GÖBEKLİTEPE..!
“Laser taramasında toprak altındaki yapılar görünüyor.
Bu alan ağaçlandırılarak kazı durduruluyor ve Göbeklitepe karanlığa gömülmek isteniyor.
Çünkü buluntular batıyı hiç memnun etmedi.
Büyük olasılık yeni bir İngiliz oyunu ile karşı karşıyayız.
Dinlerin (Budizim dahil) toplam yaşı 8500-Yıl.
Göbekli tepeden çıkan bulgulara göre burada 12.000-Yıl önce yaşam olduğu tespit edildi.
Bu durumda; Adem ve Havva dahil olmak üzere tüm dinler boşa düşmüş olacaktı.
Bu nedenle; Papalık dahil tüm dini merkezlerin işleri bozulacaktı.
Bundan korktukları için, kazıyı durdurdular ve Göbeklitepeyi ortaya çıkaran Alman Profesör evinde ölü bulundu.
Sözde; kalp krizi geçirmiş. ”
Bahadır Yasa
[ alıntı ]
İnşaata dayalı büyümenin sonunda Türkiye'de servet dağılımı:
-2002'den bu yana en zengin yüzde 10’luk kesimin toplam servetten aldığı pay %67.7'den %81.2’e çıktı.
-Geriye kalan yüzde 90’lık nüfusun payı %32.3'ten %18.8’e düştü.
Yazının tamamı şurada:
https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/11/19/insaata-dayali-buyume-modeli-ve-servet-dagilimi-adaletsizligi
Milyon yıl önce ilk İNSAN türü olarak dünyada yaşamaya başlayan "dik yürüyen maymun adam"; Ptekantrop, giderek Neandertal insana evrilmiş, daha sonra da benzer nedenlerle Neandertal İnsan'ın yerini Homosapiens, "us insanı" aldı ve hâlâ da dünyada varlığını sürdürüyor. İşte o Homosapiens'in geldiği son durumu gösteren bu fotoğrafı ibreti alem için yayınlıyoruz. Dünyalı Homosapiensler yaşama, doğaya ve topluma ters bir duruma düştü... Yaşama ve gerçek insana düşman Homosapiensle vedalaşma zamanı gelmiş...
✒️ Nezih Gençler
Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı, işte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, ulusun ve devletin bağımsızlığını koruyacak (silahlı) kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve ulusun araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya ulusun kendisine kalıyordu... İşte buna KUVÂ-Yİ MİLLİYE diyoruz... Mustafa Kemal Atatürk
İhsan Eliaçık: Boşa kurban kesmeyin
İlahiyatçı yazar İhsan Eliaçık, kurban bayramı ile ilgili çok konuşulacak bir yazı kaleme aldı. Kurbanın yanlış anlaşıldığını savunan ve hayvanların boşa kesildiğini belirten Eliaçık, bunun İslam öncesi bir kültürün devamı olduğunu, Sümerler'de ihtiyaç fazlası tapınağa getirilen malların üzerinin “Tanrı malı” diye damgalanarak ihtiyaç sahiplerine bırakıldığını anlattı.
Bu kültürün İslamiyette de sürdüğünü belirten Eliaçık, Adilmedya.com sitesindeki yazısında "Mekke’de çıkan Peygamber Hz. Muhammed de, insanlara aynı şeyi anlattı. Dedi ki, burası Allah’ın evidir, ihtiyacından fazla olanı herkes buraya getirsin. Getirdiler ve oraya bıraktılar. Üzerinde, Allah’ın ismi anılmak, üzerine Tanrı damgası vurulması kültürünün devamıdır" dedi ve şöyle devam etti:
"Üzerine Allah’ın adı anmayı, bıçağı eline alıp, bismillahirrahmanirrahim diyerek, böyle fışkırtarak hayvanın kanını dökmeye çevirdiler. Üzerinde Allah’ın ismi anılmak bu değildir! Üzerinde Allah’ın ismi anılmak demek, ben bu keçiyi, koyunu, deveyi, kamuya, yoksula, gitsin diye adıyorum demektir. Üzerinde yazıyor işte Tanrı malı, eskiden böyleydi, Kuran’dan sonra buna, üzerine Allah’ın ismini anmak dendi, bu sözler, bu hayvan kamu malıdır, yoksulun malıdır, kimse almasın demektir. İşte bunlara [hedy] denilir."
KESMEKLE ALAKASI YOKTUR
"İlk bakışta bunların, kesmekle alakası yoktur" diyen Eliaçık şunları yazdı:
"Fakat daha sonra, uzak diyarlardan gelenler (hacılar) olduğu için, o hayvanlardan kesip, o insanların karınlarını doyurmak için de kullanılmıştır. Zamanla, önceki asli vazifesi unutulup, kesme ön plana çıkarılarak, getirilip kesiliyor, bırakılıp gidiliyor şekline dönüştü. Kuran geldiğinde Araplar bunu zaten yapıyorlardı, Kâbe’nin etrafı, kesilmiş kurbanlarla doluyordu. Kuran geldi ve bu insanlara dedi ki, bu kestiğiniz hayvanların etleri ve kanları Allah’a ulaşmaz, ulaşacak olan sizin takvanızdır. Bu şu demektir: Bunları kesiyorsunuz da, bunlar Bana ulaşmıyor, dolayısı ile, kesip durmanıza gerek yok, siz asıl, kendi aranızdaki davranışlarınıza bakın, birbirinize iyilik etmeyi öğrenin, adaletle davranın, işçinizi ezmeyin, kimseyi sömürmeyin, kul hakkı yemeyin, Ben bunlara bakarım, kestiğinize ve kana değil! Bunu açıkça söylüyor. Fakat bunu da şöyle anladılar: Tamam, Allah ete ve kana bakmaz, takvaya bakar, yani bıçağı eline alır, hayvanı keserken ki duygularına bakar, bunu Allah için kesiyorum derken ki duygularına bakar, takva budur, diyorlar. Böyle yorumladılar."
BOŞA KESİP DURMAYIN
"Ben bu yoruma da katılmıyorum, yanlış bir yorumdur. Kuran diyor ki, onların etleri kanları Allah’a ulaşmaz! Yani, boşuna kesip durmayın. Allah diyor ki, onlar Bana ulaşmaz, Ben sizden iyilik, doğruluk, dürüstlük, kardeşlik, merhamet, sevgi, bunları bekliyorum; karz-ı hasen, salât, zekât, ihtiyaç fazlasını verme, isâr, birbirinize kendinizi feda etme, yoksulları gözetme, zayıfın elinden tutma, düşmüşü kaldırma, bunları beliyorum, takva budur. Her yeri kan gölüne çevirdiğin zaman, Allah bundan mutlu oluyor değildir. İşin aslı buydu, sonra döndü dolaştı ve başka bir şeye dönüştü."
BEN 20 YILDIR KESMİYORUM
"Bakın, açık açık söylüyorum. Ben kendimi söyleyeyim, yirmi yıldır bayramda hayvan kesmiyorum. Ama, gurban, yakınlaşma, garip gureba ile yoksulla yakınlaşma bayramını çok seviyorum. Hayvan kesmiyorum ama bayram kutluyorum. Bayram çok güzeldir."
http://www.radikal.com.tr/turkiye/ihsan_eliacik_bosa_kurban_kesmeyin-1217093
27 MAYIS’IN KARANLIK ABD BOYUTU...
Çoğumuz düşünmüşüzdür bu boyutu. Ben çok aradım. Ama belge, bilgi yok. Çok cılız birkaç değinme dışında, genellikle hem ABD hem Türk kaynaklar hep ABD'nin son derece masum olduğunu iddia ediyor benim okuduklarımda.
Oysa çok kuşku verici ipuçları var. Mesela o sırada ABD'nin Ankara büyükelçiliğinin CIA İstasyon Şefi, Özbek kökenli bir TÜRK!!!... Ruzi Nazar... Kendisi 1. Dünya Savaşı sırasında Rus ordusu saflarında Almanya'ya karşı savaşırken, Hitler'in kurduğu Müslüman Tugayına katılmış. Sonra Hitler Almanyasında yükselmiş. Almanya yenilince Alman İstihbarat örütünün başı olan general Gehlen ve bilumum Alman istihbarat belgeleriyle birlikte ABD'ye sığınmışlar. Hatta o güne kadar doğru dürüst bir istihbarat örgütü olmayan ABD'ye CIA'nın temelini atanın bu Gehlen olduğu söylenir. Ruzi Nazar bu adamın yamağıdır. Kendisi hakkında çok önemli bir kitap yazmış olan, bir zamanlar Alparslan Türkeş'in talimatıyla MHP'nin Almanya "müfettişi" olan Enver Altaylı, gazete haberlerinden bildiğim kadarıyla bugün FETÖ'cülükten tutuklu. Ruzi Nazar o 60'lı yıllarda en etkin siyasetçiler, gazeteciler, iş adamları vb. nezdinde çok popüler bir "Ankaralı" adeta. Bahçelievlerdeki evi bütün bu çevrelerin davetli davetsiz sürekli uğrak yeri. Ankara'nın kallavi lokantalarına, meyhanelerine değil Nazar'ın evine gidiyorlar. Görünür gerekçe "canım bir Türk dostumuzun evine gidiyoruz..." E CIA Ajanlığı ne olacak...
Bütün bu ilişkileriyle Nazar'ın 27 Mayıs'tan haberdar olmaması ve elbette bunu Vaşington'a bildirmemesi mümkün mü?
Yani, sadece 12 Mart ve 12 Eylül değil, ne kadar gizlenirse gizlensin 27 Mayıs'ın da bir Amerikan komplosu olduğuna dair çok ciddi kuşkular var.
Buraya kadarı benim... Yakup Hoca (Kepenek, ODTÜ emekli iktisat profesörü, yakın zamana kadar Cumhuriyet, şimdi Birgün yazarı), benim bildiğim, okuduğum ilk kez ve kamuya açık olarak bu kadar net değinmiş. Kuvvetle okmanızı tavsiye ederim
27 MAYIS'IN KARA KUTUSU ABD... Ve İdamlar..
Yakup KEPENEK yakupkepenek06@hotmail.com (31 Mayıs 2019 Pazar, Birgün)
27 Mayıs 1960 askeri darbesinin açtığı ve yıllardır bir türlü kapanmayan ağır yara Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Zorlu ve Maliye Bakanı Polatkan’ın idam edilmeleridir.
Ülke kamuoyu ve siyaseti, idamların etkileri ve sonuçlarıyla uğraşmaktan bir türlü kurtulamıyor.
Bunun ana nedeni, genel olarak 27 Mayıs, daha özelde de idamlar konusunda Amerika Birleşik Devletleri-ABD’nin gerçek yerinin günümüze dek açıklık kazanmamış olmasıdır. 27 Mayıs’ta ABD, en duyarlı kısımıyla bugüne dek açılıp okunmayan bir kara kutu özelliği taşıyor.
Çünkü o kısmı ABD yıllardır açmıyor!
Kaldırılmayan CIA Şalı
ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı ( CIA) üzerinden en az 25 yıl geçen olaylara ilişkin belgelerin üzerindeki gizliliği kaldırır. Ancak, 18 Ocak 2017’de 13 milyon belgede Türkiye’deki 12 Mart 1971 darbesi için yaptığı gibi, erişime açtığı belgelerin kimi satırlarını siler. Evet, yanlış okumadınız üzerini kapatır!
27 Mayıs’ın kimi yönleri de açıklanmıyor. Aradan 36 yıl geçtikten sonra 27 Mayıs’ı ABD belgelerinde derinlemesine araştıran saygın bir bilim insanı, siyasi tarihçi Prof Dr. Fahir Armaoğlu şöyle diyor:
Gürsel hükümeti ile ABD ilişkilerine ilişkin olayların yazıldığı bazı telgrafların yayınından çekinilmiştir…Bunun sonucu olarak Yassıada duruşmalarıyla, idamlarla ve 14’ler olayı ile ilgili olarak ABD hükümetinin tutumunu tespit etmek mümkün olmamıştır “Amerikan Belgelerinde 27 Mayıs Olayı” Belleten c.LX, Nisan 1996, Sayı 227; ayrı basım, ss.203-226.
ABD, Yassıada duruşmaları, idamlar ve 14’ler olayı gibi 27 Mayıs’ın en bilinmesi gerekli olgularının belgelerini saklıyor. Üç konu, duruşmalar, idamlar ve 14ler içinde, etkileri yönünden en önemli olanı kuşkusuz idamlardır.
Yassıada’da 15 idam kararı çıktı. Cumhurbaşkanı Bayar, idam edilmekten yaş haddi nedeniyle, iyi ki de kurtuldu. Kalan 14 kişi içinden yalnızca o yılın Temmuz ortalarında resmi bir ziyaret için Moskova’ya gidecek olan üçlünün seçilmesi nasıl oldu? Asıl karanlık nokta bu!
Yerliler de çok yararlandı; yararlanıyor
Gizlilik kime yarıyor? Hiç kuşkusuz kendi ulusal çıkarı öyle gerektirdiği için ABD’ye.
Ancak, genel olarak 27 Mayıs’ta ABD, özellikle de CİA’nin etkisinin gizli tutulmasından yararlanan yalnızca ABD değildir.
