Biliyor musun Sebastian, bazen Tanrıyı hiç anlamıyorum.
- Tanrı mı efendim? Hangi Tanrı?
- O ne demek öyle Sebastian? Kaç tane Tanrı var ki?
- Bilmiyorum efendim. Sizce kaç tane var?
- Elbette bir tane var Sebastian. O da bildiğimiz Tanrı. Hani şu adaleti sağlayan.
- Adalet mi efendim? Hangi adalet?
- Yeryüzündeki ve öteki dünyadaki adalet elbette Sebastian.
- Efendim, beni affedin ama ben yeryüzünde adalet göremiyorum.
- Saçmalama Sebastian. Elbette yeryüzünde adalet var.
- Bence yok efendim.
- Neden böyle düşünüyorsun Sebastian?
- Çünkü eğer yeryüzünde adalet olsaydı efendim, fakir bir köylünün tek oğlu savaşta ölmezdi ve kralın oğulları da bugün hayatta olmazlardı. Çünkü o tek oğul, kralın oğulları rahat yaşantılarına devam etsinler diye öldü.
- Saçmalama Sebastian! O fakirin oğlu, ülkemiz için öldü ve şehit oldu. Şehitlik, bir insanın ulaşabileceği en üst rütbedir. Krallıktan bile daha üstündür şehitlik rütbesi.
- O zaman herhalde kral hazretleri oğullarını ve hatta kendisini hiç sevmiyor olsa gerek efendim.
- Neden böyle söyledin Sebastian?
- Çünkü şehitlik gibi üst bir rütbe dururken, sadece krallıkla yetinmeyi seçiyor da ondan efendim.
- Seni anlamıyorum Sebastian. Ne söylemeye çalışıyorsun?
- Sadece gerçekleri efendim.
- Sen delirmiş olmalısın Sebastian. Tanrı sana akıl versin.
- Hangi Tanrı efendim? Adalet dağıtan mı? Yoksa bunca adaletsizlik karşısında kılını bile kıpırdatmayan mı?
- Ne saçmalıyorsun sen? Sadece bir tane Tanrı var. Tanımıyor musun onu?
- Ne yazık ki, tanıdıklarımın içinde hiç Tanrı yok efendim. Zaten fazla bir tanıdığım da yok. Yan köşkün uşağı olan meslektaşım Filip, bizim köyün Nalburu Moris ve bir de savaşta tek oğlu ölen şu zavallı köylüyü tanıyorum efendim. Ama hiç Tanrı tanımıyorum. Siz tanıyor musunuz.?
~Charles Bukowski
1936 baharında bir güreşçinin zaferiyle sevindi bu topraklar.
Minderde zeybek oynayan, kemençe çalan “Ali Baba” bir anda herkesin gözdesiydi.
Sonra…
Gerçek ortaya çıktı:
O, Harry Ekizyan’dı.
Hafızaların unuttuğu, tarihin satır aralarına gizlenen bu hikâyeyi kaçımız biliyoruz?
Geçmişin sesine kulak
verin.
Mahmut Uzun
https://www.instagram.com/p/DJYtQW3tpk9/
Pontus Soykırımı ve Alman Politikaları
Trabzon Komnenos İmparatorluğu’nun 1461’de yıkılışından Lozan Antlaşması ve 1923 zorunlu nüfus mübadelesine kadar olan süreçte Pontuslu Rumların tarihi, resmî yalanlar nedeniyle saklı kalmıştır. Osmanlı boyunduruğu altındaki Rumların trajedisi Pontus’un fethiyle başlamış, mübadele döneminde ve sonrasında devam etmiştir.
Pontuslular ne yazık ki beş yüz yıllık çileli süreç içerisinde sadece birkaç insancıl yönetimle karşılaştılar. Şeriat uygulayan Osmanlılar; Hıristiyanların siyasal anlamda teslim olmalarıyla yetinmiyor, bununla birlikte dinsel asimilasyonu dayatıyor, tüm etnik bilinç ve belleğin silinmesini istiyorlardı. Mezalimler ve zorbalıklara karşın, sahip oldukları kısıtlı imkânlarla İslamlaşmaya direnen Rumlar kendi kültür ve geleneklerini, ulusal bilinçlerini yirminci yüzyıla kadar taşıdılar. İster Yunanca ister Türkçe konuşan bu Hıristiyanlardan sağ kalanlar 1923 Lozan Antlaşması uyarınca üç bin yıldır yaşadıkları toprakları terk etmek ve Yunanistan’a göçmek zorunda bırakıldılar. Bunların sayıları Ekümenik Patrikhane tarafından 1915’de belirlenmişti. Pontus’ta Yunanca ve Türkçe konuşan Ortodoks Rum sayısı 696.495 idi. Bunların 353.000’i Jön Türkler ve Kemalistler tarafından 1916-1923 yılları arasında katledildi. 182.000’i Yunanistan’a kaçtı ve kalanı da Rusya’ya kadar uzanan bir kurtuluş yoluna düştü.
1876 Anayasası’nı yeniden yürürlüğe sokan 1908 Jön Türk Devrimi, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki tüm etnik gruplarca coşkuyla karşılandı. Tüm azınlıklar dinsel ve kültürel özelliklerini, eşitlik ve özgürlüklerini teminat altına alacak yeni bir Osmanlı yönetim sistemini umuyorlardı. Jön Türk başkaldırısı, padişahla iyi ilişkilerini sürdüren Almanya dışında diğer emperyalist büyük güçlerce olumlu karşılandı. Jön Türk devrimcileri başlangıçta ilericiymiş gibi bir izlenim yaratmalarına karşın, azınlık politikaları Abdülhamit’inkinden pek de farklı değildi. Zaten kısmi uygulamalar dahi, Hıristiyanlarla eşit olmayı kabul etmeyen muhafazakâr Müslümanların direnciyle karşılaşıyordu. 1909 Girit sorunu ve Yunanlıların birlik mücadeleleri konusundaki eylemlerini temel alan Jön Türkler, Osmanlıcılık politikalarından vazgeçerek eşitlik ve kardeşlik söylemlerini bir kenara atıp esas olarak ari Türk Devleti kurmayı öngören programlarının gerçekleşmesi yolunda sert önlemler almaya başladılar. Jön Türklerin ilk hedefleri Ekümenik Patrikliğin ayrıcalıklarını kısıtlamaktı.
1909 baharında ortalığı geren iki yasa tasarısı Meclis’e sunuldu. İlki eğitimle ilgiliydi. İkincisi ise zorunlu askerlik hizmetini öngören zamansız ve yersiz bir tasarıydı. Eğitim tasarısına göre eğitim Kültür Bakanlığı’nın denetiminde olacak ve böylece Rum eğitim sistemi ortadan kalkacaktı. Askerlik yasası ise Rum gençlerini orduda zorla Müslümanlaştırmak içindi. Nitekim askerlik sırasında subay ve Müslüman askerlerden gördükleri kötü davranışlar, din değiştirmeleri için yapılan baskılar askerlik hizmetine karşı bir soğukluk yarattı ve yaşı gelmiş Hıristiyan gençlerin yurtdışına kaçmalarına yol açtı. 1911 senesinde Rumların, İTF yönetimini devirmek amacıyla kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na katılmaları Jön Türkler için Rumlarla hesaplaşmaları için ikinci bir neden oldu. Özellikle Pontus’un iç bölgelerinde yaşayan Rumların durumu çok trajik bir hâl aldı ve ırza geçme, yağma, gasp, insan kaçırma, öldürme vb. olaylar yaşandı.
1913 yılında Türk ordusunu düzenlemek ve kumanda etmek üzere Mareşal Liman von Sanders ve Alman askerî misyonu imparatorluğa geldi. Gelişinden birkaç hafta sonra, Mareşalin Alman emperyalizminin siyasal ve ekonomik çıkarlarını düzenlemek gibi ikinci bir misyonu daha olduğu anlaşıldı. Mareşal, askerî ve siyasî amaçların bekası için en dehşetengiz imha yöntemlerini benimsemişti. Helen karşıtı zulüm tümüyle yeni bir biçim alarak genişletildi.
Gelecekte kaynak zenginliği nedeniyle tüm Avrupa devletleri açısından jeopolitik ve ekonomik çatışma konusu olacak olan Osmanlı coğrafyası, Britanya ile sömürge rekabeti içinde olan Almanya için çok önemliydi. Hammadde açısından Anadolu oldukça zengindi. Alman sanayi ürünlerinin satışı bağlamında açık bir pazardı ve konum itibariyle büyük bir askerî öneme sahipti. Ancak Almanya’nın Anadolu’daki ekonomik geleceğine ilişkin bir engel vardı. Bu, sadece ticarî faaliyetleri ve genel ekonomiyi kontrol altında tutmakla kalmayıp, Osmanlı Devleti’ne dönük yoğun ilgisi olan Britanya ve Fransa’nın da aracıları olan Rumlar ve Ermeniler başta olmak üzere Doğu’nun Hıristiyan azınlığı idi. Ayrıca Rumlar Almanya ile Hazar Denizi arasında doğal bir engeldi. Osmanlı Hıristiyanları toplam nüfusun sadece üçte biri olmalarına karşın ticaret ve sanayinin %90’ını kontrol ederlerken, Müslümanlar ancak %10’uyla iştigal ediyorlardı. Batı Anadolu’daki 5.308 fabrikadan 4.008’i yani %75,51’i Rumlara aitti. Netice olarak Almanlar Rumları bölgedeki ekonomik ağırlıkları açısından ciddi bir engel olarak görmekte haklıydılar; Rumların ekonomik statülerini çeşitli ayrımcılık yöntemleriyle ve mal ve mülklerine el koyarak zayıflatmaları için Jön Türkleri kışkırtıyorlardı.
