Show newer

Pontus Soykırımı ve Alman Politikaları

Trabzon Komnenos İmparatorluğu’nun 1461’de yıkılışından Lozan Antlaşması ve 1923 zorunlu nüfus mübadelesine kadar olan süreçte Pontuslu Rumların tarihi, resmî yalanlar nedeniyle saklı kalmıştır. Osmanlı boyunduruğu altındaki Rumların trajedisi Pontus’un fethiyle başlamış, mübadele döneminde ve sonrasında devam etmiştir.

Pontuslular ne yazık ki beş yüz yıllık çileli süreç içerisinde sadece birkaç insancıl yönetimle karşılaştılar. Şeriat uygulayan Osmanlılar; Hıristiyanların siyasal anlamda teslim olmalarıyla yetinmiyor, bununla birlikte dinsel asimilasyonu dayatıyor, tüm etnik bilinç ve belleğin silinmesini istiyorlardı. Mezalimler ve zorbalıklara karşın, sahip oldukları kısıtlı imkânlarla İslamlaşmaya direnen Rumlar kendi kültür ve geleneklerini, ulusal bilinçlerini yirminci yüzyıla kadar taşıdılar. İster Yunanca ister Türkçe konuşan bu Hıristiyanlardan sağ kalanlar 1923 Lozan Antlaşması uyarınca üç bin yıldır yaşadıkları toprakları terk etmek ve Yunanistan’a göçmek zorunda bırakıldılar. Bunların sayıları Ekümenik Patrikhane tarafından 1915’de belirlenmişti. Pontus’ta Yunanca ve Türkçe konuşan Ortodoks Rum sayısı 696.495 idi. Bunların 353.000’i Jön Türkler ve Kemalistler tarafından 1916-1923 yılları arasında katledildi. 182.000’i Yunanistan’a kaçtı ve kalanı da Rusya’ya kadar uzanan bir kurtuluş yoluna düştü.

1876 Anayasası’nı yeniden yürürlüğe sokan 1908 Jön Türk Devrimi, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki tüm etnik gruplarca coşkuyla karşılandı. Tüm azınlıklar dinsel ve kültürel özelliklerini, eşitlik ve özgürlüklerini teminat altına alacak yeni bir Osmanlı yönetim sistemini umuyorlardı. Jön Türk başkaldırısı, padişahla iyi ilişkilerini sürdüren Almanya dışında diğer emperyalist büyük güçlerce olumlu karşılandı. Jön Türk devrimcileri başlangıçta ilericiymiş gibi bir izlenim yaratmalarına karşın, azınlık politikaları Abdülhamit’inkinden pek de farklı değildi. Zaten kısmi uygulamalar dahi, Hıristiyanlarla eşit olmayı kabul etmeyen muhafazakâr Müslümanların direnciyle karşılaşıyordu. 1909 Girit sorunu ve Yunanlıların birlik mücadeleleri konusundaki eylemlerini temel alan Jön Türkler, Osmanlıcılık politikalarından vazgeçerek eşitlik ve kardeşlik söylemlerini bir kenara atıp esas olarak ari Türk Devleti kurmayı öngören programlarının gerçekleşmesi yolunda sert önlemler almaya başladılar. Jön Türklerin ilk hedefleri Ekümenik Patrikliğin ayrıcalıklarını kısıtlamaktı.

1909 baharında ortalığı geren iki yasa tasarısı Meclis’e sunuldu. İlki eğitimle ilgiliydi. İkincisi ise zorunlu askerlik hizmetini öngören zamansız ve yersiz bir tasarıydı. Eğitim tasarısına göre eğitim Kültür Bakanlığı’nın denetiminde olacak ve böylece Rum eğitim sistemi ortadan kalkacaktı. Askerlik yasası ise Rum gençlerini orduda zorla Müslümanlaştırmak içindi. Nitekim askerlik sırasında subay ve Müslüman askerlerden gördükleri kötü davranışlar, din değiştirmeleri için yapılan baskılar askerlik hizmetine karşı bir soğukluk yarattı ve yaşı gelmiş Hıristiyan gençlerin yurtdışına kaçmalarına yol açtı. 1911 senesinde Rumların, İTF yönetimini devirmek amacıyla kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na katılmaları Jön Türkler için Rumlarla hesaplaşmaları için ikinci bir neden oldu. Özellikle Pontus’un iç bölgelerinde yaşayan Rumların durumu çok trajik bir hâl aldı ve ırza geçme, yağma, gasp, insan kaçırma, öldürme vb. olaylar yaşandı.

1913 yılında Türk ordusunu düzenlemek ve kumanda etmek üzere Mareşal Liman von Sanders ve Alman askerî misyonu imparatorluğa geldi. Gelişinden birkaç hafta sonra, Mareşalin Alman emperyalizminin siyasal ve ekonomik çıkarlarını düzenlemek gibi ikinci bir misyonu daha olduğu anlaşıldı. Mareşal, askerî ve siyasî amaçların bekası için en dehşetengiz imha yöntemlerini benimsemişti. Helen karşıtı zulüm tümüyle yeni bir biçim alarak genişletildi.

Gelecekte kaynak zenginliği nedeniyle tüm Avrupa devletleri açısından jeopolitik ve ekonomik çatışma konusu olacak olan Osmanlı coğrafyası, Britanya ile sömürge rekabeti içinde olan Almanya için çok önemliydi. Hammadde açısından Anadolu oldukça zengindi. Alman sanayi ürünlerinin satışı bağlamında açık bir pazardı ve konum itibariyle büyük bir askerî öneme sahipti. Ancak Almanya’nın Anadolu’daki ekonomik geleceğine ilişkin bir engel vardı. Bu, sadece ticarî faaliyetleri ve genel ekonomiyi kontrol altında tutmakla kalmayıp, Osmanlı Devleti’ne dönük yoğun ilgisi olan Britanya ve Fransa’nın da aracıları olan Rumlar ve Ermeniler başta olmak üzere Doğu’nun Hıristiyan azınlığı idi. Ayrıca Rumlar Almanya ile Hazar Denizi arasında doğal bir engeldi. Osmanlı Hıristiyanları toplam nüfusun sadece üçte biri olmalarına karşın ticaret ve sanayinin %90’ını kontrol ederlerken, Müslümanlar ancak %10’uyla iştigal ediyorlardı. Batı Anadolu’daki 5.308 fabrikadan 4.008’i yani %75,51’i Rumlara aitti. Netice olarak Almanlar Rumları bölgedeki ekonomik ağırlıkları açısından ciddi bir engel olarak görmekte haklıydılar; Rumların ekonomik statülerini çeşitli ayrımcılık yöntemleriyle ve mal ve mülklerine el koyarak zayıflatmaları için Jön Türkleri kışkırtıyorlardı.

1913 Mayıs Balkan bozgunundan sonra Jön Türkler eliyle yürütülen Türkleştirme politikası Rumların imhasına giden tek yönlü yol hâline geldi. Mareşal Liman von Sanders’in merkezî imha plânı 1913 Kasım’ında Doğu Trakya’da yürürlüğe sokuldu. Makedon göçmenler eliyle talan ve şiddet kullanılarak Doğu Trakya insansızlaştırıldı. Gerekçe, Balkan devletlerinin askerî harekâtına karşı İstanbul’un son kalesi olan bölgenin güvenceye alınmasıydı. Bu arada Batı Anadolu ve Pontus’ta da aynı araçlar kullanılıyordu. Zoraki göçe uzanan yolu döşemek üzere mezalim, yer değiştirme, baskı, psikolojik yıldırma, talan, cinayet yöntemleri kullanılıyordu. Başta Batı Anadolu kıyısındakiler olmak üzere Rum halkının kaderini Alman Mareşal von Sanders’in askerî etkisi belirliyordu.