Bu ülkede, ABD’ye yakınlıktan doğrudan ya da dolaylı olarak, siyasal ve ekonomik çıkar sağlayan yerli kişi ve çevreler, yıllar boyu o gizlilikten yararlandı. O yıllardan başlayarak komünizm düşmanlığı şemsiyesi altında toplanan sağcıların tamamına yakını; onların örgütleri ve partileri, 27 Mayıs, özellikle de idamlar konusunda ABD’ye toz kondurmadılar. ABD emperyalizmine karşı çıkanlar komünistlikle suçlandı. Ülkenin özgürlükçüleri, demokratları, sosyalistleri ve barış severleri, taşlandı, işlerinden kovuldu,hapsedildi ve öldürüldü; özetle ezildi; CHP suçlandı. O kadar ki, yine bir mayıs günü, 6 Mayıs 1972’de, gerçekten sudan sebeplerle suçlanan üç fidan, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan, idam kararlarının, “üçe karşı üç” türü ilkel intikam sesleriyle Meclis’teki sağcıların oylarıyla darağacına gönderildi.
Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamı cinayettir. Bu cinayetin gerçek faili, ilgili belgeleri açıklamadıkça ABD’dir. Eğer iktidardakilerin Yassıada bağlamında döktükleri timsah gözyaşları değilse, ABD’den kara kutuyu açması neden resmen istenmiyor?
Bu ülkede 27 Mayıs 1960 sonrasının halkoylaması ile kabul edilen, demokratik ve özgürlükçü 1961 Anayasası, önce sağcı siyasetçiler, sonra da 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri, daha sonra da 12 Eylül 2010 ve sonrasında sözüm ona sivil AKP iktidarı tarafından iğdiş edilerek tanınmaz hale getirildi.
Eğer Türkiye sağı, özgürlükçü olabilseydi, geçen Çarşamba günü, 27 Mayıs 2020’de “Demokrasi ve Özgürlük”, yalnızca 10,37 hektarlık daracık Yassıada’da değil, 78 milyon 356 bin 2 00 hektarlık bütün Türkiye’de açılır ve çoktan 83 milyonun yaşamı olmuş olurdu!
Ali Tartanoğlu
SİYONİST OLMAYAN AMERİKALI BİR YAHUDİ AKADEMİSYENİN GÖZÜNDEN
"THE FORGOTTEN HİSTORY OF AMERİCAN JEWİSH DİSSENT AGAİNST ZİONİSM"
By Shaul Magid February 14, 2024
What is happening to the Zionist consensus? If you read much of the Jewish media, especially post-October 7, it appears to be alive and well, with most Jews understandably and passionately coalescing around the trauma induced by the Hamas-led attack. But something else seems to be afoot, especially in the shadow of Israel’s ongoing war in Gaza, which has taken over 28,000 lives and is showing no signs of letting up.
Among Israeli Jews, the feasibility of the war’s objectives are appearing increasingly uncertain, and an internal debate is percolating as to what the “day after” will look like. In the United States, the influence of progressive Jewish groups protesting the war and demanding a ceasefire has grown exponentially since the war began. These internal struggles around Israel’s future long pre-date October 7, and run much deeper than strategic questions about a single war.
In the world of letters, a plethora of books by Jewish authors have appeared in the last two years sharply criticizing Zionism itself, some even rejecting it.[1] The most recent example, which I review here, is Geoffrey Levin’s excellent new book “Our Palestine Question: Israel and American Jewish Dissent 1948-1978,” explaining how the Zionist consensus is not only being challenged today, but has been questioned in America for decades.
The relationship between memory and history — the former often taking the form of ritualization, the latter documentation — underlies conventional notions of how we view the past, implying that writing history primarily requires the act of remembering. What is often forgotten, though, is that forgetting is as important to history as remembering; it is the curation of a narrative, and narratives are, by definition, selective. We choose what to remember, sometimes how to remember, and thus we also decide what to forget, intentionally, as an act of erasure.
One is reminded of the importance and precarity of forgetting when reading Levin’s new book, as he examines what he calls “the hidden history of conflict between American Jewish liberalism and Israeli policy — one long lost in sweeping generalizations about relations between these two poles of post-Holocaust Jewish life.” I think Levin is being too kind: it is, in fact, the story of American Jewish dissent against Zionism, and later Israel, from the 1930s to the present.
Why, then, does he only cover 1948 to 1978? The establishment of the State of Israel in 1948 of course changed the nature of the debate, and in many cases quelled anti-Zionist sentiment among many American Jews after the fog of the Holocaust, the massive refugee crisis in Europe, and ultimately the emergence of the Jewish nation-state — but not completely. And 1978 was the first full year of the Likud party’s takeover after being elected the year before to replace what was, until then, a country run by the socialist-Zionist Labor government. Looking back, after many twists and turns, that year may be the germ-cell of where the country is today.
Forgotten figures, forgotten distinctions
The forgotten story resurrected by Levin is replete with many figures, once quite popular, today largely unknown: Don Peretz, William Zuckerman, Irving Engel, Fayez Sayegh, James Marshall, Morris Lazaron, Lessing Rosenwald, Sharon Rose, and Aviva Cantor. These are cutting room floor figures for most Jews today, even those who know a fair amount about American Judaism or Zionism. And in tracing these figures, Levin shows how, for years, one was able to be non-Zionist or anti-Zionist, or take part in anti-Zionist activities, without being deemed antisemitic.
Few people will know, for example, that Jacob Blaustein — who helped forge the alliance between American Zionists and David Ben Gurion at the Biltmore Conference in May 1942 — was not really a Zionist; if Blaustein is known at all today, it is as a kind of American Zionist hero of sorts. Blaustein remained close friends with figures like Elmer Berger, who together with Lessing Rosenwald, led the anti-Zionist American Council for Judaism, which was against the existence of a Jewish state before and after its establishment.
Meanwhile, few will recall that most of the members of the 1970s Jewish protest movement Breira (Alternative), which was deeply critical of Israel and was shut down by a fierce negative campaign by the American Jewish establishment, were actually Zionists. Or that Fayez Sayegh, the most popular pro-Palestinian Arab spokesperson of his generation, was not considered antisemitic even by his Zionist detractors.
Perhaps the most central figure is Don Peretz and organizations such as the American Jewish Committee (AJC), the decidedly non-Zionist group (which Blaustein also headed) that was the most powerful U.S. Jewish organization in the postwar period. The AJC was non-Zionist in that it was not in principle against the Israeli state, even as it was harshly critical of the treatment of the Palestinian minority inside Israel; but the organization was opposed to Jewish nationalism being the raison d’etre of American Jews. In a certain sense, the AJC made an important distinction between the national identity of Jewish Israelis and nationalism (Zionism) as an identity for diaspora Jews — a distinction that has been forgotten.
Today, this distinction may sound dissonant because the Zionization of American Jewry and America more broadly intentionally collapsed any possibility of being non-Zionist and pro-Israel — that is, making Israeli identity and American Jewish identity categorically separate. Israel’s 2018 Jewish Nation-State Law codified this when it declared the State of Israel to be the “nation-state of the Jewish people,” assumingly whether they live there or not. Yet, ironically, this claim seems to undermine precisely what Ben Gurion wrote to Jacob Blaustein in an oft-cited letter from 1950, insisting that “Israel does not demand the loyalty of non-Israeli Jews.” Such a statement made by Israel’s first Prime Minister would likely be considered anti-Zionist today.
We don’t know all this, and much more, because many American Jewish historians don’t want us to. It upsets the narrative of the so-called “Zionist consensus,” a product of the 1970s projected backward to suggest all that precedes it is merely “antiquarian,” or intellectual refuse for a few scholars and archive rats with time on their hands. It shouldn’t interest us, they argue, because those debates have been decided. Levin deftly and with scholarly precision presses the “undelete” button and suddenly, as if in a hologram, a world largely forgotten pops back into focus.
The roots of a rebellion
Levin does not write “Our Palestine Question” as a partisan. It is the work of an adept historian, based on archival research and sound historical method, and its tenor is not ideological or histrionic. But that doesn’t mean it has no presentist concerns.
One way to frame the presentist agenda is by voicing two concerns many pro-Israelists often articulate: first, “Let us look forward and not back; why relitigate old debates when the problems we face are real and pressing?”; and second, “How can this younger generation of American Jews turn against Israel, and why do they rebel against the Zionist education we prepared for them?”
The first question can begin to be addressed by evoking William Faulkner’s famous quote, “The past isn’t dead, it isn’t even past,” or Benedetto Croce’s quip, “All history is contemporary history.” But how so? The claim to only want to look forward and not back is a sleight of hand, because it is premised on the lens of forgetting — a narrative curated for decades precisely to remember only part of the past and then claim it is comprehensive, or at least what is “useful.” But as Levin shows, once you open the historical archive, one often sees that what is inside is not that different from what one faces now.
The stock answer to the second question, that young American Jews are seduced by “woke” leftism, is convenient but unsatisfactory. While many of them may identify with the radical left, the fact is that they see a very different Israel than the one their parents fell in love with.
One of the salient points in Levin’s book is in showing how anti-Zionism between 1948 and 1978 was concerned with two distinct and only somewhat overlapping issues: first, the threat that Jewish nationalism posed to the Americanization, or assimilation, of Jews; and second, the way that Zionism as an ethnocentric illiberal project would not see to the just rights of the Arabs inside the state, from Ben Gurion’s refusal to allow Palestinian refugees to return in 1948 to the numerous land seizures facilitated by the 1950 Absentee Property Law and other methods.
For some non- and anti-Zionists, the liberal Judaism they espoused could not bear the weight of Jewish people’s shift from being a persecuted people to becoming a persecuting people. Zionists in Palestine such as Martin Buber acknowledged this, yet from their European experience and perspective, there was no alternative but to try and fight the tide of ethnonationalism. American Jews did have an alternative — America itself — and thus for many the fight was not against Zionism as much as for Judaism.
From rejecting Zionism to saving it
Here we see a crucial difference between Don Peretz and Elmer Berger. Peretz came from a strong Zionist background and was intimately engaged with the Yishuv — Palestine’s Jewish community — in the pre-state years. He saw firsthand the expulsion of Palestinians, the liquidation of their villages, and the state of the refugee camps, which he visited many times. He returned to the United States and wrote a dissertation in 1955, which he published as a book three years later: “Israel and the Palestine Arabs.” Whatever one makes of it, Peretz’s anti-Zionism was not a leftist call for universalism, it was the work of one deeply committed to Jewish responsibility and a Jewish future.
Similarly, Levin extensively examines the Yiddishist turned English publisher William Zuckerman, who founded the popular Jewish Newsletter in 1948. Not anti-Zionist per se, Zuckerman used his pen to castigate Israel’s moral failing in its treatment of the Palestinian minority. He described himself as “pro-Israel but anti-nationalist,” making another useful distinction that is now in the dustbin of history.
Throughout the early period of the state, there was a concerted effort on the part of the Israeli government to wage war against such critics, including trying to get Peretz fired from the AJC and Zuckerman fired from the London-based Jewish Chronicle. They were partially successful in the former (Peretz’s position was downgraded) and successful in the latter (Zuckerman was kicked out). This persecution was standard procedure with Israel intent on determining the tenor of American writings about the state’s affairs, curating a pro-Israel position long before the word “hasbara” came into play. The relationship between Israel and American Zionism was thus always hierarchical, policing voices that the former saw as threatening. But Peretz and Zuckerman were formidable foes and frustrated Israeli apologists for decades.
Berger was different. His anti-Zionism was an extension of the 1885 Pittsburgh Platform, Reform Judaism’s emblematic position that Jews were not a nation but carriers of a religious tradition. Berger did not focus much on the oppression of the Arab minority, although later in his career he moved in that direction; it is not that he didn’t care, but rather that his anti-Zionism was more about pro-Americanism for Jews. For this reason, Israel seemed to care less about him.
The final vestiges of the anti-Zionist front seemed to collapse after the 1967 Six-Day War, but not quite. While the victory might have put an end to the fear of a second Holocaust at the time, it was simultaneously the beginning of the military occupation, which in some way proved what Peretz, Zuckerman, and an aging generation feared: a more permanent instantiation of Jewish domination over the non-Jewish minority.
The response in Israel was swift. By the third week of June 1967, a leftist group known as Matzpen (The Compass) was already calling for an end to the occupation, which most Israelis at the time were calling liberation. The American Jewish response took a bit longer to congeal. As the settlement group Gush Emunim (the Bloc of the Faithful) took form in early 1974 following the Yom Kippur War, a group of young Jews in America, many from the New Left, and mostly Zionists, formed the Breira movement to oppose the entrenching occupation and fledgling settlement project. The same year, a young scholar named Noam Chomsky published his book “Peace in the Middle East,” which was met with harsh criticism from the mainstream. Most American Jews were unwilling to hear that the miraculous victory of June 1967 had a dark underside. That would change.
Levin’s chapter on Breira, which improves on previous studies thanks to more open access to its archives, documents how the movement sparked other similar youth movements nationwide focused on opposing Israel’s occupation. In some way, Breira is the real forerunner of contemporary progressive movements like IfNotNow, Jewish Voice for Peace, and others like them.
But there is an important distinction: almost all Breira members were Zionists. They were the children of the first wave of American Jewry’s Zionization, brought up on the vision of Israel as miraculously “making the desert bloom,” and all watched Otto Preminger’s film “Exodus.” Most were New Left liberals, many even radicals, but publications like the Jewish Liberation Journal led by Aviva Cantor was Zionist to its core. There were exceptions, such as Sharon Rose of the Jews for Urban Justice and the Brooklyn Bridge Coalition. But saving Zionism, not undermining it, was the raison d’etre of these groups. And yet, they were ravaged by the Jewish mainstream.
