularımız olarak bizi her türlü saldırı ve husumetten koruyan Bu vesileyle, devlet idaresi ve hükümdarlığına şükran duyduğumuz hilafetin [halifenin] şanlı sığınağının ihtişamı ve hayatın devamlılığı için imparatorluk hazretlerine duacıyız.
Son zamanlarda Diyarbakır’da ve civarımızda, Osmanlı devletinin bu sadık ve eski tebaaları olan biz hizmetkarlara karşı Ermeni huzur bozucuların yarattıkları her şeyin tamamen farkındayız.
Onlara katılmaya zorlandık ve tehdit edildik ve her ne kadar bizi, her zaman minnettar olduğumuz babalarımızdan ve dedelerimizden bize kalan en değerli mirasımız olan hizmet yolundan ayırmaya çalışsalar da bizler hizmet ve bağlılığımızı sürdürdük.
Cehaletten muzdarip olanlarımızı sadakat ihsanını takdir ettiğimiz Sultan Hazretlerinin bize bahşettiği sevginin farkındalığıyla velinimetimize karşı yanlıştan uzak tuttuk, engelledik ve uyardık.
Emniyeti tercih ederek her türlü tatsızlıktan kaçınıyor; fesatçıların niyetlerini reddediyor ve eski bağlılığımızın gereklerine itaat ve sadakatle bağlı olduğumuzu onaylıyor ve böyle de devam ettiğimizi size bildirmek istiyoruz.
[bizler] krallar kralı ekselanslarının rızkını ve isteğini bahtiyarlıkla kabul etmek suretiyla kulluğumuza devamı tercih ettiğimizi bildirmek istiyoruz.
Tahkikat komitesine sunulan bu teşekkür notuyla da sadakatimizi beyan ediyoruz.
19 Aralık 1895
Birinci sırada, sağdan sola imzacıların Osmanlıca harflerle adları:
1- Šammas [Diyakoz] H̱annuš; 2- Yaˁqub; 3- Quryaqos; 4- Quryaqos; 5- Tomas Ibn H̱anna; 6-Qas [Papaz] H̱anna ˁAbde; 7- Xuri [Başpapaz] Yusuf; 8- Ya raẖman, twaffëq umur ˁAbdulmasiẖ, baţëryark as-suryan [velinimetimiz efendimizin, süryanilerin patriki ˁAbdulmesiẖ’in çabalarını takdir etmesini dileriz].
Orta sırada, sağdan sola, Arapça ve klasik Süryanice:
1- Maqdisi Jirjis ˁAbde; 2- Yaˁqub Borakji (klasik süryanice yazım); 3- Yusuf (klasik süryanice yazım); 4- Fatẖalla; 5- Yaˁqub; 6- Naˁum; 7- H̱annuš; 8- Şaliba
Arapça ve klasik Süryanice mühürler:
1- Kadim Süryani [Ortodoks] Daniyal Manşuriye cemaati Ramzi Yusuf ; 2- Tuma (klasik süryani yazıyla); 3- H̱annuš; 4- Asya walad-i ˁAmaniyel; 5- Naˁum; 6- Ablaẖat; 7- Naˁum”
Alttaki satır, saǧdan sola doǧru, mühürlü imzacıların adları, Arapça ve Klasik Süryanice harflerle kazılı.1- Süryan kadim Daniyal Mansuriye cemaati
Ramzi Yusuf ; 2- Tuma (Klasik Süryanice harfle); 3- H̱annuš; 4- Asya walad-i ˁAmaniyel; 5- Naˁum; 6- Ablaẖat; 7- Naˁum
Meramımızı anlattığımızı düşündüğümüzden Teşekkürnameye dair herhangi bir yoruma gerek duymadan, Katliamları raporlayan Alman din adamı Johannes Lepsius’un sözleriyle bitiriyoruz: “Üzüntü ve korkudan çılgına dönmüş erkek, kadın ve çocuklar sürü sürü sığınak olarak kiliselere doluşurken orada kurban edilmeyeceklerini sanıyorlar. Başka da yapacak ne var ki zaten? Fakat yüzlerce kilise ve manastırın küle dönüştürülmesi ve bu Hristiyan gâvurluğunun kökü kazınmak isteniyorsa geriye kalanlar teferruattan ibarettir…”
https://www.saitcetinoglu.com/rejimin-mesrulastirilmasinda-azinliklarin-aracsallastirilmasi/
Engin Erkiner - Halklar Kardeş midir; Değildir
https://youtu.be/-FslTl5kIWM?si=OVBs7Cyd23O__37X
Unutulmuş Direniş
Yunanistan, Nazi Alman orduları tarafından işgal edildi (1941–1944). Yok edilemez gibi görünen Nazi işgal ordusuna karşı bir gerilla (partizan) savaşı başladı. Burada bu mücadeleyi anlatmayacağız. Yazıdaki asıl amacımız, Ermeni mültecilerin de Yunanistan için verilen bu kader mücadelesinde önemli bir rol oynadıklarını hatırlatmak ve vurgulamaktır.
https://medium.com/@PolitikART/unutulmu%C5%9F-direni%C5%9F-d7201434a678
Van - Timar nahiyesi kilise ve manastırları
Yazar: Robert Tatoyan
Çeviren: Sevan Değirmenciyan
Timar Manastırları
Gıduts S. Garabed Manastırı (Çarpanak Manastırı)
Gıduts manastırı Van Gölünün aynı adlı adasındaydı. XIX. yy. sonu-XX. yy. başında manastır kompleksi S. Garabed kilisesinden, bir çok hücre-odadan ve adaya karşı, gölün güney kıyısında bulunan “dış ev” denen bir kısımdan oluşmaktaydı.
https://www.houshamadyan.org/tur/haritalar/van-vilayeti/van-kaza/din/kilise-ve-manastirlar-4.html
Sence halkın ezici çoğunluğu hakikatin ne olduğuna aldırıyor mu ? Umurlarında bile değil. Sadece rahat bırakılmak ve hayal güçlerini besleyecek masallarla kandırılmak istiyorlar. Peki ya adalet ? Şahsi ihtiyaçları karşılandığı müddetçe, onlar için bu kavramın da zerre kadar ehemmiyeti yok.
Vladimir Bartol
A. Halûk Ünal: ‘Pis teröristler…’
Tıpkı 2012/ 13 sürecindeki gibi bütün gündemimizi haliyle “Çözüm Süreci” kapladı. Ben de herkes gibi temsili Kürt yoldaşların hesaplarındaki açıklamaları dikkatle izliyorum. Ama benim görgümde, benim gibi “ezilen ulus sosyalistlerinin” görevlerine dair bir bilgi de var: ezen güce karşı ezilenin yanında durmak, ezilenin sesini çoğaltmak, ezen ulus arasında bu sesi yaygınlaştırmak.
Yani, bizler asgari demokrat olduğumuzu bile söylüyorsak, “bu mesele Kürtlerle devlet arasında” deyip, izleyici olamayız. Ezilen halkın kollektif aklına akıl da vermemeliyiz. Yapıcı bütün eleştirilere de açık oldukları tecrübeyle sabit.
***
Tartışmada birçok parametre konuşulsa da “zurnanın zırt diyeceği” iki önemli nokta var.
Birincisi Kürdistan İşçi Partisini (KİP) lağvetmek, ikincisi Kürt halkının öz savunma hakkından vazgeçmesi olduğu, konuya aşina olanlarca malum.
Burada Kürt olmayıp, konuya aşina olmayanlar için kısa bir özet iyi olabilir.
Dünyamız ve bütün halklar ulus devletler şebekesiyle yönetiliyor. Birleşmiş Milletler de aslında bu şebekenin resmi küresel etkisiz örgütü.
Peki, binlerce yıl Ortadoğu’nun kadim halklarından biri olarak yaşamış, birçok devlet kurmuş bir halk, sanayi devrimi sonrasında kapitalist askeri güçlerin karşısında devletsiz bırakılmışsa ne olacak? Kürtler ’in tarihine baktığımızda son iki yüz yıl, statü sahibi olmak için çok ağır bedeller ödemiş, pogromlara, soykırımlara maruz kalmış bir halktan söz ediyoruz. Ama şu ana kadar ellerindeki tek statü Irak Federe Kürdistan Bölgesi. Bir de Bakur ‘da (Türkiye Kürdistanı) başlayıp dört parça Kürdistan’a yayılan, KİP’in öncülük ettiği son isyanla elde edilen kazanımlar söz konusu.
Şimdi Türk devleti diyor ki, “silahları bırakın, KİP’i lağvedin.” Peki bu gerçekten mümkün mü?
***
Bu noktada temsili kişiler açıklamalar yapmaya başladı. Benimkine ihtiyaç yok. Ama ben de bazı tanıklıklarımı aktararak yoldaşlarımın sesini çoğaltabilirim umudundayım.
İlk tanıklığım, 2014 aralığından 2015 temmuzuna kadar Rojava’da yaşayıp, film çekmiş biri olarak KİP nedir konusunda Türkiye’deki gözlemlerimden çok daha ötesine tanıklık etme şansım oldu.
Kısaca yazıp, biraz ayrıntılandırayım; KİP artık analog çağdakilerin anlaması mümkün olmayan, kuranlarca bile lağvedilmesi imkansız küresel bir ağ örgütlenmesi. Yani, KİP halktır, halklaşmıştır.
İleride tarih, KİP örneğini çok özel bir tarzda ele alacak ve sıra dışı bir yurtsever komünalist hareket olduğunu anlatacak.
Bu hareketin yetiştirdiği seçkin komutanlarla, kadrolarla tanıştığınızda, samimiyetle anlamaya çalışıyorsanız, söz konusu zihniyetin hem sorunlarını hem hayranlık verici yanlarını görebilirsiniz. Ama en önemlisi Rojava gibi, bu zihniyetçe yönetilen tek yasal, açık alanda, Bookchin/Öcalan paradigmasının nasıl halklaşarak vücut bulduğunu çok iyi gözlemleyebilirsiniz.
Özellikle 2014, başta Saray İktidarı olmak üzere, bütün dünyanın, IŞİD koçbaşıyla bu halkı nasıl kırmaya çalıştığını, ABD ve benzeri güçlerin ise nasıl savaşın gidişatına bakarak, konumlandığının, izlediğinin tanığıyız.
Bu öyle bir “akıldı ki” uluslarası koalisyonun kendisini konumlandırma biçimi, savaşın sonucunda kazananla kolay ilişki kuracak bir tarzda hesaplanmıştı. Böylece kim kazanırsa onunla sıkıntısı az bir diplomasi yürütebileceklerdi, öyle de oldu. Ama kimsenin beklemediği tek şey, KİP zihniyetinin kazanmasıydı.
Sonraki aylarda Bakur ’da bile – yasal sınırlar nedeniyle- tanık olamayacağınız “yer gök Öcalan” sürecine tanık olduk.
Abartmıyorum, yüzbinlerce Suriyeli Kürt’ün Öcalan sevgisini, hayatlarını kurtaran zihniyetin kurucusunu nasıl dağa taşa kazıdıklarını gördük.
Bugün Öcalan – velev ki ikna olsun- halka rağmen sizi lağvediyorum diyebilir mi? Dese, dünyanın birçok ülkesinde, özellikle Avrupa’da milyonlarca Kürt’ün yarattığı ağ örgütlenmelerini lağvedebilir mi? Bu gerçeği Bahçeli de iyi biliyor. Ama küstah faşist alışkanlığı ve kendi taban kaygısıyla böyle konuşuyor. Fırıldak, dememiş miydi “siyaset gereği kürsüde öyle söylenir, burada el sıkılabilir” ahlaksız siyaset…
Sonuçta bugün Kongra-Gel eş başkanı Remzi Kartal gerekeni söylemiş. Yakında benzer açıklamaları DEM Parti’den de duyarız beklentisindeyim.
***
Aktarmak istediğim ikinci tanıklık da “özsavunma meselesi”ne ilişkin. Benim çok etkilendiğim ve işte “üçüncü yol” budur dediğim bir olay.
Olayı aktaran, o zaman YPJ merkez komutanlarından, belgeselimin ana karakteri, sonra çok kıymetli dostum olan, geçtiğimiz yıl Türk devletince suikastla öldürülen, Jiyan Tolhildan.
Suryani halkı Suriye’de önemli bir toplum kesimi. Hem zanaat erbabı oluşları hem İktidarca “düşman görülmeyen” bir kesimi oluşturmaları nedeniyle çok daha yumuşak ilişki kurulan bir kesim.
Süryaniler 2014’te Rojava devriminde Esat’çı olmadılar, devrime yakın durdular, müttefik oldular.
İşte bu topluluk, tarihinden kaynaklı, savaşçı özellikler geliştirmemiş bir kesim. Savaş, Devrimci güçlerin lehine dönmüş ama ISIS hala çok etkin, her an her yerleşimde saldırılaır düzenleyecek güçleri tükenmemiş.
Süryani toplumunun temsilcileri geliyor, YPG’ye diyorlar ki, “bizim kendimizi korumamız imkansız, ama ortam malum, bizi siz koruyun, biz de bunun bedeli neyse ödeyelim.”
Aldıkları yanıt mealen şöyle: “Eğer iyi niyetinizden kuşku duysak bunu hakaret kabul ederdik. Ama burada halklar arasında böyle bir ilişki bizim zihniyetimize aykırı, ayrıca sizin aleyhinize. Varsayalım ileride bir sebepten bize olan güveninizi yitirdiniz, bir sebepten bizden korkmaya başladınız, böyle bir ilişki size ne hayır getirir? Biz öz savunmaya inanıyoruz. Kendi toplumunuzdan, amaca uygun gençleri toplayın, biz size silahı nereden bulacağınızı gösterelim, satın alın. En iyi eğitimcilerimizi yollayalım, karşılıksız öz savunma birliklerinizi eğitelim.”
