Bir ülke var; adına Türkiye dediler.
Üzerine hilal çektiler, kan kırmızı bir bulut gibi gezdi gökyüzünde.
Ve o bulutun gölgesinde yalnız mezarlar büyüdü.
Toprağı kanla karılmış, haritası yoklukla çizilmişti.
Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Kürtler, Pontoslular, Êzîdîler…
Her biri bir dağın eteğinden, bir vadinin kıyısından sessizce çekildiler
tarihten.
Geride yalnızca kafatasları ve tabelalar kaldı:
“İstanbul”, “Küçük Asya”, “Kıbrıs”, “Suriye”…
Bir ülke var, içinde bin yılın halkları yaşardı,
bir sabah hepsi “yok” oldu.
Kimi tehcirde, kimi meçhul mezarlarda,
kimi susturuldu, kimi yakıldı…
Ve hep birileri “inşa” dedi, “vatan” dedi,
bir millet yaratmak uğruna, milletleri yok ettiler.
Bu ülkede “sol” da var dediler bir ara.
Ama o “sol”, kendini asker postalıyla tanıttı.
“Bağımsızlık” diyordu ama halklardan değil,
devletten, kan dökenden yanaydı.
Bir avuç yoldaş, cellatla halk arasında kaldığında,
çoğu celladın yanında saf tuttu.
Ve şimdi, bu topraklarda bir sessizlik dolaşıyor:
Ne Süryanice bir ninni, ne Ermenice bir ağıt…
Kürtçeyi bile yutkunarak fısıldıyor insanlar.
Solun adı kaldı sadece,
kendisi bir resmi geçitte, kırmızı beyaz bayrak
taşıyorlar.
Bir ülke var; adına hâlâ Türkiye diyorlar.
Ama altında gömülü olanlar,
bir tek ismi hatırlıyor:
Yok edilen halkların
acısını...
Mahmut Uzun
https://www.instagram.com/p/DJgkqFVNv0M/
Türcülük de tıpkı ırkçılık ve cinsiyet ayrımcılığı gibidir…
'İnsan merkezci' saplantılarımızı, 'kibrimizi' terk edebildiğimiz ölçüde, diğer türlerle yaşamı daha eşit ve adil paylaşabilmek mümkün olabilir… | Yalçın Ergündoğan | Artı Gerçek
https://artigercek.com/makale/turculuk-de-tipki-irkcilik-ve-cinsiyet-ayrimciligi-gibidir-32710
“Reel Atatürkçülük, Amerikancılıktır, Amerikan üsleridir, NATO’culuktur; Kore’ye, Somali’ye, Afganistana’a vb. asker göndermektir, Bağnaz milliyetçiliktir, devleti kutsayıp fetişleştirmektir, IMFciliktir, ülkenin geleceğini çokulusulu denilen şirketlerin [emperyalizmin] insafına terk etmektir, cuntacılıktır, militarizmdir, yurt dışındaki imamların maaşını Suudi Rabıta örgütüne ödetmektir. Aydınlanmanın, demokratikleşmenin, sosyalizmin önünü kesmek üzere devlet desteği ve olanaklarıyla dinci gericiliği besleyip, sonra da irtica ile mücadele adı altında “postmodern darbe” yapmaktır, sosyalizm düşmanlığıdır, özgürlük ve demokrasi fobisidir, iç ve düşmansız yaşayamamaktır. Farklı düşünenin hain, muhalifin düşman sayılmasıdır. Toplumun spekülatörler ve rantiyeler tarafından rehin alınmasıdır. Ülkenin varını yoğunu özelleştirme adı altında yağmalamaktır. Kürt varlığının inkârıdır, muvazaa partileriyle halkı oyalayıp demokrasi oyunu oynamaktır, Susurluktur, Şemdinlidir… “
Fikret Başkaya
Biliyor musun Sebastian, bazen Tanrıyı hiç anlamıyorum.
- Tanrı mı efendim? Hangi Tanrı?
- O ne demek öyle Sebastian? Kaç tane Tanrı var ki?
- Bilmiyorum efendim. Sizce kaç tane var?
- Elbette bir tane var Sebastian. O da bildiğimiz Tanrı. Hani şu adaleti sağlayan.
- Adalet mi efendim? Hangi adalet?
- Yeryüzündeki ve öteki dünyadaki adalet elbette Sebastian.
- Efendim, beni affedin ama ben yeryüzünde adalet göremiyorum.
- Saçmalama Sebastian. Elbette yeryüzünde adalet var.
- Bence yok efendim.
- Neden böyle düşünüyorsun Sebastian?
- Çünkü eğer yeryüzünde adalet olsaydı efendim, fakir bir köylünün tek oğlu savaşta ölmezdi ve kralın oğulları da bugün hayatta olmazlardı. Çünkü o tek oğul, kralın oğulları rahat yaşantılarına devam etsinler diye öldü.
- Saçmalama Sebastian! O fakirin oğlu, ülkemiz için öldü ve şehit oldu. Şehitlik, bir insanın ulaşabileceği en üst rütbedir. Krallıktan bile daha üstündür şehitlik rütbesi.
- O zaman herhalde kral hazretleri oğullarını ve hatta kendisini hiç sevmiyor olsa gerek efendim.
- Neden böyle söyledin Sebastian?
- Çünkü şehitlik gibi üst bir rütbe dururken, sadece krallıkla yetinmeyi seçiyor da ondan efendim.
- Seni anlamıyorum Sebastian. Ne söylemeye çalışıyorsun?
- Sadece gerçekleri efendim.
- Sen delirmiş olmalısın Sebastian. Tanrı sana akıl versin.
- Hangi Tanrı efendim? Adalet dağıtan mı? Yoksa bunca adaletsizlik karşısında kılını bile kıpırdatmayan mı?
- Ne saçmalıyorsun sen? Sadece bir tane Tanrı var. Tanımıyor musun onu?
- Ne yazık ki, tanıdıklarımın içinde hiç Tanrı yok efendim. Zaten fazla bir tanıdığım da yok. Yan köşkün uşağı olan meslektaşım Filip, bizim köyün Nalburu Moris ve bir de savaşta tek oğlu ölen şu zavallı köylüyü tanıyorum efendim. Ama hiç Tanrı tanımıyorum. Siz tanıyor musunuz.?
~Charles Bukowski
1936 baharında bir güreşçinin zaferiyle sevindi bu topraklar.
Minderde zeybek oynayan, kemençe çalan “Ali Baba” bir anda herkesin gözdesiydi.
Sonra…
Gerçek ortaya çıktı:
O, Harry Ekizyan’dı.
Hafızaların unuttuğu, tarihin satır aralarına gizlenen bu hikâyeyi kaçımız biliyoruz?
Geçmişin sesine kulak
verin.
Mahmut Uzun
https://www.instagram.com/p/DJYtQW3tpk9/
Denizlerin Yoldaşı | İskan Tolun
Bu kez de; kitaplarını ayırt etmeksizin, zevkle okuduğum Atilla Keskin’i ve son olarak, zihnimde açılan ekranda görür gibi, bir çırpıda, ilgiyle konuş olduğum Sarı-Kırmızı Boyalı Kayık adlı romanını kısaca anlatmak istiyorum. Roman, Almanya ile Türkiye arasında gidip geliyor ve Kürt halkına dayatılmış olan asimilasyon ve inkar politikasını, dolayısıyla, yapılmış olan baskıları çarpıcı bir şekilde, gayet açık ve net bir biçimde gözler önüne seriyor. Romanın oldukça akışkan ve anlaşılır bir dille betimlenmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
(Atilla Kesin: Sarı-Kırmızı Boyalı Kayık. InterKultur e. V. FREE PEN ■ VERLAG / 1. Baskı 2019 / Printed in Germany / 242 Sayfa / Alman versiyonu: Das gelbrote Boot / 284 Sayfa)
Hatta okumaya başlarken sonunu merak ede ede bitirdiğimi de ifade etmek isterim…
Yazarın, konulara dolaylı değil de; doğrudan, direk dalıyor olması, okura apayrı bir okuma zevki verdiğini ve böylece karmaşık olayların daha net ve rahat anlaşılır kılmasını ustalıkla sağladığını da belirtmek isterim…
Film seyreder gibi okudum desem hiç de mübalağa etmiş sayılmam sanırım.
Çetin, yalnız ve kimsesiz bir çocuk olmasına karşın, kendisine uzanan iyi niyetli ellere bile tahammül edemeyecek bir duruma gelmiştir. Onun olağanüstü sabrı, azmi ve güçlü iradesiyle kendi ayakları üstünde durup hayatını tek başına idame etme gayreti, kararlılığı, dolayısıyla içler acısı hikâyesi filmlere konu olacak niteliktedir. Çetin, hemen hemen gittiği her yerde itip kakılıyor, hor gürülüyor. Sırf Alman bir annenin çocuğu olduğundan dolayı, gittiği birçok yerde, “sünnetsiz,” özellikle de “gavur,” sözcüğüyle ötekileştiriliyor.
(Bu gavur sözcüğü, oldum olası beni de rahatsız etmiştir ve romanıma da konu olmuştur: Diaspora / Remzi’nin Çilesi Ölünce Biter 4 / Nitekim, tekçi zihniyete olduğu kadar, ötekileştirmeye de dikkat çeken Atilla hoca bana gönderdiği bu güzel kitaba, çok anlamlı bir imza atmıştı: İskan Kardeşime. Çocuklarımızın Ötekileştirilmemesi Umuduyla. Evet, Atilla hocam bu kitabı bana imzalayıp göndermişti sağolasın. Kitap postayla geldiği gün, Almanca kitaplarımı ilgiyle okuyan bir Alman arkadaş alıp gitmişti. Geçenlerde geri getirirken, raflarda unuturum diye; ilk fırsatta okumak üzere çalışma masama bırakmış ve hoş bir sohbete dalmıştık:
“Romanı okudum ve çok beğendim,” deyince, Atilla hocayı, eserlerini uzun uzun anlattım ona. Nitekim, Atilla hocanın birçok kitabını okumuştum ve en son bir solukta okuduğum Dağcılar’ı (Atilla Kesin, 1968’i, THKO’yu ve Deniz’leri Anlatıyor) da anlattım ona. Kitap, Can Dündar ile yaptığı uzun bir röportaj/söyleşiden oluşuyor. Unutmadan belirteyim: Dağcılar’ı anlattıktan sonra, Deniz’in Ütopyası (Almanca versiyonu: Deniz Utopie) adlı romanımı betimlerken, Atilla hocanın bana çok yardımcı olduğunu da vurguladım.)
Kısacası filmlik bir hikâye, senaryo niteliğinde bir romandır: Sarı-Kırmızı Boyalı Kayık.
Roman bana, 12 Eylül 1980 Askeri darbesini, seksenli yılların başında Almanya’daki iltica olgusunu, o yoğun göçü, doksanlı yıllarda yakılan köyleri vs. vs. hatırlattı.
Roman, İstanbul varoşlardaki tinerci çocukların trajik yaşantılarını hatırlatmakla başlıyor aslında. Balıkçı Fuat’ın, soğuk bir havada kısa kollu tişört ile tiner koklayan Çetin’e iyi niyetli yaklaşımı ve verdiği güven ile onu himaye edişini hayretler içinde okudum.
Çetin, hiç geçinemeyen, hep kavga eden ve ayrılan ebeveynlerinin bir kurbanıdır aslında. İstanbul’da binlerce kimsesiz, yetim çocuk gibi sokaklara düşmüştür. İyi niyetli balıkçı Fuat ile karşılaşmazsa başına daha neler neler gelecektir, kim bilir? Ve asıl macera bundan sonra başlıyor. Ülkü Öğretmen ile küçük, masum Berfin’in ve Yalçın Öğretmen ile Çetin’in diyaloğunu okurken ister istemez zaman kuyusuna dalıp gidiyor insan…
Çetin ile Berfin’in masum konuşmaları güldürüyor, düşündürüyor ve bazen de gözleri yaşartacak kadar da acı, hüzün veriyor insana.
Aslında bu roman iki dillidir: Türkçe ve Almanca bir aradadır. Bu değerli çalışmalarından dolayı hem yazarı, hem çevirmeni, hem de InterKultur e. V. ve FREE PEN ■ VERLAG’ı, dolayısıyla emeği geçen herkesi kutluyorum!..
Nitekim, böylesine güzel betimlenmiş romanlar vardır elbette, ama, deneyimli 68 kuşağı, olan, enternasyonal devrimci Atilla Keskin hocanın kattığı lezzet bir başkadır bence:
İstanbul’da kaldığı süre çoğaldıkça, sürüdeki koyunların sayısı giderek azalıyordu. İki sene içinde koyunların hepsi satılmış, sıra ineklere gelmişti. (40. Sayfa)
… iltica hakkı almak istiyorsan ileri süreceğimiz tek şey Kürt olman ve baskı görmüş olmamdır. (53. Sayfa) Romandaki bu alıntılar en basit iki tane örnektir, sadece. Yazarın yüreğine sağlık kalemine kuvvet. Bu harika romanı herkese tavsiye ediyorum!..
Nitekim Denizlerden, üç Fidan’dan sonra, askeri savcının idamını istediği dördüncü sanıktır bu güzel romanın yazarı olan Atilla Keskin hoca.
Denizlerin 18 Yoldaşına idam cezası verilmişti ve daha sonra idamlar elenmiş, 3’e indirgenmişti. Ve bugün 6 Mayıs. Dünyayı daha güzel yaşanılır kılmak için ölüm pahasına mücadele eden Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam edildiği, ölümsüzleştiği gün. Haksız yere idam edilen Deniz’i, Yusuf’u, Hüseyin’i saygıyla anıyorum!..
Ve enternasyonal biri daha yıldızlara karıştı. On sekiz gündür şifa duaları ettiğimiz, birçok kimliğe sahip olan, o değerli insan, Sırrı Süreyya Önder kaldığı hastanede yaşamını yitirdi, maalesef. Sevenleri çoktu, o da herkesi seviyordu. Başta ailesi olmak üzere, bütün sevenlerinin başı sağolsun!.. Nur içinde yatsın!.. Yıldızlar yoldaşı olsun!..
İskan Tolun
https://www.avrupademokrat8.com/denizlerin-yoldasi-iskan-tolun/
Maraş Soykırımı’na dair geliştirilen yanlış tezlere dair | Aziz Tunç
Tarihleri boyunca toplumsal yaşamları mücadelelerle geçen Aleviler, ne yapacaklarını bir “Alevisever”den öğrenmeye gerek görmeyecek kadar bilgi ve tecrübe sahibidirler…
GİRİŞ
Bir süredir sürdürülen Maraş Soykırımı’na ilişkin gerçekleri çarpıtma faaliyetleri, her fırsatta devam ettiriliyor. Cümleler ve kelimeler değişiyor, ancak gerçeği tahrif etme çabaları değişmiyor. Geliştirilen sözde iddiaya göre, mealen, “Maraş Katliamı’na dair bugüne kadar, mağdurlar başta olmak üzere Aleviler, demokratik kurum ve çevreler yapılması gerekenleri yapmamış, yapamamışlar; yaptıkları bazı şeyleri de hep yanlış yapmışlardır. O nedenle her şeye yeniden başlanması gerekiyor” deniyor.
Bol laf kalabalığı ve birkaç yabancı kelimeyle süslenince, bir şey söylenmiş gibi bir görüntü verilmiş olunuyor.
Sözde iddia ve eleştiriler, hiçbir gerçekliğe dayanmadıkları gibi, yapılması önerilen hiçbir somut çözüm de içermemektedir. Çünkü burada amaç, Maraş Soykırımı konusunda açığa çıkmış olan gerçeklere olan güveni sarsmak ve bu gerçekleri bulandırmaktır. Hal böyle olunca, ne gerçeğe dayanmak ne de çözüme yönelmek gerekmektedir.
Tabii bunları kimin, nerede söylediği önemlidir. Ancak bu yanlışların kim tarafından ve nasıl söylendiği daha da önemlidir. Çünkü sorun kişilerde değil, yanlış görüşlerdedir. Bu nedenle belirtilen sözde iddia ve eleştirileri yakından incelemek, sorumluluk adına gereklidir.
2- VAHŞET ANLATIMINA DAİR
Sözde eleştirilerin yoğunlaştırıldığı alanlardan birisi, “Maraş Katliamı’nın sadece vahşet üzerinden anlatıldığı” iddiası üzerine konumlandırılmıştır.
Öncelikle bir kıyımın kim veya hangi zihniyetle anlatıldığı önemlidir. Soykırımcı politikalara karşı çıkmayan, devrimci-demokratik olmayan bir zihniyetin kıyım anlatımının, dinleyicilerde veya izleyicilerde direniş isteği yaratması beklenemez. Bu tür anlatımları ve anlatıcıları konumuzun dışında tutarak, tartışılması gereken sözde eleştirilere bakmak gerekiyor.
Hemen belirtmek gerekir ki Maraş Katliamı sadece vahşet üzerinden anlatılmamıştır. Maraş Soykırımı, daha çok soykırımcı özelliğiyle tartışılmış ve tartışılmaktadır.
Buna rağmen elbette vahşet boyutuyla da anlatılmıştır ki anlatılması da gereklidir. Çünkü vahşet, “toplu insan kıyımlarının” ayırt edici özelliğidir. O nedenle halklara ve toplumlara yaşatılan katliamlar ve soykırımlar, vahşetin en yoğun uygulandığı kanlı operasyonlardır. Dolayısıyla sözde eleştirilerin yanlışlığının anlaşılabilmesi için vahşet ile toplu insan kıyımları arasındaki, belirtilen kopmaz ilişkinin bilince çıkartılması gerekiyor.
“Toplu insan kıyımları”nda uygulanan vahşet, sadece yaptıklarından zevk alan, kontrolsüz öfke ve nefretle hareket eden sadist katliamcıların kişisel özelliklerinden kaynaklanmamaktadır.
Böyle olmasının birinci nedeni, soykırımlarda ve katliamlarda hedef kitleyi fiziken yok etmeyi amaçlayan vahşetin, soykırımcı politikanın gereği olarak, örgütlü ve sistemli biçimde, tercih edilerek ve birçok özel biçimi geliştirilerek uygulanmasıdır. İkinci olarak, sınırsız, kuralsız, ağır, kalıcı ve unutulmaz izler bırakan vahşet uygulamalarıyla soykırımcı yapı, hedef kitlenin kalanlarına korku salmak, onları sindirmek, iradesini kırmak ve direnemez hâle getirmek istemektedir.
Dolayısıyla katliamlarda ve soykırımlarda, katliamcı mekanizmanın uyguladığı vahşet, tek başına vahşet değildir. Vahşet, söz konusu soykırımcı yapının, istediği sonucu elde edebilmek ve aynı zamanda egemenlik üretmek amacıyla uyguladığı bir şiddet yöntemidir.
Bu gerçeği iyi bilen katliamcı/soykırımcılar, yapılan “toplu insan kıyımının” politik bir amaç taşıdığını ve bu nedenle vahşetin her biçiminin kullanıldığını gizlemek istemişlerdir. Tam da bu nedenle, katliamcı/soykırımcılar, yaptıkları kanlı “toplu insan kıyımlarını” vahşetten kopartarak “olay” olarak tanımlamışlardır. Türk devletinin yaptığı bütün soykırımları “Ermeni olayları”, “Dersim olayları”, “Maraş olayları” vb. olarak adlandırması, basit ve sıradan bir yaklaşımın değil, bu temel politikanın sonucudur. Bu durumda doğal olarak “olay”a ilişkin toplumsal ve siyasal tepkiler, sıradanlaştırılarak söndürülmek veya bastırılmak istenmiştir.
Öyle olduğu içindir ki herhangi bir “olayın” hikâyesinde vahşet ya yaşanmamıştır ya da yaşanan vahşet daha az anlatılır. Çünkü daha çok kişisel, sosyo-ekonomik amaçlarla sınırlı olan “olay”larda vahşet, mutlaka olması gereken bir şart değildir. Buna karşın, hiçbir katliam veya soykırım vahşetsiz gerçekleştirilemez; vahşetin olmadığı bir katliam ve soykırım söz konusu olamaz.
Bu durumda, herhangi bir katliamda ve soykırımda vahşetin yaşatılması nasıl kişisel bir tercih değilse, vahşetin anlatılması da kişisel bir tercih olarak görülemez. Tam tersine, herhangi bir katliamın ve soykırımın en doğru ve gerçek anlatımı, ancak ve ancak yapılan vahşetin anlatılmasıyla mümkün olur. Katliam ve soykırım gibi toplu yok etme uygulamalarına karşı gerçek anlamda bir duyarlılık, ancak bu şekilde yaratılabilir. Öte yandan, vahşetin anlatılmadığı bir toplu insan kıyımı, devletin dayattığı jargona uygun olarak bir “olay”a indirgenmiş olacaktır. Dolayısıyla vahşetin anlatılmaması, soykırımlara ve katliamlara karşı duyarlılığı zayıflatacaktır.
Bütün bunlardan sonra, Maraş Soykırımı’ndaki vahşetin anlatılmış olmasından hareketle, “sadece vahşet üzerinden bir anlatım” yapıldığını ileri sürmek, gerçeklere sırt çeviren ve katliamcı politikalara karşı mücadeleyi zayıflatan bir tutumdur. Yapılan bir soykırımdır ve elbette vahşet bütün ayrıntılarıyla anlatılmalıdır. Çünkü soykırımlarda ve katliamlarda yaşatılan vahşetin anlatılması, soykırımlara karşı mücadelenin olmazsa olmaz argümanı ve her katliam karşıtının yapması gereken en önemli görevi ve sorumluluğudur. Bu gerçekleri anlatmamak veya anlatılmasını basitleştirmek, hafife almak katliam karşıtlığına hizmet etmez.
Hatta daha etkili ve kalıcı olarak anlatılabilmesi için bütün sanat alanları değerlendirilerek romanı, hikâyesi yazılmalı; görselleri, filmleri yapılabilmelidir.
a) “Edilgen bir ruh haliyle, pasif bir şikâyet içinde”
Sözde eleştiride, “Maraş Katliamı’nın… edilgen bir ruh haliyle, pasif bir şikâyet içinde anlatıldığı” belirtilmektedir.
Doğal olarak, Maraş kıyımını anlatan herkes adına genel bir belirleme yapılması doğru olmayacaktır. Ancak devrimci-demokrat çevrelerin ve demokrat Alevi kurumların yaptığı ya da katıldığı Maraş Soykırımı’na karşı etkinlikler, genel olarak “edilgen bir ruh haliyle, pasif bir şikâyet içinde” değil; katliamcı soykırımcı mekanizmayı teşhir eden ve hesap sorma bilincini diri tutan bir ruh haliyle yapılmıştır, yapılmaktadır.
Yıllardır sürdürülen katliam karşıtı etkinlikler, katliamcı-soykırımcı politikalara karşı bir direniş olarak ele alınmış ve öyle yaşanmıştır. O nedenledir ki yapılan etkinliklerin hemen hepsi çatışmalarla, gözaltılarla ve engellemelerle karşılanmıştır. Sivas’ta anma etkinliklerinin yapılabilmesinin ne tür mücadelelerle sağlandığı unutulmamıştır. Maraş’ta her yıl dönümünde yapılmak istenen anma etkinliklerinin nasıl engellendiği de bilinmektedir.
Bütün bunlara rağmen anma etkinliklerini sıradanlaştırarak anlatmak, hem insanların acılarına karşı özensiz bir yaklaşım hem de soykırımlara karşı mücadeleye zarar veren bir tutumdur. Öte yandan bu anma ve kınama etkinlikleri, “edilgen bir ruh haliyle, pasif bir şikâyet içinde” yapıldıkları için mi devlet tarafından engellenmektedir? Öyle olmadığı, tam tersine bu etkinliklerle hesap sorma bilincinin güncellendiği ve geleceğe taşındığı, bu nedenle devletin engellemeye çalıştığı ortadadır.
O nedenle bilinsin ki bu anma etkinlikleri her zaman ve mutlaka yapılacaktır; çünkü soykırımcılardan hesap sormaya giden yolun ilk adımı bu anma etkinlikleridir.
Buna rağmen bu sözde eleştiriyi yapan; her şeyi kendisiyle başlatmak isteyen, kendisinden önce olanları yok sayan, gerçekleri görmezden gelen, daha doğrusu görünmez kılmak isteyen bir yaklaşıma sahiptir. Bu yaklaşımın, kitlelerin katliam karşıtı bilincini bulandırmaktan başka hiçbir işlevi olmayacaktır. Ayrıca bu yaklaşımla, vahşet anlatımlarını dinleyen kitlenin duyarsız ve edilgen insanlar olarak gösterilmesi de halkı tanımayan, halka güvenmeyen, halkı mücadele öznesi olarak görmeyen ve halka zerrece saygı duymayan sorunlu bir tutumdur.
b) “Vahşet öykü ve resimleriyle doldurulmuş kitle”
Söz konusu eleştirilerin birisinde, “Vahşet öyküleri ve resimleriyle dolmuş olan kitle” diye bir ifade kullanılarak, kitlelere vahşeti anlatmanın fazlalığı, dolayısıyla gereksizliği ifade edilmektedir. Bu ifadeye göre, katliam karşıtı kitle amiyane tabirle “dolduruşa” gelebilen iradesiz bir yığın; vahşeti anlatmak ise kendisi olamamış insan yığınını harekete geçirecek bir motivasyon aracı olarak tanımlanmaktadır.
