Show newer

Okyanusun dibinde Dinozorlar Çağı'ndan kalma gizemli bir yapı bulundu

Yeni çalışma bilinenlere meydan okuyor

indyturk.com/node/747163

30 yıllık çalışmada evrim gerçek zamanlı gözlemlendi

Bulgular, bu sürecin ne kadar hızlı gerçekleşebileceğini ortaya koyuyor

indyturk.com/node/747154

"Tanrı’nın varlığını düpedüz ve yapmacıksız kabul ediyorum. Yalnız şunu belirtmem gerekir: Eğer Tanrı gerçekten varsa ve dünyayı yaratmışsa, o halde hepimizin çok iyi bildiği gibi onu Öklid geometrisine göre insan aklını da ancak üç boyutu kavrayabilecek şekilde yaratmıştır… Boynumu eğerek şunu açıklıyorum ki, böyle sorunları çözmek için gereken yeteneklerden hiçbirisine sahip değilim.
Benim aklım, Öklid prensiplerine göre işleyen, yani yalnız bu dünyayı kavrayabilecek bir akıldır…
Varlığını bildiğim halde böyle bir dünyanın nasıl var olabileceğine bir türlü inanamıyorum. Kabul edemediğim şey, Tanrı’nın kendisi değil, bunu anla!
Ben, yalnız O’nun yarattığı dünyayı kabul edemiyorum."

Dostoyevski

"Düzlükte kalma, çok yükseklere çıkma..
Dünya, en güzel yokuşun yarısında görülür!"

Friedrich Nietzsche

"Bilmemek ve buna rağmen bildiğimizi düşünmek bir hastalıktır."

Erich Fromm

"Kapitalizm, insan gibi davranan makineler ve makine gibi davranan insanlar üreten bir sistemdir."

Erich Fromm

Kürt Müziği (Dengbêjler)

Ömer Polat

Kürt Müziği

Araştırma: Emre Üzümcü

BÖLÜM 1- Kadim Bir Gelenek: Kürt Müziği GİRİŞ

Kadim bir gelenekti seslerin izini sürmek. Yitip giden zamanların nefesini gününe ulaştırmak için ellerinde asaları, sırtlarında abalarıyla hiç bilmedikleri, görmedikleri yerlere yöneldiler. Uzun kış gecelerini mekân bilip, onları ayazdan koruyan abalarına sarındılar. Yollardaki bütün zorluklara katlanmayı göze alıyorlardı. Biliyorlardı ki gidecekleri yerde onlara kıymet verilecek, etraflarında toplanılacak, meclisler kurulacak, mırralar (acı kahve) dağıtılacak, bitmek bilmez kış geceleri onların sesleriyle ısınacak ve sabaha varılacaktı. İnce, derinden ve duygu yüklü binyılların izini taşıyan bir mırıltıyla başlanan hikâyeler, gecenin bütün yükünü sırtlayacak kuvvetteydi. Bazı zamanlar anlattıkları, tan ağarana kadar bazı zamanlar ise günlerce devam ederdi. Uzayıp giden destanlarda, kahramanların maceraları en derin yerinden kesilir sonraki güne bırakılırdı. Kimi zaman yalnız başlarına, kimi zaman ağanın, beyin, mirin, söz sahibi kadir bilenlerin daveti üzerine yola çıkarlardı. Kimi; ağaların, beylerin, hanedanların denetimindeydi, kimiyse; yalnızlık ve yoksulluk içindeydi. Denetiminde olduğu kişilerle savaşlara giderlerdi, savaşı belleklerine kaydeder bire bin kahramanlık ekleyerek cemaate anlatırlardı. Atışırlardı. İki savaşçı gibi… Hüner zamanıydı. Hünerini eni iyi ortaya koyanın yıldızı parlardı. Genç kızların yüreklerinin kapısına sesleriyle ulaşır, kilidini ezgileriyle açarlardı. Bazılarının çalgıları sesleriydi, bazıları coğrafyanın şekline göre bilur (yöresel Kürt kavalı), tembur ya da rıbab (yöresel kemençe). Ama hep yoldaydılar. Mühürlenmiş yazgıları yola yazılmıştı. Seslerin ve kelimelerin yok olup gitmemesi için çırak yetiştiriyorlardı. Her ölen, çırağına kelimeleri ve sesleri devredip gidiyordu. O da bir başkasına… Toplumsal bellek bu şekilde binlerce yıl varlığını sürdürüyordu. Seslerin içindeki ahengi yakalar, kelimelere ise yeni anlamlar yüklerlerdi. Kelime avcılarıydılar. Her gittikleri yerden, heybelerinde yiyecek yerine yeni sesler ve kelimelerle dönerlerdi. Bilirlerdi ki kendilerine değil sözlerine ve seslerine değer biçiliyordu. Bu yüzden her an tahtından olma korkusu yaşarlardı. Bunlar Kürt sözlü geleneğinin temsilcileri dengbêjlerdi. Eski zaman adamları, soyu tükenen ozanlardı.

KÜRT MÜZİĞİ TARİHİ

M.Ö 280’den M.S. 130’a kadar süren krallık döneminde yaşayan “Avger” adlı Kürt sanatçının Mezopotamya’da yaşayan halkların müzik yapısını sistematize ettiğini görüyoruz. İbrahim Musulî, Harun el-Reşid’e Bağdat’ta sanatını sergilemiş ve ilk müslüman müzik okulunu açmıştır. Daha sonra Musul’da yaşayan oğlu İshak Musulî, Avger’in sistemini daha da güçlendirmiş, melodik yapı, ezgisel biçim, form, ses sistemi açısından birçok konuyu sistematize ederek, kendi öğrencilerine aktarmıştır. Bu öğrencilerden bir tanesi Yahya Ali (Risale fi’l-Musikî adlı Kürt müziği kitabını yazmıştır. Bu kitapta bir oktavın eşit olmayan 17 aralığa bölündüğünü görüyoruz), diğeri ise Ebu Feyz Bin Amedî’dir. Onun öğrencisi Farabi ise ‘Risale fi’l-Musikî’ adlı Kürt müziği kitabını genişleterek ‘Musika’l-kebir’ adıyla müzik tarihine kazandırmıştır. Daha sonra ise Hindistan’a, Osmanlı saraylarına ve Bağdat’taki Arap, Osmanlı, Fars, diğer halklara eğitmen olarak giden Abdulkadir Meragi’yi görüyoruz. Bağdat’ta Harun-el Reşit sarayında müzisyen olan Ziryab, karşılaştığı problemler yüzünden Bağdat’ı terk ederek Endülüs’e gelir ve Doğu müziğini oraya taşır. Yine 13.yüzyılda kurulmuş olan Derviş Dergâhları’nın bir gereği olarak da dinî müziğin var olduğunu tahmin edebiliriz.

1300’lü yıllardan sonra ise Kürt müziğinin sadece halk müziği yanı kalmıştır. Çünkü bu dönemden sonrası artık istila dönemidir. Kürtlerin kendi dinamikleriyle müzik icra etme şansları kalmamıştır. Kürt müziğinin kalan yanının, dansla güçlü bir ilişkisi vardır. Özellikle dengbêjlikle ilgili yanı kalmıştır. Kürtlerde müziği yaşatan dengbêjler dışında iki unsur daha vardır. Biri anneler, diğeri ise medreselerde dini müzik eğitimi almış, dini müzik icracıları olan ‘feqî’lerdir. İlk müziğin dinî müzik olduğunu unutmamak gerekir. Örneğin Avger ve İshak Musulî, Yezidi’dirler ve kendi dönemlerinde müzikle tedavi yapan insanlardır. Şunu da eklemek gerekir: Müziğe ilişkin birçok eser ve kaynak, Moğolların İran’ı istila edip 1258 yılında Bağdat’ı yok etmeleriyle kaybolmuştur.

GELENEKSEL KÜRT MÜZİĞİNİN ÖZELLİKLERİ

Kürt müziği ile ilgili oldukça genel ve araştırmacıların üzerinde hemfikir oldukları bazı özelliklerden bahsedecek olursak;

Kürt müziği esas olarak halk müziğidir ve anonimdir.

Şarkıların bestecisi çoğu zaman üzüntü, nadiren de sevinç duygularını ifade eden bir kadındır. Dengbêjler bu şarkıları köyden köye dolaşıp anlatarak halkça tutulmalarını sağlar ve aynı zamanda başkalarına aktararak, daha fazla insanın bu şarkıları aynı yolla icra edip şarkıyı yaymasına vesile olurlar.

Geleneksel Kürt şarkısı, bir ezginin yinelenmesine dayalıdır. Bir kıtadan diğerine geçerken sadece sözler değişir. Tüm şarkılar ve uzun havalar baştan sona aynı ruh halinde devam eder. Şarkının akışını kesecek ya da havasını değiştirecek neşeli, canlı, hareketli pasajlar araya girmez. Buna, destanlar istisna oluşturabilirler. Destanın her aksiyon bölümü için farklı bir ezgi ve ritim kalıbı vardır.

Geleneksel Kürt müziği tekseslidir ve ‘seslik’ bir karaktere sahiptir. Enstrüman çoğu kez dinleyiciyi sözlerin mesajını daha iyi algılayabileceği bir ruh haline sokmayı amaçlar, yani görece ikincil bir role sahiptir.

Göçebe karakter, Kürt müziğini önemli ölçüde etkilemiştir. Yaylalara (zozan) çıkışın ya da ovalara (germîyan) geri inişin kutlanması, kuzuların doğumu, yünlerin kırkılması sırasında söylenen eski zaman şarkıları önemli bir yere sahiptir.

Dağ kültürü ve ova yerleşik kültürü içinde yaşayan Kürtlerin müzikleri farklıdır. Dağlık bölgelerde daha sert, vurguları güçlü şarkılar ve üflemeli çalgılar hâkim iken, ova Kürtlerinde daha sakin bir ruh hali ve salınıma sahip şarkılarla ağırlıklı olarak telli çalgılar vardır.

Kürt müziğinde, danssal olmayan eser sayısı çok azdır. Genellikle kullanılan usuller ise; 6/8, 2/4, 10/8 vb. Kullanılan makamlar genellikle rast, newrozî, kürdî, çargâh, buselik, hicaz vb. makamlar olsa da, Ortadoğu’da kullanılan bütün makamlar kullanılmaktadır denilebilir. Kürt müziğinde genel olarak sesler herhangi bir dereceden başlayabilir ama temel sesle biter. Ezgi genellikle inici ve çıkıcı-inici bir seyir izler.

Ölçü içerisinde genellikle “es” (sus işareti) kullanılmaz.

GELENEKSEL KÜRT MÜZİĞİNDE KULLANILAN BAZI ÇALGILAR

Enstrümanların çoğu, bilimsel olarak yeterince incelenmemiştir; bazılarının ise tarihçelerine ilişkin en basit bilgiler bile yoktur. Kürt müziğinde kullanılan belli başlı çalgı aletleri şunlardır:

Bilûr (kaval)

Dûdûk (mey); diğer Ortadoğu halklarının müziklerinde de kullanılan, genellikle erik veya kayısı ağacından yapılan kamışlı bir üflemeli çalgıdır. Kürtlerde daha çatlak bir ses rengiyle kullanılır, Erivan Kürtleri bu çalgıyı Ermenilerin kullandığı renge yakın olmak üzere daha yumuşak ve insan sesine yakın bir renkte kullanırlar.

Zirne (zurna); genellikle çingenelerin kullandığı bir çalgıdır. Kürtlerde zurna çalmak çoğu bölgede hafif meşrep ve ayıp olarak karşılanır. Genellikle her bölgede davul ve zurnayı o bölgenin çingeneleri kullanırlar.

Duzare; Daha çok Bahdinan bölgesinde kullanılan çift kamışlı bir çeşit zurnadır.

Tembûr (bisk); Kürt udu ya da sazı olarak bilinir. Ud ve buzuki arası bir ses rengi vardır. Daha çok Suriye ve Irak Kürtlerinin kullandığı bir çalgıdır.

Bısk; Hozan Dilşîyar, bu aletin Kürtlerden Mısırlılara oradan da Fenikeliler aracılığıyla Yunanlılara geçtiğini dile getirmektedir. Şu andaki “buzuki” sazının atası kabul edilir.

Santûr; ‘kanun’a benzeyen fakat daha az teli olan, çubuklarla vurularak çalınan bir çalgıdır. Daha ziyade İran Kürtlerinin müziklerinde kullanılır.

Dembilk (dombak); ‘zarp’ adı da verilen vurmalı bir çalgıdır. Ağaçtan yapılır ve darbukaya benzemekle birlikte, daha kalın bir deri takılarak kullanılır. Çeşitli boyları ve tonları vardır.

Def (erbane-arbana); iki türü vardır: Birincisi, kasnağına yuvarlak ziller geçirilen, bendir şeklinde (bildiğimiz tefin büyük hali gibi) bir çalgı aletidır. İkincisi ise, daha yaygın kullanılan; kasnağının içerisine yuvarlak halkalardan oluşmuş zincirler takılan bendir şeklinde bir çalgı aletidır. Özellikle zikir ayinlerinde ve dengbêjler tarafından kullanılır.

Dahol (davul); farklı bölgelerde farklı boylarda kullanılan çift tarafı deriyle kaplı geniş kasnaklı bir çalgıdır. Bir tarafına tokmak, diğer tarafına ince bir çubukla vurularak çalınır. Kürtler davulu daha çok üç temel amaç için kullanmışlar:
1.İşe çağrı
2.Kavgaya Çağrı
3.Şenliğe çağrı

Rebab; kemençeye çok benzeyen, üç telli bir çalgıdır. At kılından gerilmiş bir yayla çalınır. Biri dem tutmak için, diğeri ezgiyi çalmak için olmak üzere genellikle birden çok teli bir arada kullanılır.

Keman; daha çok Dersim’de görülür. Aynen rebab gibi birden fazla tel bir arada kullanılır. Kemane gibi diz üstünde çalınır. Dersim Kürtlerinin Ermenilerle bir arada yaşadığı dönemde bu çalgıyı onlardan öğrendikleri söylenir.

Qirnata (klarnet); daha çok Dersim, Elazığ civarında bulunur. Genellikle ağaçtan yapılan türü değil, metalden yapılan türü kullanılır. Mey ve zurna arası çatlak bir ses rengiyle çalınır.

Cûmbûş; sıra ve mesire geceleri kültürünün etkisiyle, bazı geleneksel müzik icracıları bu çalgıyı da kullanmışlardır.

Bağlama; geleneksel Kürt müziğinde –semahlar dışında- pek yeri olmayan bu çalgı aleti, daha yakın dönem icracıların geleneksel şarkıları yorumlamasında kullanılmaya başlanmıştır. Daha ziyade politik temalı şarkılarda kullanılarak Kürt müziğine girmiştir.

BÖLÜM 2- Sözün Büyüselliği: Kürt müziği

SÖZLÜ KÜLTÜR

Konuşma yeteneği, yazı icat edilmeden çok önce insanları büyülemiş ve konuşmaüzerine durup düşünmelerini sağlamıştır. Modern dilbilimin babası olarak nitelendirilen Ferdinand De Saussure, her tür sözlü iletişimin, öncelikle konuşma temeline dayandığını hatırlatmış, modern araştırmacıların bile, inatla yazı dilini temel dil sayma eğilimine işaret etmiştir. Yazı, Saussure’e göre “Aynı anda hem faydalı, hem yetersiz, hem de tehlikelidir.” Bununla birlikte Saussure için yazı, düşüncenin sözel anlatımını değiştiren bir yöntem değil, konuşmayı tamamlayıcı bir parçadan ibarettir. (DE SAUSSURE, Ferdinand, Course De Rinquistique Generde ‘‘Genel Dilbilimi Dersleri’’, 1916, Aktaran: Abidin Parıltı)

Ancak antropolojik çalışmaların gelişmesi ve Batı uygarlığı dışında kalan toplumlara bakışın değişmesiyle, yazıya geçişin insanın yaşamı algılamasında ve yorumlanmasında temel farklılıklar doğuran bir süreci de başlattığı üzerinde durulmuştur. Yazının, sözün uzantısı değil, başka bir kültürel yapılanma doğuran bir araç olduğu belirtilmiştir (MCLUHANN, Marshall, Gutenberg Galaksisi, Çev. Gül Çağalı Güven, YKY, İstanbul, 2001, Aktaran: Abidin Parıltı). Sözle yazıyı ayırmaktan öte, onları anlamlandırmak için sözlü ve yazılı kültürün farkını ve ilişkisini ortaya koymak gerekir. 1950’li yıllardan başlayarak yaptığı çalışmalarla iletişim ve kültür ilişkisinin öncü fikrini ortaya koyan Mcluhann’ın ortaya attığı ‘’küresel köy’’ kavramı kadar ilgi çeken bir diğer düşüncesi de “araç, mesajdır’’ sloganıyla özdeşleşmiş kültür kuramıdır. Kültürün aktarım aracının, kullanana göre biçimlenen tarafsız bir yöntem olmadığını belirten Mcluhann, aracın, gerçek içeriğin kendisi olduğunu savunur. ”Örneğin bir hikâye, sözlü ifade edilmesi, sahnede oynanması, radyoda anlatılması, filmde gösterilmesi ve televizyonda sergilenmesiyle farklı anlamlar kazanır. ’’Sözlü kültürün duymaya dayalı fonetik alfabesinden, yazının alfabesine geçişle ortaya çıkan edebiyat çağı, basım teknolojisinin gelişmesiyle yok olmuş; buradan da, telgrafın bulunmasıyla elektronik çağa geçilmiştir. Burada sözün iletimi daha doğrusu iletişim, biçimlediği kültür açısından iki kırılma noktası oluşturur: Sözden yazıya geçiş (kulaktan göze), yazıdan elektronik çağa (gözden kulağa) geçiş.

Sözlü kültür, yazı ve matbaa kavramlarının varlığını bilmeyen, bilse dahi kullanmayan ya da ona hayatlarında yeteri kadar yer vermeyen, iletişimin yalnız konuşma dilinden ve tarihsel bellekten oluştuğu kültürdür. Son yıllarda sözlü kültürler ile yazı yazma alışkanlığının derinden etkilediği kültürlerin bilgi kullanımı ve bu bilgiyi sözelleştirme yöntemleri arasındaki bazı temel farklar keşfedilmiştir. Edebiyatta, felsefede, bilimde, hatta okuryazarların sözlü iletişiminde düşünme ve anlatım biçimiyle ilgili, sorgulamadan kabul ettiğimiz pek çok niteliğin, insanın kendi doğasından değil, yazı teknolojisinin bilincimize sunduğu olanaklardan kaynaklandığını görüyoruz. Bu bağlamda dili inceleyenlerin sözü değil, yazıya geçirilen sözü irdeledikleri görülür. Bu inceleme dünyasının yazıyla sıkı bağından kaynaklanır.

‘Yaban’ ya da sözlü kültür içinde yaşayan toplumlarda, öncelikle saptanması gereken nokta ‘yaban düşünce’nin mantık öncesi olmadığı, kendine özgü bir mantığa sahip olduğudur. ‘‘Yaban düşünce (sözlü düşünce) düzenli bir düşüncedir, ama kendini düşünen bir düşünce değildir”.(Oliver ABEL, ‘‘Levi-Strauss’un Antropolojik Yapısalcılığına Yaklaşım’’ , LÊVİ-STRAUSS, Irk ve Tarih, Çev. Işık Abel, Metis Yay., İstanbul,1985, Aktaran: Abidin Parıltı).