Bugün Süryani Halkı kendi öz savunma birliklerince korunuyor. IŞİD’e karşı askeri sigortanın parçası, Kuzey ve Doğu Suriye Federasyonunun eşit ve özgür halklarından olarak birlikte yaptıkları “üçüncü yol” anayasasına sadakatlerini sürdürüyorlar.
Sonuç olarak “öz savunma” KİP için basit askeri bir uygulama değil. Yeniden tanımladıkları demokrasinin ve devletsiz yaşamın çok önemli bir bileşeni.
https://nupel.tv/a-haluk-unal-pis-teroristler/
Alattin Bilgiç: Barış Bir Lütuf mudur?
Bir akşamüstü, Ortadoğu’nun bir köşesinde, çatışmaların gölgesinde ikinci barış müzakereleri başlamak üzereydi. Tüm dünya nefesini tutmuş, “Acaba bu sefer olacak mı?” sorusunu kafasında döndürüyor. Barış, geçici bir durum değil, uzun vadeli ve sürekli çaba gerektiren bir süreçtir. Barış, bu coğrafyada her zaman bir illüzyon olmuştur; gerçek bir muhalefetin gölgesinde parlayan bir ayna. Bu illüzyon, bölgedeki tarihsel çatışmaların ve güç dinamiklerinin karmaşıklığı ile daha da belirginleşmektedir.
Savaş, bir dönem kalp atışlarını hızlandırırken, barış yalnızca sıkıcı bir sessizliktir. Barışın tanımı, adeta bir ressamın tuvali üzerine düşürdüğü renkler kadar çeşitlidir; ama çoğu zaman, insanlığın en büyük zaaflarından biri olarak görülen bir utanç kaynağıdır. Bu nedenle, barışın kalıcı hale gelmesi için siyasi irade, halkların beklentilerini göz önünde bulundurarak, adalet ve eşitlik temelinde bir barış süreci oluşturmalıdır. Ayrıca, bölge halklarının beklentilerine ve tarihsel bağlarına da ihtiyaç vardır.
Barışın Derin Kökleri ve Yüzeysel Tanımlar
“Barış, savaşın meyvesidir,” derken neyi kast ediyoruz? Bu söz, belki de insanların arasındaki mesafeleri açarak, düşmanlıkların kök salmasına hizmet ediyor. Savaş, kahramanlık hikayeleriyle dolu bir destan yazarken, barış yalnızca tozlu raflarda bekleyen bir tarih kitabıdır. Platon’un “Barış, ruhun en yüksek mutluluğudur” ifadesi, belki de ruhu en derin derinliklere dalan bir deniz kabuğu gibi, dalgalar arasında kaybolmuş bir hazinedir.
Fakat barışın anlamı, sadece basit bir kelime oyunu ile sınırlı olamaz. Savaşın sona ermesi, çoğu zaman yeni bir çatışma doğurur; bu durum, barışın yüzeysel bir duruş olmaktan öteye geçebilmesi için, sosyal, siyasal, kültürel, kimliksel, ekonomik, temsiliyet, irade, yaşam/fırsat hakkı ve adalet eşitliğin sağlanmasını zorunlu kılar. Dolayısıyla, barış, yalnızca silahların susmasıyla değil, insanların zihinlerindeki kinlerin ve geçmiş travmaların tedavi edilmesiyle mümkün olur. Barış, yaşamak için yaşama sanatıdır; bir toplumun kültürel ve sosyal dokusunu yeniden şekillendirmek için yapılan titiz bir çalışmadır. Leo Tolstoy “Savaşın ruhu, savaşın köklerini derinlere salar; barışın ruhu ise, sevgi ve anlayışın etrafında filizlenir” demiştir. Bu söz, barışın, sadece çatışmaların sona ermesi değil, aynı zamanda kalplerdeki düşmanlıkların silinmesi gerektiğini anlatmaktadır.
Kürt Sorununun Çözülmesi
Kürt sorunu, Ortadoğu’nun karmaşık yapısında önemli bir düğüm noktasıdır. Kürtler, tarih boyunca, kendi kimliklerini korumak ve haklarını savunmak adına mücadele eden bir ulus olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu mücadele, yalnızca bağımsızlık veya özerklik talebi yanı sıra; aynı zamanda temel insan hakları ve kültürel varlıklarının tanınması içinde bir çabadır. Barışın sağlanması, bu sorunların çözümünü gerektirir; dolayısıyla Kürtlerin, gerçek ve reel yasal güvencelere bağlanmış haklarını elde etmesi kaçınılmazdır. Kürt sorunu, Türkiye’nin iç dinamikleri kadar, bölgesel ve uluslararası güç dengeleri ile de doğrudan ilişkilidir. Bu bağlamda, uluslararası normların ve evrensel insan hakları sözleşmelerinin dikkate alınması, sorunun çözümünde kritik bir rol oynamaktadır.
Siyasi bir figür olarak, Kürtlerin meseleleri, çoğu zaman sadece Türkiye’nin iç dinamikleriyle sınırlı kalmıştır. Ama unutulmamalıdır ki, bu sorun, aynı zamanda uluslararası bir meseledir. Hegel’in “Tarihin öğretisi, insanların ne yapması gerektiğini değil, ne yapmadığını gösterir” sözü, belki de bu sürecin bir özeti niteliğindedir. Eğer tarihi unutur ve geçmişteki acılara göz ardı edersek, gelecekte barışın sağlanması imkânsız hale gelecektir.
Sadece sosyal adalet ve eşitlik değil, Kürt kimliğinin tanınması da büyük bir önem taşımaktadır. Kürtçenin resmi statü kazanması, eğitim sisteminde yer alması, kültürel olarak özgürce temsil edilmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve Kürtlerin siyasi, ekonomik ve yönetimsel olarak kendilerini ifade edebilmesi, bunların anayasal bir güvence altına alınması, barışın kalıcı hale gelmesi için atılacak anahtar adımlardandır.
Barış, yalnızca çatışmaların sona ermesi değil, aynı zamanda bir inşa sürecidir. Bu süreç, tıpkı bir bahçe gibidir; farklı çiçeklerin bir arada açabilmesi için her birine eşit ışık ve su verilmesi gerekir. Bertolt Brecht’in de dediği gibi, “Barış, sadece bir mülkiyet meselesi değil, aynı zamanda bir insanlık davasıdır.”
Bahçeli’nin Çağrısı
Devlet Bahçeli’nin çağrısı, bazen gündelik hayatın sıradan bir fıkrası gibi gülümsetirken, bazen de derin bir ironi taşır. MHP’nin lideri, adeta bir barış elçisi gibi, “Hadi gelin, barışalım” derken, ardında bin bir türlü belirsizlikle dolu bir pazarlık yelpazesi açar. Bahçeli’nin çağrısı, barış için bir kapı açmaktan çok, bir pazarlık masası kurma girişimidir. Oysa Bahçeli’nin çağrısı, siyasi bir manevra olmaktan çıkmalı ve gerçek bir barış iradesi olarak ortaya konulmalıdır.
Bu çağrının yalnızca seçim, zorunluluk veya sıkışmışlık dönemlerinde dile getirilen bir tema olmaktan öte, arkasında gerçek bir irade bulunmalıdır. Bahçeli’nin Öcalan’a yaptığı çağrı, sadece bir siyasi manevra değil; aynı zamanda toplumda barış arayışının önemli bir parçası olmalıdır. Ancak bu nokta, adalet ve eşitlik taleplerinin göz ardı edilmemesini önemli kılar. Zira barış, yalnızca bir kelime ya da cümleyle ifade edilebilecek kadar basit bir kavram değildir; bu, insanların yüreklerinde ve zihinlerinde yer eden derin bir dönüşüm gerektirir. Bahçeli, barış sürecine dair somut adımlar atarak, toplumda güven inşa etmelidir.
Barışın Zorluğu
Barış, çoğu zaman savaşın zorluğunun çok ötesinde bir mücadele gerektirir. Savaşta düşmanla doğrudan yüzleşirsiniz; ancak barışta, kendi içsel korkularınızla, geçmiş travmalarınızla ve toplumsal yaralarınızla yüzleşmek zorundasınız. ‘Savaşın en büyük düşmanı, barıştır,’ efsane söylem, bu karanlık gerçeği daha iyi tanımlar. Barış süreci, sadece silahların susmasıyla değil, aynı zamanda toplumların geçmişte yaşadığı travmaların üstesinden gelmekle de ilgilidir. Barış, yürekten gelen bir cesaret ister; toplumların geçmişle barışması, geleceği birlikte inşa etme iradesi gerektirir.
Buna karşın, barış arayışında en büyük engellerden biri, ideolojilerin ve çıkarların çatışmasıdır. Her bir siyasi aktör, kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederken, gerçek barışın sağlanması bir kenara itilir. Buda sürecin inşasının içinden çıkılmaz hale getirir. Her ne kadar Bahçeli gibi figürler, barış çağrısı yapsa da, arka planda sürdürülen müzakerelerin şeffaflığı ve samimiyeti önemlidir. “Barış, düşmanın yüzüne bir yumruk atmanın ötesinde, onun elini sıkmayı gerektirir,” derken, bu elin gerçekten sıkılıp sıkılmadığını anlamak için, geçmişteki samimiyetsizliğin izini sürmek gerekir. Albert Einstein’ın dediği gibi, “Savaş, varoluşsal bir gerçekliktir, ama barış, yaratıcı bir süreçtir.”
Barış: Yaşamanın İnşa Sanatı
Barış bir hedef değil; yürüyen bir süreçtir. Gandhi’nin de belirttiği gibi, “Barış, insanların birlikte yaşama iradesinin ifadesidir.” Bu irade yalnızca bir dilek değil, insanlığın en büyük erdemlerinden biridir. Türkiye’de barış arayışı, adalet ve eşitlik temellerine oturmadıkça kalıcı olamaz.
Barış bir ütopya değil; herkesin katkısıyla mümkün kılınacak bir gerçekliktir. Bu süreç yalnızca siyasetçilerin değil, her bireyin sorumluluğudur. Geçmişteki çatışmaların izlerini silmek, yaraları kapatmak ve yeni bir gelecek inşa etmek kolektif bir çaba gerektirir.
Barış bir lütuf değil; herkesin eşit şekilde erişebileceği bir haktır. Bu hakkın tesis edilmesi, toplumun ortak sorumluluğudur. Barış, kelimelerle yazılan bir şiir gibi değil, düşünce ve eylemlerle şekillenen bir inşa sürecidir.
https://nupel.tv/alattin-bilgic-baris-bir-lutuf-mudur/
Bir el koyma rejimi olarak Cumhuriyet
Tamer Çilingir
Cumhuriyetin kuruluşu Rumların sadece Pontos’tan değil, tüm Küçük Asya’da katliamlarla öldürülmeleri ve oradan sürgün edilmelerinin tamamlanması ardından gerçekleşir. İttihat ve Terakki’nin 1910’lardan beri planı, öncelikle Hristiyanların bu coğrafyadan silinmesi ve Sünni Müslüman inancıyla Türk milli kimliği taşıyan yeni bir devletin kurulmasıdır.
https://politikart.net/yazi/bir-el-koyma-rejimi-olarak-cumhuriyet
Cumhuriyet demokratik miydi? Sonradan mı anti-demokratik oldu?
TOLGA GÜNEY yazdı: Oysa Türkiye'de cumhuriyetin demokrasi ile özdeşleştirilmesi gibi bir yanılgıya hep düşüldü. Cumhuriyet varsa demokrasinin de doğalında olması gerektiğini varsaydık. Demokrasiyi 5 yılda bir kullandığımız oylarla sağladığımızı düşündük. Son yıllardaki "sandığın değişim getirmeyeceği" söylemleri ise bizi "umutsuzluğa" düşürdü. Fakat sandığın hiçbir zaman demokrasi getirmediğini görmedik.
“Cumhuriyet 101’inci yaşına giriyor. Artık koca bir ihtiyar olan cumhuriyet, son 22 yıllık dönemle birlikte sistemsel hatalar veriyor, orasından burasından yapılan yamalar da tutmuyor” ve “Yeni Anayasa tartışmaları, dokunulmaz maddelere dokunulması, Kürt sorunu, Yeni-Osmanlıcılık hayallerinin Türkiye’yi Ortadoğu’da içine çektiği bataklık, ihtiyar cumhuriyeti de bir çıkmaza soktu” gibi söylemler muhalif basında sıkça yer alıyor.
Fakat cumhuriyet gençlik zamanlarında nasıldı? Sürekli “demokrasi” ile özdeşleştirilen cumhuriyet gerçekten de demokratik miydi? Yoksa son 22 yılda mı demokrasiden çıkıldı. Kavramlara yüklediğimiz anlamlar ile onların pratikteki karşılığı birbiri ile örtüşüyor mu? Fikret Başkaya, Başka Bir Uygarlık için Manifesto kitabında cumhuriyeti anlatırken, kavramların içinin boşaltılarak bir manipülasyon aracı olarak kullanıldığını vurguluyor. Bunun bir “bilinç köreltme” olduğuna dikkati çekiyor ve “Türkiye’deki rejime 1923’ten beri cumhuriyet deniyor ama bu zaman zarfında adından başka ‘gerçek’ cumhuriyetle pek ilgisi olmadı. Zira o tarihte sadece rejimin adı değiştirilmişti. Anayasaya, resmi binaların ön cephesine, resmi kağıtlara, sınır kapılarına cumhuriyet yazıldı diye oradaki rejimin cumhuriyet olması gerekmiyor” (1) diyor.
Müslüman-Türk devlet geleneği
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş bir bakıma monarşiden cumhuriyete basit bir geçişken, yeni ülkede de Osmanlı’nın izleri devam etti.
“Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet ‘kutsal’ sayılırdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun budanmış, ufalmış doğrudan devamı olan Cumhuriyet döneminde de devlet kutsal sayılmaya devam etti. Oysa devletin kutsal sayıldığı yerde, cumhuriyetten söz etmek abesle iştigaldir. 1923’te devlet kurulmadı, devlet olduğu yerde duruyordu. Sadece devletin adı değiştirildi. Cumhuriyetin 29 Ekim 1923’te ilanı da bildik bir hükümet darbesinin sonucuydu.” (2)
Zaten ne kadar farklı olması beklenebilirdi. Abdülhamit ile başlayan İttihat ve Terakki ile devam eden ve 1923’te neredeyse tamamlanan Hristiyan azınlıklardan kurtulma projesi yeni cumhuriyetin de kuruluş kodlarından oldu. Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi kitabında bu projenin uygulanmasında Müslüman merkez ile Müslüman taşranın ortaklığını vurgularken, “Birliğin ortak düşüncesi ve duygusu İslam, amacı ise Yunanları/Rumları, ve Ermenileri Anadolu’dan atmaktı” (3) diyerek ikisi arasında bir birlik kurulduğunu anlatıyor. 1913-1923 arası Müslümanlık Sözleşmesi (sermayenin Müslümanlaştırılması) 1923 sonrası ise günümüzde de süren Türklük Sözleşmesi Barış Ünlü’nün de vurguladığı gibi ülkenin kurucu sözleşmeleri oldu. 1923 sonrasında da Anadolu ve Pontos’ta Rumların Yunanistan’a zorunlu göçü, Trakya Yahudilerine uygulanan pogrom, 6-7 Eylül Pogromu, Gazi, Maraş, Çorum, Madımak gibi toplu katliamlar ya da Rahip Santoro, Hrant Dink ve Zirve Yayınevi katliamı gibi cinayetler devam etti.
Cumhuriyet tarihi: Darbeler tarihi
Tek dil, tek din, tek mezhep, tek ırk hatta son 10 yıllık süreçte tek partiye dönüşen bir anlayışa dayalı cumhuriyetin ne kadar demokratik olduğunu söyleyebiliriz? Buna kendileri bile inanmamış olacaklar ki demoklesin kılıcı 1960 ve 1980 askeri darbeleri ile 12 Mart 1971 ve 28 Şubat 1997 muhtıraları olarak sivil siyaset üzerinde sürekli olarak sallanıp durdu. Darbeler sonrasında siyasi partiler, sendikalar, dernekler, gazeteler kapatıldı, onlarca kişi idam edildi, cezaevlerinde öldürüldü, binler tutuklandı, on binler ise ‘aylarca’ gözaltında kaldı, seçimler ertelendi, şaibeli referandumlar yapıldı. Cumhuriyete sahip olmanın illa da demokratik bir ülkeye sahip olmak anlamına gelmediğini her on yılda bir yaşanan darbeler, pogromlar, siyasi cinayet ve linçlerde bizzat yaşadık. Başkaya bunu “İşte bir devlet tarafından verilmiş bir nüfus cüzdanına sahip olmak, 4-5 yıl arayla önüne konan sandığa oy atmakla yurttaş olunmaz. Zira birtakım hakların tanınması, pratik yaşamda o hakların reel bir karşılığı olduğu anlamına gelmez. Kaldı ki kazanılmamış haklar, verilmiş haklar her zaman kolaylıkla geri alınabilir” (4) diyerek özetledi.
‘Özgür yurttaş’ aldatmacası
Sivil siyasetin ne kadar demokratik zeminler üzerine kurulduğu ise Susurluk’ta yaşanan “kaza”da ortaya çıktı. 3 Kasım 1996’da saat 19.25 sularında Balıkesir-Bursa kara yolunda Susurluk ilçesinde yaşanan trafik kazası, devlet-polis-mafya ilişkilerinin ortaya çıkması ile Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli skandallarından biri oldu. Kazada arabada olan DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak yaralı olarak kurtulurken, İstanbul Kemalettin Eröge Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ, “Mehmet Özbay” sahte kimlikli mafya lideri Abdullah Çatlı ile Gonca Us öldü.
Askeri darbeye bile ihtiyaç kalmadan askeri kamuflajlarla poz veren başbakanlar, adı sık sık faili meçhul cinayetlerle anılan bakanlar, son olarak gelinen aşamada tüm erklerin tek adamda toplandığı bir rejimin kurulduğu bir “sivil” siyaset gördük. Oysa Türkiye’de cumhuriyetin demokrasi ile özdeşleştirilmesi gibi bir yanılgıya hep düşüldü. Cumhuriyet varsa demokrasinin de doğalında olması gerektiğini varsaydık. Demokrasiyi 5 yılda bir kullandığımız oylarla sağladığımızı düşündük. Son yıllardaki “sandığın değişim getirmeyeceği” söylemleri ise bizi “umutsuzluğa” düşürdü. Fakat sandığın hiçbir zaman demokrasi getirmediğini görmedik. Çünkü “bir kavram olarak cumhuriyet, insanı olduğu gibi değil, yaptığı şeyler temelinde dolayısıyla da öznelliği çerçevesinde ele alan bir düzendir” (5) gerçeğini hiç bilmedik. Yurttaşlarını özne yapması gereken cumhuriyet, Osmanlı’dan aldığı mirasla yurttaşa tebaa olarak bakmaya, onu nesneleştirmeye devam etti. Cumhuriyetin temel ilkelerinden olduğu söylenen “özgür yurttaş” ne zaman işverenden hakkını istese, ne zaman öldürülen kadınlar için sokağa çıksa, ne zaman köyünün maden veya enerji şirketi tarafından talan edilmesine karşı çıksa, karşısında cumhuriyetin asker ya da polisini buldu.
Yüzleri ‘kızarmadı’
Peru Sağlık ve Dışişleri Bakanlarının halktan önce covid aşısı olduğu için istifa etmesini, Yunanistan Denizcilik ve Ada Politikaları Bakanı’nın görevliler tarafından bir yolcunun denize atılması sonrası istifa etmesini, Japonya’da 4 bakanın bağış toplama etkinliklerinden elde edilen geliri tam olarak bildirmediği için istifa ettiğini, İtalya Kültür Bakanı’nın sevgilisini danışman yaptığı için istifa ettiğini, İngiltere İnsan Hakları ve Anayasadan Sorumlu Adalet Bakan Yardımcısının, covid yasaklarını delerek evinde parti düzenlemesi sonrası istifa etmesini, yine Peru’da 6 bakanın lüks saatler kullandığına ilişkin çıkan haberler sonrası istifa etmesi ve buna benzer onlarca haberi okurken bunlar bize hep “ilginç” geldi. Çünkü biz bunlara alışık değildik, Türkiye’de Susurluk sonrası bile istifa yaşanmadı. Sokaklara çıkıp “Hükümet istifa” derken bile bunun gerçekleşmeyeceğini, çünkü evinde ayakkabı kutularında paralar bulunan bakanların da, yeni doğan bebeklerin yoğun bakımda katledilmesi sonrası mevcut Sağlık Bakanı’nın da istifa etmediğini biliyoruz.
Susurluk’ta sıradan yurttaşların bilmediği, devletin mafya ile bu kadar iç içe olduğu gerçeği ortaya çıkmış, toplumda şok yaratmıştı. Sonraki süreçte ise bu ilişki adeta doğallaştı. İktidar ortağının cezaevinden çıkan mafya liderleri ile poz vermesinin ötesinde, Türkiye’nin Balkan mafya baronlarının üssü haline geldiği, birçoğuna vatandaşlık dahi verildiği ortaya çıktı. Fakat mafya ile siyasetin alenen iç içe geçtiği bu süreçte de istifa hiç beklenemezdi.
Gereken şey: Demokratik bir cumhuriyet
Şimdi oturup düşünmemiz gereken, cumhuriyetin demokrasi ile nasıl buluşturulacağı olmalı. Tekçi anlayışı reddeden, geçmişle yüzleşen, üzerine kurulmuş olduğu Türklük Sözleşmesi’ni reddeden yeni bir cumhuriyeti tartışmalıyız. Bu cumhuriyetin mutlaka çoğulcu, demokratik, özgürlükçü, doğadan yana olması gerektiğini unutmayalım.
KAYNAKÇA
1 Fikret Başkaya, Başka Bir Uygarlık için Manifesto, Yordam, sf. 217
2 Fikret Başkaya, Başka Bir Uygarlık için Manifesto, Yordam, sf. 217-218
3 Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, Dipnot Yayınları, sf. 149
4 Fikret Başkaya, Başka Bir Uygarlık için Manifesto, Yordam, sf. 220
5 Kadir Cangızbay, Hiçkimsenin Cumhuriyeti, s. 25
https://siyasihaber9.org/cumhuriyet-demokratik-miydi-sonradan-mi-anti-demokratik-oldu/
Faşizmin Halleri
Tanıl Bora
MHP’nin 18 Nisan 1999 genel seçimlerindeki başarısını değerlendirirken, “faşizm” kavramının kerteleriyle ilgili yazdığımızı hatırlatalım, önce:
“Faşizmin üç düzlemini ayırdetmek gerekir: rejim/devlet biçimi düzlemi, örgütlü faşist hareket düzlemi, sıradan/gündelik faşizm (veya ‘kök-faşizm’)... Türkiye’de devlet rejimi, ‘total’ anlamda faşist olarak tanımlanamaz -2. Dünya Savaşı sonrasında ‘total’ anlamda faşizmin tarihsel devrini tamamladığını düşünüyorum; hele ’90’ların dünyası, son derece eklektik ve ‘esnek’ olan post-faşizmin devridir-, ancak güçlü faşist rejim unsurlarını barındırır (olağanüstü hukukun ve “istisna”nın olağanlığı, millî eğitim ideolojisi...). Örgütlü faşist hareket ise -tıpkı neo-faşizmin evrensel gelişmesi gibi- büsbütün müstakil bir hareket olarak düşünülmemelidir; ideolojik açıdan resmî ideolojiyle ve vasatî milliyetçi-muhafazakâr ideolojiyle ‘haddinden fazla’ eklemlenmiştir, söylemsel ve ideolojik özgüllüğü sınırlıdır, görelidir; buna bağlı olarak, örgütsel açıdan da klientelist ilişkilere yine ‘haddinden fazla’ gömülüdür. Sıradan faşizmin gündelik hayatta, dilde anlık, kendiliğinden -bazen de gayet ‘şenlikli’ biçimde- uç veren görünümleri ise Türkiye’de hayli yaygındır, MHP’yle kâim değildir. Neticede, politik açıdan böylesine semirmiş bir MHP olmadan da, Türkiye’de faşizmin ögeleri kuvvetliydi, kuvvetlidir. Kuşkusuz şimdi, sadece nicel düzeyde kalmayan bir değişim mümkündür: sözünü ettiğimiz üç düzlemin senkronizasyonu ve yoğunlaşarak eklemlenmesi, elbette ciddi sonuçları olacak, korkulacak bir gelişmedir. Fakat, daha az korkutucu sayılmamak kaydıyla, bu süreçte darbe benzeri bir kopuştan ziyade bir sürekliliğin, ‘ele geçirme’den ziyade ‘sirayet etme’ kipliğinin damgası olduğunu görmeliyiz. Böyle görmek ne değiştirir? Galiba en önemlisi ruh halini değiştirmesi gerekir; meselenin, uzun menzilli ve sabırlı bir uğraşı gerektiren çok cepheli bir mesele olduğunu bilerek davranmayı gerektirir.”[1]
Şimdi, bir yıl sonra, faşizmi çözümlemeye ilişkin bu kavramsal ayrımları ve Türkiye’de faşizmin görünümlerini biraz daha açımlamaya çalışalım. Elbette kapsamlı kuramsal uğraşı gerektiren bu mesele bir dergi yazısında bitirilemez; burada ancak bazı temel iddiaları, tezleri tartışabiliriz. Bu kuşbakışı değerlendirme, deneme uslûbunda, kaynak atıflarına alıntılara yer vermeden yapılacak.
FAŞİZMİN GÜNCELLİĞİ
Faşizmi iki dünya savaşı arası krize özgü olmuş-bitmiş bir olgu olarak tarihin uzak raflarına kaldırmaya dönük bir yorum, hemen her yerde yaygın ve egemendir. Bu egemen-statükocu görüş, kapitalizmdeki faşizm köklerini görmez: Faşizmin kapitalist sistemin iktisadî-toplumsal ve politik buhranına bir çözüm seçeneği olarak işlev görebilmiş olduğunu, faşist hareketin saiklerinin, ‘güdülerinin’, kapitalist toplumun metalaştırıcı/yabancılaştırıcı süreçlerinin ve rasyonalitesinin insanî-beşerî ilişkilere kazandırdığı karakterden neş’et ettiğini düşünmez. Faşizmin tezahürlerini ancak popüler malûmatta yer etmiş meşhur Nazi ve Faşo alâmetlerine açıkça benzediğinde teşhis edebilmek, bu bakışın yaygın bir özelliğidir. O zaman da bu tezahürler bir ‘hortlama’ olgusu olarak ele alınır; eskide kalmış, geçersizleşmiş ve “zararlı” bir akıma fanatizm eseri kapılmış sapkınlara özgülenir. Faşistlik ithamına marûz kalan radikal milliyetçiler, daima, faşizmi Alman Nasyonal Sosyalizmine ve İtalyan Faşizmine, yani başka milletlere özgü akımlar olarak dışlaştırarak bu teşhise yapışırlar.
Oysa, öncelikle sosyalistler, faşizmin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kökünün kuru(tul)madığına emindir. Faşizmin bir rejim olarak tekerrür etmediği ileri sürülebilir - ki bu sav da şüphelidir; halihazırdaki egemenlik sistemlerini faşizmin mutasyonları olarak görmek mümkündür, buna değineceğiz. Faşist hareketlerin marjinalleştiği söylenebilir - ki hiç de kıyıda-köşede kalmamış faşist hareketlere, illâ iktidara gelmeseler bile, birçok örnek verilebilir. Ama en sarih olanı, faşist ‘güdüler’in, “kitle ruhu”nun ve davranışların, kısacası sıradan faşizmin, ‘renklenerek’, capcanlı berdevam olduğudur. Dahası, neo-faşizm (ya da post-faşizm), sıradan faşizmle doktriner ve örgütlü faşizm arasındaki uçuruma sağlam bir köprü kurmaya yetenekli görünüyor. Faşizmin kapitalizmle hemâhenk biçimde modernleşmesinde katettiği mesafe, ‘klasik’ faşizmden farklı bir faşist rejim ihtimalini pekâlâ gündeme getiriyor.