En başında belirtmek gerekir ki ne kitleler “dolduruşa” getirilebilecek kuru kalabalıklardır, ne de “vahşet öyküleri ve resimleri” toplumun boşluğunu dolduracak nesnelerdir. O “vahşet öyküleri ve resimleri” denilerek basitleştirilerek anlatılan öyküler ve görseller, katliamda katledilen insanların öyküleri ve resimleridir. Onlar, insan olarak inançlarına ve kimliklerine sahip çıktıkları için; genç, yaşlı, bebek, çocuk, hasta ve kadın demeden katledildiler. Onları unutmamak; bunun için resimleri ve öyküleri tarihe ve topluma kaydetmek, ertelenemez bir insanlık görevidir. Bunun yapılmasını bu şekilde değerlendirmek, herhalde katliam karşıtlığına katkı sunmaz.
Bir soykırımda katledilen bu insanlara bu kadar saygısızca yaklaşabilmek bu kadar kolay olmamalıdır. Katliam karşıtı görünerek aynı anda bu ifadeleri yazabilmek iki türlü mümkün olabilir: Ya büyük bir oyunculuk yeteneği kullanılmaktadır ya da büyük bir cehalet söz konusudur. Ancak her durumda katliam mağduru ve katliam karşıtı kitle, bu özensizliği kabul etmeyecektir.
Öte yandan insanlık adına bugün sahip olunan ve yarın kazanılacak olan tüm hakların tamamı, “vahşet öyküleri ve resimleriyle dolmuş olan kitleler”in eseridir.
c) “Dram toplayıcılığı” ve “dram yüklemeleri”
Benzer bir sözde eleştiri, katledilen insanların öykülerine ilişkin bilgilerin toplanmasına ve anlatılmasına dair geliştirilmek istenmiştir. Bu anlamda vahşet bilgilerini toplamak “dram toplayıcılığı”, bunları anlatmak da “dram yüklemeleri” olarak ifade edilmiştir. Burada anlatılanın daha anlaşılır hâli şudur: Deniyor ki, katliamın vahşetine ilişkin bilgileri toplayarak “dram toplayıcılığı”, bunları anlatarak “dram yüklemeleri” yapmak, katliam karşıtı mücadeleye hiçbir katkısı olmayan, anlamsız ve gereksiz bir uğraştır.
Sosyal-siyasal hayattan ve somut gerçeklerden kopuk, iç sızlatan bu sözde eleştirileri okudukça insanın tüyleri ürpermektedir. “Çöp toplayıcılığı” der gibi “dram toplayıcılığı” demek veya “kontör yüklemeleri” der gibi “dram yüklemeleri” demek… Ne demek sahiden?
O “toplanan ve yüklenen dramlarda” anlatılan hayatlar, bu topraklarda yaşamış ve söz konusu kıyımda katledilmiş insanların hayatlarıdır. Bu sözde eleştiriyi yapanlar için hiçbir şey ifade etmiyor olabilirler ama onlar, sevdiklerinin göz bebeği, çocuklarının yaslandığı dağ, annelerinin öpmeye kıyamadığı çiçekleriydi.
Onlar, bu coğrafyanın kadim halklarına yaşatılan en büyük, en unutulmaz kıyımlardan birisi olan Maraş kıyımında katledilen insanların acılarının ifadesidirler. İnsanlara, insanlığa ve halklara yaşatılmış bu acılara karşı nasıl bu kadar hoyrat olunabilmektedir?
Halbuki yıllardan beri, hem katliam mağdurları hem de katliam karşıtı kitleler ve kurumlar, “dram toplayıcılığı” ve “dram yüklemeleri” yapmadan ama acılarını, her durumda ve ortamda paylaşarak ve öfkesine yükleyerek soykırımlara ve katliamlara karşı kararlı bir direniş sürdürmüşlerdir.
Son olarak belirtilmelidir ki soykırımlarda ve katliamlarda yaşananlar zaten en büyük dramdır; ayrıca bunları kurgu ile “dramatize etmek” gerekmez. Söz konusu iddiayı ileri sürmek, gerçeklere ne kadar uzak olunduğunu açıkça göstermektedir.
d) Vahşetin anlatılması direnişi reddetmek midir?
Aynı sözde eleştiride, “Maraş Katliamı’nın… direniş boyutunun anlatılmadığı, böylece kıyımlara karşı duyarlılığın pasifize edildiği” şeklinde bir iddia geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bir başka yerde benzer eleştiri mealen, “vahşetin anlatılmasının direnişin anlatılmasını zayıflattığı” ve bir “sızlanma” hâli yarattığı ileri sürülmektedir.
Her üç sözde iddia da hem yanlış hem de kıyım ve soykırımlara karşı Alevi ve demokratik-devrimci kurumların ve kamuoyunun yaptıklarını hiçleştiren, sürdürülen mücadeleyi küçümseyen, yaratılan duyarlılığı hafife alan bir tutumdur.
Birincisi, devrimci demokratik çevrelerin katıldığı bütün etkinliklerde, Maraş Soykırımı’na karşı geliştirilen direniş, ısrarla ve örnek gösterilerek anlatılmaktadır. İkincisi, vahşetin anlatılması kıyımlara karşı duyarlılığı pasifize etmez, direnişin anlatılmasını zayıflatmaz. Tersine, vahşetin anlatımı direnişin anlamını ve gerekliliğini ortaya koyan en güçlü argümandır. Üçüncüsü, vahşetin anlatılmasının “sızlanma” olarak gösterilmesi somut gerçekliğe uygun değildir.
Çünkü vahşeti dinleyenler, kıyım mağdurları ve devrimci-demokratik güçler; Kürtler, Aleviler yıllardan beri hem vahşeti anlatmakta hem de kıyımlara karşı kararlı bir mücadele sürdürmektedirler. Aynı şekilde, bu iddia masum da değildir. Çünkü Alevilerin ve devrimci demokratik güçlerin yarattığı değerlerin görünmesini engellemeye çalışan bir manipülasyon yapılmaktadır.
Öte yandan, kıyımların hesabını direnişçiler olarak bu kitleler soracaklardır. Vahşete maruz kalanlar, öfkelerini kuşanarak, en doğal savunma refleksleriyle, en somut biçimde direnen insanlardır. Ve bu insanlar, vahşeti anlatırken aynı zamanda direnişlerini de anlatmakta ve direnişin anlamının kavranmasına büyük katkı sağlamaktadırlar. Dolayısıyla bu sözde eleştiri, gerçeği ters yüz eden, ayakları yere basmayan, uçuk ama aynı zamanda zararlı bir eleştiri olarak görülmeli ve mahkûm edilmelidir.
Görüldüğü gibi, katliamlarda ve soykırımlarda halklara yaşatılan vahşetin anlatılmasını; düzey, içerik ve biçim olarak doğru bulmayan anlayışın hiçbir argümanı ikna edici değildir.
Ayrıca tarihsel yaşanmışlıklara bakılarak bu sözde iddiaların çarpıklığını anlamak mümkündür. Dünyanın neresinde olursa olsun, yapılan katliam ve soykırımlarda insanlara ve toplumlara yapılan vahşet, sadece dönemsel olarak değil, bütün tarihsel süreç boyunca ve her araç/yöntem kullanılarak anlatılmıştır. Ermeniler, kendilerine yaşatılan soykırımın vahşetini dünya halklarına aktarmak için sayısız eser üretmişlerdir. Yahudiler, kendilerine yaşatılan soykırımın vahşetinin insanlığın hafızasında silinmeyecek şekilde iz bırakması için her türlü fedakârlığı ve çabayı ortaya koymuşlardır.
İnsanlara ders olması için, soykırımın yapıldığı toplama kampları müze yapılmış; çeşitli anıtlar yapılmış, tablolar çizilmiş, romanlar yazılmış, binlerce doküman üretilmiştir. Kürdistan’da öz savunma eylemleri döneminde evlerde bulunan insanların yakılarak katledilmelerinin belgeseli, romanı, hikâyesi boşuna mı yazılıyor? Bu mantıkla, “iyi ki yapılmış” denilmesi gereken, soykırımları ve katliamları anlatan her eser, her çalışma gereksiz ve anlamsız olacaktır. Tek başına bu gerçeklik, vahşetin neden anlatılması gerektiğinin anlaşılması için yeterlidir.
e) Kıyımları anmak ve vahşeti anlatmak, “aşılması gereken bir gelenek” değildir
Yapılan sözde eleştiriye göre, anma etkinliklerinin yapılması ve vahşetin anlatılması, “aşılması, kırılması gereken bir gelenek” olarak sunulmaktadır. Oysa katliamları ve soykırımları anma etkinlikleri ile bu etkinliklerde gerek tanıkların anlattıkları, gerekse yapılan değerlendirmeler; “aşılması gereken” bir gelenek değil, istikrarla ve ısrarla sürdürülmesi zorunlu olan ve hesaplaşmanın başka yöntem ve biçimlerini dışlamayan bir anlatım biçimidir.
Aynı şekilde, anma etkinliklerinin “Mağdurların sadece diğer mağdurlarla karşılaştığı geleneksel anma ve hatırlama biçimleri” olarak tanımlanması da başlı başına sorunlu bir yaklaşımdır. Burada hafife alınarak basit bir karşılaşmaya indirgenen anma etkinlikleri, her şeyden önce soykırımcı politikalara karşı mücadelenin kitleselleştirilmesini sağlayan bir araç olarak işlev görmektedir. Ayrıca bu an’lar, hem mağdurların hem demokratik kamuoyunun hayatının en unutulmaz acılarının yaşandığı an’ların hatırlanmasıdır. Hatırlamak, hatırlatmak; acıları tekrar tekrar yaşamak ve yaşatmak, direnişin bir diğer biçimidir.
Buna rağmen vahşetin anlatımının, hesaplaşmaktan vazgeçilmek gibi sunulması ve anma etkinliklerinin aşılmasının önerilmesi, bir yanda gerçeğin çarpıtılması; bir yandan da toplumsal mücadeleye zarar veren fantastik bir yaklaşımdır.
f) Yeni kuşaklar ne diyor
Vahşet anlatımının “yeni kuşakların ilgi ve alakasını giderek zayıflattığı” belirtilmektedir. Bu argüman da doğru değildir. Vahşetin anlatılması, katliamın veya soykırımın anlaşılmasını sağlayacak en önemli verilerden birisi olduğu, çeşitli yönleriyle belirtilmiştir.
Ancak dünyanın her tarafında, katliam, soykırım ve savaş haberleriyle büyüyen; oyunlarında bile en çok savaş araçlarını kullanan yeni kuşakların genel bir sorun olan ilgisizliğinin, kendilerini ve geleceklerini ilgilendiren bir tarihsel yaşanmışlıkla ilgili anlatılanları dinlemekten rahatsız olmasının birçok nedeninden söz edilebilir. Ancak Maraş kıyımında yaşanan vahşetin anlatılmasının, yeni kuşakların ilgisizliğine yol açtığını ileri sürmek, diğer iddialarda olduğu gibi gerçekle hiçbir yakınlığı olmayan bir iddia olur.
Böyle anlamsız iddiaların yerine, savaş haberlerine itiraz edilmesi daha doğru olurdu.
3. Sesimizi duyan var mı?
Şu ifadeler, Maraş soykırımını yaşamış mağdurların güya ruh hâlini anlattıklarını sanan iddia sahibine aittir: “Mağdurlar hâlâ Türkiye toplumuna sesleniyor… Sesimizi duyan var mı? diye soruyor. Sözünün muhatabındaki karşılığını arıyor.” Bu cümleyle mağdurların çaresizliği anlatılmaktadır.
Bu ifadeyle Maraş kıyımı yalnızca mağdurların sorunuymuş gibi sunulmakta; katliam mağdurları ise sorunlarını çözmekten aciz, bir köşeye sinmiş, etkisiz ve edilgen bir topluluk gibi gösterilmektedir. Katliama maruz bırakılmış olan Türk-Kürt Alevi kitlesini bu durumda görmek ve göstermek yalnızca gerçek dışı değildir, aynı zamanda kitlelere tepeden bakan ve hiçbir sorunun çözümüne hizmet etmeyen bir yaklaşımdır.
Birincisi, katliam ve soykırım karşıtı mücadele sadece ve tek başına katliam mağdurlarının sorunu değildir. Çünkü bu mesele, iki karşıt grubun kavgası veya intikam alması sorunu değildir. Yapılan toplu insan kıyımı, soykırımcı bir politikanın sonucudur ve sorun politiktir. O nedenle gerek katliam döneminde, gerekse bugüne kadar olan süreçte Türkiye ve Kürdistanlı Alevi toplumu ve halklar, söz konusu kıyımı kendilerine yapılmış bir kıyım olarak kabul etmişlerdir. Buna karşı mücadeleyi de asli görevleri olarak benimsemişlerdir.
Bu gerçek o kadar açık ve barizdir ki Maraş kıyımına ilişkin, Türkiye ve Kürdistan’ın her tarafında yaşayan Aleviler her yıl anma etkinlikleri düzenlemektedir. Doğru olan da budur. Elbette daha fazlasının yapılması gerekmektedir. Ancak daha fazlasını yapmak, kişilerin eksantrik sihirli formülleriyle veya fantezileriyle olmamaktadır. Daha fazlasını yapabilmek, toplumsal ve siyasal hayatın mücadele dinamikleri tarafından belirlenecektir.
Öte yandan, katledilen toplumun büyük çoğunluğu hem katliam öncesinde hem katliam döneminde hem de sonrasında, ülkedeki politik mücadelenin en aktif ve en dinamik unsuru olarak bu mücadelenin içinde yer almıştır, almaktadır. Katliam mağduru insanlar, onların çocukları ve torunları, Türkiye ve Kürdistan’da faaliyet yürüten bütün anti-faşist, demokratik kurumların tamamında mücadelenin asli özneleri olarak yer almaktadır.
Hem geniş anlamda Aleviler ve Kürtler olarak hem de dar anlamda Maraşlı Aleviler olarak, mağdur toplumun çok büyük bir kısmı katliamcı sisteme ve politikalara karşı mücadele etmektedir. Demokratik Alevi kurumlarının temel kitlesinin Maraş, Malatya ve Dersim halklarından oluşması da bunun sonucudur.
4. “Başka anlatma ve hatırlama” biçimlerini bulma
Bu düşünce, iddia ve eleştirileri yapan “Alevisever” Alevilerin önüne “başka anlatma ve hatırlama biçimlerini bulma” görevini koymuş. Elbette bu büyük tespiti yaptığı ve Alevilere böyle bir yol gösterdiği için büyük bir minnettarlığı hak ettiğini düşünüyor olmalıdır.
İyi de bu göreve ilişkin olarak neden bugüne kadar yapılmamış, düşünülmemiş orijinal bir proje veya yol haritası sunulmuyor? Neden “şu olursa soykırımcı politikalarla hesaplaşma gerçekleşir ve bir daha soykırım yapılamaz” denilerek bir öneri geliştirilmiyor? Çünkü bu eleştirileri yapanın düşünsel dünyasında orijinal hiçbir proje ve öneri yok da ondan. Bütün yapılan, en kolay yapılabilendir; o da yapılmış olanları hiçleştirmek, yok saymaya çalışmaktır.
Maraş kıyımının hesabının sorulamamış olması, bu sözde eleştirilerin çıkış noktası olarak düşünülmüşse, bu da ortada büyük bir öngörüsüzlüğün olduğunu gösterir. Bilindiği gibi —ve ne yazık ki— bu topraklarda 1915 Ermeni Soykırımı dahil, yapılan hiçbir soykırımın ve katliamın hesabı henüz sorulamamıştır. Bu durumda halkları suçlayarak sorunu izah etmeye çalışmak, apolitik bir yaklaşımın ifadesi olabilir ancak. Çünkü hesap sormak, uzun vadeli bir mücadelenin sonunda kazanılacak olan politik bir güç sorunudur. Kimsenin kuşkusu olmasın: Aleviler dün nasıl yapılanlara karşı direnmişlerse, bugün de direneceklerdir.
Tarihleri boyunca toplumsal yaşamları mücadelelerle geçen Aleviler, ne yapacaklarını bir “Alevisever”den öğrenmeye gerek görmeyecek kadar bilgi ve tecrübe sahibidirler. Üstelik masa başında, klavye tuşlarıyla mücadeleye yol yordam çizmek, en başında kibirli bir bakış açısının ifadesidir. Bunun için mücadelenin her biçimine ve her yöntemine hazır olmak ve her bedeli göze almak gerekmektedir. Bu durumda “Alevisever” için en iyisi, gölge etmemesi olacaktır. Şundan emin olmak gerekir ki Alevi toplumu ve Alevi kurumları ile bütün demokratik kurumlar, Alevileri böyle “Alevisever”lerden koruyacaktır.
Son bir nokta: Bu eleştirileri yapan, vahşetin anlatılmasından neden bu kadar rahatsız oluyor? Vahşeti yapanların bundan rahatsız olması anlaşılır da, vahşet karşıtı olduğunu ileri süren ve yıllar boyunca devletin sunduğu konforlu ortamlarda “liberal solculuk” yapan birisinin, vahşetin anlatılmasından rahatsız olması izaha muhtaç bir durum değil midir?
Aziz Tunç
https://www.avrupademokrat8.com/maras-soykirimina-dair-gelistirilen-yanlis-tezlere-dair-azizi-tunc/
Bir diktatör olarak Mustafa Kemal’in kısa portresi | Serdar Taş
“Fazlasını gören, fazlasını hisseden, duyarlı sinirleri olan, gereğinden çok şey bilenler için her daim kavga vardır.”
(Jean-Luc Godard)
Bütün solaki ve salaki tilkiler
Döne döne dolaşıp
Tıpış tıpış gelirler sonunda Kemalizm dükkânına
Ve siroz olurlar
Can Yücel
“Bazı silahlar da vardır ki onu elinde tutanlar, kendilerini yaralarlar; yani silah geri teper ve kendisini elinde tutanları vurur. İşte Kemalizm böyle bir silahtır.”
İbrahim Kaypakkaya
“Kötü zamanlarda umutlu olmak sadece aptalca bir romantizm değildir. İnsanlık tarihinin sadece zulmün değil, aynı zamanda şefkatin, fedakârlığın, cesaretin ve nezaketin de tarihi olduğu gerçeğine dayanır. Bu karmaşık tarihte neyi vurgulamayı seçtiğimiz hayatlarımızı belirleyecektir. Eğer sadece en kötüsünü görürsek, bu bizim bir şeyler yapma kapasitemizi yok eder. İnsanların muhteşem bir şekilde davrandığı zamanları ve yerleri hatırlarsak -ki çok fazla var- bu bize harekete geçme enerjisi ve en azından bu fırıldak gibi dönen dünyayı farklı bir yöne çevirme imkânı verir. Ve eğer harekete geçersek, ne kadar küçük bir şekilde olursa olsun, büyük bir ütopik geleceği beklemek zorunda değiliz. Gelecek sonsuz bir armağanlar silsilesidir ve şu anda, etrafımızdaki tüm kötü şeylere rağmen, insan evladının yaşaması gerektiğini düşündüğümüz gibi yaşamak bile başlı başına muhteşem bir zaferdir.”
Howard Zinn
Mustafa Kemal, Hitler’in takdirini ve teveccühünü kazanmış, övgülerine ve hayranlığına mazhar olmuş bir şahsiyetti. Hitler onda rol model, esinleyici görmüştü. Ondan “karanlıkta parlayan yıldız” ve “öğretmen” olarak bahsediyordu. Demem o ki Hitler gibi “insan hayvanının” örgütlu kötülüğünün en yüksek ve kötücül temsilcilerinden olan bir alçağın bile methiyelerine mazhar olmuş bir şahıstan dem vuruyoruz. Mustafa Kemal liderliğindeki hareketin etnik arındırmaları (etnosid ve jenosid), Ittihat Terakki kadrolarının Ermeni Soykırımı ve sonrasında yargılanmamaları, Hitler’e ilham ve cesaret kaynağı olmuştu. Ermenilerin başına getirilenler; İttihat Terakki kadrolarının, cinayet şebekelerinin ve Malta sürgünlerinin yargılanmaması, bilakis Mustafa Kemal tarafından İngiliz savaş esrirleriyle takas edilip el konulmuş Ermeni mülklerini soykırıma iştirak etmişlere dağıtması Hitler’e Yahudi soykırımını gerçekleştirme cüreti vermişti. .Adolf Hitler’in 22 Ağustos 1939’da Polonya’nın işgâlinden hemen önce Obersalzberg’de, “Bugün Ermenilerin imhasını kim hatırlıyor ki!?” sözleri niyetimizin sağlamasını ziyadesiyle arz ediyor.
Hitler, “Atatürk’ün ilk öğrencisi Mussolini, ikinci öğrencisi de benim,” diyebilmişti. Hitler, Mustafa Kemal’in Ankara Hükümeti olarak İstanbul Hükümeti’ni alaşağı etmesinden, yani Fikret Başkaya’nın ifadesiyle hükümet darbesinden ilham alarak bir birahane darbesine teşebbüs etmişti. Hitler 1933’te Milliyet’e verdiği bir mülakatta Atatürk’ü ‘yüzyılın en önemli adamı‘ diye niteledi; ‘Atatürk’ün Türkiye’yi kurmak için liderlik ettiği başarılı kurtuluş mücadelesinin 1920’lerin karanlığında kendisine Nasyonel Sosyalist hareketin de başarılı olacağına dair güven verdiğini‘ söylemişti.
Hitler, daima Mustafa Kemal’i kendi başarısının katalizörü olarak selamladı ve hayranlığını defaatle beyan etti. Hitler darbe girişiminden önceki haftalarda bir ‘Alman Kemal’ çağrısında bulunmuş, basında da bir ‘Ankara Hükümeti’ veya ‘Ankara am Rhein’ çağrısında bulunmuştu. Ihrig, Nazi Muhayyilesinde Atatürk adlı çığır açıcı kitabında Hitler’in Führer olma serüveninde bilinenin aksine Mustafa Kemal’in Mussolini’den daha büyük bir ilham kaynağı ve itki oluşturduğunu yazar. Naziler buna ‘Türk Dersi’ diyordu. Zaten Mustafa Kemal’in, “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır,” sözleriyle Hitler’in, “3. Reich iki bin yıl yaşayacak,” cümlelerindeki söylemsel yakınlık gayet dikkate şayandır ve aynı zihniyetin, yani devleti ebed müddetleştiren, amaçlaştıran, kutsayan, kendi içinleştiren, “devlet içinde ve devlet içinci” faşizan, totaliter zihniyetin tecessüm etmiş halidir. Ne de olsa bütün diktatörler yönetsel ve söylemsel olarak akrabadır. O vakitlerde “Mustafa Kemal’in esrarlı havası etrafında ikinci bir Alman ‘Türk humması’ fışkırmıştı. Alman kamuoyu Enver Paşa’da heyecanlanmıştı, ancak Mustafa Kemal hususunda yirmi yıl sürecek esrik bir çılgınlık içinde olacaktı. İkinci Türk humması “kronik”leşecek ve Üçüncü Reich’in son aylarında Hitler’in sofrasında hâlâ hissedilecekti.
“Totaliter bir rejimin getirdiği en büyük yıkım, haysiyetsizleştirmesi ve şahsiyetsizleştirmesidir..”
2007’nin başında Münih’te yaşlı bir kadın, kentin sosyal demokrat belediye başkanını işaret ederek, “Hitler Türklerin dostuydu,” ve “Ude de öyle!” diye bağırdı. Bu ismi saklı tutulan kadın, Münih’teki mahallesinde yapılması planlanan bir camiyi tehdit olarak telakki etmişti. Üçüncü Reich’i hatırlayacak kadar yaşlı, Christian Ude’yi Adolf Hitler’le kıyaslayacak kadar da öfkeliydi. Peki “Türklerin dostu” olarak Hitler de neyin nesiydi!?
Nazi Muhayyilesinde Atatürk kitabı, Nazilerin özellikle matbu (basılı) medyada Türkiye’yi nasıl algıladıklarını, tasvir ettiklerini ve sitayişlere boğduğunu görmemizi sağlayarak Nazizme bakış şeklimizi, onu görme biçimimizi değiştirmeye davet eder. Bunun için 1919’dan başlayarak Alman gazete ormanına dalmak gerekir. O yıl Anadolu’da yeni bir oluşum, Mustafa Kemal’in adıyla doğrudan bağlantılı bir hareket, 1919’dan Üçüncü Reich’in sonuna kadar Almanya’yı büyüleyecek bir sürecin başladığını yazar Stefhan Ihrig.