Temmuz 1914’de Osmanlılar, imparatorluk dâhilindeki tüm etnik gruplar için genel seferberlik ilân ettiler. 19 ile 45 yaş arasındaki tüm erkekler askere çağrıldı. Askere giden Rumlar genelde amele tabularında görevlendirildi. Türklerin asıl imha yöntemi açlık ve amele taburları idi. Bu taburlar Hıristiyanlar için hayal edilebilecek en acımasız şartlarda hazırlanan infaz yerlerinden başka bir şey değildi. Ne yiyecek ne de giyecek vardı. Isıtma diye bir şey yoktu ve gündüz yakıcı güneş, geceleri de dondurucu soğuk vardı. Kış ortasında mağara ve kovuklarda yaşıyorlardı. Amaç, soğuk kış şartlarında kanallarda ve yollarda fakr-u zaruret içerisinde çalışanların hastalık, açlık ve soğuktan ölmelerini sağlamaktı. Nitekim öyle de oldu ve çoğu geri dönemedi.

1915 senesinde güya koruma amaçlı olarak İyonya (Ege) ve Karadeniz’in kıyı kesimlerinde Rumları Anadolu’nun içlerine gönderip iskân etme faaliyeti başlatıldı. Bu uygulamayla Karadeniz’in batı kıyılarındaki ve Marmara’daki Hıristiyan nüfusu yok edilmiş ve mallarına el konmuş oldu. Pontus’un içlerinde, Kastamonu, Amasya, Tokat, Yozgat, Sivas gibi yerleşimlerde askerî güvenlikle ilgili sorun olmamasına karşın, Jön Türklerin oralardaki Rum nüfusuna yönelik politikaları da aynıydı. Tehcir genellikle kışın kötü hava şartlarında gerçekleşiyor ve muhacirlerin gıda ve giysi taşımalarına izin verilmiyordu. Kafileler bilinmeyen bir yere doğru yola koyulur koyulmaz evler komşu Müslümanlarca yağmalanıp ardından yakılıyordu. Tehcir edilen yerler Anadolu’nun içlerinde, sadece Türklerin yaşadığı köylerdi. Yolculuk esnasında açlık ve bulaşıcı hastalıklar son darbeyi vuruyordu. Tehcir edilenlerin çoğu yollarda soğuk ve açlıktan öldü. Rum yerleşimlerinin etnik karakterini, geride kalan sakinlerin Türkleştirilmelerini kolaylaştıracak kadar değiştirmek esas amaçtı.

30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığında Rumlar için 4 yıllık dönemin bedeli korkunçtu. Dehşet sahneleri, mahvolmuş köyler ve evler, harap kiliseler ve okullar bağnazlığın, şiddetin ve nefretin oluşturduğu trajik tablonun kendisiydi. Geriye bakıldığında şanslı olanlar yabancı güçlerin yardımsever örgütlerine alınanlar ve açlık, hastalık, dilenme, İslamlaştırma ve Türkleştirmeden kurtulanlardı.

Bozkurt Samsun’da

Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktıktan sonra da Kemalistler, padişah hükûmetinin kabul etmiş olduğu Wilson İlkeleri’nden on ikincisinin, ilgili etnik grupların söz konusu bölgelerde sayısal çoğunlukta olması kaydıyla hayata geçirilmesi konusunda kaygı duydukları için Jön Türklerin başlattıkları soykırım pratiklerini sürdürdüler.

29 Mayıs günü Mustafa Kemal, Samsun’da güvende olmadığı için Havza’ya geldi. Hakkında tutuklama kararı çıkarılmış olan Çepni Topal Osman ile bir görüşme yaptı. Karadeniz’de Pontus “belâsının” temizlenmesini ona havale etti. O da M. Kemal’in telkin ve desteğiyle Trabzon ve Giresun’da katliam işine kaldığı yerden devam etti.

Turancı Erzurum ve Sivas Kongrelerinde “Türkiye Türklerindir” sloganı kabul edilerek Wilson tarafından ileri sürülen etnik azınlıklara saygı konusu, soykırım plânlarının uygulanmasını tavsiye eden milliyetçilerin hedefi hâline geldi. Böylece Türk direnişinin ve etnik temizliklerin temeli Erzurum’da atıldı. Bu arada Karakol örgütü vasıtasıyla Ermeni ve Rum soykırımlarının gerçek azmettiricileri Anadolu’ya geçirildiler. Sonra da ilk milliyetçi Kuvayı Milliye direniş örgütlerini oluşturmaya başladılar.

M. Kemal, soykırımcı önlemlerin hayata geçirilebilmesi için öncelikle haydut çetelerine ve Müslüman halka silâh sağlayarak işe başladı. Onlara açık çek verdi. Birinci Kemalist dönem boyunca M. Kemal, Rumların imhasını muvazzaf orduya havale etmedi çünkü karşıda düzenli düşman ordusu yoktu. Onun özgürlükçü görüntüsüne halel gelmemesi için Pontuslu Rum holokostunu çoğu cani, kaçak suçlu, profesyonel katil olan Jandarmalar ve çetelere havale etti. Ekim ayından itibaren Rumların yaşadığı köylerde silâhlı çeteler baskınlara başladılar. İnsanların toplu yakılmaları, ırza geçme, işkence, yağma, cinayet ve katliamlar sistematik hâle geldi.

1920 baharında İznik, Adapazarı ve İzmit’te durum gittikçe kötüleşti. Haziran ayından itibaren silâhlı çeteler köyleri basıp köylüleri soymaya başlamışlardı. Köylüleri bir yerde toplayıp onları öldürüyorlardı. Bölgedeki katliamları yapanlar Gavur Ali çetesi, Dağıstanlı Cemal çetesi ve Çepni İpsiz Recep çetesiydi. 3-16 Haziran 1921’de ölüm sırası Samsunlu Rumlara geldi. Kemalistlerin bu bölgeyi cezalandırmaları için özel nedenleri vardı. Bölge, Pontus direniş hareketinin merkeziydi. Samsun kentinde Rumları tehcir etmek için dokuz büyük tehcir yürüyüşü yapıldı ve toplam altı bin erkek tehcir esnasında öldü. Samsunlu Rumların tehciri tamamlandığında sıra civar bölgedeki 394 Rum köyüne geldi. Topal Osman ve çetesi canlı gördüğü herkesi boğazlıyor, evlerini yakıyordu. 5-18 Haziran 1921’de Bafra-Havza-Merzifon’da katliam başlatıldı. Şehir Jandarmalar ve silâhlı köylüler tarafından sarıldı. Üç etapta 1705 erkek kiliselere tıkılarak etrafı saran silâhlı köylülerce yakılarak katledildiler. Kemalistler 21 Haziran’da Ordu nüfusunu tehcir etmeye karar verdiler. Sekiz yüz erkek ve çocuk tehcir edildi.

