Fırat Aydınkaya: Şiddet, Kürt davası için bir yüke dönüştü
Fırat Aydınkaya ile 27 Şubat tarihinde Abdullah Öcalan tarafından yapılan çağrı metninde öne çıkan vurgular, silah bırakma ve fesih meselesi, şiddet retoriği, Kürt meselesinde ortaya çıkan yeni durumlar, Kürt siyasetinin arayışları, Türkiye ve Ortadoğu’daki malum gelişmeler ve yakın zamanda ortaya çıkacak beklentiler üzerine konuştuk…
https://hemhal.org/firat-aydinkaya-siddet-kurt-davasi-icin-bir-yuke-donustu/
PONTOS CUMHURİYETİ
14 Mart 1919 Trabzon Epochi gazetesi Paris konferansındaki Pontos Cumhuriyeti ile ilgili gelişmeleri aktarıyor...
https://epochi.pontosgercek.com/sayi-45-14-mart-1919-persembe/
Üç yasak rengi seviyorum
ve yasak bir alfabeyle yazıyorum şiirlerimi,
anarşist çiçekler kokluyorum.
devlet sınırlarını ihlal eden kuşlara,
yardım ve yataklık yapıyorum.
umudun propagandacısıyım,
bütün sözcükleri örgütlüyorum..
artık halkların değil
Aşkın Şarabın ve Sevginin ayaklanması var!
ilk eylemde sınırdışı oluyorum.
bana gözlerini yurt eyle… mültecin olayım…
kendi adına bana bir kimlik çıkart…
ben biraz da sen olayım….
Mehmed Uzun
Mustafa Kemal’den Öcalan’a
Antiemperyalizm Masalı
Elias Nin
Mustafa Kemal’in sahsında, Türklerin imparatorluk kalıntıları üzerine uluslaşma, ulus devlet inşa savaşına “Antiemperyalist” bir karakter atfedilmektedir. Bu iddianın sahibi yalnızca devlet değil tabii ki; solun, hatta Kürt camiasının da ezici çoğunluğu aynı kanaattedir.
Özellikle Apoculuğun Kürt dinamiğini fiziki ve ideolojik olarak kontrol altına aldığı şu sıralarda bu iddia Kürtlerde daha geniş bir topluluk tarafından kabul görmektedir.
Zaten “Yeni Türk-Kürt İttifakı” olarak planlanan sürecin referanslarından biri de bu yalan resmi tarihtir.
Birincisi; Osmanlı Devleti ve onun yıkıntılarından bir ulus devlet inşa etmek için savaş başlatan İttihatçı (Kemalist) hareket, emperyalist ülkelerle herhangi bir çatışmaya girmemiştir.
Emperyalist ülkeler, yani Osmanlı Devletini teslim alan İngiltere, Fransa liderliğindeki itilaf devletleri İstanbul’da idi. Savaş da 1918 yılında fiilen bitmiştir, 1918-1923 arası devam eden daha çok pazarlık sürecidir.
Türklerin adına “Kurtuluş Savaşı, Antiemperyalist” savaş dedikleri çatışmalar 1919 yılında başlamış, 1923’te son bulmuştur ve bu süre zarfında bir tek emperyalist devlete karşı tek bir mermi sıkılmamıştır. Kaldı ki Mustafa Kemal ve yanındaki İttihatçıları İstanbul’dan Samsun’a götüren gemi de İngiltere’nin izniyle İstanbul boğazından Karadeniz’e açılmıştır.
Gemide bulunanlar, Osmanlı Sarayına bağlıdır, emirleri Damat Ferit Paşa’dan almaktadırlar.
İttihatçı subayların Samsun’a gitme nedenleri, Rum, Ermeni ve Koçgiri Kürt isyanlarını bastırmaktır.
Mustafa Kemal’in Sünni Kürt aşiretleri ve dini liderleriyle yaptığı görüşmelerde, “Hilafet adına buradayım” dediğini, bu maksatla onlardan destek istediğini biliyoruz.
Ortada emperyalizme karşı bir savaş vardır ne de böyle bir niyet söz konusudur. Kaldı ki antikapitalist olmayan bir savaş/mücadele, anti-emperyalist de olamaz; bir devlet ya da savaş gücü emperyalist bir devletle çatışma halinde olabilir ama bu onu antiemperyalist yapmaz.