1913 Mayıs Balkan bozgunundan sonra Jön Türkler eliyle yürütülen Türkleştirme politikası Rumların imhasına giden tek yönlü yol hâline geldi. Mareşal Liman von Sanders’in merkezî imha plânı 1913 Kasım’ında Doğu Trakya’da yürürlüğe sokuldu. Makedon göçmenler eliyle talan ve şiddet kullanılarak Doğu Trakya insansızlaştırıldı. Gerekçe, Balkan devletlerinin askerî harekâtına karşı İstanbul’un son kalesi olan bölgenin güvenceye alınmasıydı. Bu arada Batı Anadolu ve Pontus’ta da aynı araçlar kullanılıyordu. Zoraki göçe uzanan yolu döşemek üzere mezalim, yer değiştirme, baskı, psikolojik yıldırma, talan, cinayet yöntemleri kullanılıyordu. Başta Batı Anadolu kıyısındakiler olmak üzere Rum halkının kaderini Alman Mareşal von Sanders’in askerî etkisi belirliyordu.
Temmuz 1914’de Osmanlılar, imparatorluk dâhilindeki tüm etnik gruplar için genel seferberlik ilân ettiler. 19 ile 45 yaş arasındaki tüm erkekler askere çağrıldı. Askere giden Rumlar genelde amele tabularında görevlendirildi. Türklerin asıl imha yöntemi açlık ve amele taburları idi. Bu taburlar Hıristiyanlar için hayal edilebilecek en acımasız şartlarda hazırlanan infaz yerlerinden başka bir şey değildi. Ne yiyecek ne de giyecek vardı. Isıtma diye bir şey yoktu ve gündüz yakıcı güneş, geceleri de dondurucu soğuk vardı. Kış ortasında mağara ve kovuklarda yaşıyorlardı. Amaç, soğuk kış şartlarında kanallarda ve yollarda fakr-u zaruret içerisinde çalışanların hastalık, açlık ve soğuktan ölmelerini sağlamaktı. Nitekim öyle de oldu ve çoğu geri dönemedi.
1915 senesinde güya koruma amaçlı olarak İyonya (Ege) ve Karadeniz’in kıyı kesimlerinde Rumları Anadolu’nun içlerine gönderip iskân etme faaliyeti başlatıldı. Bu uygulamayla Karadeniz’in batı kıyılarındaki ve Marmara’daki Hıristiyan nüfusu yok edilmiş ve mallarına el konmuş oldu. Pontus’un içlerinde, Kastamonu, Amasya, Tokat, Yozgat, Sivas gibi yerleşimlerde askerî güvenlikle ilgili sorun olmamasına karşın, Jön Türklerin oralardaki Rum nüfusuna yönelik politikaları da aynıydı. Tehcir genellikle kışın kötü hava şartlarında gerçekleşiyor ve muhacirlerin gıda ve giysi taşımalarına izin verilmiyordu. Kafileler bilinmeyen bir yere doğru yola koyulur koyulmaz evler komşu Müslümanlarca yağmalanıp ardından yakılıyordu. Tehcir edilen yerler Anadolu’nun içlerinde, sadece Türklerin yaşadığı köylerdi. Yolculuk esnasında açlık ve bulaşıcı hastalıklar son darbeyi vuruyordu. Tehcir edilenlerin çoğu yollarda soğuk ve açlıktan öldü. Rum yerleşimlerinin etnik karakterini, geride kalan sakinlerin Türkleştirilmelerini kolaylaştıracak kadar değiştirmek esas amaçtı.
30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığında Rumlar için 4 yıllık dönemin bedeli korkunçtu. Dehşet sahneleri, mahvolmuş köyler ve evler, harap kiliseler ve okullar bağnazlığın, şiddetin ve nefretin oluşturduğu trajik tablonun kendisiydi. Geriye bakıldığında şanslı olanlar yabancı güçlerin yardımsever örgütlerine alınanlar ve açlık, hastalık, dilenme, İslamlaştırma ve Türkleştirmeden kurtulanlardı.
Bozkurt Samsun’da
Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktıktan sonra da Kemalistler, padişah hükûmetinin kabul etmiş olduğu Wilson İlkeleri’nden on ikincisinin, ilgili etnik grupların söz konusu bölgelerde sayısal çoğunlukta olması kaydıyla hayata geçirilmesi konusunda kaygı duydukları için Jön Türklerin başlattıkları soykırım pratiklerini sürdürdüler.
29 Mayıs günü Mustafa Kemal, Samsun’da güvende olmadığı için Havza’ya geldi. Hakkında tutuklama kararı çıkarılmış olan Çepni Topal Osman ile bir görüşme yaptı. Karadeniz’de Pontus “belâsının” temizlenmesini ona havale etti. O da M. Kemal’in telkin ve desteğiyle Trabzon ve Giresun’da katliam işine kaldığı yerden devam etti.
Turancı Erzurum ve Sivas Kongrelerinde “Türkiye Türklerindir” sloganı kabul edilerek Wilson tarafından ileri sürülen etnik azınlıklara saygı konusu, soykırım plânlarının uygulanmasını tavsiye eden milliyetçilerin hedefi hâline geldi. Böylece Türk direnişinin ve etnik temizliklerin temeli Erzurum’da atıldı. Bu arada Karakol örgütü vasıtasıyla Ermeni ve Rum soykırımlarının gerçek azmettiricileri Anadolu’ya geçirildiler. Sonra da ilk milliyetçi Kuvayı Milliye direniş örgütlerini oluşturmaya başladılar.
M. Kemal, soykırımcı önlemlerin hayata geçirilebilmesi için öncelikle haydut çetelerine ve Müslüman halka silâh sağlayarak işe başladı. Onlara açık çek verdi. Birinci Kemalist dönem boyunca M. Kemal, Rumların imhasını muvazzaf orduya havale etmedi çünkü karşıda düzenli düşman ordusu yoktu. Onun özgürlükçü görüntüsüne halel gelmemesi için Pontuslu Rum holokostunu çoğu cani, kaçak suçlu, profesyonel katil olan Jandarmalar ve çetelere havale etti. Ekim ayından itibaren Rumların yaşadığı köylerde silâhlı çeteler baskınlara başladılar. İnsanların toplu yakılmaları, ırza geçme, işkence, yağma, cinayet ve katliamlar sistematik hâle geldi.
1920 baharında İznik, Adapazarı ve İzmit’te durum gittikçe kötüleşti. Haziran ayından itibaren silâhlı çeteler köyleri basıp köylüleri soymaya başlamışlardı. Köylüleri bir yerde toplayıp onları öldürüyorlardı. Bölgedeki katliamları yapanlar Gavur Ali çetesi, Dağıstanlı Cemal çetesi ve Çepni İpsiz Recep çetesiydi. 3-16 Haziran 1921’de ölüm sırası Samsunlu Rumlara geldi. Kemalistlerin bu bölgeyi cezalandırmaları için özel nedenleri vardı. Bölge, Pontus direniş hareketinin merkeziydi. Samsun kentinde Rumları tehcir etmek için dokuz büyük tehcir yürüyüşü yapıldı ve toplam altı bin erkek tehcir esnasında öldü. Samsunlu Rumların tehciri tamamlandığında sıra civar bölgedeki 394 Rum köyüne geldi. Topal Osman ve çetesi canlı gördüğü herkesi boğazlıyor, evlerini yakıyordu. 5-18 Haziran 1921’de Bafra-Havza-Merzifon’da katliam başlatıldı. Şehir Jandarmalar ve silâhlı köylüler tarafından sarıldı. Üç etapta 1705 erkek kiliselere tıkılarak etrafı saran silâhlı köylülerce yakılarak katledildiler. Kemalistler 21 Haziran’da Ordu nüfusunu tehcir etmeye karar verdiler. Sekiz yüz erkek ve çocuk tehcir edildi.
26 Ağustos günü başlayan büyük taarruz sonunda Kemalistler, Hıristiyan sivillere yönelik katliam, şiddet eylemleri ve yağmalarla 11 Eylül günü İzmir’e girdiler. Ermeni mahallelerini yakıp yıktıktan sonra İzmir’in Yunan karakterini de silmeye çalıştılar. Yangın birkaç saat içinde Türk mahalleleri hariç her yeri yok etti.
Netice olarak zorunlu nüfus mübadelesi günlerine kadar 353.000’i aşkın Pontus Rum’u, Osmanlı vatandaşı olarak köy ve kasabalarda, dağlarda, sürgünde ve cezaevlerinde, amele taburlarında ve Türk ordusunda olmak üzere Jön Türklerin ve Kemalistlerin ellerinde gayet acıklı bir ölümle karşılaştılar.
Son Yerine
Anadolu’nun otokton halkı Hıristiyan Rumların soykırıma uğramasında Kemalistler ile siyasî ve ekonomik ilişkilere giren İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin önemli rolü oldu. Soykırım gözlerinin önünde cereyan etmesine karşı vahşete göz yumdular. Kemalistlerle 1921’de antlaşma imzalayıp silâh ve para yardımı sağlayan Bolşevikler de kendi güvenliklerini düşünerek ses çıkarmadılar. Bu anlamıyla Sovyet-Kemalist Antlaşması, Pontus sorununun çözümünde hayatî bir rol oynadı.
Pontuslu Rumlara yönelik soykırım Ermeni Soykırımı’nın aksine büyük oranda ihmal edilmiştir. Çünkü Ermeni ulusunun hemen hemen aynı dönemlerde yaşamış olduğu büyük trajedinin gölgesi altına kalmış ve çeşitli uluslararası anlaşma ve çıkarlarla bağlı devlet ve diplomasi çevreleri bilerek sessizliği tercih etmişlerdir.
Ahmet Hulusi Kırım
26 Şubat 2025
Kaynakça:
Mihail Rodas, Almanya Türkiye’deki Rumları Nasıl Mahvetti?, çev. Evdokia Veriopulu, Belge Yayınları, 2011.
Lazaros K. Aşıkoğlu, Kilaman: Anadolu’dan Gelen Bir Rum’un Anıları, çev. Evdokia Veriopulu, Belge Yayınları, 2009.
