Kendime sayısız ilah uydurdum, her tarafta bir sürü sunak diktim ve bir tanrı kalabalığı önünde diz çöktüm. Şimdi,tapmaktan bezdim, payıma düşen sayıklama dozunu har vurup harman savurdum. Ancak soyumuzun mutlaklarına yetecek kaynaklarımız vardır, tıpkı bir ülke gibi bir ruh da ancak kendi sınırları içinde serpilip gelişir: O sınırları aşmanın, sınır belirsizliğini kendime bir vatan ve yabancı tanrıları tapınma nesneleri haline getirmenin, atalarımı dışlayan yüzyıllar önünde diz çökmüş olmanın bedelini ödüyorum. Nereden geldiğimi artık söyleyemem: Tapınaklarda inançsızım ; sitelerde coşkusuzum ; hemcinslerimin yanında meraksızım; yeryüzünde kesinliğim yok; - Bana belirgin bir arzu verin ve dünyayı alt üst edeyim. Her sabah bana diriliş komedisi ve her akşam mezara giriş komedisi oynatan, ikisi arasında da cansıkıntısı kefeninin azabından başka hiçbir şey yaşatmayan o fiiliyat utancından kurtarın beni.... İstemeyi düşlüyorum-ve her istediğim bana paha biçilmez geliyor. Melankoli tarafından kemirilen bir vandal gibi, bensiz ben, hedefsiz yol alıyorum, bilmem hangi köşeye doğru.... Terk edilmiş bir tanrı, kendisi de tanrıtanımaz olan bir tanrı keşfetmek ve onun son şüphelerinin ve son mucizelerinin gölgesinde uykuya dalmak için.
E.M.CIORAN
Çürümenin Kitabı
Helenizme adanmış bir ömür: Gazeteci, Pontos aydını Kapetanidis
Tolga Güney
Gazeteciler tarih boyunca gerçekleri yazmak uğruna yurtlarından, geleceklerinden, sevdiklerinden nihayetinde de canlarından vazgeçtiler. Tek amacı görülmeyeni, duyulmayanı tüm dünyaya duyurmak ve göstermek olan gazeteciler sürgünlerle, açlıkla dize getirilmek istendi yine de ‘uslanmayanlar’ ise boyunlarına bağlanan iplerle, silahlarla hayattan çok sevdikleri kalemlerinden koparıldı. Çoğunun isimleri adlarına verilen ödüllerde, sokaklarda, caddelerde ya da filmlerde, belgesellerde yaşadı, kimi ise uğruna mücadele verdiği değerler gibi unutulup gitti.
Unutulan o gazetecilerden birisi de Pontos ve Helenizm davası için hayattan koparılan Nicos Kapetanidis. 1889’da Pontos Rizounta’da (Rize) doğan Nicos, Amasya İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp idam edildiği ana kadar Pontos için mücadele etti, Pontos’ta yaşanan katliamları yazdı. Kepetanidis sadece bir gazeteci değil, sendikacı, aktivist, ilerici bir aydındı. Öyle ki Trabzon Metropoliti Ηarilaos Hrisanthos’un 1919’da Paris Barış Konferansı’na katılması için şehirden ayrılması ile şehri yönetmesi için bıraktığı heyette Kofidis, Karvonidis, Galinos Konstantinidis ile birlikte Kapetanidis’te yer aldı.
Pontoslu gazeteci Nikos Aslanidis onu anlatırken şu ifadeleri kullandı: “Ölümünden bir asır sonra, Kapetanidis ne kadar da haklı! ‘Boş tartışmalar, nefret ve hamlık’ bizleri nerelere getirdi, bir bakın. Kaç gazeteci mesleğini bir mücadele, kutsal ve yüce bir görev olarak görüyor acaba? Gazetecilik ahlakına ne kadar saygı duyuyor da ‘ideoloji tüccarı ve sanayiciler’le her gün mücadele ediyor? Belki de tüm bunlara saygı duymadığımız için, bugün toplumumuz bugün umut etme hakkından yoksun…
Nikos Kapetanidis sadece cesur ve mücadeleci değildi. Yunan gazeteciliğinde kolay kolay rastlanmayan bir özellik olan kendi yazı stilini oluşturmakla da kalmadı. Görevinin ve misyonunun bilincinde bir gazeteciydi. Eğer benim neslim başarısız olduysa, umarım gelecek nesiller başarılı olur. Ne yazık ki, Kapetanidis’in yaptığı fedakarlık çoğu Helen tarafından, hatta gazetecilik faaliyetini icra eden bizler tarafından bile bugün bilinmiyor.