Restoring a Jewish ethos
Something has clearly changed in our time, and this is what raises the second question about why young American Jews today are questioning Zionism and even abandoning Israel. One possibility is that the New Left critics of Israel during the 1970s adopted the progressive ethos of Peretz, Zuckerman, et al and dropped the anti-Zionism. The present generation, in contrast, has adopted a New Leftism now refurbished as Critical Race Theory or anti-colonialism, and that has largely dropped the reflexive Zionism of those in Breira — in some way re-creating a wheel that was seemingly erased from history.
Why did this happen? Many younger millennials and Gen Zers were brought up with the previous generation’s romantic view of Zionism, but the post-2000 Israel they saw no longer cohered with that vision. For them, 1967 was not liberation but domination. Yet most had never heard of Don Peretz, William Zuckerman, or James Marshall — so where could they turn?
In this sense, “Our Palestine Question” can serve as a corrective. If a member of IfNotNow or JVP were to pick up Levin’s book, they might find much to relate to and learn from those he examines. The point is not to turn the newly non- or anti-Zionists into Zionists, nor is the point is to revive the non- or anti-Zionism of another era. Rather, the point is to inspire them to make their position more deeply rooted in a Jewish ethos informed by tradition and political theory from their community. Calls for “Decolonizing Palestine” and the radical progressivism of some of their peers are important, but there is a deeper, more Jewishly informed alternative to Zionism as it exists today that awaits re-examination, even if critically so.
How Israel twists antisemitism claims to project its own crimes onto Palestinians
The time of Peretz, Zuckerman, and Blaustein was a time of Ben Gurion, the Palestine Liberation Organization (PLO), and 1967. Ours is the time of Ben Gvir, Hamas, and October 7. For many young American Jews, liberal Zionism doesn’t work because they see a different Israel that is not going back to a place where perhaps it never was, even as we mourn the deaths of innocent Israelis, many of whom were peacemakers, and innocent Palestinians who are victims of the ongoing war in Gaza.
Yet the many titles published in the past two years, including Levin’s, should tell us something about the stability of the Zionist consensus, even in this time of darkness. To begin to think our way out of this, or perhaps more deeply into it, we need to look back at the cutting room floor of the American Jewish historian, or press the “undelete” button on our screens.
*****
[1] Here are just a few of the titles: Omri Boehm’s “The Haifa Republic” (2021), Jonathan Graubert’s “Jewish Self-Determination Beyond Zionism” (2023), Daniel Boyarin’s “The No-State Solution” (2022), “Unacknowledged Kinships: Postcolonial Studies and the Historiography of Zionism,” Vogt, Penslar, Saposnik eds. (2023), Arieh Sapoznik’s “Zionism’s Redemptions” (2022); Amnon Raz-Krokotzkin’s “Mishna Consciousness Biblical Consciousness: Safed and Zionist Culture” (2023) [Hebrew]; Atalia Omer’s “Days of Awe: Reimagining Jewishness in Solidarity with Palestinians” (2019), Mikhael Manekin’s “The Dawn of Redemption: Ethics and Tradition in a Time of Power” (2023); my “The Necessity of Exile: Essays from a Distance” (2023); Marjorie Feld’s “The Threshold of Dissent: A History of Jewish American Critics of Zionism” (2024); and Oren Kroll-Zeldin’s “Unsettled: American Jews and the Movement for Justice in Palestine” (2024).
*****
Shaul Magid is professor of Jewish Studies at Dartmouth College, Visiting Professor of Modern Judaism at Harvard University, and senior fellow at the Center for the Study of World Religions at Harvard. His latest book is "The Necessity of Exile: Essays from a Distance" (2023).
Our team has been devastated by the horrific events of this latest war. The world is reeling from Israel’s unprecedented onslaught on Gaza, inflicting mass devastation and death upon besieged Palestinians, as well as the atrocious attack and kidnappings by Hamas in Israel on October 7. Our hearts are with all the people and communities facing this violence.
We are in an extraordinarily dangerous era in Israel-Palestine. The bloodshed has reached extreme levels of brutality and threatens to engulf the entire region. Emboldened settlers in the West Bank, backed by the army, are seizing the opportunity to intensify their attacks on Palestinians. The most far-right government in Israel’s history is ramping up its policing of dissent, using the cover of war to silence Palestinian citizens and left-wing Jews who object to its policies.
This escalation has a very clear context, one that +972 has spent the past 14 years covering: Israeli society’s growing racism and militarism, entrenched occupation and apartheid, and a normalized siege on Gaza.
We are well positioned to cover this perilous moment – but we need your help to do it. This terrible period will challenge the humanity of all of those working for a better future in this land. Palestinians and Israelis are already organizing and strategizing to put up the fight of their lives.
"YENİLEŞEN" CHP'NİN ANKARA EMEKLİ MİTİNGİ VE BU MİTİNGDE "ROL ALAN" EMEKLİ SENDİKALARI (?).
26 Mayıs tarihinde Ankara'da, "yenileşen" CHP tarafından düzenlenen "emekli mitingi"ni (!) , başından sonuna kadar, canlı olarak izledim.
Yine tabandan gelen zorlamalarla düzenlenen bu miting, iki önemli noktayı gözler önüne serdi:
1) Burjuva liberal, "sosyal demokrat" görüntü verme çabasındaki "yenileşmiş" (?) CHP, yalnızca "kendisine demokrat" olduğunu açıkça ortaya koydu.
Daha baştan sadece bir figür olarak kullanılacakları belli olan "emekli sendikalarına" (?) uygulanan zaman ve konuşma muhtevası kısıtlamaları,
Genel Başkanın müttefiklerini, kendilerinden başlayarak Sosyal Demokrat, Milliyetçi Demokrat, Muhafazakar Demokrat ve Kürt Demokrat olarak belirtmesi. Kısacası "sosyalist" (!) bağyanlar ve de baylar, sizin esameniz bile zikredilmedi.
2) Bu mitinge katılıp, beş dakikalık konuşma süresi içinde, önceden CHP yönetimiyle mutabık kalındığı belli olan sözleri sarf eden 4 "emekli sendikası" (!) ve bir emekli derneği tam bir sefalet ve kuyrukçuluk örneği sergiledi.
Üçünü tanıma şerefine nail olduğum, birisinin kuruluş çalışmalarını yakından izlediğim bu sendikaların başkanları, bırakın kürsüye çıkıp kendilerine "konuşma süresini aşma" uyarısı yapan parti görevlilerine karşı çıt çıkarmamalarını, daha sonra sahne alan Özgür Özel'in, en düşük emekli maaşının asgari ücrete eşitlenmesi gerektiği sözünü önceden tekrarlamış oldular.
Yabancı ülkelerin devlet adamlarıyla görüştüğünü sıklıkla dile getirmeyi çok seven Ö. Özel, iktidar olduklarında (ne zaman) , en düşük emekli maaşının asgari ücret kadar olacağını, iki sene içinde ise bu miktarın, tıpkı geçmişte olduğu gibi, asgari ücretin birbuçuk katına eşit olacağını belirtti. Ama "her nedense" (!), açlık ücreti altında bir asgari ücret olamayacağından hiç söz etmedi.
O kendisine biçilen görevi yerine getiriyor.
Peki ya siz, o mitinge sadece bir figüran olarak çıkmayı kabul edebilen, adet yerini bulsun kabilinden beş dakika süre içinde, önceden kendilerine dikte edilen bir metni, tıpkı "prompter"dan okur gibi, ellerine tutuşturulan bir kağıttan okuyan sayın sendika başkanları, sizler hangi görevi yerine getiriyordunuz?
Zevahiri kurtarabilmek adına konuşmanızın sonunda, Nazım Hikmet'in, Adnan Yücel'in şiirlerinden okuduğunuz satırlar, içine düştüğünüz kuyrukçuluk ve sefaletten sizleri kurtaramayacaktır.
NE Mİ YAPILMALI?
* TÜM EMEKLİLERİ KAPSAYACAK TEK BİR KİTLESEL EMEKLİ SENDİKASININ KURULMASI İVEDİLİKLE GERÇEKLEŞTİRİLMELİDİR.
* EMEKLİ SENDİKALARININ YASALLIĞI ÖNÜNDEKİ TÜM ENGELLER KALDIRILMALIDIR.
* EMEKLİ MAAŞLARI ÖDENEN PİRİM MİKTARI VE PİRİM ÖDENEN GÜN SAYISI ÜZERİNDEN HESAPLANMALIDIR.
* EMEKLİ MAAŞLARININ BELİRLENMESİ TOPLU SÖZLEŞMELERLE GERÇEKLEŞMELİDİR.
* DUL VE ENGELLİ MAAŞLARI, DOĞRUDAN EMEKLİ MAAŞLARINA EŞİTLENMELİDİR.
* EMEKLİLERİN ÖDEMEKTE OLDUĞU TÜM SAĞLIK HARCAMALARI KALDIRILMALIDIR.
* EMEKLİLERE ELEKTRİK, SU, DOĞALGAZ, SEYAHAT, KONAKLAMA GİBİ HARCAMALARDA EN AZ % 50 İNDİRİM SAĞLANMALIDIR.
* YAŞLI BAKIMI VE HUZUR EVLERİ TAMAMEN KAMU KURUMLARI TARAFINDAN YÜRÜTÜLMELİ VE BU KONULARDA UZMAN PERSONELLER İSTİHDAM EDİLMELİDİR.
* EMEKLİLER İÇİN DİNLENME VE EĞLENME TESİSLERİ KURULMALIDIR.
* AÇLIK ÜCRETİNİN ALTINDA ASGARİ ÜCRET OLMAMALI; SENDİKALAR ÜZERİNDEKİ TÜM KISITLAMALAR KALDIRILMALI, TÜM ÇALIŞANLARA SENDİKALI OLMA ZORUNLULUĞU GETİRİLMELİDİR.
PEKİ BUNLAR GERÇEKLEŞTİRİLEBİLİR Mİ?
YÜZBİNLERLE HATTA MİLYONLA İFADE EDİLEN ÜYE SAYISINA SAHİP, İŞÇİ VE EMEKÇİ SENDİKALARIYLA DAYANIŞMA İÇİNDE OLAN VE ETKİN BOYKOTLAR GERÇEKLEŞTİREN BİR EMEKLİ SENDİKASI, BÜTÜNÜYLE OLMASA BİLE, EMEKLİLERİN PEK ÇOK İHTİYACINA CEVAP VEREBİLİR.
Yazan : A.Hikmet Köse
BİR "EŞEK ARISI" HİKAYESİ
12 Mart 1971 Askeri Darbesinin üzerinden 53 yıl geçmiş.
Ağır kanser kanamalarıyla tedavi amacıyla yurt dışına kaçmak zorunda kalan Dr. Hikmet Kıvılcımlı, kaçışının ilk günlerinden itibaren GÜNLÜK ANILAR başlığıyla notlar yazar. (Kıvılcımlı'nın el yazısıyla Hollanda'daki arşivde duran notların başlığı, yine onun el yazısı ile "GÜNLÜK ANILAR"dır. Sosyal İnsan Yayınları dışında basan diğer yayınevleri nedense YOL ANILARI başlığını kullandılar, kullanıyorlar. Notların öyle bir başlığı yoktur. A. Kale) Kaçış serüveninin tamamını yazdığı bu günlükler defalarca kitaplaştırıldı.
Kaçışının ikinci durağı olan Alanya'da yazdığı 10.05.1971 tarihli yazısında 12 Mart Darbesi ve öncesi ortamı biraz da edebi bir kurguyla anlatır. Bu tarihi notu GÜNLÜK ANILAR kitabından alarak paylaşıyorum.
“10.05.1971 (Alanya)
Dün elime kalem alamadım. Kafam akşama dek bir eşek arısının serüveni ile uğraştı, durdu.
İki pencerem var. Biri, yeşili bol dağa bakıyor. Öteki, yaz kış koyu, yeşili bitmeyen ovadan denizi görmeye çalışıyor. Sersemliğimi aşkın bitkinliğim ortasında, acı acı bir eşek arısı vızıltısı kulağımı tırmalamaya başladı. Ne oluyor demeye kalmadı, anladım. Dağ penceresinin alt camını, hava almak için, alaturka yordamıyla yukarı kaldırmıştım. Oradan hava girecekti. Ancak sinek, hele sivrisinek ve ağaçlıkların bin bir başka böcekleri dururlar mı? Cibinlik düşündüm. Hazret 2 metre gelin cibinliği almış. 50 lira. Yattığım yere yarım cibinlik bile olamaz. İyisi mi pencerenin birine toptan perde yaptık. Oldu. Dağ penceresi boydan boya tıkandı. Yanlardan odaya sızmak pek böcek aklının işi değil. Cibinlik perdenin delikleri epeyce iri olmakla birlikte, şimdilik sivriler görünmüyorlar. Tatarcıktan ufak, limon çürüğüne düşkün, yumuşak, sessiz birkaç sinekceğiz pek masum. Bana dokunmuyorlar. Ben de kendilerinin limon küflerine baygın davranışlarına sataşmadım. Karasinek canavarlarını ise bire dek kırdım. O yönden rahatım. Uyuklayan, terleyen ak sakallı yıkık yüzümde cirit oynayamıyorlar.