Mesela Taliban, İranlı Mollalar, Kaddafi, Saddam da zaman zaman emperyalist devletlerle çatıştılar ama antiemperyalist oldukları için değil, karşılarındaki güç emperyalistti, eğer başka bir güç olsaydı onunla çatışacaklardı. Yani düşmanın emperyalist olması, ona karşı savaşanı antiemperyalist yapmaz; en fazla anti işgalci yapar.
Kaldı ki Türklerin savaşı işgal karşıtı da değildi zira işgalciler esasen İngilizler, İtalyanlar, Fransızlardı.
Türler ise Kürtlere, Ermeniler, Pontuslu Rumlara karşı savaşmıştır; bu da işgali sonlandırmak için değil, Türk işgalini devam ettirmek içindir.
Sonuç olarak: Türkler, tarih boyunca işgal karşıtı ya da anti-emperyalist bir savaş yapmamıştır; bu bir yalandır, resmi devlet tezidir.
Erdoğan-Bahçeli-Öcalan üçlüsünün iddia ettiklerini aksine, Türklerin son bin yıl boyunca yaptıkları savaşların tamamı ilhak maksatlıdır. Bu üçlünün maksadı, failden mağdur yaratmaktır.
Yüz yıl boyunca Türkiye’de adına layık sosyalist bir geleneğin, Kürdistan’da ise Kürt tarih anlayışının, bağımsızlık hareketinin inşa edilememiş olmasının en önemli nedeni, bu tarih anlayışıdır; bunun aşılması gerekiyor.
https://www.instagram.com/p/DHI2_dhNVQw/?igsh=MTRxaWl6NDhvZG1pNQ%3D%3D
Platon’un mağara alegorisi…
Bir mağaranın içinde, dışarıdan gelen ışığa arkalarına dönük olarak ömürlerini geçirmiş olan insanların tek gördükleri önlerine vuran hayvan, insan ve nesne gölgeleridir.
Gerçek formunu hiç görmemiş bu insanlar için tek gerçeklik bu gölgelerdir.
Mağarada yaşayan kişilerden biri bir gün aniden serbest kalır. Mağaranın dışındaki dünya ile karşılaşır. Tamamen ışık ile yani gerçek ile tanışan bu kişinin gözleri neredeyse körlük yaşar.
Zamanla şimdiye kadar gerçek sandığı gölgelerin aslında gerçek olmadığını ve gerçeklerin birer karanlık yansıması olduğunu anlamaya başlar…
Hayatın gerçeğini anlayan bu kişi mağaraya dönüp diğer insanlara gölgelerin sahte olduğunu ve asıl gerçeğin dışarıda olduğunu anlatmaya çalışır.
Ancak dışarıyı hiç görmeyen bu insanlar anlatılanı idrak edemezler ve kızgınlıkla karşı çıkarlar…
Platon, mağara alegorisi yani benzetmesinde bir şeyleri anlamaya başlamış olan filozofların bunu halka anlatamayışını örneklemek istemiştir.
Bu metafor günümüz dünyası ve düzeni içinde hala geçerlidir.
Çünkü insanlar anlayabildikleri kadarını kabul edip kendi anlayışlarının ötesinde anlatılanları kabul etmezler.
Bu yüzden gerçekleri anlatanlar bir şekilde toplum içinde baskı altına alınır.
Işığı gerçeği görmek doğruyu duymak rahatsız edicidir. Bu yüzden zihin karanlığı ve esareti seçer. Cahillik mutluluktur.. Gerçek ile yüzleşmek ve özgür olmak cesaret ister.
Herkesin bir gün mağaradan çıkabilecek kadar cesur olması dileğiyle…
***
Alıntı
https://pixelfed.social/i/web/post/805819108350894446
Antik DNA, Hunların Kökenlerini Ortaya Çıkardı
Yeni DNA analizleri, uzun zamandır tartışılan dördüncü yüzyıl Avrupa’sındaki Hunların oldukça farklı kökenlerden geldiğini gösterdi.
https://arkeofili.com/antik-dna-hunlarin-kokenlerini-ortaya-cikardi/
Tükenen PKK Değil Hükümettir, Devrim İçin Devrimci Parti
Abdullah Öcalan’ın mektubu yeni bir çözüm süreci girişimine yanıt niteliğini taşıyor.
