Fransız bir karikatüristten turkiye'nin son hali.
https://www.instagram.com/p/Cv2yK-LNP2d/?utm_source=ig_web_copy_link&igshid=MzRlODBiNWFlZA==
“Zaten bahtsız bir çocukluk dönemi yaşamıştı,
Hayat O'na büyük bir sans verdi. Ecmiadzin'e (Սբ Էջմիածին) götürüldü.
12 Yaşındaydı ve Ermenice bilmiyordu.
Echmiadzin yeni bir hayat verdi O'na
Kimseler bilmiyordu aslında bir dehaya yardım ettiğini.
Büyüdü, sadece bedenen değil yaptıklarıyla büyüdü .
Yıllar sonra doğduğu topraklara geldi ve bence sanssızlığı o zaman başladı.
Birçok ülkede yaptığını burada da yaptı.
Konserler verdi, çalışmalarını sürdürdü.
Ve 24 Nisan 1915 Cumartesi akşamı Türk'ten çok Ermeni casusların olduğu Pangaltı’da, yaşadığı evin kapısı vuruldu.
Resmi kiyafetli bir polis gayet nazik bir tavırla ''Karakola kadar gelmenizi rica ediyorum, 5 dakika sürmez, hemen dönersiniz ''
dedi.
Önce bölge karakoluna, sonra merkez karakola götürüldü, 'götürüldüler' demek daha doğru e 'aydınlar listesi'nde kimler yoktu ki...
Gomidas önceleri çok sakin bir tavır ve ruh halindeydi, hatta bilinen şakacılığı bu olüm yolculuğunda bile sürüyor, ve hatta bu yaşananları bir 'saka' olarak değerlendiriyordu .
İlk vurgunu isim yoklaması anında yaşadı. Beceriksiz görevlilerden biri Ermeni isimlerini okumakta zorlanıp, Gomidas Vartabed'i 'Komitaci Vartabed' olarak
okudu.”
Ben bu ülkenin insanıyım ANADOLUYUM.
Yüzyıllardır bu topraklarda harmanlanmış bir olma geleneğinin temsilcisiyim.
Bir inanca, siyasete, politikaya, ideolojiye bağlı değilim.
Ülkemin mozaiğinin elçisiyim.
Dün, bugün, yarınlarda hep içim dışım kayıp, yok oluyorum
birer birer…
Gelecek nesiller kaybolmasın diye kimlik sormadan, konuştum konuşuyorum…!
Mahmut Uzun
https://www.instagram.com/p/CvwkTU-KB7n/?utm_source=ig_web_copy_link&igshid=MzRlODBiNWFlZA==
“Dostoyevski’den nefret ediyorum. İnancımı ilk öldüren oydu,” Polina Suslova
“Dostoyevski’den nefret ediyorum. İnancımı ilk öldüren oydu,” Polina Suslova
Dostoyevski, 59 yıl yaşadı. Dünya edebiyatın en önemli eserlerini yazdı. Zor bir hayatı oldu; hastalıklar, sürgünler, mali sıkıntılar içinde geçti yaşamı.
Hayatına pek çok kadın girdi, bunlardan ikisiyle evlendi. Polina Suslova ise Fyodor Dostoyevski’nin hayatında ayrı bir yere sahiptir. Dostoyevski için gerçekleşmeyen bir arzu nesnesi gibidir. Onunla yaşadıkları, ayın diğer yüzü gibi hâlâ biraz karanlıktadır.
Dostoyevski ve Polina Suslova 1861 yılında yoksul öğrenciler yararına düzenlenen bir gecede tanışırlar. Dostoyevski böyle gecelere sık sık katılır ve eserlerinden parçalar okurdu. Polina Suslova ise böyle gecelerin müdavimlerinden biriydi. Dostoyevski ile karşılaşması bu gecelerin birinde olur. Olayın tam olarak nasıl gerçekleştiği biraz muamma ama o günlerin birinde Suslova, Dostoyevski’ye yayımlaması için bir öykü gönderir. Suslova’nın öyküsü 1861’in Ekim ayın da ‘Vakit’ dergisinde yayımlanır.