Metni ele alan çoğu incelemeci, sözlü sözelleştirmeyi, yazılı sözelleştirmeye eş tutmuşlar, sözlü sanatları, yazıya geçirilmemiş sanatlar olarak görüp, yanlış bir yöneliş içine girmişlerdir. “Yazıyla ‘kelimeler’ somut bir nesne görümüne bürünür, çünkü kelimeleri görsel işaretler olarak, şifre çözücü anahtarlar gibi algılar, metin veya kitap sayfasına basılan bu işaretlere dokunabiliriz. Yazılı kelimeler ‘artık’ sayılır. Sözlü gelenekteyse, geriye buna benzer en ufak bir artık kalmaz, birikim oluşmaz.’’ Sözcükler yazıya döküldükleri zaman, görünür hale gelir ve bütün ‘’büyüselliğini’’ yitirip, okuyan ya da bakan kişinin kayıtsız dünyasına katılırlar. Örneğin, dengbêjlerin anlattığı birçok hikâye, olduğu gibi yazıya aktarıldı. Ancak bu çaba, yazıya geçirilmiş sözden öteye geçemedi ve edebi bir niteliğe bürünemedi. Yazılı kültürde, sözcükler yazıya geçirilip kalıcı, kayıtsız hale gelir. İsteyen istediği zaman ondan yararlanır. Sözlü kültürde ise, bir zaman dilden düşmeyen bir öyküyü bir zaman sonra, ancak anlatma yeteneği olanlar ya da anımsayanlar anlatabilir.

Sözlü kültürün ne olduğu ve bu kültürün sorununu öğrenmek için sesin bu kültürde taşıdığı anlamı çözmek yararlı olacaktır. Ses kaybolduğunda işitilir. Özünde geçicidir ve bu niteliğiyle duyulur. Sesi durdurmak ve ona yazı gibi hâkim olmak olanaksızdır. Sesin akışı durdurulduğunda sessizlik kalır. Görme duyusu ise hem hareketi hem de hareketsizliği kaydeder. Yazı kültürüne bağımlı insanlar ise, kelimelerin her şeyden önce sözlü olduklarını unuturlar. Sözün olayın kendisi olduğu, dolayısıyla “güçlü’’ olduğu unutulur. Bunu içindir ki söz, söylenen hava içinde büyüsel bir güce sahiptir.

Yazılı ve sözlü kültür içinde yaşayan insanların bilgiyi ele alış şekli de farklıdır. Çünkü bilginin sözle ya da yazıyla ifade edilişi, onun yapısını da belirler. Yazılı kültür bir belgeye dayandığı ve uzun süre saklanabildiği için birbiri üstüne eklemlenerek geliştirilmeye, farklı yönlerde ilerlemeye açıktır. Ancak sözlü kültür, anlatan ve dinleyen iletişimiyle uygulanabilir bir kültürdür ve anımsanabilir düşünceler üzerinden gelişmedir. Düşüncelerin anımsanabilmesinin önkoşulu, o düşüncenin içeriğini ve ifadesini de biçimler. “Düşüncenin ritmik, dengeli tekrarları ya da antitezleriyle, kelimelerdeki ünlü ve ünsüz seslerin uyumuyla, sıfatlar ve başka kalıpsal ifadelerle akması, herkesin sık duyup kolaylıkla hatırladığı, kolay hatırlanacak şekilde biçimlenmiş atasözlerin oluşması ve belli izleklere yerleştirilmesi gerekir. Ciddi düşünce, bellek sistemleriyle iç içedir. Belleği güçlendirme zorunluluğu, söz dizimini bile koşullandırır’’ (ONG, Walter j., Sözlü ve Yazılı Kültür, Sema Postacıoğlu Banon, Metis., İstanbul, 2003, Aktaran: Abidin Parıltı). Bilgi ancak anımsandığı sürece vardır ve değerlidir. Onlar bu yüzden anımsanabilir şeyler düşünürler.

Sözlü kültür Doğu’da Batı’dakinden çok daha uzun bir süre etkili olmuştur. Bunda, yazının yaygınlaşmasının gecikmesi dışında kültürel alışkanlıkların etkisi de vardır. Geniş bir alana yayılmış Kürtlerin bulunduğu yoğun coğrafyada, sosyolojik renklilik, beraberinde kültürel renkliliği de getirmiştir. Mezopotamya’da sözlü kültürün bir uzantısı olarak zaten ağırlığını duyuran dengbêjler, sosyo-kültürel yapı içinde farklı yöntem ve içeriklerle var olmuştur. Dengbêjler, pek çok kaynaktan yararlanıp, sözlü kültürün destan, efsane, masal v.b. öğelerini yansıtarak hikâyesini ortaya çıkarır.

KÜRTLERDE SÖZLÜ KÜLTÜR

Kürtlerin özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki parçalanmışlığı göz önünde tutulursa, kimlik reddi, asimilasyon, baskı ve göçler de hesaba katılınca, ‘Kürt folkloru’ ya da ‘sözlü kültürü’, özelde de Kürt müziği; Kürtlerin etnik/kültürel kimliğini korumada başat bir role sahip oldu. Kürt yaşam tarzı, toplumsal değişiklikler, farklı lehçeler, hepsi de bu zengin ve çok çeşitli kültüre yansımıştır ve nesilden nesile aktarılmıştır. Yaşanan hemen her şey –yalnızca tarihi olaylar değil, bütün epik ürünler, kahramanlıklar, çatışmalar ve destanlar, lirik öyküler, mistik değerler ve ayinler- müzik aracılığıyla kaydedilmiş ve toplumun kolektif hafızasına bu yolla sokulmuştur. Böylece bunların ve toplumsal değerlerin, geleneklerin sonraki kuşaklara aktarılmasında ve yaşatılmasında müzik, neredeyse yegâne araç olmuştur. Kürtlerde yazılı edebiyat sınırlı olarak var olmasına rağmen bugüne ulaşan ürünlerin büyük çoğunluğu sözlü edebiyat kaynaklıdır.

Sözlü edebiyatın kaynağının kim olduğunu ve ne zaman ortaya çıkarıldığını bilmiyoruz. Bu yüzden de kendisine “anonim-ortak halk edebiyatı” denir. Bu ortak edebiyat sonsuz hikâye, masal, destan, anı, efsane ve doğal yaşama ait her türlü koşul ve durumu içinde barındırır. Sözlü edebiyatın temel kaynakları; aşk, savaş, günlük hayat, aşiretler arasındaki ilişkiler, Kürt halkı ile işgalciler arasındaki sonsuz savaşlar, göç, kahramanlık, doğal yaşam, onun zenginliği ve Mezopotamya mitolojisinin zenginliğidir. Bu zengin edebiyatın konuları; öksüz çocuklar, günlerce savaşan kahramanlar, tilkiden kurnaz korkaklar, Kürt gençlerinin kahramanlıkları, kendini gençlerden gizleyen güzel Kürt kızları, yeri ve göğü birleştiren yaşlılar, av meraklısı ve iyi/kötü yürekli mirler, farklı zamanlarda ve yerlerde düşmana karşı savaşan Kürt önderleri, âşıklar arasındaki ilişkiler ve ihanettir.

Büyük oranda sözlü anlatım alanıyla sınırlandırılmış bir halkın hayatında müzik, doğal olarak ve alışılmışın dışında, daha ayrıcalıklı bir konuma sahip olmuş ve farklı bir toplumsal işlev üstlenmek durumunda kalmıştır. Bunun önemli bir sebebi, Kürtlerin anadillerini yazılı olarak kullanmasının önündeki –tarihin çeşitli aşamalarında çeşitli nedenleri olmak üzere- engellerdir. Bazı araştırmacılar Kürtlerde ‘aşırı folklor bolluğu’ diye bir olgudan söz ederler ki; bu da Kürt kültürünün bugüne bu kadar canlı olarak ulaşmasının sırrıdır. Kürtlerde yazılı kültürün olmaması ve canlı bir folklorun yaşayabilmesi birbirlerinin sebebi ve sonucudur. Bahsi geçen sözlü kültür öğelerinin bugüne taşınmasındaki en büyük pay –yakın dönemi saymazsak- ‘dengbêj’ adı verilen ‘şarkı söyleyen, hikâye anlatan’ gezgin, halk ozanlarına aittir.

Gezgin dengbêjlere rağmen ‘sözlü Kürt kültürü’nün veya ‘Kürt müziği’nin tamamen homojen olmasından bahsedilemez. Aksine Kürtlerin yaşadıkları bölgeler bu açıdan belirgin farklılıklar gösterirler. Bunun temel nedenleri ‘coğrafi farklılıklar’ –örneğin; dağ ve ova müzikleri birbirinden oldukça farklıdır ki bu da doğayla iç içe yaşayan bir halk için oldukça normaldir- ve diğer halklarla iç içe yaşanan bölgelerdeki karşılıklı etkileşimdir.

BÖLÜM 3-Hostadê Deng (Sesin Ustası): Kürt Müziği

DENGBÊJLER

Dengbêjler yaşadıkları ya da duydukları toplumsal olayları, hikâyeleri, efsaneleri bir makam yapısı içinde anlatan, hafızaları çok güçlü müzisyenlerdir. Kürt müziğinin tarihsel-geleneksel kaynakları dengbêjlerdir. Etimolojik anlamda ses ile ilişkisi daha belirgindir. Kürtçede deng ‘ses’ anlamına gelmektedir. Bêj ise ‘söyleyen, aktaran’ anlamındadır. Dengbêjler çeşitli kaynaklarda şöyle anlamdırılmaktadır:

“…Bu eserleri taşıyan, yayan ve bu anlamda ‘anonimleştiren’ aktörler olarak karşımıza dengbêj denilen halk şairleri çıkar. Dengbej, öncelikle bir ses ve söz ustasıdır’’(MUTLU, Erol, ‘‘Kürt Müziği Üzerine’’ , Kürt Müziği, Aktaran: Abidin Parıltı).

“Popüler halk hikâyelerini ve destanlarını ezberden anlatan saz şairlerini, ozanlarını yetiştiren ozanlar vardır. Bu ozanlara Kuzeybatı Kürdistan’da ‘dengbej’, Güney Kürdistan’da ve Mukri ülkesinde ‘şair’ denir.’’ (JWAİDEH, Wadie, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, Çev. İsmail Çekem, Alper Duman, İletişim Yayınları., İstanbul, 1999, Aktaran: Abidin Parıltı).

“Dengbej denen halk ozanı ya da türkücü, bir yandan manzum bir parçayı bir uzun hava ya da arya biçiminde gür bir sesle okur, arada bir de şarkıyı keser, öyküyü anlatır… Dengbej türküyü makamıyla ve öyküyü bilip anlatan kişidir.’’ (BURKAY, Kemal, Geçmişten Bugüne Kürtler ve Kürdistan, cilt 1, Deng Yay., İstanbul, 1997, Alıntı Yapan: Abidin Parıltı).

“Ana dilim; Kürtçe, deng; sestir. Bej ise, sese biçim verendir, sesi söyleyendir. Sese ruh kazandıran, sesi canlı hale getirendir. Sesi meslek edinmiş usta, mekânı ses olmuş insandır. Dengbej sese nefes ve yaşam verendir. Dengbej, sesi kelam, kelamı kılam, türkü haline getirendir. Dengbej söyleyen anlatandır’’ (UZUN, Mehmed, Denbêjlerim, Gendaş Yay., İstanbul, 2000, Aktaran: Abidin Parıltı).

Dengbêjler uzun kış gecelerinde hikâyelerini, gittikleri obanın, köyün divanhanesinde anlatır. Divanhaneler köy odasına veya kahvehanelere benzemez. Bu anlamda herkesin her zaman kullandığı ortak bir mekândan öte köy, oba ileri gelenine ait ve daha çok meclislerin toplandığı mekânlar vardır ve bu mekânlara ‘’diwanhane’’ denmektedir. Bu, bir yönüyle sıcaklığın belirtisidir. Yerleşim yerine giden dengbêjler, köyde sıfatı en yüksek olanın mekânında seslerini icra ederler. Köylerde konaklayan dengbejler hikâyelerini geceleyin kalabalık bir kitleye anlatırlardı. Bazı yörelerin dengbêjleri, hikâyelerini bir çalgı eşliğinde aktarırken, bazıları da hiç çalgı kullanmazdı. Çalgı kullanmayan yörelerin başında Hakkâri gelir. Öte yandan çalgılar coğrafyanın şekline göre yaşarlık kazanırdı. Örneğin, dağlık yörelerde, Kafkas topraklarına yaklaştıkça kaval, düdük gibi çalgılar ağırlıkta olurdu. Mardin, Diyarbakır, Urfa yöresinde ise, coğrafyanın daha çok ova niteliği taşıması saz, tambur gibi çalgıları öne çıkarmıştır. Mardin yöresinde ‘mıtrıp’ların etkisiyle rıbab önemli bir yer tutar. Kürt ozanları üzerine bir araştırma yapmış olan Cristian Poche, bir makalesinde ozanın performansının, kitlenin kalabalığına bağlı olduğunu anlatır ve ekler: “İzleyenlerin sayısı arttıkça, etkinliğin yapıldığı alan genişledikçe, müzisyen çalgısındaki tel sayısını arttıracaktır. Dinleyiciler son derece dikkatlidir ve hiçbir zaman acelecilik yoktur. Saz şairleri saatlerce sürecek öykülerini anlatmaya başlarlar. ’’Burkay’ın görüşleri de bu doğrultudadır: “Genellikle uzun kış geceleri anlatılan bu destanlar ve manzum öyküler saatler sürer. Bazen ertesi geceye ve daha sonraki gecelere kalır’’. Öte yandan bazı dengbêjlerin çalgı kullanmama nedenlerinden biri de tam da gerektiği zaman bir çalgı aleti gibi kullanma ve seslerine biçim verme yeteneklerine güvenmelerinden dolayıdır. Sesleriyle hikâyelerin belli yerlerinde yakaladıkları iniş ve çıkışlar, enstrüman etkisi yaratmaya yöneliktir. Bazı dengbêjler hikâyesini aktarırken farklı yöntemler uygular. Enstrüman kullanmanın dışında dengbêjlerin bir kısmı, birer aktör olarak da belirirlerdi. Hikâyesine kendini kaptırırken bir büyüsel ayinin içindeymiş gibi hikâyesini canlandırırdı. Dengbêjin aktörlüğünden etkilenen dinleyiciler hikâyenin kahramanıyla özdeşlik kurarlardı.

Dengbêj, geceler boyu süren hikâyesini/hikâyelerini bitirip giderken de konuk olduğu divanhanenin sahibi ve köylüler tarafından çeşitli biçimlerde ödüllendirilirdi. Geceyi geçirdikleri köyden ayrılmadan önce onlara verilmek üzere, buğday, arpa, v.b. tahıllar bir çuvala konulup kapının önüne bırakılırdı. Dengbej köyden ayrılacağı zaman çuvalı sırtlayıp giderdi. Geceyi geçirdikleri köyde onlara ne verildiyse kabul etmek zorundaydılar. Bu şekilde geçimlerini sağlıyorlardı.

Hikâye ve destan aktarıcıları olan dengbêjler dile getirmek istediklerini belli bir tartıma göre yaparlardı. Bu ritim ve tartım olayın gidişatına göre belirlenir, makamlar aksiyona göre şekillenirdi. Bu makamı her dengbej kendine göre belirler ve dinleyicinin kalbine dokunmaya çalışırdı. Mısralarda ölçü serbesttir, kimi uzun kimi kısadır; ama aralarında güçlü bir ses uyumu vardır. Dengbêjler sözcükleri kimi zaman peş peşe, izlemesi güç bir şekilde okur; kimi zaman yavaşlar, bir sözcük ya da hece üzerinde sesini dalgalandırır; sesini alçalıp yükselir.

Dengbêjlerin okuma üslubu “reçitatif”tir. Yani ‘yığmalı konuşma’ya dayalıdır. Nizamettin Ariç’in söylediklerine göre, “Dengbêjler, nefes almaktan, sesi farklı yerlerde tınlatmaya kadar pek çok teknik için çalışıyorlarmış. Mesela, sırtlarını duvara dönüyorlar ve ellerini duvarla sırtlarının arasına koyup nefes alıyorlar. Ellerinin, sırtları ve duvar arasında sıkışması gerekiyor ki diyaframa nefes alma alışkanlığı oluşsun. Ya da bardaktaki suya bir kamış daldırıp su kabarcıkları hiç bitmeyecek şekilde suya üflüyorlar, bu da ‘sürekli nefes’ alıştırması olarak kullanılıyor, yani bir yandan nefes verirken aynı anda da almayı öğreniyorlar. Bu yöntem üflemeli çalgılarda (kaval, mey, zurna vb.) da kullanılmaktadır. Ayrıca dengbêjler, özellikle Evdalê Zeynikê döneminde yaygınlaşan bir şekilde, yanlarına talebeler/çıraklar alarak direkt bir aktarım yoluyla da kendilerinden sonraya aynı işlevi görecek bir temsilci bırakıyorlar. Bu, özellikle belirli bir dönem için, kurumlaşmaya işaret ediyor. Dengbêjlik geleneğinin bu ‘usta-çırak ilişkisi’ ile devam ettirildiği biliniyor.”Dengbêjlerin üç türde müzik yaptığını söyleyebiliriz:
– Halk dengbêjleri, halkın içinde dolaşan insanlardır. Bunlar efsaneleri, mitolojik olayları, tarihsel olayları, gelenek görenekleri alıp halk arasında dillendirirler.
– Beylerin, ağaların, mirlerin kendi dengbêjleri.
– Kapı kapı dolaşan ve Kürt Halkı içerisinde kendilerine “mutrum” denilen insanlar.

Günümüzde Kürt müziği yapan üç önemli Kürt müzisyeni Ciwan Haco (Mirado ve M. Şêxo), Şivan (İsa Berwarî, M.Arif Cizrawî, Meryem Xan, Kawîs Axa), Nizamettin Ariç (Şakiro, Kerem ve Karapetê Xaco) bu dengbêjlerden birçok bakımdan etkilenerek tavırlarını oluşturduklarını ifade etmişlerdir.

Dengbêjliğin tipolojisi ve Kürt müziğindeki rolleri, radyolar dönemi ve şehirleşme ile birlikte değişmeye başlar. Radyolarla birlikte, kadın dengbêjler de Erivan ve Bağdat radyolarında okumaya başlarlar. Dengbêjlerin birçoğu şarkılarını bu radyolar aracılığıyla halka ulaştırır.

BÖLÜM 4-Ezgi-Söz İlişkisi: Kürt müziği

HAKKÂRİ GELENEKSEL MÜZİĞİNE DAİR

Hakkâri’de miqam [makam] kelimesi bildiğimiz anlamda bir ses dizisini [Osmanlı musikisindeki makam ya da halk müziğindeki ayak] tarif etmek için değil, bir ezgi kalıbını ve ritmini ifade etmek için kullanılır. Belirli bir ezginin ana gövdesi aynı kalmak kaydıyla farklı melodik seyirlerle süslenmesi ya da farklı bir üslupla okunması ise okuyan kişinin yorumu, yani ‘selîqe’sidir. Hakkâri geleneksel müziğinde, ezgi-söz ilişkisi oldukça geçişkendir ve bu geçişkenlik birkaç farklı yolla ortaya çıkar:

* Aynı ezgi kalıbının farklı sözlerle seslendirilmesi [örneğin; Xelef, Sosin]

* Aynı söz temasının farklı ezgi kalıplarıyla ya da farklı müzikal formlarda okunması [örneğin; Sînem Xan, Seydik, Hespê Begzade]

* Özellikle destanlarda metnin bölümlerinin birkaç farklı ezgi kalıbıyla okunması [örneğin; Kela Dimdimê, Sînem Xan]

* Aynı ezgi kalıbının farklı ritimlerde okunması [örneğin; Bablekan adlı düğün şarkısı 6/8’lik ritimle başladıktan sonra, düğünün tansiyonun arttığı yerde 2/4’lük ritme geçilir. Prozodi ve melodi bu 2/4’lük kalıp içine sığdırılır.]