Mustafa Kemal, bir diktatör olarak kendisinden sonra gelen birçok politikacıya, diktatöre de esinleyici, patern oldu. Bu yüzden Kemalizmin bittabi Erdoğanizm’de de payı ve hakkı var. Zaten ilginçtir, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi referandumu öncesindeki tartışmalarda Bekir Bozdağ’ın yeni rejim modelini her zamanki pişkinliğiyle mealen, “Mustafa Kemal döneminde de başkanlık sistemi vardı,” sözleriyle savunması mesnetsiz değildi. Bir yerde bir diktatör varsa muhakkak ondan önce başka bir diktatör ona zemini hazırlamış, yol yolak açmış demektir. Hiçbir diktatör, despot, tiran yoktur ki daha evvel ona patika açmış bir başka müstebit olmasın. Kaldı ki Mustafa Kemal bir defasında kendisini “halkın sevgisini kazanmış bir diktatör” olarak tanımlamıştı. Ayrıca “sansasyonel pozitivist” ve popülist bilimci, “dışkı ve cunta perver”, postal perhahlayıcı Celal Şengör’ün Mustafa Kemal’a dair bir kitabına “Dahi Diktatör” ismini vermiş olması da manidardır.
Mustafa Kemal, tıpkı Hitler ve Mussolini gibi yasama-yürütme-yargıyı tekeline almış, yani kuvvetler birliğini uygulamış, meclise mebusları bile liste hazırlayarak kendisi atamış, meclisi bir “atama meclisi”ne çevirmiş, parti-devlet ve lider özdeşliği kurmuş, yarattığı yapay hükümet kriziyle adeta “padişahsız padişahlık rejimi” tesis etmiş bir ebedi ve milli şefti. Yani anlayacağınız “Atatürkiye” senelerinde keyfi ve tercihi olarak serbest seçimler düzenlenmemişti. Yani “Hakimiyet kayıtsız şartsız Mustafa Kemal’indi.” Mustafa Kemal’in eski dava ve silah arkadaşları olan Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar’ın (ki onlar mecliste Mustafa Kemal’in yasama-yürütme ve yargı erklerini kendinde temerküz etmesinden rahatsızlık duyan, yeni bir Enver Paşa yahut Napolyon türemesinden endişe eden 2. Grub’u oluşturanlardır) öncülüğünde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, yine Mustafa Kemal tarafından kapatılmış ve parti kurucuları hain muamelesi görmüş, pek çoğu Üç Ali’ler Mahkemesi de denilen İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmıştı. Şevket Süreyya Aydemir’in dediği gibi bir “ihtiras adamı” olan Mustafa Kemal, gücünü maksimize etmek için her türlü pragmatik, taktik teşebbüse ve ittifaka girişebilen, eğilip bükülgenliği, elastikiyeti yüksek, ilkesiz bir liderdi.
Mustafa Kemal: “Kuvvetler ayrılığı esaslı bir şey değildir.”
Mustafa Kemal daha yaşarken kültleştirilmesine cevaz vermiş, heykellerinin dikilmesini, paraya resminin basılmasını görmezden gelmişti. Gerekli gördüğünde meclisin ve kanunların dışına çıkılabileceğini söylemiş, hatta bir keresinde kuvvetler ayrılığının esaslı bir şey olmadığını serdetmişti. Turgut Özal’ın “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz,” densizliğini ne kadar da hatırlatıyor, değil mi!?
Şimdi paylaşacağım bir anlatı, Kemalist kadroların ve rejimin mahiyetini dışavurması bakımından oldukça ibretlik:
Hitler’in ellinci doğum gününü kutlamak münasebetiyle Türkiye’den Berlin’e özel bir heyet gönderilir. Mustafa Kemal’in silah arkadaşı Orgeneral Ali Fuat Cebesoy başkanlığında Falih Rıfkı Atay, Asım Gündüz, Yunus Nadi ve Falih Rıfkı Atay’dan oluşan heyet, Hitler tarafından Cumhuriyet gazetesinde anlatıldığı şekilde “pek samimi bir şekilde karşılanır.”
Falih Rıfkı Atay, heyetin Hitler tarafından kabulünü şöyle anlatır:
“1939 de ellinci doğum yıldönümü töreninde bulunmak üzere Berlin’e gittiğimizde Tanrı’nın bu dünyayı yaratmak için yedi gün uğraşmış olmasına bile gülecek kadar kibirli Hitler, bütün heyetleri bir büyük salonda kabul etmişti. Kendisi ortada yapayalnızdı. Ikincisi Georing beş on adım, üçüncüsü Göbells de bu sonuncudan beş on adım geride durmuşlardı. Hitler Romanya heyetine reislik eden dışişleri bakanını, verdiği işi iyi yapmayan bir hususi kalem müdürü gibi paylıyordu. Sıra bizim heyete geldi. Mavi gözlerinin bakışları yumuşak ve tatlı:
“Atatürk bir millet bütün vasıtalarından mahrum edilse dahi kendisini kurtaracak olan vasıtaları yaratacağını öğreten liderdir. Onun birinci talebesi Mussolini, ikinci talebesi benim,” der.
Mustafa Kemal, Fransız Ihtilali’nin Devrim Mahkemeleri’nden öykünerek oluşturduğu Istiklal Mahkemeleri’nde rejim düşmanı olduğu bahanesiyle hem dava aradaşlarını ve muhalifleri, hem de ayaklanmacıları ve direnişçileri avukatsız ve savunmasız bir şekilde yargılatıp ölüme mahkûm ettirdi. Daha o vakitlerde İstiklal Mahkemeleri için “önce öldürüp sonra yargılayan mahkemeler” denilmesi de beyhude değildir.
Kadınlara seçme ve seçilme hakkını sanki bir lütufmuş, ihsanmış gibi “verdiği” söylenegelir, halbuki bunu kadınların seçme ve seçilme hakkını tanıma, kadınların kazanımı olarak okumak gerekir. Kadınların seçme ve seçilme hakkını kazanmasının ardında onlarca yılı kat eden bir mücadele tarihinin ve sergüzeştin olduğunu unutturmaya çalışan bir retorikten başka bir şey değil bu. Zaten hemen sonrasında kadınların bütün haklarına kavuştuğu, dolayısıyla artık gerek kalmadığına hükmederek keyfi olarak Türk Kadınlar Birliği’ni kapattı. Yine 1919’da kurulan ve Milli Mücadele’ye destek veren Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti’ni 1923’te kapattı. Zaten Atatürkiye devrinde kadınların ne seçeceği ne de seçileceği çok partili, temsili bir demokratik ortam mevcut değildi. Kemalist yanlış cumhuriyetin erkekler kulübü, kadın haklarını sadece sembolik düzlemde tanımış, kadınların politik kamusal alana katılmasına ya izin vermemiş ya da son derece sınırlı şekilde müsaade etmiş, kadınları tabiri caizse “dişil kamusal alanla” ve “özel alanla” sınırlamıştı. Kurucu babalar kadın haklarını “medeni haklar reformu” ve “eğitim reformu”na indirgemişti. Yalnızca Nezihe Muhiddin’in başına getirilenler, şahsına yöneltilen mesnetsiz yolsuzluk suçlamaları, itibar suikastleri bile Kemalist rejimin mahiyetini teşhir etmeksi bakımından kâfidir. Elinin hamuruyla “erkek işlerine” burnunu sokan kadınlara Kemalist seçkinler, “Madem askerlik yapmıyorsunuz, o halde siyasete de giremezsiniz,” gibi militarist bir şantaj çekmekten de geri durmamıştı. Öte yandan Geç Osmanlı döneminde bile çok daha canlı bir kadın hareketi mevcutken, yaklaşık kırk adet kadın dergisi yayımlanabiliyorken Kemalist tiranlık devrinde kadın hareketi büsbütün etkisiz hale getirilmiş, tasfiye edilmiş ve kadınların en makbul hali “Atatürk kadını” olarak tarif edilmişti. Yani kadın hareketine karşı tahammülsüzlük bakımından Kemalist rejim Geç Osmanlı devrinin bile gerisindedir. Zaten bütün totaliter, faşizan rejimlerin mutabık olduğu karakteristik özelliklerden biri de kadın düşmanlığı, kadının ulusun fedakâr ve cefakâr anası, kuluçka makinesi ve domestik bir hizmetçi mesabesine düşürülmesidir.
1925 senesinde Şeyh Said Ayaklanması mazeretiyle Takrir-i Sükun Kanunu ve Şark Islahat Planı’nı çıkartarak Kürtlüğü topyekün yasaklı ve tarihsiz bir kimlik haline getirmek şöyle dursun Tevhid-i Efkâr, İstiklal, Aydınlık, Son Telgraf, Sebillüreşşad, Orak-Çekiç gibi Milli Mücadele’ye en azimli, iştahlı ve koşulsuz destek sunan gazete ve mecmuaları bile kapattı, birçok gazetecinin payına mahpusluk ve sürgün düştü. Marksist klasikleri Türkçeye tercüme eden çevirmenler ve yayımlayan yayıncılara reva görülense hapishane damlarıydı.
Faşist İtalyan ceza hukukundan 141 ve 142 no.lu maddeleri iktibas ederek Sabahattin Ali, Kerim Korcan, Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Kemal Tahir gibi pek çok aydını rejim için hiç de tehlike arz etmedikleri halde yargılayan bir terör/tedhiş rejimi ihdas edildi. Nazım Hikmet gibi Kemalist rejiminle geçimli olan, Kuvayi Milliye Destanı’nı kaleme alan, Şeyh Bedreddin gibi çoğul bir portreden “milli gurur” olarak bahsedebilecek kadar ulusal gururu kabarık bir figür bile Mustafa Kemal’in tiranlığı sürecinde tam dokuz defa yargılandı. Mustafa Kemal’in Nazım Hikmet için, “Bu adamı önce asmalı, sonra mezarı başında oturup ağlamalı,” sözleri de dikkate şayandır. Kemalist rejim, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Bayramı’nı ve işçilerin greve çıkma hakkın yasakladı. Adana-Nusaybin demiryolu inşaatı esnasında greve çıkan işçileri kurşuna dizdirdi. Faşizan ve totaliter bir korporatizmle sınıfların varlığını, sınıfsal çelişkiyi inkâr etti ve Sınıfsız, kaynaşmış, imtiyazsız bir kitle olunduğu yalanını tedavüle sürdü.
Kürtlere özerklik, muhtariyet vaat ederek, böylece bir kısmını iğva edip Milli Mücadele’ye katılımını sağladı, sonrasında da bütün sözlerini çiğnedi ve onları sistematik olarak katliamlara tâbi tuttu. 25 Kasım 1925’de Şeyh Said Ayaklanması’na iştirak ettiği gerekçesiyle Elazığ’da idam edilen Hasan Hayri Bey’in, “Ey Kürt halkı! Bizden ibret alın ve bilin ki dünyadaki en güvenilmez söz, Kemalistlerin verdiği şeref sözüdür,” sözleri bu tarihi realiteye gönderme yapar. Yine Koçgiri Ayaklanması’nı çeteler, haydutlar vasıtasıyla soykırım yöntemleriyle bastırdı. Dersim Tertelesi/Soykırımı’nda Nazilerden alınan gazlarla, kimyasal silahlarla mağaralara sığınan çocukları, yaşlıları ve kadınları toplu halde katlettirdi. Ermeni yetimhanesinden evlatlık olarak aldığı Hatun Sebilciyan’ı Türklük dininin esaslarına göre endoktrinize ve terbiye edip nefretle besleyerek Sabiha Gökçen’leştirerek Dersim’de hareket halindeki her şeyi büyük bir vazifeşinaslıkla, memnuniyetle ve hazla bombalayacak kıvama getirdi. Denilebilir ki Kemalizm faşizmin, totaliterizmin Türkiye’de tecessüm etmiş, temsiliyet kazanmış halidir. Haliyle sosyal darwinist, ırkçı, Türk üstünlükçüdür. Mustafa Kemal’in bir diğer manevi kızı Afet İnan, 64 bin kişinin kafatasını ırkçı antopometrik yöntem ve yönelimlerle ölçerek ve antropoloji disiplinini bir ırk bilimi olarak kurgulayarak bir “doktora tezi” hazırlamıştı. Yine Güneş-Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi gibi safsata ve sözde-bilimsel tezleri ısmarlayarak pek çok bilim otoritesini kendine güldüren bir ırkçılığa tevessül edebildi Mustafa Kemal.
Pontus (Karadeniz) Helenlerini “Küçük Asya Felaketi” diye de tâbir edilen bir etnik arındırmadan geçirdi. 1934’te Trakya Yahudilerini pogroma tâbi tuttu. İttihat ve Terakki’nin yarım bıraktığı Ermeni Jenosidi’ni Kilikya (Adana) ve Antep (Ayntap) Ermenilerini yerel Kuvayi Milliye çeteleriyle katlederek ve püskürterek tamamına erdirdi. Ermeni Soykırımı’na iştirak etmiş katilleri ödüllendirdi ve taltif etti. Ermenilerin “emval-i metruke”lerini “Malta Sürgünlerine”, yani Ermeni Soykırımı’na iştirak etmiş, telgraf hatlarının başında bulunup sevk ve idare etmiş büyükbaş mücrimlere, ve onların yakınlarına dağıttı. Yine 2 Mayıs 1923’te Manyas ve Gönen civarındaki on dört Çerkes köyünün sakinleri “iç karışıklık çıkardıkları”, “yeni kurulmakta olan rejimi tehdit ettikleri” ve çetelerin varlığı mazeretleriyle Babadolu’nun muhtelif bölgelerine sürüldü. Kadın, engelli, çocuk, hasta, yaşlı ayrımı yapılmaksızın bütün Çerkes nüfusu, Bandırma tren garından hayvan vagonlarına bindirilerek peyderpey sürüldüler. Üstüne üstlük sürüldükleri bölgelerde de toplu şekilde yerleşmelerine Kemalist diktatörya müsaade etmedi.
İspanya için Primo de Rivera ve Francisco Franco neyse, Protekiz için Oliveira Salazar neyse, Almanya için Adolf Hitler neyse, İtalya için Benito Mussolini neyse Türkiye için de Mustafa Kemal esasında odur ve aslında bir savaş suçlusu olarak yargılanması gerekiyordu. Francisco Franco neden yaşıyorken, hatta onlarca yıl sonra bile savaş suçlusu ilan edilip, yargılanıp mahkûm edilmediyse tam olarak aynı sebeplerle de Mustafa Kemal savaş suçlusu olarak mahkûm edilememiştir.
Peki bir soru: Mustafa Kemal muasır medeniyetler seviyesini yakalamaktan, modernleşmekten, Batılılaşmaktan, terakkiden, ilerlemekten neden kılık kıyafet yönetmeliği, harf inkılabı, şapka kanunu gibi şekilci uygulamaları anladı da anayasal parlamenterizmi, kuvvetler ayrılığını, çok partililiği, çok kültürlülüğü, sahici laikliği ve sekülerliği, çoğulculuğu, katılımcılığı, sivil toplum kuruluşlarını desteklemeyi, seyfiyeyi (asker sınıfını) sınırlandırmayı, sendikalaşmayı, hukukun ve meclisin üstünlüğünü, hesap verebilirliği, şeffaflığı, toprak reformunu, kadın-erkek eşitliğini, kadınların politik kamusal alana eşdeğer ve eşit bir cinsiyet ve politik özne olarak katılımını, azınlık haklarının teminat altına alınmasını, basın-yayın özgürlüğünü, ifade hürriyetini anlamak işine gelmedi!? Heybesindeki turp buna yetmiyor muydu!? Yoksa niyeti daha en başından beri bozuktu da tek adamlığı delicesine ve ihtirasla hedeflemiş miydi!? Retorik bir soru sorduğumun farkındayım… Cevap zaten sorunun içinde gömülü…
Mustafa Kemal devrinin bütün faşizan, totaliter atmosferinden ve pratiklerinden faydalandı; tek adam, edebi ve milli şef oldu. Toprak reformu yapmamak şöyle dursun devrinin toprak ağalarını meclisle “şereflendirdi. “Beni Türk hekimlerine emanet edin,” diye buyuran Mustafa Kemal ceza hukukunu tanzim ederken Faşist Mussolini İtalya’sının ceza hukukundan 141 ve 142 no.lu maddeleri almakta bir beis görmedi. Yine Türklüğün faziletlerinden ve milli olmanın zaruretinden dem vuran Mustafa Kemal medeni hukuku İsviçre’den, idare hukukunu Fransa’dan, ceza muhakemeleri yasasını Almanya’dan almakta bir sakınca görmedi. Uğur Mumcu, Köy Enstitüleriyle ilgili bir panelde bir mizah mecmuasından hafızasında kalanları şöyle dile döker:
“Bir gülmece dergisindeki şu tanım olayları yeterince sergiliyor. Türk vatandaşı tanımı. Diyor ki Türk ne demektir? Türk vatandaşı kimdir? Türk vatandaşı, İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalya ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemeleri yasasına göre yargılanan, Fransız idare hukukuna idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.”
Kemalizmin Kurtuluş Savaşı diye epopeleştirdiği ve perdahladığı 1919-23 yılları esasında Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’nın antik, otokton halklarının göçertilmesi, jenosidal bir prosesle yok edilmesi hareketi, bir Yunan-Türk Savaşı, lokal ve sınırlı bir Ermeni-Türk savaşıdır. Kuvayi Milliye çeteleriyle güneyde, Ayntap’da Fransız üniformalı Ermenilerle çarpışılan bir “iç savaş”tır bu. Ayrıca Milli Mücadele, Türk ve Müslüman bir sermaye sınıfı oluşturmanın, müslüman olmayanların ve makbul Türk olmayanların menkul ve gayri-menkullerine çökmenin ve bu sayede ilkel sermaye birikimini edinmenin adıdır. Unutmamalı ki Mustafa Kemal, Rum Ortodoks Kilisesi’ne mensup olan Karaman Türklerini bile nüfus mübadelesiyle kovmuş, Gagavuz Türklerinin yurda gelme taleplerini Ortodoks Hristiyan oldukları için reddetmiş bir despottur. Yani o, Türklük ve Müslümanlık sözleşmelerinin her ikisine birden şayet uymuyorsa ve “makbul, mazbut, mülayim, cici” Türklerden değilse Türkleri bile tasfiye etmekten sakınmayan bir tirandı.
Yüzyılın sonundan bakıldığında bu kadar pespaye, sefilane, insan fukarası, gerizekâlılıkla normal zekâ arasında salınan bir vasatın yaratılmasının baş müsebbibi Mustafa Kemal, avanesi, tufeylileri ve onların devraldığı İttihatçı ve Abdülhamitçi istibdat geleneğidir. Bu arada Mustafa Kemal’in anti-emperyalist olduğu ve “minimalist bir milliyetçiliği” benimsediği de kat’a doğru değildir. Mustafa Kemal daha Milli Mücadele senelerinde emperyalistlerle açık ve örtük ittifaklar kurmuş; Mustafa Kemal bir kolonizatör, müstemlekeci, sömürgen olarak Kürdistan’ın, Lazistan’ın, Trakya’nın, Kilikya’nın ve Pontus’un kendi mukadderatını (kaderini) tayin, yani ulus devletini kurma hakkını işgâlle gasp etmiş, Türkiye topraklarına katmış, seleflerinden miras aldığı soykırım siyasasını büyük bir istikrarla, gaddarlıkla ve hunharlıkla sürdürmüştür. Haliyle, “Yurtta sulh, cihanda sulh,” sözünün hiçbir reel, de facto ve sahici karşılığı yoktur. Yani bu haliyle iddia edildiğinin aksine kemalist milliyetçilik, “minimalist bir milliyetçilik” olmayıp bilakis saldırgan, agresif, Alman romantik geleneğinin kandaşlık, ırktaşlık ve ruh birliği vurgularını da içeren, zaman zaman bu vurguların dozajını arttırıp azaltan bir milliyetçilik formudur.
Simon Bolivar, İspanyol işgalcileri Venezuela’dan kovduktan sonra, “İşgalcilerden kurtulduk, şimdi kurtarıcılardan kurtulmak gerekiyor,” derken ne kadar da haklıydı! Bu ülkede gerek Mustafa Kemal henüz yaşıyor iken, gerek ölümünü müteakip zaman zarfında, gerekse de sonraki on yıllarda M. Kemal’i uhrevi, ilahi, kutsi bir şahsiyet mertebesine yükseltmek için ciddi bir literatür oluştu. Daha Mustafa yaşarken heykelleri dikildi ve paraya resmi yerleştirildi. Mustafa Kemal’in arş-ı âlâdaki konutundan Misak-ı Milli hudutlarını gözetlediği ve ülkenin hali pür melaline içlendiğine, ilendiğine yönelik Kemalist bir metafizik ve idealizm peydahlandı. Ataya şikâyet ziyaretlerinde kara önlükle askeri nizam törenler yapıldı. Rejimin Kemalist hamaset ve celadet kalemşörleri Atatürk Mevlüdü bile kaleme alabildi. Kasım 1934’te kendisine meclisin “oybirliğiyle” Atatürk, yani “bütün Türklerin atası” soyismi verildi. 1952’de DP’nin iktidarı döneminde M. Kemal büstlerine saldırılar olmasını Allah’ın lütfu bilip Demokrat Parti’ye baskıyla Atatürk’ü Koruma Yasası yürürlüğe konuldu.Gerçekten de seküler, laik, pozitivist bir rejime ne kadar da yakışan icraatlar, değil mi!? “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir,” sözünü ne kadar da düstur, kılavuz bellemiş bir rejim tesis edilmiş, değil mi!?
Şeyh Said Ayaklanması bahanesiyle çıkarttığı Takrir-i Sükun Kanunu, Şark Islahat Planı ve Tekke ve Zaviye Kanunu da zaten bizzat Müslümanlığı sınırlandırmak için değil de Kürtlerin ve Alevilerin görece kimliklerini ve dillerini yaşatabildiği bu tür örgütlenmeleri yok etmek adınaydı. Yoksa Mustafa Kemal hareketi Ortadoğu’nun en az Müslüman olmayan/Hristiyan nüfusuna sahip ülkesinin müsebbibidir. An itibarıyla Türkiye’de yaklaşık 2000 Rum, 40 ila 75 bin arasında olduğu tahmin edilen (Hemşin Ermenileri de dahil edildiğinde) bir Ermeni nüfusu mevcut. Birer Latin Amerika ülkesi olan ve binlerce km ötede bulunan Uruguay ve Arjantin’deki Ermeni nüfusu bile Türkiye’dekinden fazla. Ne büyük bir utanç! Mustafa Kemal, Türkiye’yi gayri-müslimsizleştirerek, Hristiyansızlaştırarak, üztüne üstlük o “müthiş öngörüsüyle” Şeyhülislamlık makamının devamı olan Diyanet İşleri’ni kurarak ülkeyi şeriat tehlikesine, tehdidine de mütemadiyen açık hale getirdi. Tekrar edelim: Bugün bu kadar sefil, vahim bir insan ortalamasının; yaşanılamaz, “cehennet” ve cinnet coğrafyasının baş müsebbibi o ve tevarüs ettigi devlet geleneği, tarz-ı siyasadır. Despotik cumhuriyet böylece bir “horde-nation” yani “güruh ulus” yaratmış oldu. Zaten Türkiye Cumhuriyeti bilindik anlamda bir ulus-devlet değildir, o “devlet-ulus”tur. Hiçbir zaman laik olmayan bu ceberrut rejimin bânileri, tam da laikliği, sekülerizmi büyük bir kararlılıkla destekleyecek unsurlar olan Hristiyan ve Alevi toplulukları gerek yok ederek, gerek kovarak, gerekse de asimilasyona tâbii tutarak sözümona kurmaya çalıştığı laikliği daha en başından işlevsiz ve imkânsız kıldı.
Kemalist elitler aslında dinin devletinden “devletin dini” modeline geçmişti. Buna bir nevi Sezaropapizm, “Türk Anglikanizmi” denilse yeridir. Diyanet İşleri adeta bir “Türk kilisesi” olarak kuruldu.Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu’nun merkez üssü ve esas hedefi sanıldığının aksine Sünni Müslümanlık değildi. Bu kanunnameyle Alevilik bizzat yasaklı bir inanç, öğreti haline getirilmiş, Alevilerin cem ayinlerine, cem yürütülen mekânlarına sanki kolektif bir cürüm, ahlaksızlık işleniyormuşçasına jandarmalarca baskınlar düzenletilmiş, Alevi topluluklar mücreimleştirilmiş, biteviye kolluk kuvvetlerinin taciz ve tecavüzüne uğramış, Alevi ve Kürtlerle meskun yerleşim yerleri adeta birer “garnizon şehre” dönüştürüldü. Alevilerin dergah, ocak ve tekkeleri kapatılmış, Alevi dedeleri ve inanç önderleri şeytanlaştırılmış, küçük düşürülmüştü. Yine Mustafa Kemal, Alevilerin bağlamasını “gerici bir çalgı” olarak aşağılamış ve ek bir genelgeyle keyfi olarak yasaklamıştı. Hatta bir vakit yasakçılıkta hızını alamayan Mustafa Kemal alaturka, Türk sanat müziği bile yasaklama lüzumu görmüştü. Aşık Veysel’in sazının defalarca fırınlarda yakıldığını şahsi anlatılarından biliyoruz. Bu yasağın temel kaygısı Alevilerin “telli kuran” dedikleri ve cem ayinlerinde müstesna bir yer verdikleri bağlama enstrümanını kriminalize ederek Aleviliği yasaklamanın en önemli ayaklarından birini fiiliyata dökmekti. Osmanlı’nın şeytan işi görüp de yasakladığı bağlamayı Kemalist rejim de gerici bir çalgı diye yasaklaklıyordu. Ne devamlılık ama… Motifler ve motivasyonlar farklı olsa da yasakçı genetik ve gelenek hep aynı… Yine Karacoğlan, Köroğlu ve Dadaloğlu gibi ozanların şiirleri, koçaklamaları eşkiyalık ve çapulculuk şarkıları diye yasaklanmıştı.
