Show newer

1938 Dersim Soykırımı ve Ali Öz’e ait mektup

Taner Akçam*

İki tane mektubun sahte olup olmadıkları konusunu tartışıyoruz. Birincisi, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya ait ve 26 Nisan 1937’de Dersim operasyonu komutanı General Alpdoğan’a yazılmış. Diğeri de 1938’de, katliamlar sırasında Ali Öz adlı Dersim’de görev yapmış bir asker tarafından 17 Aralık 1946’da Şükrü Kaya’ya yazılmış. Ayşe Hür 9 Mayıs 2023 tarihli bir yazısında bu iki mektubun da sahte olduğunu iddia etti ve ama yer darlığı nedeniyle sadece Ali Öz’e ait olan mektubun niçin sahte olduğunu tartıştı.

5 Haziran 2023 tarihli GazeteDuvar yazımda, sahtelik tartışmasını, mektupları ayırarak yapamayacağımızı söyledim ama ben de yer darlığı nedeniyle sadece Şükrü Kaya’ya ait mektubun niçin gerçek olduğunu tartıştım. Bu yazıda da Ali Öz’e ait mektubun niçin gerçek olduğunu ele alacağım. Tekrar edeyim. Bu iki mektup da Hasan Saltık Arşivi’nde bulunan İçişleri Bakanlığı evrakı arasından çıktı. Bu nedenle, bana göre mektuplardan birisi sahte diğeri hakiki gibi bir tartışma yapmak anlamlı değil. Bu iddiayı, biri gerçekse diğeri de gerçektir, gibi bir mantık nedeniyle ileri sürmüyorum. Ali Öz’ün mektubunu tartıştığımızda kastım anlaşılacaktır.

Ayşe Hür, Ali Öz’e ait mektubun niçin sahte olduğu konusunda dört ana tez ileri sürüyor. Birincisi, metinde o dönem kullanılması mümkün olmayan “taze terimler(in)” varlığı; ikincisi belgedeki geçen “SEKA Genel Müdürlüğü” ve “Cemse” ifadelerinin, 1946 yılında yazılmış bir mektupta geçmelerinin tuhaf olduğu, çünkü SEKA 1955’te kurulmuştu, Cemse ise 1948’den sonra kullanılmaya başlanmıştı, yazıldığı dönemde kullanılmayan kavramları içeren bir mektup ancak sahte olabilirdi; üçüncüsü, olayın geçtiği yer Tersemek olarak verilmiş, böyle bir yer adı yok ve bu Türüşmek olmalıydı; dördüncüsü adı geçen bölge Ali Öz’ün iddia ettiği gibi Murat suyunun yanında değil Munzur nehrinin yanındaydı.

Ali Öz mektubunun birinci sayfası.

Bu dört iddianın yanında, Ayşe Hür’ün, niçin mektubun sahteliğinin kanıtı olarak kullandığını anlamadığım, Ali Öz’ün gittiği hastane ve doktorun ismini yazmamış olması, katliam sahnelerini çok iyi anlatmış olması, vb. gibi başka iddiaları da var. Tüm bu iddialardan hareketle belgenin sahte olduğunu iddia eden A. Hür, bu sahte belgeyi üretenin niye bu işi yaptığı konusunda bir bilgi ver(e)miyor. Yani belgenin sahte olduğunu biliyoruz ama hangi amaç için üretilmiş olduğunu bilemiyoruz. Verilen tek izah şu; Necip Fazıl Kısakürek Büyük Doğu dergisinde 3 Şubat 1950 tarihinde bir yazı yazar ve bu yazıda Mazgirt Tersemek’te yapılmış bir katliamdan bahseder. Necip Fazıl’ın satırlarından çok etkilenen birisi -her kimse- bu satırlara dayanarak -ne kadar sonra olduğunu bilemiyoruz- ‘gözleri dolduran’ bir mektup üretmiş ve de mektuba nedense 1946 yılı tarihini koymuş. Ayşe Hür’ün sözleriyle, “artık iyice eminim ki mektubu kurgulayan kişi, bu mektubun yazıldığı iddia edilen tarihten dört yıl sonra basılmış [Necip Fazıl’ın bir eserinden bir] … bölümü esas alıp hikayesini kurgulamış. Onu genişletmiş, sayıları arttırmış… ortaya Taner Akçam gibi yılların soykırım araştırmacısının bile gözlerini dolduran bir metin çıkarmış.”

