'Böyle hak aranmaz' diyenlere hatırlatalım: "Eğer işçiler daha iyi ücretler için, sekiz saatlik iş günü için, güvenli ve sağlıklı bir atölye için, çocuk işçiliğinin kaldırılması için ya da kendilerini ilgilendiren başka herhangi bir konu için greve gitmeyi düşünürlerse, efendiler Devlet ve 'mülkiyet hakları' adına onlara efendilerine karşı güç kullanmanın ne kadar 'adil' olduğunu öğreteceklerdir."
-Voltairine de Cleyre
Farklı Gerçekler
Kristof Kolomb, gemilerin zorunlu tamiratı için Jamaika'ya uğrar. Oradaki yerliler tamirata yardımcı olur, gemi tayfasına yiyecek içecek verir. Ancak tamirat aylarca bitmez. Üstelik gemi tayfası, yerlilerin yiyeceklerini yağmalar. Bu duruma kızan yerliler, yardımı ve yiyeceği keser. Çaresiz durumdaki Kolomb, gemilerde bulunan takvimi karıştırırken, ertesi gün Ay tutulması olduğunu öğrenir ve hemen yerlilerin şefine gider.
Şefe, Tanrı ile haberleştiğini ve Tanrı'nın yardımın kesilmesine çok kızdığını, bu kızgınlığını da Ay'ı kan kırmızıya çevirerek göstereceğini söyler.
Ertesi gün akşam Ay tutulması başlar ve Ay'ın rengi tutulmadan dolayı kızıla döner. Kolomb'un oğlu, o anı günlüğüne şöyle yazmış:
"İnleme ve feryatlarla birlikte, her yerden gemilere doğru geldiler, yiyecek ve içecekler getirdiler, Tanrı'ya onları affetmesini söylemesi için amirale yalvardılar.”
Kolomb kum saatine bakar, 48 dakika süren tutulma bitmek üzeredir.
Onlara Tanrı'nın kendilerini affettiğini ve Ay'ı birazdan normal rengine çevireceğini söyler.
Tutulma biter, Tanrı tarafından affedilen yerliler de mutludur, evrenin işleyişini bilen Kolomb tek bir not düşer seyir defterine:
"Cehalet, her zaman köleliği getirir."
Haziran 1503
“İNANÇ”, ATEİZM, TAVIR
TEMEL DEMİRER
“Biz materyalist ve ateistleriz
ve gerçeklerle övünürüz.”[1]
Biliyorum: Kimileri için “nazik” bir mesele, ya da oldukça mesafeli ve sakınımlı olunan bir soru(n)dur “İnanç” ve ateizm ile tavır…
* * * * *
Öncelikle Simone de Beauvoir gbi, “Ölüme, sonrasını hiç merak etmeyecek kadar köktenci bir inancım var,” diyenlerden birisi olarak Dan Barker’in, “İçinde, konuşan hayvanların, büyücülerin, cadıların, yılanlara dönüşen sopaların, gökten düşen yiyeceklerin, suyun üstünde yürüyen insanların ve her türlü sihirli, tuhaf ve ilkel öykülerin yer aldığı bir kitaba inanıyorsunuz, sonra da bana, akıl sağlığın bozuk mu diyorsunuz?” sorunun altını çizerek Judith Hayes’den aktarmalıyım:
“Nuh’un Gemisi ve Tufan öyküsü köktendinciler tarafından savunulması belki de en mantıksız öyküdür. Örneğin, gemisini doldurduğu sırada Nuh, penguenleri ve kutup ayılarını nasıl oldu da Filistin topraklarında bulabildi?”[2]
Kanımca iman; düşünme ve kanıtları değerlendirme ihtiyacından sakınmak için büyük bir bahane, muazzam bir kaçıştır; kanıt yokluğuna rağmen, belki de olmadığından, inanmak demektir.
İnanç(lar) gerçeğin düşmanıdır ve nihai kertede, aklın yok edilmesinden başka bir şey değildir; olamaz da! Malum, ne kadar az bilirseniz, o kadar şiddetle savunursunuz.
Ancak “Majorem fidem homines adhibent iis quae non intelligunt/ İnsanlar anlaşılmaz şeylere kolayca inanırlar”ken; “Bawerî ji ramînê hêsantir e. Ji ber vê ji ramangêran hê zêdetir bawermend hene./ İnanmak, düşünmekten kolay. Bu yüzden, düşünenden çok inanan var,” diye uyarır Bruce Calvert.
Gerçeği bilmek istememekle malûl inanç, dine/ veya dinsel dogmaya inananlara, sorgusuzca biat edenlere aittir.
Tam da bunun için “Hangi inanç olursa olsun kutsaldır. İlk totem inancı da insanlık için kutsaldı, tek tanrılı dinlerden önce de inançlar kutsaldı. Totem, toplumun varlığını, ahlâkını, adaletini, eşitliğini ifade eden inancı temsil ettiği için kutsaldı. En başta da toplumun varlığını ve gücünü ifade ettiği için kutsaldı. İnsanlık totemde toplumsallığını ve gücünü gördüğü için kutsallık atfediyordu. Her inanç tamamen topluma ait olarak kutsal değerlerin taşıyıcısı oluyordu. Tek tanrılı dinlerde hak, adalet, vicdan, eşitlik biçiminde somutlaşan kutsallık, daha sistematik hâle gelmiştir.”[3]
Veya “Günümüzde bizzat bana ‘Sen hâlâ geleneksel Müslüman mısın?’ diye soran dangalaklar var. Geleneksel olmayıp da ne olacaktı? Bu din bize Hz. Peygamber’in gününden, geleneksel, yani nakil yoluyla gelmedi mi?”[4] türünden “varsayım”lar “Anlamak için inanıyorum,” diyen Anselmus’un açmazını anımsatırken, Carl Sagan’dan aktararak hatırlatalım: “Herhangi bir şeye inanan birisini ikna edemezsiniz, çünkü inançları kanıta değil, inanmaya duydukları köklü ihtiyaca dayanır.”
Mesele “hüküm” niteliğindeki “varsayım”larken; “Bilebildiğim kadarıyla hiç bir ilahide ‘zekâ’ kelimesi geçmiyor,” der Bertnard Russell da…
Devamla: Benedictus de Spinoza’nın,“Hurafeleri doğuran ve besleyen neden korkudur. Kalabalığı yönetmek için, hurafeden daha etkili bir şey yoktur”;[5] Henrik İbsen’in, “Sen ona inanç dersin, biz korku deriz,” ifadelerindeki kesinlikle ekler Eric Hoffer de: “Dağları yerinden oynatmaya yeterli teknik gücün bulunduğu yerde, dağları yerinden oynatan inançlara ihtiyaç yoktur.” “Mutlak iman, mutlak güç gibi mutlak biçimde bozulur.” “Kesin inançlı kendi siyasi, dini, felsefi inancının mutlak gerçek olduğuna, bunu başkalarına zorla uygulamak gerektiğine bağnazca inanır.”
Bağnazlık ile malûl inanç konusu karmaşık, göreli ve müphem iken; bilinç, insanın eleştirellik gücünü harekete geçirir.
İnanç özünde hoşgörüsüzken; dogma, apaçık ki, düşünme yasağından başka bir şey değil ve bu nedenle de “Dogmanın ölümü ahlâkın doğumudur,” Immanuel Kant’ın işaret ettiği gibi…
İnsan(lık)ı doğruya inançlar değil, ancak bilgi götürürken; “İnanç bilgi tarafından iyileştirilebilen bir yaradır,” diye ekler Ursula K. Le Guin.
Bu noktada Thomas Aquinas’ın, “Bilmek akılsal bir etkinliktir”; Sami Aldeeb’in, “Gökten; yağmur, göktaşı, kuş pisliğinden başka bir şey gelmedi”; Salman Rüşdi’nin, “Kafanız uydurma şeylerle dolu; bu nedenle orada gerçeklere yer yok,” deyişlerinde itiraz edilecek ne olabilir ki?
“Credat judeus apella/ İnanmak isteyen inansın, ama ben hayır,” diyen ateistler Carl Sagan gibi, “İnanmak değil, bilmek istiyorum,” der ve Ludwig Wittgenstein’den aktarırlar: “Gizem yoktur. Bir soru sorulabiliyorsa, yanıtlanabilir de.”
Çünkü Voltaire’in ifadesiyle, “Batıl inançlar tüm dünyanın alev almasına yol açar; felsefe bu yangını söndürür.”
Ve nihayet “Araştırma ve bilim önce inançsızlıkla başlar. Ancak, inançsızlık başlı başına strestir. Yalnızca güçlüler buna dayanabilir. Bir düşünürün, sorması gereke asıl soru nedir biliyor musunuz? (…) Asıl soru şudur: Hakikâtin ne kadarına dayanabilirim?”[6]
* * * * *
Eleştiri, itiraz, kavrama, düşünme ve değiştirmenin önündeki en büyük engellerden birisi olarak “inanç” açmazı toplumsal gelişmenin önündeki -yıkılması gereken!- barikattan başka bir şey değildir.
Emma Goldman’ın, “Tanrı’ya inanmıyorum, çünkü insanlığa inanıyorum. İnsanlık artık nasıl bir suç işlediyse, tanrınızın yaptığı aptalca işleri geri alabilmek için binlerce yıldır çalışıp didiniyor.” “Ateizmin felsefesi, herhangi bir ahiret ya da yüce lider olmayan bir yaşam kavramını öne sürer.” “Tanrıları inkâr edişiyle ateizm, aynı zamanda insanlığın da en büyük olumlaması ve insanlık aracılığıyla hayata, amaca ve güzelliğe sonsuz evet anlamına geliyor,” saptaması eşliğinde aktarmalıyım…
Charles Darwin’in, “Size üzülerek bildiririm ki; İncil’in Tanrı katından indirildiğine ve İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğuna inanmıyorum”…
Sigmund Freud’ün, “Tanrı, abartılmış bir baba figüründen başka bir şey değildir”…
Denis Diderot’nun, “Tanrıya inanmamı istiyorsan, ona dokunmamı sağla”…
Simone de Beauvoir’ın, “İnanmadığım bir tanrıya kızamam”…
Ernest Hemingway’in, “Düşünen bütün insanlar ateisttir”…
Eduardo Galeano’nun, “Tanrım yoktur benim,”…[7]
Sait Faik Abasıyanık’ın, “Allah hiç gülmez mi?..”[8]
Paulo Coelho’nun, “Tanrı varsa, ki ben olmadığına gerçekten inanıyorum, insan aklının sınırları olduğunu da bilir. Yoksulluğu, haksızlığı, açgözlülüğü, yapayalnızlığı, bütün bu karmaşayı o yaratmadı mı?..”[9]
Charlie Chaplin’in, “Aklım başımda olduğu için Tanrı’ya inanmıyorum”…
Baron d’Holbach’un, “Bütün çocuklar ateisttir, tanrı fikri onlarda yoktur”…
Benzeri ifadeleriyle maruf ateistler insan(lık)a müthiş hizmetler vermişlerdir.