Ne kadar da haklı… Gazeteciliğin tüm etiğinin ayaklar altına alındığı, Pontos’ta o gün de bugün de yaşananların halen yazılmaya cesaret edilemediği gerçekliği her gün yüzümüze vuruyor, yalanlar tarihsel gerçekliğin üstüne sis indiriyor. Fakat o sisi yırtmaya niyetli Kapetanidisler her devirde olmaya da devam ediyor.”
SENDİKACILIKTAN GAZETECİLİĞE
Trabzon’daki Frontistirio’dan mezun olan Kapetanidis, gazeteciliğe başlamadan önce kısa bir süre Fostiropulos kardeşlerin bankasında, muhasebecilik yaptı. Devrimci fikirleri o yıllarda oluşan ve sendikal hareketin aktif çalışmasına katılan Kapetanidis, Pontos’taki ilk sendika organı olan Rum Ticaret Çalışanları Derneği’ni kurdu ve derneğin Genel Sekreterliğini yaptı. Gazeteciliğe başladığında da işçi sınıfının çıkarlarını savunmaya devam etti.
Gazeteciliğe başladığı yıllarda önce “Sisifos”, daha sonra “Spyros Fotinos” takma isimlerini kullanan Nikos Kapetanidis, “Inspection” dergisi ile profesyonel olarak sahaya atıldığı andan itibaren kendi adını kullandı. Derginin son altı sayısının çıkarılması sorumluluğunu alan Kapetanidis, daha sonra da haftalık Salpinga (Borazan) gazetesinin yayın müdürlüğünü yaptı. İttihat ve Terakki’nin başlattığı ırkçı politikalara karşı ve Pontos’un bağımsızlığı için yazılar yazdığı gazete, daha sonra kapatıldı.
Kapetanidis, Salpinga’nın kapatılmasından sonra üç yıl boyunca (1918-1921) savaş kaleminin güçlü bir iz bırakacağı “Epohi (Çağ)” gazetesini yayınladı.
İlk sayısı 27 Ekim 1918’de yayınlanan Epohi kapatıldığı güne kadar Pontos’un ve Helenlerin sesi oldu. Kapetanidis, ulusal sorundan toplumsal soruna, eğitimden kadınların sorunlarına kadar birçok konu hakkında yazdı. Sahip olduğu tek silahlar olan kalem ve kağıdı ile mücadeleye girişmekten hiç geri durmadı.
‘TEK KELİMEYLE HELENİZ’
En çok ilgilendiği konu Helenizm ve Pontos’ta Rumlara yönelik yapılan cinayetler ve baskı politikalarıydı. Kendini bir Helen olarak tarifleyen Kapetanidis “Osmanlı Rumları” tanımlamasına da karşı çıkarak, 16 Kasım 1918’de şöyle yazmıştı: “Şehrin Rum gazeteleri, Rumlardan bahsederken hâlâ onlara ‘Osmanlı Rumları’ demeye devam ediyor. Jön Türklerin boş laflarının dayattığı bu sahte unvandan bıkmadılar mı hâlâ? Bırakın artık bu maskeyi de özgür bir rüzgar essin, Helenizm Paskalyasını kutlayalım. Bizler sadece Yunanız, sade Yunan, tek kelimeyle Yunanız, işte o kadar!”
Kapetanidis Pontusluların sadece ulusal kurtuluşunun yeterli olmayacağının da farkında olarak sosyal ve entelektüel bir mücadelenin de gerekliliğine inanıyordu. Türk ya da Rum olmasına bakmaksızın o dönemdeki sermayenin sömürüsüne karşı emekçi halkın desteklenmesi gerektiğini düşünen Kapetanidis 1917 Ekim Devrimi ve Almanya’daki sosyal demokrat ayaklanması da yakından takip ediyordu. Kapetanidis, Troçki ve Lenin’in devrimle ilgili yazılarının yanı sıra Trabzonlu Rum sosyalist Yorgos Skliros’un “Sosyal Meselemiz ve Demotika Savunucusu” gibi çalışmalarını gazetesinde defalarca yayınladı. Yine Trabzon’daki memur ve işçilerin yaşadıklarına dair Aralık 1918 ile Ocak 1919 arasında “Çalışanlar Nasıl Yaşıyor” başlıklı makale dizisi yayınlayarak, yaşanan yoksulluk karşısında Pontoslu patronlara seslendi.