Bu ‘sanat eserini’ (benim ifadem) yaratan bu belgeyi niye üretmiş, niye örneğin Necip Fazıl eserinden daha sonraki bir tarihi koymamış da daha önceki 1946 tarihini koymuş bunları da bilemiyoruz. Bilmediğimiz daha başka şeyler daha var. Örneğin bu eseri üreten, niye belgeyi yayınlamamış da İçişleri Bakanlığı arşivine koymak istemiş? Amacı neymiş bunu yaparken ve daha da önemlisi İçişleri Bakanlığı evrakı arasına sokmayı nasıl başarmış? Ve bu eser, niye ve nasıl gerçek olduğundan şüphe edilemeyecek Şükrü Kaya’ya ait diğer mektupla yan yana gelebilmiş? Daha ilginç bir soru da şu; niye sadece saklamak amacıyla sahte belge üretilsin?

Boş zaman uğraşı olarak sahte belge üretmek çok ilginç… Ve üstelik içindeki bilgiler de doğru, yani gerçeklik tahrif edilmiyor belgede… Zihninizi yorarak bu sorulara cevap arayabilir, senaryolar geliştirebilirsiniz. Konu tamamıyla spekülasyon yapma yeteneğinize kalmıştır. Belki de bir edebiyatçı olarak bu konu etrafında, aşağıda örneğini vereceğim Jorge Luis Borges gibi edebi bir eser yazmak daha doğrudur. Ama bir tarihçinin eğer mesleğine saygı duyuyorsa, bu tür spekülasyonlara girmesi mümkün değil.

Ali Öz mektubunun ikinci sayfası.

Haklı olarak ama gene de metinde dil sorunları yok mu, ‘salt metin analizi ile belgenin sahteliğini gösteremez miyiz’ diye sorabilirsiniz. Sorunun cevabı aslında çok basit. Mektubu bir doktora tezi okuyormuş gibi okumazsanız ve mektuba mektup muamelesi yaparsanız tüm bu endişelerinize ve sorularınıza cevap verme imkânınız vardır. Mektup yazanın hata yapmasının son derece normal olduğu, bazı kavramların, resmi kayıtlara geçmeden önce (örneğin Seka, Cemse) günlük kullanıma girdiği gibi çok sıradan basit gerçekleri kabul ederseniz, yukarda sıraladığım spekülasyonların hiçbirisine gerek kalmaz.

SAHTE BELGE NİYE ÜRETİLİR?

Elbette hala niçin üretildiği ve niçin sadece İçişleri Bakanlığı arşivinde saklı tutulmak üzere oraya sokulduğu konularında hiçbir şey söyleyemezsek bile metindeki ifadelerden hareketle belgenin sahte olduğunu iddia edebiliriz, denebilir. Burada ama ciddi metodolojik bir sorun daha var. Amaçsız sahte belge üretilmez. Bu nedenle amacından bağımsız sahte belge tartışması yapmak hemen hemen imkansızdır.

Örneğin sahte belgeyi, bilinen bir olayın olmadığını-yaşanmadığını iddia etmek için yaratabilirsiniz, (Krikor Zohrab’ın öldürülmediğini ama kalp krizi sonucunda öldüğünü gösterir üretilmiş ‘hakiki’ Osmanlı belgeleri buna verilecek en iyi örnektir.) Ya da yaşanmamış bir olayı olmuş gibi göstermek amacıyla sahte belge üretebilirsiniz, (1915’te Ermeni konvoylarının geçtiği yollarda tam teşekküllü sağlık hizmetleri verildiğine, Ermenilere kötü muamele yapan görevlilerin sert biçimde cezalandırıldıklarına ilişkin belgeler bu konuya verilecek iyi bir örnektir.) Gerçeğe çok yakın belge üretme durumu da söz konusu olabilir. Örneğin Binjamin Wilkomirski (Bruno Grojean)’nın 1995 yılında yazdığı kitap buna bir örnektir. Yazar, Yahudi olmadığı ve ömründe İsviçre’yi terk etmediği halde, Yahudi olduğunu ve Auschwitz’den kurtulduğunu ilan etmiş ve oradaki sözde kamp hayatını anlatmıştır. Bruno’nun amacı, güdüleri ise şöhret, para vb. gibi anlaşılabilecek şeyler.

Ali Öz’ün mektubunun sahte olduğu iddiasının etrafındaki tuhaflık burada; Ali Öz, olmuş bir olayı inkâr etmek için mektup yazmamış; olmamış bir olayı olmuş gibi göstermek için de yazmamış. Mektuba sahtedir diyenler bile, olabilecek bir olayın anlatıldığı konusunda hem fikir. Sahtelik konusunda ileri sürebileceğimiz tek iddia, olmuş bir olayın, sanatsal bir dille anlatılması… Ama nedense, olmuş bir olayı sanatsal bir dille yazanın amacı bu eseri yayınlamak da değil. Bilmediğimiz bir nedenle bu değerli sanat eserini İçişleri Bakanlığı Arşivine gömmeye karar vermiş!