Kürtlerde, yakın bölge halkları Türkler, Ermeniler ve Azerilerde var olan, söz ve müziğin belirli bir kişiye ait olduğu âşık geleneğine rastlanmaz. Kürt müziğinin genel karakteristiklerinden biri sayılan anonim olma özelliği Hakkâri bölgesindeki Kürtlerin müzikleri için de geçerlidir. Ama dengbêjlik geleneğinde, dengbêjlerin tanık oldukları olayları destanlaştırarak besteledikleri ya da çevresinde bunu yapan insanların müziklerini köyden köye gezerek dolaşıma soktukları görülür. Ayrıca, bölgedeki medrese kökenli şair ve halk edebiyatçılarının anonim eserlerden de beslenerek halk dilinde eserler ürettikleri ve bu eserlerden halk arasında söylenenlerin zamanla tekrar anonimleştiği söylenir. Bu anonimleşme, Arapça ve Farsçanın etkisinde kalarak yazan şairlerden çok, sade ve duru bir dil kullanan Feqîyê Teyran’ın şiirleri için geçerli olmuştur.

Etnomüzikolog Dieter Christensen’in 1958’de yaptığı derlemelerde iki sesli müzikal yapılara da rastladığını belirtmesine rağmen bölgenin müzikleri tek sesli [monofonik] ve seslik bir karaktere sahiptir. Zaten Christensen de çok sesli [polifonik] bir söyleyişten çok, bir ezginin iki varyantının aynı anda söylenmesine tanık olduğunu ekler ki, bu da söyleyenlerin ikisinin şarkının farklı varyantlarını biliyor olmalarıyla açıklanabilir.

Hakkâri tarih boyunca göç ya da savaş alanı olması dolayısıyla kültürlerin karşılaştığı, bir arada yaşadığı bir bölge olsa da ekonomik olarak bir merkez olamamış, hatta bölge halkı bile ekonomik ilişkilerini daha çok Urmiye, Musul, Van gibi şehirlerle kurmuşlardır. Bu nedenle Hakkâri’nin merkezinde, ilçe ve köylerden farklılaşmış bir şehir kültüründen söz edemiyoruz. Bölgenin geleneksel müzik repertuarı için heterojen denilemese de, ezgi seyirleri ve söyleyiş üslupları açısından bazı çeşitliliklerden bahsedilebilir. Söyleyiş üslubundaki bu farklılıklar; yaşanılan coğrafyanın dağlık veya ovalık olmasına; komşu aşiretlerin müzikal etkileşimiyle farklı tavırların ortaya çıkmasına; 1950’lerden sonra Erivan ve Bağdat Radyolarından birtakım bölge dışı formların öğrenilmesine ve usta dengbêjlerin her birinin okudukları şarkı ya da destanı farklı tiyatral ses kullanımlarıyla yorumlamalarına bağlanabilir. Ayrıca medreseler de, farklı bölgelerden gelen feqîler [öğrenciler] vasıtasıyla bölgelerarası müzikal etkileşimin bir kanalı olmuş ve buralarda Kur’an eğitimi alanların dinî müzik okuma üsluplarını geleneksel şarkılara yansıtmaları da bu üslup çeşitliliğine katkıda bulunmuştur.

Temel taşıyıcı çalgının insan sesi olduğu Pinyanişîlerde ve Goyîlerde başka hiçbir enstrümana rastlanmazken Ertuşîlerde bunun yanı sıra dışarıdan [Nusaybin, Cizre, Mardin, Şırnak] gelen profesyonel müzisyenlerin [Mıtrıplar] çaldığı davul ve zurnaya da rastlanır. Davul ve zurna bu aşiretlerin kendi mensupları tarafından çalınmaz çünkü bir ‘eşîr’in [aşiret mensubu] bu enstrümanları kullanması ayıp karşılanır. Ayrıca Christensen, yine 1958 derlemeleri sırasında, destanlara ‘rebab’la [bir tür kemençe] eşlik eden bazı müzisyenlere ve bazı zomalarda davulun tokmak-çubuk yerine elle çalındığına da tanık olmuştur. Bunun dışında yakın zamanlara kadar Şemdinli ve Yüksekova’da mevlitlerde def çalındığı ve Şemdinli’de İran menşeli olan çift kamışlı kaval [pîk ya da duzele] kullanıldığı biliniyor ki bunlar artık icra edilmeyen enstrümanlardır.

Hakkâri’de Kürtlerle Nasturilerin uzun süre bir arada yaşamalarının, birbirlerinin düğünlerine gitmelerinin ve birlikte müzik icra etmelerinin bu iki halk arasında belirli bir müzikal etkileşim yarattığı, bazı geleneksel şarkılardan anlaşılmaktadır. Nasturilerin geleneksel kayıtlarına ulaşamamakla beraber divanhanede söylenen iki dilli [Kürtçe-Süryanice] divan şarkıları, ritmik formu ve ezgi kalıbı aynı denecek kadar benzeyen Süryanice ve Kürtçe yayık şarkıları [Gudi notaları ve Meşkê] bu konuda önemli ipuçları vermektedir.

Bu etkileşimin yanı sıra diğer bölgelerle de ortak şarkı ve formlardan söz edilebilir. Bahdînan bölgesinde bulunan Duhok’ta ‘şeşbendî’ye benzer formlara rastlanması; Xelef adlı şarkının Botan’da ‘Ez Xelefê Botîme’ [Ben Botan’lı Xelef’im], Hakkâri’de ise ‘Ez Xelefê Hekarîme’ [Ben Hakkari’li Xelef’im] şeklinde okunması; Cizre, Şırnak ve Eruh’ta da ‘heyranok’a benzeyen ama daha gergin bir ses kullanımı ve daha fazla ses atlamasının kullanıldığı şarkıların olması; Seydik adlı şarkının Hakkâri’de ve Eruh’ta aynı sözler ve farklı ezgiyle okunması, bölgelerarası etkileşime örnek olarak verilebilir. Ayrıca Uludere Goyan aşiretinin düğün ve divanhane şarkılarının bir kısmı Şırnak’ta da oldukça yakın bir biçimde icra edilir.

Türkiye’de Mezopotamya coğrafyasının müziklerine dair henüz bir makam analiz çalışması yapılmamış olduğundan ve bu bölgenin müziklerine dair nazarî açıklamaları Osmanlı musikisi veya Türk halk müziği terminolojisiyle yapmayı doğru bulmadığımızdan dolayı, sadece şarkıların melodik seyrine dair karakteristiklerden bahsetmekle yetineceğiz. Bölge müzikleri, yakın coğrafyada yaşayan halkların [Azeri, Ermeni, Fars ve Arap] nazariyat bilgileri de dikkate alınarak yapılacak kapsamlı bir çalışmaya ihtiyaç duymaktadır.

* Pek çok şarkıda karar perdesi, aynı zamanda güçlü derecedir. 2–3 sesten oluşan kimi melodilerde [genellikle düğün şarkılarında] gizli karardan da söz edilebilir.

* Melodiye dizinin alt genişlemesinden alınan dörtlü atlamalarla karara gelinerek başlanması şarkılarda çok görülen bir karakteristiktir.

* Tam yedende asma kalışlara rastlanır.

MÜZİKAL FORMLAR

Düğün Merasimi ve Merasim Şarkılar

İki gün süren düğünün ilk gününün, yani kına gününün akşamında, damat, sağdıcın [berzava] evine götürülür. Davetliler damat evinde yemekte iken berzava “Yarın herkes bize davetlidir” der ve ertesi gün kahvaltıda herkes oraya gelir. İkinci günün [Pazar günü] sabahında berzavanın evinde ‘serşo’ merasimi vardır. Şarkılar eşliğinde gerçekleşen damadın banyosu ve tıraşından sonra berzavanın davetlilere verdiği kahvaltı aşamasına geçilir. Daha sonra damat baba evine götürülür. Öğleden sonra düğün alayı, şarkılar söyleyerek gelini almaya gider. Gelini almaya giden ‘berbûk’lar eve girerken erkekler dışarıda halay çekerler. Gelin hazırlandıktan sonra erkeklerden sadece berzava içeri girer ve gelin dışarı çıkarılırken kapıyı açtırmak için berzava ‘pişte der’ (kapı bahşişi) denilen bir parayı çocuklara verir. Gelin, düğün evine geldiğinde kapıdayken damat evin damına çıkar ve gelinin üzerine toprak serper. Bu damadın üstünlüğünü simgelemek içindir. Kayınvalide veya görümce su dolu bir testiyi gelinin ayakları önünde kırar. Su, aydınlığın sembolüdür, ‘uğurlu olsun, ayağı aydınlık getirsin’ dileğinin ifadesidir. Gelin, düğün evine götürüldükten sonra kurulan düğünde halaylar çekilir ve davetliler gelinle damadı kutlamaya gelip onlara bahşiş ve hediyeler verirler. Bütün gün halaylar çekildikten sonra davetlilere akşam yemeği verilir ve yine şarkılar eşliğinde damat, gelinin odasına götürülerek kahve ve şerbet gelenekleri uygulanır. Daha sonra davetliler ve akrabalar gelinle damadı yalnız bırakarak oradan ayrılırlar. Bu düğün nizamı, Hakkâri merkezde böyledir. Köylerde de bazı küçük farklar dışında düğün bu şekilde seyreder. Örneğin, köylerde kadınlar ‘hizark’ takmazlar. Ama merasimin çeşitli aşamalarında mutlaka bir protokol, sıra geçerlidir.

1. Serşo

Serşo töreni ve şarkıları [ikinci gün] sadece berzava’nın evinde damadın banyosu ve tıraşı öncesinde, sırasında ve sonrasındaki aşamadır. Sabahleyin kalkılır ve şarkılar eşliğinde damat banyoya götürülüp yıkandıktan sonra yine şarkılar eşliğinde tekrar içeri getirilir. Berber tıraş için berzavanın evine çağrılmıştır. Tıraş yapılırken de yine damadın etrafındakiler şarkılar söylerler. ‘Serşo’, içeride söylenen bir şarkı formu olduğundan, eşliğinde halay çekilmez. Oturarak; divanhane şarkıları, şeşbendîler gibi söylenir. Makamı ve söyleyişi de şeşbendîler gibi ağdalıdır. Sözlerin arasında bolca ulama ve kelimenin ortasında kesme vardır. Serbest değildir, ritmiktir ama karmaşık zamanlı ve çok uzun olan ritim cümleleri nedeniyle serbestle ritmik arası bir duyuşu vardır.

2. Narînk

Berbûklar gelini evden alıp götürürlerken söylenen şarkılara ‘narîn’ veya ‘narînk’ denir. Narînk, ritmik olmakla beraber oldukça duygulu hatta ağıta yakın bir havadadır. Çünkü bir uğurlama, vedalaşma havasıdır. Sözleri de ayrılığı ve vedalaşmayı işler. Ritmi serşo gibi karmaşık değildir. Basit ritmlerle ve lirik ezgilerle söylenir. Birkaç farklı makamla [ezgi kalıbıyla] söylenen çeşitli varyantları vardır. Diğer düğün şarkılarında olduğu gibi narînkte de, sözler uzun kıtalar boyunca değişirken ezgi ve ritim hep aynı kalır.

3. Stranên Dawatê [Düğün Şarkıları / Dans Şarkıları]

Düğünün ikinci günü sabah erken saatlerde köyün en büyük tarlasında toplanılır ve düğün en yumuşak makamlı ve en az yorucu olan milanê formunda şarkılar ve oyunlarla başlar. Milanê dik bir halaydır ve çok hareketli olmayan şarkılarla oynanır. Bu oyunda 300–400 kişi elleri serbest bir şekilde omuz omuza verir, oynarken sigara sarar, reşik [keçi kılından ayakkabı] dikerler, kadınlar çorap örerler. Bu aşama birkaç saat sürer, düğün hiç kesilmez. Öğle yemeğinden sonra yavaş yavaş makamlar değişir. Milanê’den şêxanî’ye geçilir. Şêxanî’de ritmler, ayak çekmeler, sekmeler serttir ve eşliğinde söylenen şarkılar da genellikle savaş şarkılarıdır. Ondan sêpê’ye [üç ayak] geçilir, bu da sert figürlü bir bölümdür. Daha sonra qilîçanê’ye geçilir. Qilîçanê’de eller serçe parmaklarından birbirine tutuşur. Oyunun ve şarkıların ritmi ve sertliği giderek yükselir. En son belavê’ye ve zêrînê’ye gelinir. Artık oyun, bir kapanıp bir dağılarak oynanmaktadır, bu bölümü genellikle gençler oynar, yaşlılar katılamaz. Gün boyunca oyunun ve şarkıların ritmi, biçimi değiştikçe halaydan düşenler olur. En son kalan grup kaç kişiyse onlar zêrinê oynarlar. Akşam ezanı okunmak üzeredir, herkes abdest almaya gider ve biraz sonra en büyük divanhane neresiyse orada gece şevbuhêrkine (gece sohbetleri) geçilir.

Bu akış ve formlar daha çok Pinyanişîler için geçerlidir. Ertuşîlerde düğünün seyri biraz farklıdır. Onlarda da şarkılar söylenir ama bir süre sonra davul-zurna eşliğinde oynanan danslara geçilir. Davul-zurna ile oynamak kolay değildir, daha yorucudur. Ertuşîlerin davul-zurnayla çalınan düğün repertuarında Hakkâri şarkılarından çok, Mıtrıpların taşıdığı çevre bölgelerin şarkıları vardır. Bu anlamda Ertuşîlerdeki müzikal geleneğin dış kültürle bağlantısı daha canlıdır.

Stranên dawatê formundaki bir şarkının ezgisi sürekli tekrar eden tek bir kıtadan oluşur. Sözler bazen 20–30 kıta devam edebilir fakat müzik değişmez.

Diwanhanelerde Okunan Şarkılar

1.Şeşbendi ve Berite

Şeşbendiler makamı ağır ve ağdalı şarkılardır. Çünkü divanhane gibi kapalı yerlerde ve oturarak söylenir. Ritmik şarkılardır ama ritim cümleleri çok uzun ve karmaşık, ezgileri de ağdalıdır. Diwanki (divan şarkısı) de denilen şeşbendiler bu nedenle yorumlanması oldukça zor şarkılardır ve usta dengbêjler tarafından söylenebilir. Sözleri genellikle aşk ve kahramanlık üzerinedir. Sözler ezgiye ve ritme oturtulurken her bir hecede birden fazla sese basılır ve kelimeler bazen ortalarından kesilerek es verildikten sonra kalınan yerden diğer ezgiyle devam edilir. Ayrıca bol miktarda ulama kullanılır. Seslerin arasına ‘’-ya’’ , ‘’-ha’’ gibi ulama heceleri eklenerek söylenir ve bu nedenle sözler oldukça çetrefil duyulur. Ezgi genellikle 5 seslik bir aralık içerisinde dolaşır.

2.Lawje

Hakkâri müziğinin diğer Kürt bölgelerine en yakın formu lawjedir. Lawje, Kürtlerin en karakteristik serbest formudur ve inici bir makamsal seyre sahiptir. Serbest tartımlı olarak seslendirilen, xulxulandin (gırtlak titretme, vibrasyon) üslubunun hâkim olduğu lawjeler, havini bölümlerinin dışında resitatif (yığmalı) bir şekilde okunur. Havini denilen bölümde genellikle cümlenin sonundaki sessiz harf düşer ya da sonuna ‘-e’ ,’-o’ gibi harfler eklenir ve yığmalı bölümden sonra gelen bu bölümde ses uzatılır. Haviniler genellikle nefes almak için kullanılan dinlenme bölümleridir. Lawjelerin sözleri genellikle gerçekleşmemiş aşklar ya da ölen birisinin ardından yakılan ağıttır.

3.Mediha ve Mewlud

Medihalar, divan ortamında söylenen ve genellikle Hz. Muhammed’e, sahabesine, Hz. Ali’ye ve tarikat şeyhlerine övgülerden oluşan dini şarkılardır. Zikir müziği değildir. Enstrümansız icra edilir. Serbest ritimli olanları tek kişi tarafından, ritmik olanları ise topluca okunur.

4.Destan

Destan formuna ‘beyt’ de denir. Uzun, manzum ve epik hikâyelerdir. Genellikle aşiretin dış güçlere karşı gösterdikleri kahramanlıklara, büyük aşklara, savaşlara dair olaylardır. Destanların her bölümü farklı ritim ve makamlarda okunur. Anlatılan bölümün aksiyonuna göre makam ve ritim daha yumuşak, lirik daha sert ya da güçlüdür.

5.Heyranok

Bölgedeki aşiretler yazın yaylalarda, kışın köylerde yaşarlar. Yaylaya gidiş bir sevinç vesilesi olduğu için şarkılarda da işlenir. Bu sevinç daha çok Hayronok’lara konu olmuştur. Çünkü delikanlılarla kızların buluşacakları yer dağlardır. O dağların kuytulukları her çalı dibi bir buluşma yeridir. Heyranok bir mani türüdür. Heyranokların sözleri oldukça erotiktir.

6.Pirepayizok

Yayladan dönüş hüzünlüdür. Çünkü ayrılma vaktidir. Sonbahara hazırlık kışa hazırlık dönemidir ki ‘pirepayizok’lar da bu ruh halinin yansımasıdır. Yani heyranok baharın coşkusuysa, pirepayizok sonbaharın hüznüdür. Payiz sonbahar demektir, payizoklarsa sonbahara yakılan şarkılardır.

7.Stranen Meşke

Yayladaki kadınlar akşamdan mayaladıkları sütün yoğurt haline geldikten sonra, sabahları erken kalkarak yayıklara koyup tereyağı elde etmek için sallarlar. Karşılıklı ikişer kadın iter. O sırada Stranen Meşke (yayık şarkıları) denilen şarkılar söylenir. Ritmi yayığın sallanış ritmine göredir ve içeriği her şey olabilir. Hakkâri’de ‘’yayığa ne kadar çok şarkı söylersen o kadar tereyağı verir’’ şeklinde bir inanış vardır. Ritmi genellikle 3/4’lüktür ve herkes tarafından bilinen tek ezgiyle söylenir.

Kaynaklar:

1.Boğaziçi Gösteri Sanatlar Topluluğu Müzik Birimi ‘‘Geleneksel Kürt Müziğine Genel Bir Bakış’, 28 eylül 2006, Derleyenler:Nezan Newzan, Vedat Yıldırım, Aytekin G. Ataş

2.Boğaziçi Gösteri Sanatlar Topluluğu Müzik Birimi, Hakkâri Geleneksel Müziği/EYHOK, Kalan Müzik, 2004.

3. PARILTI, Abidin, Dengbêjler Sözün Yazgısı, İthaki Yay., İstanbul, 2006.
muzikogretmenleriyiz.biz/kurt-

“İnsan, uzaklara özgü bir varlıktır. Hep kendinden başka yerdedir..”

Martin Heidegger

Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Burası benimdir” diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp, çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara “Sakın dinlemeyin bu sahtekârı. Meyveler herkesindir. Toprak hiç kimsenin değildir. Ve bunu unutursanız mahvolursunuz” diye haykırsaydı, işte o adam, insan türünü, nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı.

–Jean-Jacques Rousseau

Üç Remziye

Hulusi Üstün

Yazar Hulusi Üstün bir aile hikâyesi anlatıyor. 1915’lere dayanan, Erzurum’a uzanan bir hikâye. Ermeni yetim bir kızın, Remziye’nin çarpıcı, iç burkan hikâyesi bu. Fazla söze gerek yok, sizi Hulusi Üstün’ün satırlarıyla baş başa bırakıyoruz.
İnsan neden Ermeni olur Sevan? Bir asırdır yenilen, muhtemelen birkaç nesil sonra esamesi okunmayacak bir halka mensup olmanın anlamı nedir? diye sordular...

-İnattır, dedi.