26 Ağustos günü başlayan büyük taarruz sonunda Kemalistler, Hıristiyan sivillere yönelik katliam, şiddet eylemleri ve yağmalarla 11 Eylül günü İzmir’e girdiler. Ermeni mahallelerini yakıp yıktıktan sonra İzmir’in Yunan karakterini de silmeye çalıştılar. Yangın birkaç saat içinde Türk mahalleleri hariç her yeri yok etti.

Netice olarak zorunlu nüfus mübadelesi günlerine kadar 353.000’i aşkın Pontus Rum’u, Osmanlı vatandaşı olarak köy ve kasabalarda, dağlarda, sürgünde ve cezaevlerinde, amele taburlarında ve Türk ordusunda olmak üzere Jön Türklerin ve Kemalistlerin ellerinde gayet acıklı bir ölümle karşılaştılar.

Son Yerine

Anadolu’nun otokton halkı Hıristiyan Rumların soykırıma uğramasında Kemalistler ile siyasî ve ekonomik ilişkilere giren İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin önemli rolü oldu. Soykırım gözlerinin önünde cereyan etmesine karşı vahşete göz yumdular. Kemalistlerle 1921’de antlaşma imzalayıp silâh ve para yardımı sağlayan Bolşevikler de kendi güvenliklerini düşünerek ses çıkarmadılar. Bu anlamıyla Sovyet-Kemalist Antlaşması, Pontus sorununun çözümünde hayatî bir rol oynadı.

Pontuslu Rumlara yönelik soykırım Ermeni Soykırımı’nın aksine büyük oranda ihmal edilmiştir. Çünkü Ermeni ulusunun hemen hemen aynı dönemlerde yaşamış olduğu büyük trajedinin gölgesi altına kalmış ve çeşitli uluslararası anlaşma ve çıkarlarla bağlı devlet ve diplomasi çevreleri bilerek sessizliği tercih etmişlerdir.

Ahmet Hulusi Kırım

26 Şubat 2025

Kaynakça:

Mihail Rodas, Almanya Türkiye’deki Rumları Nasıl Mahvetti?, çev. Evdokia Veriopulu, Belge Yayınları, 2011.

Lazaros K. Aşıkoğlu, Kilaman: Anadolu’dan Gelen Bir Rum’un Anıları, çev. Evdokia Veriopulu, Belge Yayınları, 2009.

Küçük Asya Araştırmalar Merkezi, Göç, çev. Herkül Millas, İletişim Yayınları, 2014.

Özhan Öztürk, Pontus, Genesis Kitap, 2011.

Konstantinos Fotiatis, Pontos Rumlarına Yönelik Soykırım, çev. Atilla Tuygan, Belge Yayınları, 2018.

sosyalizm.org/pontus-soykirimi

“Yalnız olmak, yanlış yerde ve yanlış bir kalpte olmaktan iyidir. Sahte kalabalıklarda hiç olmaktan iyidir.”

Charles Bukowski

“Bir yalan varsa ikincisi olmayabilir
ama 78 yalan varsa 79. olacaktır.”
Eskimo atasözü

Rüzgarsız havada dönen fırıldağın
mutlaka bir üfleyeni vardır.

Eskimo Atasözü

"Bana yol gösterdiği için ışığı seveceğim ama bana yıldızları gösterdiği için karanlığa da katlanacağım."

Eskimo Atasözü

"İnsanlar daima yanıldılar ve yanılacaklar; hem de her şeyden çok, doğru olduklarını sandıkları şeyde."

Tolstoy
pin.it/1PYWaBf7f

Türkiyenin inkârına karşı Osmanlı belgeleri

Ermenihaber.am, Ermeni Soykırımı'nın 110. yıldönümü vesilesiyle, Türkiye'nin kamuoyu, resmî tutumu, akademik çevrelerin görüşleri ve bunların değişiklikleri hakkında, türkolog ve tarih bilimleri adayı

Meline Anumyan ile özel bir röportaj yaptı.

– Türkiye, bugüne kadar Ermeni Soykırımı’nı tanımamaktadır ve bunu tarihî gerçeklerin “tartışılması gerektiği” gerekçesini vurgulamaktadır. Peki, Osmanlı arşivleri gerçekte neyi ortaya koyuyor ve Ermeni tarihçiliği, bu görüşü nasıl değerlendiriyor?

- Evet, Türkiye Ermeni Soykırımı'nı tanımamak için onlarca yıl boyunca çeşitli gerekçeler sundu, bunlar arasında tarihî belgelerin değerlendirilmesi bahanesi de vardı. Her ne kadar Osmanlı arşivleri yıllarca Ermeni ve yabancı araştırmacılara kapalı olsa da, Ermeni Soykırımı konusunu inceleyen bilim insanları bu koşullarda bile çok sayıda değerli belge bulmuş ve yayımlamışlardır; bu belgeler soykırımın kasıtlı ve kitlesel doğasını ortaya koymaktadır.

Hem Ermeni hem de dünya tarihçiliği, inkârcıların bu görüşüne uzun zaman önce yanıt vermişti: Ermeni Soykırımı artık kanıtlanmış, belgelenmiş ve gerekçelendirilmiş bir gerçektir ve Türk inkârcılara en iyi yanıtı Osmanlı arşiv belgeleri vermektedir. Bu belgeler arasında en önemli yeri Aram Antonyan'ın yayımladığı Osmanlı hükümetinin telgrafları ve 1919–1921 yıllarında İstanbul'da Osmanlı Devleti'nin Askerî Olağanüstü Mahkemesi'nde gerçekleşen İttihatçıların yargılamalarının belgeleri tutmaktadır.

Genel olarak herhangi bir soykırım kanıtlamak için öncelikle bu suçun işlenmesinin önceden planlandığını kanıtlamak gerekir. İttihatçıların mahkeme belgeleri, özellikle "İttihat ve Terakki Cemiyeti" ve hükümet yetkilileri hakkında hazırlanan iddianameler, Ermenilerin yok edilmesinin "İttihat ve Terakki Cemiyeti" Merkez Komitesi'nin ayrıntılı görüşmeleri sonucunda önceden kararlaştırıldığını ortaya koymaktadır.

Böylece, mahkemeye yazılı tanıklık veren Osmanlı 3. Ordusu Komutanı Mehmed Vehib Paşa, Ermenilere karşı işlenen vahşet ve katliamların, ayrıca mülklerin yağmalanmasının "İttihat ve Terakki Cemiyeti" Merkez Komitesi tarafından kararlaştırıldığını ve bu katliamların gerçekleştirilmesi için Behaeddin Şakir'in Üçüncü Ordu bölgesinde özel katiller hazırladığını belirtmiştir. Başka birçok inkâr edilemez kanıt ve belge bulunmaktadır, bu nedenle biz Ermeni uzmanlar olarak artık soykırımı kanıtlama arzusundan tamamen ayrılıp Ermeni Soykırımı'nın yönleri ve ayrıntılarına odaklanmalıyız.

- Türkiye’de yaşayan farklı etnik ve dini azınlıklar, örneğin Kürtler, Aleviler veya sivil toplum temsilcilerinin Ermeni Soykırımı’nın anılması konusunda nasıl bir tutumu? Son yıllarda herhangi bir değişiklik oldu mu?