Mektubu ve PKK’nin yanıtını “teslimiyet”, “reformizm”, “ihanet”, yahut “otuz yıllık bilindik bir hikayenin bir tekrarı” diye yorumlamaya çalışmak bu süreçten hiçbir şey anlamamak anlamına gelir. En iyi ihtimalle doktrinerlikle sonuçlanır; sol içinde rekabetçiliğin körüklenmesine, hatta hükümetin borazanlığına varması şaşırtıcı olmaz. Körleştiren, örgütsel ve siyasal maneviyatı bozan tutumların karşısında durmak gerekir.
Tükenen Kim?
Söz konusu mektubun içeriği değil zamanlaması ve tonu yenidir.
Eğer bir tükenmeden söz edilecekse tükenenin PKK değil Erdoğan ve Bahçeli olduğunu söylemek gerekir. Cumhur İttifakı’nın bu iki ortağı kendi aralarındaki rekabetin ürünü olarak Öcalan’ın ellerine sarılmışlardır.
Mektubun tonu tam da bu havayı yansıtmaktadır. Mektup gerileyen, zayıflık içinde kah didişip kah çırpınan Cumhur İttifakı’nın ortaklarını daha da fazla rencide etmeden, onlara seçmen tabanlarını yitirmeden geri adım atma şansı sunmak için yazılmıştır. Mektubu değerlendirirken Cumhur İttifakı seçmenine gösterilmek istenenden ötesini görmek gerekir.
Güç dengeleri hükümet propagandasının tam aksi yönde değişmiştir.
Güç Dengeleri Nasıl Değişti?
Her şeyden önce PKK sadece otuz beş yahut yirmi altı yıl öncesine kıyasla değil “birinci çözüm sürecinin başladığı” 2012’ye, içsavaşın başladığı 2015’e kıyasla da çok daha güçlü bir partidir. Geçmişte sadece Kürdistan’ın kuzeyiyle sınırlı bir faaliyet yürütürken PKK bugün artık en az üç parçada etkindir.
PKK’nin silahlı mücadeleye son vermesi artık Türkiye sınırları içinde düşünüp anlaşılamaz. Bununla birlikte PKK’nin Kürdistan’ın diğer parçalarında da aktif olması onun başına buyruk hareket etmesini zorlaştırmaktadır. Tersinden Rojava’da olduğu gibi onun yolunun ABD ile kesişmesi, silah bırakma sürecinin ne zaman ve nasıl olacağını/olmayacağını değil, hangi kapsamda gerçekleşeceğini/gerçekleşmeyeceğini de belirleyecektir.
Türkiye cephesindeki dinamikler ise tam aksi istikamettedir ve güç dengesinde ibreyi Türk devletinin aleyhine itmektedir.
Otuz beş yıl önce Öcalan’ın karşısında politikaları tanımlı bir Türk devleti vardı. Bugün öyle bir devlet yoktur.
O dönemde 12 Eylül rejiminin kurumları işliyordu. Bugün rejim felç olmuştur, krizdedir.
Yirmi altı yıl önce, Öcalan rehin alındığında, Türkiye ABD tarafından Avrupa Birliği’nin içine ittiriliyordu. Yeniden yapılanma projesi yürürlükteydi. Bugün ne öyle bir ABD ne öyle bir AB ne de öyle bir reform süreci söz konusu.
Yirmi üç yıl önce AKP hükümet olduğunda 12 Eylül’ün tüm geleneksel partileri, biri dışında sahadan silinmişti. Bugün AKP 2002 öncesindeki partilerden beter bir biçimde yıpranmıştır, üstelik içsavaş içinde ikiye bölünmüş bir Türkiye’de çözüm hayalleri satmaktadır.
On iki yıl önce birinci çözüm süreci başlarken, AKP o dönemde en azından tek başına hükümet olacak bir durumdaydı, kendisini merkez partisi olarak satabiliyordu. Bugün karşımızda MHP’ye teslim olmuş, on yıldır bir içsavaşı yürüten, içsavaşı Türkiye dışına taşımaya mecbur kalmış ve tüm bunların yorgunu bir Erdoğan vardır.