Küçük Asya Araştırmalar Merkezi, Göç, çev. Herkül Millas, İletişim Yayınları, 2014.
Özhan Öztürk, Pontus, Genesis Kitap, 2011.
Konstantinos Fotiatis, Pontos Rumlarına Yönelik Soykırım, çev. Atilla Tuygan, Belge Yayınları, 2018.
https://www.sosyalizm.org/pontus-soykirimi-ve-alman-politikalari-12628
1915 Ermeni soykırımında kötüler ve iyiler
İttihat ve Terakki Cemiyeti, tehcir ve imhayı gerçekleştirirken, Kürt, Türk, Çerkes, Gürcü, Ermeni, Alevi, Sünni, Hıristiyan, Ezidi toplumları arasındaki gerilimleri ustaca kullandı.
24 Nisan 1915’te bir grup Ermeni entelektüelinin Çankırı ve Ayaş’a sürgünü ile sembolik olarak, 27 Mayıs 1915 tarihli ‘Savaş Zamanında Hükümet Uygulamalarına Karşı Gelenler İçin Asker Tarafından Uygulanacak Önlemler Hakkında Geçici Kanun’la resmen başlayan 1915 Ermeni soykırımı (niye böyle adlandırdığımı bir başka yazıda anlatacağım), esas olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde (İTC) örgütlenmiş olan Türk milliyetçiliğinin, dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine Türk ulus devletini kurmanın ilk adımı olarak ülkeyi gayrimüslim unsurlardan temizleme ve sermayenin Müslümanlaştırılması/Türkleştirilmesi harekâtıydı.
Nitelikli suç ortaklığı
Böylesi büyük bir suçun işlenmesi elbette imparatorluk tebaasının önemli bir kesiminin işbirliği ile mümkün oldu. İTC, tehcir ve imhayı gerçekleştirirken, gerek Kürt, Türk, Çerkes, Gürcü, Ermeni toplumları arasındaki, gerek Alevi, Sünni, Hıristiyan, Ezidi toplumları arasındaki gerekse bölgeler, şehirler, köyler, aşiretler ve hatta kişiler arasındaki gerilimleri ustaca kullandı.
Böylece Ermenilere (ve elbette Rumlara, Süryanilere) yönelik kaçırtma ve imha hareketlerinde İTC’nin yeraltı örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’ya ve ordu birliklerine destek veren, birçok yerde bu işleri bizzat örgütleyen ve yürüten Türk, Kürt, Çerkes, Çeçen, Gürcü gibi değişik etnisitelerden Müslüman gruplar arasında ‘nitelikli’ suç ortaklığı oluşturuldu. Geride kalan Ermeni mallarını talan eden, Ermenilerin çocuklarını besleme veya evlatlık alan, kızlarını haremlerine katan yerel eşraf ya da halk kesimleri, Ermenilerin el konulan zenginliklerini kendine sermaye yapan ticaret burjuvazisi, Ermenilerin boşalttığı alanlarda kendine iş alanı yaratan zanaatkârlar da bu büyük suçun açık ya da zımni ortakları oldular.
Kötüler
Tehcirin eylemci ekibinde, 3. Ordu Komutanı General Mahmud Kâmil Paşa, Genelkurmay İstihbarat Dairesi’nden Albay Seyfi, Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa ve üvey kardeşi Nuri (Kıllıgil) Paşa, Musul’daki 6. Ordu Komutanı Ali İhsan Sabis Paşa, teşkilatın tetikçisi Yakup Cemil ve ‘Deli’ Halit (Karsıalan) gibi Harbiye mezunları, İTC Merkez Komitesi üyeleri Bahaeddin Şakir, Nazım ya da Diyarbakır Valisi Mehmet Reşit gibi doktorlar, ‘Sopalı Mutasarrıf‘ lakaplı Trabzon Valisi Cemal Azmi, önce Erzincan Bölge Valisi, daha sonra Bitlis, Bağdat ve Musul vilayetlerinin genel valisi olan Mehmet Memduh, Maarif Nazırı Ahmet Şükrü, Emniyet Müdürü İsmail Canbolat gibi yüksek bürokratlar, Giresunlu Topal Osman Ağa ve Trabzonlu Yahya Kahya gibi eşraftan olanlar, Malatya Müftüsü Sagirzade gibi din adamları vardı.
Elbette, en korkunç suçları işleyenler tehcir konvoylarına, Osmanlı tarihinde o güne dek eşine rastlanmadık bir barbarlık içinde saldıran, konvoyları yağmalayan değişik toplumlardan gelen çete reisleri ve çete üyeleriydi. Bu barbarlığın temel nedeni, bu çeteleri oluşturan kadroların büyük bir bölümünün İTC Merkez Komitesi üyeleri Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım tarafından kana susamış caniler arasından özenle seçilmiş olmalarıydı. Bunlar, sözü edilen korkunç görevleri yerine getirmeleri kaydıyla, özel emirlerle hapishanelerden salıverilmişlerdi.
İyiler
Buna karşılık Ermenilerin öldürülmesine karşı çıktığı için öldürülen, Ermenileri evlerinde saklayan, Ermenileri korumak için hayatını tehlikeye atan yöneticiler ve halk kesimleri de vardı. Örneğin 1914’ten itibaren sırasıyla Halep ve Konya Valiliğinde bulunan Celal Bey, vilayetindeki Ermenilerin tehcirine izin vermemişti. Kendisine bu kanlı yolculuğun ‘milli mefkûre’ olduğunu söyleyen İTC Merkez Komitesi’nin adamına “Hangi milli mefkûre? Türkler ve Müslümanlar, bu cinayetlerden dolayı kan ağlıyor, fakat engellemek için çare bulamıyorlardı. Böyle zulümlere milli mefkûre demek, millet için en büyük iftira ve hakarettir” diye cevap vermişti ve 1915 Ekiminde görevden alınıncaya kadar çevre illerden de pek çok kişinin de Der Zor’a gönderilmesini engellemişti. Ankara Valisi Mazhar Bey, vilayetindeki Ermenilerin gönderilmesine karşı çıktığı için 1915 Ağustosunda görevinden alınmıştı. Mazhar Bey tehcire neden karşı çıktığını şöyle açıklamıştı: “Ben valiyim, eşkıya değilim.”
Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali (Ozansoy), sadece kendi bölgesindeki Ermenileri sürgüne göndermeyi reddetmekle kalmadı, Balıkesir, Afyon, İzmit ve Adapazarı gibi çevre şehirlerden Kütahya'ya gelen Ermenilere de her türlü yardımı yaptı. Kütahya'ya yığılmayı önlemek için, gelenleri meslek ve sanatlarına göre çevre ilçelere ve köylere gönderdi. Himaye ettiği Ermenilerin Türk Kızılay'ına verilmek üzere aralarında topladığı 500 altını da diğer illerden Kütahya'ya sığınan Ermeni yoksullara dağıttı ve göçmenler için aşevi kurdu. Ermeni çocuklarının eğitimden yoksun kalmaması için bir okul açtırdı ve başına bir Ermeni'yi müdür olarak atadı.
Kastamonu Valisi Reşat Bey, Yozgat Mutasarrıfı Cemal Bey ve Erzurum Valisi Tahsin Bey de imha emirlerini uygulamadılar. Malatya Belediye Başkanı Azizoğlu Mustafa Ağa tehciri engelleyecek yetkiye sahip değildi ama bir çok kişiyi evinde sakladı. Bir İTC üyesinin oğlu tarafından “gavurları koruduğu” için öldürüldü.
Tehcir emirlerini uygulamayı reddeden Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi Bey, Beşiri Kaymakam Muavini Sabit Bey, Basra Valisi Ferit Bey, Müntefek Mutasarrıfı Bedii Nuri Bey ve gazeteci İsmail Mestan, İTC’nin ileri gelenlerinden Diyarbakır Valisi Dr. Reşit Bey’in emirleriyle öldürüldüler. Mardin Mutasarrıfı Hilmi Bey ise, son anda ölümden kurtuldu.
Eski Diyarbakır ve Dersaadet Posta ve Telgraf Müdürü Vehbi Efendi Dominiken misyonerlerinden 200 kadar kişiyi evinde sakladı. Midyat Kaymakamı Nuri Bey, Çermikli Muhammed Hamdi Bey, Savurlu Mehmed Ali Bey, Silvanlı İbrahim Hakkı Bey Ermeni ve Süryanilere iyilikleri olan kişilerdi. Urfa’da Binbaşı Sıtkı Bey Süryani cemaatinin ve Ermeni Katoliklerinin liderlerini ölümden kurtarmıştı. Urfalı Hacı Halil, aynı aileden yedi kişiyi katliamdan kurtarmak için evinin tavan arasında saklamıştı.
Ayrıca Trabzon bölgesinin ve Kastamonu’nun bir kısım Sünni Türk halkı, Konyalı Mevleviler, Mardinli Süryaniler, Sincarlı Yezidiler ve Dersimli Kızılbaş aşiretlerinin büyük çoğunluğu Ermenileri korumuştu. Dersim’in dış çeperlerini oluşturan Arapkir, Eğin, Gürün, Kemah, Erzincan, Tercan, Kiğı ve Palu’da ise Ermenilere yönelik talan saldırıları yanında ciddi katliamlar olmuştu. Aynı şekilde Suriye’deki Zor’da pek çok Arap aşireti sürgünlere yemek ve barınak sağlarken, bazı Bedevi aşiretleri yağma ve katliamlara katılmışlardı. Res’ul-Ayn’da bazı Çeçenler Ermenilere saldırırken bazı Çeçenler de Ermenileri korumuştu.