İslamist bir yobaz, dinbaz ile Kemalist bir yobaz, softa arasında tutuculuk bakımından pek çok ortak husus mevcuttur. Her ikisi de Hristiyanlara, mültecilere, sığınmacılara, göçmenlere, farklılıklara, temel hak ve özgürlüklere karşı benzer, yakın ve aynı kıyıcılığı, hasmaneliği, tahammülsüzlüğü, saygısızlığı, zenofobiyi ve tepkiselliği taşıyorlar. Sadece İslamistler kimlik mücadelesine karşıtlığını “kavmiyetçilik yapmak” ve “din kardeşliği”gibi hileli, riyakâr bir söyleme, İslam esvabına sarmalıyor. Kemalistler ise kimlik mücadelelerini kimlikçilik, Kürtçülük, terörizm ve bölücülük (ki terörizm ve bölücülük mefhumlarını İslamistler de enflasyonist bir şekilde kullanırlar) gibi bir söylem repertuvarıyla kategorik olarak mahkûm ediyorlar. Mesela Filistin halkına tanınan devlet olma hakkı ve iki toplumlu devlet konsepti Kürtlerden ağız birliğiyle esirgeniyor. Hem İslamistler hem de Kemalistler, Kürtlerin kolektif bir kimlik, kendilik, kendinelik ve irade geliştirmesini sabote etmek için benzer, yakınsayan bir söylem koleksiyonuna müracaat ediyor. Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yapmak, Çanakkale’de birlikte mücadele etmek, Malazgirt’te birlikte savaşıp Anadolu’nun kapılarını birlikte açmak, Yedi Düvel’e, kâfire/gavura karşı birlikte savaşmak, Yunan’ı birlikte denize dökmek, aynı mahallenin çocuğu olmak, kurucu ortaklık, kardeşlik, din/islam kardeşliği gibi söylem bagajını Kemalistler ve İslamcılar, hatta pek çok sol fraksiyon bile muhtelif bağlamlarda geçişken bir şekilde kullanarak Kürtlerin bir ulus olarak mevcudiyet kazanma, ayrılarak kendi mukadderatını tayin etme hakkını gasp etmek, Kürdistan’ın da bir ulus devletin sınırlarını teşkil ettiğine yönelik realiteyi paralize etmek adına hep bir blokaj olarak kullanıyorlar. Oysa Kürt’e biçilen yegâne konum, Türk’ün ve Müslümanın marabası, hamalı olmak, kendi kimliğinden utanç duymak. Bu iki dinbazlık formunun iktidarı elde etmeye dair rekabetleri ve düşman kardeşlikleri “ağyara”, ötekine, başkaya, Kürt’e hasım olmak noktasında mutabakatla, ağız ve eylem birliğiyle sonuçlanıyor hep. Sınır ötesi operasyonlar, tezkereler konusunda İslamistler ile Kemalistlerin hemfikir olması, eşdeğer iştahta ve savunuda bulunması da bu argümanımızı temellendirmiyor mu zaten!? Elindeki tek araç çekiç olan, etrafındaki her şeyi çakılacak çivi olarak görürmüş ya o misal. Şiddet haricinde başka bir lisan ve yöntem bilmemek, şiddetin kah sembolik kah fiziki biçimini kullanmak bakımından Kemalistler ile İslamistler aynı metotları kullanan gergin, geçimsiz kardeşlerdir. Hem Kemalistler hem de İslamistler Kürt’ü dövmenin ve savunmamanın kolaylığı ve konforununun tadını çıkarıyorlar.
Şimdi söz Ibrahim Kaypakkaya’da:
“Kemalizm demek, fanatik bir anti-komünizm demektir. Kemalistler, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşını, kahpece ve hunharca boğazlamışlardır. TKP’yi, Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonra bu isme lâyık bir parti olmadığı halde amansız bir şekilde ve her fırsatta ezmiş, bugün Amerikancı faşist sıkıyönetim mahkemelerinin yaptığını Kemalist iktidar defalarca yapmıştır; her iki yılda bir, çoğu zaman her yıl en az bir kere, genel tutuklamalar düzenleyerek yüzlerce insanı polis işkencesinden geçirmiş, karakollarda ve zindanlarda çürütmüştür. Sovyetler Birliği’ne menfaat sağlamayı hesapladığı müddetçe dalkavukluk etmiş, diğer zamanlarda sinsi ve azgın bir düşmanlık beslemiştir.
Kemalizm demek işçi ve köylü yığınlarının, şehir küçük burjuvazisinin ve küçük memurların sınıf mücadelesinin kanla ve zorbalıkla bastırılması demektir. Kemalizm, işçiler için süngü ve ateş, cop ve dipçik, mahkeme ve zindan, grev ve sendika yasağı demektir; köylüler için ağa zulmü, jandarma dayağı, yine mahkeme ve zindan ve yine her türlü örgütlenme yasağı demektir. Şnurov yoldaşın verdiği örnekleri, Adana-Nusaybin demiryolunda işçilerin nasıl kurşuna dizildiğini bütün arkadaşlar bir kere daha hatırlasınlar.
Kemalizm demek, her türlü ilerici ve demokratik düşüncenin zincire vurulması demektir. Kemalizmi övmeyen her türlü yayın faaliyeti yasaktır. İlerde Kemalist iktidar aleyhine herhangi bir yazının çıkabileceği ihtimali dahi yayın organlarının kapatılması için yeterli sebeptir. Sonu gelmez “örfi idareler” memleketi kasıp kavurmaktadır ve her bir “örfi idare” yıllarca sürmektedir. Meclis, CHP’nin tepesindeki bir avuç yöneticinin ve onun değişmez başkanı M. Kemal’in elinde oyuncaktır; Anayasa da ve bütün yasalar da öyledir, ülkeyi gerçekte ordu yönetmektedir.
Kemalizm demek her alanda Türk şovenizminin kışkırtılması, azınlık milliyetlere amansız bir milli baskının uygulanması, zorla Türkleştirme ve kitle katliamı demektir. Kemalizmin “istiklâl-i tam” ilkesi demek, yarı sömürge şartlarına seve seve râzı olma ilkesi demektir. Kemalist Türkiye, yarı sömürge Türkiye’dir. Kemalist iktidar, İngiliz-Fransız emperyalizmine ve daha sonra Alman emperyalizmine uşaklık eden, onlarla işbirliği eden bir iktidar demektir. Şnurov’un belirttiği gibi Kemalistlerin emperyalistlerle olan sınıf kardeşliği, milli düşmanlıklarından ağır basmıştır. Kemalist iktidar, birçok defa İngiliz, Fransız ve Alman şirketlerinin menfaatlerini korumak için Adana-Nusaybin Demiryolu Grevi’nde olduğu gibi işçileri kurşuna dizmiştir.”
Ibrahim Kaypakkaya
Sonsöz
Metnin sonsöz kısmında okurları apolojist (bahaneci, mazeretçi) ve “gün gerekirci” tarih anlayışına karşı uyarma gereği duyuyorum. Apolojist tarihçilere göre Kemalist rejimin bütün totaliter, faşizan uygulamaları “o günün koşulları o türlüsünü gerektiriyordu,” nevinden bir kestirme ve kolaycılıklıkla mazur, meşru ve masum görülebilir. Buna göre Avrupa ve çevre ülkelerin iki dünya savaşı arası dönemde totaliter, otoriter, faşizan, popülist rejimlere dönüştüğü, anayasal ve seçilmiş rejimlerin çözüldüğü koşullar söz konusudur. 1920’lerde dünyada otuz beş anayasal, seçilmiş hükümet varken bu sayı 1938’e gelindiğinde on yediye düşer. 1944’te ise dünya ölçeğindeki altmış dört ülkeden sadece on ikisi anayasal, parlamenter demokrasiyle idare edilmektedir. Tam da temsili burjuva demokrasilerinin yerini totaliter, faşizan rejimlere bırakmasından hareketle mesela Zafer Toprak Kemalist rejimin bütün yasakçı, baskıcı, faşizan, totaliter pratiklerini meşru görür.
Atatürkiye’deki tüm anti-demokratik kanunnameler, genelgeler, yönetmelikler, örfi idareler ve uygulamalar, Takrir-i Sükun’un getirdiği Kemalist terör, istibdat rejimi, 1 Mayıs’ın yasaklanması, Türk Kadınlar Birliği’nin kapatılması, Dersim Soykırımı, Ağrı Katliamı, Hristiyanların ve Türk olmayanların tasfiyesi ve tenkili, İstiklal Mahkemelerinin hukuk dışılığı, her şey mevcut dünya ahvali bahane gösterilerek gerekçelendirilebilirdi. Kemalist rejimin kötülükleri ve cürümlerini meşrulaştırmak adına, “Sui misal emsal olmaz,” kaidesi bile çiğnenebilirdi.
Ancak Kemalist tarih tezviratlarına ve safsatalara rağmen bizler hiçbir totaliter, faşizan eğilimin, kayışın ve tercihin haklı, meşru, masum olamayacağını, gerekçelendirilemeyeceğini, kaçınılmaz görülemeyeceğini söylüyoruz. Daima başka türlüsü mümkündür. “O günün koşulları bunu gerektiriyordu, başka türlüsü imkansızdı,” gibi gün gerekirci alçaklıkları reddediyoruz. Ve Kemalistler başka türlüsü de mümkün iken taammüden faşizmi, totaliterizmi yeğlediler ve nihayetinde bir kesintisiz suçlar ve kötülükler koleksiyonu olan bu ülkeyi kurdular. Demem o ki bizler iki savaş arası o içtimai ve iktisadi türbülans zamanlarının hiçbir şekilde faşizmi, anti-özgürlükçü ve anti-demokratik uygulamaları gerekçelendiremeyeceğini söylüyoruz. Aksine bu biricik dönem, Kemalistleri zaten çok önceden beri tasarladıkları bu tekçi, ırkçı, şovenist, faşizan, totaliter rejimi kurmak için oldukça elverişli koşulları yarattığını söylüyoruz. Mustafa Kemal’in zihninde zaten daha en başından beri “milli sır” olarak adlandırdığı Bonapartist, jakobenist, mutlakiyetçi, üniter, merkeziyetçi, monarşist, despotik, diktatöryal, paternalist, totaliter, kuvvetler birliğine istinat eden, “cumhursuz” bir cumhuriyet fikri vardı ve bu iki emperyalist paylaşım savaşı arası dönem, onun bu fikrini cisimleştirmek için biçilmiş bir kaftandı.
Ayrıca yazımı aktüel olanla ilişkişlendirerek okura bir başka çerçeve sunmak istiyorum. Birçokları her ne kadar garipsese de Recep Tayyip Erdoğan ile Mustafa Kemal’in mukayeseli bir şekilde analiz edilmesi siyaset bilimi için bir gereklilik. Mustafa Kemal Atatürk’le hesaplaşılmadan Mustafa Kemal Erdoğan’la hesaplaşılamaz. Aksi takdirde bu toplum, cemiyet olma vasfından, birlikte varolma istenci ve iradesinden mahrum olan bu cemaatler ve güruhlar iki kasabın kavgasında taraf tutan koyun konumundan zerre-i miskal uzaklaşamayacak.
Mevcut ahval ve şerait içinde Mustafa Kemal, Kemalizmin kâbesi olan Anıtkabir’deki lahitini kırıp, kıyam edip çıkagelse ve Tayyip Erdoğan’la seçimlere girse kuvvetle muhtemel kaybedecektir. Tayyipmania’yı Kemalistler epey hafife alıyor. Tayyip perestliğin menşeinde Kemalist elitleri kendi adına döven taşralı, köylü Babadolu insanatının hıncı, intikam arzusu var. Babadolu taifesi Tayyip’te ve onun kostaklanmalarında kendi ezikliğini, aşağılık kompleksini gideren bir baba, dayı, bitirim görüyor. Meseleyi makarna ve kömüre oyunu ve ruhunu satmak olarak okuyan Kemalist müminler sosyolojiden, sosyal psikolojiden, kitlelerin psikolojisinden/patolojisinden ve eğilimlerinden bihaberler.
Erdoğanizm, yukarıdan, militarist ve saygısız bir modernleşme olarak vuku bulan Kemalist modernleşme prosesine bir tepkidir ve bastırılanın geri dönüşünü temsil eder. Cumhuriyetin seçkinlerinin halkı terbiye edilecek bir çocuk ve hayvan misali görmesinin ölümcül ve kötücül ters tepmesidir. Bu nedenle hummalı Erdoğan sevdasının rasyonel hiçbir veçhesi yoktur. Sivas’tan ötesini bilmeyen, ancak askeri operasyonlar ve devlet otoritesini gerek ideolojik aygıtlarla gerekse de baskı aygıtlarıyla tesis ve konsolide etmek için oralara giden cumhuriyetin ve onun kurucu partisinin, babalarının aşağıladığı kitlelerde rızalık ve bir karşılık oluşturması mümkün değildir. Öyle görünüyor ki Babadolu Tayyip’e ölene dek yazgılı ve Akp seçmeninin nezdinde Tayyip’in mazur görülemeyecek hiçbir kötülüğü, cürümü yoktur.
Hepimiz Doğu despotik devlet geleneğinin hüküm sürdüğü bir coğrafyada ömür çürütüyoruz. Tek adam patolojisinin, karizmatik kişilik kültünün, kişi tapıncının gayet güçlü ve kesif olduğu, ergen kalmış, bireyleşememiş ve kendileşememiş, cemaat tipi örgütlenme modelinden cemiyet modeline geçilememiş bir insan birikintisindeyiz. Devletçil ve totaliter/otoriter kişilik bozukluğu ve onun bir alt şubesi olarak “Kemalist kişilik bozukluğu” bu olmaz olasıca ellerde, Babadolu’da vakayı âdiyeden… Babadolu’daki esas kriz iktisadi değil, içtimai ve insanidir. Değil mi ki ucuz insanlar pahalıya mâl olurlar.
Kemalist diktatöryaya nostaljik bir özlem besleyerek, totaliter Kemalist tek adam rejimini fabrika ayarı olarak görerek, Atatürkiye’yi rücu edilmesi gereken bir asr-ı saadet olarak tarif ve telakki ederek Erdoğancılıkla ve Abdülhamitçilikle mücadele edemezsiniz. Türkan Saylancılık, Aziz Nesincilik, Uğur Mumculuk, Sıdıka Avarcılık, Turan Dursunculuk oynayarak muhafazakârlarla, mütedeyyinlerle, İslamcılıkla mücadele edemezsiniz. Türklük ve Müslümanlık Sözleşmesi’nin tanıdığı konfor ve imtiyazlardan feragat etmeden, Türklük Sözleşmesi’ni feshetmeden, dinsellikten ve ırksallıktan arınmış yeni bir toplumsal mutabakat inşa etmeden; Kürtlerle, Hristiyanlarla ve Alevilerle bir arada yaşam istenci ve iradesi, ortak kader duygusu geliştiremezsiniz. İzmir Marşı’yla, İstiklal Marşı’yla, Andımız’la, Bir Başkadır Benim Memleketim’le İzmir’in sahil hattında, kordonda çoğalabilir, coşabilirsiniz; lakin Anadolu bozkırlarında, kırsalında azalırsınız, sözünüz bozkırın çorağına, kavruk ve çatlak ovalarına karışır, Kürt dağlarının boşluğunda erir. Sığınmacı, mülteci düşmanlığıyla, bir iç savaşta ölmeyi ve öldürmeyi reddetmiş o insanları günah keçisi belleyerek muasır medeniyetler seviyesine erişemez, evrensel hukuktan bahsedemez, hukukun üstünlüğünü tesis edemezsiniz. 12 Eylül Anayasası’nın ilk dört maddesini değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez olarak kelamullahlaştırarak demokratikleşemezsiniz. Bir tek adama karşı (Erdoğan) bir diğer tek adamı (Mustafa Kemal) kutsayarak, her şeyleştirerek, varlığınızı varlığına borçlu kılarak ve suni bir minnettarlığın altında ezilerek mevcut despotik hükümete karşı çıkamazsınız. Bilakis her gün şerha şerha dökülür, azalır, hiçliğin çukurunda karanlığa katık olursunuz.
Kurtarıcılardan kurtulmadıkça, karizmatik kişilik kültü ve tapıncından ve meftuniyetinden vazgeçmedikçe her zaman hüsrana uğrayacak ve ergen kalacaksınız. Bilinmezlikten ve belirsizlikten sıyrılıp gelecek o epik büyük adam kurtarmayacak sizi. Ya da geçmişte yaşandığını varsaydığınız “altın çağ” ve kuruluş ayarları diye takdim ettiğiniz, hatta dayattığınız kurucu kötülüklere dönmek ne mümkün ne de çare olabilir. Musa gibi sizin için denizi yaracak birisi çıkmayacak, ya da İsa misali bütün günahlarınızın bedelini yüklenmeye ve ödemeye hazır biri olmayacak. Çıkmazları kimse sizin için açmayacak. Pısırıklığınız, söylenmeniz ama söyleyememeniz, daha kötüsü söyleyecek sözünüzün olmaması, dile gelemeyişiniz, büyük adam ama küçük insanlarla yaşadığınız o tek taraflı patolojik aşklar sizi eritecek, geriye döküntünüz kalacak. Kimlik ihtirasıyla kişiliksizliğe savrulacak, dahası kişilik sahibi olmamanın ıstırabını duyumsayamayacak kadar kişiliksiz ve ilkesiz olacaksınız. Özgürlüğü her defasında müesses nizamın selameti vebekâsı için, devletin ali menfaatleri için, birlik ve beraberlik tekerlemeleri için feda edeceksiniz ve hiçbir şeyden daha az bir şey olarak “var-öleceksiniz.”
Ve Fikret Başkaya’dan bir pasajla yazıya nihayet vermeyi yerinde buluyorum:
“Reel Atatürkçülük, Amerikancılıktır, Amerikan üsleridir, NATO’culuktur; Kore’ye, Somali’ye, Afganistana’a vb. asker göndermektir, Bağnaz milliyetçiliktir, devleti kutsayıp fetişleştirmektir, IMFciliktir, ülkenin geleceğini çokulusulu denilen şirketlerin [emperyalizmin] insafına terk etmektir, cuntacılıktır, militarizmdir, yurt dışındaki imamların maaşını Suudi Rabıta örgütüne ödetmektir. Aydınlanmanın, demokratikleşmenin, sosyalizmin önünü kesmek üzere devlet desteği ve olanaklarıyla dinci gericiliği besleyip, sonra da irtica ile mücadele adı altında “postmodern darbe” yapmaktır, sosyalizm düşmanlığıdır, özgürlük ve demokrasi fobisidir, iç ve düşmansız yaşayamamaktır. Farklı düşünenin hain, muhalifin düşman sayılmasıdır. Toplumun spekülatörler ve rantiyeler tarafından rehin alınmasıdır. Ülkenin varını yoğunu özelleştirme adı altında yağmalamaktır. Kürt varlığının inkârıdır, muvazaa partileriyle halkı oyalayıp demokrasi oyunu oynamaktır, Susurluktur, Şemdinlidir… “
Serdar Taş
https://www.avrupademokrat8.com/bir-diktator-olarak-mustafa-kemalin-kisa-portresi-serdar-tas/
Güney Marmara Çerkes Sürgünü ve “150’likler”….025
Osmanlı Devleti ile, başta Çerkesler olmak üzere, Kuzey Kafkasya arasındaki ilişkiler çok eskilere dayanmaktadır. Daha sürgün öncesinde Osmanlı Devletine ve İstanbul’a gelip yerleşen, asker-bürokrat olan ve yazarlık-gazetecilik yapan, devlete hizmet eden binlerce Çerkes vardır.
Ama Çerkeslerin Rusya imparatorluğuna karşı bağımsızlık ve özgürlük savaşını kaybetmeleri ve soykırıma ( 1864 ) uğramaları sonrasında, Osmanlı Devleti ile Çarlık Rusyası arasında yapılan anlaşma ile yüzbinlerce ( ciddi kaynaklara göre 1.5 milyon Çerkes ve Kuzey Kafkasyalı ) Osmanlı devletine sürgün edildi. Ve bunlar geniş Osmanlı coğrafyasına dağınık olarak yerleştirildi.
Çerkeslerin görece daha yoğun veya topluca yerleştirildikleri coğrafyalardan biri olan Marmara bölgesi 20. Yüzyılın başlarında siyasi olarak hayli hareketliydi. Bölgede hem Osmanlı Sarayına sadık güçler faaliyet gösteriyordu hem de İttihat ve Terakki taraftarları: daha sonra ulusal kurtuluş hareketini örgütleyen Kuvva’i Milliyeciler ve Kuvva’i Seyyareciler.
Bu güçlerin hepsine Çerkesler aktif ve kitlesel olarak katıldılar. Saray’a ve İstanbul hükümetine sadık olanlar Anzavur Ahmet’in saflarında, kurtuluş savaşına katılan Çerkesler ise Kuvva’i Milliye ve Kuvva’i Seyyare saflarında örgütlenmişlerdi. Ayrıca Teşkilat’ı Mahsusa’da da örgütün başkanlarından Kuşçubaşı Eşref ve kardeşi de dahil olmak üzere epey bir Çerkes vardı.
İstanbul Hükümeti Sivas Kongresi’nden sonra 7000 kişilik bir Hilafet Ordusu ( resmi adıyla “Kuvva’i İnzibatiye” ) kurmuş, başına Osmanlı’ya bir ara Jandarma Zabitliği de yapan Bigalı Ahmet Anzavur’u getirmişti. Anzavur Ahmet, Kuvva’i Milliyecilerin dine ve Halife’ye karşı olduğu propagandası ile Marmara ve Ege bölgesinden ağırlıklı olarak Çerkeslerden oluşan büyük birlikler kurdu.
Ankara’nın Anzavur Ahmet’in güçlerini bastırması için görevlendirdiği kişi ise yine başka bir Çerkes, Ethem Bey oldu. Ethem Bey’i ve kardeşleri Reşit ve Tevfik Bey’leri milli kurtuluş savaşına katılmaya davet edenler ise Rauf Orbay ve Bekir Sami Bey’lerdi.
Ethem Bey de, tıpkı Ahmet Anzavur gibi, ağırlıklı olarak Marmara Bölgesi’nden, Gönen, Balıkesir, Bandırma ve Bursa Çerkeslerinden topladı kuvvetlerini. Sonra bunlara İzmir bölgesinden “efe”ler ve “çete”ler de katıldı.
O yıllarda Ankara’nın ne Ege’yi işgal eden Yunanlılarla savaşacak ne de çıkan isyanları bastıracak ciddi bir gücü yoktu. Bu işi Ethem Bey’in komuta ettiği Kuvva’i Seyyare üstlendi. Ethem Bey bir yandan Ege’de Yunanlılarla savaşırken diğer yandan Anzavur Ahmet, Bolu, Düzce, Adapazarı ve Yozgat Çapanoğlu isyanlarını hem de çok kanlı bir şekilde bastırdı.
Burada şunu vurgulamak gerekiyor: Anzavur Ahmet’in ve Ethem Bey’in birliklerine, kendileri de Çerkes olmaları nedeniyle, Çerkesler yoğun bir şekilde katılmışlarsa da biri İstanbul Hükümetine, diğeri de Ankara Hükümetine hizmet etmişti, iki gücün de ulusal bir hedefi ve karakteri yoktu.
Sonunda, düzenli orduya katılmayı reddeden, lider karakterli, Mustafa Kemal’e göre daha “halkçı” olan “Çerkes Ethem” yine bir Çerkes olan Anzavur Ahmet’i; Ankara da Ethem Bey’i tasfiye etti.
Ankara İstiklal Mahkemesi Ethem Beyi, kardeşlerini ve diğer Kuvva’i Seyyare mensuplarını ( kimisini gıyabında ) İstiklal Mahkemelerinde yargıladı ve vatana ihanet suçundan idama mahkum etti veya ağır cezalar verdi. Suçu sabit olmayanlar sınır dışı edildi ve Çerkes halkı bu iki güce hizmet ettiği ile kaldı.