Ali Öz mektubunun üçüncü sayfası.

Ali Öz mektubu aslında, Arjantinli yazar Jorge Luis Borges’in, “Tlon, Uqbar, Orbis Tertius” adlı eserinde ele aldığı konuya mükemmel bir örnek teşkil eder. Borges, bu kısa hikayesinde, gerçekle-hayal karışımı belgeler-hikayeler üretip dağıtılmayan kitaplar haline sokan bir gizli çevreyi hikâye eder. Belgeler üreten ve bunları bazı ansiklopedilere kimsenin fark etmeyeceği şekilde ekleyen bu gizli çevre, bir gün birilerinin gelip bunları keşfederek dünyaya yayacağı umudu ya da beklentisi içindedir. Ali Öz mektubunun yazarı, böyle bir gizli çevrenin üyesi olmalı ve bu durumda onun Borgesvari beklentisini gerçekleştiren kişi de ben oluyorum.

Kanımca, ‘amaçsız ve sadece birileri tarafından keşfedilmeyi beklemek amacıyla belge üretmek ve bir gün açığa çıkacağı ümidiyle arşive gömmek’ gibi bir konuyu gerçekten tarih alanından çıkartıp edebiyatçılara bırakalım. Belge, sıradan ama samimi bir asker mektubu, o kadar. Sahteliğine kanıt olarak gösterdiğiniz her şey, aslında mektubun orijinal olduğunun kanıtı. Tekrar edeyim, cemse, Seka, yer ismi, nehir ismi, vb., sahteliğin kanıtı olarak ileri sürdüğünüz tüm bu deliller aslında belgenin orijinal olduğunun göstergesidir. Çünkü, basit kural şudur, sahte bir belge üretenin açık bir amacı vardır ve bu amaca hizmet edebilmesi için belgesinin sahte olduğunun anlaşılmaması gerekir. Bunu için çok titiz olması gerekir. Yerin ismini veya yakınındaki nehrin adını yanlış yazarsanız hemen yakalanırsınız. Ali Öz yer ismini yanlış yazmış. Kısa bir süre askerlik yaptığı bir yerin ismi konusunda bu hatayı yapmasından daha doğal ne olabilir ki?

Ayşe Hür’ün, Necip Fazıl’ın 1950’de yazdığı yazıyı gören birisinin, bundan esinlenip takip eden yıllarda bir sanat eseri ürettiği iddiası fazla spekülasyon ve ikna edici değil. Mektupta anlatılanlar öyle çok ‘fantezi’ ile üretilecek şeyler değil. Ancak olayları yaşamış birisinin yazabileceği şeyler. Yani, aksi tez daha ikna edici. Necip Fazıl, Ali Öz’ün hikayesini duymuş, dinlemiş ve sonra duyduklarından aklında kalanlardan kısa bir şey yazmış. Bu o kadar açık ve anlaşılır ki üzerine konuşmaya bile gerek yok.

CEMSE VE SEKA MESELESİ

Geriye ciddi olarak bir tek Cemse ve Seka kelimeleri ile ilgili iddialar kalıyor. Öyle ya, 1946’da yazılan bir mektup, nasıl Seka’dan ve Cemse’den bahsedebilir? Ayşe Hür’e göre cemse kelimesi 1948 yılında yürürlüğe giren Marshal yardımı kapsamında Türkiye’ye gelen GMC (General Motor Company) araçları ile lügatimize girdi. Nitekim konuya ilişkin bulabildiği en eski kaynak 18 Eylül 1948 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “Çatalca Belediye Başkanlığından” başlıklı ilan idi. Seka kelimesi de 21 Haziran1955 tarihli kanun ile birlikte kullanılmaya başlamıştı. Bu iki nedenden dolayı mektubun 1946’da yazılması imkânsızdı. Bu nedenle de mektup sahte idi.

’38 Dersim Harekâtında askerler

Ama ya Cemse 1946’larda da askeri kamyonlar için kullanılan bir kelime ise? Ve Seka ifadesi, 1955’te resmi bir kanunda kullanılmadan önce de günlük dilde kullanılıyorsa? Bu durumda, kelimelerin günlük hayatta izlerinin sürülmesi gerekiyor. Bunun için ama sadece titiz bir çalışma yetmez. Bundan önce, bazı kelimelerin, resmi kayıtlara geçmeden önce de sözlü/yazılı olarak günlük hayatta yaygın olarak kullanılabileceği gerçeğini bilmek ve kabul etmek gerekiyor. Nitekim cemse kelimesinin ilk defa 1948’de kullanıldığını söyleyen bir websitesi bu konuda bir uyarı yapıyor ve diyor ki “bu kaynak kayıtlara geçmiş ve bu kelimenin kullanıldığı yazılı ilk kaynaktır [ki bunun doğru olmadığını aşağıda göstereceğim-T.A.]. Kullanımı daha öncesinde sözlü olarak veya günlük hayatta yaygın olabilir.”