Konya Valisi Celal Bey’in anıları
Yazımızı ‘iyi Türkler’den Konya Valisi Celal Bey’in 1919’da Vakit gazetesinde yayımlanan “Ermeni Vakayi’i, Esbâb ve Tesiratı” (Ermeni Olayı, Sebepleri ve Etkileri) başlıklı anılarından bir bölüm ile bitirelim:
“Evet, birtakım Ermeniler düşmana yardım ettiler. Ve bazı Ermeni mebusları da çeteciliği mebusluğa tercih ederek birçok cinayetlerde bulundular. Hükümetin vazifesi, failleri yakalamak ve sadece onları cezalandırmak ve eğer bu mümkün değilse, o yöredeki Ermenileri, düşmanca değil, dostça ve geçici olarak başka yerlerde iskân etmek idi. Bir çeteci her şeyi yapabilir. Çünkü çetecidir. Hükümet ise sadece kabahat sahibi olanları takip eder. Fakat teessüf olunur ki, o zamanın hükümet büyükleri komitacılık ruhunu asla kaybetmemiş olduklarından, bu tehciri en cüretkâr ve hunhar çetecilerin de yapamayacağı bir tarzda tatbik ettiler. O zamanki hükümet, Rusların Sakarya vadisine saldıracaklarını ve Ermenilerin kendilerine yardım edeceklerini düşündüklerinden, tedbir olarak, tehciri Ankara, Konya ve Eskişehir’e kadar yaydıklarını söylüyorlardı. O zamanlarda Rusların yeni dretnotları henüz ikmal edilmiş olduğundan, Yavuz ve Midilli ile Karadeniz’e hâkimdik ve Rusların Sakarya havzasına asker çıkarmaları mümkün değildi. Haydi, bu ihtimali de kabul edelim... Acaba Bursa ve Edirne’de ve Tekfurdağı’ndaki (Tekirdağ) Ermeniler niçin çıkarıldı? Buralar da Sakarya havzasına mı dahildi? Halep’te vilayetin genel nüfusunun yirmide biri derecesinde bile olmayan Ermenilerden ne istendi? Doğru yanlış, vatanın selameti için Ermenilerin bulundukları yerlerden çıkarılmaları lazım addedilmişse, işbu tarzda mı tatbik edilir? Ermenileri Zor’a sevk edin diye emir veren hükümet, bu bîçarelerin oralarda Arap göçebe kabileleri arasında meskensiz, gıdasız nasıl barınabileceklerini düşündü mü? Düşündü ise soruyorum: Oralara ne kadar gıda maddesi gönderdi ve göçmenlerin iskânı için kaç hane yaptırdı? Ve Ermeniler gibi asırlardan beri yerleşmiş bir hayat süren bir kavmi, ağaçtan, sudan ve her türlü inşaat malzemesinden mahrum olan Zor çöllerine sevk etmekte maksat neydi? Maalesef, meseleyi inkâr ve çarpıtmaya imkân yok. Maksat imhaydı ve imha edildiler. Yine gizleme ve saklaması mümkün değildir ki, bu kararı İttihat ve Terakki umumi merkezinin bazı önde gelen mensupları aldı ve o umumi merkezin tabii azası olan hükümet tatbik etti.
İTC Merkez-i Umumisi, Balkan Harbi’nden evvel Makedonya meselesinin de kolayca halline girişti. Azalarından birinin fikrince, Makedonya meselesi bir nüfus meselesi imiş. Eğer İslam nüfus çoğalırsa mesele kendiliğinden halledilirmiş. (…) İki rakam arasındaki nispeti tayin için ya rakamlardan birini büyütmek veya diğerini küçültmek lazım gelir!.. Rumeli’deki nüfus arasındaki farkı değiştirmek için Bulgarları, Rumları, Sırpları mahva imkân yoktu. Onun için Basra’dan İslam muhacirleri getirmeye teşebbüs ettiler.
Anadolu’da ise bu külfete olsun lüzum görmediler. Ermenilerin mahvını tanzim ettiler. Bunu sırf Merkez-i Umumi değil, o zamanki hükümet de tatbik etti. Böyle olmasaydı, katliama iştirak etmeyen kaymakamlar öldürüldüğü, mutasarrıflar ve valiler azledildiği halde, iştirak edenler terfi etmezdi. Ve tehcir işleri, İttihat ve Terakki mensuplarının denetimi altında cereyan etmezdi.
İmdi, bence meselenin en mühim noktasına geliyorum. Bu hercümercden, şu katliamlar ve cinayetlerden, Müslümanlar ve bilhassa Türkler de mesul müdürler, yoksa bundan âri midirler?
(...)
Tahminime göre, en aşağı üç-dört yüz bin Ermeni öldü. Bu kadar kan akıtan bir milletin feryad ve şikâyete hakkı vardır. Bu hakka kimse itiraz edemez. Fakat yalnız Ermeni ölmedi. İki milyondan ziyade Türk ve Arap da telef oldu. Türkler ve Araplar da Ermeniler kadar mağdur ve bîçaredirler. Onların da şikâyet ve feryada hakları vardır. Ben Osmanlı memleketinin bugünkü halini Erzurum vilayetinin yukarıda tasvir ettiğim haline benzetiyorum. Yani bütün memlekette iki sınıf halk var. Biri hukuka tecavüzle menfaat elde eden zorbalar, diğeri, bu zorbaların tecavüzüyle ezilmiş olan Türkler, Araplar, Ermeniler...
Hepimiz için felaketin doğuş sebepleri bir!.. Vatanından ayrılarak yollarda ölen veya öldürülen Ermenilerle, Cezire ve Suriye çöllerinde, Erzurum dağlarında açlıktan, hastalıktan, sıcaktan telef olan veya telef edilen Türkler ve Suriye’de açlıktan sokaklarda inleye inleye ölen Arapların ve Cemal Paşa’nın kanunuyla ipe çekilen ve sürgün yerlerinde sefalet içinde kalan uğursuz kuvvet aynı kuvvettir. Binaenaleyh, Türkler de, Araplar da, Ermeniler gibi davacıyız. Biz de adalet istiyoruz! Birbirimizi suçlamaktansa, el ele verip medeni dünyadan adalet dilemek ve asırlardan beri kardeşçe yaşamış olan Arapları, Türkleri ve Ermenileri bu hale getirenlerin cezasını istemek ve henüz vakit geçmemiş ise, bundan böyle yine kardeşçe yaşamaya çalışmak pek uygun olur.”
Özet Kaynakça: Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, İmge Kitabevi, 1999, Burçin Gerçek, ‘Celal Bey ve diğerleri’, Radikal, 26 Şubat 2006, Tuncay Opçin, ‘Tehcirde Kol Kanat Geren Türkler”, Yeni Aktüel, 29 Haziran 2008, Racho Donef, “1915: Righteous Muslims during the Genocide of 1915”, http://www.atour.com/history/1900/20101105a.html,Rober Koptaş, “Türkler ve Müslümanlar, bu cinayetlerden dolayı kan ağlıyor”, Agos, 30 Temmuz 2010 (Celal Bey’in hatıratını Agos için günümüz Türkçesine çeviren: Ari Ekeryan), Sarkis Seropyan “Vicdanlı bir Türk Valisi: Faik Ali Ozansoy”, İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri, Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011.
28/04/2013
AYŞE HÜR
Soykırım gerçeğiyle yüzleşmedikçe bugünü anlamak mümkün olmayacak.
Ermeni Soykırımı'nın üzerinden 109 yıl geçti, Ermeni halkı hala adalet bekliyor.
1915'de hayatını kaybedenlerin anısına saygıyla...
''1915 SOYKIRIMI” İFADESİ NEDEN GEREKLİDİR?
24 Nisan 1915, Ermeni halkına yönelik sistematik yok etme sürecinin başlangıcıdır. Bu inkâr edilemez bir tarihsel gerçektir. Ancak aynı dönemde Süryaniler ve Pontus Rum halkları da benzer imha politikalarının hedefi olmuş; yüz binlerce insan sürgün edilmiş, öldürülmüş ya da zorla din değiştirmeye maruz bırakılmıştır.
1915, bir tarihsel kırılmanın sembolüdür.
TARİHSEL NEDEN: Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde uygulanan "etno-dinsel homojenleştirme" politikası yalnızca Ermenileri değil, Anadolu’nun tüm gayrimüslim halklarını hedef almıştır. 1915–1918 arasında aynı mantıkla yürütülen katliamlar, birden fazla halkı kapsamaktadır.
SİYASAL NEDEN: Tek bir halkın adını anmak, diğer halkların acısını görünmez kılmakta ve bugün de süren inkâr politikalarına istemeden katkı sunabilmektedir. Bu, tarihsel adaletin eksik temsilidir.
ETİK NEDEN: Adaletin evrenselliği, acılar arasında hiyerarşi kurmamakla başlar. Her halkın yasını tanımak, ortak bir yüzleşme ve onarım zeminini inşa etmenin en doğru yoludur.
Bu nedenle, “Ermeni Soykırımı” tanımı elbette önemlidir ve yerini korumalıdır. Ancak 1915’i tanımlayan en kapsayıcı ve tarihsel olarak en doğru başlık: “1915 SOYKIRIMI” olmalıdır.
Bu başlık, hiçbir halkın acısını eksiltmeden, tümünü eşit biçimde tanımayı ve adaletin kolektif bir hakikat temelinde kurulmasını mümkün kılar.
İnsan Hakları Derneği’nin çabasını önemsiyor, ancak tüm halkların yaşadığı acının eşit biçimde tanınmasının, hem tarihsel sorumluluğun hem de onarıcı adaletin bir gereği olduğuna inanıyorum. 20250422FK
ALINTI
"Çoğu Türk solcusu, Ermeni Soykırımı’nı tümüyle Kürtlerin üzerine yıkmaya çalışıyor.
Kürtler ve “onların temsilcisiyim” diyenler ise “Biz devletsizdik” diyerek bütün sorumluluğu İttihatçılara havale ediyor.
Beyler,
Elini taşın altına koymayan, ama çok bilmişlik taslayan sizler de çok iyi biliyorsunuz:
Bu bir devlet organizasyonuydu.
Ermeni, Süryani ve Rum halklarının yok edilmesi; İttihat ve Terakki’nin planladığı, belgeleriyle sabit bir resmî devlet politikasıydı.