Bazıları Osmanlı Devleti’nin sürgünle gelen Çerkeslere “kucak açtığını” düşünse de gerçek böyle değildir. Osmanlı devleti, Avrupa’da, Orta Doğu’da ve Afrika’da büyük toprak kayıpları yaşadığı ve “Anadolu’ya” doğru çekildiği yıllarda Müslüman-asker nüfusuna ihtiyaç duyuyordu. İşte Çerkesler Osmanlı devletinin bu ihtiyacına cevap oldular.
İstanbul hükümeti Çarlık Rusyasına Çerkesleri kabul etmeye hazır olduğunu bildirdi, anlaşma yaptı ve tarihi vatanları Çerkesya’dan sürgün edilen Çerkesleri “sınır boyları”nda yaşayan ve Osmanlı devletinden haz duymayan topluluklar arasına yerleştirdi.
Ama 1. Dünya Savaşı sonrası, Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş döneminde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında “devletin” Çerkeslere yönelik politikası çeşitli nedenlerle değişmeye başladı.
Kimileri “İngilizlerin etkisi ile”, kimileri de “İttihat ve Terakki’nin baskısıyla” diyorlar, ama asıl neden, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefedir.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar, Lozan Anlaşması’nda da teyit edildiği gibi, bir “Türk Ulus Devleti” inşa ediyorlardı. Ve ekonomik-siyasi-askeri kuruluş sürecinde kendilerine “sorun çıkarabilecekler”ini düşündükleri kişileri, toplulukları, halkları ve kurumları tasfiye ettiler, sindirdiler.
Bu çerçevede Çerkes İttihad ve Teavün Cemiyeti, Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti, Çerkes Numune Mektebi ile Diyane ve Ğuaze gazeteleri, 1920’li yıllarda, arka arkaya kapatıldılar veya kapandılar. Çerkes Numune Mektebi’nin müdiresi Seza Hanım, General Nazmi Paşa ve General Doktor İsa Ruhi Paşa gibi isimler tutuklandılar. El konulan arşivler, belgeler yakılıp yok edildiler.
Bazı tarihçiler, Ethem’in, yöntemlerinin ve “Yeşil Ordu” ile kurduğu ilişkilerin Kurtuluş Savaşı’na maddi destek veren yerel eşrafı ve tüccarları korkuttuğu ve Batılı güçlerin de güvenini sağlamak için Ankara tarafından tasfiye edildiğini söylüyorlar. Ama Çerkeslerin tasfiyesi Milli Mücadele sonrasında da devam etti.
1923’te toplanan Lozan Barış Konferansı’nda tartışılan azınlıklar arasında Çerkesler de vardı. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon Çerkeslere azınlık statüsünün tanınmasını istiyordu. Ama İsmet Paşa, Kürtler için söylediğini Çerkesler için de tekrar etti: “Çerkesler bizim öz kardeşimizdir”.
Bu nasıl kardeşlikse, Ethem ve kuvvetleri tasfiye edildikten sonra “150’likler” gündeme geldi. 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenen ( Ermeni Tehciri de dahil ) suçlara karışanlara genel af gelirken, kurtuluş savaşına kitlesel olarak katılan, büyük fedakarlıklar gösteren Çerkesler 150’liklere alındı. Aslında liste daha uzundu, 6000 kişi olduğu söyleniyordu, böylece iktidara muhalif olan veya olabilecek herkesin listeye alınması isteniyordu. Büyük tartışmalardan sonra sayı 150’ye indi. Ama bunların 86’sı, ne tesadüf!, Çerkesti.
Özetlemek gerekirse, 11 Eylül 1920’den Mayıs 1923’e kadar görev yapan 14 İstiklal Mahkemesi’nde casusluk, bozgunculuk, asker kaçağı olmak, eşkıyalık yapmak, saltanat yanlısı olmak veya isyancılık yapmak gibi suçlamalarla toplam 59.164 kişi yargılandı, bunların 41.678’ine çeşitli cezalar verildi ve 1054 idam cezası infaz edildi. İktidara yakın olanlar affedildi, ama çoğunluğu Çerkes olan 150 kişi af kapsamı dışında bırakıldı.
Sayının neden 150 olduğunu kimse bilmiyor. “Bazılarına göre bu sayı İngilizlerin 1919’da Malta’ya götürdüğü 150 kişiye nazire idi. Bazılarına göre görüşmeler yapıldığı sırada zaten 150 kadar ‘hain’ yurtdışına çıkmıştı. Fiili durumu hukuki duruma çevirmek için 150 kişi denmişti”.
16 Nisan 1924 tarihli TBMM’de yapılan gizli celse, listenin nasıl oluşturulduğuna dair bir fikir veriyor.
“Kürsüye çıkan Dâhiliye Vekili Ferit Bey, Emniyet tarafından hazırlanan 600 kişilik ilk listenin önce 300 kişiye sonra 150 kişiye indirildiğini belirtmiş ardından bu kişilerin nasıl seçildiğini anlatmıştı. Ancak liste kimseyi memnun etmedi.
Her kafadan bir ses çıkıyor, şu veya bu kişinin neden listede olmadığı soruluyordu. Örneğin İzmir Mebusu Şükrü (Saraçoğlu) Bey, listede hiç Rum ve Ermeni olmamasından yakınırken, Çorum Mebusu Mustafa Bey de kendisine destek çıkıyordu: ‘Aynı cürmü irtikâp edenlerden `aynı suçu işleyenlerden` bir Türk, bir Rum var, bir Ermeni var, bir Arap, Arnavut var, bir Çerkes var. Binaenaleyh evvela Türk kalır, Ermeni veya Rum gider...’
Keza, Karesi Mebusu Ahmet Süreyya Bey, Ermeni, Rum ve Yahudilerin de listeye eklenmesini istedi, ama Dahiliye Vekili Ferit Bey “600 kişilik listede Rumlar ve Ermeniler de vardı ancak Lozan’da İsmet Paşa ile Venizelos arasında imzalanan ek protokolle Rumların ( dolayısıyle diğer gayrı müslimlerin ) listeye konmayacağına dair söz verdik” diyerek bu isteği reddetti.
İşte böyle oluşturulmuştu “hainler” listesi. Ama listede bu kadar çok Çerkesin olması, Çerkeslerin özellikle hedef seçildiğini düşündürüyor.
Ethem Bey ile iki kardeşi Reşit ve Tevfik Beyler ve Ethem’in dört adamı ile Teşkilatı Mahsusa’nın başkanı Kuşçubaşı Eşref ve Kardeşi Hacı Sami’nin de aralarında olduğu, 150’liklere dahil edilenlerden, çoğu Çerkes, bazıları şunlardı:
Ethem Bey ve Arkadaşları:
57. Ethem Bey
58. Ethem’in biraderi Reşit
59. Ethem’in biraderi Tevfik
60. Kuşçubaşı Eşref ( Teşkilat-ı Mahsusa’nın başkanlarından )
61. Kuşçubaşı Eşref’in biraderi Hacı Sami
62. İzmirli Akhisar Kumandanı Yüzbaşı Küçük Ethem
63. Düzceli Mehmetoğlu Sami
64. Burhaniyeli Halil İbrahim
65. Susurluk’tan Demirkapılı Hacı Ahmet
Çerkes Kongresi Üyeleri:
66. Hendek Kazası’nın Sümbüllü Karyesi’nden Bağ Osman
67. Eski İzmir Mutasarrıfı İbrahim Hakkı
68. Baraev Sait
69. Berzek Tahir
70. Adapazarı’nın Harmantepe Karyesi’nden Maan Şirin
71. Söke Ereğlisi’nin Teke Karyesi’nden Koca Ömeroğlu Hüseyin
72. Adapazarı’nın Talustanbey Köyü’nden Bağ Kamil
73. Hamte Ahmet
74. Maan Ali
75. Kirmastı’nın Karaosman Karyesi’nden Harunelreşid
76. Eskişehirli Sefer Hoca
77. Bigalı Nuri Beyoğlu İsa
78. Adapazarı’nın Şahinbey Karyesi’nden Kazım
79. Gönen’in Tuzakçı Karyesi’nden Lampat Yakup
80. Gönen’in Bayramiç Karyesi’nden Kumpat Hafız Sait
81. Gönen’in Keçe Karyesi’nden mütekait Binbaşı Ahmet
82. İzmir’de Dava Vekili Bazeduruğ Sait
83. Şamlı Ahmet Nuri
Diğer Şahıslar-Köylüler:
110. Tarsuslu Kamil Paşazade Selami
111. Tarsuslu Kamil Paşazade Kemal
112. Süleymaniyeli Kürt Hakkı
113. Mustafa Sabri Hoca’nın oğlu İbrahim Sabri
114. Fabrikatör Bursalı Cemil
115. İngiliz Casusu Meşhur Çerkez Ragıp
116. Fransız Zabitliği yapan Haçinli Kazak Hasan
117. Eşkıya Reisi Süngülü Davut
118. Binbaşı Çerkez Bekir
119. Fabrikatör Bursalı Cemil’in kayınbiraderi Necip
120. İzmir Umur-u İslamiye Müftüsü Ahmet Hulusi
121. Uşak’ta Madanoğlu Mustafa
122. Gönen’in Tuzakçı Karyesi’nden Yusufoğlu Remzi
123. Gönen’in Bayramiç Karyesi’nden Hacı Kasımoğlu Zühdü
124. Gönen’in Balcı Karyesi’nden Kocagözün Osmanoğlu Şakir
125. Gönen’in Muratlar Karyesi’nden Koç Mehmetoğlu Koç Ali
126. Gönen’in Ayvacık Karyesi’nden Mehmetoğlu Aziz
127. Gönen’in Keçeler Karyesi’nden Bağcılı Ahmetoğlu Osman
128. Susurluk’un Yıldız Karyesi’nden Molla Süleymanoğlu İzzet
129. Gönen’in Muratlar Karyesi’nden Hüseyinoğlu Kara Kazım
130. Gönen’in Balcı Karyesi’nden Bekir oğlu Arap Mahmut
131. Gönen’in Rüstem Karyesi’nden Gardiyan Yusuf
132. Gönen’in Balcı Karyesi’nden Ömeroğlu Eyüp
133. Gönen’in Keçeler Karyesi’nden Talustanoğlu İbrahim Çavuş
134. Gönen’in Balcı Karyesi’nden Topallı Şerifoğlu İbrahim;
135. Gönen’in Keçeler Karyesi’nden Topal Ömeroğlu İdris
136. Manyas’ın Boycaağaç Karyesi’nden Kurhoğlu İsmail
137. Gönen’in Keçeler Karyesi’nden Muhtar Hacı Beyoğlu Canbulat
138. Marmara’nın Kayapınar Karyesi’nden Yusufoğlu İshak
139. Manyas’ın Kizik Karyesi’nden Ali Beyoğlu Sabit
140. Gönen’in Balcı Karyesi’nden Deli Hasanoğlu Salim
141. Gönen’in Çerkez Mahallesi’nden Makineci Mehmedoğlu Osman
142. Manyas Değirmenboğazı Karyesi’nden Kadiroğlu Kamil
143. Gönen’in Keçidere Karyesi’nden Hüseyinoğlu Galip
144. Manyas Hacı Yakup Karyesi’nden Çerkez Saitoğlu Salih
145. Manyas’ın Hacı Yakup Karyesi’nden Maktul Şevket’in biraderi İsmail
146. Gönen’in Keçeler Karyesi’nden Abdullahoğlu Deli Kasım
147. Gönen’in Çerkez Mahallesi’nden Hasan Onbaşıoğlu Kemal
148. Manyas’ın Değirmenboğazı Karyesi’nden Kadiroğlu Kemal’in biraderi Kazım Efe
149. Gönen’in Kizik Karyesi’nden Pallaçoğlu Kamil
150. Gönen’in Keçeler Karyesi’nden Tuğoğlu Mehmet Ağa
Çerkes köylüler “Türklere zulüm” ve “düşmanla işbirliği yapmak”la suçlandılar, 28 Mayıs 1927’de kabul edilen 1064 sayılı Kanun’la vatandaşlıktan çıkarıldılar ve mal-mülkleri müsadere edildi.
Listeden de görülebileceği gibi ( diğer: gazetecilerin, polislerin, askerlerin… olduğu gruplarda da Çerkesler vardı ) “GÖNEN-MANYAS SÜRGÜNÜ” “150’likler” ile birlikte ele alınmalıdır.
Devlet, listeye koyamadığı ve toplu olarak yaşayan Çerkes köylerini ülke içinde sürgün etme kararı aldı. Mayıs 1923’ten itibaren Gönen ve Manyas’a bağlı bazı köylerde yaşayan Çerkesler köylerinden çıkarılıp Afyon’a, Konya’ya, Niğde’ye ve Malatya’ya sürüldüler.
İlk olarak 18 Aralık 1922'de Gönen'e bağlı Mürüvvetler ( Çizemuğhable ) köyü topluca sürgün edilmişti. Buna ciddi bir tepkinin gösterilmemesi üzerine Mayıs 1923 tarihinden itibaren bölgede bulunan 14 Çerkes köyü daha boşaltıldı.
Sürgün edilen köyler şunlardı:
GÖNEN'E BAĞLI KÖYLER;
1- Üçpınar köyü 28 Mayıs 1923 Pazartesi
2- Muratlar köyü 5 Haziran 1923 Salı
3- Armutlu (Sızıköy) 9 Haziran 1923 C.tesi
4- Dereköy (Keçidere) 13 Haziran 1923 Çarşamba
5- Çınarlı (Keçeler) 17 Haziran 1923 Cumartesi
MANYAS'A BAĞLI KÖYLER;
1- Boğazpınar Ocak 1923
2- Kızılkilise (Kızılköy) 7 Haziran 1923
3- Yeniköy 7 Haziran 1923
4- Dümbe (Tepecik) 7 Haziran 1923
5- Ilıca (Ilıcaboğaz) 11 Haziran 1923 (Şimdi Susurluk'a bağlı)
6- Karaçallık 13 Haziran 1923
7- Bolağaç 13 Haziran 1923
8- Değirmenboğazı 21 Haziran 1923
9- Hacıosman 21 Haziran 1923
Bu köyler önce askerler tarafından kuşatıldı, sonra insanlar zorla evlerinden çıkarıldı, sadece az miktarda eşyalarını yanlarına almalarına izin verildi, bu nedenle malını mülkünü ve hayvanlarını yok pahasına satmak zorunda kalan Çerkesler topluca sürgün edildiler, yol boyunca hakarete uğradılar.
Önce Bandırma’ya getirildiler ve Bandırma’dan trenlerle Afyon ve Konya’ya, orada birkaç ay bekletildikten sonra da Niğde’ye ve Malatya’ya sevk edildiler.
Sürgüne ilk tepki gösteren Fetgeri Mehmet Bey oldu. Ardından Rauf Orbay ve başka birkaç Çerkes milletvekili, asker ve bürokrat seslerini yükselttiler. Bunun üzerine sürgün kararı kaldırıldı ve planlanan diğer sürgün kararları durduruldu.
Sürgün edilen Çerkeslerin bir kısmı köylerine geri döndüler, ama hem mal mülklerini kaybetmiş hem de bu zulüm ile örselenmişlerdi. Ve artık muhtarlarını kendileri seçemeyecek, köylerine Çerkes olmayan “kayyumlar” atanacaktı, Çerkesçe konuşmaları, hatta mızıka çalmaları ve geleneksel düğünleri bile yasaklanmıştı.
Kurallara uymayanlar şiddetle cezalandırıldılar.
Özetle, Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları Çerkesler için tasfiye ve yeni sürgün yıllarıdır. Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara Hükümetine başkaldıran diğer Müslüman topluluklarına karşı daha “insaflı” olunurken, Çerkeslere bu kadar acımasız davranılmasının nedeni büyük ihtimal Çerkesleri sindirmek, böylece asimile edilebilmeleri için uygun bir psikolojik ortam yaratmak içindi.
Gerek “Çerkes Ethem Olayı”nı, gerekse “150’likler”i ve Gönen-Manyas Sürgünü ve sonrasında “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları ile Çerkesçe’nin ve Çerkes isimlerinin yasaklanmasını, Çerkes yerleşim birimlerinin-köylerinin isimlerinin değiştirilmesini…
Çerkes halkı kollektif bilinç altına itti. Belki de 1864 yılında yaşadıklarımızın yanında bunlar devede kulak kaldığı için. Ama bütün bu haksızlıklar, baskılar ve hatta zulüm, Çerkes “aydınları”nın, asker ve bürokratlarının yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile kurdukları “özel ilişki” ile birleşince Çerkes halkının asimilasyonu hızlandı. Bilinci dumura uğradı.
Bu nedenle uzak ve yakın geçmişimizde yaşadığımız hiçbir haksızlığı unutmamak, asimilasyona karşı direncimizi arttırmada ve geleceğimizi inşa etmede önemli bir rol oynayacaktır.
Kaynakça:
* Emrah Cilasun, Baki İlk Selam, A;ra Kitap, 2009
* Cemal Şener, Çerkes Ethem Olayı, Altın Kitaplar, 2007
* Uluğ İğdemir, Biga Ayaklanması ve Anzavur Olayları, TTK Yayınları, 1989
* TBMM Gizli Celse Zabıtları, C.4, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1985
* Kamil Erdeha, Yüzellilikler Yahut Milli Mücadelenin Muhasebesi, Tekin Yayınevi, 2001
* İlhami Soysal, 150’likler Kimdir, Ne Yaptılar, Ne Oldular?, Gür yayınları, 1988
* Rıza Nur, Hayat ve Hatıraları, Cilt 3, Altındağ yayınevi, 1968Cemil Koçak, * Heyet’i Mahsusalar, İletişim yayınları, 2005
* Aktaran: Ayşe Hür
Çerkesya Hareketi
Fikret Başkaya: Politik İslamın Sefaleti…
“Halk hükümdarın dîni üzredir”
İbn-i Haldun
Bidayette Politik İslam, İngiliz Oriyantisleri tarafından sömürgelerdeki uluscu-aydınlıkcı-ilerici- sosyalist, hareketleri etkisizleştirmek amacıyla peydahlandı. Kolonyalist-emperyalist Batı, Müslüman dünyasında seküler, laik rejimlerin ortaya çıkmasını kendisi için büyük risk olarak görüyordu. Oysa, laikliğin keşfi insanlık ve uygarlık tarihinde önemli bir adımdır… Amaç, Müslüman dünyanın emperyalist statüko dahilinde kalmasını sağlamaktı. Müslümanların ancak bir İslam devletinde yaşayabilecekleri, laikliğin İslam’la bağdaşmazlığı tezi, başta Batılı “bilim erbabı” olmak üzere Batılılar tarafından ileri sürüldü, daha sonra da Müslüman alimler tarafından benimsendi, içselleştirildi ve pratik politikaya tercüme edildi…
Esasen İslam’ın laiklikle bağdaşmazlığı tezinin hiçbir inandırıcılığı yoktur… Mesela onuncu yüzyılda biri çıkıp, Hristiyan toplumlar için laiklik önerisinde bulunsaydı, her halde linç edilmezse, deli sayılıp tımarhaneye kapatılırdı ama laiklik 18 ve 19’uncu yüzyıllarda herkesin dilindeydi… Bu yüzden laiklik bazı dinlerle uyuşur, bazılarıyla uyuşmaz demek saçmadır… Eğer laiklik demokrasinin vazgeçilmezi, olmazsa olmasıysa ki, öyledir, o zaman soru şu olmalıdır: Kimin laikliğin gerçekleşmesinde çıkarı var, kimin engellenmesinde çıkarı var…
Gerçi Orta-Doğu’da bazı monarşiler krallıklar yıkıldı ama onların yerini otoriter, anti-demokratik rejimler aldı… Samir Amin’in yazdığı gibi, söz konusu rejimlerin başlarda halkın gözünde bir meşruluğu olsa da hiçbir zaman halk politik sürece dahil edilmemişti… Benzer bir durum az-çök Türkiye için de geçerlidir… Bu durum önemli bir zaaf unsuruydu… Halkın politik sürece aktif katılımı engellendi… İkinci bir önemli neden de söz konusu ülkelerde kısmen Türkiye’de de hiçbir zaman toplumsal bilince nüfuz etmiş bir “aydınlanma” ve “modernite devriminin” yaşanmamış olmasıdır… Başka türlü ifade edersek, Batı’da olduğu gibi, geleneksel kültür ve ideolojiyle cepheden bir hesaplaşma yaşanmadı…
Başka ülkelerde olduğu gibi bizde de ‘Politik İslam’ yükselen ilerici-demokratik-sosyalist hareketin önünü kesmek üzere sahneye sürüldü… Arkasında başta devlet olmak üzere ABD, Suudî Vahabiliği ve parası vardı… Gerici-karanlıkcı Suudî rejimi 60-70 yıldır şeriat sponsorluğu yapıyor…
Demokrasi ancak laik bir rejimde mümkündür. Eğer din kamusal alanın, politika alanının dışına çıkarılmazsa, orada demokrasiden söz etmek abestir… Demokrasi ancak din, kimliğin bir unsuru-bileşeni değilse mümkün olabilir… Politikanın dine karıştığı, müdahale ettiği yerde laiklik bir retorik, içi boş söylem olmanın ötesine geçemez… Bizdeki dinci partilerle, Batı’daki Hristiyan Demokrat Partiler arasında benzerlik olduğu izlenimi yaratılmak isteniyor. Oysa Batı’nın Hristiyan toplumları laikliği çokta bir temel ilke olarak kabullenmiş durumdalar…
Orada bizdeki “Diyanet İşleri Başkanlığı” gibi kurumlar yok… Okullarda zorunlu din dersi de… Laik bir ülkede “Diyanet İşleri Başkanlığı’ diye bir kurum olamaz… Batı’da devlet Kilise personeline, Rahiplere maaş vermez… Siz dine karışırsanız, din de size karışır… Her ne kadar referansı kutsallığa dayansa da son tahlilde din de bir ideolojidir ve yoruma tabidir… İbn-i Haldun boşuna “Halk hükümdarın dini üzredir” demiyor… Halkın dini her zaman egemenin-hükümdarın, efendinin, mülk sahibi sınıfların dinidir… Dinin gerici-karanlıkçı, anti-demokratik, özgürlük, sosyal eşitlik ve adalet karşıtı bir yorumu olabileceği gibi, özgürlüğü, eşitliği, adaleti esas alan bir yorumu da pekâla mümkündür… Bu ikinci durum geçerli olursa, din bir özgürlük teolojisine dönüşür… Eğer yapılan dinî yorum, ezilenleri, sömürülenleri, aşağılananları, mazlumları gözetiyorsa, İslamî bir özgürlük teolojisinin de yolu açılmış demektir… Bunu Hristiyan-Katolik din adamları başardıysa, Müslüman din adamlarının da başarması neden mümkün olmasın?
Sudan’lı Şeyh Mahmut Taha, İslam dünyasında bir istisna idi… İslamın İkinci Mesajı adlı eserinde bir İslamî Özgürlük Teolojisi öneriyordu… Müslüman Kardeşler tarafından idam edildi… Şeyh Mahmut Taha idam edildi zira o İslam’ın gerici-özgürlük ve sosyal eşitlik karşıtı, anti-demokratik egemen yorumunu reddediyordu…
Şimdilerde din tam bir sanayiye dönüştü, kapitalizm dini de hizaya getirdi… Artık gerçek anlamda inançla ilişkisi tartışmalı… Din sömürünün, kamu kaynaklarını yağmalamanın, talan etmenin, insanları köleleştirmenin-alıklaştırmanın bir aracına dönüştü…Tuhaf bir şov malzemesi haline geldi… İsraf, şatafat, şımarık tüketim artık dine boyanarak yol alıyor… Helal gıda söylemi, ne demek istediğime iyi bir örnek… Kapitalizm her şeyi çürütüyor, dejenere ediyor, içini boşaltıyor ve kendi suretinde yeniden yaratıyor… Din artık bir zenginleşme, çalıp-çırpma aracı…
O halde sadede gelebiliriz: Ne oldu, nasıl oldu da Türkiye’de Politik İslam 23 yıldır iktidar… Ki, bu ‘Cumhuriyet döneminin yaklaşık dörtte biri … Elbette evveliyatı da var. 1970’lerden beri Politik İslam bir şekilde iktidar ortağıydı… Koalisyon hükümetlerinin parçasıydı…
Türkiye’deki rejim hiçbir zaman anayasada yazıldığı gibi, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” değildi… Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devasa bir kurum devletin göbeğindeyken, laiklikten söz etmek abestir… Siz dine karışırsanız, din de bize karışırdı ve karıştı…
Türkiye’nin egemen sınıfları sadece uyduruk resmî ideolojiye dayanarak yönetemeyeceklerini biliyorlardı. Dini yardıma çağırmaya mecburdular ve çağırdılar… Bizde Politik İslam bir T.C.-ABD (emperyalizm) ortak projesidir…
Politik İslamcıların bir toplum projesi yoktur. Dünyayı anlamaktan acizdirler… Yönetme özürlüdürler… Çözümü geride aramak gibi bir açmazla malûldürler… Yaptıkları yegâne şey, bütçeyi, hazineyi, müşterekleri ve doğayı yağmalamak, talan etmektir… Nihai amaç da ülkeyi bir İslam Emirliği yapmak. Eğer başarabilirlerse ilelebet iktidar olmayı umuyorlar… Yıkması kolaydır da yapması o kadar kolay değildir… Tüm kurumları çökerttiler. Geride kalan dönemde ekonomi hiç bu günkü kadar yerlerde sürünmemiş, tarım çökertilmemişti. Artık Türkiye’nin içine sürüklendiği durumu kriz kavramı karşılamıyor… Söz konusu olan çöküş… Toplum çoğunluğunun temel ihtiyaçları (beslenme, barınma, sağlık, eğitim, ulaşım, güvenlik…) asgari düzeyde bile karşılanamaz durumda…
Eğer vakitlice bu din soslu faşizmden çıkılamazsa, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayacak… Fakat o kadarı yeterli olmaz… Radikal bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var… Siyasetin zeminini değiştirmek gerekiyor… Kapitalizm dahilinde asla bir çözüm, bir gelecek olmadığının bilinmesi gerekiyor… Boşuna ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denmemiştir…
Karapaşaoğlu: Kıbrıs’ın kuzeyi Türkiye’nin lağım çukuruna dönüştürüldü
-Kolonyal bir politikaya bağlı olarak bir yandan muhalifler tasfiye edilirken, diğer yandan da mafya buraya taşındı. Kıbrıs kuzeyi kumarhane, uyuşturucu, fuhuş, kara para aklama gibi pis işlerin yapıldığıTürkiye’nin bir lağım çukuruna dönüştürüldü...