Benim iddiam, Ayşe Hür’ün cemse ve Seka konusunda verdiği bilgilerin doğru olmadığıdır. Önce Cemse kelimesi… Bu kelimenin1946’da kullanılan bir kelime olabileceğine ilişkin çok kuvvetli kanıtlarımız var. Birincisi, 9 Eylül 1937 tarihli Anadolu; 28 Mart 1937, 15 ve 23 Temmuz 1938 tarihli Cumhuriyet; 16 ve 21 Temmuz 1938 Akşam ve 19 Temmuz 1938 Tan gazetelerinde yer alan ilanlardır; bu ilanlarda “General Motors Mamulatından” “Opel Blitz” ve “Şevrole Kamyon” satış ilanları var. Yani Türkiye, GM kamyonlarını 1937’lerden beri biliyor.

1930’ların sonları ve 40’lı yılların başında, General Motor şirketine ait çeşitli kamyon alımlarının yapıldığına ilişkin iki önemli resmî belgeden de söz etmek isterim. Birincisi, 1940 yılına ait bir Bakanlar Kurulu kararı. İlgili kararda, “hava birliklerinin ihtiyacı için müstacelen tedariki gerekli görülen ve yalınız Ottaş otomobil ticaret Türk anonim şirketinden tedarik edilebileceği anlaşılan… Amerika mamulatı 4 adet G.M.C. markalı kamyon şasisinin, 11/11/1937 tarih ve 2/7671 sayılı kararnameye” istinaen satın alınması isteniyor, , (BCA: 080.19.01.02.92.78.19).

Belgeden anlaşılan elde G.M.C. kamyonu var ve buna şasi aranıyor. Bir diğer bilgi 7 Şubat 1942 tarihli Başvekaletten Milli Müdafaa ve Maliye vekilliklerine yazılmış bir yazı. Yazıda, “Washington Büyük elçiliğimiz vasıtasıyla Amerika’dan satın alınacak olan kamyon bedelleri için evvelce gönderilmiş bulunan paraya ilaveten daha 1.247.968 liralık dövizin” gönderilmesine karar verildiği bildiriliyor, (BCA: 030/10/48/309/13).

Akşam Gazetesi (solda) ve Ulus Gazetesi (sağda) araç satış ilanları.

Vereceğim son örnek, 3 ve 5 Ekim 1947 tarihli Ulus ve 16 Ekim 1947 tarihli Akşam gazeteleri… Bu gazetelerde, elindeki hurda araçları satışa çıkartan Devlet Orman İşletmesi Ankara Merkez Müdürlüğünün ilanları var. İlanlarda iki araç kategorisi dikkat çekiyor. “Cemse G.M.C.4” ve sadece “Cemse”. İlanlarda bu arabaların fiyatları da var ama daha da önemlisi, araçların işlemez konumda olmalarının yazılmış olması. Yani yıllarca kullanılmış olan bu araçlar artık kullanılmaz durumda ve bu nedenle satışa çıkartılıyor. Yukardaki tüm bilgiler gösteriyor ki 1946 yılında cemse kelimesinin kullanılmasında hiçbir tuhaflık yok. Ve Ali Öz, piyasada dolanan bir kelimeyi kullanıyor.

Benzeri durum Seka kelimesi için de geçerli. Bu yazıyı yazdığım ana kadar, Seka kelimesinin günlük hayatta kullanıldığına dair bir kanıt bulamadım. Ama konuya uzunca vakit ayırarak bulunacağından hiçbir kuşkum yok.

Özetle, Ali Öz mektubu, ne bilinen bir olayı inkâr etmekte ne de olmamış bir şeyi olmuş gibi göstermek iddiasındadır. Hepimizin doğruluğundan kuşku duymadığımız bir katliamı, faillerden duymaya alışık olmadığımız bir açıklıkta anlatmaktadır. Söyleyebileceğim son söz bu tür ‘itiraf mektuplarının’ artmasını ummaktır.