Sonrasında söyledikleri sadece bu soruya verilmiş bir cevap değil bütün bir insanlık tarihinin yenilmişlerine, yok olmuşlarına ve çaresizce varlığını sürdürmek için uğraşan topluluklarına adanmış bir oratoryo idi. Öyle ki bir daha dinlemeye yüreğimin dayanmayacağından korkarım.
***
“Neden Çerkessin?” diyene verilecek en isabetli cevap bu. Daha önce neden aklıma gelmedi? Bir sürü tarih bilgisi aktarmaktan daha kestirme, daha çarpıcı, daha isabetli bir gerekçe bu. ‘İnattan…’ Öyle ya, bir acının tazmini için Çerkes değilim. Yamçımı sırtıma alıp, kalpağımı başıma takıp yeniden at sürmek için Çerkes değilim. Ne bağımsız bir siyasi yapı, ne güçlü bir literatür, ne sağlam bir ekonomi oluşturmak, ne de yüz elli yıl önce dağılmış insanları yeniden anayurduna toplamak imkanı var artık. O halde neden Çerkessin sorusuna verilecek yegâne akılcı cevap bu. ‘İnattan…’

Ermeni olmanın gerekçesi değil bu. Yenilmişlerin davasını sürdüren herkesin hatta belki bütün insanlığın ayakta durmak için dayanacağı son derece geçerli, son derece insani, son derece ahlaki bir gerekçe.

Öyle ya… Yunan Historya ciltlerinde üç beş paragrafla geçiştirilir beş asırlık Turkokratya dönemi. Oysa beş asır ezan sesi çınlamıştır Yunan yarımadasının taşlık zirvelerinde. Bulgar tarihinde, Rumen tarihinde, Sırp tarihinde Osmanlı çağları def edilmiş bir hastalık salgını gibi anlatılır. Oysa Tuna’ya söylenmiş Türkçe türküler vardır, Yıldız Dağı’na, Vardar Irmağına söylenmiş türküler.

İspanya tarihinin Mağribileri o toprakların sekiz asır hâkimi… Sicilya adıyla Arap, Malta adıyla Arap… Kırım, meyvaları bal ile şerbet bir bahçe… Soçi’de kayak yapılan Krasnaya Polyanna çayırının altında on beş bin Çerkes sivilin kanı var.

Aynı yaşlı adamın sırtından çıkarıp attığı kirli gömleklere benzer insanın etnik, dinsel ve linguistik aidiyetleri. Biri sırtından çıkartır, diğeri sırtına alır.

İnat, o kirli gömleği bir kenarda saklamaya benzer.
***

Bir de acıları saklarız. Saklar ve başkasına aktarmayız. Son zamanlarda aslında sakladığımız acıları tıpkı kanımız, yüzümüz, ellerimiz, hastalıklarımız gibi bizden sonrakilere genlerimiz aracılığıyla devrettiğimizi konu eden bir sürü metin okudum. Aslında hepimiz kişiliklerimizi bizden öncekilerin yaslarıyla, korkularıyla, endişeleriyle oluştururmuşuz. Tabii ki aynı zamanda sevinçleriyle, ümitleriyle, coşkularıyla da…

Benim ailem yüz yıl önce yaşanmış böylesi bir acıyı dördüncü kuşağa aktarmış olmalı ki oğlum bu yaz bir bahçe kahvaltısında anlattı rüyasını.

Eski bir evin loş aydınlığı içinde küçük bir kız çocuğu ağlıyordu. 'Beni bıraktın'

‘Hayır seni ben bırakmadım’ diyorum ona.

‘Beni burada bıraktın!’ diyor küçük kız.
***

‘Onu ben bırakmadım,’ dermiş büyükbabam. Sarhoş olduğunda onu anlatırmış hep. ‘Onu ben bırakmadım. İki at vardı, dört de can… Onu ben bırakmadım.’

O bırakmamış gerçekten de. Zorunda kalmışlar belli ki, anlaşılabilir gerekçeleri varmış. Fakat sabah olmuş, tandır sönmüş, oda soğumuş, küçük kız ve ayağının ucunda uyuyan köpek yavrusu uyanmış. Küçük kız seslenmiş, cevap veren olmamış. Küçük kız minik adımlarla dolaşmış boş evi. Küçük kız hiç kimseyi bulamamış.
***

Devlet Arşivleri’ndeki memuriyet siciline göre Hicri 1275 Asitane doğumlu büyük dedem Halis Efendi Osmanlı Telgraf Mektebi’nin ilk mezunlarından. Rusçuk, Varna ve Selanik’te telgraf memuru olarak görev yaptıktan sonra sağlık sorunlarından ötürü İstanbul’a dönmüş. İlk eşinin vefatı üzerine ikinci evliliğini Cevriye Hanımla yapmış. Bu evliliğinden iki oğlu dünyaya gelmiş. İkinci oğul benim büyükbabam.

İlk evliliğinden olan kızı Remziye’yi İstanbullu bir askerle evlendirmiş ve Erzurum merkez muhabere memurluğu göreviyle Erzurum’a tayin olunmuş. O, 1915’te Erzurum Merkez Posta Müdürlüğü vazifesi icra ederken büyükbabam on beş yaşında. Büyükbabamın anlattığına göre birkaç gün içinde gerçekleştirilen tehcir günlerinde babası bir gün eve dört beş yaşlarında bir kız çocuğu getirir. Kız, Halis Efendinin tanıdığı, dostluk ettiği bir Ermeni eşraf ailenin kızıdır. Ailesi sürgüne gönderilirken alıkonulan çocuk, Halis Efendi’nin bacaklarına tutunup ağlayınca dayanamayıp ve onu eve getirdiğini söyler.

‘İstanbul’da bıraktığım kızımın yerini doldursun. Adını Remziye koyalım. Günü gelir ailesi arayacak olursa bizde bulsun’ der.
Cevriye Hanım, belli ki eşinin ilk evliliğinden olan kızını hatırlatan bu küçük çocuğu istemez. ‘Ya o gitsin ya ben’ diye tutturur. Büyükbabam ve ağabeyi de çocuğun kalmasını rica edince çaresiz kabul eder. O yılarda on beş yaşlarını süren büyükbabam küçük Remziye’yi çok sever.

Kış, savaş…

Erzurum halkı yaklaşan Rus Ordusunun önünden kaçıp şehri boşaltırken muhabere görevlisi Halis Efendi’ye şehri terk etme emri gelinceye dek görevinin başında kalması gerektiği bildirilir. Güvenliklerini sağlamak üzere iki asker görevlendirilir ve iki at tahsis olunur. Rus toplarının sesi gece şehirden duyulurken büyükbabam, iki genç asker ve küçük Remziye odanın ortasındaki tandıra ayaklarını uzatarak sohbetler ederler.

1916 Şubat’ında bir gece vakti Halis Efendi görev yerini terk edip gitmesi yönünde emir içeren telgrafı alır. Cevriye Hanım oğullarını uyandırır, daha önce yüklenip hazır edilmiş olan atlara binmelerini ister. Büyükbabam tandırın yanına serilmiş birkaç koyun postundan ibaret yatağında uyuyan küçük Remziye’yi kucağına almak istediğinde annesi kolunu tutar.

-İki at var, dört can var. Onu götüremeyiz, der.

Büyükbabam ısrar eder, Halis Efendi rica eder ama Cevriye Hanım keser atar.

-Rus geldiğinde ailesi buraya döner, burada kalırsa bulurlar onu. Ben gittiğim yere onu taşıyamam, der.
Ayağının ucunda bir köpek yavrusu ile birlikte uyuyan Remziye’yi bırakıp kapıyı çekerler.
***

Kar, kış, tipi altında birkaç gün yol yürüdükten sonra Erzincan’a yaklaşırken askerler atları alıp terk eder onları bir mezrada. Halis Efendi İstanbul’a bir telgraf çekip Erzincan’a vasıl olduğunu, refakatçi askerlerin atları ve eşyaları alıp kaçtıklarını bildirir, maaşının Erzincan Valiliği’ne gönderilmesini ister. Savaş sonunda görev yerine gönderilmek üzere Nahiye Müdürü olarak geçici memuriyete atandığı Sulusaray’da vefat eder. Cevriye Hanım, eşinin mezarının olduğu köyü terk etmez ve orada ölümü bekler.
Yıllar geçer aradan. Savaş biter, cumhuriyet ilan olunur. Büyükbabam önce ablası Remziye’yi arar. ‘Saltanat lağvedilince eşi onu alıp Şam’a hicret etti’ derler. Gidiş o gidiş, büyükbabam ablasının izini bulamaz. Yıllar sonra yolunun düştüğü Erzurum’da küçük Remziye’yi arar ama oturdukları Sultaniye Mahallesi’ndeki evlerini tespit etmek bile mümkün olmaz.

Evlenir, ilk çocuğu kız olur. Ona da Remziye adını koyar. Remziye büyür, babasına sofra hazırlar. Babası akşamları bir kadeh rakı içer, sarhoş olmasa da efkarlanır.

-Tandır sönmüş, oda soğumuş, küçük kız uyanmış, bizi aramıştır. Ah annem ne var idi atın terkisinde ona da bir yer bulsaydık. Çorbaya bir kase su da onun için koysaydık. Ah annem ne var idi Remziye’yi bırakmasaydık, der.
***

Tandır sönmüş, oda soğumuş, küçük kız uyanmıştır. Evi dolaşıp kendisine İstanbul’u anlatan büyükbabamı, bacağına sarılıp ağladığı Halis Efendi’yi, büyüyüp aileme karışır endişesi ile yüzüne gülmeyen Cevriye Hanım’ı aramıştır. Sonra ne olmuştur? Birileri gelip almış mıdır küçük kızı. Bakıp büyütmüş, gelin etmiş midir? İhramlı atkılı bir Erzurumlu kadın olarak yaşayıp, Ermeni adını hakaret yerine kullanan oğullar doğurmuş mudur? Yoksa soğuktan donmuş mudur, kurda kuşa yem olmuş mudur? Alıp götürmüşler midir onu gelen Rus askerleri, acep yakınları onu bulmuş mudur? Belki savaşın galiplerinin Ermenilere yurt olarak belirlediği Erivan Rezervasyonuna kapağı atmıştır. Saçları ağarana kadar yaşamış ‘Hayastan bostan, sirun Yerevan’ şarkısını söylemiştir torunlarına. Belki Erzurum’u, belki büyükbabamı, belki o evde kendisine verilen Remziye adını unutmuştur.
***
Ama biz unutmadık. O kış gecesinden yüz sekiz yıl sonra bir yaz günü bahçeye kurulu kahvaltı masasında hatırladık Remziye’yi. On beş yaşını süren oğlumun rüyasının hatırlattığı bu acıyı eski bir elbiseyi sakladığımız yerden çıkarıp güneşlendirir gibi…
O bizim elbisemiz Sevan… Ermeni’nin, Çerkes’in, Türk’ün, Kürdün. Bu toprakta var olmuş, bu toprakta doymuş herkesin elbisesi. Bunu anlaşılır kıldığın için sağ ol.

agos.com.tr/tr/yazi/29831/uc-r

Tarih kokan İzmir: Selçuk'ta bin 800 yıllık lahit bulundu

İzmir'in Selçuk ilçesindeki Ayasuluk Tepesi ve St. Jean Anıtı kazılarında M.Ö. 3. yüzyılda ‘Romalı bir gladyatöre' ait olduğu değerlendirilen lahit bulundu.

izgazete.net/tarih-kokan-izmir

Mehmet Altan: ‘Askeri vesayet’ yanlıları, vesayetten vesayete savrulmanın gerçek sebebini kabullenmek istemediler

Türkiye “askeri vesayetten sivil vesayete” yatay geçiş yaptı… Çünkü Türkiye 100 Yıllık Cumhuriyet’i demokratik hale getirmekten çok uzakta seyretti. “Askeri vesayet” yanlıları, vesayetten vesayete savrulmanın gerçek sebebini kabullenmek istemediler. Ve garip bir günah keçisi buldular: “Yetmez ama evet”çiler. Vesayetten vesayete savunmanın nedeni, askeri vesayetin hukuku ve demokrasiyi yok sayması değilmiş de “yetmez ama evet” diyenlermiş gibi bir algı yaratmaya çalışıyorlar. Önemli olan, kimi suçladıkları değil… Önemli olan, bu suçlamayla “askeri vesayeti” aklamaya çalışmaları… AKP’nin yaptığı korkunç uygulamaları, bir “askeri vesayet” propagandasının yakıtına döndürme çabaları.

Üstelik de bunu gerçekleri tahrif ederek yapıyorlar… CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne dava açması nedeniyle yargının yargı olmaktan çıktığını saklıyorlar. Aslında söylemek istedikleri şu: “Yetmez ama evet” demeseydiniz “askeri vesayet” yıkılmayacaktı, yerine bu sivil vesayet gelmeyecekti. Ağır kelimeler kullanmak istemiyorum ama bu algı operasyonlarıyla iki vesayetten birini seçme zorunluluğunu, kader olarak karşımıza koymaya çalışmalarını dürüstçe bulmadığımı söyleyeyim. Ama esas hüzün verenin, “hem askeri hem de sivil vesayet” karşıtlığını içine sindirmiş bir toplumsal yapının epeyce uzağında olmamız.

AKP öncesi de AKP yönetiminde de YÖK hep var oldu, neden? Aynı şekilde “siyasi partiler kanunu” da kırk yıldır ortak bir uzlaşmayla siyaseti belirliyor. Failleri belli resmi cinayetler hep zaman aşımına uğruyor. Farklı iktidarlar geliyor ama bunlar hiç değişmiyor. “Hangisi daha kötü; askeri vesayet mi, sivil vesayet mi?” İkisi de felaket… Askeri vesayeti yaşadık… Şimdi sivil vesayetin de dibini gördük… Acaba ikisinin de felaket olduğu ve çarenin hukuk, temel hak ve özgürlükler, demokrasi olduğu konusunda geniş bir toplumsal uzlaşma olacak mı? Yoksa sivil siyasetçiler ülkeyi ve devleti çökertmeye, askeri vesayetçiler de “demokrasi” istenmenin çok tehlikeli olduğunu ima ederek bu çürümenin değirmenine su taşımaya devam edecekler mi? “Vesayet” bir kader değildir. Yok olmak istemeyen toplumlar, başka bir seçenek daha olduğunu keşfetmek zorundadır. Demokrasi diye bir şey var. Her türlü vesayettin, her türlü alçaklığına karşı insanları koruyacak tek çare de demokrasidir.

diken.com.tr/mehmet-altan-aske

Derinlemesine ve berrak olarak incelerseniz eğer, bu dünyanın dindar diye bilinen insanlar yüzünden acı çektiğini göreceksiniz.

Osho

Samanyolu, sanılandan çok daha büyük bir yapının parçası olabilir

"Bu büyük havzaların keşfi, kozmik yapıya dair anlayışımızı temelden değiştirebilir"
indyturk.com/node/747021

Eren Keskin: Güran ailesi o açıklamayı yapmadan önceki akşam bazı milletvekilleri yanlarındaymış, Narin’in ailesinin bir adli tıpçıdan görüş aldığını düşünüyorum

Cansu Çamlıbel

“Devlete yakınsanız bu coğrafyada istediğiniz suçu işleyebilirsiniz, çünkü üstü örtülür. Aile o metinle devlete ‘Bizi koruyun’ diyor. Tavşantepe üzerinde özellikle Ensarioğlu ailesinin çok büyük bir etkisinin olduğu söyleniyor. Galip Ensarioğlu konuşamıyor çünkü ailenin devletle ilişkileri var. Devlet aileyi on yıllarca korumuş, aile de devleti koruyor. Bu köyün 90’larda silah deposu olduğu söyleniyor”

Tam yirmi beş gündür bir kız çocuğunun yok ediliş sürecini içimizden parçalar koparak izliyoruz. Aslında ilk günden biliyorduk hepimiz bir umut falan olmadığını ama umutlanmak istedik, diğer kaybettiğimiz çocuklarda olduğu gibi. Narin Güran’ın minik bedenin Eğertutmaz Deresi’nde bulunduğu andan beri ise kâbuslarımız koyulaştı. Ailesindeki tek kişiye dahi güvenemeyen çocukların ülkesinin yasını tutuyoruz.

Narin’in ailesinden tutuklanan ve sorgulanan kişilerin toplam sayısı her gün değişiyor, değişmeyen tek şey ise Güran ailesinin ‘sessizlik yemini’ de diyebileceğimiz organize tavrı. Her ifade sanki kafalar daha da karışsın diye veriliyor ve her ifadede baş şüpheli amca Salim Güran’ın parmak izi var. İşlerin buraya geleceğini bilerek o gün geldiğinde kimin ne demesi gerektiğini kendince organize etmiş.

Ailenin karmaşık ilişkileri ve köyün girift yapısı soruşturmayı yeterince oyalamıyormuş gibi bir de aileden tuhaf bir yazılı açıklama geldi. Ailenin bir ferdini ortadan kaldıran olayları sorgulamak yerine onlar da siyasi modaya uyarak sorgulayanları ‘dış güçler’ olarak yaftalamayı seçmişlerdi. Daha fenası Tavşantepe’nin ‘stratejik konumu’ dedikleri şey her neyse onu cinayete kalkan olarak kullanmaya teşebbüs ediyorlardı.

İnsan hakları savunucusu, avukat Eren Keskin şu an İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) Eş Genel Başkanı. Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Komisyonu’nu kuran insan. Senelerdir aile içi şiddet, kadına şiddet, çocuğa şiddet alanlarına giren yüzlerce davanın tarafı oldu. Kürt siyasi hareketiyle yakın ilişkileri nedeniyle değil, Narin’in katledildiği coğrafyadaki toplumsal dinamiklere ve hukuk süreçlerine aşinalığı nedeniyle bu söyleşiyi yapmak istedim. Zira Eren Keskin’i tanıyanlar bilir ki kadın alanındaki aktivizmi her türlü diğer aktivizminin önünde gelir.

Eren Keskin, Narin’in henüz arandığı günlerden beri ailenin diğer kadınlarının derhal koruma altına alınması gerektiğine dikkat çekiyor. Bugün tutuklular arasında yer alan annenin ve yengenin can güvenliği için devletin cezaevinde maksimum dikkat sarf etmesi gerektiğini söylüyor. Çünkü Keskin’e göre, o tür bir feodal yapı içinde bu kadınların da hayatları tehlikede olabilir.

Eren Keskin, cinayetin şifrelerinin bölgenin politik gerçekliğinden azade tutularak çözülemeyeceğini düşünenlerden. Ensarioğlu ailesi ile Güran ailesi arasındaki hattın, Galip Ensarioğlu’nun sonradan söylediğine pişman olduğu cümledeki kadar basit bir ‘aile dostluğu’ olmadığını düşünüyor. Hatta DEM Parti sözcülerinin bugüne kadar sınırlı biçimde dile getirdiği iddialar hakkında daha net cümleler kuruyor. Güran ailesinin o yazılı açıklamayı yapmadan önceki akşam bazı milletvekilleriyle bir arada oldukları iddiasını dile getirmekten çekinmiyor. Ancak parti ismi vermiyor.

İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı avukat Eren Keskin
“Erkek egemen feodal yaklaşım son 10 yıldır bölgede yoğun biçimde pompalanıyor”
- Narin Güran cinayetini yakından takip ediyorsunuz. Belki yüzlerce benzer davaya baktınız ve “Erkekliğin egemen olduğu toplumsal cinsiyetçi bakış açısıdır asıl katil” diyorsunuz. Tam da işin bu boyutunu konuşmak istiyorum. Çok aşina olduğunuz köyler ve yapılar. Nasıl bir fotoğraf var karşımızda?

Narin olayının yaşandığı bölgede uzun yıllardır egemen olan bir erkek egemen militer ve feodal yaklaşım var. Bir devlet aklı var. Bu yaklaşımın son 10 yıldır devlet tarafından yoğun bir şekilde pompalandığını görüyoruz. Devlet, kadını eve kapatan, erkeğin egemenliğini son derece açık bir biçimde savunan feodal bir değer yargısını topluma dayatıyor. Narin olayının detaylarına geçmeden önce şunu söylemek isterim; İstanbul Sözleşmesi çok önemliydi bizler için, çünkü o metin aslında bugün ‘feodal’ diye bakılan kesimlerin bölgede verdiği mücadelenin de sonucunda çıktı. Diyarbakır'da kocası tarafından annesi öldürülen, kendisi de ağır yaralanan Nahide Opuz davası bir milattır İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlanması açısından. Türkiye, o davada AİHM tarafından devlet olarak kadını ve kızını aile içi şiddetten koruyamadığı için mahkûm edildi. Opuz’un avukatı Meral Danış Beştaş’tı. Bu karardan sonra Avrupa Konseyi bütün üye devletlere bir çağrı yaptı. Avrupa ve Türkiye'den de kadın hukukçuların önerileriyle bir sözleşme hazırlandı.