-Bizdeki toplumsal çürüme aslında Kıbrıslı Rumların mülkiyetinin çalınması ve ganimetin dağıtılmasıyla başladı. El konulan ganimeti buraya taşıdıkları nüfusa dağıttılar ama Kıbrıslı Türklere de bundan bir pay verdiler. Çürüme böyle başladı.
–74’ten sonra köylerimizin isimleri değiştirildi. Soy isimlerimiz değiştirildi. Kiliseler camiye çevrildi ve buraya ciddi bir nüfus aktarımı gerçekleştirildi. . Türklük Sözleşmesinin yanına Sünni İslam dayatması da eklendi.
-2018’de sonra Türkiye’deki yeni sistem, yeni siyasetle birlikte buradaki ortam da çok sertleşti. Türkiye’de iktidar değişse de Kıbrıs’ın kuzeyinde hiçbir şey değişmez. Türkiye’de de değişmez çünkü Türkiye artık başka noktadır.
-Ayşemden Akın arkadaşımız, Halil Falyalı’nın ilk adamı olan Cemil Önal ile mülakat gerçekleştirdiği için ölüm tehditleri alıyor. Gazetecilere ve iş adamlarına suikast düzenlemek için Türkiye’den buraya birilerini gönderiyorlar.
Nûpel Yayın Koordinatörü Filiz Deniz, Kıbrıslı şair, yazar, aktivist ve vicdani retçi Halil Karapaşaoğlu ile adanın gündemini konuştu:
Nûpel Yayın Koordinatörü Filiz Deniz, Kıbrıslı şair, yazar, aktivist ve vicdani retçi Halil Karapaşaoğlu ile adanın gündemini konuştu:
Kamuoyu sizi biliyor ancak yine de Nûpel okurları açısından bir hafıza tazelemesi açısından tanıtalım istiyorum…
Halil Karapaşaoğlu 1985 doğumluyum, şairim. Sanatçı ve Yazarlar Birliğinin yönetim kurulundayım.Yeni Kıbrıs Partisi sekreteryasında görevliyim. ‘Türk Yerleşimci Kolonyalizmi’ üzerine akademik çalışmalar yapıyorum. İnsan hak ve özgürlükleri adına çok uzun zamandır mücadele veriyorum. Şu an Yenidüzen gazetesinde haftalık yazılar yazıyorum.
Çok yönlü birisiniz; şair, aktivist, yazar ancak kamuoyu bir de sizi vicdani retçi olarak biliyor; hatta bu yüzden hapse de atıldınız sanırım…
Evet aynı zamanda vicdani retçiyim. 2013 yılında vicdan reddimi açıkladım. Seferberlik çağrısını reddettiğim için, arkadaşlarımla birlikte yargılandım. 2019’da cezaevine girdim.2024 yılında ikinci kez cezaevine girdim. İki kez hapsedildim. Murat Kanatlı, Haluk Selam Tufanlı, Mustafa Hürben ve ben Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) Türkiye’yi şikayet ettik. Murat Kanatlı’nın davasını kazandık. Murat Kanatlı 2014 yılında cezaevine girmişti. 2024 yılında AİHM Türkiye’yi suçlu buldu.
Normal koşullarda Kıbrıs’ın kuzeyinde bize açılan davaların geri çekilmesi gerekirdi. Ancak davalar geri çekilmedi. Ben mart başında polise çağrıldım ve hakkımda yeni bir şikayet oluştu. Şu an dosyam savcılığa gidecek. Savcılık dosyayı işleme koyunca da hukuki süreç tekrar başlayacak.
İzleyebildiğimiz kadarıyla Kuzey Kıbrıs’ın gündemi yine yoğun. Başörtüsü tartışmaları son dönemlerde öne çıkıyor. Liselerde ve ortaokullarda öğrencilerin başörtüsü takmasının serbest bırakılması tepki çekti, eylemler yaşandı. Buradan başlayalım isterseniz; bu anlamda Kıbrıs’ta neler oluyor?
Kıbrıs’ta 1958’den itibaren başlayan Türkiye Cumhuriyeti ve Kıbrıslılar arasındaki ilişki biliniyor ancak modern Türk Cumhuriyeti ilan edildikten sonra aslında ilk ilişkiler 1925 yılında başlıyor. Daha 1925 yılında Türkiye’nin Kıbrıs’a gönderdiği elçiler burada Kemalizm siyaseti doğrultusunda diplomatik faaliyetlerini yürüttü. Fakat Türk derin devletinin organize bir şekilde Türkçe konuşan Kıbrıslılara müdahale etmesi 1958 yılında başlıyor. 1958’den 1974 yılına kadar müdahaleler gerçekleşti. Türkiye’nin istemediği hiçbir kişi lider olmadı. Muhalifler 1958’den 1965 kadar öldürüldü. Türkiye’ye karşı muhalefet susturulunca artık yeni bir sistem oluşturuldu. 1974’ten sonra Kemalistlerin baskısı arttı. 1958’den soğra Türkçe konuşan Kıbrıslıların köy isimler değiştirildi. İşgalden sonra Rumca konuşan Kıbrıslıların yaşadığı köy isimleri de değiştirildi. Soy isimlerimiz değiştirildi. Kıbrıs Cumhuriyeti kimlik kartlarmız, pasaportlarmız yasaklandı. Kıbrıs Cumhuriyeti para birimi yasaklandı. TL’ye geçildi. Buraya nüfus aktarımı gerçekleştirildi. Türkiye’den binlerce insan getirdiler. 200 bin Rumca Konuşan Kıbrıslı’nın terk ettiği köylere Türkiye’den insan taşıdılar. Kiliseler camiye dönüştürüldü. Türklük Sözleşmesinin yanına sunni Müslümanlık da eklendi. 2002 yılına kadar aşamalı olarak yeni bir sistem kuruldu. Evet Kıbrıslı Türkler de Müslüman ancak kendilerine göre dini yaşama biçimleri vardı. Burada Ortodoks hıristiyanlar göç edince bu kez sunni Müslümanlık egemen din olarak inşa edildi.
2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte Türklük Sözleşmesi var ama onun yanında sunni Müslümanlık anlayışı da ağırlaştırılarak Türklük sözleşmesinin içinde yerini aldı. Din daha da baskın olmaya başladı. Burada camiler inşa edilmeye başlandı. Bunun yanında Türkiye’den imamlar getirildi. Türkiye’den nüfus artışı devam etti. Türkiye’deki tarikatlar getirildi. AKP özellikle 2020 Cumhurbaşkanlığı seçimlerden sonra nüfus artışını daha da hızlandırdı. Öğretmenlergöndermeye başladı Türkiye’den. Yoğun bir şekilde. Özellikle bu öğretmenlerin bir çoğu Sünni Müslümanlık görüşünü benimseyen kişilerdi. Türkiye’nin öğretmen göndermesi 1958 öncesi de vardı. Ancak AKP ile bu başga bir boyut kazandı. Bir de Kıbrıs’ın kuzeyinde sendikalar kurmaya başladı yerleşikler üzerinden. Buraya getirilen yerleşimciler üzerinden sendikal faaliyetlere girişdi.
Yani bizim sendikalarımıza paralel sendikalar kurmaya başladılar ve bu sendikalarla birlikte taşıdıkları nüfusu oralarda örgütlemeye başladılar. Getirilen yerleşimcilerin kültür dernekleri, hemşeri dernekleri daha da aktif hale getirildi. Bunun yanında siyasi partileri de taşıdılar. AKP’den CHP’yetutun da İYİ Parti’ye Yeniden Refah partisine kadar siyasal partilerin şubeleri açıldı. AKP bu noktada çok aktif, özellikle de gençlik kolları üzerinden. Bunun yanında Yunus Emre Entütüsü, tarikatlar gibi yapılanmalar üzerinden de siyasal faaliyetlerini yürütüyor.
Çok özür dilerim. Bir şey sorabilir miyim? Şu anda Kuzey Kıbrıs’ın nüfusu ne kadar ve ne kadarı Türkiye’den sonradan getirildi?
Şu anda Kuzey Kıbrıs’ın nüfusunun kaç olduğunu bilmiyoruz. Türkçe konuşan Kıbrıslıların ne kadar kaldığını da bilmiyoruz. Çünkü nüfus sayımı yapmıyorlar… Ancak Türkçe konuşan Kıbrıslıların artık kuzeyde azınlık olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye Türkçe konuşan Kıbrıslıların nüfusunu eritmek istiyor. Türkiye’den taşınan nüfus korkunç düzeydedir. Türkçe konuşan Kıbrıslıların kamusal görünürlüğü yok denecek kadar azdır.
Anladım, buyrun siz devam edin
Tabii hep böyleydi. Türkiye’den buraya sürekli insanlar aktarılıyordu. 2002’den sonra ise AKP Türkiye’de çıkardığı yasaları buraya aktarmaya başladı. 1974 yılından sonra da durum ayniydi aslında. Türkiye ile Kıbrıs’ın kuzeyi arasında bir sömürgecilik ilişkisi var. Özellikle 1974 itibarıyla Türkiye bu sistemi inşa etti ve Türkçe konuşan Kıbrıslılara belirli imtiyazlar verdi. Türkçe konuşan Kıbrıslılar’da bu imtiyazları kullandı.
Yani güvenlik kuvvetlerinin komutanı hiçbir zaman Türkçe konuşan Kıbrıslı olmadı. Burada sivil savunma var ve sivil savunma Türk derin devletinin alt birimi olarak faaliyet gösteriyor. Yani sıradan bir sivil savunma değil. Onun başkanı da hiçbir zaman Türkçe konuşan Kıbrıslı olmadı. Merkez Bankası’nın başkanı da hiçbir zaman bizden biri olmadı.Türkiye artık doğrudan buraya kadrolar aktarmaktadır. Alt yönetim birimlerini de değiştirmeye başladı. Bu sayede yeni bir inşa sürecine geçti.
Zaten 3 Mayıs’ta da külliyenin açılışı yapıldı. Külliye Metehan olarak isimlendirilen bir bölgede yapıldı. Biliyorsunuz Metehan Türk tarihi için çok önemli bir kişidir. Türk tarihinde modern orduyu ve modern devlet biçimini ortaya çıkaran Hun imparatorudur. Burada yeni bir cumhurbaşkanlığı sarayı, yeni parlamento yapıldı. Bunun karşılarına bir cami inşa edildi. Yüksek mahkeme binası da külliyenin bahçesine yapılıyor. Dolayısıyla yapılanma süreci devam ediyor. Bunun adına külliye denildi. Osmanlı fetheddiyi topraklara külliye yapıyordu. Yapısal olarak başka bir noktaya geçeceklernin önemli bir göstergesidir.
Sınıflar değiştirildi. İşçi sınıfı bağlamında Türkçe konuşan Kıbrıslıların işçi sınıfının öncü kesimi imha edildi. Biraz karışık anlatıyorum, kusura bakmayın çünkü bizim hikâyemizianlatmaya çalışıyorum. 1974’de Rumca konuşan Kıbrıslı işçi sınıfı ve yukarı sınıfı imha edildi. Üretim araçlarına el konuldu. Bunlar Türkleştirildi. Türkçe konuşan Kıbrıslılar buralarda istihdam edildi. Üretim araçları Kamu İktisadi Teşebbüsü (KİT) olarak çalıştırıldı. Türkiye’den çalıştırılmak üzere yerleşimciler getirildi. KİT’ler 1983’den sonra özelleştirilmeye başlandı. Türkçe konuşan Kıbrıslılar üretim ilişkilerinden koparıldı. Yerleşimciler üretim ilişkilernin merkezine geldi. 2002’den sonra oluşturulan bu yeni sınıf yapısı ve burada kamu iktisadi teşebbüslerinin tasfiye süreci hız kazandı. Türkçe konuşan Kıbrıslılar nereyse tamamen memur yapıldı. Türkiye’den taşınan yerleşimciler ise işçi sınıfının ana kaynağı haline geldi. 2002’den özellikle Pakistan, Afrika’dan, Türkmenistan, Uzak doğu, Ukrayna ve Rusya’dan nüfus aktarımı gerçekleşmeye başladı. Bu yoksul ülkelerden yapılan nüfus aktarımıyla beraber Türkiye’den buraya getirilen Türkiyeli yerleşimciler sınıfsal anlamda tasfiye edildi. Onların yerine de Pakistanlılar, Afrikalılar, Türkmenler, Uzak Doğulular istihdam edilmeye başlandı ve taşınan Ukraynalı ve Ruslarla birlikte de inşaat sektöründeki ev satışları arttırıldı. 2002’den sonra sınıflar yeniden oluşturuldu ve oluşturulmaya devam ediliyor. Türk sermayesinin artık çok güçlü bir pozisyonu var. Türkçe konuşan Kıbrıslıların üst sınıfının tasfiye edilmesi için yasalar çıkartıldı. Türk sermayesinin Kıbrıs’ın kuzeyine taşınması hız kazandı.
Kıbrıs ile bağı olmayan, hatta hiç gelmeyen insanlara Türkiye’de KKTC vatandaşlığı dağıtıyorlar. Bu insanlar kamu sınavlarına giriyor, sınavı geçenler Kıbrıs’ın kuzeyine geliyor. Bürokraside bugüne kadar Kıbrıs’ta böyle bir aktarım ve yoğunlaşma olmamıştı. Şimdi bürokrasiyi de dönüştürmeye başladı. Başörtüsü yasası sistematik olarak yapılan saldırılardan sadece bir tanesidir.
Anladım…Aslında Türkiye’deki sistemin yansıması gibi geliyor; Sömürgecilik… Peki buna karşı anti- kolonyal bir mücadele de gelişiyor diyebilir miyiz ?
Kesinlikle son dönemlerde benim vurgulamaya çalıştığım şey budur. Sorunun adı Türk Yerleşimci Kolonyalizmidir. İsrail’in Filistin’e yaptığı bir uygulamadır. Yöntemler arasında benzerlikler ve farklılıklar vardır. Türkiye’de Kıbrıs’a bunu yapıyor. Ancak bu teorik anlamda teorize edilmemişti. Bazı dostlarmız özellikle gazeteci Aziz Şah bunu dillendiriyordu. Kıbrıslılar Birliği bunu ifade ediyordu. Ben, bunu teorize etmeye çalışıyorum. Eğer sorunu tespit edebilirseniz, ona göre de direnişini yaparsınız. Kıbrıs’ın kuzeyinde son zamanlarda Türk kolonyalizmi ifadesi yüksek bir sesle ifade edilmeye başlandı.
Elbette siyasal duruşumu antikolonyal siyasal söylem ve yöntemüzerinden gerçekleştirmeye çalışıyorum. Vicdani red eylemlerinde, cumartesi yaptığımız eylemde bunu öne çıkarıyor ve tartıştırmaya çalışıyorum. Sivil itaatsizlik, anti kolonyalizm, Türk Yerleşimci Kolonyalizmi gibi konular üzerinden yaşadığımız sorunları tartıştırmaya çalışıyorum kendi yaşadığım coğrafyada. Çünkü biliyorsunuz anti kolonyal mücadele çeşitli yöntemle gerçekleşebilir. Türkçe konuşan Kıbrıslıların nüfusu az olduğundan dolayı ve burada 50 binden fazla silahlı asker-polisbulunduğundan ve coğrafyamızın küçük olmasından dolayı burada silahlı mücadele vermek imkansız. Dolayısıyla bağımsızlık mücadelesinin diğer bir aracı sivil itaatsizlik eylemleridir ve ben bütün yaptığım eylemleri Türk işgaline, Türk Yerleşimci Kolonizmine karşı sivil itaatsizlik eylemleri olarak tanımlıyorum ve tabiki de yaşadığım topluma da çağrıda bulunuyorum. Türkçe konuşan Kıbrıslılar örgütsel ve kitlesel sivil itaatsizlik eylemlerini pratiğe geçirebilirse özgürlüklerini elde edeceklerdir. Ancak bu çok uzun ve zor bir yol, yolculuktur.
Sivil itaatsizlik eylemleri hangi boyutta? Toplumsal dokudaki yıpranmışlık ve çürüme göz önüne alındığında tepkiler yaygın mı, kitlesel mi ya da gelişiyor mu?
Şimdi elbette gelişmesi lazım. Bu ancak bilinç çalışmalarıyla olabilir. Bizdeki toplumsal çürüme aslında Rumca konuşan Kıbrıslıların mülkiyetinin çalınması ve Türkçe konuşan Kıbrıslılara bu hırsızlıktan pay verilmesiyle başladı. Buraya taşıdıkları nüfusa dağıttılar bu ganimeti ama Türkçe konuşan Kıbrıslılara da önemli bir pay verdiler. Yani çürüme ganimetin paylaşılmasıyla başladı. Mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmesiyle…
Öte yandan 80’lerden sonra Türkiye’deki kumarhaneler de buraya taşındı. 90’larda bu daha da yoğunlaştı. Bununla beraber kumar, kara para, uyuşturucu gibi olaylar buraya taşındı. Türkiye’deki mafyalar buraya taşındı. Dolayısıyla burası Türkiye’nin bir lağım çukuruna döndürüldü.. Pis işlerini yaptıkları bir yer oldu. Tabii sivil itaatsizlik eylemleri bireylerin kendi başlarına yapabileceği eylemler olduğu gibi kitlesel bir şekilde de yapılabilir. Örgütsel bir şekilde de yapılabilir ki ben bu noktada yani bunun kitlesel bir şekilde insanlarımızı bilinçlendirerek Türkiye karşı bir özgürleşme hareketinin olması gerektiğini düşünüyorum. Kitlesel bir şekilde bütün insanların, yığınsal bir şekilde Türkiye’nin müdahalelerine, Türkiye’nin, Kıbrıs’ın kuzeyini kolonize etmesine karşı ses çıkarması gerektiğini düşünüyorum. Bu noktada hikayenin başındayız. Toplumda sivil itaatsizlik eylemleri dillendirilmeye başlanıldı.
Bunun başarılmasının önündeki engeller nelerdir?
Şimdi tabii cemaatimizin bu bilinci yok. Bizim Türkçe konuşan Kıbrıslıların aslında en büyük sorunlarından bir tanesi aydın krizidir. Aydınlarımız, Türkiye’nin bize yaptığı uygulamaları bir sömürgecilik biçimi olarak daha göremedi. Görenler ve buna tepki gösterenler vardır. Bu dostlarımız ağır bedeller ödedi. Ancak büyük bir çoğunluğu sorunu bu şekilde tanımlamıyor. Dolayısıyla bu bize büyük bir dezavantaj sağlıyor. Çünkü Türkçe konuşan Kıbrıslılara kuzeyde belirli imtiyazların verilmesiyle birlikte ciddi bir “illüzyon” yaratıldı. Türkçe konuşan Kıbrıslı aydınlar kendilerini özne zannettiler. Ancak Türkiye, Türkçe konuşan Kıbrıslılara siyasilere çeşitli suikast girişimleri yaptı. 1989’dan 2004’e kadar ve etkileri oldu.Aydınlar, bunu görüp, işgalle hesablaşmayı tercih etmediler. Eden dostlarmız vardır. Bunun altını çizmek isterim.
Ne yazık ki akademide de bu tarz görüşlere yer verilmiyor. Böyle düşünen insanlar akademiye alınmıyor. Bu da bize büyük bir dezavantaj sağlıyor. Yeterli çalışmalar yapılmadığı için şu an böyle bir kitlesel bilinçten bahsetmek zor. Ancak küçük bir çevre var ki bu bilince sahiptir ve bu bilinç doğrultusunda siyaset de üretiyor. AKP’nin, özellikle 2020’de cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahale etmesiyle beraber tabii bu hassasiyet artmış durumdadır. Bu eylemlere katılım da artmış durumdadır. Özellikle başörtüsü konusuyla ilgili iki büyük eylem gerçekleşti. Nüfusumuza göre ciddi bir katılım gerçekleşti. Birincisine 13 bin insan katıldı. İkincisinde de katılım çok yüksekti.
Burada bir şey sorabilir miyim; o eylemleri takip etmeye çalıştım ama şu çok dikkatimi çekti; Denktaş ailesinin çocukları da eylemdeydi? Bunu nasıl değerlendirmek gerekiyor?
Denktaş ailesi AKP tarafında tasfiye edildi. Biliyorsunuz; az önce de bahsettim; liderlik sürekli olarak Türkiye tarafından atandı, belirlendi. Türkiye, 1930’da İngiliz kolonyal döneminden bu yana seçimlerimize müdahale ediyor. 2003- 2004 Annan Planı sürecinde Denktaş ailesi AKP tarafında tasfiye edildi. Onun yerine Mehmet Ali Talat, Cumhuriyetçi Türk Partisi lideri getirildi. Şimdi Denktaş ailesi tasfiye edildiği için ve hiçbir şekilde siyasal anlamda bir pozisyona getirilemedikleri için dolayısıyla bir taraf olmak zorunda kaldılar. Bu anlamda tabii bu din konusu da hassas bir mesele…Denktaş ailesi laik bir ailedir. “Anavatana” olan bağlılıklarını dile getiriyorlar ve ‘Anavatan’ diyor onlar ama bu başörtüsü konusunda sağın bir kısmının da hassasiyeti var. Evet, bu olaya tepki gösteriyorlar. Ersin Tatar’ın eşi bile tepki gösterdi. Bu Türkiye ile ana bir çelişki içinde olduklarını göstermez. Sadece AKP ile bazı noktalarda ayrışıyorlar.
Anladım. Bir de Kıbrıs’ın muhalif medyasından söz etmek istiyorum. Son günlerde gazetecilere yönelik baskı ve tehditler gündeme geliyor. Orada neler yaşanıyor?
Burada muhalif medya ciddi bir saldırı altındadır. Özellikle 2018 yılında ciddi bir kırılma yaşadık. 2018 öncesi de Afrika/Avrupa Gazetesi’ne; Şener Levent ve oradaki arkadaşlarımıza davalar açılıyordu. 22 Ocak 2018’de Türkiye’nin buraya taşıdığı nüfus, Erdoğan’ın emriyle Afrika/Avrupa gazetesine saldırdı. Bilmiyorum, bunu gördünüz mü, orada gazeteciler öldürülmek istendi. İşte o gün orada ciddi bir kırılma yaşandı. Onun arkasından da 2020 seçimleri yapıldı.
Ondan sonra da Şener Levent’e TC vatandaşı olmamasına rağmen Ankara’da davalar açıldı. Ve Şener Levent suçlu bulundu. Bunun yanında Ayşemden Akın isimli gazeteci arkadaşımıza da Ankara’da davalar açıldı. Ayşemden’in sanırım TC yurttaşlığı vardır ve o da Ankara’da yargılandı. Tabi bu gazeteciler hiçbir şekilde Türkiye’de bulunmadı yargılanma sürecinde. Yani mahkeme süreci olurken buradaydılar. Onlar yargılandı ve onlara ceza verildi. Bunun yanında Ali Kişmir dostumuz gazeteci, aynı zamanda Basın-SEN sendikasının başkanıdır. Ali, 2020 seçimleri müdahalesine karşı bir yazı yazdı. Türkiye’nin buradaki elçisi, Ulusal Birlik Partisi’ne ait bazı milletvekillerini, güvenlik kuvvetlerine ait “Beyaz Ev” adı verilen bir restoranda topladı. Bu muhalif milletvekilleri Türkiye’ye değil Ersin Tatar’a muhaliflerdi. Bunlar elçi tarafından uyarıldı. Ali bu uyarı konusuyla ilgili sosyal medyada bir yazı yazdı. Ve şu an Ali Kişmir 10 yıllık bir hapis cezası ile karşı karşıyadır. Tarihimizde bir ilktir zira bu dava da güvenlik kuvvetleri komutanlığının şikayeti üzerine açıldı. GKK’nın başındaki komutan da Türkiye tarafından atanıyor.