Üstelik Erdoğan sadece yorgun değil başarısızdır. Suriye politikası başarısız olmuş, Rojava’yı boğma imkanlarını yitirmiştir. İçsavaşta başarısız olmuş tek başına hükümet kuramaz, meclisten bir erken seçim kararı çıkartamaz hâle gelmiştir. Yerel seçimlerde yediği sille cabasıdır. Daha da kötüsü, herhangi bir değişiklik olmadığı takdirde görev süresi 2028’de bitecektir. Zaman bir saatli bomba misali tıklayarak daralmaktadır.
Nihayetinde on sene öncesine kıyasla Erdoğan ile ortağı Bahçeli arasındaki uyumsuzluk had safhadadır. Erdoğan Bahçeli’den kurtulmak istemekte ama bunu başaramamaktadır. İki ortak birbirini çelmeleyen şekilde ilerlemektedir. Öcalan’ın mektubuna giden süreci de aslında bu çekişmenin bir sonucu olarak görmek gerekir.
Öcalan’ın mektubu Türkiye Cumhuriyeti’nin ve bekçilerinin tarihlerinin en zayıf ânında kaleme alınmıştır. Mektubun yeniliği buradadır.
Bununla birlikte mektup, geride bıraktığımız on yıllarda benzer içerikte defalarca yazılmış eski bir mektup olsa da eskimeyen, daha doğrusu eskiyemeyen bir mektuptur. Mektubun niye eskiyemediği en az onun yeni yönleri kadar önemlidir.
Otuz Beş Yıllık İçerik
Öcalan’ın mektubunda ifade edilen görüşleri, PKK’nin, kendi savunduğu şekliyle, “marksizm-leninizm”i tartışmaya açtığı 1990 kongresinin sonuçlarında bulmak mümkündür. Bu bakımdan en az otuz beş yıllık bir tarihi vardır. PKK kendini ilk kez fesheden, ismini hiç değiştirmemiş bir parti de değildir.
PKK iddiaları bakımından dünyada birçok benzeri bulunabilecek bir partidir. Yola çıkarken Vietnam Komünist Partisi, IRA (Sinn Fein), ETA’ya benzer programatik iddialar taşıyordu. Türkiye sosyalist hareketi içindeki tartışmalar çerçevesinde kopuşlar yaşamış ve Kürdistan’a yönelmiş bir harekettir. Bu bakımdan, uluslararası referansları birebir aynı olmasa da, savunduğu strateji bakımından Türkiye’de benzerleri olan bir harekettir. Onlardan farkı gerilla savaşını daha yaratıcı ve etkin bir biçimde yürütebilmiş olmasıdır.
Gorbaçov’un yeni yönelimi girdiğinin anlaşılması sadece onu merkez olarak görenler üzerinde değil dünya üzerindeki tüm akımlar üzerinde bir sarsıntı yaratmıştı. Sovyet desteği ile ayakta duran Suriye’de konumlanmış PKK de bu sarsıntıyı en şiddetli yaşayanlardan biriydi. Ateş hattında verdiği siyasi-askeri mücadele nedeniyle ideolojik, politik ve örgütsel konulardaki dönüşüm kararlarını dünya üzerindeki ve Türkiye’deki muadillerine kıyasla cüretkar ve seri bir biçimde aldı.
Ancak otuz beş yıl sonraki tablo bambaşkadır. Geçmişini tümüyle reddedip yeni bir çizgiye geçme konusunda ilk adımları atan PKK, bu konuda en geride kaldı. Türkiye’de programlar değişti, seçime kilitlenmiş legal kitle partileri, kuruldu. Her türlü şiddet eylemini kınamak çoktan geçer akçe oldu. PKK ise hâlâ “reel sosyalizm”le hesaplaşmaya çalışıyor, silahları nasıl bırakacağını konuşuyor.
Evet, Öcalan yıllardır aynı mektubu yazmaktadır. Mektup eskimiyor.
Mektup sadece devlet nezdinde gerekli muhatabı bulamadığı için değil PKK eski kimliğini tümüyle terk edemediği için de eskimiyor.
PKK’nin kimlik değişimi süreci, Avrupa, Latin Amerika hatta Türkiye’dekilere benzer bir şekilde, onun kendi inisiyatifiyle ve kendi denetiminde yürütebildiği bir süreç değildir. PKK’nin öyküsü Kürdistan’ın farklı parçalarında, farklı tempolarla yaşanan devrimci yükseliş ile iç içe geçtiği için, PKK’nin politikalarının değişimini de salt onun niyet ve kararlarını temel alarak açıklamak mümkün değildir.