Ama o politikayı sahada hayata geçirenler yalnızca İttihatçılar değildi.
O planı, coşkuyla ve tekbirlerle uygulayanlar; o devletin halktan devşirdiği, çoğu zaman da gönüllü kıldığı kalabalıklardı.
Bu yüzden “soykırımı sadece Türkler yaptı” demek kolaycılık olur.
“Sadece Kürtler yaptı” demek de öyle.
“Sadece Türkler ve Kürtler yaptı” demek ise diğer katılımcı halkları aklamak anlamına gelir.
Bu topraklarda işlenen büyük suçun paydaşları çoktu.
Türkler, Enver, Talat, Cemal, Kemal gibi katillerin öncülüğünde bu suça ortak oldular.
Kürtler, Ehsan Nuri, Bedirhan, Simko gibi isimlerle bu vahşete katıldılar.
Çerkesler, Ethem ve Salih Zeki Zor gibi katillerle bu soykırımda yer aldılar.
(Salih Zeki Zor, TKP Merkez Komite üyesiydi ve anılarında yalnızca Der Zor’da 300 bin Ermeni’yi katlettiğinden bahseder.)
Lazlar, Laz Taburu’nu kuran insan kasabı Topal Osman önderliğinde bu suça katıldılar.
Araplar, Urfa, Siirt, Mardin, Hatay gibi yerlerde şeyhler ve imamlar öncülüğünde, Ermeni ve Süryani komşularını katlettiler.
(Not: Bu katliamcılardan biri de, Nusaybin’de Süryanileri kılıçtan geçiren ve HDP Eşbaşkanı Mithat Sancar’ın dedesi olan kişidir.)
Benim hafızamda suskunluk yok.
O suskunlukla baş etmeye çalıştığım her gecede, yanan köylerin, gömülemeyen çocukların, kiliselere doldurulan insanların, kadınların sesi var.
Soykırım dediğimiz şey sadece rakam değildir.
O, yok sayılan bir halkın çığlığıdır.
Ve o çığlık hâlâ duyuluyor — kulaklar sağırsa bile.
Ermeni, Süryani, Ezidi ve Rum Soykırımları, İttihat ve Terakki’nin öncülüğünde, Türk, Kürt, Arap, Çerkes ve Laz uluslarının kitlesel katılımlarıyla gerçekleşmiş çokuluslu bir insanlık suçudur.
Bu adı doğru koymak gerekir..."
M.Uzun
PERVİN BULDAN'IN ROMA KONUŞMASI
VE ABDULLAH ÖCALAN'IN TARİH OKUMALARI
Ayşe Hür
İtalya'nın en büyük işçi konfederasyonu CGIL'in ev sahipliğinde Roma'da gerçekleşen konferansta konuşmacı olan DEM Parti eski Eş Genel Başkanı ve İmrali Heyeti üyesi Pervin Buldan şöyle demiş:
"Atatürk'ün Kürtlere nasıl yaklaştığını, İsmet İnönü'yü yanında tutarak bunu nasıl yaptığını anlattı. Şu anki durum Atatürk ve İsmet İnönü'nün birliğini anlamayacak yerden meseleye bakıyor dedi. Türk-Kürt ittifakının gerçekleşmesi için herkesin geçmişi bir kez daha gözden geçirmeye ihtiyaç var. Bunun için karar verdiğini, barışmak ve silahlara veda etmekten başka çözümün kalmadığına inandığını söyledi. Bunun için Sayın Öcalan önceki barış sürecini de değerlendirdi. Önceki süreçte toplum hazır olsa da siyasetin buna hazır olmadığını söyledi. Çünkü o süreçte milliyetçi cephe bu sürecin karşısındaydı. Ancak bu süreçte milliyetçi cephenin lideri olarak görülen Devlet Bahçeli'nin çıkışıyla yeni bir süreç başladı."
Çeşitli nedenlerle Pervin Buldan'a ateş püskürenlere hatırlatmak gerekir ki, Pervin Buldan sadece elçi, bu görüşlerin sahibi Öcalan. Daha önce de paylaştığım gibi Öcalan'ın Atatürk'ün ve ekürisi İnönü'nün siyasaları hakkında bugün bazı CHP'lilerin bile savunamayacağı kadar enteresan fikirleri var. "Enteresan" diyorum ama okuduğunuzda siz de kabul edersiniz ki, Öcalan ya tarihi bilmiyor ya da (hadi "çarpıtıyor" demeyeyim) "revizyondan geçiriyor". Bilmemesi az ihtimal, ikincisi ise yüksek ihtimal çünkü 1999 öncesi ve sonrasında yaptığı analizler arasında epey farklar var. Türkiye'ye tutuklu olarak getirildiği tarih olan 15 Şubat 1999 öncesi Kemalizme karşı daha eleştirelken, sonrası Kemalizm'de hikmet bulmaya başlamış. Hele Atatürk'e yönelik iltifatları, kendini onunla karşılaştırması, sosyo-psikolojik analizler yapmayı gerektiriyor.
Öcalan'ın 15 Şubat 1999 öncesi tarih okumasına da (özellikle üslubuna) itirazlarım vardı ama 15 Şubat 1999 sonrasındaki oportünist yorumlarına katılmam hiç mümkün değil. Bir kişinin görüşleri elbette değişebilir ama bu değişikliğin nedenini açıklaması gerekir. Aynı veri setiyle birbirinin 180 derece zıttı açıklamalar yapmak ancak siyasetçilerin kabul edebileceği şeylerdir, bilim insanlarının değil. Bu ikinci dönem görüşleri bilen biri Öcalan-DEM öncülüğünde yürütülen görüşmelere neden eleştirel yaklaştığımı anlayabilir. Kemalizmin Kürt, Alevi, gayrimüslim, sol ve mütedeyyin politikalarını kıyasıya eleştiren birinin, siyasi stratejisini Kemalizmin yeni sürümü üzerine inşa eden birini eleştirmesi bilimsel etik gereğidir. Konu kişisel değildir, ideolojiktir, tarihe bakışımla ilgilidir. Bunları söylemezsem kendim saygım kalmaz.
Öküzün altında buzağı arayanlara duyurulur.
Öcalan'ın tarih yorumlarını bilmeyenlere bazı örnek cümlelerini tekrar aktaracağım şimdi. Bunları okuduktan sonra benim durduğum yeri anlamayanlara da anladığı halde beni taciz etmeye devam edenlere de farklı nedenlerle sözüm olmayacak. Nihayetinde herkes kendi heykelini yontar.
15 ŞUBAT 1999'DAN ÖNCEKİ GÖRÜŞLERİ
“Türkiye somutunda bir Cumhuriyet Dönemi vardır. Onun kuruluş aşaması ve önderliğinin durumunu biraz açmak, günümüze kadarki oluşumları daha iyi anlamayı mümkün kılacaktır. M. Kemal’in bu konudaki hastalıklı örneği ve bunun Türkiye toplumunun günümüzdeki aile buhranlarının temel bir nedeni olması söz konusudur. O dönemdeki çözümsüzlük bugünkü buhranların temel nedenlerinden biri olmaktadır.” (Sexwebun, 123 s. 8.)
"M. Kemal 1920'lerde olsa olsa bir Hitler'dir, bir Mussolini'dir. Bunlar aynı 'çağdaşlığa' sahiptirler. Nitekim Hitler 'M. Kemal benim öğretmenimdir' der. Yine Mussolini ile çok sıkı görüş alışverişi içindedir. O ondandan öğrenir, uygular. Yani aynı günleri, aynı ayları birlikte yaşayan üç çarpıcı faşist kimlik söz konusudur. (...) M. Kemal belki onlardan daha tehlikelidir." (Serxwebun, 155, s. 4)
"Bilindiği gibi ömrü boyunca 'Tek kişi cumhuriyeti' kurulur. Kim ne derse desin bu tek kişi cumhuriyetidir." "M. Kemal 1920'lerde olsa olsa bir Hitler'dir, bir Mussolini'dir. Bunlar aynı 'çağdaşlığa' sahiptirler. Nitekim Hitler 'M. Kemal benim öğretmenimdir' der. Yine Mussolini ile çok sıkı görüş alışverişi içindedir. O ondandan öğrenir, uygular. Yani aynı günleri, aynı ayları birlikte yaşayan üç çarpıcı faşist kimlik söz konusudur. (...) M. Kemal belki onlardan daha tehlikelidir." (Serxwebun. 155, s. 27.)
“O büyük bir taklitçidir. Al Stalin’den öğrendiklerini uygula, yine al Hitler’den, Mussolini’den öğrendiklerini uygula, al kapitalizmden ve sosyalizmen öğrendiklerinden işine geleni uygula. Yani burada din. İman, ahlak, kısacası ilke yoktur, tümüyle kendisine göre ayarlama vardır.” “Padişah Abdülhamit M. Kemal’e göre bu alanda çok daha büyük reformcu ve çağdaştır. M. Kemal’in taklitçiliği Abdülhamit’in çok ötesinde, çok gerisindedir.” (Serxwebun, 156, s. 28.)
“Yunan işgali nedeniyle Anadolu da neredeyse elden gitmekle karşı karşıyayken M. Kemal bunun büyük tehlikesini görüp, kendisinde yarattığı fobiyle 'Bir de Kürtler başkaldırırsa tekrar Türklük de biter' diyerek isyanları şiddetle bastırmaya yönelmesidir.” “1920’lerde Kürtlere karşılık, kalan Türk devlet kalıntılarının da yok olması demektir. Hatta ulusal tehlikenin gırtlağa kadar gelişmesidir. Bunu bildiği için tüm gücüyle ‘Türk-Kürt kardeşliği’, ‘tarih boyunca birlik beraberlik’ gibi bir safsatayla kendi faşist-milliyetçi amacını gizler. Ama gelişen yeni bir devlet biçimidir. Hem de en katı ulusçuluğu, bir anlamda faşist ideolojik zırh olarak benimseyen devlet tekelciliği, oldukça merkezileşmeyi sağlamış Türk burjuva cumhuriyetidir.” (Serxwebun 157, s. 5.)