Bunun yanında Ayşemden Akın arkadaşımız, Halil Falyalı’nın ilk adamı olan Cemil Önal ile mülakat gerçekleştirdi. Hollanda’da ve biliyorsunuz Cemil Önal da öldürüldü. O röportajda AKP’nin kuzeyde yasadışı olarak yarattığı ortamla ilgili uyuşturucu, kara para ve AKP’li bazı siyasilere ait kasetler gündeme geldi ve siyasilerin bazı ilişkileri deşifre edildi. Bu nedenle Türkiye’den Ayşemden’e bir telefon geldi ve Türkiye’den Ayşemden’i öldürmek için 3 kişinin Kıbrıs’a geldiği ifade edildi. Dolayısıyla Ayşemden de ölüm tehditleri alıyor. Bunun yanında Cenk Mutluyakalı, Serhat İncirli, Ersin Tatar’ın şikayeti üzerine yargılanmaya başladı. Dolayısıyla muhalif gazetecilere ciddi bir baskı söz konusudur. Selma Eylem hocamız var Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası Başkanı… Başörtüsüyle ilgili olarak muhalefetin örülmesinde önemli bir rol üstlendi diğer hocalarımızla birlikte. O da ölüm tehditleri alıyor. Şu an dolayısıyla Kıbrıslı gazeteciler ve Kıbrıslı muhalifler ciddi bir tehdit altındadır.
Şunu da söyleyeyim. Son 9 ayda Türkiye’den Kıbrıs’daki iş adamlarına suikast yapmak için kişiler geliyor. Son 9 ayda 9 kişi geldi. Bunlar suikast işlemek için geliyorlar. Bunlardan sadece 2si tutuklandı. Bu da Halil Falyalı cinayetiyle başlayan yeni bir süreçtir. 1989’dan 2004’e kadar hem Kıbrıslı siyasiler hem de Kıbrıslı işadamları Türk derin devleti tarafından suikast girişimlerine uğramıştı ancak 2004’ten 2018’e kadar böyle bir şey çok yaşanmadı. 2018 Afrika/Avrupa Gezetesi saldırılarından itibaren, aslında Türkiye’deki siyasetle birlikte buradaki ortam da çok sertleşti.
Peki, Türkiye iç siyasetindeki olası değişiklikler oraya yansıyacak mı? Diyelim ki Erdoğan gitti yeni bir hükümet geldi, Kıbrıs’ın kuzeyine ve sizin mücadelenize bu nasıl yansıyacak, ne tür etkileri olacak?
Ben şimdi biraz daha farklı bir noktadan bakmaya çalışacağım. Türk kapitalizmin gelişimini incelemeye çalıştım. Türkiye’deki Türk kapitalizminin başlangıcı 1950’liler Demokrat Parti’nin iktidara geldiği dönem. Türkiye’nin Kıbrıs ile ilgilenmeye başladığı dönem de o dönemdir aslında. Şimdi Türk kapitalizminin gelişimiyle birlikte Türkiye’deki siyasal süreç de paralel bir şekilde gelişiyor. Özellikle 2016’da Türkiye Varlık Fonu’nu ilan etti. Türkiye neoliberalizm ve devlet kapitalizmi arasında bir yerdeydi. Neo liberal ekonomik modeli takip ederken Devlet kapitalizmini andıran uygulamalar yapılmaya başlandı Gezi Park’ı eylemlerinden sonra. Son dönemde TÜSİAD’ın başkanı ve yönetim kurulundan 1 kişiye davalar açıldı. Türkiye’de Siber Güvenlik Daire Başkanlığı kuruldu. Bu da şirketlere yönelik bir adımdı. Yani verilerin verilmemesinden dolayı patronların tutuklanabilme ihtimali var.
Gördüğüm kadarıyla AKP şirketlerin yönetim kurullarına kendi partililerini de atamaya başladı. Dolayısıyla Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasını da ben Türk kapitalizminin gelişimine bağlıyorum çünkü AKP ile birlikte Türk kapitalizmi çok ileri bir seviyeye geçti. Bugün AKP’nin, Türkiye’nin Suriye’de, Afrika’da da koloni politikaları var. Aslında Asya’da da koloni politikaları var . Dolayısıyla İmamoğlu’nun tutuklaması önemli bir sürecin de başladığının göstergesidir.
Yani Türkiye neo liberal ekonomik modelden koptu. Devlet kapitalizmine geçti. Türkiye’nin Devlet kapitalizmine geçmesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi neoliberal kapitalizmdeki krizdir. Bütün dünyada neoliberal ekonominin krize girmesiyle Çin ve Rusya ön plana çıktı. Hatta batı ülkeleri de devlet kapitalizmine geçiyor. Dolayısıyla devlet kapitalizminin öngördüğü bir hukuk biçimi, devlet kapitalizminin öngördüğü bir kültür, siyaset biçimi var. Şu an hem Türkiye’de hem de Kıbrıs’ın kuzeyinde yaratılan siyasal ortam devlet kapitalizminin dayattığı bir yaşam biçimidir. Devlet kapitalizmi totaliter sistemler yaratmaktadır. Parti ve partinin başındaki kişi mutlak bir güce ulaşmaktadır. Türkiye devlet kapitalizmine geçti ve bu uzun bir zaman daha böyle gidecek gibi görünüyor. Dünyada da böyle gidecek. Bu anlamda Türkiye’deki iktidar değişse de Kıbrıs’ın kuzeyinde hiçbir şey değişmeyecek. Aynı şekilde Türkiye’de de değişeceğini düşünmüyorum. Çünkü bunu ekonomik ilişkiler üzerinden değerlendiriyorum. Bugün CHP’ye baktığınız zaman, Ekrem İmamoğlu İstanbul belediye başkanı olduğunda makamına bir imam getirdi ve imam makamda dualar okudu. Siz bunları 2002 öncesi göremezdiniz. Dolayısıyla AKP Kemalizm’i yeniden tarif etti. Atatürkçülüğü yeniden tanımladı. Kemalizm’i siyasal İslam ile karıştırdı. Yani Türkiye artık başka bir noktadır ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Hayatın her alanında direnişi örmek zorundayız. Tarih karşısında kendi cephelerimizi oluşturarak, ezilenler için alternatif yaratmak zorundayız. Bu tarihsel süreçte bu sorumluluğu almalıyız.
https://nupel.tv/karapasaoglu-kibrisin-kuzeyi-turkiyenin-lagim-cukuruna-donusturuldu/
İŞTE KEMALİST REJİM
İki örnek:
12 Eylül 1980 Cuntası:
Çocuk Erdal Eren’in yaşını evrakla büyüttüler.
13 Aralık 1980’de idam ettiler.
1937 — Kemalist Rejim:
Yaşlı Seyid Rıza’nın yaşını küçülttüler.
Oğlu Hüseyin’in yaşını büyütüp
15 Kasım 1937’de idam ettiler.
İşte Kemalist rejim budur.
Dün de…
Bugün de…
Naletle…
Mahmut Uzun
https://www.instagram.com/p/DJPMMRYq2Df/
POSTKOLONYAL BİR “DAVA” OLARAK “YENİ TÜRKİYE”NİN YENİ ULUSU
https://dspace.ankara.edu.tr/server/api/core/bitstreams/3203bc7f-0b88-4523-a148-f7dd740a1c54/content
Postmodernizm, post-Kemalizm ve ötesi: Eleştirinin patikaları - Gökhan Şensönmez, Ali Açıkgöz
İlker Aytürk, post-Kemalizm ve post-post-Kemalizm tartışmalarına temel teşkil eden makalesinde,[1] postmodernizmin, post-Kemalizm’i etkileyen en önemli uluslararası akım olduğunu söylüyor. Karşılaştırma içinse post-Siyonizm örneğini seçiyor. Fakat kanımızca, postmodernizm yalnızca post-Kemalizm’e etkisiyle değil, özellikle eleştirel düşünce çerçevesinde geçirdiği tarihsel dönüşüm açısından da kıymetli bir örnek teşkil ediyor. Bu makale, tekil düşünürleri aşan; lakin sorulan sorulara, girilen düşünsel yollara, kabulleniş yahut reddiyelere az çok etki eden, bir diğer tabirle paradigmatik nitelik kazanmış, zamanla bayağılaşmış ve eleştirelliğini tüketmiş iki düşünceyi bir arada tartarak eleştirinin “yeni” biçimini ve gidişatını tartışma çabasıdır.
Jean François Lyotard 1979’da yayımlanan kitabında modernizmi kendini bir üst anlatı ile meşrulaştırmak, postmodernizmi ise üst anlatılara karşı şüphecilik yahut inançsızlık olarak tanımlamıştı.[2] Özellikle modern bilim meşruluğunu nihayetinde kendi dışında kalan politik ve felsefi anlatılarda buluyor, bilimin eleştirelliği bu anlatılara dokunmuyor yahut dokunamıyordu. Basitçe örneklemek gerekirse, Karl Popper’ın kuramların yanlışlanabilirliğinde bulduğu temel bilim ilkesi, bu ilkenin bizzat kendinin de yanlışlanabilir olmasını gerektirmiyordu. Bu ve bunun gibi “bilimsel dogma”ların ortaya döküldüğü postmodernizm, eleştirel bakışın sınır tanımadığı yeni bir evre olarak ortaya çıktı.
Modern bilim, ilerleme (terakki/progress) vizyonuyla, özgür özne olan insanın düşmanı olarak kalıpçılığı, gelenekçiliği, dogmatik düşünceyi ve özellikle Fransa’da dini ve kiliseyi hedef tahtasına oturtmuştu. Kant’ın meşhur tabiriyle, insanın bilme cüretiyle olgunlaşma safhasına geçtiği bir dönem olan Aydınlanma ile birlikte, düşünce eleştirel olduğu sürece doğanın yahut Tanrı’nın koyduğu sınırları önce anlamak sonra da aşmak için biricik yöntem olarak görüldü. Marx, Arnold Ruge’ye yazdığı mektupta yapılacak şeyin “her şeyi acımasızca eleştirmek” olduğunu yazdı. Eleştiri, insanın özgürleşmesinin önüne çıkan tüm engelleri devirecek, onu sınırlayan her şeyi aşmasını sağlayacak bir yaklaşım olarak benimsendi.
Postmodernizm ise modernitenin hâkimiyet kurduğu dönemde eriştiği statüye yine eleştirel bir tepki olarak ortaya çıktı. Modernizm insanı özgürleştirme serüveninde dünyanın geri kalanına şaşı kalırken, modern bilgi ve pratikler, kolonilerdeki ve fabrikalardaki sömürüyü azami dereceye çıkarmaktan; çarşıyı pazarı türlü metayla doldururken, en etkili yok etme silahlarını üretmekten de geri durmadı. II. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım ve 68 kuşağının rüzgârı, postmodernist eleştiriye gereken itkiyi sağladı. Modern devletler yeni baskı ve kandırma mekanizmaları keşfederken, yeni düşünürler de Nietzsche’nin sivri dilini keşfetti. Artık, insanın özgürleşmesi gibi üst anlatılara şüpheyle yaklaşılacak, eleştiri bu kez çıktığı noktaya, yani modernizmin kalıplaşan, dogmalaşan prensiplerine yönelecekti. Postmodernist eleştiri, formların özgürce bozulduğu sanat, edebiyat ve mimari gibi alanların yanında sosyoloji, psikoloji, tarih, siyasetbilimi gibi sosyal ve beşeri bilgiler bölümlerinde kısa zamanda popülerleşti ve bu alanlarda çok sayıda çalışmayı etkiledi. Belli bir ölçüde siyasallaşmanın sonucunda Aydınlanma, rasyonel düşünce ve bilim, baskıcılık ile beraber anılır oldu. “Hakikat, akıl, varlık, insanlık, emek” gibi kavramların karşısına “yapısökümü, ötekilik, kimlik, madunluk” gibi kavramlar konuldu. Postmodernizm içinde belli kimliklere dizinli kavramlar, tözcülüğün dışlanmasına rağmen değerli kılındı. İşçinin yahut insanın özgürleşmesi, insanın dünyadaki varlığının koşullarının iyileştirilmesi, aklın ve bilimin ilerlemesi gibi üst anlatılar, sundukları hakikat ile birlikte artık eleştirel bakışın hedefiydiler. Postmodernizmin başlangıçtaki yekpare anlatıya karşı gelişen ve farklılıklar içinde olsa dahi anlama ulaşmaya çalışan eleştiri çabası, kimlikler çerçevesine tutunan çokpare bir anlam reddiyesine dönüşmüştü.
POST-KEMALİST ELEŞTİRİNİN POSTMODERN İZDÜŞÜMLERİ
Post-Kemalizm’i postmodernizm ile birlikte düşünmek pek de zor değil. Nihayetinde, post-Kemalist düşüncenin “Kemalist-modernist” eşlemesi ve bu kapsamda Türkiye’deki asıl vakayı “Kemalist modernleşme” olarak görmesi bu iki eleştirel akımı belli noktalarda ortaklaştırıyor. Tarihsel olarak bakıldığında ise, doğduğu 1980’lerde post-Kemalizm, özellikle Amerikan akademisinde yerleşen postmodernizmle, yalnızca eleştirdiği mefhumun modernist niteliğini aşmaya yönelik bir bağ kurmuştur. Post-Kemalizm’in de düştüğü çıkmazlara gelmeden, yahut Tanıl Bora’nın Marx’tan ilhamlı tabiriyle “eleştirinin eleştirisi”nden[3] önce, bu akımın bize temelde ne söylediğine kulak vermek ve postmodernizmle kurduğu bağı karşılaştırmalı bir perspektifle ortaya koymak gerek.
Foto: Hüseyin Türk
Kabaca, post-Kemalizm’e göre Kemalizm, radikal bir modernleşme projesi olarak modernleşmenin tek yolunu Batılılaşmada görmüş, ülkeyi geri bıraktığı düşünülen din temelli düşünceye karşı agresif bir laiklik politikası gütmüş, çok kültürlü ve çok etnisiteli toplumu milliyetçi uygulamalarıyla tektipleştirmiş, pozitif bilimlere, dolayısıyla “evrensel doğru”ya adanmış ve Mustafa Kemal Atatürk’ün karizmatik liderliğinde sembolleşmiş yekpare bir ideolojidir. Bu açıdan, post-Kemalizm’in üzerine en çok bilgi ürettiği tarihsel dönemin, Türkiye’nin aceleci modernleştirme pratiklerinin yoğun ve iktidar öznesinin berrak olduğu tek partili dönem olması garip değil. Bu dönem, pek çok açıdan örtüşen, modernizmin içerisinde de benzer şekilde bulunan, ancak çeşitli nüanslarıyla öne çıkan üç temelde eleştirildi.
Bunların başında, Kemalizm’in Aydınlanmacı bir ideoloji olduğu teşhisi geliyor. Kemalizm’in Aydınlanmacılık iddiası şüphesiz beraberinde getirdiği evrenselcilik, akılcılık ve ilerleme söylemi ve özellikle tek partili dönem eğitim politikaları ile ilgiliydi. “Modernleşme eleştirisi” söylemi ile post-Kemalizm, bu Aydınlanmacılığın ilerleme getirmek bir kenara dursun, bunun toplum ve muhalefet üzerinde “gericilik” kılıcının sallanmasına yarayan bir tür ideolojik argüman olduğunu vurguladı. Akılcılık, bilim ve ilerleme, bir üst anlatı olarak Kemalizm’in bir yandan kendini meşrulaştırmak, öte yandan toplumun kendi kültürünün tepeden inmeci bir şekilde değiştirilmesi için birer araçtı. Postmodernist eleştiri Avrupa’nın tekelleştirdiği modernliği; başka olan, otantik modernlik biçimleriyle ikame ederek çoğullaştırmayı vazife edinmişti. Bu bağlamda, post-Kemalizm de Türkiye’de Kemalist modernleşmenin dışarda bıraktığı, ötekileştirdiği kimlik ve ideolojilere modernlik atfederek kalıpları kırmayı amaçladı.
İkinci eleştiri odağı Kemalizm’in toplumu ulus inşası yoluyla tektipleştirmesi üzerinde hayat buldu. Özellikle erken Cumhuriyet kendi kalıplarına sığmayanları törpülerken, kalıba hiç uyduramadıklarını kamusal alandan hatta milli sınırlardan dışlamıştı. Örneğin, her tür etnisiteden Müslümanlar bir yandan Türklük kazanında kavrulurken, İslâm özel alana itilmiş, öte yandan gayrimüslimler yaşadıkları toplumun mozaiğinden koparılmıştı. Osmanlı’nın çok kültürlü mirası hızla bir kenara bırakılmış, her toplumsal alanda tektipleştirme uğruna yerellik ehlileştirilmiş ya da yasaklanmıştı. Bunun sonucu olarak da modern bireyleri değil çoğunluğu ve modern toplumu ön plana çıkartan bir siyasi kültür insanlara dayatılmıştı.
Üçüncüsü, Kemalizm’in bilimsel görüntüsünün altında gizlenen dogmalarının varlığıydı. Modern eleştirinin kendini eleştirmede girdiği çıkmazın nüveleri, Kemalist modernleşmenin de içinde elbette ki olacaktı. Zaten böyle aceleci bir değişim hareketinde bilim, olsa olsa baskının ve tektipleştirmenin bir aracı olarak işlevsel bir görev görebilirdi. Toplum kendisine tamamen yabancı fikirlerin/davranış kodlarının/kültürel öğelerin dayatılması ile yeniden şekillendirildi. Siyasal alanda ise Kemalizm, temelde demokratik bir dönüşümden çok tepeden inmeci bir modernleşme hareketi, belirli bir bürokratik zümrenin iktidarını korumaktan başka bir işlevi olmayan, eleştiriye kapalı bir ideolojiydi. Bu duruma ses çıkartanlar susturuldu, hapsedildi, sürüldü ya da öldürüldü. Özgür tartışma ortamının yokluğunda, Türkiye’de sivil toplumun oluşumunun önü kapatıldı.
Buraya kadar yapılan özette dikkat edilmesi gereken nokta, post-Kemalist “anlatının” tek tek kişilerin ortak olarak kabul ederek yaptığı bir tekil söylem değil, kişileri aşan paradigmatik bir özellik kazanmasıdır. Bu paradigma 1990’lar boyunca ortak yayın platformları, kitap çalışmaları, hatta belgesel çalışmalar ile kamusal yaygınlık kazandı. 2000’lerde ise artık medyanın genelinde post-Kemalist kamusal entelektüeller kilit roller edinmişti. Zaman içinde post-Kemalizm’in akademik bir paradigmadan kamusal paradigmaya dönüşmesi ile argümanlar gitgide kendini tekrar etmeye başladı. İktidarın yargılamalar ve referandumlar ile sürece dâhil olmasıyla birlikte entelektüel bir sorgulamadan çok, siyasi bir hesaplaşmaya dönüştü. 2013’ten sonraysa bu iki tavır arasında kesin bir yol ayrımı yaşandı.
Hikâyenin bu kısmı da, postmodernizmin izlediği yola epeyce benziyor. Başlangıçta Fransa’da 1960’larda egemen paradigma olan “yapısalcılığa” çeşitli alanlardan yönelen eleştiriler ortak platformlar ya da çalışmalar ortaya koymamıştı. Lakin yapısalcılığı aşmak isteyen düşünürler kısa zamanda Amerikan sosyal ve beşeri bilimlerinde popülarite kazandı. Öyle ki Fransa bağlamında gerek bölüm farkları gerekse de fikirlerinin çeşitliliği sebebiyle pek de yan yana durmayan bu eleştirel düşünürler, Amerikan akademisinde “postyapısalcılık” ya da daha popüler adıyla “postmodernizm” gibi tek bir etiketin altına toplanmış ve daha çok tek bir mercekten okunmuştu.[4] Bu okumanın etkileri çeşitli akademik tartışmalarla değişik zamanlarda gündeme gelse de günümüzde bilhassa “post-hakikat” kavramı çevresinde çok daha yoğun bir tartışma açılmış gibi görünüyor. ABD başkanı seçilen Donald Trump’ın yönetim tarzı ve söylemleri postmodernizmin Amerikan siyaseti ve akademisine bıraktığı miras etrafındaki tartışmaları da alevlendirmişe benziyor.[5] Karşılaştırmalı açıdan, iki kamusal tartışma ortamı arasındaki önemli bir fark, Türkiye’de 1980’lerden 2020’ye kamusal tartışma alanları hâlâ tehditler, saldırılar, cinayetler ile kirlenmişken, Batı’da postmodernizm üzerine tartışmaların yaşandığı kamusal alanların görece daha özgür olduğudur. Özellikle, post-Kemalizm’in doğduğu ortamın da aynı bugünkü gibi eleştirelliğe kapalı oluşu, bu düşünce akımının başlangıcındaki cesur nüveyi göz önüne getirmeyi gerektiriyor.
BAYAĞILAŞMA VE ELEŞTİRELLİĞİN KÖRELMESİ
Post-Kemalizm başlangıçta sol düşünce kökenli akademisyen ve düşünürler arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşme sorununa çözüm arayan, 12 Eylül darbesi sonrası dönemde toplum-siyaset ilişkilerinde görülen sorunların Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu döneme atıfla eleştirilmesi temeline dayanan bir düşünce ekolü olarak ortaya çıktı. İttihat ve Terakki ve sonra da CHP hükümetlerinin siyaset, kimlik, vatandaşlık, toplumsal cinsiyet ve insan hakları politikalarının eleştirilmesine yoğunlaşan araştırmacılar, ortaya yeni ve önemli sorular attılar. Temel amaç bu dönemin kişi ve sembolleri üzerinden yaygınlaştığı düşünülen dogmatik, otoriter siyaset ve totaliter toplum politikalarının eleştirilerek aşılması, böylelikle de Türkiye’de demokratikleşmenin önünün açılmasıydı.
Post-Kemalist yaklaşım yaşanan siyasi gelişmelerin ve entelektüel çevrelerde yaşanan kırılmaların etkisiyle hızla Kemalist paradigma karşısında anti-hegemonik bir nitelik kazandı. Öyle ki sosyal ve beşeri bilimlerin çok farklı alanlarında Türkiye’nin kuruluş dönemine bakarak 1980 sonrası dönemi anlayan ve açıklamalar getiren bir paradigma ortaya çıktı. Bu on yıllara yayılan süreçte önceki paradigmaların anti-demokratik ve anti-bireyci özellikleri de yekpare Kemalizm etiketi altında eleştirildi. Odağa Kemalizm’in fikri ve fiili modernizmi, akılcılık ve Batılılaşma ithalatçılığı oturtulurken, eleştirinin temel taşları da Batı’nın kendi modernleşme geçmişiyle hesaplaşmasından alıntılandı. Bu alıntılama süreci postmodern yaklaşımların etkisini hissettirdiği Batı’daki kurumlarda eğitim gören yeni akademisyen kuşaklarının yaptığı araştırmalarla beslendi ve post-Kemalizm’in bir paradigma olarak sosyal bilimlerde egemenleşmesini sağladı. Var olan teorik araçlar, hatta bunlar kimi zaman 1980 öncesinden kalma olsa da, bu yeni “post” teorilerin ışığında yeniden yorumlandı. Bu yeniden yorumlanma sürecinde ise kimlik temelli siyasal oluşumların özüne demokratiklik potansiyeli atfedildi. Var olan bilimsel anlama araçları bu kimlikleri içerecek ve onların demokratik pozisyonunu gösterecek şekilde yeniden yorumlandı. Bu yüzden zaman içinde kavramların bağlamlarından yer yer koptuğu, yer yer içlerinin boşalıp tamamen başka anlamlarla yeniden doldurulduğu ve bunun bir ölçüde de siyasi bir tavır olarak yapıldığı görülüyor. Hatta diyebiliriz ki, bu siyasi tavır 2002 sonrasında başat siyasal düşünce formu haline gelmiş ve kimlik temelli siyasi cenahlar eleştiriden muaf tutulmuş, iğne de çuvaldız da ısrarla geç Osmanlı-Erken Cumhuriyet döneminin aktör ve siyasi gruplarının “ideolojisine” batırılmıştı. O kadar ki yeri geldiğinde Kemalist/Atatürkçü addedilmek veya öteki olarak görülmek, fikirlerin ve görüşlerin okunmadan, olumsuz ya da olumlu anlamda etiketlenmesine ve sorulan sorularla (bazen hiç soru dahi sorulmadan) verilen cevapların tektipleşmesine yol açtı. Sonuç olarak, dogmatizmi kendine hedef almış düşünce insanlarının fikirleri ile bu fikirlerin entelektüel sermayesini kamusal ve siyasal ortamlarda harcamaya yönelik postmodern pastişler arasındaki makas artık Kuhn’un “paradigma kayması” dediği türden bir arayışı gerektirecek kadar açıldı. Post-Kemalist akımın başlangıcındaki eleştirel tavır, hem akademik hem de akademi dışı aktörler elinde, siyasi araçsallaştırmalar doğrultusunda bayağılaştı. Paradigmatik olarak yaşanan bu bayağılaşmaya üç örnek sunmak istiyoruz.