*Prof. Dr. Clark Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Görevlisi

hyetert.org/2023/06/06/1938-de

Nikomedya [ İzmit] Kazası
20. yüzyılın başında, İzmit körfezinin gerisinde yer alan Nikomedya'nın nüfusu 12.000'di. Şehirde yaşayan 4.635 Ermeni batıdaki Kadıbayı/Karabaş mahallesinde,Surp Asdvadzadzin Katedrali'nin etrafında oturuyordu. Ermenice konuşan İzmit Ermenileri zanaatkarlar ve tüccarlardan oluşur. Şehre hakim antik akropolün eteğinde yer alan çarşıyı Rumlarla paylaşırlar. En önemli ekonomik faaliyetleri ipekçilik ve ipek ticareti ve tütün ve tuzun işlenip satılmasıdır. İzmit'in etrafında, 15 ila 20 kilometrelik bir alana uzanan on bir kırsal Ermeni yerleşimi şehirle yakın ilişkileriçindedir.Güneyde yer alan küçük Bardizag/Bağçecik şehrinin nüfusu 9.024'tü ve burası İzmit ile başkent arasında işleyen buharlı vapurların uğradığı son iskeleydi. Kıyıdan altı kilometre içeride, Minas Dağı'nın yakınında yer alan ve ormanlarla ve verimli topraklarla çevrili olan şehir öncelikle ipek böcekçiliği, bağlan ve bostanlarıyla meşhurdur. Birinci Dünya Savaşı arifesinde Şehirde, bir okulu ve bir hastanesi olan önemli bir Amerikan misyonu faaliyet gösterir. Bardizag'tan yarım saat uzaklıktaki Pöngel köyünün nüfusu 419 kişiydi. Güneyde ve güneydoğuda Zakar (nüf. 404), Manuşag [Menekşe) (nüf.591), Ovacık [Yuvacık) (nüf. 3.303) ve Jamavayr adlı kırsal merkezler uzanır; kuzeyde ise Arslan Bey (nüf. 3.218) yer alıyordu.
İzmit kazasının kuzeyinde yer alan Armaş Manastırı [Akmeşe) 1611 yılında kurulmuştur. Batı Anadolu'daki yegane ruhban okulu olması bakımından özel bir öneme sahiptir. 1910'da manastırın bitişiğindeki köyde 1.505 kişi yaşar. Bu köyde yaşayan köylüler manastıra ait toprakları işlerler, ipek böceği yetiştirirler. Burası aynı zamanda, bölgede yaşayan Ermeni nüfusun sürgün edilmesini örgütleyen önemli kişilerden birinin, Armaş nahiye müdürü Fahreddin Efendi'nin de ikametgah yeridir. Armaş'ın birkaç kilometre batısında Dağ (nüf. 380) ve hemen bitişiğinde Haç (nüf. 202) köyleri yer alır. Khazgal/Pirahmet (nüf. 811) ise Armaş'ın kuzeydoğusunda, bir saatlik bir mesafede yer alır. 6 Savaş arifesinde lzmit'te 12 yerleşim yerinde yaşayan Ermeni nüfusu Katolikler ve Protestanlar dahil) 25.399 kişidir. Şehrin toplam nüfusu, 1870'lerin sonunda bölgeye yerleşen çok sayıda Çerkez ve 1912-1913 Balkan Savaşları'nın ardından Selanik ve Rumeli'den gelen muhacirlerle birlikte 70.000 kişidir.
Ermeni Soykırımı
Yazar: Raymond Kevorkian
Çevirmen: Ayşen Ekmekçi
Yayınevi : İletişim Yayıncılık

Graffiti sanatçısı Blu’nun militarizm konulu çalışması..