“Şeyh Sait bin defa Atatürk’ten ilericidir, Çerkez Ethem bin defa demokrattır. Hatta tasfiye edilen diğer bütün o öğeler bin defa demokrattır, şahsiyet sahibi olan onurlu kişiliklerdir. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki en gerici olan Mustafa Kemal’in kendisiymiş. En eli kanlısı kendisiymiş. En anti demokrat. En anti sosyalist Mustafa Kemal’in kendisiymiş.” (Serxwebun, 162, s. 15)
“Tekrar vurguluyorum. Eğer bu ittifak olmasaydı bu cumhuriyet kurulamazdı… Diyeceksiniz ki, ’Başlangıçta Mustafa Kemal kabul etti de sonradan geçti’. Bu ayrı iki süreçtir. Şimdi o dönemin Kürtleri ittifakı kabul ettikten sonra neden isyan ettiler? Bunlar ayrı süreçlerdir. Kabul edişleri de o kadar kötü değildir, ama sonradan karşı koymaları ve isyan yapmaları kötü bir durum değildir.” (Serxwebun, 187, s. 18)
“Kemalist dönemi … veya diğer deyişle Sultan Mahmut ve Abdülhamid döneminin içiçe geçirilip karıştırılmasından meydana gelen Mustafa Kemal dönemini 1925’lerden başlatmalıyız. Yalnız bunu şahsileştirmek de sakıncalı olabilir…. Burada dikkat edilirse Mustafa Kemal bir kişiliksizliktir. Politikaları iki tane padişahın politikasının birleşimidir kendisi ortada yok. Diğer bir şey; çok silik bir Türk burjuvazisi vardır…. Gözünü kesinlikle Ermeni ve Rum sermayesine dikmiştir." “Hiç abartmaya gerek yok. Mustafa Kemal herhangi bir Osmanlı paşasıdır…. 1917’lerde imparatorluk çözülüyor, Kürdistan’da boşluk var. Aşiret kıyafetleri giyerek hazırlanmaya çalışıyor. Bakıyor ki bu macera fazla etkili değil, 1919’lara geliyor hızla bu sefer Türk milliyetçisi kesiliyor…. 1920’lerde kısmen Bolşevik geçiniyor… Bunda da fazla anlam bulayacağını görünce en gerici kapitalist burjuva pozitivizmine yöneliyor. İngilizleri daha gözde görüyor onun işbirlikçiliğine yöneliyor. Çünkü dünya çapında İngilizler hakimdir. Ve korkunç şoven kesiliyor.” (Serxwebun, 206, s. 12)
Misak-ı Milli’ye göre Musul-Kerkük’ü içimize alırsaksak [Mahmut Berzenci] beni atlatır, baş edemem Kürt ulusal kurtuluş hareketiyle diyor. … Çok ilginçtir daha önce Kemalistler ile Berzenci arasında çok iyi ilişkiler vardı ama anlaşmadan sonra imha edilmesi için [İngilizlerle] birleştiler.” “Güneyde Mahmut Berzenci hareketini, Kuzey’de Şeyh Said önderliğindeki Kürt hareketini acımasız biçimde birlikte bastırırlar. Bu, Ermeni katliamının hemen sonrasında ve Yahudi katliamı öncesinde jenosidin en çok uygulandığı bir ulusal kurtuluş sürecidir. Bu nedenle Hitler’in Kemal için ‘benim öğretmenimdir’ değerlendirmesini yapması dikkat çekicidir….Demek ki Kemalizm’in birinci ayağı ve esası Kürt katliamı oluyor.” (Serxwebun 206, s. 14.)
"Kürtlerin 1925'teki başkaldırısı aslında bana göre bir başkaldırıdan ziyade, bir Mustafa Kemal provokasyonudur." "Şeyh Said ve Seyit Rıza hareketlerini çok bilinçli bir Kürt başkaldırısı olarak değerlendirmiyorum. Zaten öyle bir özellikleri de yoktu. Bir örgütlenmeleri yoktur. Fakat potansiyel olarak bunlar 'Ya niye bizi tamamen tasfiye ediyorsun? Bizim geleneklerimiz var, şeyhliğimiz var, seyitliğimiz var, paşalığımız var, biraz Kürtlüğümüz var, örflerimiz var, adetlerimiz var. Bunları neden yaptın?' diyor." ((Serxwebun, 206, s.16)
“Mustafa Kemal’in başlangıçta bir baskı hedefi bile olmamıştır. Gelişmeye açık ve Kürt inkarcılığını amaçlamaz. Hepsi gelir (Kürt ileri gelenler) Kürtçe konuşur, ‘bizim millet’ derler. Bir tehlike yok. Zaten Mustafa Kemal bu konuda hassastır. Bu süre 1923-1924’e kadardır. Yani devlet gayet sağlam temellere oturana kadar…. Ama cumhuriyet kurulduktan sonra yoğun bir inkar geliştiriliyor. Burada büyük bir saptırma var. Türkiye Cumhuriyeti’nde temel handikap böyle başlıyor. Kemal’in ulusçuluğu ve siyasal anlayışını biliyoruz.” (Seçme Röportajlar, cilt II. 1994?, s. 95.)
“1925’te Kürt isyanı cumhuriyeti temelden zorluyordu ve Mustafa Kemal tahminen korkuya kapıldı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın da bir çok kişinin rakip olma durumu var.” (Seçme Röportajlar, 1994?, cilt II, s. 96.)
"M. Kemal'in başlangıçta kardeşliğe ihtiyacı vardı. Bunu çok iyi formüle etti, daha sonra tek kişi diktatörlüğüne geçmek istedir. Bir ideolojik zırha ihtiyacı olacaktı. Kürtler kalkmış, eski otonomilerini istiyorlar. Bu ne demektir? En azından federal sisteme benzer ya da eyalet sistemine benzer bir gelişmenin kabul edilmesidir. Buna verilen karşılık nedir? 'Kürt yoktur, Türk her şeydir' veya 'Bir Türk dünyaya bedeldir.'" (Seçme Röportajlar, 1994?, cilt II, s. 279.)
"Aslında Mustafa Kemal'in herhangi bir ideolojik yanı yoktur....Gerektiğinde faşist pratiğe yönelecek gerektiğinde komünistlik taslayacak kadar ilkesizdir. Bu kendi içinde büyük tahrifattır. Büyük bir yalanın. büyük bir yanlışlığın örgütlenmesi veya çok çelişkili olan durumların bastırılarak bir sistem diye yutturulması oluyor." (Sömürgeci Cumhuriyet, 1995, s. 315.)
“Mustafa Kemal’e boşuna ‘deccal’ denilmemiştir…. Kemalizm bu kadar kara cahil ve faşist yanı olan bir düşkünleşme olayıdır. İslami seçenek bin beş yüz yıl öncesine kadar gidip dayanıyor. Buna rağmen Türk halkının sarılmak istediği bir seçenek haline gelebiliyor. Bundan hiç ürkmemek veya gericilik hortladı diyerek kıyamet koparmamak gerekiyor.” ( Sömürgeci Cumhuriyet, 1995, s. 316.)
“Mustafa Kemal’in İslamiyeti ortadan kaldıran bir kişilik olduğu biliniyor. Uluslararası alanda Kemalizm’e bu dayanağı sağlayan, ona bu kararı aldırtan Yahudilerdir, Siyonizm’dir, masonlardır. Neden? İslam dünyasını zayıflatmak, Filistin’deki gelişmeleri ortaya çıkarmak için.” (Sömürgeci Cumhuriyet, 1995 s. 324.)
15 ŞUBAT 1999'DAN SONRAKİ DÜŞÜNCELERİ
“Osmanlı İmparatorluğu… kapitalizmin yayılma süreci karşısında fazla dayanamaz ve 20. Yüzyılın başlarında çözülüp tarihe karışır. Türkler bu. Sefer İslam ideolojisi yerine, Batıcı, milliyetçi ideolojisiyle Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde, Batı kolonyalizmi ile işbirlikçi durumuna düşen sultanlık çevrelerine, Ermeni ve Rum kompradorlarına karşı, dışta Bolşevikler ve Kürtlerle geliştirdikleri ittifaklarla hem Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanırlar. Hem de cumhuriyet sürecine tarihi bir geçiş yaparlar.” (Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru, Cilt 1, s. 520, 2002. Bundan böyle Sümer Rahip Devletinden)
“Anadolu’da Mustafa Kemal önderliğinde gelişen ve esas olarak Türk ve Kürt halklarının ortak iradesine dayanan Ulusal Kurtuluş Savaşı, İlerici ve kalıcı yönü ağır basan, Avrupa uygarlığının olumlu özelliklerine sahip çıkan ama onun tahakkümcü yönüne de karşı koyan bir öze sahiptir.” (Sümer Rahip Devletinden, cilt II, s. 102, 2002.)