Arı, eşek arısı. Dağ penceresinin açık alt gözünden içeriye girmiş. Perde cibinliği aşamamış. Geri dönse ya! Arı bu. Bizim kimi Narodnik'ler gibi, illa yükseklerden uçacak. Uçmuş, belli. Ve açık alt cam dururken, kapalı, hem de çift kat camlı üst pencere bölümüne ver yansın ediyor. Çifte camı delip, bizimkiler gibi "özgürlüğe" kavuşacak. Aşağı cam açık. Oraya tenezzül etsene be mübarek hayvan! Rahatça çıkar gidersin. Hayır. Gözü yukarılarda. Üst camın ta en yukarıki çerçevesine dek şeffaf cam boyu vızıldayarak çıkıyor. Nafile. Cam yarılıp yol vermiyor eşek arısına. Oradan tutturuyor, camın deliğini yahut geçit yerini bulmak için, ta aşağıdaki çerçeveye dek aynı kendince cehennem zırıltıları çıkararak iniyor. Cam bitiyor. Delinmiyor. Tahta alt çerçeve üstüne eşek arısı yorgun düşüyor. Tahta boyu üç parmak aşağı inse, açık cam yerinden karşı dağa doğru serbest gidecek. O üç parmak enli, battal çerçeve tahtası uzun geliyor arıya. Gözü üst camdan dışarıları görüyor. O görünüşe aldanıyor. Varsa, yoksa o boynuzlarının değdiği şeffaf camda yol arıyor. Son gücüyle, hırslı bir daha cama saldırıyor. Hem bizimkiler gibi o da silahlı, kıçındaki tabanca iğnesini cama soka soka, kanatlarını kırarca çırparak, camın üst tahta çerçevesine doğru bağıra bağıra düşüyor. Ve bu müthiş eziyetli inip çıkmaları, hiç durmaksızın dakikalarca, saatlerce, insanı deli edecek bir körlükle ve hayvanlıkla tekrarlayıp duruyor.
Halsiz yattığım yerden acıyorum. Kime? Eşek arısına. Gidip şunu, alt çerçeveye düştüğü zaman tutup, aşağıdaki açık cam hizasına itelesem. Çeksin, gitsin. Hem o sonsuz işkenceden kurtulur, hem ben gönül azabından. Gel, herif eşek arısı. Son derece kızgın ve silahlı. Hemen onu kurtarmak isteyen elimi, belki de sıçrayıp yüzümü cama geçiremediği iğnesiyle, "Seni gidi Revizyonist!" diye sokacak. Tıpkı bizim cici veya keskin Narodnikler gibi, hiç bildiğinden veya bilmediğinden şaşar mı?
Marks'la Engels, böyle durumlarda, "Gülünçlüğü, eşeklerle paylaşmayalım" demişler. Bunu yazılı, basılı kitap biçiminde yayınladık. Anlayan oldu mu? Oldu. Parababaları hemen 142 TCK maddesiyle, kitabı toplatıp beni Ağır Ceza Mahkemelerine verdiler. Sen misin eşekarılarını uyarmaya kalkışan? Parababalarının, CIA Planlama dairesinden belledikleri bir planı vardı. Hiç ortalıkta görünmüyorlardı. Birkaç şehrin, birkaç öğrenci yurdunda "Devrimin yüksek aşamasından üç parmak aşağı inmeyi, kıçındaki çakaralmaz iğnesi yerine, kafacığındaki beyinceğizini kullanmayı ihanet sayan" eşek arılarının vızıltısından geçilmiyordu. Hasta halimle kalkıp eşek arısının yardımına boş yere gidemedim. Çünkü eşek arısını bilmem, denemedim, ama bizim iğneli delileri denedim. Ankara'da ayaklarına dek gittim. Eşek arısının çifte camı delip geçme in çıklarını andıran, "Silahlı Halk Savaşı başlamış" idi. Kim dinlerdi "Revizyonist'lerin korkak beceriksizliklerini?
Biz gelelim asıl üst camda silah talimi yapan eşek arısına. Bir ara sesi kısıldı. Herhalde, en sonra, İşçi Sınıfı gibi açık alt cam yerine nasılsa tenezzül etmiş, çıkmış kurtulmuş olmalı diyordum. Uyuklamak üzereydim. Hop etti, zifiri kapkara bir örümcek, tavandan yıldırım çabukluğu ile sağ yanıma haydut atlayışıyla indi. Rengi, bakışları korkunçtu. Alt yanı, ayaklarını görmesen, yüzük taşı kadar bir örümcek. Ağırlığı ne olur? Ama nedense, o yaman gökten yere atlayışı sanki "güm!" diye işitilmeyen bir ağırlık sesi çıkardı ve neredeyse üzerine uzanmış bulunduğum tahta kereveti sarstı. Sarsmaz ya .. Bana öyle geldi. İrkilecek, bir fiske vuracak oldum. Kara haydutun kalabalık pençeleri, yatağa basar basmaz yaylandı. Ve kaşla göz arası örümcek ikinci bir hoplayışla yere, öteki kerevetin altına doğru sıçrayıp gözden yitti. Ardında uzanan cambazlık ipini topladı mı? Bilmiyorum. Ne olursa olsun, günümü açıkgöz böceklerle dolduracak değilim a. Başımı gene yastığa düşürdüm. Gevşedim.
Apansızın, deminki camda eşek arısı idmanından çok daha gürültü patırtılı, iki kat şiddette bir vızıltı, zırıltı, sıçan düşse kafası yarılacak bomboş, güneşli odamı doldurmaz mı? Gözlerimi açtım. Dağ penceresinde arı yok. Arı, ova penceresinde. Besbelli aynı eşek arısı. Aşağılara inip gideceğine, bu yol bizim gelin cibinliği perdeyi aşarak odaya çıkmış. Yani dışarı değil, büsbütün içeriye dalmış. Bizim keskin sosyalist Narodniklerin Devrimciliği gibi, olağanüstü bir eylem bu. Eşek arısı herhalde çok kızmış, aşağı açık cam yerine inmemiş ama, son bir can havliyle, yukarılardan cibinlik perdeye tos vurmuş. Anlaşılan öyle vurmuş ki, perdenin ucu aralanmış ve eşek arısı odamın içinde bulmuş kendini.
Doğrusu bu, bizim alaturka Narodnik'lerin banka soymak ve adam kaldırmak "Devrimcilik"leri kadar inanılmaz bir "başarı". Hiçbir böceğin itemediği perdeyi zorlayıp aşmak, değme küçük burjuva mahalle kabadayısına ve lumpen kasa hırsızına parmak ısırtacak bir eşek arılığı eylemi idi. Ne yazık ki, hepsi o kadar. Eşek arısı kurtulmamış, tersine, kendiliğinden bir daha hiç içinden çıkamayacağı tür kapana kısılmıştı. Perde dışardan içeriye belki zorlansa aralanır, geçit verirdi. Ama içeriden dışarıya itildikçe büsbütün kapanırdı. Eşek arısı Hazreti Ali kuvveti toplasa, o böcek gücüyle perdeyi delemezdi. Nitekim, eşek arısı da bunu hemen fark etmiş, dağ penceresinin perdesine karşı Donkişot'luktan caymış. Ancak oda içinde kıskıvrak mahpustur. Çıkacak tek görünür yer, ova penceresidir. Bununla birlikte, o daha aldatıcı görüntüdür. Oda penceresi altlı, üstlü kapalıdır. Çıkacak iğne deliği yok. Camları ise, altlı, üstlü adam aldatmaya yarar şeffaf ölüm barajı.
Hoş, alt cam açık da olsa eşek ansı bu sefer de, "Devrimin yüksek aşaması" olan üst camdan aşağılara göz ve gövde atar mı? İlk prensibine sadık kalarak, ova penceresinin üst camında, bir saat önce dağ penceresinin üst camında oynadığı çıkmaza düşmüş. Kıyametler koparıp, hep üst camda, beş aşağı on yukarı çılgınca zırıltılarla mekik dokuyor. Artık ben de gitsem, onu bu kahredici danstan kurtaramam. Ne hali varsa görecek.
Öyle kaç dakika, kaç saat çırpındı bizim "Oda gerillacısı" eşek arısı? Bilmiyorum. Her an gücü tükeniyordu. Camın aldatıcı ışık geçirirliği yumuşamıyordu. Şaşkına dönen eşek arısı kendini tutamayarak, ova penceresinin alt cam çerçevesi üstüne tekerlendi. Alt cam hizasına da düşse, nafile artık. Ne kanatlarında, ne ayaklarında güç kalmamıştı. Sustu. Epey geçti. Hala cam zırıltısı yok. Eşek arısı hiç vazgeçer mi o kurtuluş yolunu gördüğü cam üzerinde can eyleminden? Ne oldu? Çok mu yorgun? Dinlenecek belki. Yoksa? Şeytan beni dürttü. Deminki kara haydut örümcek. . . İster misin? Arı bu. Tutulur mu'? İğnesi de var. Kalkacak gücüm yoktu. Sessizlik büsbütün artmıştı. Üşenmeden vardım. Bir de ne göreyim? Bari o koca canavar, kara haydut örümcek olsa, eşek arısı "şerefine" daha yakışırdı. Tıpkı Şarkışla'nın uyuz gece bekçisi gibi, boz tekir, küçük bir örümcek bizim arslan eşek arısını sarmış, sarmalamış o görünmez, o cılız ağlarıyla. Tutankamon'un mumyasından beter olmuş o şahbaz zırıltılı eşek arısı. Kılını kıpırdatamıyor. Kaderine katlanmış. Küçük, tekir örümcek bütün o cılız, sinirli ayakları ve ağzı ile bağlı eşek arısının üstüne abanmış. Götürüyor. Karnında arının başı. Sırtındaki toplu iğne başından küçük canavar gözleri pırıl pırıl. Avını yiyecek yeri arıyor. Hiç telaşı yok. O böyle nice eşekarılarını tutsak etmiş, yemiştir.
Düşündüm. "Yaşama Savaşı" bu. Darwin'den önce de, sonra da kimse o kanunu değiştiremez. İnsan içerlese de, eşek arısına da, örümceğe de söz geçiremez. Başka işi mi yok? Gel, Marks - Engels'ten sonra, insanlara ne eşek arılığı, ne örümceklik yakışmıyor. Hadi örümcekler hayvan. Biz olsun, hem de "Bilimcil Sosyalist" geçinirken olsun, eşek arılığından kurtulamaz mıyız?"
Ahmet Kale
Bir süredir çeşitli nedenlerle seyrekleştirdiğim Kıvılcımlı ile ilgili paylaşımlarımı yeniden sıklaştırmaya başlıyorum. Bugün, aslı Hollanda'daki arşivde olan Kıvılcımlı'ya ağabeyi tarafından yazılmış olan mektubun çevrilmiş halini[tesadüf; mektup da 2 Mart (1962) günü yazılmış] ve Askeri Tıbbıye'de iken ağabeyiyle olan bir gençlik fotoğrafını paylaşıyorum. Mektubu yeni yazıya aktaran kardeşim Cengiz Yolcu'ya minnet ve şükranlar.
2. 3. 962
Mudanya
Kardeşim Hikmet
İsmin gibi hikmetsin: Hayatının bu çağına kadar denilenlerin çeşnisini tadarak lezzetini tahlil ederek geldin. Felsefenin özünü hassas fikir terazinle tartar, dünya seyrini 360 açıya bölerek değerlendiriyorsun. Herkese nasip olmayan bir varlık bu hikmet değil mi? Benim henüz hayata gözümün açılmadığı bıyıklı zamanımla, senin Tıbbiye-i Şahane’deki üniformalı, resmimiz zamanında, seni kılarken görmedim, ama anamızdan duyduğuma göre, bir vakit namazını kazaya bırakmayan tek günlük orucunu feda etmeyen o günün Doktor Hikmet’ine bu günün Şeker Bayramı mübarek olsun.
Kardeş: Bu beyaz tabaka gevezelikle dolacak, mektup deyince şundan bundan doldurulmuş aktariyeye benzemesi lazım, dükkanda bazı öyle şeyler bulunur ki, senelerce el sürülmemiş kutusunun kapağında bir parmak toz, mal sahibini müşteri ikaz ederek hatırlatır; ha sahi dur bakayım olacaktı der ve kutunun üzerinde ağırlık yapan tozların temizlenmesine vesile olur. İşte ben de yarım asra yakın geriye dönerek, bir tutam bal için bir çuval keçi boynuzu çiğnemeye çalıştım. Bu laf peşrevinden sonra esasa geçiyorum.
Henüz Tıbbiye İstanbul’a nakletmemişti, sen de serîriyat-ı asabiyede[psikiyatri kliniği, A. Kale] idin. Sana işçi arkadaşlarımdan birisini getirmiştim, bu arkadaş senede bir iki defa boğazının ... kısmı şişiyordu ölüm tehlikesi geçiriyordu, bir iğne yaptın. Bir de suya tuz katarak içirdin. Tahminime göre bu hastalığa bir daha tutulmadı. Şimdi bizim hatun benzeri hastalığa tutuldu. Bu hastalığa deva istiyorum. İkincisi hatunun yaşı 45 adet aksamaları oluyor, diz kapakları şişiyor, baş ağrısı yapıyor, hafif de olsa bir asabiyet oluyor, buna da bir çare kardeş. Gürültümüzün sonu buna dayanıyor. Şehriban, Emine Hanıma sana hürmet selamlarını sunar, bendenizin Emine Hanıma gerekse sana selamlarımı sunar. Kardeş selamlarımla:
Akmet Kale
İmza
Ş. Demiryol
[Renkli kalemle yazılanlar Doktor’un notları, çeşitli ilaç isimleri ve kullanım miktarları yazılmış.]