Bu günlerden Pontus Soykırımı...19 Mayıs
GAVUR PİS OLSA DA ALTINI TEMİZDİR!
Maraş katliamından kıl payı kurtulan görgü tanığı Vergine Mayikyan (1898 doğumlu) geçmişini acıyla hatırlayarak tanık olduğu korkunç olayları detaylı bir şekilde anlattı:
“…Karapet Ağa çok zengindi; o usta bir kunduracıydı. Maraş’ın yöneticisi Cutki Efendi’nin ayakkabılarını imal etmişti ve kendini emniyette hissediyordu. Ama silahı olmadığı için, kendini savunamazdı. Bir gece ayak takımından Türkler bahçe kapısını kırarak içeri daldılar ve evine girdiler; genç, yaşlı demeden ailesinin bütün fertlerini öldürdüler ve bahçedeki kuyunun içine attılar. Evini talan ettiler ve ganimeti aralarında paylaştılar. Bu olaydan sonra Ermeniler kendilerini nasıl savunacaklarını düşünmeye başladılar. Güvenlik kaygılarıyla kadınları ve çocukları Karasun Mankants Kilisesi’ne gönderdiler. Kiliselerden en büyüğü ve duvarlarla çevrili olduğu için en güvenli olanı Karasun Mankants Kilisesiydi.
Bölgemizdeki bütün kadınları, gelin adayı kızları ve çocukları, toplam 2.000’den fazla insanı oraya topladılar. İğne atsan yere düşmezdi. Sahn, giriş, üst kat dopdoluydu. Bizim fedayiler her taraftan gözetliyorlardı. Ama Türk çapulcu kalabalığı kudurmuş, Ermeni kanına susamıştı; her taraftan Türklerin sesleri duyuluyordu: ‘Hazreti Muhammed adına yemin ederiz ki bütün Ermenileri katledeceğiz.’
Silahlı Türk kalabalığı Karasun Mankants Kilisesi’nin çevresinde bir insan zinciri oluşturdu ve kiliseyi çember içine aldı; Türkler kapıların açılmasına bile izin vermediler; kapıların gece açılacağını söylediler, emir öyleymiş.
Karasun Mankants Kilisesi bir tepe üzerine inşa edilmişti. Kiliseye giden, taşlarla döşenmiş yol birkaç yüz metre uzunluğunda, hemen hemen 4 metre genişliğindeydi ve her iki yanında ağaçlar vardı. Kiliseye doldurulmuş Ermeniler gece kapının açılmasını bekliyorlar; ama gece saat on, on bir, on iki oluyor, kapıyı açan olmuyor. İçerisi tıka basa Ermenilerle dolu; ne su var, ne de ışık; her yer pisleniyor; biri ağlıyor, diğeri sızlıyor, bir diğeri de dua ediyor.
Kısacası görülmemiş bir kargaşa ortaya çıkıyor. Biz onların seslerini evimizin altındaki mahzenden duyuyorduk. Bir de küçük bir delikten, sabah birkaç Türkün, kilisenin kemer şeklindeki çatısına çıkmış, petrole bulanmış yanan elbise parçalarını kilisenin kubbesinden içeriye atmakta olduklarını gördük. …Yanık kokusu her yere yayılmıştı. Kiliseden yükselen sesler insanın yüreğini sızlatıyordu. Binlerce insan ağlıyor, bağırıyor, çığlık atıyor ve kapının açılması için yalvarıyordu. Sesleri yerin dibinden geliyor gibiydi. O kadar yüksek sesle ahlayıp inliyorlardı ki, yankıları bize kadar ulaşıyordu; bu yankılar saatler geçtikçe azaldı. Ama insanların yanmış kemiklerinin kokusu her tarafa yayılmıştı. Canavarlar yapacaklarını yapmışlardı. Artık kilisede ve evlerimizin çevresinde canlı kimse kalmamıştı. Kilisenin büyük taşlarla döşenmiş birkaç yüz metrelik zemini sanki kalın bir sabun tabakasıyla örtülüydü; insanların vücutlarındaki yağlar eriyip akmış ve iki parmak kalınlığında bir tabaka halinde yoğunlaşmıştı…
Oraya ilk gidenlerin ayakları karda bırakılan ayak izleri gibi yağ tabakasında iz bırakıyordu… Bir de baktık ki Türk kadınları ellerine birer elek almış kiliseye doğru koşuyorlar. Biz uzaktan seyrediyorduk; ama ben dayanamayarak gidip orada olan biteni görmek istedim. Üstüme ferace gibi bir şey giydim, başıma da bir çarşaf geçirdim; ağzımı burnumu örttüm, zaten çok iyi Türkçe konuşuyordum ve kendimi ele vermeyeceğimden emindim. Ben de Karasun Mankants Kilisesi’ne gitmek üzere yola düştüm. Kilisenin isler içindeki duvarları yarı yarıya yıkılmıştı. İnsanların kapının altından süzülen erimiş yağları ise tepeden aşağıya akmıştı... ayağımı basınca yapışıyordu; diğer ayağımı da yere basınca o da yapışıyordu… Sonunda elinde elekle yanımda yürüyen bir Türk kadın farkettim. O beni görerek dedi ki: ‘Bacı sen niye yanına elek almadın?’ Ben de şaşırmadan dedim ki ‘Geri dönüp alırım.’ Gülerek cevap verdi: ‘Geri döndüğünde ne kalır ki?’ Zaten katliamdan sonraki üçüncü gündü; ama çömlekçi fırını gibi kızarmış olan kilisenin duvarları hala sıcaktı. İçeri girdim ki ne göreyim! Türk kadınların her biri kilisede bir yer kapmış kimsenin kendi sınırından içeri girmesine izin vermiyor ve kadınlar birbirlerine bağırıyorlar: ’kim sınırımı aşarsa öldürürüm!…’
Benimle gelen kadın bana dönerek dedi ki:
‘Gâvur pis olsa da altını temizdir…’
Elekten geçirilmiş külün içinde erimiş bir altın parçası bulduklarında o canavar görünümlü kadınların sevincini unutamam
Kaynak
aykırıdoğrular.