"Mustafa Kemal milliyetçiliği aslında bilimden uzak olmayan, maceracılığa kaçmayan, yurtsever yanı ağır basan biçim taşımasına rağmen, bu özünü hızla yitirip siyasal iktidarın
temel kitle uyuşturma aracına dönüştürüldü." (Bir Halkı Savunmak, 2004, s. 206)
"İngiliz etkisi dolaylıdır. Adeta 'Musul-Kerkük'ü bırakmazsanız, biz de Kürt isyanını destekleriz' biçiminde şantajvari bir yaklaşımla koz olarak kemalistlere karşı kullanmışlardır. Bu da Kürt-Türk ilişkilerinin olumsuzlaşmasında temel bir rol oynamıştır. Halbuki Mustafa Kemal Atatürk 1924 başlarında Kürtlerin özgürlük problemlerini kabul etmekte, bir çözüm arayışında olduklarını bu yılda yaptığı İzmit Basın Konferansı'nda dile getirmektedir." (Bir Halkı Savunmak, 2004, s. 248)
"Atatürkçülük denen olgu 20. yüzyılın en önemli değişim projelerinin başında gelmektedir. Bu özüne hiç anlam vermeksizin, fetişçi bir Atatürkçülük daha çok işine gelir. Özellikle çağdaşlık, kadın, bilim, cumhuriyetçilik başta olmak üzere birçok yönüyle çeliştiği halde, bu istismarcılık en güçlü bir yöntem olarak sürdürülür. Özde değil lafta bir Atatürkçülük, hem resmi devlet kurumlarında hem toplumsa alanda yaygın bir tutumdur." "Mustafa Kemal Atatürk'ün Kürt politikasını antiemperyalist konumu belirler. Antiemperyalizm dışında özgür Kürtlüğe bir düşmanlığı olduğunu kanıtlayacak belge yoktur. Belki Kürtlerin emperyalizmin elinde bir cumhuriyeti yıkma, sultanlığı ve halifeliği geri getirme rolünü abartmış olabilir. Ama politikasının özünün bu olduğunu kimse inkar edemez." (Bir Halkı Savunmak, 2004, s. 254)
"Türk yönetiminin Kürtleri eski tarz yönetemeyeceklerini iyi anlaması gerekir. İkinci bir Irak istemiyorlarsa, demokratik çözüm ve barış üzerinde ciddiyetle durmaları gerekir. Bu çözümün Mustafa Kemal Atatürk'ün özgürlük yaklaşımının gerçekçi bir uygulamasına ters düşmediğini iyi bilmek gerekir. Atatürk'ün özgür Kürt yurttaşlığına ve kendi ortaklaşa veya ayrı demokratik organlarına düşman olduğunu, kemalizmin Kürt düşmanlığı demek olduğunu iddia etmek, milliyetçi tuzaklara düşmek anlamına gelir." (Bir Halkı Savunmak, 2004, s. 257)
"Yavuz Selim'in Kürt politikası bu tehlikeyi bertaraf etmişken, M. K. Atatürk'ün de 1920'lerde bu tehlikeyi önlemesi, Kürtlerle özgürlük ilişkisi temelinde kurulan bu ittifakla mümkün
olmuştur. Türklerin Anadolu tarihleri Kürt ilişkileriyle çok sıkı bir diyalektik ilişki içindedir; bu ilişkinin parçalanması, tam düşman hale dönüştürülmesi, Türklerin ister farkında olsunlar ister olmasınlar, en büyük stratejik kayıpları olacaktır. İsyanlarda kusur her iki taraftadır. İlkel ve şoven milliyetçilik, feodal dini gelenekler stratejik bir ilişkiyi anlayıp yürütecek konumda değildiler. Kürt tasfiyesinde aşırıya gidilmekle stratejik ilişki yok olmanın eşiğine gelmiştir. M. K. Atatürk ve İ. İnönü bunu son dönemde görmüşlerdir. Fakat telafisi mümkün olmamıştır." (Bir Halkı Savunmak, 2004, s. 298)
İttihatçı milliyetçiliği, Alman yayılmacılığına uygun hat üzerinde, tüm Türklük dünyasını aynı ırkçı milliyetçi bayrak altında toplamak ister. Bu yaklaşımın tarihsel toplumsal gerçeklikten kopuk olması Osmanlı İmparatorluğu'na pahalıya mal olur. Buna mukabil imparatorluk enkazından Ulusal kurtuluş savaşıyla Türkiye
Cumhuriyeti'ni kuran Mustafa Kemal önderlikli hareketin milliyetçiliğe yaklaşımı farklıdır. Anadolu kültür uygarlıklarını kendine esas alan, Sümerlerden Hititlere kadar gelmiş geçmiş
Anadolu uygarlıklarına dayalı bu milliyetçiliğe kültür milliyetçiliği veya Anadolu yurtseverliği demek mümkündür. Mustafa Kemal bu farklı milliyetçi anlayışların farkındadır. Kendisine ısrarla yapılan "yeni kurulan cumhuriyete 'Türk Cumhuriyeti' diyelim" önerisini yine açıkça reddedip, Türkiye “yani ırk bazlı değil, ülke bazlı” adlandırmasını daha uygun görmüştür. Her ırk, soy bu milliyetçilik, daha doğrusu yurtseverlik içinde seve seve yer alabilir anlayışı içindedir. Bu milliyetçiliğe veya yurtseverliğe ırkçılık demek mümkün değildir." (Bir Halkı Savunmak, 2004, s. 246)
"İsyanlar hakkında Mustafa Kemal ve İsmet Paşalar sadece ezmeyle meselenin halledilemeyeceğinin bilincindedir. Özellikle idamlarda aşırıya gittiklerini İsmet Paşa hatıralarında belirtmektedir. Cumhuriyet için derin bir yara açıldığını fark etmişlerdir. Üzerini küllendirmeyi bu nedenle çözmeye tercih etmişlerdir." (Bir Halkı Savunmak, 2004, s. 250)
"Suçu tamamen Mustafa Kemal’e yükleyemeyiz. 1920’lerde eşit ittifakı savunuyordu… Sonra isyanlar oldu. Arkasında Sultan Vahdettin ve İngilizler vardı.” “Mustafa Kemal ülkesi için kendi halkı için dünya çapında en büyük mücadeleyi veren önderlerden biridir. Mustafa Kemal iyi bir savaşçıydı, iyi bir bağımsızlıkçıdır, laiktir, bilimseldir, ortaçağ ideolojisine karşıdır. Zaten cumhuriyetçi olduğunu biliyoruz. Aydın taslaklarına söylüyorum. Mustafa Kemal kadar kendi halkınızı seviyor musunuz? Onlar kadar vatanınıza sahip çıkıyor musunuz, anti emperyalist misiniz? Onun kadar halkına, tarihine kültürüne düşkün müsünüz? Yaklaşımınız cahilcedir, buna hakkınız yok.” (24 Eylül 2004 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“İttihat ve Terakki’nin ulus devletçi anlayışı Ermeni meselesinde Türkiye’yi Sevr’e götürüyorsa, bunların Türklükle alakası yoktur. Bunların çoğu dönmedir. Bu anlayış dört milyon kilometrerakelik devleti bitirdi. Şimdi de Türklük adına bir sürü propaganda yapıyorlar. Türkleri Yahudilerin koyduğu yere koymuşlar. Eee sonuç: Anadolu’da biz birbirimize gireriz. Mustafa Kemal bunu yapmıyordu. O kimseyle görüşmedi. Önce Erzurum’a geldi, Diyarbakır eşrafına mektup gönderdi. İçteki bütünlüğü sağlayacaktın. PKK için doksan dokuz ülkeye taviz verdiler. Bu Kemalizm midir?” “Mustafa Kemal’in tecrübesi tarihi bir tecrübedir. Kürtler mutlaka ders çıkarmalıdır. Ders çıkarmazsak 1925’teki gibi başımıza belalar gelebilir. 70 yıl bu konularla uğraşılır. Bugün Türkler, Kürtler ve Ortadoğu halklarına söylüyorum. Biraz saygılı iseler, Mustafa Kemal’in devrimci kişiliğini yaşatsınlar. Eğer Mustafa Kemal’e zırnık kadar saygıları varsa, onun özgür kimliğini bugüne taşısınlar.” “Bizim Mustafa Kemal’in cumhuriyeti ile bir sorunumuz yok. Bu cumhuriyet J.J. Rousseau, Robespierre, Napolyon üzerinde birleşmiştir. Bu Mustafa Kemal’dir. J. J. Rousseau ideolojik, Robespierre politik, Napolyon askeridir. Mustafa Kemal bu yönleri almıştır. Onun cumhuriyeti Fransız modelidir. Onda yüzde 25 demokrasi, yüzde 75 devlettir. … O dönemki koşullar ancak buna izin veriyordu.” (18 Mart 2005 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Mustafa Kemal’de demokrasi çizgisi, birlik ve kardeşlik çizgisi vardı. Kürtlerle iyi gidecekti. [1925'te] İsyan yaptırıldı, ondan sonra yokluk gelişti.” (6 Mayıs 2005 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Cumhuriyeti kuran ve yaşatmaya çalışan Mustafa Kemal, sonuçta ihtilalci bir kişiliğe sahiptir ve emperyalizm tehlikesini de görmüştür. Bu nedenle o ve ekibi 1925’ten sonra cumhuriyeti koruma içgüdüsüyle hareket etmiştir.” (23 Haziran 2006 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Mustafa Kemal 1919-1924 arasındaki dönemde biraz bağımsızlıkçıydı. Ancak İngilizler bundan sonra denetimi ellerine aldıktan sonra devleti tanıdılar. Ama biliyorsunuz o dönemin bütün kadroları İttihat ve Terakki kadrolarıydı, etrafını sararak onu boğdular. 1920’lerde bile Mustafa Kemal bunlarla uğraştı, çok güçlüydüler. Sonra çok sayıda kadrolarını (Dr. Nazım, Cavit gibi) tasfiye etti.” “Evet Mustafa Kemal devrimcidir, ihtilalcidir. Sonradan Kürt isyancıları ezmiştir, ama akıllıdır da. Gerektiğinde Kürtler ile işbirliği yapmış ve cumhuriyeti de bu temelde kurmuştur. Kürtlerle ittifak yaparak kurmuştur. Ancak daha sonra devletin Kürtleri inkarı ile Kürt isyancıların hataları, Kürt sorununu çözümsüz hale getirdi.” (9 Eylül 2006 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Atatürk gibi ciddi bir devlet adamı olsaydı veya Türkiye tarihinde bazı ciddi devlet adamları gibi kişiler olsaydı bu sorunu şimdi çözerlerdi.” (29 Ekim 2006 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Seyit Rıza’yı idam etmek için alelacele bir prosedür uyguladılar. İdamına hemen karar verdiler ve Mustafa Kemal’in imzasını beklemeden Seyit Rıza’yı idam ettiler. Seyit Rıza’nın idamında Mustafa Kemal’in imzası dahi yoktur.” (14 Nisan 2008 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Gelin Mustafa Kemal’in 1920’lerdeki ilk Meclis konuşmasını referans alalım. Sonrasında çözüme yönelik birçok konuşmasını referans alalım…” (25 Nisan 2008 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Mustafa Kemal’in özgürlükçü olduğuna da inanıyorum, bağımsızlıkçı olduğuna da inanıyorum ve direndiğine inanıyorum. O nedenle ısrarla Mustafa Kemal’e vurgu yapıyorum. Ama bırakmadılar, güç getiremedi, etrafını kuşattılar. İttihatçı kadro ile Mustafa Kemal’in etrafını sarmışlardı.” (4 Temmuz 2008 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Mustafa Kemal’i gündeme getirmemin nedeni onun bilime verdiği önemdir. Mustafa Kemal’in bıraktığı miras budur. Bugün de bu miras esas alınarak sorun çözülebilir.” (28 Kasım 2008 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“İngilizler, Mustafa Kemal’i Türkiye’yi kendi çizgisine getirmek, kendi kontrolünde tutmak için bu üç kesimin tasfiyesini sağladı. Said-i Nursi, Mehmet Akif onlarla, bazı provokasyonlarla İslamcıları tasfiye ettiler… Mustafa Suphi’yi denizde boğdurdular… Şeyh Said isyanıyla birlikte Kürtleri de tasfiye ettiler.” (29 Mayıs 2009 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’ndaki yeri ve önemli rolü aslında 1921 Anayasası’na da yansıdı. O dönemde Kürtlere özerklik tanıyan düzenlemeler yapıldı, “Özerklik tanındı’. … Ama İngilizler, İttihat Terakki kadroları, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak eliyle Mustafa Kemal’i etkisizleştirdiler.” (9 Temmuz 2010 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Atatürk’ün bir numaralı Kürt düşmanı olmadığı gerçeğini başta Genelkurmay’ın ortaya çıkarması lazım. Aslında bu onların görevi ve onların sorumluluğundadır. Buradan onlara sesleniyorum.”