Kürt Sorunu ve Kürdistan Sorunu
Mektubun içeriğini derinlemesine incelemeye, onda özel bir hikmet aramaya gerek yoktur. Türkiye’de ve dünyada doksanların başından beri defalarca kaleme alınmış çözüm önerilerinden biridir. Türkiye özelinde çözüm önerisi şu koşullu cümledeki beklentiyle özetlenebilir: Türkiye demokratik bir ülke olursa Kürt sorunu da çözülür.
Halbuki yaşadığımız topraklarda Kürtlerle ilgili bir değil iki temel sorun vardır. Bunlardan birisi Kürt sorunudur, diğeri ise Kürdistan sorunudur. Kürdistan sorunu, Ortadoğu’nun devletsiz iki ulusundan biri olan Kürt ulusunun kendi kaderini tayin edebilmesi için kendi devletine kavuşması sorunudur. Bağımsız ve birleşik Kürdistan’ın kurulmasını şart koşar. Kürt sorunu ise Kürtlerin demokratik ve kültürel haklarına sahip olması sorunudur. Asgari koşulu Türkiye sınırları içinde demokratik bir rejimin kurulmasıdır.
Mektup, bu iki farklı sorunu tek bir Kürt sorunu çerçevesinde ele almıştır. Kürdistan sorununu Kürt sorununa indirgemiştir. Adını doğrudan anmadığı Kürt sorununu da Türkiye demokrasisinin sorunlarına bağlı olarak ifade etmiştir.
Mektupta ifade edilen çözümün hayatta bir karşılığı yoktur, olmayacaktır. Hiçbir mektup yahut kararname, anayasa yahut toplumsal sözleşme Kürdistan ulusal sorununu ortadan kaldıramaz. Bilakis emperyalist paylaşım kavgasının keskinleşmesi Kürdistan sorununu siyasi mücadelenin merkezine itiyor. Kürdistan’ı dört parçaya bölmüş ilhakçı devletler parçalanmadan, bağımsız ve birleşik Kürdistan kurulmadan Kürdistan sorununu çözmek mümkün değildir.
Kürt sorununun, demokratik bir Türkiye’de çözülmesi teorik olarak mümkündür. Ancak demokratik bir Türkiye’nin kurulması sorunu bir rejim, yani anayasa sorunudur. Yasama meclisinde komisyonlar kurarak bu sorunu çözmek mümkün değildir. Yeni bir anayasa için gücünü bu hükümeti süpürmüş olmasından alan egemen bir kurucu meclise ihtiyaç var. Türkiye devleti geçelim bir kurucu meclis kurmayı, anayasa yapmayı, göstermelik bir ulusal birlik müsameresi düzenleyecek bir hâlde bile değildir, içsavaş içinde ikiye bölünmüştür. Suriye’de içsavaş ne kadar bitmişse, Türkiye’de de bu sürecin sonunda o kadar bitebilir.
Devrimci Önderlik Boşluğu
Türk egemenlerinin perişan hâli mektubun yeni yönüyse, Kürdistan’daki devrimci yükseliş onun bir türlü eskiyemeyişini açıklar.
Bu koşullar her şeyden önce hem Kürdistan’da hem de Türkiye’de devrimci önderlik boşluğuna işaret eder. Kürdistan’da bağımsız ve birleşik bir Kürdistan mücadelesine önderlik edecek bir komünist partiye ihtiyaç var. Türkiye’de ise demokrasi savaşını proletaryanın zaferiyle kazanmak için başka bir devrimci parti gerekiyor. Bugünün asli devrimci görevi de Türkiye’de ve Kürdistan’da bu iki partiyi yaratmak ve onların uluslararası düzlemde başka ülkelerdeki komünist partilerle bir araya gelmesini sağlamaktır.