Ermenice ismi “sabah ışığı” demek olan, ileriki yıllarındaysa “Aurora” diye anılacak Arşaluys Mardiganyan'in yaşam hikayesi 1901’de Osmanlı vatandaşı olarak Çemişgezek’te başlıyor.. 14 yaşındayken tanışıyoruz onunla… Hayat dolu. Ailesi ile sevgi dolu bir ortam içinde yaşıyor , babası varlıklı bir tüccar. Ancak yaşadığı dönemde çoğu Osmanlı vatandaşı Ermeni gibi aynı acıyı yaşıyor, Büyük Felaket'i… Anavatanından kopuyor, kopartılıyor.
Yolculuğu Çemişgezek'ten Malatya, Diyarbakır, Urfa, Muş, Erzurum ve Kars'a uzanıyor. Tiflis'te sona eriyor. İki yılda 2 bin 250 kilometrelik yürüyüşü anlatılıyor kitapta .. Ama bu yol sadece Arşaluys'un yürüyüşünden ibaret değil. Bu süreç içinde küçük kız, sevdiklerinin öldürüldüğünü görüyor. İstismara uğruyor. Ve sonunda Tiflis'in ardından kendisini ABD'de buluyor...
Ermenice "sabahın ışığı" anlamına gelen adı Arşaluys aynı anlama gelen Aurora'ya, Mardigyan soyadı ise Mardiganian'a dönüşüyor. Henry L. Gates tarafından hakkında "Ravished Armenia" kitabı yazılıyor..
Sonra da "Auction of Souls" filmi çekiliyor. Küçük bir kız çocuğu yetişkin bir kadın olmadan Hollywood setlerine çıkıyor.
Büyük bir şöhret takip ediyor Aurora'yı. Çemişgezekli Ermeni kızı "Ermenistan'ın Jeanne d'Arc'ı" diye anılmaya başlıyor. Sadece kendini oynadığı için değil halkının yaşadıklarını da aktardığı için dünyaya. İstemediği ve beklemediği bir şekilde bir yıldıza dönüşüyor..
Dersimli Mardiganyan rol yapmayıp, kendi yaşadığı gerçek hikayeyi oynuyor.. Film ilk gösteriminde gişe rekoru kırıyor ve çok tutuluyor..
Filmden elde edilen bütün gelir ise.. Ermeni Soykırımı'nda ailesi katledilen Ermeni yetimlerine gönderiliyor..
Sonra bir gün aniden "unutuluyor" Aurora. Uzun yıllar bir erkeğin kendisine dokunmasına izin vermese de, 1929'da evleniyor. Artık Amerikalı Ermeni bir ev kadını oluyor ve Martin adlı bir erkek çocuğunun annesi… 1994 yılında hayatını kaybedene kadar…
93 yaşında vefat eden Arşalus Mardiganyan, yaşamının son anına kadar yaşamını küçük kardeşini gazete ilanlarıyla bulmaya adıyor.. 1918'ten 1994'e kadar kardeşini bulmak için ABD'de verdiği gazete ilanları... hafızalarda bu nedenle iz bırakıyor :
"Ben Dersim doğumlu Arşalus (Aurora) Mardiganyan. Ailem ben 14 yaşındayken Çemişgezek'te katledildi. Şu an Los Angeles'te ikamet etmekteyim. Kendim gibi Dersim doğumlu olan küçük kardeşimi aramaktayım." 💕
" Aurora
Çemişgezek'ten Hollywood'a bir kadın, bir hayat, bir film.."
Aras Yayınları
Sevgi Zerrin Bazman arkadşım yazmış...

Bundan sonra şunlar olacak, Erdoğan ölene kadar başınızda kalacak!
Bundan sonra elinde ne var ne
yok satacak…
Anlaşılan bundan sonra bay
diktatör ümmüğünüzü daha çok sıkacak.!
Bu devlet ülkedeki halkı bilerek ve
isteyerek o kadar cahilleştirildi ki, bırakın yarattıkları cehennemde yansınlar…
Unutmayın hiç bir diktatör seçimle gitmedi, bunu bir kez daha anladık, anladınız.!
Şimdi şapkanızı önüne koyup bir düşünün, niye yenildik !

Mahmut Uzun

"Yalan söylediklerini biliyoruz.
Yalan söylediklerini biliyorlar.
Yalan söylediklerini bildiğimizi biliyorlar.
Yalan söylediklerini bildiğimizi bildiklerini biliyoruz.

Ama hâlâ yalan söylüyorlar..."