Yine 22 Eylül 1920 tarihli Epohi’de yayınlanan “Halk Uyanışı” başlıklı yazısında tutucu düşünce ve toplumu bastıran anlayışların yıkılması gerektiğini ve Çağdaş Helenizm’in kurulması gerektiğini savunan Kapetanidis, “Toplumumuzdaki üst makamlardakilerin boş inançlar, eski sistemler ve yıkılmaya hazır yapılarla çalıştığını söylemek hiç de yanlış olmaz. Çağdaş Helenizm, bizim için bilinmeyen bir kavramdır. Bugün halkı yöneten iktidar üst makamlardakilerin huysuzluğu, çoğunluğun tutuculuğu ve herkesin cahilliğiyle hayatta kalmaktadır. Bunlar er ya da geç halkın uyanışını yok edecektir. En tabii şekilde bir yandan başkaldıracak olan cahil ve bilinçsiz halk önüne gelen, kutsal ve ahlaki olan olmayan her şeyi yıkıp geçektir. Bu yıkım iyi kötü ayırmadan gerçekleşecektir. Burada, Doğu’da halkın uyanışı hayat geçip de güzel ve umutlu bir gün doğumuna doğru ilerlemeye başladığında, bedenen ve ruhen güzel gençlerin halkın köleliğinin kurtarıcıları ve Doğu Helenizm’inin ulusal ve sosyal olgunluğunun öncüleri olmasını diliyoruz tüm kalbimizle” diye seslendi.
Kapetanidis, bir devrimci olarak düşlediği Pontos’un adil, eşit ve özgürlükten yana olmasını da istiyordu. Pontos’u var eden emekçilerin hak ettiği değeri görmesini ve adil bir düzenin kurulmasını düşleyerek, patronlara “…Toplumsal şartlar, yasal ve adil bir çözüm olarak çalışanları kâr payından yararlandırmalıdır… Çalışanların bu adil çözümü tartışması, talep etmesi ve elde etmesi şarttır. Kendi çıkarlarına olanı kolayca algılayabilen tüccarlar da bu çözümü kabul etmeli. Herkes bu eski ve çağdışı sistemleri değiştirmeye yardımcı olsun…” diye seslendi.
Pontoslu yoksullara da seslenen Kapetanidis “Özel Servet, yoksul halkın refahı için herkesin ortak iyiliğine katkıda bulunmayı reddederse, hangi ahlak anlayışı toplumun bütününü (ulus, devlet, toplumsal gruplar), çoğunluğun yararına bu servete el koymaktan alıkoyar ki?” sorusunu sordu. Emekçilerin oluşturduğu servetin, tüm toplum için harcanması gerektiğini düşünen Kepetanidis, bu zenginliğe bir avuç insanın el koymasına da karşı çıktı. O dönemin Trabzon’unda da sosyalist oluşumların oluştuğunu, Rum aydınlarının da zenginliğin eşit paylaşımdan yana tavır aldığını Kepetenidis’in yazılarında görüyoruz.
PONTOS’UN ENTELLEKTÜEL GELİŞİMİNE KATKISI
Kapetanidis’in gazetecilik kimliğinin ötesinde bir Pontos aydını olduğunu en çok eğitim ve kültür üzerine yazdığı yazılarda görüyoruz. Pontos’un entelektüel gelişimini çok önemseyen Kapetanidis, Rum gençlerinin Pontus okullarında Patrikhanenin muhafazakarlığının dayattığı eğitime karşı çıktı. Epochi’de 2 yıl boyunca yayınladığı 44 makalede, öne çıkardığı en önemli konu ise eğitimin halkın ulaşabileceği ve daha kolay anlayabileceği düzeye indirgenmesi oldu. Eğitim dilinin halkın kullandığı Demotiki lehçesinde verilmesi gerektiğini savunan Kepetanidis, bunun sağlayacağı toplumsal ve entelektüel özgürlüğün ulusal bağımsızlık talebinin de yükselmesine yardımcı olacağını anlattı. Kapetanidis, eğitim reformu gerçekleştirilmesini savunarak, şöyle seslendi: “…Eğitim kurumlarımızı teftiş eden makamın karanlıktaki ışık, hapishanedeki özgür rüzgar olmasını talep ediyoruz. Eğer bunu, şu anda Romanizm dincilikle kendini sarfetmekte olan Ulusal Merkez (Patrikhane) yapmaya başlamazsa, o zaman büyük ulusal Makam (Yunanistan) yapsın…”
Eğitimin yanı sıra Pontos’un kültürel gelişimini de gazetesinde sık sık savunan Kepetanidis, Yunan yazarlar Gavriilidis, Zaharias Papantoniu, Pavlos Nirvana’nın yanı sıra Pontoslu Yorgos Skliros’un yazıları ile şairler Yorgos Suris, Yorgos Drosinis ve Kostis Palamas’ın şiirlerine yer verdi. Yine Oscar Wilde, Lev Tolstoy ve Maksim Gorki’nin de öykülerini gazetesinde yayınlayan Kepetanidis, Pontusluları kültürel anlamda da ileri taşımayı istedi. Ayrıca Spiros Fotinos takma adıyla yazdığı edebi metinlerin yanı sıra “Denizde Paskalya” ve “Yanis’in Mektupları” adlı öykülerini de yayınladı.