Bunlardan kimi kendi dallarında Nobel ödülü almış ve ateistliklerini açıklamış bilim insanlarıdır. Bugün eğer insan ömrü uzamış, çeşitli hastalıklara çare bulunmuş, modern teknolojinin çeşitli olanakları insanlığın kullanımına sunulmuşsa onların araştırma, buluş ve yaratıcılıkları sayesindedir:
ABD’li biyokimyacı Julius Axelrod (1912-2004), İngiliz fizikçi Patrick Blackett (1897-1974), Hint/ ABD’li astrofizikçi Subrahmanyan Chandrasekhar (1910- 1995), 1953’te DNA moleküllerini bulan İngiliz moleküler biyolog ve fizikçi Francis Crick (1916-2004), fizikçi ve kimyacı Marie Curie (1867-1934), ABD’li fizikçi Richard Feynman (1918-1988), Rus fizikçi Vitaly Ginzburg (doğ. 1916), Fransız fizikçi Frédéric Joliot-Curie (1900-1958), İngiliz kimyacı Harold Kroto (doğ. 1939), Brezilya/ Britanyalı tıp bilimcisi Peter Medawar (1915-1987), İngiliz biyokimyacı Peter D. Mitchell (1920-1992), Fransız biyolog Jacques Monod (1910-1976), ABD’li genetikçi, eğitimci Hermann Joseph Muller (1890-1967), Britanyalı genetikçi ve hücre biyoloğu Paul Nurse (doğ. 1949), ABD’li kimyacı Linus Pauling (1901- 1994), Britanyalı biyokimyacı ve moleküler biyolog Richard J. Roberts (doğ. 1943), Hintli ekonomist Amartya Kumar Sen (doğ. 1933), Kanada/ Britanyalı biyokimyacı Michael Smith (1932-2000), ABD’li moleküler biyolog James D. Watson (doğ. 1928), ABD’li fizikçi Steven Weinberg (doğ. 1933)…
İnsanlık olarak bu kişilere çok şey borçluyuz ve bunda da ateist olmaları önemli rol oynamıştır!
Kolay mı?
“Ateizm, tüm tanrılara ve ruhsal varlıklara olan metafizik inançları reddeden ve var olan gerçekliği inanç yoluyla açıklamayı kabul etmeyen bir felsefi düşünce akımıdır. Ateistler, bazen “Tanrıtanımaz” sözcüğüyle anılsalar da bu adlandırma “var olan bir Tanrı’yı reddetme” fikrine atıfta bulunduğu için ateistler tarafından kabul görmez. Ateizm inanç koşullanmalarını, hayali yaratıkları ve olayları reddeder. Ateist bakış açısıyla Tanrı’nın yanı sıra tüm metafizik inançlar ve tüm ruhani varlıklar da reddedilir.”[10]
* * * * *
Dini inanış sorununa nasıl yaklaşmak gerekir? Bunun yanıtı açıktır; Tanrı/ Allah/ Yaratıcı vb. kavramlarda ifade edilen ve olayların nasıl olduğu, kim tarafından yapıldığı sorularına verilmeye çalışılan yanıtların toplamı kişi ile bu evreni/ insanı yarattığı iddia edilen arasında olduğu sürece inanan kişi dışında kimseyi ilgilendirmeyen bir konu olarak algılanmak zorundadır.
Yine tartışmanın merkezinde bir yaratıcı olup olmadığı sorusunu yerleştirmek taraflar açısından kesin ve net olarak ispata dayalı olgular olmadıkları için sorun çözücü olmaktan uzak olduğundan gereksiz kabul edilmelidir.
Böyle bir inanca ihtiyaç duyanlar inanmakta, duymayanlar da inanmamakta özgürdürler. Bizim için bir Yaratıcının /Allah’ın/ Tanrı’nın varlığı tartışması var olan bilimsel bilgi ve değerlendirmelerin toplamı açısından bakıldığında gereksiz bir tartışmadır. Yani sorun Tanrı/ Allah ya da Yaratıcının varlığı ya da yokluğu değil, bu iddia edilen güçlerin insanlara /toplum düzenine/ ilişkin bir görevler ve sorumluluklar bütünü yüklemesi ve buna ilişkin kurallar/ cezalar öngörmesidir.
Tartışılması gereken şey bu görüşün, kutsal emir ve cezaların insanlığın geldiği nokta itibarı ile nasıl değerlendirilmesi gerektiğiyken;[11] Charles Dickens’dan aktarmadan geçmeyelim: “Dünyada öyle aç insanlar var ki, onlar tanrıyı ancak ekmek biçiminde görürler.”
Unutulmamalıdır ki, dine inananlar ile dinciler arasında uçurum vardır.
Dinciler biat etme özgürlüğü için mücadele ederlerken; din, insanlığın karanlık zamanlarının siyasi iktidarıdır.
Dinciler ile dini söylem ve dini referanslarla mücadele edilemeyeceğini Fransız devrimi bize anlatır. Fransız devriminde din dışında söylemler ile halk iktidara gelmiş ve dini olması gerektiği yere çekmiştir.
İ. Lenin’in ifadesiyle, “Din, kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir.”
Kaldı ki V. İ. Lenin’in ‘Din Üzerine’[12] başlıklı yapıtında kaleme aldıkları temel karşıtlık olarak sınıf karşıtlığını görür. Mücadelenin temeline dini görüşlerdeki ayrılığı değil, sınıf mücadelesini koyup ekler:
“Marksist, materyalist, yani din karşıtı olmalı, ama diyalektik bir materyalist olmayı da unutmamalı, yani dine karşı savaşı spekülatif bir biçimde değil, tekdüze bir propagandanın soyut ve salt teorik alanında değil, somut bir biçimde, yığınların en etkin eğitim aracı olan sınıf savaşımı platformunda ele almalıdır. Marksist, somut durumun tümünü hesaba katmasını bilmelidir; her zaman için anarşizm ile oportünizm arasındaki dengeyi bulmasını (bu denge nispi, esnek, değişkendir, ama vardır) ne soyut ‘revolüsyonarizm’e, ne anarşizmin laf ebeliğine, ne de küçük burjuva ya da liberal ‘aydın darkafalılığı’ ve oportünizmine düşmemesini bilmeli, bu ikinciler gibi dine savaş açmaktan korkmamalı.”
Zaten bir sosyalist için temel çatışma sömüren ve sömürülen çatışmasıdır, diğer bütün ayrımlar bu çatışmanın doğurduğu sonuçlardır. Proleterleri dindar-dindar olmayan diye ayırmak sınıfsal hareketi bölmek ve egemen güçlerin çıkarlarına hizmet etmektir.[13]
Karl Marx ile Friedrich Engels ‘Komünist Parti Manifestosu’nda, “Devrimlerin ve karşıdevrimlerin tarihi sınıf mücadelesinin tarihidir,”[14] derlerken birincil derecede önemli olan, bir proleterin dini inancı değil, sınıf bilincine sahip olup olmadığıdır. Hatta din adamları içinde bile devrimci mücadelenin saflarına katılacaklar olabilir, onları dışlamak yerine mücadeleye katmak için çaba gösterilmelidir.
Doğaldır ki bu tutumun da bir sınırı olduğu unutulup, göz ardı edilmemeliyken;[15] filozof Simon Crichley, “Felsefe ve siyaset, sırasıyla din ve adalet alanlarında düş kırıklıklarından kaynaklanır” diyordu. Radikalizmi hemen, buraya; dini anlamlar sistemini ve/veya verili adalet sistemini kökten değiştirmeyi amaçlamak olarak koyabiliriz.
Malum: Postmodernizmin, restorasyonun etkisiyle sol radikalizm zayıfladıkça, dinci radikalizm güçlendi, güçlenmeye de devam ediyor. Çaresi daha fazla sivil toplum, liberalizm, sahte radikalizm değil. Çare, “Gericiliğin panzehiri soldur, aydınlanmadır,”[16] deyişinin de ötesine geçen daha fazla sekülarizm, sol bir radikalizm!
Çünkü insan(lık), emperyalist-kapitalizmin egemen olduğu, meta üretimiyle birbirlerine bağlandıkları sürdürülemezlik dünyasından; ancak, kendi geleceklerini ellerine alıp, üretimin eşit dağıtıldığı bir dünyada, özgürlüğe kavuşabilirler
Karl Marx için din, “Zincirlerin üzerinde açan hayali çiçekler” ya da “Kalpsiz bir dünyadaki sığınak” olma işlevini yerine getiren, ve de yabancılaşmış insanları, egemen sınıflar tarafından sömürmek ve yönetmek amacıyla kullanılan toplumsal bir kurumdur.
Her üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf bir ideoloji inşa ederlerken; Friedrich Engels, “Tüm dinler, gündelik yaşamı kontrol eden dış güçlerin insan zihnindeki fantastik yansımalarından başka bir şey değildir,” der.
Friedrich Engels’in ‘Fransa’da İç Savaş’ın önsözünde yazdığı gibi, “Devletle ilişki konusunda, din bütünüyle özel hayata dair bir sorundur.”[17]
İ. Lenin’den hareketle toparlarsak:[18] “Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikle şu sözlerle belirtirler: ‘Din, kişinin özel meselesi olarak görülmelidir’…”
“Devlet, dinle ilgilenmemelidir; dinsel kurumlar devlete bağlı olmamalıdır. Herkes istediği dini savunmakta ya da dinsiz; yani genelde her sosyalist gibi ateist olduğunu açıklamakta özgür olmalıdır”…
“Herkes istediği dini izleme ya da ret etme konusunda özgür olmalı”…
“Vatandaşlar arasında dini inanışlardan kaynaklanan ayrımcılığa tahammül edilemez. Vatandaşın dininin resmi belgelerdeki yalın ifadesi bile kaldırılmalıdır,”[19] tutumuyla tartışıl(a)maz bir özgürlükçülüktür esas olan.