Sosyalistlerin faşizme bakmaktaki zaafları ise, birincisi bu konuyu bir hizmet içi eğitim materyali ve bilenme idmanı olarak almak, ama jargon dışına çıkarak kendi dışlarındaki kamuoylarına anlatmaya pek iltifat etmemek; ikincisi, buna bağlı olarak, her vesileyle faşizm alarmı veren telâşe memurları görünümü sergilemektir. Faşizmin özgül kertelerine ve bunlar arasındaki uyumlara ama aynı zamanda intibaksızlıklara, faşistliğin tezahür ve nüfuz mekanizmalarına olan merakını -ki bu bir “hayat bilgisi” olmamalı mıydı?- yitirmiş, kitabî, dogmatik anti-faşizm, bu musibetin adını şeytanın adı gibi zikretmeyi, ona karşı bir direnç oluşturmaya yeterli sayar. Neyin niçin faşist olduğunu, bırakalım onu, faşistlik teşhisi konan failin ya da olgunun niye “kötü” olduğunu üçüncü şahıslara anlatma yeteneğinden mahrûm hale gelmiştir. Oysa faşist etkenlerin, yineleyelim, kapitalist modernizmle hemâhenk bir biçimde modernleştikleri, ‘esnekleştikleri’, fragmanlaştıkları, anlık (spontan) hale geldikleri velhâsıl karmaşıklaştıkları bir zamanda, her şeyden evvel taze bir meraka ve bilgilerinde, görgülerinde, hatıralarında bulunmayan bir tepkiyi insanlarda husule getirebilmek için çok zahmete ihtiyaç var.
FAŞİZMİN HALLERİ: REJİM - HAREKET VE İDEOLOJİ - SIRADAN FAŞİZM
Faşist rejim - faşist rejim unsurları
“Faşist” sıfatını uluorta, olur olmaz kullanırken bizi ihtiyata sevketmesi gereken temel mülahaza, tam teşekküllü bir faşist rejimin, başka bir şeyle kıyası yapılarak küçümsenemeyecek ağırlıkta bir felâket oluşudur. Faşist diktatörlük rejimleri, topyekûn toplumsal denetimi, bu denetimin vasıtası olarak korporatif temelde sıkı bir “örgütlü toplumu”, dinsel mâhiyette bir devlet kültünü, yoğun bir ırkçı-milliyetçi ritüel ekonomisini, bu tapınma etrafında hep yeni vesilelerle tavda tutulan bir toplumsal seferberliği, komünizmin insanî-ahlâkî problemlere dek tüm sorunların kaynağı bir salgın hastalık olarak şeytanlaştırılmasını, millî düşman ya da “zararlı” veya “aşağı” addedilen insanların/toplulukların tenkilini, arzulanan her hedefe muktedir olunabileceği cinneti içinde hudutsuzlaşmış bir araçsal rasyonaliteyi, millî hedeflerle bu araçsal rasyonaliteyi bağdaştıran asketik bir çalışma ve üretim etiğini, askerîleştirme ve sembolik ve fiilî savaş hazırlığını, olağanüstü semiren ve başına buyruklaşan baskı aygıtının teknisyence zulmünü tesis etmiştir. Kâmilen faşist bir rejim, -belki başkalarını da ekleyebileceğimiz- bu temel unsurların bütünlüklü, tutarlı bir sistematiğidir. En mükemmel tarihsel örneği kuşkusuz -Troçki’nin daha ‘henüz’ İtalyan Faşizmi sahne almışken uyarmış olduğu gibi- Nazi Almanyası’dır; İtalyan faşizmi, 2. Dünya Savaşı arefesindeki Japon faşizmi, İspanya’da Franco diktatörlüğünün bilhassa öz-Falanjist dönemi, en sarihleri Arjantin ve Şili olmak üzere bazı Latin Amerika askerî diktatörlükleri, o derece ‘mükemmel’ olmasalar da yine yeterince bütünlüklü faşist rejim örnekleridir. Nazi Almanyası’nın ‘üstünlüğü’, faşizmin modern bir olgu oluşunu da yansıtır. Kapitalizm-öncesinde de, kapitalist modernliğin sınıf toplumu yapılarının yerini kitle toplumu yapılarının tutmaya yöneldiği iki savaş arası evresi öncesinde de baskıcı, tahakkümcü rejimler vardı - faşizm ise, ancak bu karmaşık ve çok yönlü totaliter aygıtın işleyebileceği daha geç bir modernlik evresinde mümkündür.
“Burjuva demokrasisi” ya da başka baskıcı-otoriter rejimler ile faşizm arasındaki farkı yüzeysel sayan ultra-solcu yorumlarla yapılan, ‘sahici’ faşizmi hafife almak ve ‘normalleştirmek’ gibi çok ağır bir sorumsuzluktur. Bu sorumsuzluğa karşı uyarmak, 2. Dünya Savaşı sonrası ‘normal’ kapitalist rejimlerin ithal ettiği faşist rejim unsurlarını görmezden gelmeye yol açmamalıdır. Faşizmden, kapitalist ekonomik-politika ve yönetim tekniğinde modernleştirici bir değişim deneyimi olarak pekâlâ yararlanılmıştır. Keynesyen iktisadiyat ile nasyonal-sosyalist tam istihdam ve kitle tüketimi politikaları arasındaki benzerliğe çok dikkat çekilmiştir. Neo-korporatist politikalar, sosyal demokrasinin saadet onyılındaki uygulamalarıyla bile, faşist rejimlerin mirasını akıllara getirmiştir. Burada tam anlamıyla faşist rejim unsurlarından değil, geçişlere, alışverişe elveren bir sorunsal ortaklığından söz ediyoruz.
“Faşist rejim unsurları” olarak tanımlanabilecek hususlara gelecek olursak... Doğrudan doğruya “Nazi ideologu” denemeyebilirse de nasyonal-sosyalist hukuk ve devlet felsefesinin ‘evrensel’ kuramsal damıtımını yapan Carl Schmitt’in özellikle son on-onbeş yılda siyaset bilimi literatürünün bellibaşlı ilham kaynakları arasında yer alması tesadüf değildir. Schmitt, istisnayı, “olağanüstü hal”i belirleme erkini, egemenliğin temel belirtisi, ‘tözü’ sayar; zira hukuk kendi kendini gerçekleştiremez, onu yürüten iradeye muhtaçtır ve devlette mündemiç bu iradenin sürekli yeniden temsil edilmesi, ‘kendini göstermesi’ gerekir. Schmitt’in kuramsal inceltme/damıtma işleminden geçsin geçmesin... “olağanüstü hal”le, “âcil hallerde demokrasinin sınırlanması”yla ilgili ‘normal’ kapitalist devlet pratiğinde, faşizm tecrübesinin ilham verici etkisi vardır - bu ilham kaynağının da dolayımı ne olursa olsun, olağanüstü hal rejimlerinin normal-istisnalar olarak kurumsallaşması, ‘normal’ rejimler bünyesinde yerleşik bir faşist rejim unsurudur.
Buna bağlı olarak baskı aygıtının, polisin göreli özerkliğinin güçlenmesi, hele bu durum yasayla temellendirilmese bile korunup kollanan bir fiilî ceza tayini ve infazı yetkisiyle ‘taçlandığında’, bir faşist rejim unsurudur. Nazilerin Gestapo (Gizli Devlet Polisi) tecrübesi de bu bakımdan “demokratik rejimler” için eğitici olabilmiştir.
Gladio olayı, çarpıcı bir örnektir. Malûm, 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa kıtası çapında yaygın bir faşist paramiliter ilişki şebekesi, ‘normal’ demokratik kapitalist devletler bloku tarafından bir anti-komünist direniş gücü olarak işe koşulmak üzere transfer edilerek donatılmış ve himaye altında kadro takviyesi yaparak yenilenmesi sağlanmıştı. Gladio, komünizm ya da Sovyet nüfuzu tehdidine marûz olduğu varsayılan demokratik rejimlerin bünyesi içinde yuvalanmış resmî-illegal bir faşist nüve, bir faşist rejim unsuru idi.[2]
Faşist rejim unsuru olarak işlev gördüğü tartışılabilecek bir başka etken, özellikle medyaların büyüdüğü, çoğaldığı, tesir ve menzillerinin arttığı son onyıllarda, kitlesel reklam-tanıtım kampanyalarının, medya-merkezli âyinlerin rıza ve meşruiyet üretme mekanizması olarak baskınlaşması, ‘kamuoyu’nun bu “gösteri toplumu” tezahüratı altında bir simgesel tören atmosferinde ‘kaynayıp’ buharlaşmasıdır. Nazi Propaganda Bakanı Goebbels’i imrendireceği kesin olan çağdaş medya saltanatı, faşist bir doktrin tarafından yönlendirilmiyor, bu alanda bir ideolojik ve simgesel mücadele hüküm sürmekte. Lâkin imaj bombardımanının, gösteriselliğin, televizüel rutin-ve-geçicilik düzeninin ‘akıl tutulmasına’ yol açabilen kamaştırıcı etkisinde faşizan bir potansiyelin soluk aldığını söylemek boş bir iddia değildir.
Her halükârda, faşist rejimler ile faşist rejim unsurları arasında ayrım yapmak gerekir. Bir dizi faşist rejim unsurunun tezahür ettiği otoriter veya totaliter rejimler söz konusu olabilir; fakat bir faşist rejimden söz edebilmek için, faşist rejim unsurlarının faşist bir hareket ve ideolojinin yönetimi altında bütünlüklü bir şekilde eklemlenmesi gerekir. Tekrarlayalım: Her baskıcı ve zalim otoriter rejimi “faşizm” adıyla tescillemek, faşizmi otoriterliğin bir derecesine indirgemek ve küçümsemektir. Yapısal faşizan unsurların kesafet kazandığı otoriter rejimler, lânetli “faşizm” kem-sözünü kullanmamıza gerek olmadan da yeterince vahimdir - ama faşizm başka bir şeydir!
Faşist hareket ve ideoloji
Dimitrovgil anti-faşist reçetelerin en büyük zaafı, faşizmin olmazsa olmaz bir unsuru olarak faşist hareketi görmezden gelmeleridir. ‘Son kertede’ sermayeye hizmet ettiğine, sermayenin diktatörlüğünü yürüttüğüne yapılan aşırı vurgu, faşizmin üstelik alt sınıfları seferber eden kitle dinamiğinin görmezden gelinmesine yol açar. Söz konusu vurgu, 1930-40’ların koşullarında, tam da faşizmin “işçi partileri” suretinde ortaya çıkmasına sosyalist partilerin gösterdiği tepkiye dayanır. Kaba veya zarif biçimde, faşizmin alt sınıflara hitabının demagojik niteliğine dikkat çekme cehdini yansıtır. Ancak işçi sınıfını “kendi-için bilinciyle”, “insanın kendi yeteneklerine ve imkânlarına yabancılaşmasının en keskin semptomu” (Ernst Bloch) olmasıyla değil de gündelik, dolayımsız “kendinde bilinciyle” ‘tözsel’ bir özne olarak tasavvur etmeye kilitlenen yerleşik komünist partilerin bu bilinçlendirme cehdi, sınıfın ‘sahih’ temsiline ilişkin bir iddialaşmadan ileri gitmemiş, aydınlatıcı olamamıştır. Faşizmin kitle bağları ve özellikle ezilen-alt sınıflara nüfuzu, onun gücünün ve ondaki trajedinin anahtarıdır oysa. Faşizm, ancak o kitle bağları ve alt sınıflara nüfuz gücüyle bir güç olur ve iktidar seçeneği haline gelebilir. Faşizm, Frankfurt Eleştirel Okulu’nun temsilcilerinin ızdırapla söyleyip durdukları gibi, baskılanmış, iradesizleştirilmiş, rüşdsüzleştirilmiş kitlelerin baskıcı, iradesizleştirici, rüşdsüzleştirici bir düzene şevkle katılmalarını sağladığı için vahim ve trajiktir. Bu vahamet ve trajedideki çileden çıkarıcı saçmalık, sosyalist ruhbanı, faşizmin bu sırrını -eninde sonunda sermayenin tasarladığı- muazzam bir “kandırmaca” ve yanlış-bilinç olarak tasvir etmeye itmiştir. Bu yorum, uçlaştıkça, ki komplocu bakışın tabiatı icabı uçlaştırılmayı tahrik eder, körleştirir. Sadece bu vakıayı ortaya çıkaran toplumsal süreçlere körleştirmez, sosyalist düşünüş açısından asıl vahimi, insanî öznelliklerin değişme ve değiştirme potansiyellerine körleştirir. Faşist hareket bir yerlerde tasarlanmış bir komplo, donatılıp toplum içine salınmış bir çete değildir. Belirli toplumsal tepkilere hitap eden, belirli bir toplum ve dünya tasavvuru olan, bu tasavvuru ve eylemiyle birtakım toplumsal, ideolojik, psişik zeminlerle titreşime geçmesi de hiç zor olmayan bir harekettir.