Yayınladığı makalelerde Pontos’un folklorik mirasını da ele aldı, birçok halk türküsü ve gelenekler yazılar yayınladı. Kapetanidis başta Trabzon Kulübü (Pontos’un kültür merkezi) olmak üzere, Giresun (tiyatro oyunu – Ocak 1919) ve Ordu (Nea Zoi Derneği’nin tiyatro oyunu) gibi şehirlerde, Pontos’taki tüm tiyatro ve müzik performanslarını da kayıt altına alıyordu. Aynı zamanda, Demotiki lehçesinin yaygınlığı için verilen mücadelede çok önemli rol oynayan ünlü, ilerici Helen edebiyat dergisi Numasın da Pontos muhabiriydi.
SANSÜR, TUTUKLAMA, CEZAEVİ, İDAM
Pontos’un ulusal, sosyal, entelektüel ve kültürel kurtuluşunu önüne kapan Kapetanidis’in bu cesareti dikkatten kaçmadı, önce sansüre, tehditlere maruz kaldı, ardından da idamına giden yol açıldı. Gazetesini kapatılmaya, onu ölüme götüren ise Epochi’deki “Pontus’un Helen Tanıklıkları” başlıklı köşesinde yazılar oldu. Bu köşede, Rumlara yönelik gerçekleştirilen cinayetler, hırsızlıklar ve kundaklamalarla ilgili, yazarlardan ve okuyuculardan gelen yazıları yayınlıyordu. Topal Osman’ın ve onun Giresun’da işlediği cinayetler hakkında cesurca yazdığı makaleler yüzünden, Topal Osman 1920 yılının Mart ayında gazetenin bürosuna gelerek Nikos’u açıkça tehdit etti ve pek yakında tekrar görüşeceklerini söyledi.
Kapetenidis, Topal Osman’ın tehditleri sonrasında da kalemini, karanlığı aydınlat için bir fener gibi kullanmaktan vazgeçmedi. Onun inadı önce sansür ile kırılmak istendi, önce gazetedeki bazı sütunlar çıkarıldı, sonra Topal Osman aleyhine yazdığı Giresun (Ekim 1920) makalesi gibi makalelerin tamamı sansüre uğradı. Fakat Kapetanidis Epochi’yi son ana kadar çıkarmaktan vazgeçmedi, 5 Mart 1921’de çıkan son sayıya kadar yazmaya devam etti.