O hâlde Mihail Bakunin’in, “En başta, ilahiyatın ilahi zorbalığına, Tanrı’nın hayaline başkaldırmak gerekir. Gökyüzünde bir efendimiz bulunduğu sürece yeryüzünde kölelikten kurtulamayız”; Emma Goldman’ın, “İnsan gerçekten kurtulacaksa, kurtarması gereken şey cennet değil, yeryüzüdür,” uyarılarını “es” geçmeden Charlie Chaplin’in deyişiyle, “Din, dil, ulus ayrımcılığı olmayan yeni bir dünya yaratalım.”
11 Eylül 2022 12:35:46, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:255, Ekim 2022…
[1] Mihail Bakunin.
[2] “İşte Kitabı Mukaddes’ten birkaç örnek:
‘Çocuğunu terbiye etmekten geri kalma; onu değnekle dövsen de ölmez. Onu değnekle döversen canını ölüler diyarından kurtarırsın.’
‘Kilise Mesih’e ne kadar bağımlıysa, kadınlar da kocalarına her durumda o kadar bağımlı olsunlar.’
‘Her durumda’! Dayakta da bağımlı olsunlar mı? Ya evlilik içi tecavüzde? Sözel ve psikolojik suistimalde? Maddi bağımlılıkta?” (Walter Sinnott-Armstrong, Tanrısız Ahlâk, çev: Attila Tuygan, Ayrıntı Yay., 2011, s.41.)
[3] Hüseyin Ali, “Demokratik İslâm!”, Gündem, 29 Mayıs 2015, s.14.
[4] Fuat Bol, “Hangi İslâm?”, Hürriyet, 14 Kasım 2020, s.14.
[5] Benedictus de Spinoza, Teolojik Politik İnceleme, çev: Murat Erşen, Doğu Batı Yay., 2018.
[6] Irvin D. Yalom, Nietzsche Ağladığında, çev: Aysun Babacan, Ayrıntı Yay., 1996.
[7] Eduardo Galeano, Kucaklaşmanın Kitabı, çev. Nihal Yeğinobalı, Can Yay., 1994, s.287.
[8] Sait Faik Abasıyanık, Semaver, Yapı Kredi Yay., 6. Baskı, 2004, s.11.
[9] Paulo Coelho, Veronika Ölmek İstiyor, Çev: Haldun Pamir, Can Yay., 2 baskı, 2010, s.18.
[10] Deniz Kavukçuoğlu, “Nefret Söylemleri”, Cumhuriyet, 12 Mart 2014, s.13.
[11] Ali Öztürk, “Bir Varmış Bir Yokmuş ya da İslâmiyet’e Giriş Notları”, Birgün, Yıl:13, No:488, 17 Temmuz 2016, s.2.
[12] V. İ. Lenin, Din Üzerine, çev: Süheyla Kaya-İsmail Yarkın, İnter Yay., 1998.
[13] Atilla Cemal Eşen, Dinlerin Sınıfsal Kökeni ve Din Üzerinden Siyaset, Berfin Yay., 2021.
[14] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[15] Başbakan Erdoğan ve Abdullah Öcalan’ın ağzından, farklı bağlamlarda da olsa ‘İslâmîyet’in birleştirici gücü’ hakkında yorumlar duyduk. Epeydir, Asr-ı Saadet, Medine Sözleşmesi, Hudeybiye Barışı gibi İslâmî kavramlara dayalı ‘çözüm önerileri’ duyuyoruz. Toplumları bir arada tutan unsurlar arasında dinin önemli bir yeri olduğu doğru ancak tarih bize din kardeşliğinin bazen hiç işe yaramadığını, dahası din konusundaki farklı düşüncelerin toplumları bıçak gibi bölebileceğini gösteriyor. (Ayşe Hür, “Dört Halife Dönemi’nden Bugüne ‘İslâm Kardeşliği’…”, Radikal, 14 Nisan 2013, s.28-29.)
[16] İbrahim Varlı, “Radikal İslâmın Panzehiri Sekülarizmdir”, Birgün, 29 Mart 2016, s.13.
[17] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.
[18] “Komünist partiler, din ve devlet arasındaki ilişki sorununun bir çözüm yolu olarak laiklik fikrini yeterince savunmadılar. Manevi hayatın mümin ile Rabbi arasındaki bireysel bir mesele olduğu fikrini açıkça öne sürmediler. Komünistler, laikliği vatandaşlık başta olmak üzere bireysel ve kitlesel özgürlüklere saygı esasına dayalı toplumsal düzenlemenin bir yolu olarak kullanmak yerine çoğu zaman laikleri, burjuva sınıfına dahil ettiler. Yani komünizmin düşmanı bellediler.” (“Arap Komünistler Siyasal İslâm’ı Nasıl Beslediler?”, 25 Haziran 2019… https://aawsat.com/turkish/home/article/1784306/arap-kom%C3%BCnistler-siyasal-İslam%E2%80%99%C4%B1-nas%C4%B1l-beslediler)
[19] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Din, çev: Nihal Şen, Evrensel Basım Yayın, 2013.
“Sen bizi gaflet uykusundan uyandırdın”
İranlı yazar Samed Behrengi 24 Haziran 1939’da Çerendab’da dünyaya geldi. 31 Ağustos 1968’de Aras Nehri’nde ölü bulundu. Sadece 29 yaşındaydı.
İranlı yazar Samed Behrengi 24 Haziran 1939’da Çerendab’da dünyaya geldi. 31 Ağustos 1968’de Aras Nehri’nde ölü bulundu. Sadece 29 yaşındaydı. Eceliyle ölüm değildi bu, İran İstihbarat ve Güvenlik Teşkilatı (SAVAK) tarafından öldürüldüğü düşünülüyor. Sadece çocuklara değil yetişkinlere de çok şey söyleyen Küçük Kara Balık adlı eserinden sizin için bir parça seçtik:
Hayır ana. Bıktım ben bu dolaşmalardan. Çıkıkp gitmek, başka yerlerde ne olup bittiğini görmek istiyorum.
Sakın ‘Küçük Kara Balığın aklını çeldiler’ deme ana. inan bana. Uzun bir süredir düşünüyorum bunları. Tabii ki her anlatıdan hisseler kapmışım. Hele boşuna ömür tükettiklerinden yakınan ihtiyar balıklar var ya, beni çok düşündürmüştür. Yaşam sadece bir avuç suyun ardısıra dolaşarak zaman doldurmak mı gerçekten? Öğrenmek istiyorum. Yoksa başka türlü bir yaşam türü de mi var şu dünyada?”
Sözü bitince, anası:
“Yavrucuğum, aklını mı kaçırdın sen?” dedi. “Dünya, dünya diye tutturmuşsun. Nedir dünya dediğin? Bulunduğumuz çevredir dünya. Sürdüğümüz düzendir yaşam.”
Bu sırada irice bir balık yaklaştı yuvalarına, söze karıştı:
“Komşu,” dedi. “Nedir bu çene yarıştırmanız? Korkarım bugün dolaşmak için geç kalacaksınız.”
Ana balık komşusunun sesine oyuktan çıktı:
“Zamane çocuğu işte… ” dedi. “Anasına ders vermeye kalkışıyor.”
“Ne diyor ki?”
“Boyuna posuna bakmadan, çekip gitmek istiyor. Gidip dünyada olup biteni öğrenecekmiş! Büyük büyük konuşuyor, işte … ”
“Ah sevsinler küçüğü. Bilge olmuş da
haberimiz yok.”
Küçük Kara Balık:
“Efendim, bilge dediğinizin ne olduğunu bilmiyorum. Şu amaçsız dönüp dolaşmalardan usandım artık. Ben yokum bu işte. Kandıramam kendimi. Günün birinde yaşlanınca, cahil bir bunak gibi köşeme sinmek, boşuna tükettiğim günler için yakınmak istemiyorum.
Komşu kızdı:
“Daha neler!” dedi.
Anası:
“Biricik yavrumun böylesine yoldan çıkacağını düşünemezdim. Kimbilir kim baştan çıkardı” dedi.
“Kimsenin beni baştan çıkardığı yok. Her şeye aklım eriyor. İyiyi kötüyü ayırt ediyorum.”
Komşu balık, ana balığa döndü:
“Bacım, evini sırtında taşıyan salyangoz olmasın sakın?”
“Ya… Haklısın kuşkulanmakta. Hep yavrumun çevresinde dolanıyordu. O çelmiştir aklını, kahrolasıca!”
Küçük Kara Balık:
“Sus ana,” dedi. “O benim arkadaşımdı.”
Anası:
“Balıkla salyangozun arkadaşlığı mı olurmuş? Hiç duymadıktı.”
“Balıkla salyangozun düşmanlığını da hiç duymamıştık ama siz ona düşman kesildiniz.
Zavallıyı yok yere öldürdünüz.”
Komşu balık:
“Bu eski bir öyküdür,” dedi.
“İyi ama siz deştiniz bu eski öyküyü.”
Anası:
“Ölümü hak etmişti o,” dedi. “Unuttun mu olur olmaz yerde, ileri geri konuşmalarını?”
“Öyleyse beni de öldürün. Çünkü ben de öyle konuşuyorum artık.”
Sözü uzatmayalım. Onların tartışmaları öteki balıkları da oracığa topladı. Görünüşe
bakılırsa çok kızmışlardı Küçük Kara Balığa.
Yaşlılardan bir balık:
“Çizmeyi aşıyorsun. Sonra karışmam ha… Sana da acımayız!” dedi.
Bir başkası:
“Küçük Bey biraz okşanmak ister. Evet, anlarsınız ya…” dedi.
Ana balık:
“Çekilin! Dokunmayın yavruma,” diye haykırdı.
Bir başka balık:
“Hanımefendi,” dedi. “Çocuğu iyi eğitmemenin sonu budur işte!”
Komşu balık:
“Bu durum karşısında, inan ki komşun olduğumdan utanç duyuyorum.”
Başka birisi de şu öneride bulundu:
“Hadi, iş işten geçmeden bitirelim işini.
İhtiyar salyangozun yanına gönderelim onu.”
Balıklar Küçük Kara Balığı yakalamaya davrandılar. Bir kargaşadır koptu. Ama arkadaşları daha çeviktiler, kurtarıp ortalıktan kaçırdılar onu.
Ana balık, ah vah edip dövünüyor, ağlıyordu:
“Yavrum elden gidiyor, yetişin a dostlar…
Küçük Kara Balık anasının telaşını görünce:
“Anacığım, benim için değil, bu koca
bunakların haline ağla,” dedi.
Uzaktan biri:
“Ağzını topla. Bızdık,” diye bağırdı.
İkincisi:
“Tövbeler olsun,” dedi. “Seni asla aramıza almayacağız.