PKK’yi ve Öcalan’ın mektubunu bu görevlerin önünde engel olarak görmek anlamsızdır. PKK’nin zaten Türkiye siyasetine doğrudan bir etkisi yoktur. Kürdistan’da ise önderlik değil ama devrimci önderlik iddiasından vazgeçeli otuz beş yıl olmuştur. Kürdistan’da PKK’nin devrimci mücadeleye engel olduğunu söyleyebilmek için önce bağımsız bir iddiayla ve örgütle siyasi mücadele sahnesine çıkmak gerekir.
Bugün gerek Türkiye’de gerekse de Kürdistan’da devrimci partiyi yaratmak için öncelikle PKK’nin tutumunda hikmet arayanlardan olduğu kadar onun ortadan kalkmasını bekleyenlerden, PKK’nin taktik dehasına methiyeler düzenlerden olduğu kadar onun hakkında komplo teorileri üretenlerden de uzak durmak gerekir. Kimsenin eksiği komünistlerin fazlası değildir, komünist partiyi yaratmak isteyenler için koşullar bugün her zamankinden elverişlidir. Herkes kendi işine odaklanmalıdır.
“Bütün Ülkelerin Komünistleri Birleşin!” çağrısı ancak siyasi mücadele içinde hayat bulabilir bir çağrıdır. Yaşadığımız topraklarda bu mücadelenin ana eksenlerinden biri, bir türlü derisini değiştiremeyen bu rejime karşı verilecek demokrasi savaşıdır. Bugün hükümet her zamankinden zayıf ise takınılması gereken devrimci tutum yumuşama vaatleriyle tutarsız saldırı hamleleri arasında ilerleyen bu süreçte hükümetin güçsüzlüğünü öne çıkarmak, demokrasi mücadelesini parlamentarist seçim hesaplarına tahvil etmeden, düzen güçleriyle ittifak kurmaya yeltenmeden emekçilerin hükümete karşı bağımsız ve kitlesel eylemlerini savunmaktır. Köz’ün arkasında duran komünistler Türkiye’de komünistlerin parti birliği çağrısını bu eylemli mücadelenin içinden yükseltmeye devam edecekler.
https://kozgazetesi5.org/tukenen-pkk-degil-hukumettir/
Pakistan Ketta Peşaver treni en az 450 yolcu ile birlikte Belucistan Kurtuluş Ordusu tarafından dağlık bölgede kaçırıldı.
Pakistan Ordusu rehineleri kurtarmak için operasyona hazırlanıyor. Rehineler arasında çok sayıda asker de var ve örgüt kurtarma operasyonu olursa tüm treni havaya uçurup rehineleri öldürme tehdidinde bulunuyor.
https://t.me/enformasyon/91405
KÜRTÇE-LUVİCE BEZERLİĞİ
https://dariuswinzer.blogspot.com/2025/03/kurtce-luvice-bezerligi-kurtce-ve-diger.html
HURRİCE KÜRTÇE BENZERLİĞ
https://dariuswinzer.blogspot.com/2025/03/hurrice-kurtce-benzerligi-hurrice.html
“İslam Bu Değil” mi?
Elias Nin
Çocuk yaşta kız çocukları evlendirilir, bildik savunma hemen devreye girer: “İslam bu değil.”
Şengal’de, Rojava’da Kürtlerin kafaları kesilir, kadınlar esir pazarlarında satılır; yine aynı ses: “İslam bu değil.”
Yoksullar cennet ile kaldırılırken onları kandıranlar lüks hayatlar yaşarlar, yine aynı ses: “İslam bu değil.”
Şimdilerde Suriye’de Aleviler katlediliyor, duyacağımız ses aynı olacak: “İslam bu değil!”
Bir gün olsun “İslam bu değil” diyen Müslümanlar sokağa çıkıp da “Kız çocuklarının evlilik adı altında erkek cinselliğinin nesnesi yapılması, esir kadınların pazarlarda satılması, fakirleri cennetle teselli ederek lüks hayatlar yaşanması İslam’a karşı gelmektir; bunları yapanlar İslam dışıdır” diyerek bir gösteri yapmadılar. Zira onlar da biliyorlar ki İslam tam da budur; Kuran bu kötülükleri meşru göstermek için yazılmıştır.
https://www.instagram.com/p/DG6YeadtkST/
Tüm kürtlere heyırlı olsun,
"Bin yıllık tarihi ittifak" tekrar sağlandı...
Yavuz ve İdri-i Bitlisi ittifakı
Hem de Alevilerin soykırım uğradığı bir günde...