“İstanbul Sözleşmesi’nin en önemli maddesi örf ve namusla ilgili olandı”
- Tam Narin’i konuşmaya başlarken sözü İstanbul Sözleşmesi’ne getirmenizin hukuki açıdan anlamı nedir?

Çünkü İstanbul Sözleşmesi esas olarak yerleşik erkek egemen toplumsal cinsiyetçi bakış açısını karşısına alır. Bana göre en önemli maddesi de şunu söyler; “Hiçbir örf, hiçbir adet, hiçbir namus anlayışı kadına yönelik şiddetin gerekçesi olamaz.” Oysa bizim coğrafyamızda kadına yönelik şiddetin tek gerekçesi zaten bu.

“Türkiye sözleşmeden çıkınca, kadını darp etmenin suç olmaktan çıktığını sanan o taksiciyi hiç unutmuyorum”
- İstanbul Sözleşmesi Türkiye’de 2014 yılında yürürlüğe girmişti, 7 yıl kadar yürürlükte kaldı. O süreçte sözleşmenin hükümleri Türk mahkemeler tarafından ne ölçüde uygulanıyordu?

Hiçbir zaman tam olarak uygulanmadı ama bizler en azından “Bu sözleşmeye uymak zorundasınız” diye hakimlerin önüne koyuyorduk. Uygulamıyorlardı, birçoğu da bilmiyordu. Ama en azından zorlayıcı konuşmalar yapabiliyorduk. Ne zaman ki 2021 yılında Tayyip Erdoğan tek imzayla bu sözleşmeden çıktı, iş hemen değişti. Ben ertesi günü bir taksiye bindim. Ben telefonda konuşurken avukat olduğumu anladı. Konuşmam bitince taksici “Abla bir şey soracağım. Benim bir taksici arkadaş karısını darp ettiği için içerde. Artık bu suç olmaktan çıktı. Benim arkadaş artık çıkar değil mi?” diye sordu. O taksicinin söylediğini hiç unutmam, çünkü o sözler Erdoğan’ın İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararını nasıl algıladığını ortaya koyuyordu. Biz zaten bu nedenle “Kadına yönelik şiddet politiktir” diyoruz.

“Devlet dili ne zaman sertleşiyor, kadına yönelik şiddet artıyor”
- “Kadına yönelik şiddet politiktir” ne demek? Bilmeyenler açısından netleştirin isterim.

Devlet dili ne zaman ki sertleşiyor, ne zaman ki ötekileştirici bir dil yükseliyor, ülke genelinde kadına yönelik şiddet artıyor. Bugün dizilerde gördüğümüz şiddet de devlet yöneticilerinin kullandığı şiddet dili de topluma yayılıyor. Örneğin Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanlığı döneminde sürekli bir şiddet dili hâkimdi. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni imzalamış bir devletin İçişleri Bakanı şunu söyleyebildi; “Ne olmuş ki? Yakalarsanız ‘lime lime edin’ talimatını verdim.” Bir suçlu ile ilgili, bir adli olayla ilgili polislere “Yakalarsanız ‘lime lime edin’ talimatını verdim” dedi.

Diyarbakır'ın Bağlar ilçesi Tavşantepe köyünde 21 Ağustos'ta kaybolan ve cesedi 19 gün sonra, 8 Eylül'de dere kenarında bir çuval içinde bulunan 8 yaşındaki Narin Güran
“Şiddeti sadece bölge üzerinden tartışmanın ırkçılığa varan bir yanı var”
- Narin’le birlikte Türkiye genelinde yeniden hatırlanan bu aile içi şiddet konusu çok mecrasından çıkartılarak tartışılabiliyor bazı televizyon programlarında. Güncel tartışmanın sizi bir hukukçu olarak en çok rahatsız eden tarafı nedir?

Aile içi şiddet sadece Diyarbakır'da, Mardin'de, Batman'da oluyormuşçasına tartışılıyor bu olaylar. Oysa verilere bakılsa, kadına yönelik şiddetin ve cinayetlerin büyük metropollerde çok daha fazla işlendiğini görecekler. Bu konuyu sadece bölge üzerinden tartışmanın ırkçılığa varan bir yanı da oluyor. Bölgede olduğunda çok ilgileniliyor ama mesela benzer bir cinayet Tekirdağ’da işlendiğinde herkes bu kadar ilgilenmiyor. Bir de tabii bölgede olduğu zaman “Onlar zaten feodal” şeklinde yorumlar yapılmasına biz kadın hareketi olarak karşı çıkarız. Bu tür ifadelerin kullanılmaması gerekir.

- Bu söylediğinizi biraz daha açarsak aslında siz şunu demek istiyorsunuz; “Onlar zaten feodal” denerek “Onlar zaten Kürt” denilmek isteniliyor ve sanki kadına karşı şiddet bu ülkede Kürtlere özgü bir konuymuş havasında tartışılmaya başlanıyor. Doğru mu anlıyorum itirazınızın gerekçesini?

Elbette. Kadına yönelik şiddet bu coğrafyanın her yerinde de dünyanın her yerinde de büyük bir sorun. Mesela kadına yönelik şiddetin en yoğun olduğu yerlerden biri Avrupa.

- Mutlaka. Ancak feodal düzenin hâlâ baskın olduğu tüm coğrafyalarda kadına karşı bakışın bir Avrupa başkentinden farklı olduğu gerçeğini de yadsıyamayız. Türkiye’nin doğusunda demografik ağırlık Kürt nüfus olduğu için feodal ilişkilerin hâlâ hâkim olduğu o köylerde Kürt kadınının yerini konuşabilmek de bu tartışmanın doğal parçası değil mi?

Tabii ki feodal yapının sürdüğü yerler var bölgede. Ama bir taraftan da Kürt kadın hareketinin son derece güçlü olduğu yerler de var. Yani bu konuştuğumuz değer yargılarını kırmaya çalışan da bir mücadele var.

“Tavşantepe üzerinde Ensarioğlu ailesinin büyük bir etkisi var; Güran ailesinin de köyde bir tahakkümü var”
- Güran ailesinin yaşadığı Tavşantepe köyünün bahsettiğiniz mücadelenin çok uzağında olduğun ortada. Bu elbette köyün politik gerçekliğine çok bağlı bir durum. Zira bahsettiğiniz kadın hareketi, ulusal siyasette kendine bugün DEM Parti ekolü olarak yer bulan Kürt siyasi hareketinin bir parçası. Muhafazakâr Kürtlerin kuruluşundan beri AKP’ye teveccüh gösterdiğini de biliyoruz. Bu da bölgedeki kadın hakları hareketinin siyasi kutupları aşamadığı anlamına gelmez mi?

Yasalar değiştiği için Tavşantepe idari açıdan artık köy değil, bir mahalle; onu kayda geçirelim baştan. Merkeze çok da yakın bir mahalle, Diyarbakır Havaalanı’nın hemen yanı başında. Burası bizim edindiğimiz bilgilere göre daima Türk sağ siyasetini desteklemiş. Tavşantepe üzerinde özellikle Ensarioğlu ailesinin çok büyük bir etkisinin olduğu söyleniyor. Hatırlarsınız 90’ların o en karanlık günlerinde Salim Ensarioğlu DYP’den Devlet Bakanlığı yapıyordu. Tansu Çiller’le birlikte o dönemin en karanlık günlerinde görev almış bir insandı. Yani derin devlet ile iş birliği yapan bir siyasetin içinde yer alıyordu. Dolayısıyla da evet, Kürt siyasi hareketinin oraya çok fazla girdiği söylenemez. Mutlaka oy veren insanlar var ama genel olarak egemen zihniyet devletle iş birliği. Ve o zaman köy, şimdi mahalle olan Tavşantepe’de Güran ailesi tarafından sürekli bir tahakküm kurulmuş.

AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu
“Devlete yakınsanız bu coğrafyada istediğiniz suçu işleyebilirsiniz, çünkü üstü örtülür”
“Katil şüphesiyle tutuklu olan amca bir hafta boyunca arama çalışmalarını yönetti”
- Bahsettiğiniz Salim Ensarioğlu’nun yeğeni Galip Ensarioğlu da 1993- 2009 tarihleri arasında DYP’de il başkanlığı yaptı. Sonrasında AKP’den milletvekili seçildi. Narin’in cansız bedeni aranırken yaptığı bir açıklamayla ülkenin gündemine oturdu. “Bizlerin bazen bilmediği, bazen de bilip söylemememiz gereken şeyler var. Çünkü aile de bizim dostlarımız” şeklindeki sözleri çok tepki alınca herkesin anladığı şeyi kastetmediğini savundu. Sizce neyi kastetmişti Galip Ensarioğlu o ilk açıklamasında?

Bence son derece açık. O ilk açıklamasında çok dürüstçe ve açıkça söyledi bunu. Zaten bu coğrafyada her zaman böyle. Eğer siz devlete yakınsanız her türlü suçu işleyebilirsiniz. Onun üstü örtülür. Benzeri şeyler başka olaylarda da yaşanıyor. Diyarbakır Barosu bu süreci çok yakından takip ediyor, çok önemli bir görev yapıyor oradaki arkadaşlarımız. Her aşamanın takipçisi oldular. Onların genel algısı Narin’in “Yanlış bir şeye, şahit olmaması gereken bir şeye” şahit olduğu yönünde en başından beri. Yani böyle bir durum var ama Güran ailesi çok güçlü ve devlet onlara güveniyor. Düşünebiliyor musunuz, kayıp ihbarını yapan amcanın kendisi ve şu an tutuklu. Tutuklanana kadar da bir hafta boyunca arama çalışmalarını da jandarmayı da o yönetti. Yani arama çalışmalarını katil şüphesiyle tutuklanan amca yönetti. Bütün gazetecilerin telefonuna çıkıp, televizyonlara bağlandı. Oysa kolluk kuvvetleri oradaki herkesi ‘şüpheli’ olarak görüp o şekilde muamele etmeliydi. O yapılmadığı için adam resmen süreci yönetti ve ona göre de organizasyonu yaptı. Resmen yanlış yönlendirdi. Onun yönlendirmeleri doğrultusunda Jandarma Komutanı “Ulaşıyoruz, bir müjde vereceğiz” diye açıklama yaptı. Bunlar soruşturma makamının içine düştüğü çok büyük yanlışlar.

“Salim Güran’ın sorgusuna giren arkadaşlarımız fütursuz tavrına çok şaşırmış”
- Sizin iddianız şu mu; Salim Güran “Nasılsa devletin adamıyım” diye düşündüğünden bu kadar rahat davrandı?

Kesinlikle onun için bu kadar rahat. Kendisi devlet için ‘muteber bir şahıs’ ve aile muteber bir aile. Hepsi onun verdiği güvenle davranıyor. Verdiği ifadelere bakın, hâlâ büyük bir güven içinde. O kadar fütursuzca cevaplar veriyor ki. Bizim sorguya giren bir arkadaşımız aynen şöyle dedi; “Adamın tavrını görseniz şaşırırsınız. O kadar kendini güçlü hissediyor ki. ‘Bana bir şey olmaz’ düşüncesi o kadar kuvvetli ki umursamıyor bile cevap verirken. Savcı öyle sorular soruyor ki. Aslında bir feodal yapı içindeki bir kişinin savcıya ‘Sen bana nasıl böyle bir soru soruyorsun?’ diye tepki vermesi beklenir. Ama gayet doğal karşılıyor. Çok rahat.”

“Normalde o tür kapalı bir yapı içindeki bir adam ‘Anneyle ilişkin var mı?’ sorusuna tepki gösterir”
- Feodal bir yapı içinde yaşayan bir adama hangi soru sorulursa adam rahatsız olur ve tepki gösterir? Meslektaşınız sorguda şahit olduklarını anlatırken neyi kastediyor?

Örneğin “Anneyle ilişkin var mı?” ya da “Narin senin çocuğun mu?” gibi sorular. Böyle bir kapalı toplumda yaşayan bireyler normalde bu sorulara tepki gösterir, yanıt vermez. Ama bu adamda normalde içinde bulunduğu durumlarla örtüşmeyen bir rahatlık var.

“Savcılar görevini çok dikkatli yapıyor ama zaten deliller karartıldı”
“Ailenin bir adli tıpçıdan görüş aldığını düşünüyorum”
- Sorguya giren meslektaşlarınızın Diyarbakır’da soruşturmaya yürüten savcılarla ilgili izlenimi nedir? Bu kadar tansiyonlu bir ortamda görevlerini rahat yapabiliyorlar mı sizce?

Savcıların görevlerini yaptıklarını söylediler açıkçası. Tabii olaya Kürt siyasi hareketi de sahip çıktı, kadın hareketi de sahip çıktı. Kamuoyunun geneli de hassasiyet içinde. Bütün toplum sahip çıktı. Bu olay bir numaralı gündem haline geldi. Doğal olarak böyle bir ortamda devlet bu işe iyice asılmak durumunda. Diyarbakır Baro Başkanı’nın da diğer arkadaşlarımızın da bize söylediği savcıların görevlerini çok dikkatli yaptıkları. Ama şu var; bir hafta böyle bir olay için çok uzun bir süre. Zaten o süre zarfında deliller karartıldı. Katil olan ya da katilleri koruyan amca Salim Güran’ın nasıl bir rol oynadığı net değil. İtirafçı dışında hiç kimse gerçeği söylemiyor, onun da ifadeleri çelişkili. Amca o kadar çok kişiyi aramış ki, o kadar çok kişiyi yönlendirmiş ki zaten arandıklarını gözaltında olanlar kendileri söylediler ifadelerinde. Ben bu süreçte ailenin kendilerine yakın ya da kendilerine önerilen bir adli tıpçıdan görüş aldıklarını düşünüyorum. Normalde ilk akla gelen cesedi gömmektir bu durumlarda. Oysa çocuğun o şekilde suya gömülmesi, üzerine taş konulması önemli detaylar.

Fotoğraf: DHA
“Suyun delilleri çürüteceği bilinerek çocuk dere yatağına gömülmüş”
- Ne demek istiyorsunuz?

Adli Tıp ön raporu açıklandı biliyorsunuz. Narin'in üzerinde başka birinin DNA'sına rastlanmadığı söylendi. Çünkü o kadar uzun süre suda kalan ve çürümenin gerçekleştiği bir bedende delil bulmanız zordur. Belli ki birileri bunu onlara söylemiş. Suyun delilleri çürüteceği bilerek çocuk dere yatağına gömülüyor. Ve hâlâ örgütlü bir tavır var. Hiç kimse tam gerçeği anlatmıyor.

“Aile o açıklamayı yapmadan önceki akşam bazı milletvekilleri ailenin yanındaymış”
- Türkiye’nin gözü orada. Savcıların titiz çalıştığı yönünde bir izleminiz var. Keza hükümetin gelinen noktada işi savsaklamasının zor olduğu yönünde de bir izleniminiz var. Dahası Cumhurbaşkanı Erdoğan bizzat sahip çıktı, takipçisi olacağını söyledi. Siz böyle bir denklem içerisinde Güranların ‘devletle ilişkisi olan bir aile’ olduğunu söylerken bizzat AKP hükümetini mi kastediyorsunuz, yoksa partiden bağımsız bir ilişki türünü mü?

AKP’den büyük bir şeyi tabii. Benim kastettiğim esas derin devlet. Ben hâlâ bir derin devletin olduğuna inanan bir kişiyim. Ben Cumhurbaşkanı’nın ya da devletin soruşturmaya sahip çıktığını filan düşünmüyorum, sadece öyle gösteriyorlar. Örneğin A Haber şu anda paralel bir yargı gibi görev yapıyor. Bakın, avukatların ulaşamadığı ifade tutanakları anında A Haber’de yayınlanıyor. Bu o kadar tehlikeli bir şey ki bu dosyada fail olup hâlâ dışarıda olan insanlar olabilir ve bu yayınlar sayesinde bunlar anında her türlü bilgiye ulaşıyorlar. Bu ortaya saçılan bilgiler üzerinde televizyonda ellerinde cetvellerle tartışıyorlar. Bunlar bana çok akıl dışı geliyor açıkçası. Devletin ilgileniyor olduğunu söylemesinin tek başına bir anlamı yok ki. Bir diğer konu da ailenin yaptığı o yazılı açıklama. Onun ailenin açıklaması olduğunu asla düşünmüyorum. Çünkü bir gece önce birçok milletvekili zaten ailenin yanındaymış

“O, devlet diliyle yazılmış bir açıklama”
- İktidara yakın milletvekilleri mi? Bu ciddi bir iddia. Hangi milletvekilleri olduklarını biliyor musunuz?

Hangi partiden olduklarını bilemiyorum. Ama bölgeyle çok yakın ilişkileri olan bir arkadaşım anlattı; bu açıklamanın yayınlanmasından bir gece önce bir kısım milletvekillerinin orada olduğunu. Ve sonuçta devlet diliyle yazılmış bir açıklamadan bahsediyoruz.

“Aile o metinle devlete ‘Bizi koruyun’ diyor”
“Bu köyün 90’larda silah deposu olduğu söyleniyor”
- DEM Parti’nin “Bu ölümlerdeki siyasi sorumluluklarını saklama telaşıyla partimizi hedef alan HÜDAPAR ve ortaklarının telaşını anlıyoruz” şeklinde bir açıklaması olmuştu. Ailenin açıklamasını yazdırmak için Tavşantepe’de aileyle bir gece önce toplandığını öne sürdüğünüz milletvekilleri HÜDA- PAR’lı mı?

HÜDA- PAR da olabilir. Zaten farkındaysanız ailenin yaptığı açıklama ile HÜDA- PAR yetkilisinin açıklamasında aynı dil var. “Bu dış güçlerin ve İsrail’in işi” denildi. Benim için asıl önemli olan şu; ailenin yazdığı metinde çocuğunu kaybeden bir ailenin acısı yok, bir duygu yok. Acıdan değil, dış mihraklardan bahseden bir açıklama. Akıl almaz bir metin. Metin ailenin nasıl devlet yanlısı bir aile olduğunu net biçimde gösterirken bir de devlete “Bizi koruyun” diyor. Belki orada bir tehdit de var. Çünkü bu köyün 90’larda devletin silah deposu olduğu da söyleniyor.

Soruşturma kapsamında 2 Eylül'de "kasten öldürme"den tutuklanan Tavşantepe Köy Muhtarı amca Salim Güran
“Amcayı kurtaracaklarını düşünüyorum”
- Bunlar hep söylenti ama. Sizin elinizde söylentinin ötesine geçecek bilgi ya da belge var mı?

Biz 90’ları çok yakın yaşadık. Bu söylentilerin doğru olma ihtimalini biliriz. O ‘ailenin’ diye kamuoyuna sunulan metnin başkalarının hazırladığı bir açıklama olduğunu düşünmem de bundan. Bir çocuk ölümünden sonra içinde bir tane ‘üzüntü’ kelimesinin geçmediği bir metin. Tamamen bağlamından kopartılmış bir ‘biz devlete yakınız’ vurgusu. Daha soruşturma devam ederken, çelişkili ifadeler varken ‘bir kişinin suçu’ ifadesi kullanılmış. Yani şimdiden suçu ‘bir kişiye’ indirgeme çabası. Bütün bunlardan benim çıkardığım şu; suç ya itirafçıya ya ağabeye yüklenecek. Amcayı kesinlikle buradan kurtaracaklar. Benim görüşüm bu yönde.

- Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?