İkinci fotoğraftaki ufak parça:
Bundan yirmi gün evvel hastalandım. Kendimce grip diyorum. Belki de değil. Kulaklarım tıkandı duyamıyorum. Bana da bir çare. Hâlâ kendime gelemedim kardeş.
Bunalım Patlıyor - Dr Hikmet Kıvılcımlı
Sosyalist – 22 Aralık 1970
Bunalımın Sınıf Temeli:
Türkiye’de aralıksız bunalım-kriz patlamaları nedendir? Şu veya bu becerikli veya beceriksiz kişi yönetiminden değildir. Türkiye ekonomik ve sosyal yapısında 500 Finans – Kapitalistimiz, 2000 Tefeci-Bezirgânla elele vererek, 35 milyon insanı ekonomi, politika, kültür, bilim, din, felsefe tehakkümü altında sağmal etmekle kalmıyor. Türkiye halklarını uluslararası Finans-Kapitale, emperyalizme kolu, kafası, izânı, vicdanı bağlı olarak teslim ediyor.
“Millî İrade” mi?
Bu modern 500 kodamanla, antika 2000 ortağı, üstelik bütün yaptıklarını da: Milletin dileği gibi gösterip yutturma sevdasındadır. İktidar şöyle konuşuyor:
“Devlet idaresine milletin el koymuş olması, milletin son hakem olması.” “Bu seçimdir. Bir kavşağa geliyorsunuz, milletin gözüne bakıyorsunuz. Bize yeşil ışık yakınca geçeceksinız.” (D.: Temsilcilere Söylev)
Yâni millî iradeyle gelmişler. En kabadayı muhalefet de iktidarın bu iddiasını pekiştiriyor:
“Millî İrade ile işbaşına gelindiği doğrudur.”
Bu prensibi kabul ettikten sonra, söz hakkı kalmışçasına döşenir durur ana-muhalefet:
“Ancak bu iradeyle işbaşına geldikten sonra, devlet kaynaklarını, kredi musluklarını, hazine arsalarını, maliyenin imkânlarının kendilerine yaranmak istedikleri sınıflara peşkeş çekmek değil, en çok hakkı olan işçi, köylü, küçük esnaf ve sanatkâr, memur, öğretmen, öğrenci gibi çoğunluğun kalkınma ve gelişme ihtiyaçlarına harcamak ta şarttır.”(Ulus, 7.12.1970, s. 5)
“Ancak iktidara geldikten sonra, oylarını aldıkları insanlara nasıl ihanet edildiğinin, onlardan alınan iktidar gücünü, nasıl bir avuç sermaye sınıfının hizmetine soktuğunun, Türkiye’yi bu sınıfa yağmalattığının hesabını vermenin de Millî İrade’ye dahil olduğunu unutmaktadır. Bilgin.” (a. y.)
Öyleyse? Yukarıki iki “Ancak”tan sonra gelen sözler: Olaylardır. Yâni: Doğrudur ve çürütülemez. Böyle ise “Millî İrade ile işbaşına gelmek”te, tam herkesin ve “Milletin gözünün içine baka baka” yalan söylemek olmuyor mu? Demek “İrade” varsa, o “Sermaye Sınıfı”nın iradesidir. Millete madem ki “İhanet” edilmektedir. Artık bir “Millî İrade”den değil, olsa olsa “Millî aldatış”tan, yahut “Millî ihanet”ten söz edilebilir. O zaman doğru söylenmiş olur. Yoksa kim kimi aldatacak?
Seçim Halkı Aldatmak mıdır?
Öyleyse işin içinde milletin bilmediği bir dolap dönüyor. Dolabı sermaye sınıfları döndürüyor. Oynanan demokrasicik oyunu yalnız yapılanlarla değerlendirilebilir. Bütün yapılanlar milleti aldatmak ise, seçim de bir gözbağcılıktan başka ne anlama gelir? İktidar, hiç sıkılmadan şöyle buyuruyor:
“Devlet düzeni içindeki en mühim mesele, iktidarlar nasıl gelecek ve nasıl gidecek meselesidir.”
Muhalefetin olanları belirttiğine göre iktidara millet aldatılarak gelinecek, aldatılarak gidilecek demektir… Söylenenlerin başka hiç bir yorumu karın doyuramaz. Millet seçimle aldatılmasaydı ve aldatılabilir sayılmasaydı, onun oyu ile iktidara gelenler, nasıl olur da millet düşmanlığı yapmaya cesaret edebilirlerdi?.
Türkiye’deki bütün bunalımların temeli bu noktada toplanır. Ve her şey gibi bunalım da: O aldatmaca, buldatmaca, kedi kakasını yalatmaca “ihanet”inden kaynak alır. 25 yıldır Türkiye, bir iç savaş geçirirce gerilik, işsizlik pahalılık yangınları içinde kıvranıyor. O sonsuz krizlere karşı her “halkın oyu ile” gelen İktidar ne yaptı? Az çok herkes biliyor. En son AP iktidarı neler yapmakta? Basitçe sıraya koyalım.
Halkı “Develi Arslana” Yediriş:
Halk “demokrat” sözcüğüne “demirkırat” demişti. At uğurlu hayvandır, demirkırattan ne buldu? 27 Mayıs onun başını bağladı. Şimdi DP nin, “Siyasî Partiler Kanunu”nu çiğneyerek, yüzde yüz halef ve devamı olan AP “devalüasyon” getirdi. Halk onu da kendi sezişiyle “develi arslan” biçimine soktu. AP iktidarı, kimsenin gözünün yaşına bakmadı. Uluslararası Finans – Kapitalle yerli Millî Finans – Kapital gizlice anlaştılar. İktidar bir gecede her Türkiyeli müslüman yurttaşı: 100 kuruşluk malını yabancı gâvura 33 kuruşa satmak zorunda bıraktı. Aynı yurttaş, yabancı gâvurun her 33 kuruşluk malını 100 kuruşa satın almaya mahkûm edildi.
“Nark” Zorbalığı Yalancı Pehlivanlıktır:
İktidar develi arslanı milletin içine saldı. Onu insan etile beslemek için “iktisadî tedbirler” aldı. Tıpkı seçimlerde oy aşırmak için savrulan yalan başrolü oynadı. Tedbirlerin başında, göyapahalılıgı önlemek gelecekti. Nasıl?
Tıpkı eski bunak padişahların Muhzir ağa sopasıyla “Nark” (eşya fiyatı) koymak yoluna gidildi. Görünüşte fıyatlar dondurulup durdurulacaktı. Gerçekte: 100 kuruşluk Türk malını 33 kuruştan fazlasına sattırtmamak, 33 kuruşluk yabancı malını 100 kuruşa sattırmak anlamında bir uygulamaydı bu.
Asıl “sermaye sınıfları” için böyle sıkılar vız gelirdi. Bütün bezirgân ekonomiler gibi Türkiye düzeni de mallar (Emtia) ekonomisine dayanıyordu. Malların fiyatları, bu işte daha saf ve samimî olan padişah fermanını hiç dinlememişti. Onları yalnız arz ve talep (sunuş ve dileyiş) kanunu güderdi.
Bir malın, müslüman mı, yoksa gâvur mu olduğu üzerine pek damgalanamazdı… Hele yabancı gâvur malı pahalandı mı, ona benzesin benzemesin, yerli müslüman malı da ister istemez pahalanırdı. Bu yaman ekonomi kanununu önleyebilecek herhangi bir hükümet veya büyük meclis kanunu anasından doğmamıştı.
Dalavere Malavere Halk – Mehmet Nöbete:
Fiyat zartzurtunun sonucu nereye vardı? Alınteriyle çalışan işçi, köylü, esnaf, aydın yığınlarını ateş pahası içine sürüklemeye. Pahalılık, işgücünün satımı ile geçinen yurttaşları ansızın, tepeden inme bir yangın gibi sardı. İşçilerle hizmetliler ücretlerini, aydınlarla memurlar maaşlarını arttırmadıkça yaşayamayacaklarını çabuk anladılar ve ilân ettiler. Şehir halkları, elinde olmayarak sokaklara döküldü.
Köylüler, dün 100 kuruş eden mallarını, lâfta gene 100 kuruşa satıyordu. Ama o malı yabancı gâvura satan aracı antika ve modern sermaye sahipleri 33 kuruştan yukarı satamayacaklarını biliyorlardı. Köylüye ona göre, alım gücü her gün düşürülen kâğıt para ile ödeme yaptılar. Geçinemez, aç duruma düşen köylüler: “Ya toprak, ya iş” istemeye giriştiler.
Grevler, direnişler, gösteri yürüyüşleri aldı yürüdü.
Vergi Demoklesin Kılıcı:
Bunun üzerine iktidar hangi çareye başvurdu? Bir yanda pazar fıyatıyla 33 kuruşa düşen köylü ürünlerini ve işçi işgüçlerini göz boyamak için 40 kuruşa alır görünecekti. Ötede, avuçlarına geçen paranın su gibi gittiğini gören kapıkullarını, sivil asker memurlarını umutlandırmak gerekti. O da, yaslaları tepinerek kıracak Osmanlı beygirlerine çekilen yem borusu çalmaya benzeyenPersonel Kanunu‘nu üfledi durdu.
Bütün bu tertipler para isterdi. Para kimden alınacaktı? Vergi yükünün en ağırını taşıyan işçi, köylü, esnaf, memur, aydın ve benzer çalışanlardan. Sıra sıra yeni vergiler, bakanlar heyeti kararnameleri birbirini kovaladı. Vergiler, eski usulle, gene fakir fukara halktan alınıp şirketlere (Finans – Kapitale) ve hacıağalara (tefeci – bezirgânlara) verilecekti. Devlet kapitalizmi denilen sömürü biçimi bu idi.
İyi ama, halkın verecek, kursağındaki lokmasından ve bacağındaki donundan başka nesi kalmıştı? Dibi delik fıçı sırf vergilerle doldurulamaz oldu.
Ortak Pazar’a Yutuluş:
O zaman, Şirketlerle hacıağalar kestirmeden gittiler. Eski batakçı Osmanlı derebeğiliğinin yoluna başvurdular: Ödünç – İstikrâz!.. Batı kapitalizmine el açtılar: Ne var ki, o güne dek aldıkları ve çarçur ettikleri yabancı gâvur sadakaları ile, Türkiye’yi yüz yıl altından kalkamayacağı borçlara boğmuşlardı.
Yabancı emperyalist devletler de, daha fazla ödünç para verebilmek için Türkiye’yi yabancı sermayeye ipotek ettirme zamanının artık gelmiş, geçmek üzere olduğunu sezdirdiler. İpotek: bütün gazozcu ve montajcı yatırımlarla çoktan pekiştirilmişti. Şimdi toptan yer altı madeni, petrolu, yerüstü varı yoğu ile tüm Türkiye yi Ortak Pazar’a yutmak gerekti.
Vatanları Satanlar:
Ortak Pazar’a girmenin, hele küçük ve geri bir ülke için yeniden sömürgeleşme olduğu ortadaydı. Bu girişımin millî sınırları hiçe saymak olduğunu, artık sollar bir yana, sağların en sağı olan“Millî Nizam” partisi ele aldı. Genel Başkanı Molla Profesör, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne verdiği Gensoru önergesinde şunları açıklıyor:
“Ortak Pazar Sevr Anlaşmasından daha ağır hükümler getiriyor.” Bu hükümler “hükümranlık haklarımıza” aykırıdır. “Şehit kanıyla alınan topraklarımızı parayla satabilecek babayiğit varsa görelim.”
Kendi sorusuna kendisi karşılık verirce, “babayiğit”i parmağıyla gösteriyor:
“Demirel hükümeti, bu anlaşmayı bir ticaret anlaşması gibi göstermektedir. Aslında anlaşma, Avrupa ile tek bir devlet olmak gibi siyasî ve ideolojik amaçları gizlemektedir.” (Gazeteler, 13-12-1970)
İş buraya gelip dayanınca, şirketler ve hacıağalar ne yapabilirler?
Yeryüzünün her geri ülkesinde Finans-Kapitalin casus ağlarıyla kurduğu faşist cunta iktidarı getirilir. Kendi yarattığı ve azdırdığı sözde “anarşi” ortadan kaldırılmak istenir. Yâni, vatanın ve milletin satıldığını süngü gücü ile hiç olmamış göstermeye çalışır.
Birinci Kuvayimilliye Lideri İ. İ. Paşa Çorlu ilçe kongresine şunları bildiriyor:
“Bugünkü devlet ve hükümet yokmuş gibi, rast gelenin sokağa hâkim olduğu çekişmesi sona ermelidir.”
Finans-Kapital tehakkümü bu dileğe ne der? Komando silâhlandırır. Bununla birlikte rüzgâr eken fırtına biçer. Çünkü Türkiye’nin silâhlı güçleri: Ne padişah ordusudur, ne Yunan kralı kuludur. Yüz elli yıldanberi gerekince padişaha karşı vatanı ve milleti savunma geleneğini yaşatır. Ya bu yol 27 Mayıs gibi daha derin halk bilinci ile dirilirse?
Onun için kimse ordu ile şaka etmek istemiyor. Ama, böylesine göze batan Finans – Kapital provokasyonlarına sonuna dek dayanabilecek mi?