Kapetanidis gazetesi kapatıldıktan beş gün sonra, evinde yapılan aramada, Pontus’un bağımsızlığı için mücadele veren, Marsilya’daki Pontuslu Konstantinidis’ten gelen bir mektup bulunduğu gerekçesiyle tutuklandı. Bir süre sonra aynı gerekçeyle tutuklananların sayısı 69 oldu ve tutuklular 2 ay sonra Amasya’ya gönderildi. Cezaevi Samsun, Bafra ve Pontus’taki diğer bölgelerden gelen ve aynı davadan tutuklanmış birçok Rum’la tıka basa doluydu. “Pontus Cemiyeti Merkez Umumiyesi” Davası olarak bilinen davada yargılananlar arasında Pontos aydınları, din adamları, iş insanı, doktor, tüccar, işçi, köylü Pontoslu yurttaşlar vardı. Kapetanidis ile birlikte Meclis-i Mebûsan’da üç dönem Trabzon vekilliği yapan Matyos Kofidis, Giresun Rum Cemaati Ruhani Reisi Vekili Papaz Yakobi, metropolid katibi Sürmeliogulları’ndan Kaptan Yani oğlu İspir ile Giresun, Ordu ve Trabzonlu tüccarlar hakkında idam cezası verildi. Yine aynı yargılamada Trabzon metropolidi Hrisantos, Giresun metropolidi Lavrandiyos, Ordu Metropolidi İlyadis Polikaryus ile eski Giresun Belediyesi Başkanı Kaptan Yorgi’nin oğlu Kostantin, metropolit vekili Papaz Papatodor mahdumu Kosti ile birlikte Pontoslu aydınlar hakkında ise gıyaben idam kararı alındı. Bu kararlarla Pontos Rumlarına dini ve siyasi liderlik edecek Pontoslular ya öldürüldü ya da Pontos’a bir daha gelmesinin önü kesilmek için haklarında ölüm kararı verildi. Bu yolla Pontos’un ulusal ve entelektüel önderliği yok edildi, ilerlemenin önü kesildi ve Pontoslular lidersiz bırakıldı.
Elinden kalemi alınan, tutuklanan ve ölümle karşı karşıya olan Kapetanidis, burada da duruşundan taviz vermedi, son onuna kadar devrimci kimliğini korudu. Cezaevinden ailesine gönderdiği son mektuplarından birinde “…Devrimci olmakla suçlanalım ve bilim insanları, eğitimliler, aydınlar amansızca yok edilsin …bu olaylardan sağ kurtulacak birkaç kişiden, ne cesaretin ne de soğukkanlılığın beni bir an için bile terk etmediğini öğreneceksiniz …sizlerden sonsuza kadar ayrıldığım için ruhum derin bir yastadır. Ama böylesi bir ölüm güzeldir, şanlıdır… Bu yüzden, üzülmeyin… Sevgili anacığım, senin de için rahat olsun. Ölümümle senin yüreğini ve adını onurlandırıyorum… Ölüm, hepimiz için bir onurdur… Cesur olup bekleyin… İnsan bir defa ölür…” diye yazdı.
Duruşunu İstiklal Mahkemesi’nde de sürdüren Kapetanidis, savunduklarından geri adım atmadı. Onun bu tavrı, Pontoslu Stavros Nikolaidis’in “Pontus’a Ağıt” kitabında şöyle görüyoruz: “Başkan Emin Bey, kendisine Pontus’un bağımsızlığını savunduğuna dair iddianameyi okuduğunda Trabzonlu gazeteci Nikos Kapetanidis Emin Bey’in lafını keserek: ‘Hayır, Başkanım! Ben Pontus’un bağımsızlığını değil doğrudan Yunanistan’la birleşmesini savunuyorum!’ der”.
Duruşunun “cezası” ise idam oldu ve 68 Pontoslu Rum ile birlikte 21 Eylül 1921’de idam sehpasına çıkarıldı. Tüm hayatını Pontos’a adayan Kapetanidis’in darağacına yürürken ki son sözü ise “YAŞASIN HELENLERİN ÜLKESİ” oldu.
https://pontosgercek.com/helenizme-adanmis-bir-omur-gazeteci-pontos-aydini-kapetanidis/
Yücel Erten, İzBBŞT’nin Kuruluş Sürecine Dair Merak Edilenleri Anlattı…
https://tiyatrodergisi.com.tr/yucel-erten-izbbstnin-kurulus-surecine-dair-merak-edilenleri-anlatti/
Barış mı, güvenlikçi politika mı?
Türkiye’de her gerçek barış arayışı, çatışma ve çelişkilerle mayalanır. Barış, eğer bir gün gelecekse, işte böyle çetin bir yolda gelecektir.
Alattin Bilgiç
Türkiye’nin kronikleşmiş meselelerinden biri olan Kürt sorununda yeni bir dönemin eşiğindeyiz, ya da öyle zannedenlerdeniz. Her defasında hem umutlarımızı hem de endişelerimizi diri tutan, her adımda “Acaba bu defa mı?” dedirten bir barış ve güvenlik kısır döngüsünün içindeyiz. Ekim ayı boyunca yaşanan gelişmeler de bu döngünün karikatür gibi bir yansıması. Devlet Bahçeli’nin el uzatması, tokalaşması ve "barış" kelimesini ağzına alması, bir hafta bile sürmeden çelişkiler denizine yelken açtı.