Bu tür dosyaların davalarına çok girmiş bir hukukçu olarak bizlerin de birtakım öngörüleri olabiliyor. Bu süreçte bu aile mutlaka korunacak. Ben bunu görebiliyorum. Maktulün bulunmasına rağmen hiçbir şeyin ortaya çıkmaması çok ilginç. Silinen konuşma kayıtları geri getirilebilirse belki birtakım şeyler ortaya çıkar. Biliyorsunuz, yanında çalışan bir işçisi amcaya attığı mesajda “Henüz bende değil, daha ölmemiş” diyor. Amca kesin işin başında. Ama bu soruşturmada ben daha çok şeyin değişeceğini düşünüyorum.

“Annenin ve yengenin can güvenliği de tehlikede, devlet onları cezaevinde korumalı"
- Sizin bir vurgunuz dikkatimi çekiyor. Medyaya sızdırılan ifadelerde Narin annesinin ve yengesinin ‘amca Salim Güran ile ilişkileri olduğu’ şeklinde imalarla birlikte isimlerinin açıkça belirtilmesinin bu kadınları da büyük bir yaşamsal riskle yüz yüze bıraktığını düşünüyorsunuz. Neden?

Çünkü bu coğrafyada insanlar tırnak içinde "namus" gerekçe gösterilerek öldürülüyorlar. Başından beri “Anneyle amca yakalandı, Narin onları gördü” gibi şeyler söyleniyor. Bunun kesin bir kanıtı yok. Kanıtı olmadığı halde bunun devamlı bir yerlerde söylenmesi o kadının hayatını açıkça tehlikeye sokuyor. O ailenin bundan sonra o kadının hayatına kastedip kastetmeyeceğini göreceğiz. Umarım böyle bir şey olmaz. Şimdi başka bir kadının daha, yengenin de amcayla ilişkisi olduğu yazılıp çizilmeye başlandı. Amca Salim Güran ile ilişkisi olduğu iddia edilen o iki kadının, annenin de yengenin de cezaevinde çok dikkatli biçimde korunması gerekiyor. O kadınların can güvenliği artık devletin elinde.

“Amca hem muhtar hem de oranın ekonomisinden sorumlu, orada yaşayan kimse ona karşı gelemez”
- Narin’in cesedi Adli Tıp morguna götürülürken bir kadının “Gidin yalan konuşun” diye bağırdığı bir görüntü izledik. Sonra kalabalık içindeki bir adamın o kadına bir yumruk attığını da gördük. O iki kişi çok belli ki ya ailenin içinden ya da ailenin yakını. Siz Narin’in annesinin ve yengesinin cezaevinde korunması gerektiğini söylerken, gözümün önüne o görüntüdeki kadın da geldi.

Belli ki bütün köy de biliyor. Ama sadece bir kişi herkesin yalan söylediğini söylemeye cesaret ediyor, oracıkta hemen susturuluyor. Yine Galip Ensarioğlu’nun o ilk açıklamasına döneceğim. “Bilsek de konuşamıyoruz” dediği o ilk açıklama. Konuşamıyor, çünkü ailenin devletle ilişkileri var. Devlet aileyi on yıllarca korumuş, aile de devleti koruyor. Bu ailenin devletle ilişkisi, Kürt siyasi hareketine karşı olma noktasından gelişen bir ilişki. O çok net. Narin’in amcası Salim Güran oradaki bütün ekonominin de başında olan birisi. Bizim aldığımız bilgilere göre oradaki herkes bir şekilde amcaya borçlu. Tefeci gibi birisi. Bir de üzerine oradaki en büyük mülki amir yani muhtar. Yani herkesin korktuğu birisi. O denklemde o mahallede yaşayan kimse ona karşı gelemez. O kadını susturmak için atılan yumruk bu gerçekliğin göstergesi.

“İstanbul Sözleşmesi yürürlükteyken bir kadın hâkim bize ‘Ben onu hiç okumadım’ dedi”
- AKP hükümeti, malum son dönemde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin başta Osman Kavala kararı olmak üzere pek çok kararını kategorik olarak reddediyor, uygulamıyor. Ancak bu bahsettiklerim daha ziyade güncel politik iklimin bizzat bir tarafı olan kişilerin davaları. Bir de AİHM’e taşınan cinsel şiddet ve aile içi şiddet davaları var, sizin söyleşinin başında hatırlattığınız Opuz davası gibi. Aynı Opuz davasında olduğu gibi AİHM yakın zamanda, 2021’de yine benzer bir davada Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kusurlu buldu. AİHM’in bu kararlarının herhangi bir karşılığı oluyor mu mağdurlar açısından?

Hiçbir karşılığı olmuyor. Türkiye kendi anayasasının 90. maddesiyle AİHM kararlarının uygulanmasını hüküm altına almış ama bugün devlet kendi anayasasını uygulamıyor. “İç hukukla uluslararası hukuk çatıştığı anda uluslararası hukuk geçerlidir” şeklindeki o madde bugün sadece bir laf. Türkiye zaten bir hukuk devleti değil, çünkü yazılı hukukla uygulama birbirinden tamamen farklı. Her zaman da esas olan uygulama. Ben hakimlere uluslararası hukuk eğitiminin verildiğine bile inanmıyorum.

Mesela İstanbul Sözleşmesi henüz yürürlükte iken bize bir kadın hâkim şunu söyleyebildi; “O sözleşmeyi ben hiç okumadım.” Yani İstanbul Sözleşmesi daha yürürlükteyken durum buydu. Devlet kendi hakimlerinin, savcılarının sözleşmeyi içselleştirmelerini sağlayamamıştı. Yine de sözleşmeyle zorluyorduk biz hakimleri ve savcıları. Sözleşmeden çıkıldığından beri kadın cinayetlerindeki artış oranını kadın dernekleri devamlı açıklıyor zaten. Bir de ‘şüpheli ölümler’de artış var.

“Genç askerler evlilik vaat edip çekip gidiyorlar; bu kadın intiharlarında etkili olmaya başladı”
- Bu arada Narin’in engelli ablası Tülin’in 2019’daki ölümüne ailenin söylediği gibi merdivenden düşmesinin neden olmadığını da biz Narin katledildikten sonra öğrendik. Şu an tutuklu olmayan tek amca Erhan Güran, Tülin’in hastanede solunum yetmezliğinden öldüğünü söyledi. Devlet o ölümü şüpheli dahi görmemiş ve soruşturma kapanmış. Bu bilgileri sizin İHD olarak yaptığınız çağrı ile birlikte sormak istiyorum. “Son iki yılda çocuk intiharları yüzde 40 oranında arttı” diyorsunuz ve anladığım kadarıyla intihar eden çocukların çoğu kız çocukları.

Çünkü kadını ve kız çocuğunu değersizleştiren bu feodal anlayış devlet diliyle zaten bütün ailelere dayatılıyor. Kız çocuklara dayatılan ya da önerilen tek şey ‘anne olmak’. Bu her zaman vardı ama son dönemde o kadar yoğun biçimde yapılıyor ki. Kız çocuklarının okutulmasının engellenmesi, erken evliliklere teşvik edilmeleri yönünde bir feodal baskı var. Geçen gün Yüksekova'daydık. 90’larda Batman’da bir dönem çok yoğun genç kadını intiharları oldu, hatırlarsınız. Bugün o günleri hatırlatan bir iklim var. Yüksekova ziyaretimizde dikkatimi çekti; nereye gitsek genç kızlar kafelerde asker olduğu belli olan erkeklerle oturuyorlar. Ve orada şu söylendi; genç askerler görev için gittikleri yerlerde genç kızlarla birlikte oluyorlar, onlara evlilik vaat ediyorlar, bir süre sonra, görev bittikten sonra da çekip gidiyorlar. Kızların çoğu belki âşık oluyor ve terk ediliyorlar. Bunun kadın intiharlarında etkili olmaya yeniden başladığını söylediler. Çünkü kadın sadece evlenmek zorunda olduğunu hissediyor. Bu bir devlet politikası.

Narin Güran'ın cesedini çuval içinde dereye gizlediğini itiraf eden Nevzat Bahtiyar
“Diyarbakır’da uyuşturucu yaşı 11- 12’ye inmiş durumda, bu bir devlet politikası”
- 90’larla bugünün farkı şu mu; o dönem bu ilişkileri böyle uluorta yaşayamıyorlardı, bugün yaşıyorlar ama sonuç aynı oluyor. Evlilikle sonuçlanmayan ilişki bölgede ‘namussuzluk’ olarak görüldüğü için kızlar çözümü yine intiharda görüyor. Bunu mu söylemek istiyorsunuz?

Tabii karşı koyamıyor çünkü evlilik dayatması var. Çünkü diğerini tırnak içinde ahlaksızlık olarak gören bir anlayış var. Bunun dışında uyuşturucuda da korkunç bir artış var. Mesela Diyarbakır'da diyorlar ki uyuşturucu yaşı 11- 12 yaşındaki çocuklara kadar inmiş. Tabii bunlar tamamen devlet kontrolünde yapılıyor. Devletten habersiz, devletin bilgisi olmadan uyuşturucunun bu kadar yaygınlaşması mümkün değil. Ben bunun da bir politika olduğunu düşünüyorum. Yani o çocukları bir şekilde etkisizleştirmek işte başka yerlere ya da siyasete katılmasını engellemek için. Uyuşturucu zaten genel olarak toplumsallaşmış bir kaygı ama bölgede başka boyutlarda yaşanıyor.

“Yargıdaki muhataplarım saygılı davranıyor, cesaretle işin üzerine gideceğimi bildiklerinden korkuyorlar”
- Kürt siyasi hareketiyle ilişkiniz nedeniyle devlet nezdinde ‘Kürtçü’ diye bilinen bir algınız var. Bir yazınızda ‘Kürdistan’ ifadesini kullandınız diye altı ay hapis yattınız. Kürt kadın ve çocuklar dışında pek çok şiddet ve istismar vakasının avukatlığını üstlenen bir insan hakları savunucusu olmanıza rağmen siyasi kimliğiniz nedeniyle mahkemeye bir mağdurun haklarını savunmak için çıktığınızda size mahkeme heyetinin politik kimliğiniz üzerinden baktığını düşünüyor musunuz?

Hep böyle baktıklarını açıkçası düşünmüyorum. Ben her şeyden önce bir insan hakları savunucusuyum. Ben kim olursa olsun işkence gördüyse, siyasetine bakmadan onunla ilgilenirim. Avukatlığını yaptığım kadınların siyasi görüşüne bakmam. Ben yargıdaki muhataplarımın da daha saygılı davrandıklarını düşünüyorum. Ya da korkuyorlar. Ben hep cesaretin insanı koruyan bir şey olduğuna hep inanıyorum. Sizin cesaretle o davanın üstüne gideceğinizi biliyorlar ve daha dikkatli olmak durumunda kalıyorlar. Ben böyle bir etki yarattığımı düşünüyorum açıkçası.

“Ömrümde polis silahı dışında silah görmemiş bir insan olarak ‘silahlı örgütten’ ceza aldım”
- Bir taraftan da aynı yargı tarafından size toplam 143 dava açıldı ve hakkınızda 26 yıl hapis cezası istenildi. Türkiye’ye özgü çelişkiler…

2013’te Özgür Gündem gazetesi kapatıldıktan sonra yeniden yayına başlamadan önce bana “Dayanışma olarak isminizi ‘Genel Yayın Yönetmeni’ olarak yazabilir miyiz?” diye sordular. Tabii kabul ettim. Ape Musa’nın gazetesi, çok değerli. Bilirsiniz, yayın çizgisi hiç değişmedi ama devlet barış süreci boyunca hiç dava açmadı. Barış süreci biter bitmez ise bana 143 dava açıldı ve evim basıldı. Sadece orada adım yazdığı için, başkaları da keza sadece isimleri yazdığı için, evlerimiz basıldı. Ben ömrümde polis silahı dışında bir silah görmemiş insan olarak ‘silahlı bir örgütün üyesi’ diye ceza aldım. Kendi yazmadığım, başkalarının yazdığı yazılar nedeniyle 6 yıl 3 ay ceza aldım.

Cansu Çamlıbel ve Eren Keskin
“90’larda bile ifade özgürlüğü açısından daha rahattık”
- ‘Örgüt propagandası’ mıydı cezanın gerekçesi?

‘Örgüt propagandası’ndan ‘Cumhurbaşkanı’na hakaret’e kadar o kadar çok dava var ki… 143 dava açıldı, birleşenler oldu. Sonuçta 125 davadan yargılandım. Sekiz yıldır yurtdışına çıkamıyorum, yurt dışı yasağım var. Milyonlarca lira para cezası kesildi, onlar da insan hakları örgütlerinin dayanışmalarıyla ödendi. Çünkü hapse hemen girecektim. Şu anda da toplam 26 yıl 9 ay hapis cezam var. Yarın ne olacağım belli değil.

Bakın, biz 90’larda da çok ağır süreçler yaşadık. O zaman fiziki saldırılar çok fazlaydı, insanlar öldürülüyordu. Ben de iki kere saldırıya uğradım. İnsanlar gözaltında kaybediliyordu. Ama ifade özgürlüğü açısından biraz daha rahattık açıkçası. O zaman mesela sizin hakkınızda bir soruşturma açıldığında ifadeye çağrılıyordunuz. Radikal bir şekilde veriyorsunuz ifadenizi, hakkınızda dava açılıyor, yine ifadelerinizi özgürce veriyorsunuz. Ancak Yargıtay onamasından geçtikten, ceza kesinleştikten sonra tutuklanıyordunuz. Ben 1995’te böyle yattım. Ama şimdi daha ifade vermeye gittiğiniz anda tutuklanıyorsunuz. Sizi dinleme gereğini bile hissetmiyorlar bugün.

“Cezaya gerekçe olarak ‘Yerli ve milli insan haklarını savunmuyor’ yazdılar"
- Geçmişte de yargılandınız ve ceza aldınız. 2020’lerde yargılanmanın karakterine dair kişisel olarak sizi en çok çarpan şey nedir?

Biz güya Özgür Gündem yöneticiliğinden yargılandık ama kararda “Eren Keskin, yerli ve milli insan haklarını savunmuyor” diyor. Böyle bir şey olabilir mi? Böyle yazılmış işte. İnsan haklarının yerli ve milli olması gerektiği. Hiç unutmuyorum kararın açıkladığı son duruşmada hâkim bana “Bizden bir talebiniz var mı? Başka bir söyleyeceğiniz var mı?” diye sordu. Ben şöyle dedim kendisine; “Benim sizden nasıl bir talebim olabilir ki? Ben sizden daha özgür bir insanım. Sizin yerinizde olmayı hiç istemezdim.” Ve inanın ben o hâkimin gözünde beni desteklediğini hissettim. Ha Türkiye’de yargı her zaman bağımlıydı. Biz yıllarca militarizme bağımlı yargıdan şikâyet ettik. Ama bugün tek bir siyasi yapıya bağlı bir yargı var ve baskılayıcı bir şey bu.

“Şu anda yargıda tamamen MHP egemenliği var”
- Tek bir siyasi yapı derken sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı mı kastediyorsunuz yoksa iktidardaki AKP- MHP bloğunu mu kastediyorsunuz?

Şu anda şu anda yargıda tamamen MHP egemenliği var. Ben zaten Türkiye'nin iç siyasetinin tamamen MHP tarafından yönetildiğini ve dizayn edildiğini düşünüyorum. Şu anda AKP, MHP ne derse onu yapan bir konumda. Bırakın Kürtlerin öldürülmesi, solcuların öldürülmesi, insan gazetecilerin öldürülmesini, herkesin gözünün önünde kendi insanlarını öldürdüler. Ülkü Ocakları tarafından planlanan açık bir cinayet işlendi. Ortaya çıkan onca veriye rağmen bunun bile üzerini kapatabiliyorlar. Bakın, Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş de konuşmuyor artık. Belki kadın umutsuzluğa kapıldı, bilemiyorum. Ülkü Ocakları’nın şiddet kültürü ve uygulamaları tartışılmadan, bu coğrafyada demokratikleşme zaten mümkün değil. Berivan Tapan’ın bir kitabı var, savcı Doğan Öz’ün öldürülmesini anlatıyor. Doğan Öz’ü öldüren, Ülkü Ocakları’ndan yetişme İbrahim Çiftçi’yi geçen sene MHP milletvekili adayı gösterdi. Seçilemedi ama kendisi zaten MHP’nin MYK üyesi. Biz neyi tartışıyoruz ki?

“‘Ordu tecavüz ediyor’ gibi akıl dışı bir laf söylememiştim”
- Biraz önce 90’larda yargı üzerinde militer bir baskının hâkim olduğunu ve ondan şikâyet ettiğinizi hatırlattınız. O dönemde avukat olarak üzerinde çalıştığınız konuların başında ‘devlet kaynaklı cinsel işkence’ vardı. Bu konuyu Almanya’nın Köln şehrindeki bir konferansta dile getirdiğiniz için Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesi uyarınca 10 ay hapse mahkûm edildiniz, para cezasına çevirildi. O dönem sizi hedef gösteren haber ve yazılar nedeniyle yaşadıklarınız, geçen ay eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bir sosyal medya mesajı nedeniyle yeniden gündem oldu. 2002’deki mevzuyu kendi zaviyenizden anlatın isterim.

Kadına karşı şiddetle ilgili o toplantıyı Almanya'da Alevi Birlikleri Federasyonu düzenliyordu. Benim konum başlığım devlet kaynaklı cinsel şiddetti. Diğer konuşmacılardan biri de İstanbul Üniversitesi’nden Necla Arat idi. Ben konuşurken devlet görevlilerinden çatışma bölgesinde kadınlara yönelen şiddetin büyük kısmının askerlerden geldiğini ancak kadınların askerleri polisler kadar rahat şikâyet edemediğini anlattım. Bu tür saldırılar yaşayan kadınların askerlerden korktuğunu söyledim. Necla Arat ayağa kalktı ve “Ben askerime laf söyletmem” diye bağırdı. Ondan sonra ortalık karıştı.

Biz Türkiye’ye döndük. Uçaktan indiğimde bize doğru bir grup gazetecin geldiğini gördüm. Uçakta önümde burun ameliyatı olmuş, bandajlı bir kadın şarkıcı oturuyordu. Ben gazetecilerin ona geldiğini sandım önce. Ama kadın geçti gitti, gazeteciler bana geldi. “Eren Hanım siz Almanya’da ‘Ordu kadınlara tecavüz ediyor’ demişsiniz. Genelkurmay Başkanı hakkınızda suç duyurusu yaptı” dediler. Şaşırdım kaldım. Bilmediğimi ve sonra açıklama yapacağımı söyledim. Baktık konuşmam tamamen yanlış yansıtılmış. “Ordu tecavüz ediyor” gibi akıl dışı bir laf söylememişim.

“‘Cinsel tacizde bulunmazsam namerdim’ lafı için Fatih Altaylı’ya dava açtım, kazandım”
- İş ne zaman daha da büyüdü?

Hürriyet, ‘Türk ordusuna dil uzattı’ diye manşet attı. O gün sabah kapım çalındı, bir kadın arkadaşım girdi içeri heyecanla. “Fatih Altaylı Radyo D’deki programında şu anda seninle ilgili çok kötü şeyler söylüyor” dedi. Zaten o sırada tanıdıklar da telefonla aramaya başladı. Çünkü Radyo D o zaman çok dinlenen bir kanal. İşte demiş ki “İlk gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam namerdim”. Hatta öyle de değil ‘tecavüz’ diyor. Biz tabii kadın hareketi olarak bir araya geldik. Suç duyurusu yaptık. Ben tazminat davası açtım ben.

“Altaylı’dan kazandığım tazminatla kadın arkadaşlarımla Ortaköy’de yemek yedik”
- Duruşmalar sırasında Fatih Altaylı ile yüz yüze geldiniz mi?