İsrail Tekesi:
Şinıdi, Bunalımın temel nedeni, artık herkesin “bozuk düzen” dediği: Finans-Kapital tekelciliği ile Tefeci-Bezirgân vurgunculuğudur. Yâni Türkiye’ye tehakküm eden modern ve antika iki sınıf: Tekelci ve vurguncu imtiyazlarını sistemleştirmişlerdir. Bu sistem sürüp gittikçe, iki tehakkümcü sosyal sınıf içınden şu veya bu kişiyi yahut aileyi parmağa dolayıp yapılan tahrikât ve propagandaların anlamı nedir?
O iki tekelci ve vurguncu sınıfı zemzemle kusursuz melâikeler gibi korumak istiyorlar. Onların egemen oldukları sisteme bireycil tekel ve vurgun bozuk düzenine toz kondurmamak için, şu veya bu kişiyi, bilemedin şu veya bu aileyi hepsi hesabına kurban edip soygunu kıyamete dek sürdürmektir. Her zamanki çok örneklerinden İsrail tekesi oyunu bilinir. İsrail oğulları her yıl, toplantıları ortasına bir teke koyarlar ve o yıl içinde yedikleri bütün herzeleri, işledikleri tüm günahları o tekenin yaptığını söylerler. En sonunda bütün günahları yükledikleri tekeyi keserler. Tanrıya iletilen bu kurban, İsrail oğullarını tertemiz etmeye yarar.
Türkiye, Orta Doğu gelenekleri ile, ikide bir egemen politikada işlenmiş bütün suçlar için öyle bir günah çıkartma tekesi bulmakta pek ustadır. DP çağının günah tekesi: Menderes oldu. Astık kurtulduk. Menderes’i Menderes yapan ve oynatan ası. (Tefeci – Bezirgân + Finans – Kapital) sınıfları anadan doğma suçsuz “piyrü pâk” sayıldılar. Tekel ve vurgun, eskisinden daha görülmedik ölçülerde aldı yürdü.
Tekeyi de Unutturacak Kuzu Kurbanlar:
AP çağı için daha yağlı bir günah tekesi bulundu: Demirel-gil. Elbet onlar İsrail’in Tekesi kadar “mâsum yaratık” değildirler. Ama, Demirel’leri, atandığı şirketin başından çekip alarak AP’nin ve hükümetin başına dikiveren yerli – yabancı Finans – Kapitalistler zümresi, bütün günahlarını kukla Demirel’i kurban etmekle bağışlatabilir mi?
Görünürde: Bütün siyasî partiler, görünmezde: Bütün Finans – Kapitalistler ve Tefeci – Bezirgânlar o İsrail tekesi törenini kutluyorlar. Delik deşik olmuş batan tekelci ve vurguncu gemilerini bir yol daha kurtarmak için safra atıyorlar. Bütün suçu Demirel’e yükleyip, onu kurban etmekle göz. boyuyorlar. Ortalığı kaplayan “demokratik” telaş ve heyecan o ortaoyununun sahneye konuluşudur.
Dahası var.Politika oyuncularımız her zaman bir taşla iki kuş vururlar. Ve halkın iflâhını keserler. “Sol”un içine sokulmuş kışkırtıcılar sayesinde, daha şimdiden “Kaç ben kurtarayım!”deniyor kutsal “rejime”. İğneli fıçı önünde “kuvvetli adam” rolleri öne geçmiştir. Artık ne Finans – Kapital tekelciliği, ne Tefeci – Bezirgân vurgunculuğu hatırlanılmaz:
“Gençlik olaylarının ne olduğu ve nasıl düzeleceği MİLLETIN EN ÖNDE gelen MESELESİ’dir.” “Toplasanız bin kişiye varmıyacak, öğrenmekle ïlişiğini kesmiş insanlar… Bilimsel sosyalizme “Türkiye halklarını” hazırlamak… Vatanı parça parça etmek yolunu tutmuşlardır.“ (İ. İ., Ulus, 16.12.1970) denir.
Provokatörlerle sapıttırılan gençlerden de Günah Tekesi aranıyor. Zorlamayla bulunabilir de.
“Milletin EN ÖNDE gelen meselesi”: İşsizlik ve pahalılık kanseri ısmarlama kurbanlarla tedavi edilebilir mi? Yazık ediliyor insanlarımıza. Vatanı Ortak Pazar’a “parça parça” değil, toptansunmak nasıl Vatan Kurtaran Şâban’lık olur?
Bir aslanı gün boyu takip etseydiniz ve aslanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız, günün sonunda bu aslanın bir ceylan yakalayıp yemesi sizi mutlu ederdi. Aynı hikayeyi ceylanı takip ederek başlasaydınız ve ceylanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız,günün sonunda bu ceylanın bir aslan tarafından yenmesi sizde bir öfke uyandırırdı. Yani başlangıç noktasını farklı seçersen aynı olay kişide iki farklı yargı oluşturabilir. Bu yüzden kişinin içindeki adalet duygusu, hangi hikayeyi nekadar süreyle takip ettiğine bağlıdır.
If you follow and observe a lion all day long and witness its struggle to survive, at the end of the day, it will make you happy to see it catch and eat a gazel. If you start the story by following and observing a gazel and witness its struggle to survive, at the end of the day, it will make you furious to see it being eaten by a lion. In other words, if you choose the starting point different, the same occasion will create two different judgements inside a person. So, the justice sensation inside a person depends on which story he/she follows and how long he /she follows it.
SİLEZYALI DOKUMACILAR,
Marx ve Engels'in çağdaşı Alman şair Heinrich Heine'in,bastırılan işçi isyanına dair ünlü şiiridir..
Heinrich Heine,geleceğe ilişkin şu öngörüsünden ötürü iyi bilinen bir isimdir:
“Onlar nerede kitapları yaksalar, sonunda
insanları da yakarlar.”
Nitekim yaklaşık bir asır sonra Nazi faşizmi toplu kitap yakma eylemlerinden sonra,
toplama kamplarında binlerce insanı
fırınlarda yakarak katledecekti..
İnsanlık tarihi, daha sonraki yıllarda,dünyanın
birçok bölgesinde Heine'in bu öngörüsünün
örnekleriyle doldu,taştı..
Bu şiirini 1844 yılında,çok düşük ücretlerle çalıştırılan ve bu duruma isyan eden dokuma işçilerinin isyanının kanla bastırılması üzerine yazmıştır..Silezya'lı dokuma işçilerinin mücadelesi,işçi sınıfının mücadele
tarihinin ilklerinden olması nedeniyle önemlidir..
************************************************************
SİLEZYALI DOKUMACILAR
Gözler kupkuru, yaş yok gözlerde bir damla.
Oturmuşlar tezgahları başına, diş bilerler.
Dokuruz kefenini senin, hey Almanya, Almanya,
dokuruz sana bir yuf,bir yuf daha, bir yuf daha,
dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!
****
Yuf o tanrıya, tapındığımız tanrıya,
soğuk kış gecelerinde biz, aç çıplak
yalvardık yakardık, umutlandık, bekledik boşuna,
komadı bizi insan yerine, aldattı bizi, alay etti acımızla.
Dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!
****
Yuf o krala, zenginlerin adamına,
halkın yoksulluğuna hiç aldırmayan o krala,
bir de soyar bizi varana dek son kuruşumuza,
kurşunlatır köpekler gibi sokak ortasında bizi.
Dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!
****
Yuf o anayurda, bağrımıza bastığımız anayurda,
yalnız alçaklığın, utancın çiçeği yetişir üzerinde,
ve çiçekler soluverir, çiçekler açar açmaz, anide,
solucanlar büyür ve kurtlar, kokuşmuşluğun kucağında.
Dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!
****
Dokuruz ha dokuruz, senin sonunu dokuruz, gece gündüz,
inleyen tezgâhlarda mekiklerimiz savrula savrula,
sana kefen dokuruz, ey koca almanya, sana kefen dokuruz,
dokuruz sana bir yuf, bir yuf daha, bir yuf daha,
dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!
****
★ Güntekin Eke
(Heinrich HEINE-Çevirenler:A.KADİR,Selâhattin YILDIRIM)
CHP'NİN AÇMAZLARINDAN:
"İNANÇLARA SAYGILI LAİKLİK!.."
************************************
Laikliğin bu cümleyle sunumunu ilk kez
Mustafa Sarıgül'ün İstanbul Belediye Başkanlığına adaylığı sürecinde duymuştuk..
Muharrem İnce'nin dağıttığı seçim
broşüründe de aynı tanıma yer verilmişti..
Günümüzde de,özellikle CHP'li bazı yöneticilerin ağzından duyuyoruz..
Yanlış ve laiklik kavramını çarpıtan,tarihsel
arka planından kopartan,sulandıran,dolayısıyla
işlevsiz kılmaya dönük bir tanım!..
Laiklik,Burjuvazinin iktidara ortak olarak,feodalizmi tasfiye etme mücadelesinin bir ürünüdür..
Bu mücadelenin nirengi noktası Büyük Fransız
Devrimi(İhtilal-i Kebir) ve bu devrim sonucu 1905 ve 1907 yıllarında Fransa'da laiklik konusunda çıkarılan yasalardır..
Bu dönem aynı zamanda,burjuvazi ile birlikte
işçi sınıfının da sürece dahil olmaya başladığı
bir dönemdir..
Fikret Başkaya, bu mücadeleler süzgecinden varılan sonucu: “İnsan haysiyetinin yeniden tesisi demek olan, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, laiklik, sekülerizm ve demokrasi kavramlarının arka planında modern çağın iki büyük devrimi olan Fransız ve Ekim devrimlerinin yarattığı zihinsel ve entelektüel birikim ve enerji vardır.
Ve insanlığın rotasının var olandan kopuşun ve
değiştirdiğinin ilk adımları bu aydınlanma hareketleridir.
Değişen bu rotanın en önemli yönelimi de LAİKLİKTİR” şeklinde özetliyor.
Bilimsel Sosyalizm'in kurucuları Marks-Engels ustalara göre de;"Fransa’daki büyük devrim ile birlikte eski yapıdan,
geçmişin geleneklerinden radikal bir kopuş gerçekleşir ve Devrim, Feodalizmin son kalıntılarını ortadan kaldırarak
eski Roma Hukuku'na modern Kapitalizmin koşullarına göre güçlü bir uyarlama yapar.."
Engels devamla;
" gelişen burjuvazinin kurumlaşmış din ile
çarpışmasının doğrudan sınıf çıkarlarıyla ilgili bir zorunluluğun sonucu olduğunu" ifade eder.
*******
Bu tarihsel arka plan çerçevesinde ve örneklediğimiz bu bilimsel tanımlar ışığında ifade edersek;Laiklik kavramı ve kurumu,sınıfsal bir zorunluluk olarak
toplum ve tarih sahnesinde yerini alır ve toplumun geçmişe ait geleneksel inançları karşısında "saygı-sevgi-aşk-nefret" gibi "duygusal" bir yapısı,tavrı yoktur ve olamaz..
Bu nedenle;Laiklik inançlara "saygı" da duymaz;
inançlara "saygısızlık" da yapmaz!..
*******
Bunca ayrıntının "seçim çalışmaları çerçevesinde" ve "broşür ölçüsünde",halkın anlayacağı bir dille halka aktarımı mümkün değil,deniyorsa...
Laikliğin topluma en basit şekliyle anlatımı;
"Din ve devlet işlerinin en kesin ve katı çizgilerle ayrılması"dır..
Hiç sulandırmadan,oportünizm yapmadan,
popülizme saplanmadan...
Gerisi;bir ayrık otu gibi toplumun bünyesini saran ve kemiren,devleti ele geçirme hedefine adım adım yaklaşan cemaat,tarikat örgütlenmelerine yol vermek anlamına gelecektir..
✏️ Güntekin Eke ( 07.06.2023 )
“ Bugün Sendika Akademisi'ndeydik. 6 yıl önce kaybettiğimiz sevgili eşim/babamız İlter Ertuğrul'un arşivini Akademiye bağışladık. İlter hayatı boyunca bu ülkenin kamu kaynaklarını korumak için mücadele etti. Özelleştirmeye karşı hukuk mücadelesini başta hocası ve yol arkadaşı sayın Prof. Dr. Mümtaz Soysal olmak üzere sendikalar ve bazı akademisyenlerle kurdukları KİGEM aracılığıyla yürüttüler. Limanların, madenlerin, telekomun, petrolün, kağıdın, ormanların ozellestiilmemesi için davalar açtılar, raporlar hazırladılar, eğitimler yaptılar. Özelleştirmeye karşı açtıkları davaların çoğunu kazandılar. Ama ülkemizde hukuk uygulanmadı. İlter'in bu mücadelesine ve arşivine sahip çıkacak en doğru yer Sendika Akademisi. Tek Gida-İş Sendikası'nın kurduğu ve başında bu alandaki en deneyimli kişi olan sayın Yıldırım Koç'un bulunduğu Sendika Akademisi kütüphanesi tüm araştırmacıların yararlabileceği ciddi bir arşiv oluşturuyor. Emeklerine sağlık. İlter'in çok mutlu olduğuna eminim...Anıl Ertuğrul ve Duru Hazan Ertuğrul en değerli mirasa sahipler... ”
MUTASAVVIF ve İSYANCI:
Börklüce Mustafa bilmecesi
Aydin Cubukcu
Börklüce Mustafa… Osmanlı tarihçileri ve sonra gelen herkes onu böyle anıyor. Yoldaşlarının ve kendisinin benimsediği namı, Dede Sultan! Şeyh Bedreddin tarafından halifesi olarak tanıtıldı, kethüda (çocuklarının eğitmeni ve sahip olduğu mülkün yöneticisi) olarak görevlendirildi. Nâzım Hikmet’in başlattığı “mitolojik” sahipleniş onu bir “köylü isyancı”, bir toprak adamı, yoksulların içinden gelen bir ihtilalci gibi anmayı seçti.1 Alevi tarihçiler, yazarlar, edebiyatçılar ise bir Kızılbaş önder olduğuna inanmayı uygun buldular.