BAHÇELİ'NİN TOKALAŞMASI VE BİR UMUT IŞIĞI
1 Ekim’de Meclis açılışında Türkiye garip bir manzaraya tanık oldu: Sert dili, milliyetçi söylemleri ve son 10 yılın karar mercii olarak bilinen Devlet Bahçeli, DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın yanına giderek elini sıktı. O an herkesin gözleri “Bu bir işaret mi?” sorusuna kilitlendi. Bahçeli’nin, “Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamamız lazım” sözüne toplumda bir anlam yüklemeye koyulduk. Nitekim Johan Galtung, “barışın olumlu bir güç olarak yalnızca çatışmanın sona ermesi değil, aynı zamanda sosyal adaletin sağlanması” anlamına geldiğini ifade eder. Ancak, bu tür jestlerin toplumsal barış adına gerçek bir adım olarak algılanması için yeterli olmadığını belirtmekte fayda var; ne de olsa Türkiye’de barış, çoğu zaman bir kalp atışı kadar yakın, fakat bir ömür kadar uzak.
BARIŞIN GÖLGESİNDEKİ TEHLİKELİ DENGELER
Tam “Bahçeli başka şeyler mi söylüyor?” diye umutlanmıştık ki, 22 Ekim’de yeni bir bomba patladı. Bahçeli, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın örgütü lağvetmesi koşuluyla “umut hakkına başvurabileceği” gibi bir söz etti. Bu cümle, toplumun barışa dair özlemlerini bir kez daha diriltse de anında karışık bir anlam yüklendi. Devletin yüksek sesle bu meseleye dâhil oluşu elbette şaşırtıcıydı. Bu durum, pek çok kesimde “Devlet cidden mi çözüm arıyor?” sorusunu akıllara getirdi. Ancak Michel Foucault, “devlet iktidar ilişkilerini sürdürmek için çoğu zaman barışı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırabilir,” sözü de aklımızdan çıkmıyor. Türkiye’nin tarihsel süreçleri incelendiğinde, devletin bu tür yaklaşımlarının bir strateji olarak da kullanılabileceği göz ardı edilmemelidir.
Üstelik bu açıklamanın hemen ardından gelen gelişmeler de bu defa sürecin pek de stabil gitmeyeceğinin işaretini veriyordu. Aynı gün, Ömer Öcalan İmralı’da Abdullah Öcalan ile bir görüşme yaptı ve dönüşte Abdullah Öcalan’ın “Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim.” mesajını aktardı. Antonio Gramsci’nin devlet ve sivil toplum arasındaki ilişkiyi açıkladığı hegemonya kavramı burada önem kazanıyor; zira Türkiye gibi çok katmanlı toplumsal yapılar barış söylemini halk arasında hegemonya kurmak için kullanırken barışı nihai bir inşa süreci olarak değil, iktidarın devamını sağlama aracı olarak görebilir. Bu bağlamda, Gramsci'nin “rıza ve baskı dengesi” üzerine teorisi, devletin milliyetçi refleksleri ile çözüm sürecini dengede tutma çabasına ışık tutar.
HUZUR MU, GÜVENLİK Mİ? İKİYÜZLÜ BİR TEZAHÜR
Ancak bu görüşmelerin arkasında, her zamanki gibi Türkiye'nin hassas dengeleri devreye giriyordu. Ülkenin kalbi Ankara'da, TUSAŞ’a düzenlenen saldırı ve PKK’nın saldırıyı üstlenip bunun süreçle bir ilgisi olmadığını açıklaması, toplumda yeni bir dalgalanmaya yol açtı. Barış süreci tartışmalarıyla aynı gün yaşanan bu olayın bir provokasyon olup olmadığı sorgulanmaya başlandı. Provokasyon muydu, değil miydi; sürece bir etkisi var mıydı derken toplum bir kez daha belirsizliğin içine itildi. Aynı gün devletin Rojava'ya düzenlediği hava saldırısı ise kafa karışıklığını iyice artırdı.