Eski bir mujik kızıdır Suslova. Ablası Rusya’nın ilk kadın hekimi olurken Suslova arzularının peşinden gitmeyi tercih eder. Fakültelere yazılır ama derslere girmez. Devrimcidir. Tanrı’ya inanmayan solgun yüzlü bir feministtir. Güvenilmezdir. Sert bakışları olan görkemli bir kadın olduğu söylenir. Yürek yakan bir nihilisttir. Onu tanıyanlardan birisi; sadece içinden geldiği için adam öldürebileceğini söyler. Ruhundaki karmaşayı kendisinden 16 yaş büyük Dostoyevski’nin çözebileceğine inanır. Ne var ki Dostoyevski düşündüğü gibi biri değildir. Suslova’nın yanında çirkin kalır. Borçlardan bunalmıştır. Sara hastasıdır. Kuşkucu biridir. Suslova, bütün varlığını ona teslim etmek isterken Dostoyevski ona teslim olur. Kurtarıcısı olarak gördüğü adam gözyaşları içinde ayaklarının dibine yığılır zaman zaman. Suslova, korkunç bir kıskançlıkla saplantılı bir âşığa dönüşen Dostoyevski’den nefret eder, ondan tiksinir. Günlüğüne, “Dostoyevski’den nefret ediyorum. İnancımı ilk öldüren oydu.” diye yazar.
‘Vakit’ dergisi kapanınca Rusya’dan ayrılmaya karar verir Dostoyevski. Suslova’ya birlikte gitmeyi teklif eder, Susluova kabul eder. Dostoyevski bu yolculuğu Suslova ile birlikte geçirebileceği romantik bir yolculuk olacağını düşünür; fakat Suslova’nın başka planları vardır. İşler aksayıp yolculuk kısa bir süre ertelenince Suslova bavulunu toplayıp Paris’in yolunu tutar. Dostoyevski ise işlerini bitirir bitirmez onunla Paris’te buluşacağı günü düşünür. Kısa süre sonra Dostoyevski Paris’e gider. Yolda, Wiesbaden’de bir mola verir. İçindeki kumar tutkusuna engel olamayıp kumarhanelere girip çıkar. Büyük gösterişli salonlarda oyun oynar. Şansı yaver gider, üst üste kazanır. En sonunda bütün parasını koyar masaya ve yine kazanır. Sevinç içinde dışarı çıkıp otele döner. Paris’e gitmek için hazırlanırken içindeki tutkuya boyun eğer ve geldiği yere geri dönüp tekrar kumar oynar, tekrar kazanır. Masadan kalkıp odasına döndüğünde yorgun ama mutludur. Paris’e gitmek için hazırlanır.
Dostoyevski Paris’te Suslova’yı görecek olmasından dolayı hem heyecanlıdır hem de Suslova’nın kendisini bırakıp Paris’e gitmesine kızgındır. Suslova, aynı gün için günlüğüne, “Dostoyevski’den bir mektup aldım. Beni göreceği için çok mutlu. Acıyorum zavallıya.” diye yazar. Dostoyevski, Suslova’yı Paris’te küçük bir pansiyon odasında bulur. Solgun bir yüzle karşılar onu Suslova. “Dinle Polina, öğrenmem gerek. Neresi olursa olsun bir yere gidelim. Her şeyi anlatacaksın bana. Yoksa Ölürüm!” diyerek bağırır Dostoyevski. Sonrasında Dostoyevski’nin kaldığı eve giderler. Yol boyunca hiç konuşmazlar. Dostoyevski sabırsızlanır çabuk olması için arabacıya bağırır yolda. Eve girer girmez Dostoyevski birdenbire yere yığılır “Seni yitirdim, biliyorum bunu.” Suslova, onu sakinleştirip yatıştırır. Paris’teki Salvador isimli sevgilisinden söz eder. Gözyaşları içinde anlatırken Dostoyevski tutulmuş bir halde sessizce dinler ve mutlu olup olmadığını sorar.
“Hayır.”
“Nasıl olur, hem seviyorsun hem mutlu değilsin?”
“O beni sevmiyor.”
“Bir köle gibi seviyorsun değil mi onu? Dünyanın öbür ucunda gideceksin ardından. Günün birinde bir başkasını seveceğini biliyordum. Yanlışlıkla sevdin beni”
Bir kadın ile bir erkek arasındaki dostluk çoğunlukla gelişmemiş aşklardan doğar diyordu Milan Kundera. Dostoyevski ve Suslova’nın gelişmeyen aşkları dostluğa evrilir mecburen. Durumu kabullenen Dostoyevski “İtalya’ya gidelim…” der, “ağabeyin olacağım senin”. Suslova, Salvador ile ilişkisini kesip Dostoyevski ile İtalya’nın yolun tutar. Birlikte kumar masalarına otururlar. Kazandıkları da olur kaybettikleri de. Suslova’nın yüzüğünü rehin vermek zorunda kaldığı da olur. Şehir şehir dolaşırlar. Roma’dan Napoli’ye oradan Torino’ya giderler. Birliktelikleri de Torino’da son bulur. Suslova Paris’in yolunu tutarken Dostoyevski birkaç hafta sonra Rusya’ya geri döner. Suslova ve Dostoyevski Ekim 1863’ten sonra bir daha hiç görüşmezler. İki yıl sonra 1865 yılında birkaç kez görüşürler fakat ilişleri daha fazla devam etmeyecektir. O günlerde yazdığı bir mektup Suslova’yı çok kızdırır. Kendisi cevap yazamayınca kardeşinden Dostoyevski için bir mektup yazmasını ister. Nadezhda Suslova kardeşinin istediği üzerine bir mektubunda Dostoyevski’yi “Başkalarının acıları ve gözyaşları senin için içki ve etten ibarettir.” diye suçlar. Dostoyevski’nin bu mektuba cevap olarak yazdığı mektup ise hiçbir zaman bulunamaz.