Üçüncüsü: “Bunlar gençlik hevesleridir, gel gitme, vazgeç bu sevdadan…”
Dördüncüsü: “Buranın neyi eksik yani?”
Beşincisi: “Bundan başka bir dünya yok. Dünya burasıdır işte. Dön.”
Altıncısı: “Uslanıp dönersen, o zaman gerçekten aydınlandığına inanacağız.”
Yedincisi:
“Seni özleyeceğiz yahu,” diyordu.
Anası da: “Acı bana, gitme, gitme .. ” diye sızlanıyordu.
Kara Balığın artık onlara söyleyeceği bir sözü yoktu. Hızla ayrıldı oradan. Yaşıtı birkaç arkadaşı onu çağlayana kadar uğurladılar.
Küçük Kara Balık onlardan ayrılırken: “Dostlarım,” dedi. “Yine görüşürüz umarım. Beni unutmayın.”
Dostları ona: “Seni nasıl unuturuz,” dediler. “Sen bizi gaflet uykusundan uyandırdın. Bize öyle şeyler öğrettin ki, daha önce hiç düşünmemiştik. Yine görüşmek umuduyla…
[Küçük Kara Balık, Samed Behrengi, Gendaş Çocuk]
https://alinteri8.org/2023/06/24/sen-bizi-gaflet-uykusundan-uyandirdin/
ĞADİR BAYRAMI
Uzatmadan yazacağım bir tek cümle bulunuyor oda bu yazıyı sakince okumanızdır. Çünkü bu yazıda dini amaçlar ya da ön yargılar bulunmamaktadır. Tek amaç bu bayramın nedenleri açıklamaktır. Hepinize kolay okumalar diliyorum.
Mihraç URAL
Yazı oldukça uzun. Buna rağmen okurlarım konuyu kapsamlı olarak bilmeleri için sabırla okumalarını istiyorum.
ĞADİR BAYRAMI
Bu gün Ğadir bayramı, kimse elini bir işe sürmesin, iş yapmayı bırakın, insanlığı düşünün insanlık üretin. Hepimize gerekli olan budur...
V. Basıma önsöz- 5 Temmuz 2023 / Çarşamba
Uzatmadan yazacağım bir tek cümle bulunuyor oda bu yazıyı sakince okumanızdır. Çünkü bu yazıda dini amaçlar ya da ön yargılar bulunmamaktadır. Tek amaç bu bayramın nedenleri açıklamaktır. Hepinize kolay okumalar diliyorum.
IV. Basıma önsöz
Bu dördüncü yayımda halkımın müthiş bir hamleyle inanç kimliğine sarıldağına tanık oldum. Bir içgüdüsel refleks gibi. Özellikle bölgedeki son gelişmelerin selefi cinayet şebekelerinin farklılıkları yok etme vahşeti, kafa kesme, kol bacak kesip inanç kimliği üzerinden insanları topuca katletmeye uzanan bu kirli ve karanık sürece karşı inancına sarılan halkım direnişini böylesi bir çıkışla ifede etmeye baxşladığını gözlemledim.
Bu günün dualarına katıldım; tutkum uçun dua ettim, benim için de duaettiler. Bu satırları iki farklı yerdeki davete gidişimden sonra; üçüncü deveti yerine getirme arasında yazıyorum. Mukaveme Suriyyi güçlerine, Suriye Halk Ordusuna, şahsıma ve militan arkadaşlarıma yoğun duaların yapıldığı bu kutsal günde inancın kimlik ifadesindeki konumu çok daha netleşmiş oldu.
Bu inanç yayılmacı olmadığı için, hiçbir zaman siyasete bulaşmaz. İktidar gibi bir talebi olmayan inancın ilkeleri sadece tanrı ile kul arasındaki dua ilişkisine dayalı olan, fetvasız, akıl süzgecinden geçmeyen hiçbir şeyi şer-i saymayan özelliğiyle, evrimci olma gibi hiçbir inançta olmayan yapısı toplumsal yaşamda laik bir inanç olarak yer edinmesini sağlamıştır.
Bu özelliğiyle 1400 yılın kasvetine karşı direnişi tanımlayan Alevilik, bu tarihsel kesitte de direnerek yaşamaya ve yaşatmaya devam edecektir.
III. Basıma Önsöz;
Mihrac Ural – 1 Kasım 2012 / Perşembe (18 Zülhücce 1433)– Ğadir bayramı dolaysıyla
Hz Muhammed son hac ziyareti olan “Veda Haccı” dönüşünde tamamlanmış din öğretisini, inananların velisi olarak Hz Ali’ye teslim eder. Hz Ali müminlerin imamı ve velisidir. Tamamlanmış bir din öğretisi dünyevi ve uhrevi bir yol haritasıdır. Bu da dünya yaşamını insan onur ve erdemine bağlı bir toplumsal yaşama çevirerek uhrevi yaşamın huzurunu işaret eder. İslam dini, Veda haccının “ekmemltu dinokom” (Dininiz artık tamamlanmıştır) ibaresiyle kazandığı boyut aynı zamanda İslam’ın yönelimi ve güvenli yürüyüşü için Hz Ali’nin velayetini ön görerek manasını tanımlar. Hz Muhammed bir elçi olarak, İslam dinini vahiyle insanlığa ilettiği gibi, velayeti de bunun verdiği yetki ve güçle yapar.
Ehlibeytin yolu bu kaynaktan beslenir. İnsan erdem ve onurunun yol haritası bu kaynakta anlam bulur. Bu yol dünyasal hükümranlık yolu değildir, insanca yaşamın erdemli yoludur. Bu nedenle, ehlibeyt yolu hakimin değil, zorbaca mahkumiyet altına alınan müminlerin, despotluğa karşı insanlık erdemini savunan direnme yolu olmuştur.
İslam’ı egemenlik aracı, başka milletlerin ve insanların ürettiği değerleri talan etme amaçlı, yetkisi kimden alınmış belli olmayan Allah adına hüküm verme, asıp kesme, insan katletme, başka ülkeleri soyanlara uşaklık etme yolu haline getirenler, İslam’ın Ğadir günüyle yola devam eden erdemli yolunun direnişiyle yüz yüze kalmıştır. Dün gibi bu gün de bu iki güç doğada da var olan toplumsal yaşam da tecelli eden hayır ile şer arasındaki mücadeleyi temsil etti. Ğadir gününü tarihsel soyutlamalarımız arasında anlamlı hale getiren budur. Bu ölçüyle dünü olduğu kadar bu günün ve yarının hayır ve şer güçlerini belirler hale gelebildik.
Ğadir başlıklı makalemin bu III. Basımında bölgemizde ortaya çıkan “hayır ve şer” güçlerinin saflaşmasına işaret etmek için bu girişi uygun gördüm. Bu çatışma bu günün verilerinde en anlamlı saflaşmasını Suriye olaylarında görmekteyiz. Ğadir gününün ölçüleriyle de bu olayların haklı güçlerine şer güçlerinden ayırdık. İslam tam bu noktada iki farklı İslam olarak belirdi. Bunun üzerine de safımızı hak yolunda olanların yanında belirledik.
Dünya olaylarını toplumsal ve fizik yasalarıyla, insan erdem ve vicdan verileriyle ele alan bu satırların yazarı, dini bir aldatma aracı haline getirip insan kanına gerenlerin vahşet çağlarını aratmayan kıyımları karşısında Ğadir bayramının sadık bir izcisi olarak hak yolunun yanında şer güçlerine karşı direnmeyi seçmiştir. Ehlibeytin hak yolunu, ülkesinde ve Suriye’de anti-emperyalist mücadelenin merkezine oturttu.
Bu makaleyi yazdığımda da bu gün de aynı kanaatlerin bir militanı olmayı kendime yaşam biçimi yaptım. Bunun gereklerini yerine getirdim. Ğadir bayramınız kutlu olsun.
II. Basıma ön söz.
Mihrac Ural - 13 Kasım 2011 Pazar (18 Zulhücce 1432) Ğadir Bayramı münasebetiyle
Bu yazı, İnanç algılarım ve kültür kimliğimin önemli tanılarından birini oluşturuyor. Bu gün Ğadir bayramıdır, bu yıl 13 Kasım 2011 Pazar gününe denk geliyor ( 18 Zilhücce 1432). Laik, demokrat ve dünyasal algılarını fizik yasalarıyla bilimin verileriyle algılayan biri olarak, bu günü ben de mensup olduğun toplulukla birlikte sevinçle, coşkuyla ve özgünce kutluyorum. Bugününün resmi tatil olması için, İnanç topluluğunun tüm girişimlerine var gücümle katılıyorum. Bu hakkın alınması için en önde mücadele ediyorum. Demokratik hak ve özgürlüklerin parçalanamaz bir bütün olduğuna inanıyorum. Düne kadar, bu gerçekçi ve haklı talepleri dile getirmekten hep çekindiğimiz için halkımdan özür diliyorum.
Altta, uzun uzun konusunu ettiği Ğadir bayramı, Arap Alevileri için inanç algısının merkezinde duran bir gündür. Öyle ki, ebeveynlerim, ölümden önce, mezar taşlarına Hz Ali sevgisini işlememizi vasiyet ettiler. Ateşe meydan okuyan bu beyitleri istedikleri gibi, her ikisinin mezar taşlarına işledik. Beyitlerin Arapçası ve Türkçesi şöyle;
Arapçası:
Vilayeti li emir el nahil tekfini
İnda el memamti ve tahsiyli va tekfini
Tıynati kad cubilet kabla tekvini
Bi hubbi Haydara fa keyfa ennari tekvini
Türkçesi:
Ölümümde, yıkanıp kefenimi giydiğimde
Velayetimi emir el müminin Aliye vermişim, bu yeter...
Harcım, tekvinimden önce Haydara’nın sevgisiyle karılmış
Hangi ateş beni yakabilir ki…
Böylesine derin, böylesine köklü bir bağlılıkla inancına sarılmış bu kuşakların mesajlarını doğru kavramayı en az kendi adıma bir görev sayıyorum. Bu ister düşünsel, ister kültürel bir yaklaşım olsun isterse inançsal açıdan olsun ötelenemez bir görevdir. Bu inancın, 1400 yıl içinde oluşturduğu sarsılmaz kimlik, doğal olarak irdelenmeyi gerektirir. Bize ait olan, bizim coğrafyamızın gerçekliğinde ayakları yere basan bu hat, imparatorlukların, devletlerin, haritaların değiştiği, ideolojilerin ardı ardına yıkıldığı süreçlerde insani mesajına devam etmemsi ise önünde saygıyla eğilmeyi gerektirir. Ben de aynen öyle yapıyorum. Bununla da onur ve gurur duyuyorum.