Gerçekte kökü, kimliği, sınıfı hakkında hiçbir kesin bilgi yok. Yalnızca çözülmesi pek güç kördüğümler var ve onları oluşturan iplikçilerin hepsi kopuk kopuk.
Bu yazının sınırlarını aşacak olan geniş açıklamalardan kaçınarak elde bulunan verilerin toplamını kısaca özetleyeceğim.
Şeyh Bedreddin’in, kökleri Selçuklu sultan ailesine dayanan soyağacı hemen hemen eksiksiz biliniyor ve bu konuda pek fazla tartışma yok. Sadece saray tarihçileri bunun, şahlık iddiasını güçlendirmek için uydurulmuş bir hikâye olduğunu iddia ediyorlar.
Börklüce Mustafa’nın ise soyu ve nerede doğduğu hakkında kesin bir bilgi yok. Yakın zamanda, Börklüce Mustafa’ya ait olduğu düşünülen Tasvirü’l Kulûb adlı bir eseri, beş yazma nüshasını karşılaştırarak çeviren ve açıklayıcı notlarla yayımlayan Dursun Gümüşoğlu, kitaptaki “Hoca Burhaneddin oğlu Mustafa” imzasının, Sivas Sultanı Kadı Burhaneddin’e işaret ettiği yolundaki iddiaya katılmaktadır.3
Bu iddia birçok bakımdan önem taşıyor. Öncelikle, Börklüce Mustafa ile Şeyh Bedreddin’in nasıl tanıştıkları meselesinin, en azından tarihsel verilere uygun bir varsayım çerçevesine oturtulabilmesi için kapı aralıyor. Şeyhin, bir rastlantı sonucu bir köylüyle tanışıp onu halifesi ve kethüdası yapıvermesinin masalsılığına karşı, Selçuklu yönetici sınıfı içinde kökleri birleşen iki baba dostu olarak önceden tanışmış olmaları dolayısıyla böyle bir ilişkinin gelişmesi gerçeğe daha yakın duruyor. Mustafa, okumaz-yazmaz bir köylü olmak bir yana, Sünni fıkıh ilminin zirvesi olarak kabul edilen büyük bilgin ve Çelebi Musa Sultan’ın kazaskeri Şeyh Bedreddin’in kethüdası olacak kadar eğitimli ve öyleyse aynı zamanda soylu biri olmalıdır. Değilse, Tire’de karşılaşır karşılaşmaz, hem çocuklarını emanet etmesi, hem de halifesi olarak orada bırakıp yoluna devam etmesi açıklanamaz.
Öyleyse, Börklüce’nin tarihsel kimliğini inşa etmek için –başkaca kanıtlarla desteklenmeye muhtaç- ilk varsayımı elde etmiş oluyoruz: Börklüce, basit bir köylü değildir, ama bu bir köylü önderi olmadığı anlamına gelmez.
Börklüce’nin isyandaki yerini ve işlevini de yeniden düşünmemiz için önemli bir başka veri bulunuyor. O da, Bedreddin’in Aydın ve Rumeli ile ilişkisi hakkındadır.
Fazla ayrıntıya girmeden şu kadarıyla yetinelim: Bir ayağı Aydın İllerinde, bir Ayağı Rumeli’de olan kalkışmanın maddi temeli, Şeyh Bedreddin’in her iki bölgede sahip olduğu geniş tımar toprakları ve üzerinde yaşayan halklardır. Öyleyse, Osmanlı tarihçilerinin ileri sürdüğü “Şeyhlikten şahlığa yükselme emeli vardı” iddiası bu bakımdan tamamen yakıştırma ve olmadık “bir suç” yükleme olmayabilir. Gerek Bedreddin’in Selçuklu sultan ailesinden gelmesi (büyük amcası Sultan III. Keykûbat’tır) gerekse babası Gazi İsrail’in Aydın ve Trakya’da geniş tımar topraklarının bulunması ve bunların tapulu vakıf toprakları halinde Bedreddin’in mülkü olması, en azından şahlığa niyet etmesi için geçerli dayanaklardır. Niyet etmiştir ya da etmemiştir, o ayrı, fakat buna hakkı olduğunu iddia etmesi ve eyleme geçmesi için yeterli dayanaklara sahiptir.4 Diğer yandan “fetret dönemi” denilen ve elinde toprak ve asker olan herkesin büyük-küçük bir beylik, sultanlık kurmasına olanak veren siyasal koşulları da böyle bir tasarı için uygundur.
Bu çerçevede, Bedreddin’in ve Börklüce Mustafa’nın, Osmanlı’nın merkezi bir iktidar kurma girişimi karşısında olanların temsilcisi olduğunu söyleyen tarihçi ve araştırmacıların tespitlerinin de tarihsel ve siyasal zemini vardır.
Ne var ki, eğer başarılı olsaydı, Bedreddin’in Varidat’ta dile getirilen dünya görüşüne, doğa, din ve insan anlayışına uygun nasıl bir toplum ve devlet modeli düşündüğüne dair hiçbir işaret yoktur. Fakat Musa Çelebi’yi kendisini destekleyen beylerin toprak ve mülk beklentilerini boşa çıkarmak yönünde etkilediği, bu yüzden örneğin Evranos Beyin, Çandarlı’nın vb. Çelebi Mehmet tarafına geçtikleri de muhtemel görünmektedir.
Börklüce Mustafa’nın Kadı Burhaneddin’in oğlu olup olmadığı da, tarihsel kimliğini tamamlamak için çözülmesi gereken problemlerden bir diğeridir. Buna dair de, bence kimi işaretler vardır.
Şeyh Bedreddin’in babası Gazi İsrail hem bir komutan, hem de bir kadıdır. Tıpkı Börklüce’nin babası olduğu ileri sürülen Kadı Burhaneddin gibi… Her ikisi çağdaştır ve meslektaştır. Bu hem Börklüce ve Bedreddin’in birbirlerini nasıl olup da bulduklarını açıklamamıza yardım eden bir unsurdur, hem de yeni bir iktidar için birlikte hareket etmelerine imkân sağlayan bir ilişkidir. Kitapta adı geçen Hoca Burhaneddin veya Hoca Burhan’ın gerçekten Sivas Sultanı Kadı Burhaneddin olup olmadığı bir yana, Selçuklu aristokrasisine mensup birisi ya da bir başka yüksek bürokrat, ya da en azından üst sınıflardan birisine mensup olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir. Ayrıca, Selçuklu fetih ve iskan politikasını yürüten “kurucu aileler” kategorisinde yer almış olmaları da kuvvetle muhtemeldir ve birlikte hareket etmeleri için bir gerekçe de budur.
Bu da bir başka koşula bağlıdır. Yine eğer diye başlayan bir başka cümle kurmak zorundayız: Eğer, Tasvir’ül Kulûb gerçekten Börklüce Mustafa tarafından yazıldıysa, görüyoruz ki, tasavvuf kültürüne hâkim, Arapça ve Farsça bilen biridir ve bu özelliklere sahip olabilmek için ancak yönetici sınıfa mensup olmak gerekir.
Tasvir’ül Kulûb
Elimizde Börklüce’ye ait olduğu ileri sürülen Tasvir’ül Kulûb’un iki ayrı araştırmacı tarafından düzenlenen açıklamalı çevirileri var. Dursun Gümüşoğlu’na ait olan beş ayrı nüshayı karşılaştırmalı olarak ele alıyor. Diğeri ise Mehmet Işıktan’a ait ve yalnızca Milli Kütüphane’de bulunan nüsha üzerine.5
Bunlardan Mehmet Işıktaş’a ait olan, yerleşik sosyalist algıyla kaleme alınmış bir inceleme ve değerlendirme bölümüyle başlıyor. Börklüce’yi yerleşik sosyalist kabulleniş açısından ele alıyor ve ona olan sevgisini açıkça gösteriyor. Ancak kendisinin de açık yüreklilikle belirttiği gibi, bu bir “uzman” çevirisi değildir ve Börklüce’ye yönelik bir saygı çalışmasıdır.
Diğeri ise, daha geniş bir araştırmanın ürünü. Beş ayrı nüshanın6 karşılaştırmalı incelemesini içeriyor ve farklı bir bakış açısını yansıtıyor. Kitaba yazdığı uzunca giriş bölümünde, Dursun Gümüşoğlu, başlıca iki iddia ileri sürüyor. Birincisi, Bedreddin ve Börklüce’nin isyancı-ihtilalci olmadıklarına dairdir. Gümüşoğlu her ikisinin de bir “yanlış anlama” sonucu katledildiklerini düşünüyor. Yanlış anlaşılmanın iki yanı var, ona göre. Birincisi, bir isyan hareketi yaratmamış olmalarına karşın, “nefsi müdafaa” durumunda olan dervişlerin direnmesi katledilmelerine yol açmıştır. İkincisi, tasavvuftaki “fakr ve dervişlik” düşüncesi, “saray çevresi tarafından mal paylaşımı olarak anlaşılmış” bu da “Börklüce’nin bedeninin ortadan kaldırılmasına sebep olmuştur.”
Gümüşoğlu, eserin tasavvufi içeriğini vurgulayarak, “ne Bedreddin’in ne de Börklüce’nin eserlerinde komünizme benzer bir tarzda mal ortaklığına dair en ufak bir söz, hatta bir işaret bile yoktur” diyor.
Felsefi olarak da, her ikisinin de materyalizmle alakasının olmadığını kanıtlama çabasına girişiyor: “Başta Nâzım Hikmet olmak üzere Türk sosyalistlerinin tümüne göre de Börklüce Mustafa materyalist, dolayısı ile ateisttir. Okuyucuya sunulan Tasvirü’l Kulûb adlı kitap, bu yaklaşımın gerçeklere uygun olmadığını kanıtlamaktadır.”
Gümüşoğlu’nun, asıl amacının günümüz Alev’i toplumunun, özellikle de gençlerinin siyasal eğilimleri üzerinde etkili olacağından endişelendiği sosyalist yaklaşımlardan Bedreddin ve Börklüce’yi tenzih etmek olduğu anlaşılıyor. Daha önce aynı yolda iddialarını ilk kez dile getirdiği başka bir makalesi de Cem Vakfı tarafından yayımlanmıştı.7
Başlıca dayanak noktası her iki düşünürün de mutasavvıf olmalarıdır. Ona göre, bir mutasavvıf, isyancı ve materyalist olamaz! Özellikle Tasvirü’l Kulûb’un yoğun tasavvufi- dinsel içeriğini bu iddiasının dayanağı olarak değerlendiriyor.
Gerçekten Tasvirü’l Kulûb, mitolojik Börklüce Mustafa imgesi açısından bakıldığında “ona yakıştırılmayacak” bir içerik taşıyor. Bununla beslenmiş solcu beklentiler açısından hayal kırıklığı yaratacak kadar mistik ve dinsel bir içeriğe sahip.
İsyan ve Tasavvuf
Bu noktada yanıtlanması gereken ilk soru şudur:
Dinsel, mistik, tasavvufi bir düşünce, bir felsefe aynı zamanda ihtilalci, isyancı olabilir mi?
Gümüşoğlu’nun iddiası bu ikisinin bir arada bulanamayacağı yönündedir.
Bütün isyanlar için şu ortak özellikleri sayabiliriz:
Her isyanın belli başlı üç unsuru vardır: a) Felsefi, ideolojik, b) Siyasi, c)Askeri, teknik.
Bu üç özellik isyanın gerçekleştiği tarihsel ve sosyal temel üzerinde ve kendisine özgü bir biçim ve içerik kazanır.
Diğerlerini bir yana bırakarak, isyan-ideoloji ilişkisini ele alalım.
Her isyanın ideolojisi, genellikle egemenlerin ideolojisine karşıt, uzlaşmaz ve dışlayıcı içeriktedir. İlk bakışta karşı karşıya gelenlerin, isyancıların ve egemenlerin sırf bu “düşünce ayrılığı” yüzünden karşı karşıya geldikleri sanılır. Pek çok durumda isyancılar ve egemenler de böyle zannedebilir. Oysa kimi durumlarda, ideoloji (bu bir din, mezhep, kültür, felsefe biçiminde olabilir) isyanın ardından gelir. Bir başka yerde, bir başka zamanda oluşmuş olan bir düşünce gelip isyanla bulaşabilir. Bir başka deyişle, isyanlar herhangi bir ideolojiden kaynaklanmaz: Her isyan, kendisine özgü bir düşünce sistemi, isyanın içeriğine ve hedeflerine uygun bir ideoloji geliştirir veya daha önce yaratılmış olan bir düşünceyi bayrak edinir.
Börklüce Mustafa isyanının düşünsel yapısı hakkında çok fazla bilgi yoktur. Elde Şeyh Bedreddin’in Varidat adlı eseri ve şimdi Börklüce’nin Tasvirü’l Kulûb’u vardır. Onlarda da yalnızca vahdet-i vücud felsefesinin hakim olduğu kimi tasavvufi düşünceler vardır. Sosyal, siyasal sonuçlar çıkarmaya elverişli herhangi bir ibare yoktur.