Klasik faşist hareketler, ağırlıkla, hızlanan kapitalist modernleşme süreçleriyle toplumsal statülerini yitirmeye başlayan geleneksel orta sınıflarda ve işsizleşme tehdidiyle karşı karşıya gelen işçi sınıfında taban bulmuştur. Bu sürecin atomize edici etkisiyle ve geleneksel toplumsal bağların kalıntılarının da güçlü bir darbe almasıyla tutamaksızlaşan bu kitleler, Dünya Savaşı travmasının, siyasal ve yönetim temsil düzeninin buhrana girmesinin de maneviyat bozucu, zihin bulandırıcı etkisi altındaydılar. İki dünya savaşı arası dönem, gerçekten de bu altüst oluşların sarstığı, ‘hassas’ bir dönemdi. Kapitalist modernleşmeyi görece geç ama ‘iddialı’ idrak eden ülkeler olarak Almanya, İtalya, Japonya’da daha derin yaşanan bu sarsıntı; egemen sınıflarının dünya savaşındaki tatminsizliklerini ‘ulusal duygu’ olarak transfer etmeyi başarmasıyla, bir millî ‘diriliş’ ve rövanş arayışına vesile olabildi. Faşizm, bu zemin üzerinde, toplumsal yıkımın -özellikle Almanya’da- güçlü bir alternatifi olarak görünen komünizmin vaadlerini, bir yandan orta sınıfların ve bizzat işçilerin statü kaybını kalıcılaştıracak bir felâket olarak resmedip, diğer yandan “millî kurtuluş” söylemiyle dönüştürüp devralarak hegemonya kurdu. Yerleşik işçi sınıfı örgütlenmesi ve alt-kültüründeki -özellikle Almanya’da- otoriter davranışa yatkın milliyetçi saikler içermesinin ve komünizmin bir Bolşevik-Rus millî davası olarak algılanmasının -ve SSCB’nin bu algılamaya sağladığı kolaylıkların- bu sürece tesiri ayrıca tartışmaya değerdir.
İki dünya savaşı arası dönem, global bir ‘dünya gözü’nün daha fazla açıldığı, kıyametçi ve iyimser-gelecekçi fantezilerin insanları sarhoş ettiği ‘özel’ bir dönemdir, ama biricik değildir: Bu dönemin karakteristik özelliği, tekrarlayalım, kapitalist modernleşmenin ivmesinin, nüfuz gücünün bir hamleyle artması ve bu ivmenin geleneksel veya daha önceki modernlik evresine ait bağları çözerek geniş toplulukları tutunumsuz bırakması; bu sosyal karışıklığın yol açtığı aidiyete, geleceğe ilişkin kaygıların, topyekûn topluma (millete) dönük olduğu varsayılan bir tehdit algısıyla reaksiyona girmesidir. Bu tabloyu, aynı şiddette bir krize yol açmasa bile, 1945 sonrasında muhtelif zaman kesitlerinde ve muhtelif coğrafyalarda görebiliriz - muhtelif faşizm alâmetleriyle beraber...
Faşist hareket ve ideolojinin, geleneksel ve onun yanında görece eski-modern statü ve bağları sallantıya girdiği ölçüde çözülmeye, anonimleşmeye giden ve anonim bir varoluşla ilgili psişik-ideolojik ve toplumsal-örgütsel hazırlıksızlık hali içinde reaksiyonerleşen geleneksel orta sınıfların ve işçi sınıfının kütleleşme, güruhlaşma potansiyeline hitap ettiğini söyleyebiliriz. Bu potansiyele, insanların o “kütlesel”, anonim varoluşunu anlamlı bir aidiyet olarak yeniden-tanımlayarak hitap eder. Kütleye, somut tutunum ve kazanım imkânları sağlaması yanında tantanalı bir sloganlar, simgeler, törenler zinciriyle cezbeden örgütsel performansı aracılığıyla, organik bir topluluk imgesi ve öz-imgesi kazandırır; bu şebekeye bağlananlarda bir tür ilkel/ilksel özsevgiyi (“okyanussal benlik”) kışkırtır. Kütle, rahim olur. Bugün ve gelecekle ilgili derin kaygıları olan kütlesini, ezelî-ebedî bir düzen mitosunun ihyâsını vaadederek mânen rahat ettirir.
Faşist ideoloji, alt sınıflara, aşağıdakilere, ezilenlere, “küçük adam”a hitap eder. Sosyalizm de yapıyordur bunu: Ezilenlerin ve özgül olarak da işçi sınıfının içinde bulunduğu “insanlık durumunun”, neticede ezenleri/sömürenleri de insanlık nâmına haleldâr eden sebeplerini aşmayı hedef göstererek. Faşizm ise, bütün enerjisini “küçük adam”ın kör öfkesini okşamaya, onun içinde bulunduğu sıkıntının müsebbibi olarak şeytanî bir düşman imgesine nişan almaya hasreder. “Küçük adam”ı küçük olmaktan, küçük ve dar bir varoluştan taşırmayan, eninde sonunda onu küçültülmüşlüğü, ezilmişliği içinde yüceltmeye, tatmin etmeye, kendini önemli hissettirmeye dönük bir enerjidir bu. Düşman figürü, “küçük adam”ın sıradan-ama-saf-ve-temizliğiyle yüceltilmesine vesile olan özsel (ırkî/millî) kimliğin karşıtında tanımlanır; faşizmin anti-kapitalizmi, kapitalizmin millî bünyeyi tahrip eden “yabancı” karakterinden ötürüdür.
Faşizmin en çok ‘ünlenmiş’, harcıâlem belirtisi, ırkçılıktır, onunla birlikte de ‘aşırı’-milliyetçilik. Irkçılık ve ‘aşırı’-milliyetçiliğin, mutlaka silsile içinde bulunması gerekmez; ırkçı temelli milliyetçiliğin mucidi de faşizm değildir. Irkçılık ve ‘aşırı’-milliyetçilik, kuramsal ve politik şahikâlarına tarihsel olarak faşizmde ulaşmış ve birbirlerine faşizmde sıkı sıkıya sarmalanmış olsalar da, faşizme özgü değildirler. Faşist hareket, tematik-programatik açıdan aslî ideolojik ilham ve başvuru kaynağını teşkil eden ‘aşırı’-milliyetçi ve ırkçı fikriyattaki özcü karakteri, sorunsalını belirleyen totaliter ve radikal dünya görüşü içinde uçlaştırmış, aşkınlaştırmıştır. Faşist ideoloji ırkçı-milliyetçiliği, bir politika ya da gelişme/kalkınma/kurtuluş/diriliş stratejisi olmaktan öte, bizatihî dünya görüşü ölçeğinde yeniden üretir. Doğuştan ‘verilmiş’, ezelden ebede giden ‘sahih’ bir üstün kimliğin oluşturduğu hâle, faşizmin hedef kitlesini tatmine uygundur. Özellikle görece ‘gecikmiş’, ‘bütünleştirme’ işlevinde tıkanıklıklarla karşılaşan ve ilmihâli, ‘idealleri’, mitik evreni vb. istikrara kavuşmamış bir milliyetçilik ortamı, faşist müdahaleye kolaylık tanır.
Faşizm, totaliter ve radikal sorunsalı ve özcü tematiğiyle, temel düşman figürleri olan “Yahudi”yi ve “bolşevik/komünist”i de özselleştirmiştir. Bunlar tesadüfî hasımlar değildir; ırkî-millî öze ezelden beri kasteden bir şeytanî ‘tini’ cisimleştirirler - ırkî-millî öz, onunla tarihsel mücadelesi içinde açığa çıkar, arılaşır. Faşist anti-semitizm ve anti-komünizm, karşısında müşahhas Yahudi ve müşahhas komünist olmadan da işleyebilir; tesadüfî, konjonktürel hasımlarını da ‘objektif olarak’ Yahudilikle, komünistlikle vasıflandırmaya mezundur.
Faşist hareketin sorunsalının totalitarizm ve radikalizmle belirlendiğini söyledik. Faşist ideoloji, hem modernizmin toplumsal yaşamı parçalamasına ve dolayımlamasına tepki, hem de komünist holisizme cevap olarak, totaliterdir. Liberal-demokratik düzenin tahammül edemediği gevşekliğine, ‘iktidarsızlığına’, mefluçluğuna mukabil, herşeye hâkim ve her alanda nâzım, heryerde hazır ve nâzırdır. Faşist hareket, onu doğuran toplumsal iklimin ufunetini, oradaki derin hoşnutsuzluğu, kaygıyı köklü çözümlerle giderme iddiasıyla ve “düşman”a karşı tavizsiz kararlılığıyla radikaldir. Faşist hareket, öze-dönüşçü muhafazakâr ideallerini kurucu bir iradeyle, inşâcı bir hamaratlıkla, modern araçları ‘sonuna kadar’ kullanarak gerçekleştirmeyi hedefler; gelenekçi ya da ihyâcı değil, modernist enerjisi çok yüksek, sentetik bir muhafazakârlıktır - muhafazakâr-devrimcilik de denmiştir buna. Komünist devrim ihtimali karşısında oynadığı karşı-devrimci rolde vurguyu sadece “karşı” önekine koymamak gerekir - bu aynı zamanda karşı-devrimci bir roldür; faşist ideolojinin kendince bir “topyekûn düzen değişikliği” hedefi vardır, kurulu düzeni tutkuyla aşağılamak onun sürekli gıdasıdır. Yıkmak ve yozluklarından arınmış olarak ‘arı-duru’ yeniden kurmak ister. Nitekim faşist hareketlerin iktidara gelmesinden sonra, ‘devrimci’ idealleri temsil eden radikal kanadın tasfiye edilmesi, klasik bir örüntüdür. Bu aşamada faşist hareket önderliği, egemen sınıfların rızası ve desteği karşılığında, bünyesindeki bu kaotik ve anarşik unsurları ehlileştirmeye girişir.
Bu vesileyle şunu da kaydedelim: Faşizm, klasik örneklerinde, büyük sermaye tarafından mahsus yaratılmak bir yana, onun açısından birinci tercih değildir. Her şeyden önce, faşist hareketin ‘kaotik’, hesaplanamaz durumlar yaratmaya meyyalliği nedeniyle değildir. Kuşkusuz büyük sermaye faşist hareketi -esasen komünist tehdide karşı- ‘kullanışlı’ bulmuş, meşrû görmüş ancak başka seçenekler tükenene dek iktidarı ona emanet etmekten sakınmış; faşist rejim altında da sermayenin çıkarları ile ‘öz’-faşist talepler arasında bir pazarlık ve zaman zaman gerilim ilişkisi varlığını korumuştur. Burjuva ideolojisi, faşist iktidarla münasebetini, onu ‘ehlileştirme’ hesabıyla yürütmüş, sonradan da böyle meşrûlaştırmıştır. Gerçekten de faşizmin büyük sermayeyle uyumu, karşı-devrimci yanının törpülenmesiyle doğru orantılıdır.
Faşist hareketin radikalizminin ‘popüler’ belirtisi, şiddettir. Faşizm, şiddeti en ‘sahih’ araç olarak benimser: Şiddet, davaya/ülküye tavizsiz bağlılığın, davası/kendisi dışındaki dünyayı ‘yakmayı’ göze almanın ifadesidir. Şiddeti bir değer olarak içselleştirmenin devamında, savaş yüceltisi, doğanın ve insanlık tarihinin bir savaş olarak tasviri, militarizm, güce tapma vardır. Şiddet aynı zamanda, aşağıdakilerin, ezilenlerin burjuva-liberal ve aydınlanmacı-sosyalist kültür tarafından ‘bastırılan’ yalınlığını, “doğallığını” kışkırtmanın aracıdır: Şiddet, “lâf” yerine erkekçe eylem demektir ve “süslü sözler söyleyemeyen basit adamın içinden geldiği gibi dosdoğru davranmasını” yansıtır. Bu veçhesiyle, düşünceyi, ideolojiyi ikame edebilecek kırattadır. Faşizmin -proleterleşme sürecindeki yarı-entellektüel kadrolarının hıncından beslenen- yapısal bir özelliği olan anti-entellektüalizmi, fizikî şiddetinin yanısıra, aşağılayıcı, hakaretâmiz demagojik dilinde de kendini gösterir. Şiddet, en ‘sahih’ araç olmanın yanında, cemaat oluşturucu ve anlam dünyası kurucu bir mecradır aynı zamanda; törendir, bazen eğlentidir.
Faşist hareket, çok açık, erkek bir harekettir; diyebiliriz ki, modern zamanların, kadınları kamusal alandan püskürtmeye dönük en ateşli girişimidir. Bunu da yine modern biçimde ve faşist kitle seferberliğinin doğasına uygun olarak, anneliğe ve hizmetçi-olarak-eşliğe indirgenmiş bir kadınlığın propagandasına bizzat kadınları koşarak yapar. Faşist ideoloji, erkekliği yalınlık, arılık olarak, sınırları çizili “zırh”-benlik olarak kurar, kadınlığı ise kaypaklık, bulaşıklık, tekinsizlik olarak, akıcı, gevşek benlik olarak. (Ki bu tasavvurda entellektüellik de kadınsıdır.)
Faşist harekette aklîliğin yerini doğallığın, içten-gelenin, ‘dürtü’nün, argümanın yerini aşkın anlamı yansıtan simgenin alması, lider kültüyle tamamlanır. Lider, peygambersi bir öğreti ve politika adamı olmanın ötesinde, bizzat bir simgedir. Beri yandan, liderin ölçülemez, kıyaslanamaz otoritesinin yanısıra, faşist hareketlerde polikratik bir yapı görünür. Çok sayıda lider, alt-lider, özel yetkili, çok sayıda makam ve mevki, kendi kadroları ve bağlıları ile çok-merkezli bir iktidar yapısı oluştururlar. Bunlar arasındaki -liderin birbirine karşı oynayarak kendi gücünü de yeniden ürettiği- mücadele, faşist hareketin ‘dinamizmi’ açısından önemlidir, ancak hesaplanamazlığı, kaotikliği beslemek gibi bir yan tesiri vardır.