Hepinizin bayramı kutlu olsun.
***
I.Basım: 23 Kasım 2010
23 Kasım 2010 Salı (18 Zulhicce 1431) bu gün, İslam aleminin ve özel olarak Arap Alevilerinin en kutsal günlerinden biridir.
Bu gün Hz Muhammed Veda Haccı dönüşünde (son hac ya da Hecatülveda - Hacetülbelağ) (Hicri 18 Zulhicce 10 / Miladi 8 Mart 632) Ğadir Hum bölgesinde, Hz. Ali’nin elini tutup, havaya kaldırarak ve tüm Müslümanlara seslenir “Allahumma men kintu veliyah fa haza Ali mevlah, Allahumma vali men vallah ve adi men adah” (Allah’ım ben kimin velisi isem, Ali onların mevlasıdır. Allah’ım onunla olanların yanında ol, düşmanlarının da düşmanı ol) der.
ĞADİR ALGISI
Bu ilanla, Hz. Ali’nin, Hz Muhammed’den sonra Müslümanların halifesi olduğu tespit edilmiş olur. Hz. Ali artık “Emir el Müminin”dir. Bu ilan Kuran ayetlerinden yapılan aktarmalarla da Tanrının, Peygamber Mahammed’e verdiği emrin sonucu gerçekleştiği ifade edilir.
Bu ilan, İslam aleminde çığır açtı. Onaylayanlara ve ret edenlere rağmen bu ilan, İslam tarihinin bu güne kadar süren en önemli hadiselerinden biri oldu. İnananlara göre bu karar, İslam mesajının yol haritasıydı, İslam’ın gerçek manasına tanrısal bir işaretti; bu güne kadar süren, yarında sürecek olan hakkın yoluydu. İnananlar, bu ilanı İnsana mesaj olarak gelen, insan erdemleri ve sosyal ilişkileri için çağının devrimi olan İslam’ı, her türden maddi çıkarın ötesinde bir ahlak sistemi olarak sürdürmenin güvencesi olarak görür.
İnanmayanlar açısından ise durum farklı. Böylesi bir ilan, dünyasal imparatorluklarının önünde önemli bir engeldi; toparlanıp birleşen, tarihsel iç kavgalarını bitirmiş olan Arap kabilelerinin açılımı, yayılması, yeni toprakları istila ederek hükümranlık kurması önünde bir engeldi. Bu ilan insan merkezliydi, başka milletlerin insanıyla Arplar arasında eşitliği öngörüyordu, peygamberin “la farka beyne Arabi ve Acemi illa bittakva” sözüne uyan, Arap milliyetçiliği adı altında başkalarını sömürme amaçlı dünyasal çıkarlara önem vermeyendi. Bu ilanı, İslam’a güç dengelerinin bozulmasıyla giren Arap eski egemenlerinin, mali açıdan güçlü kesimlerin maddi çıkarları ve gelişimleri önünde önemli bir engeldi. Bu nedenle, Hz. Ali’ye biat etmek, çıkarlarına aykırıydı. Peygamberin yaptığı bu ilanı görmemezlikten gelmek ya da buna inananlara karşı savaşmak gerekirdi.
Bu iki farklı algının iki farklı kitlesi, dayandığı sınıfsal gücü ve İslam’ın yayılma döneminde farklı duruşları vardı. Bunları da şöyle tasnif edebiliriz.
KARŞITLAR
Birincisi; peygamber tanrının mesajını iletmekle yükümlü bir kuldur. Dolaysıyla, tanrısal kalıcı bir hüküm veremez. Ölümünden sonra şura ile karar verilir, miras yoluyla Müslümanların halifesi olunmaz. Ğadir Hum’da yapılan ilan tartışmalıdır, Müslümanların bölünmemesi için ısrarlı olmamak gerek. Ali Allahın razı olduğu bir kuludur, Allahın yüzünü kerametli kıldığı ender bir insandır; “Kerrem Allah-u Vechu” diyerek konuyla ilgili ısrarcı olmayan bir duruş sergilerler.
İkincisi; Ğadir Hum’u toptan inkar edenlerdir.
Bu eğilim, başlangıçta İslam öncesi hakim olan aile ve çevrelerin eski inançların oluşturduğu mahalle baskısı altında İslam’a karşı içten huzursuz olanlarla başladı. Bu çevreler açısından İslam, daha ileri ve adil bir insanı yaşam sistemi, bir inanç olarak değil de bir devlet, bir hükümranlık alanı, ideolojisi, gücü olarak algılanır. Dünyevi, maddi çıkar merkezli imparatorluk kuruluş eğilimleri de bu çevrelerde başlar (Emeviler). Bu eğilim, İslam’a kılıç zoruyla katılmasının ve yakın akrabalarını İslam’a karşı her savaşta kaybetmiş olmasının acısını taşır. Peygamber İslam mesajını vermeye b.aşladığı andan itibaren en acımasız saldırıları Mekelilerin başında olan amcazadelerinden görmüştür; Mekke’nin egemen güçleri olarak, Ebu cehil, Ebu Süfyan ve oğlu Muaviye, Müslümanlara kesilmeyen kanlı baskınlar sürdürmüştür.
İslam’ın zaferle sonuçlanan ilk muharebesi Bedir savaşıdır (Tarih; Hicri, 17 Ramazan 2 H / Miladi, 13 Mart 624) Ebu Cehil bu savaşta çocuklarıyla birlikte katledilince, Emevi çevreleri, İntikam çılgınlığını başlatmıştır. Bu savaşta Muaviye’nin annesi, Ebu Süfyan’ın karısı Hind, amcasını kardeşini ve çocuğunu kaybetmenin refleksleriyle, intikam içinde çırpınışında yaralı bir yılan haline gelmiştir.
Mekeliler, 1 yıl sonra intikam almak üzere Müslümanlara karşı, Medine’ye doğru sefere çıktılar. iki güç Uhud dağı eteklerinde karşı karşıya geldi.
Uhud muharebesi, (tarih: H:3 Şavval 3 / M: 23 Mart 625) Hz. Hamza’nın şehit olduğu muharebedir. Bu savaşta özgürlük vadiyle, Hz. Hamza’yı katletmesi için Hind tarafından özel olarak kiralanan Cabir bin Mutim’in kölesi “Vahşi” adındaki zenci de yer almıştır. Bu savaşta Cahiliye Arapların başında Ebu Süfyan (Muaviyenin babası) ve Halid Bin velid yer alıyordu. Vahşi, saklandığı kayanın arkasından bulduğu ilk fırsatta Hz Hamza’yı şehit etmiştir. Hind’in “savaş yerinde Şehit yatan Hamza’nın göğsünü açıp, ciğerini çiğ çiğ yediği” söylenir.
Kin bu ilkel kabilelerde kültürün bir parçası olarak sürüyordu (Kırk yıl sonra intikam alan biri, “çok erken oldu” dermiş). Bu ilkellik bin yılların içinde şekillenmiştir. Bu yüzden yeni kültür, din, inanç da olsa, eskiyi kısa bir süreçte alt etmesi mümkün değildir.
Eski egemenler, İslam’a girmekle ne eski kültürlerini ne de eski ekonomik güçlerini kaybetmişti, sorunun özü de buradadır). Bu çevreler İslam’daki iktidar mücadelesinde, geçmişten gelen egemenliklerinin devamında ısrarlı olan çevrelerdir. Emeviler (Beni Ümeyye) bu kolun en önemli unsurlarıdır. Hz. Muhammed’in İslam mesajına karşı en kanlı savaşları bu çevreler vermişti. Peygamberin ölümünden sonra iktidarı bir kez daha ele geçirmişlerdi, sırtlarında İslam gömleği olsa da eski inanç ve kültürlerinin bilinçaltı kuşatmasıyla bir kez daha egemen konuma gelmişlerdi. İslam’da hilafeti babadan oğla saltanat gibi geçirende bunlar olmuştur (Muaviye’den Yezid’e)
Dolaysıyla Ğadir Hum ilanını tanımamayı, onun arkasında duranlara karşı barbarca davranmayı, İslaml’a süren savaşlarının yeni düzlemdeki devamı olarak gördüler. İslam’a karşısındaki yakın geçmişin yenilgilerinin intikamını almaya giriştiler. Bu nedenle, Tanrının emriyle Peygamberin Ğadir Hum’da Hz. Ali‘yle ilgili yaptığı “İnananların mevlası Ali’dir” ilanı, iktidarlarına yönelik İslam’ın devam eden bir savaşı olarak gördüler. Bu yüzden en acımasız kıyım ve ölüm saldırısını bu yolun yolcularına ve özellikle Ehlibeytin masum imamlarına ve taraftarı Alevileri yöneltirler. Bu gelenek onların izcileri tarafından da sürdürüldü. Akıl almaz fetvalar İslam adına, İslam’ın özü, manası, gerçeği, insanlık mesajının taşıyıcılarına karşı yöneltilmiş oldu. Cami hutbelerinde Hz. Ali’ye ağır hakaretleri ikame eden, Kerbela’da Peygamberin torunu Hz.Hüseyn’i şehit eden, kafasını kesip mızrağa diken, Şam sokaklarına yalın ayak ibreti alem diye süründüren bunlardır. Bu yöntemin çok daha acımasız türleri ve fetvaları Alevilere reva görende bunlardır. “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir” ilkesini bile çiğneyen, dar çıkarların mahkumları da bunlar ve bu güne kadar süren ardıllarıdır.
Ğadir Hum ilanına yandaş olmayanların bu iki eğilim de, dünyasal, dar maddi çıkarları için hadis, icma, kıyas adı altında kan taşıdılar. Bunun için, İslam’ın gerçek mesajı Ehlibeyt ve yandaşlarına karşı kesintisiz bir ölüm denklemi geliştirdiler, zulüm ettiler.
İNANANLAR
Ğadir Hum ilanına inanan ve bu yolla hakkın tarafında olduğuna inananlar da kendi aralarında iki büyük topluluk oluştururlar.
Birincisi; Şiilerdir.
Ehlibeytin yolunda, inanç ritüeli olarak da Sünnilerle aynı biçim içinde ibadet eden bu kesim Ğadir Hum ilanını sadece zahiri yanıyla ele alır. Olayı dünyasal bir iktidar olayı olarak görür. Bu nedenle Kerbela’da Hz.Hüseyn’in katledilmesini, bu güne dek süren bir dünyasal intikam zemininde algılar. Hüseyn katledilmiştir katledenler İslam’ı katletmiştir refleksi gösterirler.