- Son yıllarda, özellikle AKP’nin (Adalet ve Kalkınma Partisi) iktidara gelmesinden sonra, Türkiye’de Ermeni Soykırımı gerçeğinin sert bir şekilde inkâr edilmesi yönündeki politika Türk yetkilileri tarafından kısmen değişikliğe uğradı. Her ne kadar Erdoğan’ın (Türkiye Cumhurbaşkanı) iktidarı döneminde sert inkârlık daha yumuşak ve örtük bir reddiyeye dönüşse de, içerik bakımından aynı kaldı. Velakin, son on yıllarda Türkiye’de tarihî gerçekleri çarpıtmayan kitaplar da yayınlandı.

Yani, Erdoğan iktidarı döneminde Türk toplumu soykırım meselesini daha önce görülmemiş ölçüde tartıştı ve her ne kadar 2016’daki başarısız darbe girişiminden sonra bu canlılık azalmış ve ifade özgürlüğüne yönelik baskılar artmış olsa da, Ermeni Soykırımı meselesi artık Türkiye’de yalnızca bir tabu olmaktan çıkmış değil, aynı zamanda Türk hükümetinin yürüttüğü politikaya rağmen ülkede çok daha fazla insan tarihî gerçekler hakkında bilgi edinme imkânı buluyor.

Bu sayede Türkiye toplumunun bazı kesimleri yalnızca tarihsel gerçekleri öğrenmekle kalmadı, bazen Ermeni Soykırımı kurbanlarının anısını da onurlandırabildi ve çeşitli anma etkinlikleri düzenleyebildi. Bu konuda özellikle Batı Ermenistan’da yaşayan bazı müslümanlaştırılmış Ermeniler arasında düzenlenen törenler dikkat çekicidir. Örneğin, birkaç yıl önce Ermeni Soykırımı kurbanlarının anısına İstanbul, İzmir, Dersim, Adana ve başka şehirlerde etkinlikler düzenlendi. Son dönemde ise, bu yılın 24 Nisan’ında Diyarbakır’da soykırım kurbanlarının anısına bir konser düzenleneceği duyuruldu. Geçen yıl aynı mekânda düzenlenen “Yasaklı Serenat” başlıklı konserde yer alan Batı Ermeni şarkıcı Stepan Yepremyan bu yıl da etkinliğe katılacak.

Benzer anma törenleri Türkiye’deki azınlıklar, özellikle Kürtler ve Aleviler tarafından da düzenlenmektedir, çünkü onlar da soykırım tehlikesinin kendi başlarının üzerinde de dolaştığının farkındalar…

- Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleşme sürecinde (örneğin, son Ermenistan-Türkiye diyaloğu çerçevesinde) Ermeni Soykırımı meselesinin, tarihsel adalet unsuru olarak, nasıl bir rolü vardır? Olası bir normalleşme, bu konuyu göz ardı edebilir mi ve nasıl?

- Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkileri simgesel bir şekilde iki insan arasındaki ilişkin gibi düşünelim. Diyelim ki, bu iki insan birbirine düşman olmuş, çünkü biri, diğerinin akrabalarını öldürmüş. Şimdi, onları barıştırmaya çalışıyorlar, umut ederek ki, akrabalarını kaybeden kişi bunu unutacak ya da bu konuya değinilmeden nazikçe geçecek… Bu mümkün mü? Elbette ki hayır.

Bu çapta bir trajedi ne unutulabilir ne de inkâr edilebilir. İşte bu yüzden, ilişkiler kurmak ya da geliştirmek istiyorsak, öncelikle Ermeni Soykırımı’nın tanınması meselesi ele alınmalıdır. Eğer Türkiye gerçekten Ermenistan ile ilişki kurmak istiyorsa, her şeyden önce bu suçu için içtenlikle pişmanlık duymalı, insanlığa karşı işlenmiş bu büyük suçu tanımalı, özür dilemeli ve tazminat da dahil olmak üzere tanımanın getirdiği tüm yükümlülükleri yerine getirmeye hazır olmalıdır.

Aksi takdirde, ben şahsen, bir Ermeni ve uzman olarak, bu ilişkilerin gelişmesini imkânsız görüyorum. Ermeni Soykırımı konusunu göz ardı etmeye çalışsak bile, bu mesele çeşitli şekillerde ve en beklenmedik yerlerde sürekli karşımıza çıkacaktır. Tıpkı, iki insan arasındaki ilişkilerde, birinin diğerine büyük bir suç işlediği durumda olduğu gibi...

Yazar: Andranik Ter-Karapetyan
ermenihaber.am/tr/news/2025/04

"Algıladığımız her şeyi aldığımızı sanıyoruz ama aslında gökyüzüne rengini veren biziz."
James Turrel

1915 Ermeni soykırımında kötüler ve iyiler

İttihat ve Terakki Cemiyeti, tehcir ve imhayı gerçekleştirirken, Kürt, Türk, Çerkes, Gürcü, Ermeni, Alevi, Sünni, Hıristiyan, Ezidi toplumları arasındaki gerilimleri ustaca kullandı.

24 Nisan 1915’te bir grup Ermeni entelektüelinin Çankırı ve Ayaş’a sürgünü ile sembolik olarak, 27 Mayıs 1915 tarihli ‘Savaş Zamanında Hükümet Uygulamalarına Karşı Gelenler İçin Asker Tarafından Uygulanacak Önlemler Hakkında Geçici Kanun’la resmen başlayan 1915 Ermeni soykırımı (niye böyle adlandırdığımı bir başka yazıda anlatacağım), esas olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde (İTC) örgütlenmiş olan Türk milliyetçiliğinin, dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine Türk ulus devletini kurmanın ilk adımı olarak ülkeyi gayrimüslim unsurlardan temizleme ve sermayenin Müslümanlaştırılması/Türkleştirilmesi harekâtıydı.

Nitelikli suç ortaklığı

Böylesi büyük bir suçun işlenmesi elbette imparatorluk tebaasının önemli bir kesiminin işbirliği ile mümkün oldu. İTC, tehcir ve imhayı gerçekleştirirken, gerek Kürt, Türk, Çerkes, Gürcü, Ermeni toplumları arasındaki, gerek Alevi, Sünni, Hıristiyan, Ezidi toplumları arasındaki gerekse bölgeler, şehirler, köyler, aşiretler ve hatta kişiler arasındaki gerilimleri ustaca kullandı.

Böylece Ermenilere (ve elbette Rumlara, Süryanilere) yönelik kaçırtma ve imha hareketlerinde İTC’nin yeraltı örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’ya ve ordu birliklerine destek veren, birçok yerde bu işleri bizzat örgütleyen ve yürüten Türk, Kürt, Çerkes, Çeçen, Gürcü gibi değişik etnisitelerden Müslüman gruplar arasında ‘nitelikli’ suç ortaklığı oluşturuldu. Geride kalan Ermeni mallarını talan eden, Ermenilerin çocuklarını besleme veya evlatlık alan, kızlarını haremlerine katan yerel eşraf ya da halk kesimleri, Ermenilerin el konulan zenginliklerini kendine sermaye yapan ticaret burjuvazisi, Ermenilerin boşalttığı alanlarda kendine iş alanı yaratan zanaatkârlar da bu büyük suçun açık ya da zımni ortakları oldular.