Faşist hareketin ve ideolojinin aslî nitelikteki karakter unsurlarına değinmiş olduk. Kâmilen faşist bir rejim ile faşist rejim unsurları arasındaki fark gibi, burada da kâmilen faşist bir hareket ile faşist hareket unsurları veya motifleri arasındaki farkı vurgulamalıyız. Faşist hareket, değindiğimiz bu unsurları, faşist bir doktrin çerçevesinde sıkı bir örgütsel bağla eklemler. Klasik faşizmin sosyalist hareketten ilhamla geliştirdiği, her alana, her kesime nüfuz eden bir örgütlenme tutkusu vardır; ‘kütleyi’ kavrayıp bir bedenin uzuvları gibi kontrol edecek bir örgütlenme, faşizmin radikal ve totaliter fantezisinin ürünüdür. Böyle bir örgütsel ve doktriner bütünlük içinde eklemlenmediğinde ise, faşizan hareketlerden ve ideolojik unsurlardan ya da yönelimlerden bahsedilebilir.
Sıradan faşizm
Sıradan faşizm, faşizmin ele aldığımız ideolojik saiklerinin ve faşist hareket unsurlarının, doktriner bir çerçeveye oturmaksızın gündelik ideoloji içinde anlık veya sürekli olarak tezahür edişini, politik bir hedefe bağlanmaksızın, örgütsel bir yönlendirme olmaksızın kendiliğinden eylemlerde dışavurumunu anlatır. Sıradan faşizm, görece ‘masumâne’ biçimde gündelik ilişki örgüsünde, okulda, ergen-erkek âlemindeki ilişkilerde, işyerinde nüvelenebilir. Kalabalıkların “kütle” karakteri kazandığı ortamlarda, örneğin stadyumlarda, keza küçük grup dinamiğinin ‘çeteleşme’ ya da avcı güruhu karakterine büründüğü anlarda pıtrak verebilir. Medyanın olayları ve insanlık durumlarını çerçeveleme, sunma biçimlerinde kendini gösterebilir, ki sirayet gücü yüksek, dolayısıyla bilhassa tehlikeli bir mecradır bu.
Sıradan faşizmin kaynağı olarak, birçok düzeye atıf yapabiliriz: Haz potansiyelini baskılayan ve benliğin sınırlarını çizmesini önleyen (bireysel ve kurumsal) psişik süreçlere... Otoriter terbiye ve eğitim yapılarına... Sınıfsal ve toplumsal ayrışma mekanizmalarının yeniden ürettiği değersizleştirme ve dışlama mantığına... Metalaşma/yabancılaşmanın bireyleri atomize eden, tutunumsuzlaştıran, kaygıyı kronikleştiren etkilerine... Teknolojik (hele dijital-elektronik) imkânların, doğayı-toplumu-insanı matematik kesinlikle yönetmeye, düzenlemeye, tasnif etmeye dair kışkırttığı fantezilere... Kapitalist sistemde, piyasa toplumunda, modernizmde sıradan faşist ‘güdü’lerin üremesine dair kuramsal açıklamalar, illâ bu kavramı kullanmasalar ve bunda yoğunlaşmasalar da, 1940’ların ortalarında yapılan “otoriter kişilik” tetkiklerinden beri gittikçe zenginleşti - Marksizmle psikanalizin harmanlanmasının en yaratıcı olduğu izleklerden birisinin bu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu kuramsal çalışmalardan da biliyoruz ki, bu çağda ve bu dünyada sıradan faşizm etmenlerinin kökü sağlam ve ‘verimlidir’.
Sıradan faşizm, etki alanının genişliğine mukabil ‘ele gelmez’dir. Çok durumda faili belirsiz veya anonimdir, savunusu yapılmaz - hattâ fark edilmez, normal sayılır. Oysa, ‘hakikî’ bir faşist hareketle bağlantılı olmasa da başlıbaşına vahim bir politik problemdir ve sıradan faşizmi üreten ‘normalliği’ değiştirmek, anti-faşist ezberin asla altından kalkamayacağı çok boyutlu ve uzun vâdeli bir mücadelenin konusu olmalıdır.
NEO-FAŞİZM
2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da kurulan faşist partiler, “neo-faşist” sıfatıyla anıldılar. Bu partiler, 1980’lerin sonlarına gelene dek, bir ölçüde İtalya dışında, nostaljik nitelikli marjinal oluşumlardı. 1980’lerde, “merkez”e ait olduğu varsayılan ideolojik çizgiyle radikal ve muhafazakâr sağın malzemesini harmanlayarak hem sağcı bir hegemonya tesis eden hem de merkezi sağa doğru açan Yeni Sağ’ın peşinden; “neo” (yeni) sıfatını salt yeni kuşak partiler olmalarıyla değil gerçekten faşizmi yenilemeleriyle/modernleştirmeleriyle hakeden yeni-neo-faşist partilerin yükselişi geldi.[3]
Bu neo-faşist partilerin özellikle alt-orta sınıflardan ve işçi sınıfından buldukları desteğin temel âmili, refah şovenizmine eklemlenen yabancı düşmanlığıdır. Yeni-neo-faşist söylemde yabancılara dönük ırkçı aşağılama, onların işsizlik tehdidinin sebebi ve yerlilerin kaynaklarını kemiren asalaklar olarak takdim edilmesiyle popülerleşmiş, ayrıca “kültürel farklılık” vurgulanarak rafine edilmiştir. Bu, neo-faşizmin Batı’ya/Kuzey’e özgü veçhesidir.
Neo-faşizmin Batı/Kuzey-dışı dünyadaki hareketlerde de görülen, ‘evrensel’ denebilecek bir özelliği ise, neoliberal ilmihâli, verimlilik ve fayda söylemini benimseyerek, “rekabet gücü”nü bir mukaddes değer olarak tanıyarak, sosyal yükleri taşımak istemeyen yeni/modern orta sınıflara açılmalarıdır. Bu manevrayı, bu sınıfların tüketimci-zenginleşmeci ataklığını bir üstün kültürel kimlik modeliyle güzelleyerek ve bu kimliğin karşıtında bir yabancı-barbar imgesi kurarak yapar. (Göçmenler/yabancılar, hem işçilerin hıncının hem yeni orta sınıfların hırsının üzerine boca edilebileceği harikûlâde bir düşman imgesi olarak iş görürler.)
Yeni-neo-faşizmin eski-neo-faşizmi aşan ve post-faşizm teriminin türetilmesine cevaz veren asıl önemli farkı, programının ideolojik içeriğinden çok, söyleminde, örgütlenme ve eylem anlayışında beliriyor. Modernizmin hayatı karmaşıklaştıran, döngüsünü hızlandıran, fragmanlaşmayı arttıran ilerlemesi içinde, özellikle kamusallığın çoğullaştığı, politikanın medya-merkezli bir işleyişle idare tekniğine indirgenerek neredeyse ‘imkânsızlaştığı’ gidişine uyarlanarak, örgütlenmelerini ve söylemlerini ‘esnetiyorlar’. Doktrinin, programın, ideolojinin simgesel önemi de azaltılıyor, yerini aktüel çıkışlar ve ‘sahne performansı’ alıyor. Ritüeller, kültler, imaj oluşturma faaliyetinin gevşek dokusu içinde yumuşuyor. Topyekûn angajman isteyen sıkı örgüt yapıları, hareketin bekasını ve kontrolünü sağlayacak ölçekte kalırken; medyanın etkili kullanımına ve parti faaliyetlerine katılmayıp sadece oy verecek gevşek bir sempatizan ağının yaratılmasına ağırlık veriliyor. Böylelikle, başka kimlik aidiyetlerini de terk etmeden, sadece arada bir gösteriye katılma ya da oy verme zahmetine katlanan “haftasonu faşistleri”nin sayısı artıyor. Post-faşist akım içinde özellikle eski-neo-faşist damarın kabarık olduğu hareketlerde veya çeperdeki gençlik gruplarında sokak gücü ve örgütlü şiddet ‘anlamını’ koruyorsa da umumiyetle talileşmiş durumda.
Post-faşist gibi yeni bir sıfata başvurmayı gerektiren bir başka yenilik, yeni-neo-faşizmin rejimle, makro politikayla ilgili hedeflerinin muğlaklaşması, sınırlanması, karşı-devrimci karakterin sönükleşmesidir. Post-faşizmin topyekûn değişim iddia eden bir söylemi yoktur; mevcut düzenin çok da ileri gitmeyen bir revizyonuyla ‘yetinecektir’. Neo-faşist partilerin üst-orta sınıflara açılmasıyla doğrudan bağlantılı bir gelişmedir bu.
Post-faşizmin galiba en tehlikeli yanı, faşist hareketler ve ideoloji için bir potansiyel güç kaynağı olan sıradan faşizm etmenleriyle etkileşim kurmaya yetenekli oluşudur. Klasik faşizm, öncücü çizgisiyle, sıradan faşizm unsurlarını dönüştürmeye, işlemeye, örgütlemeye ihtiyaç duyardı. Post-faşizm, esnek ve popüler-medyatik bünyesiyle, sıradan faşizmin psişik, söylemsel ve eylemsel belirtileriyle titreşime geçebilir; onlara ‘ham’, kendiliğinden halleriyle, “bilinçlendirmeye” girişmeden seslenebilir ve onlardan yankı alabilir. Sıradan faşizmin fragmanter, dağınık, anlık dışavurumlarını stilize edip faşizan bir toplumsal-kültürel hegemonya istikametinde biriktirmeye dönük ‘sinsi’ bir stratejidir bu.
TÜRKİYE’DE FAŞİZM
Türkiye’de faşizmin soldaki yerleşik kullanımının esasen hasımları/düşmanları damgalamaya dönük olduğunu biliyoruz. Bu işlevsellik içinde, faşistlik yaftası, belirli bir dozun ilerisinde düşmanlık duyulan her hasma takılabilir. 1970’lerde geçerlilik kazanan “sömürge tipi faşizm” kavramı, büyük ölçüde, söz konusu işlevsel kullanımı kolaylaştırmaya yaradı. Rejimi ve rejimden yana -sağ- politik konumları tümüyle ‘objektif olarak’ faşist olarak telâkki etmeye yaklaşan bir kavramlaştırmaydı bu. Öte yandan, halkın büyük çoğunluğunun bu faşizm ortamıyla ideolojik ve toplumsal-politik bağlarının pamuk ipliğine, esasen zora ve “beyin yıkamaya” bağlı olduğunu varsayıyordu. Faşist hareket de, kabaca, bu güçlü-ama-zayıf faşist baskı politikasının aleti olarak konumlanıyordu. Bu anti-faşizm, 1970’lerde açıkça kutuplaşmış bir politik zeminde, düzene ilişkin toplumsal hoşnutsuzlukları ve faşist hareketin somut tehdidinden duyulan tedirginlikleri bir tepkiye dönüştürerek solu yeniden-kurucu nitelikte bir ivme yaratan popüler dalganın önemli bir bileşeniydi - belki de en önemlisi. 70’lerin toplumsal-politik ‘uyanış’ koşullarında ve kutuplaşma zemininde, faşizm kavramının kullanımındaki muğlaklıklar ‘sorun’ teşkil etmedi. Ancak ‘80’lerden, hele 90’lardan sonra bu muğlaklık bir sorundur. “12 Eylül faşizmi”nden söz edilmişti, beri yandan bir “sivil faşist hareket” deyimi vardı ve bu “sivil faşizm” ile “resmî”si arasındaki münasebetin doğasına ilişkin söylenenler, çoğu kez gizemli komplo aritmetiğinden, beraberinde de patetik ve neredeyse kaderci bir “düşman kavi, talih zebun” yakarısından ibarettir. 1999 genel seçimlerinden sonra MHP’nin iktidar ortağı olmasından beri, bu muğlaklık artık ciddi bir sorundur. Alelacele “faşizm iktidarda!” tellalı çıkartıp “faşizmle mücadele” reçeteleri arasında debelendikten sonra hiçbir neticeye ulaşmadan behemahal unutulmaya terkedilişi, bu sorunun ağırlığını kanıtlıyor. En sık ve en galiz şekilde faşizmi telâffuz etmek, buradaki açığı kapatmıyor. Faşizmin hallerini ayırdetmek, bunların anlamı ve aralarındaki ilişki konusunda vuzuha kavuşmak gerekiyor. Aşağıda, şimdiye dek çizilen kavramsal çerçeve ışığında, bu açıklığı sağlamaya dönük bir deneme yapılacak.
Rejim
Sözün özü: Türkiye’nin otoriter bir devlet rejimi var, bu rejim ideolojik ve yapısal açıdan totaliter unsurlar da içeriyor ve bu unsurlar, yer yer ve zaman zaman faşizan karakter arzediyorlar.
İdeolojik düzlemde faşist rejim unsurlarını koğuşturacağımız yer, milliyetçiliktir. Türkiye’de resmî ideolojinin omurgası, ‘sert dokusu’, her türlü lügâtçeyi ‘kendine benzeten’ grameri olan milliyetçilik, vatandaşlık bağı temelinde sivil-politik bir millet tanımıyla kültürel-etnisist bir öze göre tarif edilmiş özcü-fundamentalist bir millet tanımı arasında salınagelmiştir ve özcü-fundamentalist yöndeki -zaten ritmi belirleyici olan- salınımın artması oranında, faşizan bir tesir şiddetlenir. ‘Zevke göre’, ırkî, etnisist ya da tarihsel-kültürel kimlikle tarif edilen -ideolojik muhtevası muğlak- bu milliyetçilik yorumundan doğan faşist etki, ırkçı ayrımcılığa cevaz vermesinden çok, hayatın her alanında boğucu bir teftiş rüzgârı estirmesiyle ortaya çıkar. Millî eğitim, bu davranış alışkanlığını talim ettirerek kuşaktan kuşağa yeniden üretir - sadece bu faşizan ideolojik muhtevayı zerkederek, çocuk muhayyilesindeki iyi-kötü yarılmasını (1940’ların Türkçülüğünün şiarıyla) “her şey Türk’e göre, Türk için, Türk tarafından” saplantısıyla işleyerek değil; neredeyse ‘erotik’ bir hazla üstüne vardığı “genç dimağları” örnek bir “otoriter kişilik” kalıbına sokan terbiye anlayışıyla...