Şiilik bir ölçüye kadar Arap İslam yayılmacılığı karşısında Fars refleksinin tercihi, farklılığının bir ifadesi olarak yer alır. Fıkıh, farz ve öğretinin sisteminde farklılığına karşı genel İslam tanımı içinde mütalaa edilen bir konumda yerini belirler.
Ğadır Hum ilanı insani mesaj açısından Şiilikte önemli olsa da Kerbela’nın dünyasal etki ve sonuçları daha çok önemsenir. Hz. Hüseyn ve şehit olması daha çok kutsanır.
Şiilikten oldukça farklı olan Anadolu Aleviliğinde Ğadir Hum ilanına ilişkin açık bir algı, literatür bulunmamaktadır.
İkincisi; Arap Aleviliği
Arap Alevi topluluğuna resmi kayıtlarda “Nusayri” adı verilmeye çalışılır. Bu tanım doğru değildir. Hz. Ali ve öğretisinin temel unsur olduğu bir inanç topluluğu, Muhammed bin Nusayr’in saygıyla bilinen önemi ne olursa olsun Hz Ali’nin adından daha önce anılmasına yol açmaz. Bu topluluğu böylesine ikinci üçüncü şahıs adlarıyla tanımlamak doğru değildir. Kaldı ki, “Nusayri” adı üzerinde çok farklı yorumlar bulunmaktadır. Daha çok da Osmanlının Alevileri tahkir etmek üzere kullanıldığı bilinmektedir. Alevi kavramı, 1000 yıldır batini yazıtlarda kullanılan bir kavramdır. Arap Alevileri, kendi aralarında, kendilerini mezhebin kurucusu ve büyük şeyhi Hüseyn Bin Hamdan El Hasibi (Kas) adına atfen, Hasibi olarak tanımlarlar. Buna rağmen, bu inanç topluluğu en iyi tanımlayacak en doğru kavram “Alevi” kavramıdır.
1100 yıl önce bu inancın düsturu oluşturulurken “Alevi” adı net olarak belirtilmiş ve bunun ne anlama geldiği, kaynağının ne olduğu yazılmıştır. “İnanç topluluğumun sözleşmesine saygı gereği, bu gerçeğin yazılı belgesini olduğu gibi aktarmayacağım. Ancak bu belgeyi inancın öğretisini alan herkesin bildiğini belirteceğim. Bunun için “Düstur”da yer alan “ALEVİLİĞİN KAYNAĞI” diye tercüme edebileceğim (Ayn el ALEVİYYA)’ya bakmak yeterlidir. Bu şansı bulamayanlar için diyeceğim şey, Hasibi (kas) velanın kaynağını net bir şekilde şöyle ifade etmiş, “Mana”, “Hicap” ve “Bab”ı tanımlamıştır. Aleviliğin kaynağı budur demiştir; “Sır ayn el Aleviya, el zatiya el enza3iyya emir el nahil el ma3na ALİ”. (Türkce meali; Aleviliğin kaynağı, manası ALİ’dir)” (Bkz. Mihrac Ural “ALEVİ ADI” makalesi s:: 20)”
Arap Aleviliği özü itibariyle batini bir felsefi yoldur. İslam’dır, İslam’ın tüm farzlarını esas alır bunun da ötesinde dünya ve ahret algısının derinliğine ibadetine önem verir. Derinlik bu inanç algısının felsefesidir. Bu kesimde Ğadir Hum ilanı algısı çok güçlüdür ve her şeyin başlangıcını buradan görür ve buradan geliştirir. Bu günü bayramların en büyüğü olarak kabul eder.
Tanrının Peygamberi aracılığıyla dile gelen Ğadir Hum ilanı, tüm tartışmaları sona erdiren bir açıklama olduğuna inanırlar; hilafet Hz. Ali’nindir, Hz. Ali Emir El müminindir. Hz. Ali, inancın MANASIDIR.
Felsefi boyutta bu ilan, doğadaki maddi manevi her varlığın bir özü olduğu ve bu özün hareketiyle yönelimlerini belirlediği saptamasına dayanır. Batini yanıyla bu ilana verilen anlam, her düşüncenin özü, manası onun gerçek var oluşunu izah eder. İslam’ın insani mesaj olarak taşıdığı anlam Hz. Ali’de ve onun ardılları olan Ehlibeyt’in yolunda olduğuna işaret eder. İslam’ın özü aynı zamanda inancın manasıdır. İnancı anlamak için manasına ulaşmak gerek. İslam’ın manası da Ğadir Hum mevkiinde Hz Muhammed’in yüz bini aşkın Müslüman’ın şahit olduğu ilanla Hz. Ali’dir
Bu adım İslam’ın mesajına yol göstermiştir. Hilafet olayında bu ilan inananların İslam’daki insanı öze, gerçek manaya tutunmalarına bir çağrıdır. Hz. Ali’yi, Aleviler indinde MANA yapan da budur.
İnsanlığın geçtiği büyük uygarlıkların son doruğunu temsi eden üçlemede Ali, Muhammed, Selman aynı zamanda insanlık düşün evriminin de dorukları olarak tasnif edilirler. Buna felsefi, tarihi belirlemeye şahadet etmeyi, "Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden âbduhu ve Resuluhu." Kelime-i şahadeti kadar önemserler.
Ğadir Hum ilanı, kimi İslam alemi mezheplerince yok sayılmaya, üzeri örtülmeye çalışılması, gerçekte 1400 yıldır süren acımasız Alevi kıyımın bir parçası olarak devam etmektedir.
İnancı dünyasal çıkarların mihverine itenler, bu yanlış yönelime karşı çıkan Peygamberin Ehlibeyt’ini düşman ilan etme nedeni de budur. Oysa inanç, insan merkezli olmaksızın onun erdemlerini ve onursal var oluşunu korumaksızın, ne tanrısal bir mesaj ne de doğruluk yönelimi olabilir. Bu nedenle her düşünce formu gibi inancın da bir manada kendini ifade etmesi gerek. İslam’da MANA Hz. Ali’dir; bu da Ğadir Hum’da tanrının peygamber Muhammed’e verdiği bir emirle ilan edilmiştir.
ĞADİR HUM’A GİDİŞ
İslam’ın yayılması ilk adımda meşakkatli bir yol izledi. Peygamber en yakın akrabalarıyla savaşmak zorunda kaldı. Yeni bir din, yeni bir tanrı, yeni bir gelenek ve görenek yaratmak, binlerce yılın köklü yapılarını, inanç simgelerini, putlarını, ritüellerini yıkmak demekti. Doğal olarak karşısında ilk elden egemen olanları bulacaktı. Bunların ağırlıklı kemsi Peygamberin amcezadeleriydi.
Ebu Süfyan ve Karısı Hind bilindiği gibi İslam’a karşı en büyük direnişi gösteren Beni Ümeyya (Emevi) egemenleriydi. İslam güçlenip Mekke fethedileceği açık olunca, göstermelik bir U dönüşüyle bunlarda İslam olduklarını kelime-i şahadet getirerek İslam’ın engellenemeyen ileri atılımına katıldılar. Oysa eski çok tanrılı inançları ve egemenlikleri tamamıyla dünyasal ve maddi değerler üzerine kurulmuştu. Kültürel algıları bu kapsamda tarihsel geçmişe dayanan çok köklü bir dokusu vardı. Peygamberin erken ölümü ise, bu kültürel dokunun kendi algılarıyla İslam’ı da kendi çıkarlarına bir araç olarak kullanmaya yönlendirmesi kaçınılmazdı. Halife Osman zamanında Emevilerin sık sık ve ısrarla eski dine dönme yönünde kulis çalışmaları ise tarihçiler tarafından tespit edilmiş vakalar arasındadır (Ebu Süfyan, amcası oğlu olan Halife Osman’a "Ey Ümeyye Oğulları! Hilafeti tıpkı bir top gibi birbirinize pas verin. Ebu Süfyan'ın yemin ettiği şeye andolsun ki ne cennet vardır, ne de cehennem." Tarih-i Taberi, c. ıo, s. 58; Müruc'üz-Zeheb, c. 2, s. 343. Dediği rivayet edilir).
Beyt ül Mal’in (İslam maliyesi), Halife Osman zamanında yakın çevre arasında haksızca dağıtımı, iktidarı paylaşmada Emevilerin eski kültür algılarıyla çalışmaları bu konuda önemli bir belirtidir) Ebu Süfyaan ve Hind’in oğlu Muaviye, Emevi soyu açısından bu rolü, vali olarak gönderildiği Şam’da, Halife Osman’ın katledilmesi üzerine yürüttüğü çirkin oyunlarla zorlanmadan oynamaya başladı (Osman’ın kanlı gömleğini Emevi camii kapısına aylarca asılı tutarak Hz Ali düşmanlığının kışkırtılması olayı, Hz. Hasan’ın aldatılması ve zehirletilmesi olayı gibi).
İslam’ın insanı mesajı bu süreçle birlikte ters yüz edilerek, Irkçı, milliyetçi, dünyasal çıkarların hükümranlığı için kullanılmaya başlandı. Amaç bir imparatorluk kurma haline geldi. Fütuhat başka milletlerin kıyımı ve emekleriyle ürettikleri servetlerini talana dönüştü. Bunun içinde uyduruk Hadislerle her şey şer-i hale getirildi. Bu kanaldan yeni bir şeriat İslam’ın insan özüne aykırı olarak şekillendi.
Bunun karşısında duran gerçek müminler ise acımasızca doğrandı. Bu nedenle de peygamberin Ehlibeyti, torun ve yakınları bu kıyımın en önemli hedefi oldu. Ehlibeytin yolundan giden Aleviler bu aşamadan sonra, her türden suçlamaya maruz kalarak ölüm takibatlarına, toplu kıyımlara uğradı.
Bu algı İslam’ın bölünmesinde önemli bir rol oynadı. İslam’ı, insani mesaj olan özünden çıkaran dünyasal çıkarların hükümranları, kapı kullarının uydurma hadislerinden türettikleri “Sünnet”i şeriat ilan edip, İnananları böldüler. Baskı ve zorla mahkum ettiklerini, hakimlerin uydurmalarına esir ettiler, insanlık dışı fetvalarla da kardeşi kardeşe kırdırdılar. Bu tarihi sürecin en kanlı hedefi de Ehlibeyt oldu.