Kötüler

Tehcirin eylemci ekibinde, 3. Ordu Komutanı General Mahmud Kâmil Paşa, Genelkurmay İstihbarat Dairesi’nden Albay Seyfi, Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa ve üvey kardeşi Nuri (Kıllıgil) Paşa, Musul’daki 6. Ordu Komutanı Ali İhsan Sabis Paşa, teşkilatın tetikçisi Yakup Cemil ve ‘Deli’ Halit (Karsıalan) gibi Harbiye mezunları, İTC Merkez Komitesi üyeleri Bahaeddin Şakir, Nazım ya da Diyarbakır Valisi Mehmet Reşit gibi doktorlar, ‘Sopalı Mutasarrıf‘ lakaplı Trabzon Valisi Cemal Azmi, önce Erzincan Bölge Valisi, daha sonra Bitlis, Bağdat ve Musul vilayetlerinin genel valisi olan Mehmet Memduh, Maarif Nazırı Ahmet Şükrü, Emniyet Müdürü İsmail Canbolat gibi yüksek bürokratlar, Giresunlu Topal Osman Ağa ve Trabzonlu Yahya Kahya gibi eşraftan olanlar, Malatya Müftüsü Sagirzade gibi din adamları vardı.

Elbette, en korkunç suçları işleyenler tehcir konvoylarına, Osmanlı tarihinde o güne dek eşine rastlanmadık bir barbarlık içinde saldıran, konvoyları yağmalayan değişik toplumlardan gelen çete reisleri ve çete üyeleriydi. Bu barbarlığın temel nedeni, bu çeteleri oluşturan kadroların büyük bir bölümünün İTC Merkez Komitesi üyeleri Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım tarafından kana susamış caniler arasından özenle seçilmiş olmalarıydı. Bunlar, sözü edilen korkunç görevleri yerine getirmeleri kaydıyla, özel emirlerle hapishanelerden salıverilmişlerdi.

İyiler

Buna karşılık Ermenilerin öldürülmesine karşı çıktığı için öldürülen, Ermenileri evlerinde saklayan, Ermenileri korumak için hayatını tehlikeye atan yöneticiler ve halk kesimleri de vardı. Örneğin 1914’ten itibaren sırasıyla Halep ve Konya Valiliğinde bulunan Celal Bey, vilayetindeki Ermenilerin tehcirine izin vermemişti. Kendisine bu kanlı yolculuğun ‘milli mefkûre’ olduğunu söyleyen İTC Merkez Komitesi’nin adamına “Hangi milli mefkûre? Türkler ve Müslümanlar, bu cinayetlerden dolayı kan ağlıyor, fakat engellemek için çare bulamıyorlardı. Böyle zulümlere milli mefkûre demek, millet için en büyük iftira ve hakarettir” diye cevap vermişti ve 1915 Ekiminde görevden alınıncaya kadar çevre illerden de pek çok kişinin de Der Zor’a gönderilmesini engellemişti. Ankara Valisi Mazhar Bey, vilayetindeki Ermenilerin gönderilmesine karşı çıktığı için 1915 Ağustosunda görevinden alınmıştı. Mazhar Bey tehcire neden karşı çıktığını şöyle açıklamıştı: “Ben valiyim, eşkıya değilim.”

Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali (Ozansoy), sadece kendi bölgesindeki Ermenileri sürgüne göndermeyi reddetmekle kalmadı, Balıkesir, Afyon, İzmit ve Adapazarı gibi çevre şehirlerden Kütahya'ya gelen Ermenilere de her türlü yardımı yaptı. Kütahya'ya yığılmayı önlemek için, gelenleri meslek ve sanatlarına göre çevre ilçelere ve köylere gönderdi. Himaye ettiği Ermenilerin Türk Kızılay'ına verilmek üzere aralarında topladığı 500 altını da diğer illerden Kütahya'ya sığınan Ermeni yoksullara dağıttı ve göçmenler için aşevi kurdu. Ermeni çocuklarının eğitimden yoksun kalmaması için bir okul açtırdı ve başına bir Ermeni'yi müdür olarak atadı.

Kastamonu Valisi Reşat Bey, Yozgat Mutasarrıfı Cemal Bey ve Erzurum Valisi Tahsin Bey de imha emirlerini uygulamadılar. Malatya Belediye Başkanı Azizoğlu Mustafa Ağa tehciri engelleyecek yetkiye sahip değildi ama bir çok kişiyi evinde sakladı. Bir İTC üyesinin oğlu tarafından “gavurları koruduğu” için öldürüldü.

Tehcir emirlerini uygulamayı reddeden Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi Bey, Beşiri Kaymakam Muavini Sabit Bey, Basra Valisi Ferit Bey, Müntefek Mutasarrıfı Bedii Nuri Bey ve gazeteci İsmail Mestan, İTC’nin ileri gelenlerinden Diyarbakır Valisi Dr. Reşit Bey’in emirleriyle öldürüldüler. Mardin Mutasarrıfı Hilmi Bey ise, son anda ölümden kurtuldu.

Eski Diyarbakır ve Dersaadet Posta ve Telgraf Müdürü Vehbi Efendi Dominiken misyonerlerinden 200 kadar kişiyi evinde sakladı. Midyat Kaymakamı Nuri Bey, Çermikli Muhammed Hamdi Bey, Savurlu Mehmed Ali Bey, Silvanlı İbrahim Hakkı Bey Ermeni ve Süryanilere iyilikleri olan kişilerdi. Urfa’da Binbaşı Sıtkı Bey Süryani cemaatinin ve Ermeni Katoliklerinin liderlerini ölümden kurtarmıştı. Urfalı Hacı Halil, aynı aileden yedi kişiyi katliamdan kurtarmak için evinin tavan arasında saklamıştı.

Ayrıca Trabzon bölgesinin ve Kastamonu’nun bir kısım Sünni Türk halkı, Konyalı Mevleviler, Mardinli Süryaniler, Sincarlı Yezidiler ve Dersimli Kızılbaş aşiretlerinin büyük çoğunluğu Ermenileri korumuştu. Dersim’in dış çeperlerini oluşturan Arapkir, Eğin, Gürün, Kemah, Erzincan, Tercan, Kiğı ve Palu’da ise Ermenilere yönelik talan saldırıları yanında ciddi katliamlar olmuştu. Aynı şekilde Suriye’deki Zor’da pek çok Arap aşireti sürgünlere yemek ve barınak sağlarken, bazı Bedevi aşiretleri yağma ve katliamlara katılmışlardı. Res’ul-Ayn’da bazı Çeçenler Ermenilere saldırırken bazı Çeçenler de Ermenileri korumuştu.