Geldik tabii duruşmada. Hâkim de bir kadındı ve inanır mısınız bana sanki ben suçluymuşum gibi davranıyor. “Ayağa kalk” diyor mesela. Fatih Altaylı’ya ise “Fatih Bey lütfen oturun” diyor. Açık biçimde Fatih Altaylı’ya dönük korumacı tavrını gösterdi. O da zaten “Devletimiz hakkında şöyle konuştu, böyle konuştu, ben o yüzden söyledim” dedi ifadesinde. Neyse sonuçta ceza aldı, ceza paraya çevrildi. Tazminat davasını da kazandım. 500 TL kazandım hiç unutmuyorum. O parayı aldıktan sonra hemen gidip kadınlar olarak Ortaköy'de yemek yedik. O gece bitirdik o parayı.

Ama o dönem benim açımdan çok ağır geçti. Bir yıl boyunca tehdit edildim. Her gün ölüm tehdidi aldım. Hakkımda dava açıldı, ceza aldım. Bir yıl meslekten yasaklandım. Hürriyet’in manşeti ve Fatih Altaylı’nın söyledikleri benim bütün hayatımı etkiledi. Ve Fatih Altaylı benden hiçbir zaman özür dilemedi.

“Programına davet etti, ‘Özür dilerse gelirim’ dedim, kabul etmeyince çıkmadım”
- Böyle bir beklentiniz oldu anladığım kadarıyla…

Beklenti değil ama bunun için bir imkân da oluştu. Yıllar sonra benim bir müvekkilim, Sevgi İnce, örgüte katılan ağabeyini çok özlüyor ve yola çıkıyor. Yolda çatışmanın arasında kalıyor, başına şarapnel parçaları filan isabet ediyor. Tutukladılar kızı. Tahliye edildikten sonra tabii bütün basın Sevgi İnce’nin peşinde. O süreçte Fatih Altaylı’nın asistanı bir kadın aradı beni, Sevgi’yle birlikte yayına davet etti. Ben de ona dedim ki, “Fatih Altaylı’nın programına bir şartla gelirim, canlı yayında benden özür dilerse.” Tabii ki bunu kabul etmedi. Ben de çıkmadım programa. Sevgi İnce çıktı.

- Siz çıkmadınız ama müvekkiliniz Sevgi İnce’nin çıkmasını engellemediniz, öyle mi?

Müvekkilim gitmesine karşı çıkmam çünkü onun programı herkes tarafından izleniyor. Fatih Altaylı benim her zaman derin devlet yapısıyla iç içe olduğunu düşündüğüm bir insan.

“Kılıçdaroğlu’nun bu olaydan bahsetmesi benim için bir şey ifade etmedi, adımı bile veremediği gibi ‘kadın’ da diyemedi”
- Bu konuyu bugün gündeme getiren Kemal Kılıçdaroğlu aslında sizin hakkınıza sahip çıkmak için değil de belli ki bunu Fatih Altaylı’yı sıkıştırmak için yaptı çünkü Altaylı kendisini sert dille eleştiriyor - ki bunu yapan tek kişi de değil- . Mağduriyetiniz yıllarca ana akımda yok sayıldıktan sonra eski ana muhalefet liderinin bir gazeteciye neredeyse hakaret ettiği bir mesajda olaya referans verildiğini görünce ne hissettiniz?

Yine bir arkadaşım aradı “Kemal Kılıçdaroğlu senden bahsediyor” diye. Sonra baktım benden bahsediyor ama adımı söylemiyor. Beni isim olarak bilir kendisi, yıllardır insan hakları hareketinin içindeyim. Ama adımı özellikle söylemedi diye düşünüyorum. Kendi isminin benim ismimle yan yana geçmesini istemediğini düşünüyorum. ‘Eren Keskin’ diyebilirdi, demedi. ‘Bir kadın’ bile diyemedi. ‘İnsan Hakları Derneği’nden bir hanım’ dedi. Tabii ki herkes benim olduğumu anladı. Kılıçdaroğlu’nun bunu demesi benim için hiçbir anlam ifade etmedi açıkçası. Bu kadar çifte standartlı, bu kadar mağdur seçici bir muhalefetin temsilcilerinden biri Kılıçdaroğlu benim için. Bizim coğrafyamızda bir iktidar sorunu var ama bir de muhalefet sorunu var. İçinde bulunduğumuz durumun en büyük nedenlerinden biri de ana muhalefetin hükümetle aynı ittihatçı kaynaktan besleniyor olması. Biz ittihatçı ideolojiyi eleştirmediğimiz sürece, bu tek tipçi, sadece Türk ve Sünni Müslüman kimliğini temel alan yapıyı eleştirmediğimiz sürece hiçbir işin içinden çıkamayacağız. CHP'nin kırmızı çizgiler noktasında AKP'den hiçbir farkı olduğunu düşünmüyorum.

“‘Burjuva’ eleştirisine tepki olarak yaptığı makyaj için genç kadınların teşekkürü”
- Hayatınızı etkileyen haberlerden bahsetmeniz, makyajınıza ve giyiminize yönelik imalarla da çokça haber olduğunuzu hatırlattı bana. Yıllar önce Radikal gazetesine verdiğiniz bir mülakatta nasıl makyaj yapmaya başladığınızı anlatmıştınız. Solcu bir genç kadın olarak derneğe allık sürüp gittiğiniz bir gün ‘burjuva’ etiketi yapıştırmaya çalışmış birtakım erkekler. Yani makyaj da sizin için kendi mahallenizde dayatılan kadın prototipine bir direniş olmuş anladığım kadarıyla.

Ben o yıllarda erkek gibi yürürdüm. Bütün kadınlar gibi parka giyerdim. Sigarayı nasıl tutacağımız bile bize dayatılan şeylerdi. O bahsettiğiniz haksız tavırla karşılaştığımda düşünmeye başladım. Bir kadın kendisi nasıl istiyorsa öyle olmalı. Bir erkeğin bana çizdiği şekilde olmayacağıma karar verdim. Tabii bu davranış ve giyinme biçimlerine yönelik algılar da zamanla değişti. Ama bugün bile hâlâ ne zaman bir panele, konuşmaya gitsem genç kadınlar yanıma gelip “Abla ya senin sayende biz de makyajımızı kabul ettirdik” diyor. O kadar rastlıyorum ki buna. Tabii artık zaten öyle bir şey yok. Bölgede de yok. Ama bizim süreçte yaşadık biz bunları. Demek ki yaşadıklarımızın bir etkisi olmuş. Ne mutlu ki artık yok bunlar.

t24.com.tr/yazarlar/cansu-caml

"Siyasette hiçbir şey tesadüf değildir. Bir şey vuku buluyorsa, o şeyin önceden planlandığından emin olabilirsiniz. "

Franklin D. Roosevelt

Narin 'vakası'

Ümit Kıvanç

Mutlaka söylenmesi gereken büyük -kocaman- lafı pat diye söyleyeyim: Bir şekilde, ama şu şekilde, ama bu şekilde, küçük bir kız çocuğunun “icabında” öldürülmesi, bir yere kadar -nereye kadar?-, “normal” -evet, yani kabul edilebilir- sayılmasa, böyle bir inanç, kabul, yani aslında düpedüz bilgi, biryerlerde mikrop üretmeye ve saçmaya devam ediyor olmasa böyle olaylar kolay kolay meydana gelmez.

Küçücük bir çocuğun, ayağa takılıp adamı tökezletmiş taşı bir tekmede kenara savurur gibi, öylesine anî, refleksvârî kararla öldürülüverilmesiyle aynı rafa konabilecek ne vardır? Bu cinayetin, meselâ, birçok kişi tarafından biliniyor olması, fakat ortaya çıkmaması umuduyla sessizce, -hakikatin peşine düşmüşlere düşmanlığı berkiterek- beklenmesi, oraya yakışır mı? Ya o güzelim çocuğu -çok büyük ihtimalle boğarak- öldürenin, cesedi taşıyanın, örtenin, müthiş titizlikle yürütüldüğü söylenen arama çalışmalarına katılması? “Dost düşman” herkesin sahiden de doğru dürüst yürütüldüğünü söylediği soruşturma ve özellikle arama çalışmalarının operasyonel âmiri olan komutanın, Narin kaybolduktan bir hafta kadar sonra, “Çember daralıyor, çözüme yaklaştık,” açıklaması yapması ve ardından ceset bulunana kadar on iki günün daha geçmesi ve jandarma komutanının o süreyi sus pus sahne arkasında geçirmesi? Rafımızda yer kalmayacağı belli. Zira üç değil beş değil, içyüzümüzü olanca kirliliğiyle ortaya döken rezaletler…

Üstelik, öyle girift fakat basit, öyle hayret verici fakat bilindik, öyle pespaye fakat nizam-intizam içinde, öyle uçuk fakat normal ki yaşananlar, bir kız çocuğunun öldürülüp saklanması ve ardından izlediklerimiz, yalnız bir vahşet-dehşet ve entrika serüveninin konusu olmakla kalamıyor. Bir kâbus deresine yataklık ettiği belli o köyde, dünyanın tekin yer olmadığına dair adını koyamadığı tedirginlik duyguları yaşamış olsa da henüz “o kadarını” kondurabilecek yaşa erişememiş Narin’cik, hayata doğru dürüst katılamadı bile; sadece küçücük, uğursuz bir kısmına mâruz kaldı. Allah adını en çok ağzına alanların aslında yalnız kendi -varolan veya henüz varolmasalar da ulaşılabilir (yani gasp edilebilir) gözüken- imtiyazlarına ve devlete taptıkları topraklardaki köylerde -hele kasabalarda! ve artık büyükşehirlerde de- sıradan insan hayatı bir mâruz kalma macerasından ibaret. Bizimki gibi diyarlarda kendi hayatını “yapamazsın”. Yapmış gözüken, başkasından gasp etmiştir.

Narin’in katledilmesi ve ertesinin hikâyesi buralara da uzanır.

Bizde cinayetlerin hikâyesini eleveren, ortaya döken, “kaynakları”na dayanarak gıdım gıdım ser-sır verme oyunu oynayan meslektaşlarımızın bütün hilelerine rağmen, “öncesi”ne dair öğrenilen veya uydurulan olgular değil, “ertesi”dir. Hepinizi bir çırpıda ikna ediverecek somut örnek vereyim, somut değilmiş gibi: Meselâ siyasî suikasttan hemen sonra emniyet müdürü çıkar, “Örgüt işi değil,” derse, hem örgüt işi olduğunu hem de bu işin devlet ilişkisi olduğunu ve aydınlatılmayacağını, yıllar süren davalara konu olsa bile işin gerçek sahibinin asla adlandırılmayacağını, yargılanmayacağını, hele hele cezalandırılmayacağını anlarız. Aynı anda, bu kişi, odak, teşkilat, artık her neyse onun cezalandırılmayacağını, çünkü yapılanın devlet nezdinde suç sayılmayacağını da anlarız. Hattâ sözkonusu cinayet, suikast, katliam… özel olarak kararı alınmış, planlanmış bir işlem olmasa, birilerinin işgüzarlığı ve nasıl olsa cezalandırılmayacağını bildiği için kalkıştığı “münferit hareket” olsa bile, ezcümle üniformalı-üniformasız bürokrasi, işlemin prosedüre uygunluğunu teşhis ettiği anda vazife bilip iştirak eder, gereğini yapar. Yazılı olmayan bu resmî öğreti ve prosedür nedeniyle, hep “ertesi”dir asıl bilgiyi alabildiğimiz kaynak. Prosedüre dahil olduğundan, resmî görevlilerin bazılarının ifadesi falan alınır, bir bakarız ki, bunlar, “Efendim, biz şey zannettik…” diye katılmışlar operasyona. Bu tür süreçler daha çok siyasî bakımdan makbul olmayan kişi ve çevrelerin tenkil ve imhası bağlamında cereyan eder.

Zavallı küçük kızımızın uğradığı hunharlık bu cümleden değil. Dolayısıyla burada devlet ne edeceğini şaşırmış halde: Depremlerdeki gibi! Vatandaşın başına iş gelmiş, e, devlet vatandaşa yardım ve hizmet için örgütlenmemiş ki! N’apılacak şimdi?.. Ne yazık ki, içinde çürüdüğümüz haysiyetsizlik rejimine son verme iddiasındaki muhalefet de başka nedenlerle eli kolu bağlı kalıyor. Çünkü haysiyetsizlik, tıpkı vicdansızlık gibi, -yakışıklı bir bilimli ifadeyle ortaya koyalım- sosyal kümeleri yatay kesiyor. Faillerin “aşırı dinci” olarak tarifi mümkünse de ne yazık ki bu insanlar aynı zamanda makbul olmayan etnik özelliklere sahipler. “Türkiye’nin aydınlık yüzü”nün kimi muhalif mensupları, yerleşik ırkçılığın meşrulaştırma işlemlerini kolaylaştırdığı, “Canım, zaten bu Doğulular…” numarasıyla sıyırıyorlar kendilerini Narin’in -artık cansız- bakışlarından. Bu Kürtler de ya terörist oluyor ya dinci-tarikatçı; oynayacak yer bırakmıyorlar ki milletimizin zaten okullar açıldığı için tatilden dönmek zorunda kalmış uygar kısmına! Yine de, bedeninin parçalarını annesinin tarladan topladığı Ceylan’ın kocaman açılmış gözlerini görmezden gelebilmiş birilerinden bahsediyoruz; görmezden gelebilme kabiliyetlerini asla küçümsememek gereken bir koca nüfustan!

Narin’in -bu kelime, işte bu masum küçük insan yavrularının haşin insanlık ortamındaki kırılganlığını tarif etmek için icat edilmiştir- bu dünyadan, acımasız ve şerefsiz -bu kelime, işte tam da böyle özneler için icat edilmiştir- erkek ellerince soluksuz bırakılarak hayattan koparılış öyküsü, özellikle “ertesi”yle, iradeden vicdana bireysel, siyasetten dindarlığa toplumsal, jandarmadan hükümete idarî, ahlâkî, felsefî, nereye gitseniz bir ucunu yakalayacağınız sayısız ipliğin birbirine karıştığı, uğursuz, tekinsiz, belalı yumak.

Mutlaka söylenmesi gereken büyük -kocaman- lafı pat diye söyleyeyim: Bir şekilde, ama şu şekilde, ama bu şekilde, küçük bir kız çocuğunun “icabında” öldürülmesi, bir yere kadar -nereye kadar?-, “normal” -evet, yani kabul edilebilir- sayılmasa, böyle bir inanç, kabul, yani aslında düpedüz bilgi, biryerlerde mikrop üretmeye ve saçmaya devam ediyor olmasa böyle olaylar kolay kolay meydana gelmez. Dehşeti, cinayeti normalleştiren nedir? Çin köylerinde kız çocuklarını doğar doğmaz diri diri gömmeyi önlemek için onyıllarca uğraşıldı. Üstelik gık diyenin hesabının oracıkta kesiliverdiği dönemlerde. 20. yüzyıl sonlarında bu mevzu hâlâ vardı. Çin başka gezegende midir? Yani ortada henüz aşılmamış çok ilkel güdüler, dürtüler, daha fenası, bunların ideolojileşmiş, gayet güçlü, dayanıklı, kalıcı toplumsal-zihinsel yapılarla tahkim edilmiş halleri var. İnsan denen hayvan cinsinin erkek denen kısmının bütün medeniyet evrimine rağmen dönüştüremediği ilkel, doğal, güdüsel etkenler var. Bunların medeniyetler ile birleşmiş haline göre, kadınların kullanılıp atılabilir kabul edilişi var. Kadınların bir toplumun gündelik hayatı içerisinde kendilerini nasıl hissettiklerini, herhangi bir insan toplumunun medeniyet ölçüsü sayabiliriz. Bilinci gelişkin, ortadaki olmazlığı fark etmiş, insan türünün farklı cinslerden oluştuğunu ve erkek olmanın “doğuştan” hiçbir üstünlük ve özellik getirmediğini kavramış kadınların değil, erkeklerin -en azından hatırı sayılır bölümünün- zihninde, ruhunda, -manevî derinliklerimize ne ad vermek istiyorsak orada- “insan” diye tek bir hayvan türüne mensubiyetimiz hakkında nasıl bir imtiyazsızlık, haklar bakımından eşitlik kavramı yerleşmişse medeniyetimiz onunla ölçülebilir. Çünkü kadınların -her bakımdan, her yönüyle- bir tür hizmetkâr, hattâ, toplumlar geliştikçe, mevzular ortaya döküldükçe zorlaşsa da bin türlü yolu bulunup yaşatılan bir tür köle konumunda bulundurulabileceği, hele şimdi, giderek yitirilen iktidarı mağrur kalmaya çabalayan mağdur halleriyle izleyen erkeklerin zihinlerinden bir türlü söküp atamadıkları “bilgi”! O tabutun üzerine, bu şartlarda, yaşanan bu hikâyenin üzerine o duvağı koymadaki doğallık, küçücük, incecik yeğenini boğan Amca manzarasından bile daha ürkütücü. Amca veya başka bir zorba, kendi ömür süresince birkaç kişiye zarar verebilir. O duvağın oraya konmasıysa, ohooo…, köle sahiplerinin yaşananın özüyle hiçbir problemlerinin bulunmadığını ve kimbilir kaç kuşağın daha benzer muamele ve tehlikelerle yüzyüze kalacağını anlatıyor. “Normal bu,” diyorlar. “Kız çocuğu… başka ne olacaktı ki? Gelin olacaktı, olamadı.” O halde? Biri -herhalde boğarak öldüren-, öbürüne, “Al bunu, şuraya götür, at,” diyor. O da götürüyor, atıyor. Bu talebi bir yere kadar normal buluyor çünkü. İki yüz bin liranın asla yapılmayacak olanı yaptıracak bir istikbal vaadi içermediği âşikâr. Dereye çuval içinde çocuk cesedi gizledikten sonra fayanslarla bilmemneyle uğraşıp bilahare namaz kılan adama bu alenen cehennemlik macerayı yaşattıran -ve aslında başka insanın yaşamı üzerindeki otoritesi belli ki namazı buyuranınkinden daha elle tutulur olan- şey, şüphesiz buyuran dünyevî varlığın -alt tarafı bir adam- kimliği. Gücü. İktidar yani. Erkeğiyle kadınıyla insan türünün en iyi tanıdığı kuvvet. Normallik bunun saldığı enerjiyle katmerleniyor. Köy yerinin güçlülerinden -arkası olan- bir adam gelip öbür adama bir iş buyurursa o yapılır. Bu, normal. Öte yandan, kız çocuğunun öldürülmesi -öyle icap etmiş- ve cesedin saklanması da normal. Yoksa, güçlü kimse, kendisine boyun eğmesi normal olan erkekten, diyelim beş yüz bin lira karşılığında çükünü kesmesini istese beriki bunu yapar mıydı? Halbuki öldürülmüş kız çocuğu cesedini bir yere atıp örtmesi istendiğinde yapabiliyor, yapabilir. Vallahi derin merin, köklü möklü, ama böylesine basit.

Bunu burada daha fazla uzatamayacağım. Zaten bu kadarıyla bile dalmam, somut olarak Narin’in yüzünden, bakışından uzaklaşabilmek için, başta. Faillerle uğraşırken duyulan bîçare öfkeyi Narin’in artık sadece cansız bir resimden ibaret görüntüsüne bakarken duyulan felç edici çaresizliğe bin defa yeğlerim. “Vaka” dediğimiz şey, o güzelim çocuğun hunharca öldürülmesinin alelâde bir gündelik problemin çözümü sayılabilmesi. Yoksa tam bu noktada Amca’nın dinî inancının Allah’la, ahiretle sahiden ilişkisinin olup olmadığı sorgulamasına mı girişsek? Evet, insanlar -cinayet dahil- “gündelik” işlerini ulvî-uhrevî olandan ayırt etmeseler yaşayamazlar, doğru. Lâkin özellikle bu varoluşsal-felsefî mesele bakımından gelmiş geçmiş en zengin laboratuvarlardan biri kurulmuş bulunuyor şu anda burada. O halde bu yola da sapacağız mecburen.