Ehlibeyt, İnancın MANASIDIR. Batınıdır, gerçeğin içeriği ve özüdür. Bu yüzden dünyasal çıkar imparatorlarının hedefi oldular zehirletildiler, kanlı kıyımla öldürüldüler. Şehitlerin en ulusu Hz. Hüseyn Kerbela’da bunun için katledildi (Arap Alevilerine göre o ölmedi, her bir Alevi’de inanç ve düşün olarak yaşamaya devam ediyor; o tanrı katına Hz. İsa gibi yükseltildi. Kuran’da Hz. İsa ile ilgili ayetin, aynıyla Hz. Hüseyn için geçerli olduğu belirtilir; Nisa Süresi 157. Ayet )
Bu gelişmeler, tanrının bir sınavı olarak ilgili tüm gerçek Müslümanları kapsadı. Acılar çekildi, kovuşturmalara düşüldü, zehirlendi, kafalar kesilip top niyetine oyun aracı oldu. Buna rağmen dünden bu güne, İslam’ın insanlığa yönelik mesajına bağlı olanlar Ğadir Hum’u unutmadı, bu günün ipine sıkıca sarılıp birlik olmanın, hak yolunda yürümenin izini sürdü.
Ğadir Hum bir bayramdır, hakka gidişin yol haritasıdır. Bu gerçeğin şahitleri Sadece Aleviler değildir. Dört mezhepten biri olan Hambeli Mezhebinin kurucusu İmam Ahmet Bin Hambel’in meşhur Hadis kitabı Müsned; C.4;S372’de Zeyd Bin Erkam’ın bizzat Hz. Muhammed’in ağzından Hz. Ali’nin Müslümanların mevlası ilan edildiğini duyduğunu ve bunu tekrarla kendisine soran Ebü’-Tüfeyl’in sorusu üzerine” Evet Resul Allahtan duydum” diyerek cevap verdiğini aktarır. Ğadir Hum’daki ilan, onlarca sahabe tarafından da teyit ediğini yazar.
Bu konuda İmam Ahmet bin Hanbel şunları yazıyor; "O gün otuz ashap ayağa kalkıp Gadir Hum hadisini kendi kulaklarıyla işittiklerine tanıklık ettiler." (Müsned C.1 S;119 Hadis 633)
Ayrıca Gadir Hum olayına, Ehl-i Sünnet tarihçileri, hadis ve tefsir yazarları da önemle işaret eder.
Ayrıca, İslam’ın insanı mesajı, ehlibeyt ve Hz Ali’nin en sadık takipçisi, sosyal adaletin en kadim temsilcisi Abuzer El Ğifari de Ğadir Hum hadisesinin canlı tanığıdır; “ Gören şu gözlerimi, duyan şu kulaklarımı mezarda yiyecek kurtlar hakkı için yemin ederim ki Hz. Muhammed’in ağzından, Hz. Ali’yi “tüm Müslümanların mevlası” olduğunu ilan edişinin tanığıyım” der.
Ğadir Hum ilanının tanrısal bir emir olmasına gelince farklı kaynaklarca teyit edilen şu belirlemeleri görürüz.
Hac farzı Hicretin 9. Yılında (M.631) vahiyle inerek Kuran’daki yerini aldı; “Orada apaçık deliller vardır, İbrahim’in makamı vardır; kim oraya girerse, güvenlik içinde olur; oraya yol bulabilen insana Allah için Kabe’yi haccetmesi gereklidir. Kim inkar ederse, bilsin ki; doğrusu Allah alemlerden müstağnidir.”( Diyanet işleri meali; ALİ İMRAN 3/97.)
Hz. Muhammed bu emirle H. 10 tarihinde Veda hacı’na gider.
Hz. Muhammed son haccını eda etmeye gidişi bir tanrı emri olarak gerçekleştiği belirtilir. Allah Resulüne, ilan etmesini istediği bir gerçeğin duyulmasını ister ve bunun için peygamberini veda haccı yapmaya yönlendirir. Bunun için vahiy gelir ve ayet iner; "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen mesajı ilet. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini ulaştırmış olamazsın. (Hiçbir şeyden korkma) Allah seni insanlara karşı koruyacaktır" (Maide 67) Bu ayetle bir sırrın açıklanacağına dair işaret verilir.
Ezanlar okunur ve Veda haccına gidiş ilan edilir. Müslümanlar akın akın veda haccına katılmak üzere gelir. Yüz bini aşkın (114 000) Müslüman’ın toplandığı rivayet edilir.
Hac farzı eda edilip dönülünce, Ğadir Hum vadisi mevkiinde mola verilir. Bu molada Hz. Muhammed, Hz. Ali’nin elini yükseğe kaldırıp müminlerin mevlası (sorumlusu) olduğunu ilan eder. Bu ilan yapılır yapılmaz, vahi gelir ve Allah, Peygamberin görevini tamamlayıp son emrini böylece yerine getirmesi üzerine şu meşhur ayeti indirir; "Bugün dininizi tamamladım, size nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslam'ı seçtim." (Maide 3)
İslam dininin tamamlandığı ilanı, Ğadir Hum’da Hz. Ali‘nin Emir el Müminin (İnananların mevlası) ilan edilmesiyle gerçekleştiğine işaret edilir. Bu nedenle bu gün, Tüm inananların, İslam aleminin ve özelikle Alevilerin en kutsal günü sayılır..
Bu gün Arap Alevileri için inancın MANA günüdür, özün, niteliğin cevherin ilan edildiği gündür, sırların en büyüğünün inananlarla paylaşıldığı gündür. Batini derinlikte bu gün, insanlık için düşünme ve emek verme günüdür. Düşüncenin tarihsel evrimi içinde oluşturduğu dorukların (kubbe) Muhammediye kesitindeki “Mana”nın ilanı olarak görülür. Bu yüzden bu günün arifesinden itibaren (dün ve bu gün) hiçbir iş yapılmaz; sadece insanlık için düşünülür, insanlık üretilmeye çalışılır. İnancın insanlık mesajı bilince çıkarılır.
SONUÇ
Bu satırların yazarı, inanan inanmayan insanlık için, doğruya gidişin bin bir yolu içinde kendi özgünlüğüyle yer alan, insan erdemini esas alan, bizden olan ve bizim için olan tüm değerlere sahip çıkmayı görev sayar. Bu yanıyla İnsanlık bilgi birikim hazinesinin önemli bir unsuru olan Aleviliği önemle dikkate alır ve onun talibi olduğunu ilan eder.
Bu münasebetle, insanlığa ve insanlık barışına adanmış hikmet yollarından biri olan Alevilerin Ğadir Bayramını kutluyorum.
Kim nerede ve ne olursa olsun, herkesi İnsanlık ailesinin gerçek ve haklı bir üyesi olmak için insani erdemlere bağlı kalmaya davet ediyorum. İnsanlık üretmeye koşun diyorum…
Not: Yararlandığım kaynak, Abdülhüseyn Şerefüddin El Musevi “EL MÜRACAAT” Kitabı. Velayet Yayıncılık
____________________________________________________________________
• Ali Fakioğlu
o Müminlerin emir sahibi imam-ı Ali efendimiz a.s Ğadir Humm günüyle ilgili şöyle buyurdu:
“ Bu gün yüce bir şerefe sahiptir. Bu günde yol açıldı, yazılanlar kaldırıldı ve deliller yerini buldu. Bu gün her şeyden arınmış beyanın ve açıklamanın günüdür. Bu gün dinin kemale erdiği gündür. Bu gün vaat edilenin günüdür. Bu gün şahitliğin ve şahit olunanın günüdür. Bu gün nifak ve inkârcılığa karşı yapılan sözleşmenin günüdür. Bu gün imanın hakikati hakkında beyan günüdür. Bu gün şeytanın kovulduğu, uzaklaştırıldığı gündür. Bu gün burhan (kanıt) günüdür. Bu gün vaat edilmiş olduğunuz hakikatin batıldan ayırıldığı gündür. Bu gün ondan yüz çevirdiğiniz yüce topluluğun günüdür. Bu gün irşat günüdür. Bu gün kulların imtihan edildiği gündür. Bu gün hakikati müdafaa edeceklerin delil günüdür. Bu gün kalplerde bulunan kinlerin ve gizli işlerin ortaya çıktığı gündür. Bu gün ilahi emirle seçilmişlerin günüdür. Bu gün Şit’in (Şis’in) günüdür, bu gün İdris’in günüdür, bu gün Yuşa’ın günüdür, bu gün Şem’un un günüdür…”
Kaynak;
o
• Ebi Abdullah Muhammed bin Muhammed bin Nu’man şeyh el-Mufid (A), vefatı 413 hicri, “Mesâr el-Şiy’a” kitabında, s: 38-41
• Ebi Cafar Muhammed bin Hasan el-Tusi (A), vefatı 460 hicri, “Misbâh el-Mutheccid” kitabında, s: 756
• Reşiduddin Muhammed bin Ali bin Şahrâşub (A), vefatı 588 hicri, “Menâkib Âl-Ebi Tâlib” kitabında, c: 2, s: 243
• İbin İdris el-Hilli (A), vefatı 598 hicri, “El-Serâir” kitabında, c: 1, s: 418
• Seyyid Radiyuddin Ebi Kasem Ali bin Musa bin Tâvus el-Hilli (A), vefatı 664 hicri, İkbâl el-A’mâl” kitabında, c: 2, s: 257-258, 264-265
• Hasan bin Yusuf el-Mutahhar el-Hilli (A), vfatı 726 hicri, “Munteha el-Matlab” kitabında, c: 2, s: 612
• Zeynuddin Ebi Muhammed bin Yunus el-Âmili (A), vefatı 877 hicri, “El-Sirat’ul-Mustakiym” kitabında, c: 1, s: 316
• Muhammed bin Hasan el-Hurr el-‘Âmili (A), vefatı 1104 hicri, “Vesâilu el-Şiy’a” kitabında, c: 10, s: 445-446
• Seyyid Haşim bin Suleyman bin İsmail el-Musavi el-Bahrani (A), vefatı 1109 hicri, “Keşf’ul-Muhimm” kitabında, s: 63
• Muhammed Bakır el-Meclisi (A), vefatı 1110 hicri, “Bihar’ul-Envar” kitabında, c: 37, s: 164; c: 94, s: 116; c: 95, s: 194-195
Leo Tolstoy ve Sessiz Evren
İstediğiniz her şeye sahip olsaydınız ama hayatınızın bir anlamı olmasaydı yine de hayat yaşamaya değer miydi? Savaş ve Barış ile Anna Karenina gibi klasiklerin önde gelen yazarı olan zengin Rus Kont Leo Tolstoy (1828-1910) için bu sadece teorik bir soru değildi, bir ölüm kalım meselesiydi: “Neden yaşamalıyım? … Hayalî ve tahrip edilebilir hayatımdan hangi gerçek ve yıkılamaz öz gelecek?” sorusunu kendine sordu. Otobiyografisi olan İtiraflarım (1882)’da, anlam sorusuna tatmin edici bir yanıt bulamadığı sürece “yapabileceğim en iyi şey, kendimi asmaktır” diye yazmıştır. “Hayatın anlamı nedir?” sorusunu, bir insanı bu soruya tatmin edici bir yanıt verememesinden dolayı intiharın eşiğine sürükleyebilecek kadar güçlü bir soru yapan nedir?