Ancak tarihsel maddi koşullara baktığımızda, özellikle fetret devrinin siyasal ortamı göz önünde tutulduğunda, farklı sosyal sınıf ve tabakaların kendi koşullarını değiştirmek, daha adil, eşit bir toplum özlemiyle, ya da doğrudan doğruya kendi varlıklarını korumak amacıyla ayağa kalkmalarını zorunlu kılan bir hayatın varlığı tartışma götürmez.
Bedreddin ve Börklüce’nin hareketi, bu sosyal-tarihsel koşullarda ortaya çıkmıştır. Arkalarında, en yakını Babai isyanları olmak üzere, pek çok halk isyanı vardır. Bu büyük isyanın kırımından kurtulan halk yığınlarının önlemli bir bölümü de Ege ve Trakya’ya göçmüştür. Aradan yaklaşık 150 yıl geçmiş olmasına karşın, anıları tazedir, isyan ateşlerinin sıcaklığı hâlâ üzerlerindedir.8 Her iki bölgede de Bedreddin hareketinin sosyal gücünü, kıtanın en yoksul ve en mülksüz bırakılmış bu halkı oluşturmaktadır. Daha sonra Alevilik, Bektaşilik biçiminde kendisini gösterecek olan inançlar da, bu sosyal temel üzerinde yükselmiş, dolayısıyla bütün Anadolu isyanları “Alevi isyanı” olarak görünmüştür.
Her imparatorluk, her beylik, her yağmacı silahlı grup tarafından ezile soyula yaşamaya zorlanmış olmanın sonucu, bu halklar, bir yandan İran yaylasının çok eski isyancı geleneklerinin düşünsel-felsefi mirasını, Ege ve Trakya’nın Roma döneminden ve Hıristiyanlığın ilk dönemlerinden kalan “eşitlikçi” muhalif düşünceleriyle harmanlayarak benimsemiştir. Bir yerde Kızılbaş olmuşlardır, bir yerde Bogomil, Khatar ya da Bedreddinî… Hangi biçim altında, hangi adla tanınmış olursa olsunlar, aynı talepleri, aynı özlemleri taşımışlardır. Mülksüz bırakılmış olmaları yüzünden, herkesin mülksüz olmasını istemişler, eşitsizlikten yılmış olduklarından herkesin eşit olmasını, adaletsiz bir dünyadan ötesini tanımadıklarından adil biri dünyanın kurulmasını istemişlerdir. Kendi aralarında sınıf, imtiyaz, ayrımcılık bilmediklerinden, ancak bunların olmadığı bir dünyada rahat edebileceklerini hissetmişlerdir.
Aslında onlar, ne Kızılbaş’tır, ne Khatar, ne Bogomil, ne Bedreddinî… Onlar sadece yoksul ve ezilmişlerdir.
İsyanlarının belirleyici nedeni yalnızca budur. Yüzlerine hangi savaş boyasını sürerlerse sürsünler, gönüllerinde hangi azizin, hangi ermişin, hangi dedenin, hangi şeyhin adını taşırlarsa taşısınlar, istedikleri, özledikleri aynıdır.
Bedreddin’in komünistliği meselesi
Bedrettin ve Börklüce hakkında “sosyalist” ya da “materyalist” kavramlarının kullanılması tarihsel olarak esasen yanlıştır ve bunun eleştirisini ya da savunusunu esas alan bir çalışma da tümüyle ideolojik kaygıları dile getirir.
Yine Dursun Gümüşoğlu’nun itirazlarından yola çıkarak, şu sorunun cevabını arayalım: Bir mutasavvıf, aynı zamanda “materyalist” ve eşitlikçi olabilir mi? Tarihte bunun hiç mi örneği yoktur?dosya1Şeyh Bedreddin üzerine en yetkin incelemelerden birini yapmış olan Michel Balivet’in Tarih Vakfı Yurt Yayınlarında çıkan “Tasavvuf ve İsyan”9 adlı eseri, adından başlayarak bunun mümkün olduğunu gösteren pek çok örnek içeriyor. Özellikle İran ve Anadolu isyan önderlerinin hemen hepsi, İslamiyet’in “şekilci” buldukları özelliklerini reddederek “özünü bulmaya” yönelmiş mutasavvıflardır. Onların egemen ideolojiyle kavgalı bu görüşleri, halkların hayat koşullarına karşı verdikleri kavgayla birleşmeye elverişlidir. Ve şu da var ki, aslında halklar, hangi din olursa olsun, egemenlerin eliyle kendilerini bir biçime sokmaya çalışan her dayatmaya içten içe zaten karşıdır.
Öyleyse, Bedreddin örneğinde de, ezilmiş yoksulların özlemlerini doğrudan, somut sosyal siyasal programlar halinde dile getirmemiş olsa bile, sırf egemen ideolojiye karşı geleneksel-tarihsel muhalif motifleri taşıyan, dinler, mezhepler, peygamberler arasında ayrım gözetmeyen eşitlikçiliği ve özellikle cennetin de cehennemin de bu dünyada olduğunu söyleyen görüşleriyle onlara yakın ve çekici gelmiştir.
Bir yanda bütün İslami fıkıh biliminin zirvesi olarak kabul edilen bir bilgin, aynı zamanda panteist bir zındık, bir mülhid olabilir mi?
Bir yandan biri zındık olduğu söylenerek idam sehpasına gönderilirken, diğer yanda bütün medreselerde, hatta günümüz ilahiyat fakültelerinde kitaplarının okutulması nasıl açıklanabilir?
Bir yandan bir sufî olarak Varidat’ı ortaya çıkarırken, diğer yanda İslam Hukuku’nun en temel eserlerini Câmiu’l-Fusûleyn’i, Letâifu’l-İşârât’ı nasıl yazabilmiştir?
Kısaca, biri bilgin, diğeri düşünür olarak Bedreddin’i iki ayrı işlevle tanımanın doğru olacağını belirtelim. “İlmine sadık” dürüst bir bilim adamı, fakat kendine özgü düşünceleriyle farklı bir önder. İslam hukuku üzerine yazarken, bu “ilmin” bütün gereklerini, en kapsamlı haliyle ve tartışılmaz biri metodolojik üstünlükle ele alıp işinin gereğini hakkıyla yerine getirirken bir bilgin; deyim yerindeyse, “laboratuvarından çıkınca” kendisi olan bir düşünür!
Bu çelişik, ya da şizofren bir kişilik değildir.
Gelelim, komünistlik meselesine!
Şeyh Bedreddin’in komünist, sosyalist vs. olduğunu düşünen pek çok amatör düşünür vardır! Ama örneğin, Dursun Gümüşoğlu’nun söylediğinin aksine Nazım Hikmet bunlardan biri değildir. Nâzım Hikmet, Osmanlı tarihçilerinin ittifakla söyledikleri, ama geleneksel olarak her isyancı için ileri sürülen “mal ortaklığı savunuculuğu” iddiasını temel alarak şiirini geliştiriyor. Osmanlının bu iddiası, yalnızca karalama amacıyla ileri sürülmüş değildir. İsyancı kitlelerin, önderleri kimi olursa olsun, böyle bir talebi vardır ve bu bakımdan iddia doğrudur. Ama bu talep onları günümüzdeki anlamıyla “komünist” olarak adlandırmayı doğru kılmaz.
Bedreddin’in komünist olduğunu zannedenler yalnızca mitolojiye ihtiyaç duyan solcular değildir. Osmanlı tarihçilerinin düşmanlık izini süren kimi sağcı yazarlar da, Bedreddin’e ve Börklüce’ye yönelttikleri suçlamalarda bu kavramı kullanıyorlar.
En ileri gideni, İbrahim Konyalı, “Stalin’in Şeyhi Bedreddin Simavi”10 başlıklı makalesinde, Bedreddin hakkında, “bu zat, Rusya’da Müjdekten sonra deli ve kızıl bir rejimin ilk müjdeleyicileri başında yer almaktadır” diyor. “Eğer ihtilali muvaffak olsaydı, dünya kızıl tehlike acısını 530 yıl önce tatmış olacaktı” diye ekliyor. Ve sonra, Bedreddin ve Börklüce Mustafa’yı katleden Çelebi Mehmed’i “komünizmin müthiş düşmanı” olarak kutsuyor!
Burada, Soğuk Savaş’ın propaganda saldırısının sonucu olarak ortaya çıkmış cehalet tüccarlığının komikliği bir yana, bütün tarih felsefesi literatürü tarafından yöntemsel bir hata olarak kabul edilen, farklı tarihsel dönemlere ait kategorilerin geçmişe uygulanmasının sonucunu görüyoruz. Aynı hata geneldir ve İbrahim Konyalı adlı şahsa mahsus değildir; pek çok solcu yazar da aynı hataya kolaylıkla düşebilmektedir.
Dursun Gümüşoğlu’nun da tartışmaya giriştiği konunun esası budur. Bedreddin ve Börklüce’nin komünist olup olmadığını tartışmak, tamamen güncel siyasal ihtiyaçlarla ilgilidir; tarihle, felsefeyle ilgisi yoktur ve Gümüşoğlu’nun girişimi, aslında İ. Konyalı’nın yaptığını tersinden yapmaktan ibarettir.
Sonuç
Börklüce Mustafa’nın üzerindeki sır perdelerini açmak, çok yönlü bir problemler yumağını çözmeye çalışmak gibidir. Tartışmaya, tarih bilgisinin yanı sıra, inançlar, tahayyüller, siyasi ihtiyaçlar dâhil olunca, en kolay yol, düğümü çözmek yerine İskender Kılıcı sallamak oluyor.
Tasvirü’l Kulûb’un ona ait olup olmadığına, soyuna- sopuna dair tartışmalara, Bedreddin’in eylemiyle kitabının nasıl bağdaştırılacağına dair cümleler, hep “eğer, … ise” kalıbıyla kurulmak zorundadır.
Romancının, şairin, inanç ehlinin işi kolaydır ve bu konularda fazla bilgiye, veriye ihtiyaçları yoktur. Ama tarihe sınıf mücadeleleri tarihi açısından bakanların rasgele söylentilerden, kanıtlanması güç ve belki de gereksiz konuları “ihmal edilebilir unsurlar” olarak kabul etmesi gerekiyor.
Çünkü meselesinin esası, bir isyanın öncülerinin kimliğinden çok isyan edenlerin eyleminin içeriğidir.
Elbette Bedreddin ve Börklüce, yüzyıllara yayılan bir halk isyanın içinde bir yere sahiptirler ve bu bakımdan bütün çağların isyancılarının yanındadırlar. Günümüzde de her ikisine, ezilenlerin ve mülksüz bırakılmışların saflarında en onurlu yer verilmelidir. Çünkü başkaldıranlar öyle kabul etmişlerdir, çünkü düşmanları onları oraya koymuşlardır. Öyleyse, bizimdirler ve bizim kalacaklardır.
Kaynaklar
1 Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun karalama romanı “Darağacı” (İrfan Yayınevi, İstanbul, 1984) dâhil, Bedreddin üzerine yazılmış bütün romanlarda çizilen portre böyledir. Yılmaz Gruda’nın “Köylü Devrimci Börklüce Mustafa” adlı destanı ve ana kaynak Doukas’ın notları da böyle kabul ediyor. Bkz: Michael Doukas, Tarih – Anadolu ve Rumeli 1326-1462”, çev. Bilge Umar, Arkeoloji ve Sanat Yayınları.
2 Bu kanının güçlü dayanakları vardır. Bir başka çalışmada tarafımızdan gerekçeleriyle açıklanacaktır.
3 Bu iddiayı ilk kez Bezmi Nusret Kaygusuz öne sürmüştür. Bkz: Bezmi Nusret Kaygusuz, Şeyh Bedreddin Simaveni, İhsan Gümüşkaynak Matbaası, İzmir, 1957
4 Vakıf topraklarının tapularını bulan ve yayınlayan M. Armağan, “Tire’den Darağacına Bedreddin”, kendi yayını, İzmir 2004
5 Dursun Gümüşoğlu, Tasvirü’l Kulûb – Börklüce Mustafa, Barış Kitap, 2015; Mehmet Işıktaş, Börklüce Mustafa ve Tasvirü’l Kulûb, Karina yayınları, 2015
6 Bu yazmalar, Topkapı Sarayı Emanet Hazinesi, Milli Kütüphane, Manisa İl Halk Kütüphanesi, Vatikan Kütüphanesi Türkçe Yazmalar Bölümü ve Avusturya Dükalık Kütüphanesi Gotha Koleksiyonu’nda bulunuyor.
7 https://issuu.com/designer_sc/docs/program_kitapcik
8 Kaldı ki, Anadolu’da 16. Yüzyıla kadar süren pek çok isyan ve ayaklanmada bu büyük başlangıcın izleri, gelenekler ve özlemler açısından olduğu kadar kültür olarak da yaşamaya devam etmiştir.
9 Michel Balivet, “Şeyh Bedreddin, Tasavvuf ve İsyan”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2011
10 Necdet Kurdakul, Bütün Yönleriyle Bedreddin, Döler Reklam Yayını, 1971, s. 309
VATAN POSTASI RESMİ.
Vatan Postası'nın hiçbir parti,dernek,banka vs. direk/dolaylı bağı yoktur.
Vatan Postası Bağımsız Haber,Kavram,Düşün Bilgi Portalıdır.