Aleksandr Soljenitsin

Hayat hiç bugünkü kadar geçici olmamıştı. İnsana süreklilik ve kalıcılık vadeden hiçbir şey yok. Varlık yoksunluğu içinde sinirler de boşalıyor. Hiperaktif ve hızlanmış bir yaşam, ölümün kendini hissettirdiği o boşluğu doldurma çabasından başka nedir ki.
Byung-Chul Han
Şiddetin Topolojisi

SOYKIRIM KURBANLARININ
ANISI ÖNÜNDE BİR
KEZ DAHA SAYGIYLA
EĞİLİYORUM ...

Mahmut Uzun
instagram.com/p/CsivtxnK3b-/

1/10 "KRAL ÇIPLAK!" DİYECEK ELEMAN ARANIYOR

Ayşe Hür

Danimarkalı masal yazarı Hans Christian Andersen’in (1805-1875) ünlü “Kralın Yeni Elbisesi” adlı masalında, dış görünüşünden başka hiçbir şey umurunda olmayan bir Krala, iki uyanık terzi, sadece akıllı insanların görebileceği
2/10 bir elbise yaptıklarını söyleyerek Kralı çıplak dolaştırırlar. Kral, ahmak damgası yememek için susar; Kralın çevresindekiler de Kralın çıplak olduğunu gördükleri halde makamlarını, ayrıcalıklarını, kellelerini kaybetmemek için krallarına gerçeği söyleyemezler.
3/10 Kral bir gün, halkın arasına "yeni elbisesi" ile yani çıplak olarak çıkar. Başlarına bir şey gelmesin diye korkan ahali aslında olmayan elbiseye övgüler düzüp çıplak kralı alkışlarken, kalabalıkta bir çocuk bağırır: “Aaaa! Kral çıplak! Neden Krala kimse bunu söylemiyor???"
4/10 Etraflarını sadece soytarılarla, dalkavuklarla dolduran güç sahiplerinin düşebilecekleri hali anlatan bu masal okul müfredatımıza bile girmiştir! Hayret ki hayret! Andersen'i benim kuşağım Kibritçi Kız, Küçük Deniz Kızı, Hansel&Gretel gibi aşırı acıklı masallarıyla tanır.
5/10 Meğer Andersen 1841 baharında İstanbul'a gelmiş. Kız Kulesi'ni, Üsküdar'ı gezmiş. Abdülmecid'in Cuma selamlığında bandonun Rossini'den opera parçaları çalmasına ve Sultan'ın bunu garipsememesine şaşırmış. Ardından İzmir'e gitmiş. İki şehirde de ne kadar kaldığı belli değil.
6/10 Andersen'i neden andığımı anlamışsınızdır. Söz dalkavuktan açılmışken; Reşat Ekrem Koçu der ki, Topkapı Sarayı arşivindeki I. Mahmut devrine (1730-1754) ait bir arizanın ekinde şöyle bir "dalkavukluk tarifesi" varmış: Dalkavuğun burnuna fiske vurma, fiske başına: 20 para.
7/10 Başına kabak vurma, seferi: 20 para. Yüzüne tokat atma, tokat başına: 30 para. Oturduğu minderden ve setten aşağı yuvarlama: 30 para Yüzüne mürekkep veya kömür sürme: 37 para. Ellerini ve ayaklarını domuz topu ile bağlama: 40 para.
8/10 Bir salkım üzümün sapı ile beraber yedirilmesi: 40 para Kafasına yumruk indirme, yumruk başına: 40 para Çıplak başını tokatlama, tokat başına: 45 para Elinde beş on kıl kalmak ve dişlerini leylek gibi çatırdatmak şartı ile sakal boyamasına: 60 para.
9/10 Sakalın yarısı veya tamamının arpa boyunca kırkılması: Ayda 30 kuruştan 90 kuruş nafaka. Eyerinin bir tarafında üzengi bulunmayan haşarı bir ata bindirilip temaşası hoşa giderse: 300 para Kuyruğu dışarıda kalmak üzere bir fındık sıçanını ağzının içine kapatma: 400 para.
10/10 Bostan dolabına bağlanarak su içinde bir müddet durdurulmak şartıyla bostan kuyusu içinde bir devir: 600 para. Bu latifede birden fazla her devir için ayrıca 100 para. Bu latifede dalkavuk boğulup ölürse: Cenaze masrafı latifeyi yapana ait.

Günümüzde tarife ne acep?

twitter.com/HurAyse/status/166

'"Hayatın, dünyanın,tarihin önceden belirlenmiş anlamı yoktur... anlamsız, kurgulardir bunlar....,,
J.Paul Sartre

''Hiçbir şey sonsuza kadar devam edemez, her şey geçer.''

Virginia Woolf

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.