Resmî ideolojinin kutsal değeri olan devlet, mutlak-tinsel çağrışımları, adanmaya çağıran aşkın varlık iddiası, sorgulanamaz hikmeti ve ritüel performansı ile, faşist saiklere ilham veren bir külttür. Ancak resmî devlet anlayışı, kaynaklık ettiği, beslediği faşist ilhamı bozan ‘zayıflıklarla’ da malûldür: Bir devletli zümrenin varlığıyla ‘sınıfsal’ görünümlere de bürünebilen seçkinci yüzü, “devletimiz”e, faşizmin (seçkincilikle pekâlâ bağdaşan) organizmacılığına uymayan, coşumcu bir adanmadan, içinde erimeden çok hürmetkâr bir boyun eğişi telkin eden dışsal, ‘soğuk’ bir karakter verir.
Devlete ideolojik değer yanıyla değil de ‘aygıt’ yanıyla baktığımızda göreceğimiz faşist yapı unsurları da vardır. Hukuk Devleti ilkesini Devlet Hikmetine tabi kılan istisnai hal ve olağanüstü durum kapıları, Türkiye’de özellikle fazla ve özellikle aralıktır. Güvenlik güçlerinin keyfîlik sınırlarının genişliği ve özellikle son yirmi yıllık süreçte fiilî, ama yasal güvenceli infaz yetkisindeki artış, bu icraati politik ve millî bir misyonla meşrulaştıran ideolojiyle birlikte, devletin baskı aygıtına faşizan bir karakter kazandırır. Baskıyı ve terörü ‘halka maletmesi’, korku ve yılgıyla -zaman zaman ‘katılımcı’ bir mecraya akan- şiddet talebini meczetmesi oranında bu karakterin belirginleştiğini özellikle son on yılda gördük.
Türkiye’de faşist rejim unsurları, çoğu kez ideolojik bir yönelim sonucu olmaktan ziyade, 2. Dünya Savaşı sonrasında en ‘medenî’ rejimlerde de olduğu gibi, bir ‘idare tekniği’ olarak yerleşiktir. Bu unsurların görece bütünlüklü ve tutarlı bir biçimde eklemlendiği dönemlere dikkat çekebiliriz. Tek-Parti döneminin en ‘militan’ dönemine bugünden bakıldığında, faşist rejim unsurlarının belirgin olduğunu görürüz, nitekim faşist akımlardan ilham da alınmıştır. Ancak bu unsurlar, güçlü bir ‘sivil’ faşist hareketin ve totaliter bir toplumsal seferberliğe lâyıkıyla elverecek bir modernleşme düzeyinin yokluğunda, idare tekniği çerçevesinde yapısallaşarak, otoriter devlet söylemini ‘renklendirerek’ araçsallaştırılmışlardır. 12 Eylül askerî yönetimi, yine sivil bir titreşim tabanından yoksun olmakla beraber -zira faşist kitle dinamiğini onaylamamakla kalmaması, ‘yapması’, katılması gerekir- rejimin yapısal faşist unsurlarının istikrarlı bir yönetim ilkesi husule getirdiği bir kesittir. Bir de, 1992-95 dönemini unutmamak gerekir. Savaş atmosferinin hâkimiyetindeki bu dönemde olağanüstü hal yönetimi ve istisna tayin etme kudreti, polikratik bir yapı içinde genişledi. Toplumsal hayatın her alanını gözetim altına alan milliyetçi seferberlik içinde, katılım ve alkış, ‘resmen’ ve sivil aracılarla, 12 Eylül’le kıyas edilmeyecek bir dinamizmle tahrik ve teşvik edildi - ki özellikle buradaki dinamizm, 1991-sonrası rejimin faşizan karakterini belirler. Politik müzakere ve mücadele potansiyelini, esasen sadakat bildirimine hasredilmiş bir gösterisellikle felç eden bu ‘militan’ rıza üretimi tesisatının, Kürt Meselesi nispeten kontrol altına alındıktan sonra da, “28 Şubat Süreci”yle pekiştirildiğini söyleyebiliriz.
Tekrarlayalım: Bunlar, faşist rejim unsurlarının serpildiği tarihsel anlardır, kolayca topyekûn “faşizm” diye tanımlayabileceğimiz dönemler değil. Zaten faşist rejim unsurlarının idare tekniği çerçevesinde yapısallaşması, bu unsurların ve onların ‘parladığı’ faşizan momentlerin, bütünsel anlamda faşist bir rejim temeline oturmadan da veya bu yönde doğrusal bir evrimi ifade etmeden de, ‘nüksedebilmesi’, işlev görebilmesi demektir.
Faşist hareket
Türkiye’de bir toplumsal-politik hareket ve ideolojik akım olarak faşizmin mecrası, MHP’dir. Faşist fikriyatın ‘arı-duru’ haliyle tecelligâhı, 1930’ların/40’ların Türkçülüğüdür aslında; ‘eski’-Türkçülük, biyolojik ırkçılığıyla, dindışı milliyetçi mistisizmiyle, kahramanlık kültüyle, “sert disiplin” tutkusuyla, askerî-korporatist toplum tasavvuruyla, açıktan demokrasi karşıtı ve her nevi uzlaşmacı-pragmatist açılımı zûl addeden radikalizmiyle steril bir faşist ideolojidir. MHP’nin fikir ve kadro kökenini oluşturan bu aydın hareketinin eksiği, kitle dinamiğidir. CKMP/MHP’nin ve ülkücü hareketin tecrübesi ise, muhafazakâr ve merkez-sağ ideolojik ‘bulaşmalara’ ve klientalist-pragmatist ‘yozlaşmaya’ mukabil, faşist kitle dinamiğini içerir.
MHP, özellikle 1970’lerdeki eylemiyle, sol jargonda manâsı çok düşünülmeden kullanılan “sivil faşist” adlandırmasını hakeder: Bir faşist hareketin olmazsa olmaz niteliği olan sivil bağlara sahiptir. Piyasa ilişkilerinin yayılması, modern-kapitalist rasyonalitenin yaşam dünyalarına nüfuz etmesi, geleneksel örüntülerin gevşemesi karşısında iktisadî ve toplumsal tutunum kaybına uğrayan orta sınıfların duyduğu tedirginliği ajite edip, eski/taşralı-muhafazakârlığı radikalleştirip karşı-devrimci bir rotaya sokmuştur. Bildik dünyayı yitirmeyle, ‘yozlaşma’yla ilgili tehdit algısını, komünizm Şeytan’ıyla izah ederek, militan bir dirence dönüştürmüştür. Faşist hareket reaksiyonerdir; bu karşı-devrimci atak devrimci bir düzen değişikliği talebinin yükselmesine tepkidir; söz konusu tutunum kaybı ve tedirginlik, sol-devrimci dalganın, -zaten derindeki sebebi olduğu- ‘bozulmayı', ‘yozlaşmayı' uç noktasına vardıracağı kaygısıyla büyümüş, saldırganlaşmıştır. Faşist hareket, rüşdünü kazandığı 1970'lerde, kutsal Devletin ‘özüne' dönerek bünyedeki mikropları temizleyeceği ilâhî-toplumsal âhengi yeniden tesis edeceği bir karşı-düzen değişikliği tahayyülünü işlemiştir. “Kahrolsun düzen, yaşasın devlet” sloganı, bu tahayyülü özetler. Karşı-düzen değişikliği tahayyülü, faşist unsurları idare tekniğine eklemleyegelen Devlet Aklının ve egemen blokun, faşist kadro/kitle hareketini de bir kayıtdışı asayiş unsuru olarak araçsallaştıran bakışıyla örtüşmez. Bu yapısal bir çelişkidir: Kontrol altındaki faşist rejim unsurlarından farklı olarak, -sivil!- faşist hareket, karşı-devrimci hizmetine karşılık, düzenin yönetilebilirliğini zora sokan bir ‘anarşi' unsuru olmak gibi bir yan tesire sahiptir - ‘plebyen' enerjiyi ve vandalizmi tahrik etmesi de cabası. MHP ve ülkücü hareketin 70'lerdeki gelişme seyrinde tırmanan bu gerilim yükü, faşist önderlik tarafından stratejik olarak yönlendirilemeyince -yönlendirilemez hale gelince-, 12 Eylül 1980 askerî rejiminde boşalmıştır. Önce dışlanma ve düzen-karşıtı hoşnutsuzluğun bilenmesiyle tecrübe edilen bu sürecin nihâî vargısı, ehlileşme olmuştur. MHP'nin bugün vardığı noktada, karşı-düzen değişikliği tasarımı hareket içinde marjinalleşmiştir, ‘hareket' (yani “söz-değil-eylem” radikalizmi) partiye/reel politikaya kesinlikle tabidir, ideolojik-programatik iddialar vasatî sağ söylemle hemâhenktir, MHP radikal bir görüntü vermemeyi talim etmektedir. Karşı-devrimci bir söylemden ve tahayyülden uzaklığı, ‘yeni' MHP'nin faşistliğini ‘zedeleyen' aslî unsurdur, diyebiliriz.
Karşı-devrimci perspektifin eksikliğini, ilk elde, devrimci bir hareketin ve tahayülün eksikliğine yorabiliriz. Fakat bu açıklama, kapitalist hegemonyanın devrimci potansiyelleri de uyuşturan modern yapılanmasına bağlanarak derinleştirilmelidir. Bu yapılanmanın, faşizmin potansiyellerini de ‘ehlileştirdiğini', yukarıda neo-faşizm bahsinde ima etmiştik. Neo-faşizm, ya da post-faşizm, kapitalist sistem rasyonalitesiyle uyumlanabilir, sıradan faşizm unsurlarının fragmanter ve kendiliğinden belirişlerini politik getiriye tahvil eden bir mutasyondur. MHP de bu ‘çağdaş gelişme' içinde değerlendirilmelidir. Burada, eski-faşist unsurlar ve saiklerle neo-faşist (post-faşist) unsurların ve saiklerin eklemlenmesi bakımından bir gerilim yüküne dikkat etmek gerekir. Halihazırda rota, faşist rejim unsurları ile MHP'nin neo-faşist dinamiğinin uyumu ve “sivil” faşizmin de bir idare tekniği âleti olarak işlevselleşmesi istikametindedir. Düzen rasyonalitesi açısından emsalsiz olan bu ‘etkinlik/verimlilik' düzeyi, zaten ‘70'lerden beri global mukayese çerçevesinde özgün bir vaka olan Türk faşizminin politik teknolojiye (ve ‘literatüre') katkısı sayılmalıdır.
Bu rotadan iki sapma ihtimali olabilir. Bir: Faşist rejim unsurlarının idare tekniği çerçevesinde işlevselleştirilmesinin ötesinde, topyekûn faşist bir rejime geçilmesi - bu seçenek gerçekçi ve sistem rasyonalitesi açısından anlamlı olmadığı gibi, faşist irrasyonalite içinde bile rasyonel bulunmayabilecektir. İki: Eski-faşist damarın neo-faşist eklemlenmeyi ‘içine sindiremeyerek' başkaldırması - başarısızlık (iktidardan düşmek ve iktidar partisi olma perspektifini yitirmek) halinde bu yönde komplikasyonlar çıkabilir, ancak büyük çaplı bir isyan veya kopuş muhtemel görünmüyor. Öte yandan eski-faşist damarda birbirine karışan alt-orta sınıf muhafazakârlığı ile lümpen-proleter reaksiyonerliğinin, neo-faşist açılımın kentli-medyatik ‘esnekliğiyle' nasıl telif edileceği de ciddi bir sorundur.
MHP ve ülkücü harekette, neoliberal ve vasatî sağ çizgiye yaklaşan ideolojik söylemden de, reel politik pragmatizme ayak uyduran politik üslûptan da daha ‘dayanıklı' olan faşist yapı unsuru, kitle ve kadro dinamiğidir. Şiddet ve terör/yıldırı pratiği, faşist hareketlerin kadro (daha çok ara-kadro) çekirdeğinin teşekkül etmesinde kilit önem taşıyan, cemaat-oluşturucu bir pratiktir. Türkiye'de de ülkücü/MHP'li kadroların asabiyyesi, bu mâhiyetteki -’70'lerde yaygın ölüm/öldürme tecrübesine bağlı olmuş olan- kader ortaklığı ve cemaat bağının güçlü etkisini taşır. Kadro devşirmekte bir cazibe unsuru olan bu ilişki ağı ve ‘sosyalleşme' örüntüsü, özellikle son yirmi yılda büyük ekonomik kaynaklara ve iktidar mihraklarına erişen klientalist bir mekanizmayla ‘zenginleşti', bir bakıma ‘yozlaştı'. İktidar imkânları, -hem teşbih hem düz anlamıyla- ‘zenginleşmeyi' ve ‘yozlaşmayı' arttırmaktadır. Bu ‘yozlaşma', ideolojik-programatik bakımdan bütüncül bir faşist yönelimden ('ereksellikten') uzaklaştırır; ancak diğer yandan, güç gösterisiyle yıldırmaya dayalı bir ‘ereksellik' taşıdıkları ölçüde (yalın şiddet -bir tehdit olarak hep varkalmakla beraber- talîleşip daha ‘stilize' ve ‘steril' biçimlere bürünse de), burada faşist bir nüve, bir ‘eylem ilkesi' saklıdır. O nüve, bir güç ve şiddet ‘vaadi' olarak, kütle/'güruh'-insanlarının kendi yıkıcı güdülerine duydukları hayranlığı tavda tutmakla, faşist kitle dinamiğini yeniden üretmeye de yarar.