(Anlaşmanın 6. maddesine dikkat)
Anlaşmanın maddeleri şu şekilde:
1- Dini ve etnik kökenlerine bakılmaksızın tüm Suriyelilerin siyasi sürece katılımı ve temsil hakları garanti altına alınacak.
2- Kürt toplumu Suriye devletinin yerli bir topluluğudur ve Suriye devleti onun vatandaşlık hakkını ve tüm anayasal haklarını garanti altına almaktadır.
3- Suriye’nin tüm topraklarında ateşkes sağlanacak.
4- Suriye’nin kuzeydoğusundaki tüm sivil ve askeri kurumlar, sınır kapıları, havaalanı, petrol ve doğalgaz sahaları dahil olmak üzere Suriye devletinin yönetimine entegre edilecek.
5- Yerlerinden edilmiş tüm Suriyelilerin kendi kasaba ve köylerine geri dönmelerinin sağlanması ve Suriye devleti tarafından korunmalarının sağlanması.
6- Suriye devletinin Esad kalıntılarına ve güvenliğine ve birliğine yönelik her türlü tehdide karşı mücadelesi desteklenecek.
Mahmut Uzun
https://www.instagram.com/p/DHB9m7KtuAM/
Bir gün, yaşlı bir eşek, kırlarda tek başına, hem otlar, hem eşekçe türküler söylermiş.
Bir ara burnuna bir koku gelmiş ama güzel bir koku değil, kurt kokusu.
Eski kuşaktan eşek, burnunu yukarı dikip, havayı derin derin koklamış. Hava, keskin keskin kurt kokuyormuş.
- Yok canım, kurt değildir, diye avunup otlamaya başlamış.
Kurdun kokusu gittikçe artıyormuş.
Belli ki kurt yaklaşıyor.
Kurt yaklaşıyor demek, ölüm geliyor demek..
Eski kuşaktan eşek,
- Kurt değildir, kurt değildir, diye kendini avutmayı sürdürmüş.
- Biliyorum, bu gelen kurt değil...
Başını geri çevirip bakmış, kurt sırıtarak, ağzının suları akarak arkasından geliyor. Eski kuşaktan eşek yakarmaya başlamış;
- Ulu Tanrım, bu gelen kurt bile olsa, kurt olmasın ne olur. Kurt değil canım, ben de boşu boşuna korkuyorum (...)
- Ah, ben de ne budalayım, diyormuş.
Yaban kedisini kurt sanıp kaçıyorum. Hayır, kurt değil..
Ayaklarının var gücüyle kaçıyor, bir yandan da içinden şöyle geçiyormuş;
- Kurtsa da kurt değildir. İnşallah değildir.
Yok canım, ne diye kurt olsun...
Başını çevirip arkasına bakmış, kurdun gözleri ışıl ışıl yanıyor. Eşek dörtnala kaçar, hem de,
- Vallahi de kurt değil, billahi de kurt değil. Allah belamı versin ki kurt değil, diye söylenirmiş...
Azgın, aç kurt keskin dişleri ile eşeğin sağrısını ısırmış, budundan büyük bir parça koparmış.
Can acısıyla yere yıkılan eşeğin birden dili tutulmuş. Bildiği eşekçeyi, korkudan unutmuş.
Kurt, boynuna, gerdanına saldırmış.
Eşeğin her yanından kanlar fışkırmaya başlamış.
İşte ancak o zaman eşek;
- Aaa kurtmuş. Aaa o imiş. Aaa, o imiş! diye bağırmaya başlamış. Kurt onu parçalar, o da dili tutulduğundan, yalnız:
-Aaa, o imiş. Aaa, oo-ii. Aaa-iii. Aaa·iii! diye bağırır, inlermiş...
İşte o günden sonra, biz eşek milleti, konuşmasını, söylemesini unutmuşuz, her duygumuzu, her düşüncemizi, anırtı ile anlatmaya başlamışız.
O eski kuşaktan eşek, tehlike kuyruk altına girinceye dek kendini avutup, kandırmamış olsaydı, bizler de konuşmasını bilecektik.
Ah biz Eşekler, ah biz Eşek milleti.
- Aaaa-i, aaa-iiii...
Aziz NESİN
https://www.instagram.com/p/DHEDRhVKsRK/