Bizim burada dinî inanç dediğimiz şey, dünya yüzünde varolan bütün dinlerden, bütün siyasî görüşlerden hemen herkesin kabul edeceği, en temel, en basit, asgarî ahlâkî gereklerden nasıl böylesine uzak kalabiliyor? Bütün bir AKP iktidarı tecrübesi -ki, hemen dibimizde ihtişamlı bir insanlık felaketi olarak DAİŞ pratiğiyle de zamandaş oldu-, benim gibi, safça, muhtemelen salakça, dinden, allah ve ahiret kavramlarından, bir tür dünyevî adalet, vicdan telakkîsi uman insanları bambaşka yerlere sürükledi. Güneydoğu’daki Hizbullah meselesine açıkçası hiç böyle fazla ulvî kaçacak çerçeveler içinden bakmadık birçoğumuz. Çünkü işin içinde, güya ölümüne karşı olduğu devlet tarafından eğitilip ortalığa salınmış birileri vardı. Nitekim, bunca yaşanandan -önce tehlikeli düşman, sonra eli satırlı, “işe yarar” eleman, sonra işi bitmiş fakat başa bela hayırsız evlat konumuna sokulduktan ve laf dinlemeyince cezalandırıldıktan- sonra, o taraftan birileri artık kendilerini kullandırmama tavrına, berikiler de artık bunları kullanmama çizgilerine çekilmiş gibiyken, yine doğrudan somut siyasî hesaplara bulanmış olarak Hizbullah’ın gölgesi çıktı karşımıza.

Ve bütün bu süreci mümkün kılan, her şeye kâdir devletin Hizbullah’ı kendine göre yontup şekillendirmesi değil, onun kendini Hizbullah’ı da sindirebilecek, ona açıkça sahip çıkabilecek, hattâ onu bünyesine katabilecek şekilde dönüştürmesi oldu. Çünkü Hizbullah’ı sokağı “onlara” bırakmayacak güç olarak eğitip donatan, dindarlıkla tanımlanmayan, evet, aynı zamanda “28 Şubat’çı” “eski” devletti; şimdiyse devlet, Hizbullah’ın belli ki sadece hayaletinin dolaşmadığı, kendisinin de, -yine belli ki- devletle ilişkilerinin elverdiği ölçüde vücut bulduğu köyde meydana gelmiş vahim hadiseyi kendisine -ve, evet, Hizbullah’çılara- mümkün olduğu kadar az hasar getirecek şekilde halletme derdindeki bir kadronun geçici örgütlenişi mahiyetinde.

Bazı çocukların gözlerinden akıl fışkırır. Tabiî gördüğümüz sadece fotoğrafsa bazen birşeyler denk gelir, bizde bu izlenimi yaratır, yanılırız. Bu payı düşüyorum, tamam. Fakat Narin’in ilk fotoğrafını gördüğüm andan itibaren, bu çocuğun pek akıllı, pek hazırcevap, sohbet etseniz sizi bol bol güldürecek ama çokça da sıkıştıracak, büyürken muhtemelen yetiştiği koşulların ötesine sıçrayabilecek bir insan yavrusu olduğu yollu izlenime kapıldım. Yukarıdan beri yazdıklarım ve bunları böyle ortaya serdiğime göre dahasını da yazmak zorunda olduğum şeyler hep Narin’in bakışlarından kaçmak için.

Devam etmeye çalışacağım.
gazeteduvar.com.tr/narin-vakas

Avrupa’nın Ermeni katliamındaki tutumunu işleyen eser Aram Yayınevi’nden çıktı

Johannes Lepsius’un kaleme aldığı “Ermenistan ve Avrupa: Güçlü Hristiyan Devletlerine Karşı Bir Suçlama Metni” kitabı yerel otoritelerin merkezi gücün emirlerini yerine getirdiklerine dair önemli bir veri sunuyor.

Johannes Lepsius’un 1896 yılında yayımlanan “Armenien und Europa: Eine Anklageschrift wider die” eseri, Aram Yayınevi tarafından “Ermenistan ve Avrupa: Güçlü Hristiyan Devletlere Karşı Bir Suçlama Metni” ismiyle Türkçe’ye çevrilerek yayımlandı. Memet Baytimur’un çevirisini yaptığı kitap, Lepsius’un ilk önemli çalışması olarak gösteriliyor. Kitap, 1894-1896 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı vilayetlerindeki Ermeni katliamını; bilgi, belge ve raporlarla ele alıyor. Kitabın isminden de anlaşılacağı gibi Avrupa’nın bu katliamlardaki sorumluluğunun da belge ve bilgilerle ele alındığı eserde, bu durum sert bir şekilde eleştiriliyor.

1895 yılını 1896 yılına bağlayan sonbahar ve kış aylarında yakılıp yıkılan vilayetleri dolaşan, yaşanan katliamlar hakkında Türk kentli ve köylünün görüşlerini dinleyen Lepsius, ülkesi olan Almanya basınının olayları çarpıttığından ve Ermeni halkının hükümete karşı ayaklandığına yönelik haberlerle halkı yanılttığından emin olduktan sonra; tanıklıklarını, katliamlarda yer alanların beyanlarını, derlediği belge ve raporları, bölgede bilgi toplayan Avrupalıların görüşlerini Avrupa’nın her köşesine taşımayı amaçlıyor. Lepsius, şöyle diyor: “Seyahatim esnasında Anatolie’de karşılaştığım Müslümanların hepsi Ermeni halkının katledilmesi ve yağmalanmasının kendi nazarlarında gayet doğal olduğu nedeniyle hükümet tarafından Sultan’ın iradesine dayanarak organize edildiğini beyan ettiler. Kırsal alanlardaki Türk nüfus ayrıca ve kuşkusuz bu kıyım ve talanların camilerde mollalar tarafından verilen vaazların sonucu olduğunu, imamların Müslüman dünyasının tek dini lideri olan şeyhülislamın, Ermenilerin öldürülmesine cevaz veren fetvasına dayandığını söyledi…”

‘HER ŞEY PLANLI VE PROGRAMLIYDI’

1895 yılının Ağustos-Eylül aylarında İstanbul’da; emekçi, zanaatkar, hizmet erbabı, hamal ve ağır işlerde çalışan 6 bin Ermeni’nin Boğaz’da demirli Avrupa savaş gemilerinin suskun top mermileri gölgesinde öldürüldüğünü vurgulayan Lepsius, başka vilayetlerden de ardı ardına katliam haberlerinin gelmeye başladığını belirtiyor. 30 Eylül 1895 tarihinden 1 Ocak 1896 tarihine kadar periyodik bir şekilde önce İstanbul, sonra da ardı ardına Akhisar, Trabzon, Erzerom, Kıği, Hadjin, Çorum, Mereş, Erzingan, Gümüşhane, Bedlîs, Elbistan, Bayburt, Şebinkarahisar, Payas, Riha, Mersin, Adana, Meletî, Sêwereg, Wan, Semsûr, İskenderun, Eğin, Xarpêt, Talori, Sêwaz, Gürün, Kharza, Tchok, Merzemen, Dîlok, Tokat, Mûş, Mersivan, Amasya, Yenicekale, Sêrt, Pasinler, Ova, Zile, Kayseri, Samsun, Tarse, Ağcagüney, Akbes ve Bêrecûk’ta onbinlerce Ermeni’nin katliamdan geçirildiğini ve yüz binlercesinin yerinden yurdundan edilerek açlığa ve sefalete mahkum edildiğini raporlarla anlatan Lepsius, buralardaki yerel otoritelerin merkezi gücün emirlerini yerine getirdiklerine dair önemli bir veri sunduğunu kaydediyor. Lebsius ayrıca katliamların borazan sesiyle başladığını ve cami minarelerinden okunan dualarla ve şükür namazıyla son bulduğunu belirtiyor.

‘SONUNA KADAR HERKESİ KANDIRAMAZSINIZ’

Kitabın birinci bölümünde Trabzon, Erzerom, Bedlîs, Wan, Xarpêt, Amed, Sêwaz, Halep, Adana ve Ankara vilayetlerindeki Ermenilere ilişkin önemli bilgiler paylaşan yazar, “Sinir sistemi sağlam okuyucular için yazılmıştır” başlıklı ikinci bölümde bizzat tanıkların anlattığı insanlık dışı uygulamalara yer veriyor ve Avrupa basınını kastederek şöyle diyor: “Yalan yanlış yayınlarla onurlu insanları itham altında bulunduranlar sonuna kadar herkesi kandıramazlar.” Lepsius, Sultan Abdulhamid’in kendi adıyla kurduğu Hamidiye Alayları’nın düzensiz Kürt birlikleri, Çerkes birlikleri, yedek askerler ve jandarmanın “hayranlık uyandırıcı bir düzen içerisinde” katliama başladıklarını ve önceden belirlenen zamanda da bitirdiklerini şu sözlerle vurguluyor: “Yetkililerin tepeden tırnağa silahlandırdığı bu ayak takımı güruh bir bayrama gider gibi katliam yapmaya gidiyordu…”

Johannes Lepsius’un kendi tanıklıklarının yanı sıra, Osmanlı İmparatorluğu’na ait resmi belge ve raporlarına, diplomatik yazışmalar, Ermeni topluluklarının mektupları, misyoner, konsolosluklar ve yardım kuruluşlarının raporları ve gazete haberlerine dayanarak kaleme aldığı 269 sayfalık kitap, geçmişin karanlık sayfalarını aydınlatmanın yanı sıra bugüne ve geleceğe dair de önemli dersler sunuyor.

JOHANNES LEPSİUS KİMDİR?

Lepsius, 15 Aralık 1858’de Prusya Krallığı’nın Potsdam şehrinde doğdu. Münih’te matematik ve felsefe eğitimi aldı. 1880’de ödüllü bir çalışmayla doktorasını tamamladı. Misyonerlik ve insani yardım çalışmalarına yöneldi. Kudüs’te Süryani Yetimhanesi’nin yönetim kurulunda görev aldı. “Ermenistan ve Avrupa: Güçlü Hristiyan Devletlerine Karşı Bir Suçlama Metni” adlı eseri, yayınlanan ilk önemli çalışmasıdır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermenilere yönelik soykırımı titizlikle belgeledi. “Ermeni Halkının Türkiye’deki Durumu Üzerine Rapor” adlı eseri bu dönemde yayımlandı. Raporda Enver Paşa ile yapılan bir röportaj da yer aldı. Türkiye’nin Alman İmparatorluğu’nun müttefiki olması nedeniyle resmi sansür uygulanan bu rapor, gizlice 20.000’den fazla kopya olarak dağıtıldı. Diğer önemli eserlerinden biri de “Almanya ve Ermenistan 1914-1918: Diplomatik Belgeler Koleksiyonu”dur. Bu eser daha sonra “Ermeni Soykırımı Hakkındaki Ana Belge” olarak kabul edildi. Lepsius 3 Şubat 1926’da İtalya Krallığı’nın Meran şehrinde hayatını kaybetti. Anısına Potsdam’da 2011 yılında “Lepsiushaus” adıyla bir ev müzesi açıldı. Bu müze, aynı zamanda bir “Soykırım Araştırmaları Merkezi” olarak hizmet vermekte.
politikahaber.com/avrupanin-er

Yeni bir suç icat edildi

Eren Keskin

Biz herkesi tanıyoruz!

Son 2 yıldır Türkiye Cumhuriyeti devleti yargısı, yeni bir suç tipi ortaya çıkardı. Bu daha önce suç olmayan, “cezaevlerine para yatırmak” suçu!! Peki, bunun biraz geçmişine bakalım. Neden böyle bir suç yaratıldı? Bizzat yargı eliyle.

FATF, yani Mali Eylem Görev Gücü. 1989’da Paris’te düzenlenen G7 zirvesinde kuruldu. Bu kuruluşun amacı, kara para aklama eğilimlerini incelemek, ulusal ve uluslararası düzeyde alınan yasal, mali ve kolluk faaliyetlerini izlemek. Yani kısaca kara para aklamakla mücadele amacıyla böyle bir örgüt kurulmuştu.

Tabii bizler insan hakları savunucuları olarak kara paranın ya da uyuşturucu ticaretinin, silah ticaretinin en çok da devletler tarafından yapıldığını ama bunun gizli bir takım yapılar aracılığıyla sürdürüldüğünü çok iyi biliriz. Ama görünürde işte Mali Eylem Görev Gücü, uluslararası düzeyde, kara para aklamayı önlemek adına böyle bir oluşuma gitti. Daha sonra kara para aklanmasının önlenmesine ve “terörün” finansmanının önlenmesine ilişkin bir sözleşme imzalandı.

Bu sözleşmeyi imzalayan devletler de sözleşmeye uygun bir biçimde yasal düzenlemeler yaptılar. Türkiye Cumhuriyeti devleti de “terörizmin finansmanı” adı altında bir yasa düzenlemesine gitti. İşte, bugün insanların haksız bir biçimde cezaevine konulmasının sebebi de bu yasa.

Peki, kimler yargılanıyor bu yasa gerekçesiyle?

Cezaevinde yakınları bulunan ya da arkadaşları, tanıdıkları bulunan ve çoğunluğu yoksul aile çocukları olan, siyasi nedenlerle cezaevinde bulunan insanlara 200 lira, 300 lira ya da 500 lirayla sınırlı paralar yatıran insanlar, “terörizmin finansmanını önlenmesi” sözleşmesine göre, bu gerekçe gösterilerek, gözaltına alınıyorlar, tutuklanıyorlar, ardından da cezalandırılıyorlar.

Böyle bir suçun ne kadar akıl dışı olduğunu şöyle açıklayabiliriz; düşünebiliyor musunuz, bir insan, devletin kendisine verdiği T.C kimlik numarasıyla, yine devletin kasası olan cezaevi idaresinin kasasına bir para yatırıyor ve bu para 200 lira, 500 lira gibi küçük paralar ve bu paraların cezaevinde yatan mahpuslara günlük harcamaları için yatırıldığı da biliniyor.

Cezaevinde olan bir mahpus, sınırlı sayıda para harcayabiliyor. Zaten cezaevinde siyasi nedenlerle kalan mahpusların birçoğunun ailelerinin durumu ekonomik olarak çok kötü. Bu nedenle de cezaevindeki mahpuslar aslında çoğunlukla birbirleriyle dayanışıyorlar. Ama bu dayanışma, su, bir yiyecek ya da çok gerekli olan bir iç çamaşırı gibi şeyleri alabilmek için oluyor.

Cezaevi idaresinin bilgisi dışında tek bir kuruş harcanması da mümkün değil. Kaldı ki bu paralar cezaevi idaresinin kasasından istenerek, yine cezaevi idaresi bünyesinde bulunan kantinden yapılan alışverişlere harcanıyor.

İşte, “Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Sözleşmesi” kapsamında Türkiye Cumhuriyeti yargısının bulduğu suçlu tipi de bu cezaevindeki yoksul mahpuslara para yatıran bazı insanlar, anneler, babalar kardeşler ya da insan hakları savunucuları. Bu akıl almaz suç uygulaması bugün artık son derece ileri boyutlara ulaşmış durumda.

Bundan yaklaşık 7 ay önce Hatice Yıldız isimli 75 yaşındaki bir anne, sadece çocuğuna ve çocuğunun bir arkadaşına cezaevi kasasına para yatırdığı gerekçesiyle ceza aldı ve tutuklandı. Şu anda kendisi Bakırköy Cezaevi’nde. Bakırköy Cezaevi’ne kendisini görmeye gittiğimde durumu karşısında çok etkilendim. Çünkü bir demans hastalığı vardı. Her şeyi unutuyorum dedi ve yaşamını etkileyen fiziki olarak da kendisini güçsüz düşüren birçok hastalığı bulunmaktaydı.

Gerçekten inanılmazdı, bir insanı, cezaevinde bulunan kendi çocuğuna ve çocuğunun bir arkadaşına 500 lira gibi bir para yatırmış olması nedeniyle, “terörizmin finansmanından” suçlu bularak cezalandırmak.

İnsan hakları savunucuları olarak, yakıcı sonuçları olan bu suçlamayı, kendi yakınımızda da yaşadık. Ömrünü insan hakları mücadelesine adamış olan arkadaşımız Hatice Onaran, yurt dışında birkaç insanın bir araya gelerek, cezaevindeki yoksul mahpuslar adına para yatırılması için gönderdiği, çok küçük miktardaki birkaç ödemeyi, cezaevi kasasına yapmıştı. Hatice, kendi kimliğiyle, yasal olarak, yine resmi bir kurum olan cezaevinin kasasına birkaç mahpus için 200-500 lira gibi paralar yatırmıştı. Hatice Onaran bu suçlamayla gözaltına alındı ve ardından hakkında dava açıldı. Dava devam ederken, hiçbirimiz Hatice Onaran’ın bu nedenle cezalandırılacağına inanamadık. Çünkü daha önce bu konuda açılmış davalarda verilmiş beraat kararları vardı.

Ancak, maalesef ki Mart ayında İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, -ki haksız uygulamaları ile tanınan ve bilinen bir mahkemedir-, Hatice Onaran hakkında “Terörizmin Finansmanını Önlenmesi Yasası” uyarınca 4 yıl 2 ay hapis cezası kararı verdi. Maalesef ki istinafta kesinleşen suçlardan olması nedeniyle de geçtiğimiz hafta Hatice Onaran’ın cezası onandı ve Hatice Onaran cezaevine girdi.

Hatice Onaran’ın cezaevine girmesinden birkaç gün önce, birkaç avukat arkadaş, infaz savcılığına giderek Hatice Onaran’ın kanser hastası olduğunu, %79 engelli olduğunu ve cezanın ertelenmesi yönünde bir talebimiz olduğunu ileri sürdüğümüzde, savcı, hafifçe gözlüğünü indirerek, yüzümüze baktı ve “ama ben bunu yapamam, bu yasa 3713, yani terörle mücadele yasası kapsamında, o nedenle ben böyle bir erteleme kararı veremem” dedi.

Savcıya, “’Savcı Bey, eğer suçu hırsızlık olsaydı, bu ertelemeyi yapar mıydınız?’ diye sorduğumda, savcı, ‘hırsız ya da dolandırıcı olsaydı, evet, bu ertelemeyi yapardım ama bu ertelemeyi yapamam, benim hakkımda soruşturma açılır” dedi.

Orada bir kez daha hem bu suçlama nedeniyle akıl almaz bir haksızlığa maruz kalarak tutuklanacak olan Hatice Onaran’ın durumu karşısında bir kez daha coğrafyamızdaki infaz eşitsizliğinin de ne kadar çarpıcı bir sonucu olduğunu anlamış olduk.

Gerçekten de eğer siz siyasi nedenlerle cezaevine giriyorsanız, bir yazı yazdıysanız, cezaevine para yatırdıysanız ya da bir sivil siyaset içinde mücadele eden bir muhalif milletvekiliyseniz aldığınız cezanın yatacak olan miktarı bir hırsızdan, bir dolandırıcıdan çok daha fazla.

Ne yazık ki yaşadığımız coğrafyada, özellikle muhaliflere yönelik hak ihlallerinin ne derece ağırlaştığı insanların çoğu tarafından bilinmiyor. Hatice Onaran’ı cezaevine gönderirken bunları düşündük. Gerçekten de hiçbir suçu olmayan, bütün ömrünü insan hakları mücadelesine harcayan, fikri ne olursa olsun ayırt etmeden şiddete uğrayan kim olursa olsun yardım eden, iyi kalpli bir insan, hiç olmayacak bir suçlamayla cezaevine girdi.

Biliyoruz ki cezaevlerinde onun gibi haksızlığa uğrayan çok sayıda insan var ve maalesef ki bu coğrafyada iktidarı oluşturan resmi politikaları üretenler bu haksızlığı yapmaya devam ederken, kendilerine muhalif diyenler de sessiz kalmaya devam ediyorlar.

yeniyasamgazetesi6.com/yeni-bi

"İnsanlar sadece başkalarının mutsuzluğu pahasına elde edilebilecek şeylere sahip olmayı istemekten vazgeçtiğinde, toplumsal özgürlük önündeki engeller de yok olacaktır."

Bertrand Russell

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.