Sınıfsal eşitsizlikler katmerlenirken, hızlı ve güvencesiz bir değişim içinde hem geleneksel ilişki örüntülerinin hem ‘eski'-modern örgütsel bağların çözülmesiyle atomize olan kitleler, ‘anonim' kimlikleriyle, faşizan bir tepkiselliğe yatkın haldeler. Bütün partilerden, politikadan bıktığını haykıran, sorunları ‘kesip-atarak' halledecek bir kurtarıcı irade özleyen ‘sokaktaki insan' figürü, bu potansiyelin özetidir. Faşist hareket, örgütsel yeteneğiyle, gösterisel-sembolik performansıyla, o anonim tepkileri ‘temsil etmeyi' başarıyor. Bu temsiliyetin anonim ve sembolik bir tepkisellik çerçevesinde kalması, belirli toplumsal taleplerin gerçekleşmesi yönünde bir ısrara dönüşmemesi, statüko açısından istenir bir haldir, yönetebilir/yönetilebilir vasfıyla itimat telkin etmek isteyen MHP açısından da münasiptir. Bütünlüklü, sürekliliği olan bir toplumsal-politik hedef doğrultusunda değil de vesileler üzerine zaman zaman ‘reaksiyon' ortaya koyan, böylece kendi hoşnutsuzluklarını/tedirginliklerini yatıştıran, telâfi eden bir faşizan kitle ruhu, bugün Türkiye'de rejimle/egemen blokla MHP'nin ortak velînimetidir. Kürt Meselesinde, MHP'nin faşizan kitle dinamiğini ‘ölçülü' bir şekilde güdüp yöneten çizgisi, bu bakımdan hazırlayıcı bir sınav olmuştu: Asimilasyonist iddiadan feragat etmek istemeyen kültürel ırkçılık, kitlesel kırım tehdidini sürekli alesta tutan ama o noktaya varmayan ‘düşük yoğunluklu' linç saldırıları... 28 Şubat Süreciyle bir restorasyon geçiren millî güvenlik rejimi, faşist kitle dinamiğini ‘kontrollü' bir şekilde seferber ettiği ve manipülasyon imkânlarını tekelleştirmeye kalkmadığı müddetçe MHP'den razıdır.
Sıradan faşizm
Rejimin faşist unsurları idare tekniği çerçevesinde eklemlemesi ile faşist hareketin ‘modernleşmesi' arasındaki simbiyotik uyumdan bahsettik. Bu simbiyozun gıdası, hal ve davranış kalıbı olarak, ‘eylem ilkesi' olarak yaygınlaşan sıradan faşizmdir.
Sıradan faşizmin sosyo-psikolojik dinamiğini ve yakın dönem Türkiyesi'ndeki gelişme seyrini tasvir etmek, bu yazının ‘makro' ve yüzeysel çerçevesini aşıyor. 12 Eylül askerî rejimi ve neo-(muhafazakâr-) liberal Özal yönetimi altında depolitizasyona uğrayan, piyasa toplumuna dönüşme istikametindeki ‘dinamizmine' yerleşik informel yapıların bile ayak uyduramadığı bu memleketin, 1970'lerde Latin Amerika hakkında geliştirilen “lumpen gelişme-lumpen burjuvazi” tezlerini akla getirdiğini söyleyebiliyoruz. Sınıfsal ayrışmalar, eşitsizlikler misliyle büyüyor ve büyük ölçüde kayıtdışı, örgütsüz, kurumsuz, kuralsız bir ortamda büyüyor. “Deklase” kitleler (örgütlü-kurumsal, düzenlenmiş bir sınıfsal çatışma şebekesinin dışında kalan alt sınıflar), marjinal değil, başka tür bir ‘sessiz çoğunluk' konumundalar. Ayağının altındaki zemin sürekli kayan “küçük adam”ın hezeyanlarını, yıkıcı güdülerini ‘açığa çıkartan' tipik bir “kütle toplumu” manzarasıdır bu - “medya toplumu” olmak da buna bağlıdır. Kütle/medya toplumu, faşizme amâde güdüleri/tepkileri, faşist bir ideolojik bütüne oturmaları, örgütlenmeleri, politik ifadeye kavuşmaları gerekmeden ‘tahrik eden' bir vasattır.
“Medya toplumu” olmayla, toplum tahayyülünün esasen medyayla dolayımlandığı, etkin olmanın medyada görünmeye koşullandığı, birçok zaman seyretme ediminin ‘katılımı', insanî-toplumsal faaliyeti ikame ettiği bir durum tarif etmeye çalışılıyor. Medya, kütleleşmeyi/anonimleşmeyi formatlayan, bakiye veya mutasavver kimlikler ve bağlarla toplumsal anonimlik arasında imajiner bağıntı sağlayan bir rol üstlendi. Toplumsal çözülme koşullarında vaadleri ve gündem tayin gücüyle yüklendiği bu ‘aşırı'-işlevle medyanın, “küçük adam” hınçlarını ve fantazmalarını beslemekte mutlaka rolü oluyor. Medya, içeriğinden öte, bizzat formatıyla da (velveleye verici anonslar; özellikle görsel medyanın sözü şemalaşmaya, vulgerleşmeye ve sür'ate zorlayan işleyişi; fikri/savı çarpıcı kılma, stilize etme zorlaması; yine görsel medyada, zihinleri ve hayat ritmini, dışına çıkılması tasavvur edilemeyecek bir ‘normalliğe'/rutine rapteden yayın akışı düzeni...) sıradan faşizme enerji veren bir manipülasyon kaynağıdır.
Bunun ötesinde, sıradan faşizmin göz kırptığı anları hatırlatabiliriz ancak: Şenlikli bir gösterisellikle edâ edilen ergen-(erkek-)çocuksu milliyetçi fanatizm âyinlerinde dışavuran, “bayrağıma selâm vermeden geçen kuşun yuvasını bozacağım” patetizmi; sağ-sol yelpazesini yatay kesen ve her türlü mülahazayı sadakat talebiyle boğan bayrak-marş-simge-tören düşkünlüğü; “bizden” olmayana dönük, empati ve iletişim ihtimalini asgariye indiren paranoid kuşku ve komplocu açıklamalara gösterilen marazî ilgi; tinerciler, travestiler, transvestitler vd. ‘bozuk' ve ‘haricî' gruplara dönük tenkilci fanteziler; gündelik dilde, medyanın kâh ‘estetize edip' kâh argoyu ipinden kopartarak çoğalttığı ırkçı-aşağılayıcı kalıplar; sembolik ve fiilî linç orjileri; narsistik mağduriyet sızlanması içinde her an öççü-kısasçı saldırganlığa yatkınlık hali, tahrik olmaya amâdelik; şiddet ve ‘ihkak-ı hak' patlamalarına yatkınlık ve bunlara gösterilen şehevî ilgi; “entelliği” tekinsiz bulan, “küçük adam” yalınlığını ve bununla beraber cehaleti güzelleyen popüler söylem...
Sıradan faşizm etmenleri, anonim, fragmanter, spontan (kendiliğinden, anlık) ve çoğuldur. Kolayca belirli bir sınıfsal kültüre, politik kimliğe özgülenemez. Nitekim yukarıda -kategorik bir düzenle değil örnekleme maksadıyla- sıraladığımız sıradan faşizm belirtilerini, ülkücü mahfillerde olduğu gibi, Atatürkçü, İslâmcı hattâ bir çeşit solcu muhitlerinde de görebiliriz - ama dikkat: en çok, apolitik, yüzer-gezer, “sıradan” vatandaş ikliminde görebiliriz. Sıradan faşizmin bu akışkan yapısı, ondan nemâlanan faşist hareketin görece esnek hal ve tavrının esas âmilidir - her kalıba girme anlamında esneklikten söz ediyoruz.
FAŞİZMLE MÜCADELE
Anti-faşist mücadele geleneğinin hayatî rol oynadığı Türkiye solunda, bu geleneğin gerçekten çok değerli hatırasına atıf yapmaktan öte, “faşizme karşı” bir düşünsel ve politik hazırlık olduğunu söylemek zordur. Geleneğe müracaattan çıkartılan sonuç gerçi kâfi derecede önemli: “Halka gitmek” diye özetlenebilir. Ancak bu basit formülün tatbiki, kulağa geldiği kadar kolay değil. “Halka gitme” tasarımıyla ilgili öncülük, ikamecilik vb. problemleri bir kenara bıraksak bile kolay değil. Doğrudan doğruya can güvenliği sorununun yaşandığı bir politik kutuplaşma ortamında “halka gitme”nin koşulları ile, bugün, kimliklerle, yaşamsal sayılan değişik meselelerle, hayat tarzlarıyla, mekânlarla bölünmüş ve kendini ancak özel vesilelerle, o da “millet” sûretinde bir ve beraber tasavvur edebilen bir “halk”a gitmenin koşulları çok farklıdır. Kısacası, bu temiz ve basit formül bile, “halkla ilişki”nin çok-katmanlı, çok-yüzlü bir pratik yeniden tecrübe edilmesini gerektirir. İkamecilik problemini de bu noktada bir kenara bırakamayız; “özne”nin kendiyle ilişkisini de aynı biçimde yeniden tecrübe edip öğrenmesini gerektirir.
Gerçekliğin değişik yüzlerinden, katmanlarından söz ederken... faşizmin hallerini, kertelerini ayırdetme yeteneği, bir araştırma-inceleme eğlencesi değil, kuramsal ve politik bir zarurettir. Faşizmin her haliyle, kertesiyle başedebilmek, onun özgül yapısına müdahale etmeyi, edebilmeyi gerektirir. Şunu özellikle vurgulamalı: Faşist rejim unsurlarının ve faşist hareketin güçlenmesinde, yeniden üretiminde payı artan sıradan faşizmle başedebilmek, uzun erimli, sebatkâr, farklı yaşam dünyalarına nüfuz edebilmek için özel hassasiyete ve zahmete giren, ahlâkî çerçevesi sağlam bir sol aktiviteyi gerektirir.
Son olarak, faşizm kelimesinin enflasyonist kullanımına değinelim. Bu yazıda da söz konusu enflasyonist kullanım mevcuttu, analitik dilde bunda mahzur yok. Ancak şunu unutmamalı: Faşizm teşhisinin telâffuzu, sadece faşizme müteyakkız olanlarca alımlanabilir, anlamlandırılabilir. Bugün -nicedir-, böyle bir teyakkuzdan, en iyimser deyişle, emin olamayız. Faşizmi bu konuda müteyakkız ya da “duyarlı” olmayanlara anlatmada, “bu faşizmdir” teşhisini koymak fazla etkili olamaz. Faşizmin niye “kötü” olduğunu anlatmak gerekir. Kötülüğü, onun “faşizm” demek olduğunu söylemekle yetinmeden, neden ve nasıl kötü olduğuyla anlatabilmek gerekir. Yine özellikle sıradan faşizm bâbında şart olan gereklilik, kapsamlı bir yeniden-öğrenmeye gönül indirmek demektir.
[1] Tanıl Bora, “Zifirî karanlık seçimleri: MHP ve diğerleri”, Birikim, 121 (Mayıs 1999), s. 15.
[2] Faşist rejim unsurlarını örneklerken klasik faşizm deneyimlerine ve onların verdiği ilhama yaptığımız atıflar yanıltmasın; faşist rejim unsurlarının böyle bir ilhama ya da derunî bağa ihtiyaç duyduğunu söylemek istemiyoruz. Faşist rejim unsurlarını, pekâlâ kendi tarihsel ve özgül oluşum mecraları içinde de tanımlayabiliriz.
[3] Bu konuda daha önce Birikim'de yayımlanmış bir yazı: Tanıl Bora, “Avrupa üzerinde neo-faşizm hayaleti”, Birikim, sayı 66 (Ekim 1994), s. 29-47.
https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-133-mayis-2000/2326/fasizmin-halleri/3290
Max Stırner: Radikal Bir Düşünürün Kayıp Mirası” raflarda
Güney Çeğin’in derlediği Max Stiner: Radikal Bir Düşünürün Kayıp Mirası, Livera Yayınları tarafından yayımlandı.
Felsefe tarihinin sürgünleri arasında hiç şüphesiz Max Stiner’in özel bir yeri vardır. Türkçe literatürün aşikâr noksanlığı, bu tuhaf filozofa ilişkin karartı ve tahrifatın belirgin yoğunluğu ve hem sol düşüncenin hem de felsefe tarihinin müdavimleri tarafından neredeyse bilinçli olarak oluşturulmuş sayısız önyargı göz önüne alındığında; Stirner adı etrafındaki kulak tırmalayıcı suskunluk sarmalını kırmak neredeyse imkânsız görünür.
‘Anarşist Tahayyül’ dizisinin üçüncü kitabı olan Max Stirner: Radikal Bir Düşünürün Kayıp Mirası, büyük ölçüde yurtdışında Stirner üzerine çalışan önde gelen akademisyenlerle işbirliği içerisinde oluşturulmuş özgün bir derleme olarak, hem bu sessizlikte bir gedik açmak hem de Stirner’e dair kemikleşmiş önyargıları üretken bir tarzda yapı bozuma uğratmak amacıyla hazırlanmıştır.
Stirner’in Marx eleştirinden, onun diğer anarşist düşünürlerle olan çok katmanlı diyaloğuna dek uzanan; düşünürün çağdaş postyapısalcı itirazlara olan etkilerinin yanı sıra, isyan, devrim, öznellik gibi kavramların etrafında dönen teorik tartışmalara ilişkin olası katkılarına odaklanan çeşitli yazılardan oluşan bu derleme en temelde tek ve çok önemli bir işlevi yerine getirmeyi ummaktadır: Düşünceyi yoksullaştıran çerçevenin dışına çıkmak; Stirner’i yeniden, bu kez tüm görkemi ve zenginliği içerisinde düşünecek düşünceyi kışkırtmak.
https://www.edebiyathaber.net/max-stirner-radikal-bir-dusunurun-kayip-mirasi-raflarda/
Deleuze'ün sanatı yeniden düşünmek
Deleuze ve Sanat, sadece Deleuze’ün felsefesine ilgi duyanlar için değil, sanatın düşünsel ve toplumsal boyutlarını sorgulayan herkes için değerli bir kaynak niteliğindedir.
https://artigercek.com/kultur-sanat/deleuzeun-sanati-yeniden-dusunmek-321399h