Bu olaylar, Edward Said'in “öteki” kavramını anımsatır nitelikte. Said’e göre devletler, çatışma anlarında “öteki” yaratarak kendi iç iktidarlarını meşrulaştırır ve toplumun dikkatini asıl meselelerden uzaklaştırır. Bu bağlamda, barış sürecinde ortaya çıkması muhtemel tüm aksaklıklar, “terör” veya “provokasyon” temalı bir söylemle perdelenmekte. Bu durumda olan bitenler tam anlamıyla bir ironi taşırken, Devlet Bahçeli bir kez daha karşımıza çıktı ve “Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa Türk değildir; Türkleri sevmeyen bir Kürt varsa Kürt değildir” gibi barış kokan bir cümle sarf etti. Hannah Arendt, iktidarın gerçek anlamda kalıcı olabilmesi için barış dilini kullanmanın önemine değinir ve bu dili, kitleleri bir arada tutmanın bir yöntemi olarak tanımlar. Ancak bu söylemler her ne kadar olumlu gibi gözükse de, esas hedefin toplumsal bir birliktelikten ziyade kısa vadeli siyasi kazançlar olması mümkündür. Bu cümle, çok sayıda kişinin zihninde “Devlet çözümde ciddidir” yorumlarına yol açarken hemen ardından 28 Ekim’de Bahçeli’nin “Türkiye Cumhuriyeti'nin bir Kürt sorunu yoktur” açıklaması geliverdi. İşte orada umut, yeniden bir darbe aldı.
SORUNSUZ TOPLUM ALGISI VE 'TEKLİFLER'
Son gelişmelerin arasında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Bu Cumhuriyet Türk'ün de Kürt'ün de Cumhuriyetidir,” yine grup toplantısında “Sevgili Kürt kardeşim, imanına, İslamına, ezanına, vatanına, toprağına, kardeşlik hukukuna sahip çıkmanı istiyoruz. 'Gel Türkiye Yüzyılı'nı birlikte inşa edelim' diyoruz. 'Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında al bayrağımızın gölgesinde aydınlık, müreffeh, kardeşçe bir istikbali birlikte kuralım' diyoruz. Bundan 101 sene önce Cumhuriyet'i birlikte kurduk, bu Cumhuriyet benim olduğu kadar senin de Cumhuriyetin. 'Gel Cumhuriyet'i birlikte hepimiz için bir esenlik yurdu yapalım' diyoruz. 'Gel yumruklarını sıkanları aradan çıkartalım' diyoruz.” ifadesi ve önceden de Özgür Özel’in “Ben de el yükseltiyorum, Kürtlere Türkiye Cumhuriyeti devletinin sahibi olmayı teklif ediyorum” söylemi, bir başka gerçeğe kapı aralıyor: Devletin toplumsal barışa dair algısında sorun ancak dile getirildiğinde var; dile getirilmediğinde ise sorun yoktur. Bu, “sorunun yoksa bu topraklar senindir, dillendirirsen bizzat sen sorun olursun!” gibi bir söylemi barındırmaz mı? Bu önerme, toplumun sorunları ve gerçekleriyle örtüşüyor mu?
Johan Galtung’a göre, toplumdaki eşitsizlikler barışın yüzeyde mi yoksa derinlikte mi kurulduğunu belirleyen unsurlardır ve barış, sorunların gerçek anlamda çözümü olmaksızın sağlanamaz. Türkiye özelinde de Kürtlerin siyasi, sosyal ve kültürel haklarının dile getirilmeyen bir sorun olarak kalması, güvenlikçi refleksle şekillenen bu yapı bu söylemlerin altında yatan çelişkiyi güçlendirmektedir. Kürt meselesini çözmek yerine onu kendi varlık sebebi hâline getirmiştir. “Birlik ve kardeşlik” söylemi, barış kılığına girmiş geçici bir sessizlik değilse nedir?
SÜRECİN GERÇEK MİMARİSİ: MASANIN BİRKAÇ KERE DAHA DEVRİLECEĞİ KESİN
Türkiye, baharın geleceği sanılan bir kış gibi. Bir yandan devletin barış diline yakın söylemleri, diğer yandan güvenlikçi hamleleri, toplumun huzur ve güvenlik ekseninde sürekli yalpalamasına yol açıyor. Barış dedikleri şey, aslında milliyetçi hassasiyetleri kontrol altında tutmanın bir aracı mı? Yoksa gerçekten çözüm masasına bir şans mı tanınıyor? Türkiye’nin güvenlik kaygılarını tatmin ederken barış masasına oturmak gibi çelişkili bir yolu tercih ettiği aşikâr.