Polina Suslova’nın Henüz Türkçeye çevrilmeyen günlüğünde Dostoyevski ile olan ilişkisinden bahseder. Dostoyevski ise romanlarında söz eder ondan. “Kumarbaz” romanında açık açık ondan söz eder. Aralarında geçen kimi konuşmaları romanında yer vermekten çekinmez. Polina Suslova, Suç ve Ceza romanında Dunya olarak karşımıza çıkar, Budala’da Nastasya Filipovna, Karamazov Kardeşlerde ise Katrin ivonava.
Polina Suslova; 1880’de kendisinden 16 yaş küçük eleştirmen Vasily Rozanov ile evlenir; fakat bu evlilik altı yıl sürer. Polina Suslova altı yılın sonunda kocasını terk eder.
Dostoyevski 1881 yılında öldüğünde cenaze töreninde otuz bin kişi vardı. O kalabalığın arasında Polina Suslova da var mıydı? Kim bilir?
Recep Şener
Futuristika
Kalabalıktaki Deha
sıradan bir insanda her hangi bir orduyu her hangi bir gün boyunca
tedarik etmeye yetecek kadar kalleşlik, nefret şiddet ve saçmalık var
ve öldürmekte en iyiler öldürmeye karşı vaaz verenler
ve nefrette en iyiler sevgi vaazları verenler
ve savaşta en iyiler nihayet barış vaazları verenler
tanrıya muhtaç tanrıyı vaaz edenler
barışı yok barışı vaaz edenlerin
sevgisi yok barışı vaaz edenlerin
tetikte ol vaizlere karşı
tetikte ol bilgililere karşı
tetikte ol sürekli kitap okuyanlara karşı
tetikte ol fakirlikten iğrenen
ya da ondan gurur duyanlara karşı
tetikte ol hemen övgü düzenlere karşı
karşılığında övgü bekler onlar
tetikte ol hemen sansürleyenlere karşı
bilmedikleri şeyden korkar onlar
tetikte ol her daim kalabalık arayanlara karşı
tek başlarına bir hiçtir onlar
tetikte ol sıradan adama, sıradan kadına karşı
tetikte ol sevgilerine karşı, sevgileri sıradan onların
aradığı sıradanlık
ama nefretlerinde deha var onların
nefretlerinde seni öldürmeye yetecek deha var
herhangi birini öldürmeye yetecek
yalnızlığı istemeyip
yalnızlığı anlamayıp
kendilerinden farklı olan herşeyi
yok etmeye kalkışır onlar
sanat üretemediklerinden
sanatı anlayamayacak onlar
yaratmadaki başarısızlıklarını
dünyanın başarısızlığı gibi görür sadece onlar
tam anlamıyla sevemedikleri için
senin sevginin eksik olduğuna inanacak onlar
ve sonra senden nefret edecek onlar
ve nefretleri mükemmel olacak onların
parıldayan bir elmas gibi
bir bıçak gibi
bir dağ gibi
bir kaplan gibi
zehir gibi
en güzel sanatları onların
Charles Bukowski
Çeviri:Nazım
İmkansız, inanılmaz, ümitsiz bir şey söylenince kadınlar birbirlerine beddua eder gibi 'Porkurê' derlerdi küçüklüğümde. Mesela bir kadına babasının geçirdiği trafik kazasını haber veren komşusu 'Porkurê, rabe ser xwe, bavê te qeza derbaskiri ye' mealinde şeyler söylerdi.
Sözlük anlamı kısa saçlı demek. Ama manası çok çok daha derin. Küçükken hiç anlam veremezdim. Kısa saç güzeldi, kolaydı, rahattı. Niye bir beddua gibi 'porkure' derlerdi ki?
Sonraları öğrendim. Êzîdî kızları bir trajedi yaşadıklarında gider saçlarını kesermiş ve bir taşın dibine bırakırmış o saçları. Derler ki Şengal'in, DAEŞ'in eline geçtiği dönemde hangi taşını kaldırsanız altından bir ezidi kızının örükleri çıkarmış.
Ben Kürtçe'nin nedense bir kadın dili olduğunu düşündüm hep. Kadınlar arasında söylenen şifreli kelimeler o kadar çok ki. Tam bir yüksek lisans tezi konusu.