Konya Valisi Celal Bey’in anıları

Yazımızı ‘iyi Türkler’den Konya Valisi Celal Bey’in 1919’da Vakit gazetesinde yayımlanan “Ermeni Vakayi’i, Esbâb ve Tesiratı” (Ermeni Olayı, Sebepleri ve Etkileri) başlıklı anılarından bir bölüm ile bitirelim:

“Evet, birtakım Ermeniler düşmana yardım ettiler. Ve bazı Ermeni mebusları da çeteciliği mebusluğa tercih ederek birçok cinayetlerde bulundular. Hükümetin vazifesi, failleri yakalamak ve sadece onları cezalandırmak ve eğer bu mümkün değilse, o yöredeki Ermenileri, düşmanca değil, dostça ve geçici olarak başka yerlerde iskân etmek idi. Bir çeteci her şeyi yapabilir. Çünkü çetecidir. Hükümet ise sadece kabahat sahibi olanları takip eder. Fakat teessüf olunur ki, o zamanın hükümet büyükleri komitacılık ruhunu asla kaybetmemiş olduklarından, bu tehciri en cüretkâr ve hunhar çetecilerin de yapamayacağı bir tarzda tatbik ettiler. O zamanki hükümet, Rusların Sakarya vadisine saldıracaklarını ve Ermenilerin kendilerine yardım edeceklerini düşündüklerinden, tedbir olarak, tehciri Ankara, Konya ve Eskişehir’e kadar yaydıklarını söylüyorlardı. O zamanlarda Rusların yeni dretnotları henüz ikmal edilmiş olduğundan, Yavuz ve Midilli ile Karadeniz’e hâkimdik ve Rusların Sakarya havzasına asker çıkarmaları mümkün değildi. Haydi, bu ihtimali de kabul edelim... Acaba Bursa ve Edirne’de ve Tekfurdağı’ndaki (Tekirdağ) Ermeniler niçin çıkarıldı? Buralar da Sakarya havzasına mı dahildi? Halep’te vilayetin genel nüfusunun yirmide biri derecesinde bile olmayan Ermenilerden ne istendi? Doğru yanlış, vatanın selameti için Ermenilerin bulundukları yerlerden çıkarılmaları lazım addedilmişse, işbu tarzda mı tatbik edilir? Ermenileri Zor’a sevk edin diye emir veren hükümet, bu bîçarelerin oralarda Arap göçebe kabileleri arasında meskensiz, gıdasız nasıl barınabileceklerini düşündü mü? Düşündü ise soruyorum: Oralara ne kadar gıda maddesi gönderdi ve göçmenlerin iskânı için kaç hane yaptırdı? Ve Ermeniler gibi asırlardan beri yerleşmiş bir hayat süren bir kavmi, ağaçtan, sudan ve her türlü inşaat malzemesinden mahrum olan Zor çöllerine sevk etmekte maksat neydi? Maalesef, meseleyi inkâr ve çarpıtmaya imkân yok. Maksat imhaydı ve imha edildiler. Yine gizleme ve saklaması mümkün değildir ki, bu kararı İttihat ve Terakki umumi merkezinin bazı önde gelen mensupları aldı ve o umumi merkezin tabii azası olan hükümet tatbik etti.

İTC Merkez-i Umumisi, Balkan Harbi’nden evvel Makedonya meselesinin de kolayca halline girişti. Azalarından birinin fikrince, Makedonya meselesi bir nüfus meselesi imiş. Eğer İslam nüfus çoğalırsa mesele kendiliğinden halledilirmiş. (…) İki rakam arasındaki nispeti tayin için ya rakamlardan birini büyütmek veya diğerini küçültmek lazım gelir!.. Rumeli’deki nüfus arasındaki farkı değiştirmek için Bulgarları, Rumları, Sırpları mahva imkân yoktu. Onun için Basra’dan İslam muhacirleri getirmeye teşebbüs ettiler.

Anadolu’da ise bu külfete olsun lüzum görmediler. Ermenilerin mahvını tanzim ettiler. Bunu sırf Merkez-i Umumi değil, o zamanki hükümet de tatbik etti. Böyle olmasaydı, katliama iştirak etmeyen kaymakamlar öldürüldüğü, mutasarrıflar ve valiler azledildiği halde, iştirak edenler terfi etmezdi. Ve tehcir işleri, İttihat ve Terakki mensuplarının denetimi altında cereyan etmezdi.

İmdi, bence meselenin en mühim noktasına geliyorum. Bu hercümercden, şu katliamlar ve cinayetlerden, Müslümanlar ve bilhassa Türkler de mesul müdürler, yoksa bundan âri midirler?

(...)

Tahminime göre, en aşağı üç-dört yüz bin Ermeni öldü. Bu kadar kan akıtan bir milletin feryad ve şikâyete hakkı vardır. Bu hakka kimse itiraz edemez. Fakat yalnız Ermeni ölmedi. İki milyondan ziyade Türk ve Arap da telef oldu. Türkler ve Araplar da Ermeniler kadar mağdur ve bîçaredirler. Onların da şikâyet ve feryada hakları vardır. Ben Osmanlı memleketinin bugünkü halini Erzurum vilayetinin yukarıda tasvir ettiğim haline benzetiyorum. Yani bütün memlekette iki sınıf halk var. Biri hukuka tecavüzle menfaat elde eden zorbalar, diğeri, bu zorbaların tecavüzüyle ezilmiş olan Türkler, Araplar, Ermeniler...

Hepimiz için felaketin doğuş sebepleri bir!.. Vatanından ayrılarak yollarda ölen veya öldürülen Ermenilerle, Cezire ve Suriye çöllerinde, Erzurum dağlarında açlıktan, hastalıktan, sıcaktan telef olan veya telef edilen Türkler ve Suriye’de açlıktan sokaklarda inleye inleye ölen Arapların ve Cemal Paşa’nın kanunuyla ipe çekilen ve sürgün yerlerinde sefalet içinde kalan uğursuz kuvvet aynı kuvvettir. Binaenaleyh, Türkler de, Araplar da, Ermeniler gibi davacıyız. Biz de adalet istiyoruz! Birbirimizi suçlamaktansa, el ele verip medeni dünyadan adalet dilemek ve asırlardan beri kardeşçe yaşamış olan Arapları, Türkleri ve Ermenileri bu hale getirenlerin cezasını istemek ve henüz vakit geçmemiş ise, bundan böyle yine kardeşçe yaşamaya çalışmak pek uygun olur.”

Özet Kaynakça: Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, İmge Kitabevi, 1999, Burçin Gerçek, ‘Celal Bey ve diğerleri’, Radikal, 26 Şubat 2006, Tuncay Opçin, ‘Tehcirde Kol Kanat Geren Türkler”, Yeni Aktüel, 29 Haziran 2008, Racho Donef, “1915: Righteous Muslims during the Genocide of 1915”, atour.com/history/1900/2010110 Koptaş, “Türkler ve Müslümanlar, bu cinayetlerden dolayı kan ağlıyor”, Agos, 30 Temmuz 2010 (Celal Bey’in hatıratını Agos için günümüz Türkçesine çeviren: Ari Ekeryan), Sarkis Seropyan “Vicdanlı bir Türk Valisi: Faik Ali Ozansoy”, İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri, Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011.

28/04/2013
AYŞE HÜR

politez.com/detail/endiseli-/1

Sürünün en çok nefret ettiği şey, farklı düşünen insandır. Sürü aslında onun görüşünden nefret etmez, ancak bu kişinin kendi başına farklı düşünme cesaretine sahip olmasını sevmez. Bu, sürünün tam olarak anlayamadığı bir şeydir.