Var olan modellerin tahrifi: Şerif Mardin’in Osmanlı’da/Türkiye’de modernleşme sürecini anlamak için ortaya atılan merkez-çevre çerçevesi özellikle 2002 sonrası hızla farklı kimlik kategorilerinin indirgenmesi için kullanılan bir üst-ikili-karşıtlığa dönüşmüştü.[6] Onur Bakıner’e göre bu ikili karşıtlık, Mardin’in bu ikili çerçeveyi çeşitli olası toplumsal ikiliklerden sadece bir tanesi olarak kurmasının çok ötesinde anlamlandırıldı. Bu, sebep-sonuç ilişkisi okuması yapan çeşitli akademisyen, gazeteci ve siyasetçilere göre birtakım konularda tek sebepti: “Laik-dindar”, “otoriter-demokratik”, “elitist-halkçı/popülist”, “asker-sivil”, “seçilmemişler-seçilmişler”, “zengin-fakir”, “çoğunluk-azınlık”, “devlet-toplum”, “devletçi-piyasacı”, “üniterist-gayri üniterist”[7] gibi ikiliklere uğrayan bu mutlak açıklayıcılık, kimi entelektüellerce de “beyaz Türkler-siyah Türkler” karşıtlığına kadar getirilmişti.[8] Postmodern kimlik vurgusu ışığında merkez-çevre çerçevesi Türkiye’de toplum ve siyaseti anlamak için bir araç olmaktan çıkartıldı. İçindeki teorik nüanslar kaybettirilerek, modeli yanlışlayan ampirik örnekler görmezden gelinerek, vaktiyle neden çok kültürlü ve kimlikli bir ülkenin kurulmadığını açıklamak ve bu durumun nasıl aşılacağını göstermek adına bu yaklaşıma dogmatik bir değer atfedildi.
Var olan eleştirilerin tahrifi: Kavram genleşmesinin yekpare bir Kemalizm karşısında çok parçalı kimlikler halinde tezahürünü tam olarak anlayabilmek için bu genleşmeye paralel bir gelişme sergileyen İdris Küçükömer’in entelektüel mirası üzerindeki tartışmalara bakmak yararlıdır.
Küçükömer’in asıl olarak 1968 sonrasında sol içi hizalanmaya dair nüveler[9] taşıyan Düzenin Yabancılaşması: Batılaşma eseri, özellikle belli bölümleri Kemalizm ve modernleşme eleştirisi olarak görülen “sağ-revizyonist” bir tarih anlatısının kaynağı olarak sunulmuştu.[10] Bu durum sadece sağ Küçükömer yorumcularına atfedilecek bir durum da değildir. Murat Özyüksel, Küçükömer’in tezlerinin tabiri caizse nasıl çarpıtıldığını hem sol hem sağ görüşlü yazarların metinleri üzerinden detaylı bir şekilde ortaya koymuştur.[11] O kadar ki Düzenin Yabancılaşması’nda var olmayan ifadeler varmışçasına kitabın kapağına kadar taşınmıştı.[12]
Gerçekten de Küçükömer’in kitabı kapağına bakarak yargılandığında sanki “sol/gerici/laik” ve “sağ/ilerici/İslâmcı” ikilikleri anlatılıyormuşçasına bir bağlamdan kopma ortaya çıkıyor. Dolaşıma sokulan fikirler bir yandan başka bir politik amaca hitap eden; ancak Küçükömer’in de orijinal bir düşünür olarak hürmet gördüğü postmodern bir pastişe dönüşüyor. Başından beri “ortanın solunda olmak” üzerinden gericilik olarak kodlanan Kemalizm artık tarihsel, hatta genetik bir yapı arz etmekte, Türkiye’de sivil toplum ve demokrasinin gelişimini engellemektedir; öte yandaki ilerici “İslâmcı halk cephesi” ise özü itibariyle demokratiktir ve ilericidir, çıkarımı yapılıyordu.
Eleştirinin kimlik siyasetinin gölgesinde aksaması: Türkiye’de post-Kemalist eleştiri, bu kavram setlerinin yeni akademik ve politik anlatıların eleştirel düşünce temelinde bir tür “kefalet siyasetine” kapı aralanmasıyla aksamıştır. Örneğin, akademisyenlikten siyasete, oradan da 2016 öncesinde başbakanlığa gelen Ahmet Davutoğlu’nun dış politika ve “medeniyet” üzerine fikirleri uzun bir süre eleştirel süzgeçten geçirilmemişti. Bunun önemli bir sebebi, Davutoğlu’na İslâmî düşünür kimliği sebebiyle, dönemin koşulları içerisinde kefil olunurken, eserlerinin okunmaması olabilir mi?[13] Hâlbuki akademik geçmişi her fırsatta hatırlatılan ve övülen bir politik figürün fikirlerinin farklı eleştirel süzgeçlerden geçirilmesinin sosyal araştırmacılara siyasal İslâm’ı anlamak açısından gösterebileceği hiç mi bir şey yoktu? Post-Kemalizm, eleştirelliğinin sınırlarını aynı postmodernizmin kendi bağlamındaki kimliklere yapmadığı gibi, Kemalist modernizmin ötekilerini kapsayacak şekilde genişletmemiş, demokrasi potansiyeli görülen aktörler hakkında meraksız kalmıştı.
Kısacası başlangıçta eleştirel kavramsal araçlar olarak ortaya atılan bazı bilimsel kavram setleri, zamanla basmakalıplaştılar ve açıklayıcılıkları arttıkça eleştirelliklerini yitirdiler, katılaştılar. Sürekli kendini tekrar eden ikili karşıtlık anlatıları, bu kavramların yanlışlanarak eleştirel güçlerinin yeniden kazanılmasını da engelledi. Hâlbuki bu kavram setlerini ortaya atan Şerif Mardin gibi düşünürler zaman içinde bu kavramlarla gerektiğinde hesaplaşmaya girişebilmişti. Dahası, yaşanan bayağılaşmaya karşı duran Nuray Mert, Mete Tunçay gibi düşünürler belki de paradigmatik seviyede yaşanan bir tür postmodern endişesizlik sebebiyle bu kavramların basit kimlik setlerine indirgenmesinin önüne geçememişti. Bu endişesizlik dışarıdan telif edilmiş teorinin, kitle iletişim araçlarının ve bugünlerde esamisi okunmayan küreselleşmenin dünya düzeninde ulus-devlet modeli aleyhinde temelden değişimler yaratacağı inancının sağladığı güvenle perçinlenmiş olabilir.
Öte yandan post-Kemalizm ve postmodernizmin temel bir farkı, araştırma odaklarının ve dönemlerinin farklılaşması. Postmodern eleştirel çalışmalar odaklarını geniş zaman dilimlerine çevirmişken, çok farklı alanlarda “kesişimsellik”, “kuir”, “beyazlık”, “madunluk”, “post-kritik”, “post-hakikat” gibi kavramsallaştırmalarla ya da tartışmalarla yeni üretimlere devam etti. Post-Kemalizm ise özellikle 2002 sonrasında, neredeyse sadece 1913-1950 arasına odaklanarak bu dönemde, sonrasında ve özellikle günümüzde her an, her yerde, her şeyi açıklayabilen; ancak tarihin öznelerini tanımlamakta yetersiz kalan, bu yüzden de soru sorma/üretme/anlama/açıklama yetilerinin de etkilendiği, postmodern eleştiriye kıyasla oldukça köreldiği bir paradigma oldu. “Kemalizm”, “resmî ideoloji”, “egemen yapı”, “vesayet rejimi” gibi kavramlar kendilerine yüklenen anlamlar arttıkça gitgide birer boş gösteren halini aldılar. Post-Kemalist anlatı dogmatizm eleştirisi ile yola çıkıp sonunda yeni soruların sorulmadığı bir dogmatizmin kurulmasına kadar varmıştı.
SİPER SAVAŞLARININ ÖTESİNDE: KIRILGAN BİRLİKTELİKLER
Aytürk’ün makalesine dönersek, post-Kemalizm sonrası akademik çalışmaların temel niteliği, dönemsel odağın erken Cumhuriyet’ten Soğuk Savaş Türkiye’sine kayması ve günümüzün uç-sağ temelli iktidarının/iktidar blokunun tarihsel kökenlerini anlamak olacak gibi görünüyor. Bu süreçte öncelikle metodolojik kriterlerin ciddiyetle uygulanması, epistemik olarak aşırı indirgemecilikten kaçınılmasına da dikkat çekiyor. Burada asıl önemli soru; yeni paradigmaların kaderinin, 1980 sonrasında Atatürkçülüğü baskıcı uygulamaları meşrulaştırmakta kullanan askerî rejimin ideolojik ve kurumsal kökenlerini arayan akımınkinden ne farkı olacağıdır. Elbette, bu sadece akademik araştırmaların farklı dönemlere yoğunlaşmasıyla aşılacak bir sorun değil. Aytürk’ün vurguladığı bilimsel standartların titizlikle uygulanması prensibi her ne kadar çok önemli olsa da kutuplaşma ortamında bayağılaşma riskini aşmak için yeterli görünmüyor. Önerimiz, yeni paradigmaların eskisini aşabilmesi için eleştirellik çerçevesinde yeni bir yaklaşıma ihtiyacımız olduğudur. Bu yaklaşım akademinin de dâhil olduğu düşünce ve tartışma mecralarının son derece daraldığı bir ortamda, post-Kemalizm ve post-post-Kemalizm taraflarındaki siperlerin terk edilmesi, hâlihazırda kırılgan olan birlikteliklerin korunması anlamına geliyor. Siperlerin terk edilmesi, post-Kemalizm’e karşı yıkıcı bir hücum niteliği kazanırsa eleştirellik açısından anlamını yitirecek ve böylelikle savaş yeni siperlerde tekrar edilmiş olacak.
Bu noktada tartışmaya postmodernitenin yıkım silahlarını bu kez postmodernizme doğrultan benzer iki örnekle başlamak yerinde olacak. Bunlardan birincisi, fizikçi Alan Sokal’ın Social Text dergisinin tam da “Bilim Savaşları” özel sayısına deney yapmak amacıyla gönderdiği ve “kuantum yerçekiminin sosyal ve linguistik bir yapı olduğu”nu iddia ettiği kurmaca makalesi çevresinde bilimsel bilgi üretiminin geldiği nokta. Bu makalenin ve daha sonra Sokal’ın çerçevesini giderek genişlettiği postmodernizm karşıtı hücumun amacı, yeni yollar aramaktan çok “kral çıplak” demekti.[14] İkincisi ise Lindsay, Boghossian ve Pluckrose’un birden fazla dergiye gönderdiği kurmaca makalelerin peşi sıra yayımlanmasıyla gündeme gelen, akademideki postmodern kimlik siyasetini eleştirmek için taktıkları isimle anılan “grievance studies” olayıdır.[15] İki karşı-saldırı dalgası da dergilerin yazı kabul kriterlerinin güçlü bilimsel kriterlere değil de kimlik siyaseti temelli kriterlere dayandığını gözler önüne seriyor. Ortaya çıkan tartışmalar yapılanın gayri ahlakiliğinden, bu “deneylerin” kontrol gruplarının yokluğunda postmodern akademiyi temsil edemeyeceğine kadar uzandı. Sonuç olarak da artık son derece banalleşmiş “pozitivist bilimciler” ve “sosyal inşacılar” arasında bir siper savaşının ötesine pek de geçilemedi. Yeni eleştirel yaklaşımın nüveleri ise bilim savaşının siperlerinden çıkmaya çalışan yahut kendi fikirlerinin de oluşmasında ciddi derecede etkisi olan bilimsel enkazın üzerine yenilerini eklemenin ötesine geçmek isteyen düşünürlerin eserlerinde mevcut.
İlk olarak, Bruno Latour eleştirinin geldiği durumu tartıştığı makalesinde, eleştirmenin içine yerleştiği “gerek putkırıcılık gerekse safiyane özgürlük inançlarını boşa çıkarmak adına” artık sadece kendisini doğrulamaya yarayan konfor alanından bahsediyor.[16] Latour’a göre eleştirel düşünce, postmodern halinde, olguları sorgulayarak ve kaygıları onların yerine yerleştirerek kendini yücelten ve aşağıda gördüklerine yukarıdan eleştirinin yıldırımlarını sallayan bir devridaim makinesine dönüşmüştü. Eleştirmeni her zaman haklı çıkartan eleştiri, bilimin altındaki zemini kaydırmış dünya ve insanlık için önemli konuların siyaseten reddi için kullanılmaya başlamıştı. Örneğin, dünyanın geleceğini tehlikeye atan bir olgu olarak “küresel ısınma”, bilimin altından çekilen zeminle birlikte “komplo teorisi” sınıfına rahatlıkla konulabilir olmuştu. Bu durum gerçek dünyadaki gerçek sorunlara dair çözümler üretmek şöyle dursun, artık bu sorunlar üzerinden beslenen siyasal aktörlerin işine gelmeye başlamıştı. Latour bu çıkmazı aşmak için epistemik düzeyde birkaç öneride bulundu: Olgular ile kaygıları ayırmak, bu ayrımı yaparken sadece olgular ya da sadece kaygıların peşinden giderek bilim yapmaya çalışmamak; inatçı bir ampirizme dönmek ve kaygıların olgularla ilişkisini çalışmak. Son tahlilde, eleştirmen saf inançlıların ayaklarının altındaki toprağı havaya kaldıran değil, toparlayıp bir araya getiren, düşünceye tartışma ortamı sağlayandır.[17] Başka bir deyişle, eleştirinin bilgi üretimi adına amacının, sadece put kırmaktan öte, aslında şeylerin bir araya gelişlerindeki kırılgan olguları ve kaygıların yönlerini göstermenin yanında, bilginin paylaşımı ve özgürce tartışılabilmesi için alan da yaratmak olduğudur.
İkinci olarak, Latour’u önceleyen ve yol gösterici bir yaklaşım, düşünceleri postmodernist yıkıcılığın önemli bir parçası haline gelen Michel Foucault’un Collège de France’daki son derslerindeki Aydınlanma tartışmasında görülebilir.[18] Foucault’ya göre eleştirinin sınırları anlama pratiğinden, sınırları aşma pratiğine evrilmeli; eleştirinin görevi ise evrensel değerlerin keşfedilmesinden çok bizi tam da burada, şu anda eylemin, düşünmenin ve konuşmanın öznesi yapan tarihselliğin farkına varmak ve onun ötesine geçmenin olanaklarını aramak olmalıydı. Latour’da olduğu gibi bilimi yeniden kurma derdine düşmese de Foucault eleştirel düşüncenin, bir teori, doktrin olmaktan çok bir karakter, bir tavır olması gerektiğini savundu. Burada bir yönüyle, Kant’ın Aydınlanma felsefesinde gördüğü cesaret, üzerindeki sınırlamaları aşmaya yönelik bir nitelik kazanıyor. Yani hem üst anlatıların hem de üst anlatı yıkıcılığının konfor alanlarını terk ederek yeni bilgi üretimine ve anlama/açıklama gayretine girişebilmeyi göze almak gerekiyor.
Post-Kemalizm’in mirası üzerine elbette uzun bir süre tartışılacak. Bu noktada amacımız, Kemalizm çevresinde gelişen tartışmayı yeniden tabulaştırmak yahut fikirleri ve tespitleri önemsiz saymak değildir. Lakin zaman neyin eleştirileceğinin tartışılmasından çok eleştirelliğin kendisini yeni bir zeminde tesis etmek zamanıdır. Ampirik ve teorik temelleri sağlam akademik araştırmaların önemi defaatle vurgulanmalıdır. Lakin tek başına bu araştırmalar artık toplumun her alanına nüfuz eden ayrıştırma karşısında yeterli olmayabilir. Olgular kırılganlıkları ölçüsünde korunmalıyken, akademinin belki de en önemli kaygısı daralan tartışma alanlarının savunulması olmalıdır. Aksi takdirde, cesur kıpırdanmaların da otoriter iktidarı çok uzun süredir besleyen karşılıklı siper savaşının ötesine geçebilmesi mümkün olmayacak gibi görünüyor. Hâlihazırda, post-post-Kemalizmleri neo-Kemalizm’le eşleme gayreti de post-Kemalizm’e karşı rövanşist tutumlar da bu konfor alanlarını terk etmeme direncini bize gösteriyor. Kemalizm ve post-Kemalizm etrafındaki sormama, merak etmeme, emin olma hali Türkiye’deki düşünsel ve eleştirel kısırlığın bir süre daha devam edebileceğine dair ipuçları veriyor. Hâlbuki eleştirilerin dikkate alınması, Türkiye’deki demokratikleşme, insan hakları, sosyal ve bireysel özgürlüklerle ilgili sorunların anlaşılması ya da kamuya anlatılabilmesi için oldukça faydalı olabilir. Yeni sorular ve sorunsallar, önümüzdeki sorunları aşabilmek için elzemdir ve bu noktada post-Kemalizm’in aslında bu tip bir amaçla ortaya çıktığını ve oldukça sert ve yer yer yıkıcı tepkilerle karşılaştığını hatırlayarak, artık karşılıklı damgalama pratiklerine devam etmememiz gerektiğini görüyoruz.
Kemalizm de post-Kemalizm de birer paradigma olarak dogmatik tavırları açıkça sergilediler. Yalnız, bu demek değildir ki bu paradigmaların içerisinde bilgi üretenler tamamen bu dogmatizmin esiri yahut öznesidirler. Bu doğrultuda düşüncelerin toptan reddiyesi anlamsızdır. Örneğin, Mete Tunçay’ın şu cümlelerini önemsemek gerekir:
Hemen söyleyeyim ki, bu bir çeşit özeleştiridir. Bununla, Türk düşüncesine karşı haksızlık etmeyi amaçlamıyorum. Hatta nedenini ve çarelerini araştırarak dogmatiklikten kurtulabileceğimiz gibi, safdilce bir umudum da var. (…) Sözlerimi bir kuşkumu belirterek bitirmek istiyorum. Bizler belki bireyi aşan güçlerin önemini vurgulamakta abartmaya kaçıyoruz. Doğrusu, ortam koşulları ne olursa olsun, dogmatizmin zincirlerini kırmakta ve özgün yollar aramakta, bireysel yiğitliğe iş düşmüyor mu?[19]
Özetlemek gerekirse, Türkiye’de eleştirinin yoluna devam edebilmesi için önerilerimiz şunlardır: Birincisi yukarıda tartıştığımız teorik modellerin bağlamından koparılması, günlük siyasi kavgalar çevresinde tahrif edilmesi, ad hominem temelli tartışmalar, bireylerin kimliklere indirgenip kefil olunması ya da topyekûn reddiyesi gibi hataları artık geride bırakmamız gerektiği aşikâr. İkincisi, eleştirinin en önemli kaygısı, bireysel ve tarihsel düşmanlıkların ötesinde, farklı yaklaşımlar arasında anlaşılabilir, kapsayıcı tartışmaların yapıldığı alanların korunması ve bunlara yenilerinin eklenmesi olmalı. Son olarak, tüm bunların mümkün olabilmesi için yıkıcı eleştirinin kerameti kendinden menkul haklılığının konfor alanının ötesine geçme cesaretine ihtiyacımız var.
[1] İlker Aytürk, “Post-Post Kemalizm: Yeni Bir Paradigmayı Beklerken,” Birikim, no: 319 (2015): 34–47.
[2] Jean-François Lyotard, The Postmodern Condition: A Report on Knowledge, çev. Geoff Bennington ve Brian Massumi (Manchester: Manchester University Press, 1984).
[3] Tanıl Bora, “Kemalizm ve ‘Eleştirinin Eleştirisi’”, Birikim Haftalık, 5 Temmuz 2017, https://www.birikimdergisi.com/haftalik/8395/kemalizm-ve-elestirinin-elestirisi#.Xjg9yWgzaUk.
[4] Johannes Angermuller, Neden Fransa’da Postyapılsalcılık yok? Entelektüel Bir Neslin Teşekkülü (Ankara: Heretik, 2017).
[5] Bu tartışmaları farklı yönlerden masaya yatıran iki makale için bkz. Tom Whyman, “Stop blaming postmodernism for the rise of Trump”, The Outline, 12 Eylül 2018, https://theoutline.com/post/6166/did-postmodernism-give-us-trump?zd=1&zi=hyjvhhsh; Sean Illing, “Post-truth Prophets”, Vox, 19 Kasım 2019, https://www.vox.com/features/2019/11/11/18273141/postmodernism-donald-trump-lyotard-baudrillard.
[6] Onur Bakiner, “A key to Turkish politics? the center–periphery framework revisited”, Turkish Studies 19, no: 4 (2018): 503-22.
[7] Bakiner, a.g.m., s. 6.
[8] Bakiner, a.g.m. s. 10.
[9] Bkz: Halil Akkurt, Türkiye Solunda Osmanlı Toplum Yapısı Tartışmaları: 1960-1980 (Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2020). 268-300. sayfalar arasında kitabın hangi bağlamda yazıldığı ve kamuoyuna sunulduğu, etrafında dönen tartışmalar görülebilir.
[10] Doğan Gürpınar, “Sağ-Revizyonizm: Mustafa Armağan, Derin Tarih ve Bir Melez Söylemin İcadı”, içinde Türkiye’de Tarih ve Tarihçilik Kavramlar ve Pratikler, der. Ümit Kurt ve Doğan Gürpınar (Ankara: Heretik, 2016), 199-230.
[11] Murat Özyüksel, “İdris Küçükömer Üzerine Israrla Sürdürülen Kavram Kargaşasına Bir Son Verme Çabası”, Birikim, no: 331 (2016): 121-29.
[12] Özyüksel, a.g.m., s. 123.
[13] Ümit Kıvanç kimliğin ötesine geçme gerekliliğinin farkına varıp bu konuda eleştirel bir gayret gösteren ender düşünürlerden biridir. Kıvanç, BBC News Türkçe’ye Davutoğlu’nun entelektüel ve siyasi serüvenine dair verdiği bir mülakatta şöyle diyor: “Ahmet Davutoğlu dışişleri bakanı olduğu zaman, ben bunu olumlayan ‘En azından okur-yazar, kendini bu işe hazırlamış birisinin Dışişleri bakanı olması iyi’ manasında bir yazı yazmıştım. Ama itiraf edeyim, o sırada Stratejik Derinlik’i okumamıştım…” BBC News Türkçe. (18.12.2019). “Ahmet Davutoğlu: AKP’den Gelecek Partisi’ne”, (BBC News Türkçe, 2019), https://www.youtube.com/watch?v=ft2fyDA0jY0. Kıvanç’ın Davutoğlu’nun eserleri üzerine eleştirilerini yazdığı çalışması için bkz. Ümit Kıvanç, Pan-İslâmcının Macera Kılavuzu: Davutoğlu Ne Diyor, Bir Şey Diyor mu? (İstanbul: İletişim Yayınları, 2015).
[14] Bkz. Alan Sokal ve Jean Bricmont, Fashionable Nonsense: Postmodern Intellectuals’ Abuse of Science (New York: Picador, 1999).
[15] Helen Pluckrose, James Lindsay ve Peter Boghossian’ın postmodernizmi eleştirirken, kendilerinin de Amerikan liberal sol değerlere yaslandıklarını söylemeleri dikkate değer.
Applied Postmodernism: How “Idea Laundering” is Crippling American Universities (GrassRoots Community Network, 2019), https://www.youtube.com/watch?v=XeXfV0tAxtE.
Sağ ve sol cenahtan postmodernizme gelen eleştirilerin özeti için bkz. Matt McManus, “Post-Postmodernism on the Left”, Quillette (blog), 13 Haziran 2018, https://quillette.com/2018/06/13/post-postmodernism-on-the-left/.
[16] Bruno Latour, “Why Has Critique Run out of Steam? From Matters of Fact to Matters of Concern”, Critical Inquiry 30, no: 2 (2004): 225-48, https://doi.org/10.1086/421123.
[17] Latour, a.g.m., s. 246.
[18] Michel Foucault, “What is Enlightenment?”, The Foucault Reader içinde, der. Paul Rabinow (New York: Penguin Books, 1984), s. 32-50.
[19] Mete Tunçay, “Türk Siyasal Düşüncesinin Son Yüz Yılında Üç Ana Yönelimin Ortak Çıkmazı: Dogmatizm”, Eleştirel Tarih Yazıları içinde. (İstanbul: Liberte, 2005).