“Kürt isyanları devreye girince cumhuriyet tökezledi. Mustafa Kemal bilinçliydi, bu işbirlikçileri tanıdı. Mustafa Kemal’in Cemil Çeto için ‘Kendi halkına bu kadar ihanet edenin bana da hayrı olmaz’ dediği söylenir.” “Oyuna gelmeyin dedi. ‘Kürdistan Devleti kurma oyununa, Ermeni Devleti kurma oyununa gelmeyin dedi. Cumhuriyetle birlikte Kürtlerin bütün özgürlükleri tanınacaktı. Doğrudur. Atatürk stratejik açıdan yaklaştı. Bu 24’e kadar sürdü.” (Serxwebun, 222. s. 12)
“Mustafa Kemal’in Fransız Devrimi’nden esinlenerek gerçekleştirdiği cumhuriyet ve her düzeydeki kurumlaşması, esas olarak Batı zihniyetine dayanmaktadır. Çok gecikmiş de olsa, aslında Rönesans, reformasyon ve aydınlanma sürecinin dar bir milli zırh içinde devrimci yöntemlerle gerçekleştirmek istemiştir.” Serxwebun, 270. s. 13.)
“Mustafa Kemal hiç bir zaman dış güçlerle hareket etmedi.” (Serxwebun, 302, s. 40)
“M. Kemal Kurtuluş Savaşı’nı kazanmak için Kürtlerle eşit şartlarla geliyor, eşit şartlarla Kürtler ile diyaloga geçiyor. Miço, Diyap Ağa gibi Kürt büyüklerinin elini öpmüştür, onlarla birliği sağlamıştır…. Bu da demokratik cumhuriyetle uyumlu bir yaklaşımdır.” (Serxwebun 307, s. 61.)
“Mustafa Kemal ne Türk milliyetçisidir, ne solcudur, ne de başka bir şeydir. Mustafa Kemal öyle söyledikleri gibi çılgın bir Türk de değildir, son derece akılcıdır. Kürt ve Türk halkının menfaatlerini çok iyi bilen, onların içinde özgürlüğe en yakın duran kişidir.” (Serxwebun, 308, s. 5)
Benim demokratik özerklik dediğim şey, M. Kemal’in Ocak 1924’te [doğrusu 1923’te olacak] İzmit’te söylediği bir nevi muhtariyetin tam kendisidir.” “Ben Kemalist falan değilim ama M. Kemal'in Kurtuluş Savaşı'nda Kürtlerle yaptığı ittifakı görmek gerekiyor." "M. Kemal'in kendi sözütdür: 'Türkiye Kürt'süz olmaz. Kürdistan da Türk'süz olmaz'." (Serxwebun, 310, s. 57,58)
“Diyarbakır’ın 1920’lerdeki tavrı [Şeyh Said İsyanı’na destek vermemesi, Atatürk'ün 'gelin Cumhuriyet'e katılın' çağrısına uyması] doğruydu. O zaman Kürtler İngilizlerin planına dayanacaklarına demokratik mücadeleye önem verselerdi, daha iyi sonuç alırlardı. Bana da Şeyh Saidçilik yaptırmaya çalışıyorlar. Ben şu anda ‘demokratik özerklik’ diyorum, bu temelde M. Kemal ile ilişki geliştirselerdi, bugün Ortadoğu’da Kürtlerin durumu çok daha ileri düzeyde olurdu.” Serxwebun, 313, s. 43.)
“Kürtlerin başına gelen tüm olaylardan Mustafa Kemal’i suçlu buluyorlar. Tüm olumsuzlukları Mustafa Kemal’e yıkıyorlar. Bunları yapan bazı tarikatlar ve şeyhlerdir. Aslında bir çok olayı başkası yapmıştır ama Mustafa Kemal’e mal ediyorlar.” (Serxwebun. 325, s. 35)
“1923’ten beri [İngiliz yanlıları?] cumhuriyet yönetiminin gaspını gerçekleştiriyor. İktidar aygıtı etrafında yapay bir Türk ulusçuluğu ideolojisiyle oluşturulan ‘Beyaz Türklük’ temelinde bir zümre olarak Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın temel müttefikleri olan sosyalistleri, İslami ümmetçileri ve Kürt milli güçlerini komplocu yöntemlerle tasfiye ederek günümüze kadar kesintisiz devam eden bir ‘Oligarşik diktatörlük’ kuruyor. Bu iç hegemonik diktatörlük dışta dünya hegemonik güçlerinin başını çeken İngiltere’nin yakın denetimi ve perspektifi altında rolünü oynuyor. Özellikle M. Kemal Atatürk’ün kişiliğini (bağımsız ulus kişiliği) sembolleştirip (özünde çok sert uygulamalarla güçten düşürüp) ‘Atatürkçülük’ veya zaman zaman ‘Kemalizm’ adı altında Ortaçağ taassubundan daha ağır olan faşist bir ideolojik kimlikle (etnik Sünni Türkçülükle) sınırları kapsamındaki tüm toplumsal kültürlerin asimilasyonunu ve soykırımını programlaştırıp uyguluyor.” (Serxwebun 358, s. 32)
“Mustafa Kemal hem kişilik, hem yetişme tarzı gereği, hem de bilinç ve irade olarak bu koşulların biçilmiş kaftanı ve kaptanı durumundadır. Ayrıca Fransızcayı bilmesi, Jakobenizm’in ilkelerini benimsemiş, Üçüncü Cumhuriyet Fransa’sını kavramış olmasında büyük kolaylık sağlamıştır.” (Türkiye’de Demokratikleşme Sorunları, Kürdistan’da Çözüm Modelleri, 2011, s. 20.)
“1920’de TBMM’nin ilanıyla başlayan süreç aslında işgale karşı olmanın da ötesinde toplumsal bir devrimi ifade etmekteydi. …Mustafa Kemal’in ısrarla Meclisi tek meşruiyet kaynağı görmesi anlaşılırdır. Meclis yeterince derinlikte olmasa da ihtilal koşullarının farkındadır.” (Türkiye’de Demokratikleşme, 2011, s. 21.)
xxx
Esas olarak Mehmet Memdoğlu'nun Öcalan'ın Mustafa Kemal Okumaları (Yakın Plan, 2012) tarihli kitabından yaptım bu derlemeyi. Ayrıca internette pdf formatında bulunan Bir Halkı Savunmak (2004) kitabından da yararlandım. Öcalan'ın 2013-2015 arasındaki avukat görüşlerinde uzak tarihle ilgili belirlemeler çok az. 2015 sonrasında itibaren de zaten açıklama yapmasının imkanı kalmamıştı. 2019 sonrasındaki nadir görüşmede ise uzun uzun tarih konuşmadı bildiğim kadarıyla. Dolayısıyla 2012-2025 arasındaki değişimleri tespit edemedim. Ancak Pervin Buldan'ın Roma konuşmasındaki Atatürk-İnönü referansı, Bir Halkı Savunmak'dan (2004, s. 298) neredeyse aynen aktarılmış gibi.
İfadeleri tarih sırasına dizmeye çalıştım ama bazı ifadelerin referansı olan Serxwebun dergisi ilk olarak Mart 1979’da yayınlanmış. Derginin 1982'den 2011 yılına kadarki sayıları pdf olarak 2012 yılında sanal ortamda paylaşıma açılmıştı. Site 2015’te mahkeme kararıyla yasaklandı. Artık siteye girilemiyor ya da ben Türkiye’den giremedim. Yukarda zikredilen en eski tarihli sayı olan 123 numaralı derginin Mart 1992 tarihli olduğunu tespit ettim. Şubat 1999 tarihli sayı ise 206 numaralı. Buna göre her ay düzenli çıkmamış olduğunu anlaşılıyor. Ancak 206. sayıdan sonra da 1999 öncesi konuşmaları yayımlandığı için derginin tarihi ile konuşmanın tarihi birbirini tutmuyor olabilir.