Arthur Schopenhauer

İSLAMCI İDEOLOJİNİN İFLASI

Ahmet Hulusi Kırım

Siyasal İslam, 20. yüzyılın ikinci yarısında, Mısırlı Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan El Benna ve Hint alt kıtasında Cemaat-i İslami Partisi’nin yaratıcısı Ebul Ala Mevdudi tarafından geliştirilen kavramlar çerçevesinde etkinliklerini belirledi. Şii devrimci siyasal düşüncesi, Müslüman Kardeşlerle pek çok ortak noktayı paylaşsa da özgünlüğünü korur. Bu düşüncenin esin kaynakları Humeyni, Bakır es-Sadr ve Talageni gibi Ayetullahlar olduğu gibi, laik Ali Şeriati’dir. Dolayısıyla İslamcılığın üç coğrafi ve kültürel kutbu daha ilk anda karşımıza çıkar. Sünni Arap Ortadoğu, sünni Hint alt kıtası ve İran-Arap Şii alanı. Bu üç İslamcı akım arasında coğrafi birlik olmadığı gibi siyasal birlik de yoktur. En önemli İslamcı örgüt, Arap dünyasının Müslüman Kardeşleridir. Bu ortak gövdeden, Seyyid Kutub’un daha radikal fikirlerinden etkilenen Hizbül Tahir, İslami Cihad gibi ayrılıkçı ve azınlık guruplar doğmuştur. Daha sonra Hint alt kıtasının Cemaat-i İslami. Hizb-i İslami, Cemiyet-i İslami ve Mağripli İslamcılar FİS, En Nahda, İslami Yeniden Doğuş Partisi çıkmıştır. Devrimci Şiiliğin etki alanına gelince; bu, gerçek bir İslami devrimle iktidarı alan tek akımdır. Onu bölgesel güç stratejisinin aracı haline getiren ise İran devleti ile özdeşlemiş olmasıdır.

İslamcı hareketler 1940’den başlayan 85 yıllık bir süreden beri gelişmektedir. Kuşkusuz bu arada anlayışlar evrimleşmiş, tarihsel şartlar değişmiş, bölünmeler ve farklılaşmalar hareketi çeşitlendirmiştir. Bununla birlikte bütün hareketler için geçerli ortak bir sosyoloji ve kavramsal bir ana kalıp mevcuttur. Sosyolojik açıdan olsun, düşünsel açıdan olsun hareketler modern dünyadan çıkmıştır. Militanları ender olarak mollalardır. Asıl olarak modern okul sisteminden gelen ve üniversite gören gençlerdir. Kısa zaman önce kentlileşen ailelerden ya da yoksullaşan orta sınıflardan gelmektedirler. Onlara göre, devlet iktidarının ele geçirilmesi, bir yandan bilim ve tekniğe sahip çıkılırken, Batılı değerler tarafından yozlaştırılan bir toplumun yeniden İslamileştirilmesine imkan sağlayacaktır. Dar anlamı ile fundamentalistler gibi eskiden olana dönüşü değil siyasetten yola çıkarak toplumun ve modern tekniğin yeniden biçimlendirilmesini savunurlar.

İslamcı kuramsal model günümüzde tıkanma noktasına gelmiştir. Önce metinlerde bir tıkanıklık başladı. Çünkü eski temel metinlerden bu yana, zayıf açıklamalar ve dini yazarlardan alıntılardan başka bir şey görülmüyor. Giderek açmaza dönüşen kavramlarda bir tıkanıklık söz konusudur. İslamcılara göre İslami bir toplum ancak siyaset yoluyla mümkündür, ama siyasal kurumlar ancak içindeki insanların erdemine dayanarak işler, erdem ise önce İslami bir toplum mevcut olursa genelleşebilir. Bir daire içinde dolanıldığı için de teoride ve eylemde tıkanıklık yaşanmaktadır. Ne ekonomik kriz ve hizipler tuzağına düşen İran İslam devrimi, ne de Afganistan ve FİS, FLD İslam toplumunun olması gerek şeye model teşkil edememektedir.

Karmaşık ve etkin bir anayasa geliştiren İran devrimi istisna tutulursa, İslamcı düşünce siyasal kurumlar alanında yoksuldur. Oysa İslamcılık siyaset sorununu her şeyin önüne koyar. Bütün İslamcılar, bir İslami toplumun yerli yerine oturtulmasında siyasi iktidarın zorunlu olduğunda görüş birliği içindedir. Fakat öte yandan, ana hatları kaba taslak çizilen kurumlar hakkındaki tartışmanın içi, yöneticilerin nitelikleri ve erdemleri gibi safsatalarla boşaltılmıştır. İslamcı siyaset anlayışının temelinde yatan emir ve şura kavramlarının siyasal kurumlara nasıl dönüştürüleceğinin cevabı yoktur. Onlara göre önemli olan kurumun ne gücü ne de biçimidir. Tersine, insanların gönülleri ve eylemleri üzerinde egemen olması gereken İslami ilkelerin uygulanmaya konmasının ardından, kurumun kendisini nasıl silikleştirebileceğidir. Hakimiyet Allah’a ait ve yasalar zaten verilmiş olduğu için siyasi kurumları belirlemek hiçbir işe yaramaz. Önemli olan, yöneticilerden başlayarak insanların ilahi yasa karşısında silikleşmesidir. Bu nedenle İslamcılarda tartışma esas olarak kişilerin kişisel niteliklerinin ve erdemlerinin belirlenmesine indirgenir. Kurumsal işlevler, onları uygulayanların erdemi ile değer taşır. Siyasetin anahtarı “Toplumsal ahlak”tadır.

İslamcılık siyasal felsefeyi ve beşeri bilimleri reddeder. Erdeme ilişkin büyüleyici çağrı, İslamcı siyasal programı toplumsal gerçekliğe eklemlemenin imkansızlığını perdeler. İslamcılık toplumsal bölünmeyi olumsuzladığı için, bunun siyaset alanına dönüşünü günah ya da komplo olarak algılar. İdeal İslami toplum, müminlerin eşitlikçi toplumu, ümmet olarak tanımlanmıştır. İslamcılar için Ümmet’i ifade eden siyasal kavram, hem toplumsal sınıfları hem de ulusal, etnik ve kabilesel farklılaşmayı reddeden tevhid (birlik) kavramıdır. Her türlü farklılaşma zorunlu olarak Ümmet’in yadsımasıdır ve bu, fitneye, cemaatin dağılmasına, bölünmelere yol açar. Bölünme sosyolojik bir veri olarak değil, günah olarak algılanır. Bu yüzden İslamcı düşünce ayrılığın tohumu olabilecek her şeyi örneğin sınıfları inkar eder.

Yavanlaşarak yeni-fundamentalizme dönüşen İslamcılık, jeostratejik bir etken de değildir. Müslüman dünyayı birleştiremeyecek, Ortadoğu’daki güç dengelerini de değiştiremeyecektir. İslamcı hareketler, iktidar biçimlerini, stratejik taleplerini ve milliyetçiliklerini devraldıkları mevcut devletlerin çizdiği çerçeveye hapsolmuş durumdalar. İslamcılık her şeyden önce, toplumsal ve siyasal olarak uyumsuz bir gençliğin protestosunu ve hayal kırıklığını cisimleştiren sosyo-kültürel bir harekettir.

Günümüzün İslamcı hareketleri yeni bir toplum modeli getiremiyorlar. Bu hareketler muzaffer ve kendine güvenen bir İslam’a geri dönüşü kalıcı kılmak yerine, ithal edilmiş ve tek partiler ve kayırma şebekeleri tarafından ele geçirilmiş Batı tipi devlet modelinin başarısızlığını dillerine doluyorlar. Hiçbir zaman yaşanmamış bir İslami otantikliğe geri dönüş efsanesinin çevresinde seferber olarak, başarılmamış bir modernleşmeden geride kalanları topluyorlar.