Her seferinde kurulması ihtimali doğan ama bir türlü gerçekleşmeyen o masanın, bu süreçte de pek çok kez devrileceği açık. Belki de barış dedikleri şey, Türk siyasetinde ayakta kalmanın en iyi formülü olarak yeniden servis ediliyor. Ancak Herbert Marcuse’un belirttiği gibi, gerçek barış, yüzeysel bir düzen değil, bireylerin siyasi ve toplumsal haklarına dair bir özgürleşme gerektirir. Eğer barış zordur, uğrunda pek çok engel aşılsa bile bir erdemdir diyorsak, bu masaya inanmak, bir gün çözüme ulaşacağına dair umut taşımak gerekmekte. Ne de olsa Türkiye’de her gerçek barış arayışı, çatışma ve çelişkilerle mayalanır. Barış, eğer bir gün gelecekse, işte böyle çetin bir yolda gelecektir.
SON SÖZ
Türkiye’nin siyasi sahnesinde barış ve güvenlikçilik arasında gidip gelen bu ikilem, elbette kolay aşılacak bir yol değil. Fakat sormadan edemiyoruz: Bu ikili arasında savrulmaya devam ederken, barış gerçekten mümkün olabilir mi? Yoksa bu, yalnızca bir siyasi manevra mı? Belki de Türkiye, barış arzusunu bir umut olarak taşıyarak, kendi karmaşık doğasını en iyi hicivle açıklayabilecek bir toplumdur.
https://www.gazeteduvar.com.tr/baris-mi-guvenlikci-politika-mi-haber-1732027
Türkiye’nin Türk, Kürt Burjuvazisinin Kara Tarihinden bir Yaprak: Malatya’da Ermeni Mallarını Kim Aldı?
Malatya hem Tarihi Ermenistan’ın çeperinde yer alması zengin bir Ermeni nüfusunun yanında Türklerin, Kürtlerin ve Kızılbaşların da nüfusun önemli bir parçası olması dolayısıyla ilginç Osmanlı sancaklarından biridir.
Malatya aynı zamanda 1915 Soykırım sürecinde ölüm yolculuğuna çıkarılan Ermeniler için de bir transit geçit ve toplanma bölgesidir. Ancak Malatya öyle sıradan bir geçiş yeri de değil, büyük sürgün kavşaklarının orta yerinde her istikametten gelenlerin önemli ölçüde eritildiği bir ana istasyon, bir nevi temerküz kampıdır. Esasen Malatya civarında bunlar ikilidir. Birincisi batıdan Fırat’a birleşen Tohma Çayı üzerindeki Kırkgöz isimli köprü ve çevresindeki açık alan. Burası Amasya’dan, Tokat’tan, Sivas’tan, Samsun, Trabzon ve Şebinkarahisar’dan, Erzincan, Eğin, Arapkir ve daha başka yerlerden getirilenlerin yığıldığı, kalan erkeklerin bitirildiği, kadın ve çocuklardan Suriye çöllerine doğru yeni kafilelerin oluşturulduğu bir dağıtım noktasıdır. Malatya’dan Harput’a doğru az ilerde, Fırıncılar denilen yol kenarı büyük düzlük ise ikinci kamp yeri olarak kullanılır. Yaz sıcağında, aç susuz bekletilen sürgünler hasta düşer, günde yüzlerce ölü götürülüp suya dökülür. Fırıncılar kamp yeri ayrıca genç kızların Türk ve Kürt ahali tarafından serbestçe kapışıldığı, bir kısım çocukların da yetimhaneye denerek ölüme götürüldüğü bir alandır. Orada iyice ufalandıktan sonra kalanlardan oluşturulan kafileler Beydağı yokuşuna dizilir ve daha ilerde Kahta gibi yeni katliam noktalarıyla eksilerek devam ederler. Başka bir yığın güzergâh ve nokta vardır, ama Furuncu adını bu taraflardan geçirilen bütün sürgünler anılarında büyük acı ve kederle anlatır, çokları evlatlarını burada yitirerek gitmişlerdir. Şimdi İnönü Üniversitesi kampüsünün oturduğu yer, yüz yıl önce yüzbinlerin kendi Golgota’larına doğru eziyet çektiği ve onbinlerin ölü yada kayıp edildiği bir açık hava mezarlığıdır.[i] Kısaca Malatya mezbaha vilayetlerden biridir.