Bu sorunun geçmişini araştırmaya başladığımda, ilk sürpriz aslında onun ne kadar yeni olduğuydu. Bunu genellikle insanlığın başlangıcından bu yana sorulan ezeli bir soru olarak düşünürüz ancak aslında “hayatın anlamı” ifadesinin İngilizcedeki ilk kayıt altına alınmış kullanımı, 1834 gibi yakın bir tarihte Thomas Carlyle’ın son derece etkili romanı Sartor Resartus’’tadır: “Yaşamımız Zorunluluk’la çevrilidir yine de Hayat’ın anlamı, Özgürlük’ten, İstemli Güç’ten başka bir şey değildir.”
Carlyle’ın kahramanı bu soruyu sormadan önce varoluşsal bunalımın olağan aşamalarından geçer. İlk olarak dini inanç kaybı yaşanır: “Şüphe, İnançsızlığa dönüşmüştü … ruhunun üzerinden şüphe üstüne şüphe acımasızca geçiyordu … O hâlde Tanrı yok mu?” Tanrı olmadan evren soğur ve sessizleşir: “Bana göre evren; Yaşamdan, Amaçtan ve İradeden yoksundu: Beni ezmek için donuk kayıtsızlığıyla yuvarlanan âdeta devasa, bozuk, ölçülemez bir Buhar-makinesiydi.” Her türlü aşkın değerden yoksun mekanik bir evrende, artık hiçbir şeyin önemi yok gibi görünüyordu.
Tolstoy için varoluşsal bunalım evresi, sürekli olarak “Neden?” sorusu tarafından eziyet edilmesiyle belirgindi. Mal, mülküyle meşgul olmaya başlamıştı. Ama neden? Çünkü o zaman, ekinleri daha çok mahsul verecekti. Ama neden bu umrunda olsun ki? Ne yaparsa yapsın, ne başarırsa başarsın er ya da geç hepsi unutulacaktı.
Türkler başkalarının ülkelerini isgal edince faşist olmuyorlar, başkalarının dillerini yasaklayınca fasist olmuyorlar, baskalarının kültürlerini yağmalayınca fasist olmuyorsun.
Tepeden tırnağa ırkçılık yaparsan halk düşmanı bir faşist olmuyorsun,
Talandan beslenirsen faşist olmuyorsun,
Başka halkları küçümseyen sözleri, fıkraları anlatınca fasist olmuyorsun.
Çingene kelimesini aşağılık olarak kullandıkları zaman fasist olmuyorsunuz,
Kürd’lerin müziğini kendi müzikleri gibi kullanıp köksüz türkçe sözlerle kirletip, ondan sonra Türk sanat müziği yada Türk halk müziği deyince fasist
olmuyorsunuz,
Kürdistan’ı harabeye çevirince fasist olmuyorlar.
AMA BİR KÜRD TÜM BUNLAR FAŞİZMDİR DESE
Yada ben kendi milletimden, tüm haklardan bahsetsem FAŞİST oluyorum…
Öyle mi?
İşte türklük böyle bir
FAŞİZİMDİR.
Uzak durun bunlardan.!
Mahmut Uzun
Srebrenitsa Soykırımı: Sürece nasıl gelindi, neler yaşandı?
euronews • Son güncelleme: 11/07/2023 - 08:11
Bosna Savaşı sırasında 8 binden fazla Boşnak sivilin Sırp askerler tarafından katledildiği Srebrenitsa Katliamı, üzerinden 28 yıl geçmesine rağmen hala yakın tarihin kanaya yarası olarak tazeliğini koruyor.
Bosna Savaşı sırasında 8 binden fazla Boşnak sivilin Sırp askerler tarafından katledildiği Srebrenitsa Katliamı, üzerinden 28 yıl geçmesine rağmen hala yakın tarihin kanaya yarası olarak tazeliğini koruyor.
11 Temmuz 1995'te başlayan ve 8 bin 372 Boşnak sivilin Ratko Mladic emrindeki Sırp askerler tarafından hunharca öldürüldüğü Srebrenista Katliamı, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da yaşanan en büyük insanlık trajedisi olarak nitelendiriliyor. Aradan çeyrek asır geçmesine rağmen halen bin kurbanının kayıp olduğu bu büyük trajedi sadece Bosna Hersek'in değil tüm insanlığın adalet arayışının sembolü haline geldi.
Soykırımda katledildikten sonra toplu mezarlara gömülen Bosnalıların DNA örneklerinden kimlik tespit çalışmaları ise devam ediyor.(...)
DEVAMI https://tr.euronews.com/2021/07/10/srebrenitsa-soykirimi-surece-nasil-gelindi-neler-yasandi
Medusa'nın Kesik Başı ve Bütün Hikâyemiz
Özlem Dikeçligil
Baudrillard, “Medusa öyle kökten bir ötekiliği temsil eder ki ona bakan ölür”1 der. Ve Medusa’nın ötekiliğini ulaşılamayacak bir yere koyar. Çünkü Medusa’nın ötekiliğinde ölüme açılan, dönüşü olmayan bir yan vardır. Medusa’nın o kadar derine itilmiş bir sessizliği vardır ki isyanını dile getiremediği için ona her bakanı içindeki ölüme çağırır.
Medusa’nın Ovidius tarafından bize anlatılan hikâyesinde2 ışık düşen tek bir an, ferah nefes alacağımız ufacık bir boşluk dahi yoktur. O kadar karanlık ve kasvetli bir hikâyedir ki bu, gölgesi binlerce yılı aşarak bugünün tecavüzlerinin, kadın cinayetlerinin üzerine düşer. Ve yılan saçlarının öfkesi bütün kadınları ateş gibi sarar.
Athena’nın tapınağında rahibe olan üç kız kardeşin hem en güzeli hem de ölümlüsüdür Medusa. Diğer ikisi Gorgon olarak ölümsüzdürler. Ama Medusa’nın başı, öldürülen, tecavüze uğrayan, şiddet gören her kadında, her çocukta gövdesinden tekrar tekrar koparılacağı için ölümü çoğalan, bitmek bilmeyen bir ölüm olmalı ve tanrısal şefkatin ufacık bir parçasından dahi nasibini almamalıdır. Bu yüzden bir tecavüz mağduru olarak ölümlü olmak zorundadır. Onun “ötekiliğini” biricik kılan, kimselere benzemez yapan da budur: hikâyesindeki saf karanlık.
Kadın cinayetlerinin hemen hepsinin arkasına sinsice gizlenmiş sözde aşk burada da iş başındadır. Medusa’nın dillere destan güzelliğinden etkilenen Poseidon, Medusa’dan karşılık göremeyince ona Athena’nın tapınağında tecavüz eder. Ovidius bu tecavüzü bize şöyle anlatır: “Sevenler bölüşemiyordu güzelliğiyle ünlü Medusa’yı, kıskanıyorlardı. Bütün güzellikleri içinde saçları göze batardı. Gören biri anlatmıştı bunları. Kızlığını deniz tanrısı bozmuş derler.3
DEVAMI: https://oggito.com/icerikler/medusanin-kesik-basi-ve-butun-hikayemiz/68019
"Balıkçı Kadının Kızı
Ursula, bu denemesinde kadın yazarlara yönelik ya bebek ya kitap dayatmasını eleştirmiştir. Çocuklu bir kadının yazdığı hiçbir kitabın o muhteşem listelerde yer alamadığına değinmiş ve bunun sebebinin de sanatçının kendisini sanatına feda etmesi gerektiği düşüncesi olduğunu belirtmiştir. Bu düşünceye uymayan sanatçıların kendilerini ikinci sınıf hissetmesine neden olmaktadır. Kültüre göre sanatçı özerk, tercih yapan bir benliktir; böyle bir benlik olabilmek için kadın kadınlığından soyunmalıdır. Doğurganlığından, erkeği taklit ederek, sıyrılmalıdır. Örneğin, Slyvia yaptığı bu hatayı kendini öldürerek telafi etmiştir. Katil erkek egemen toplumdur. Ataerki kendine, kendi çıkarına hizmet etmeyen her şeyi yok etme bastırma çabasındadır.
Ruhtaki Stalin
Yevgeni İvanoviç Zamyatin’in kısıtlamalarla dolu hayatına değinmiştir. Sindirmeyi, baskıyı ve sansürü yenmenin tek yolunun da bunları reddetmek olduğunu belirtmiştir. Zamyatin’in ruhen düşmanlarından büyük olduğunu ve onların küçüklüğünün kendisine bulaşmasını, ufalmayı bilinçli olarak reddettiğini belirtmiştir. Stalin’i ruhuna sokmadığını ifade etmiştir. Rusların, sanatın insan zihnini değiştirebileceğine yönelik inançları olduğunu ve bu inançları yüzden sanatı sansürlediklerini ifade etmiştir.
Kaçış Yolları
Ursula, okullarda bilimkurgu dersleri olmasının güzel yanının; eleştirinin çok kitap okumuş eğitimli ve zeki insanlardan gelecek gerçek eleştiriler olacağını belirtmiştir.
Fantezinin bir kaçış edebiyatı olduğu eleştirilerine de Tolkien’ın sözüyle yanıt vermiştir: …eğer aklın ve ruhun özgürlüğüne değer veriyorsak, hürriyet taraftarıysak, elbette kaçmakla ve elimizden geldiği kadar çok mahpusu da kurtarmakla yükümlüyüz.
Uzaylı Kocakarı
Menopoza yönelik fikirlerini dile getiren Ursula; menopozun görmezden gelinmesinin yanlış olduğunu, bunun kişinin kadınlığını yok sayması, savuşturması, erkek gibi olduğunu iddia etmesidir” der. “Erkekler bir kere ergen olduktan sonra bir daha değişmezler ve bu onların kaybı, bizim değil.” der. Niçin onların yoksunluğunu ödünç alalım ki?” diye sormadan da edemez Ursula.
Editör: Ceren Kozalıoğlu"
ALINTI
https://kitap.yazarokur.com/kadinlar-ruyalar-ejderhalar