İslamcılığa özgü somut bir siyasal model olmadığı gibi, ekonomide durum daha da kötüdür. İktidara gelen İslamcılık, resmi olarak laik ya da ılımlı rejimlerin daha önce ortaya koydukları “yukarıdan aşağıya” İslamileştirme siyasetlerini sistemleştirecektir. Bundan böyle yeni parola “şeriat”tır. Bu İslamileştirmenin hedefi özel hukuk ceza hukuku olacak, geleneksel ya da yeniden kurulmuş dayanışma ağlarına olduğu gibi yürürlükteki ekonomiye de dokunmayacak ve eski rejimlerden miras alınan siyasal modele, esas olarak da tek parti modeline kaldığı yerden devam edecektir.

Sonuç yabancılaşma değil, toplumsal konformizm ve kasvettir. Bütün püriten akımlarda görüldüğü gibi, şizofren bir toplum kendini ilan edecektir. Suç işleme, para, göç ve siyasal iktidar yoluyla bu toplumun nimetlerinden yararlanma imkanı doğduğu andan itibaren erdem söylemi eriyip gidecektir.

sonhaber.ch/islamci-ideolojini

Astare şa boosted

İSKİ'nin Sazlıdere Barajı havzasındaki TOKİ inşaatına gönderdiği tebligatta “İçme suyu havzası için zararlı yapı statüsünde olduğu için söz konusu yapılara izin verilmesi mümkün değil” vurgusu yapıldı evrensel.net/haber/551488/sazl

"Vicdan kaskatı olunca dini neyin üzerine inşa edeceksiniz?"

İmmanuel Kant

Bir Türk Efsanesi: “Ulusal Egemenlik…”

Elias Nin

“Egemenlik” sözcüğü Türklerin ezici çoğunluğu tarafından “bağımsızlık” sözcüğüyle eş anlamlı kullanılmaktadır, bu yanlıştır.
Egemenlik, hakimiyet demektir; bunun iki aynı karşılığı var: Biri, iktidar ve devlet üzerinde ulusun doğrudan ya da temsilcileri aracılığıyla söz sahibi olması, diğeri ise bir ulusun başka ulus(lar) üzerinde hakimiyet kurmasıdır.
Buradan devam edelim: 23 Nisan 1920 yılında Ankara’da ilk meclisin açılışı, “ulusal egemenliğin” miladı olarak kabul edilir. 1921 yılı itibariyle de bayram olarak kutlanır. Peki, 1920 yılında “Türk ulusu” hangi anlamda egemenlik kazanmıştır?
Birincisi, 1920’de henüz ortada bir ulus yoktur. O tarihte kendisini “Türk orijinli” kabul edenler nüfusun %7’sini oluşturmaktadır.
İkincisi, Ankara’da toplanan mecliste “ulus” olarak tanımlanan nüfusun seçtiği bir tek temsilci yoktur, mebusların tamamı Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından belirlenmiştir. Bu demek oluyor ki ulus olmadığı gibi “ulusal egemenlik” diye bir hadise de söz konusu değildir. Zira padişahın ümmeti “millet” ilan edilmiş, padişahın yetkileri Mustafa Kemal tarafından devralınarak aynı şekilde devam ettirilmiştir.
“Millet” olarak ifade edilen topluluğun iktidar ve devlet üzerinde tek bir söz söyleme hakkının olmadığı, mecliste yer alacak mebusların, hükümette göre alacak bakanların Mustafa Kemal tarafından belirlendiği bir rejimde “Ulusal egemenlikten” söz edilebilir mi?
Türkler ulus değildi, ulusal olarak kendi kendisini yönetme hakkını (egemenliğini) yitirmedi ki yeniden kazanmış olsun. Egemenliğini yitiren Osmanlı Devleti idi, o da ulus devlet değildi.
Devlet el değiştirdi, önce milli (burjuva) devlet, ardından ulus inşa edilme süreci başlatıldı.
İngiliz ve Fransız güçleri de bu devlete “egemenlik (hakimiyet)” hakkı tanıdı.
Devlet önce kendi egemenliğini, ardından da Türklüğün Türk olmayanlar üzerinde egemenliğini tesis etti; Türk ulusçuluğu da bu süreçte inşa edildi.
Bundandır ki Türklüğün “ulusal egemenlik” derken kastettiği, Kürtlerin, Pontus Rumlarının ve Ermenilerin ulusal egemenlik haklarının ortadan kaldırılarak, bunların üzerine Türklüğün egemenliğinin inşasıdır; kutlanan da budur.
instagram.com/p/DIzR5witQhf/

1915’in Muhatapları Kimler?

Elias Nin

Tarihte işlenmiş bir suç karşısında, “Olan oldu, olanı da öleni de geri getiremeyiz” diyebilir miyiz?
Evet, bu da mümkündür ama bireysel suçlarda zira suçu işleyenle birlikte suç da fiilen muhatapsız kalır ve düşer; tabii o suçu, suçu işleyen dışında kimse sahiplenmemişse. Mesela kan davalarında bu mümkün olmuyor çünkü suçun kolektif bir karakteri oluyor.
Söz konusu olan siyasi suçlarsa, örneğin bir sınıf, cinsiyet, ulus adına işlenmiş suçlarsa ve sonradan gelenler de işlenmiş olan suçun neticesinde ortaya çıkan zenginliğe, ayrıcalığa, egemenliğe sahip çıkıyor, bunları kendi değeri olarak kabul ediyorlarsa, suçu ilk işleyenler artık hayatta olmasalar da suç da suçlu da yaşamaya devam ediyor demektir.
Buradan hareketle 1915’de işlenmiş olan soykırım suçu karşısında, “olan oldu, biz bugüne bakalım” diyerek suçu failsiz bırakamayız. Zira soykırımın nedeni, Türklüğün/İslam’ın bekasını, egemenliğini sağlamaktı, sağlandı da.
Eğer Ermeniler, Süryaniler, Kürtler, Pontuslular soykırıma uğratılmamış olsalardı bugünkü haliyle bir Türk Devleti kurulamaz, Türk egemenliği sağlanamazdı.

O halde suçun bugünü muhatabı kim?

1915 soykırımını gerçekleştirenler artık yaşamadıklarına göre suçun bugünkü muhatabı kimdir? Tabii ki devlettir ama soykırım neticesinde kurulan TC’nin varlığını, dayandığı değerleri savunan herkes de suçun muhatabı ve suç ortağıdır.
Evet, Osmanlı’nın mirası olan TC’nin varlığını sahiplenen, onu savunan, 1915 ve diğer soykırımlar şerefine ilan edilen 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim benzeri Türk Milli bayramlarını kutlayan herkes soykırım suçunun ortağıdır.
Bu noktada kişinin Erkan Baş, Alper Taş, Kemal okuyan gibi kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayan ya da Demirtaş gibi kendisinin “Kürt” olduğunu ifade eden biri olmasının bir önemi yoktur, kişi soykırımın muhatabı, dolayısıyla da suç ortağıdır.
Suç ortağı olmaktan kurtulmanın yegâne yolu, TC’nin varlığına yol açan ve onun dayandığı değerleri suç olarak ilan edip, onun varlığına karşı topyekûn karşı olmaktır.
instagram.com/p/DI0khfJtIHf/

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.