Mem Ararat'ın Xewna Bajarekî isimli parçasını dinledikçe o Ezidi kadınlar da düşer aklıma işte.
' Porkurê, ji binê erdê dengê çivîkan tê'
Şimdilerde kimse kullanmıyor artık bu sözcüğü. Kimbilir belki de artık yaşanan hiçbir şey trajedi olarak görülmediğindendir. Ya da bütün trajedilerin zaten yaşanmış olmasındandır.
Hamiyet Çelebi
https://www.instagram.com/p/Cvfi6-GNMKU/?utm_source=ig_web_copy_link&igshid=MzRlODBiNWFlZA==
Kürtlerin zihnindeki Sur imajı budur.
Sırrı Süreyya devletin piyonudur.
Sırrının soytarılığına sanat diyenler ise Sırrının piyonudur.
Sırrı kendisine gelecek tepkilerden korktuğu için sosyal medya hesabı
dahi açmıyor ama kuyruğuna teneke bağlanacak günler uzak değildir.
https://twitter.com/TopgiderH/status/1686695315057848320
2 Ağustos 1944: #Auschwitz-Birkenau toplama kampındaki 4000 civarında #Roman, gaz odalarına götürülmeye direndi. SS Roma kampına girdi, ancak mahkumlar sopa ve levye ile silahlandı ve kendilerini içeride barikat kurdular, Nazilerle el ve tırnaklarla savaştılar.
ŞAN OLSUN ONLARA
Oğlu ve eşi boğulurken (geleceği yok edilirken) sakallı bir adamı kurtaran adamı tasvir eden bu tablo (1826), rönesans öncesi Avrupa devletlerini anlatıyor..
Bu tablo, Fransız ressam Joseph Desire Court'in en iyi eserlerinden biridir...
Yaşlı adam geçmişi ve dini temsil eder, sakal mirası temsil eder.
Kırmızı renk ise yaşlı adamın dindarlığını simgeler.
Ve oğul geleceğin sembolü, eş hayatın; toprağın, sevginin sembolüdür.
Barış tablonun detaylarında gizlidir.. Kurtarılabilecek en yakın ve en hafif çocuktur; ancak geleceği olmayan, az gelişmiş adam, yanlış da olsa inançlarına tutunur.
.
https://www.instagram.com/p/CvVREt0thsx/?utm_source=ig_web_copy_link&igshid=MzRlODBiNWFlZA==
Kürt Rap Sanatçısı Saman Yasin, sömürgeci İran devleti tarafından cezaevinde işkence yapılıyor.
Yasin’e ses verelim, bu zulme durduralım!
#SamanYasin
https://twitter.com/lezbottann/status/1684337311595593728
AVRUPA’NIN KALE DUVARLARI…
- MURAT ÇAKIR -
Avrupalı emperyalistler dünya çapında üretilen zenginliğin büyük bir bölümünü gasp yoluyla kendi refah coğrafyalarında yoğunlaştırırken, coğrafyalarını koruyan kale duvarlarını sürekli yükseltiyorlar. Emperyalist sömürü, müdahale savaşları, uluslararası hukuka aykırı işgaller ve hammadde kaynaklarının, dolayısıyla dünyanın talanı dünya çapında yoksulluğu, açlığı ve ekolojik felaketleri yaygınlaştırıyor. Sonucunda ise, sayıları hâlihazırda 100 milyonu aşan insan yurtlarını terk etmek zorunda kalıyorlar. Terk edemeyen milyarlar ise yoksulluk, açlık ve ekolojik felaketlerle boğuşuyorlar. Dünyayı küresel bir fabrika hâline getiren emperyalizm hem kendi coğrafyalarındaki hem de dünya çapındaki ezilen ve sömürülen sınıfları bölmek, altta tutmak için elinden geleni yapıyor.
Merkez kapitalist ülkelerin bulunduğu refah coğrafyalarının etrafı dünyanın lanetlilerinin aşamayacağı yüksek duvarlarla örülmüş durumda. Ama artık bu da yeterli görülmüyor: burjuva demokrasilerinin en temel hak ve özgürlükleri teker-teker rafa kaldırılarak, yardıma muhtaç milyonların refah coğrafyalarının yakınına gelmeleri dahi olanaksız hâle getiriliyor. Örneğin Britanya’nın gerici Sunak hükümeti karar altına aldığı ve büyük olasılıkla yakında yürürlüğe girecek olan “Yasa Dışı Göç Yasası” ile Britanya’ya bir şekilde gelmeyi başarabilen mültecileri hemen Ruanda’ya gönderecek. Britanya’nın imzası da bulunan bütün uluslararası insan hakları ve mülteci hukuku böylece geçersiz kılınacak.
Benzer bir girişim Almanya’da da tartışılıyor. Irkçı-faşist AfD partisinin toplumsal desteğinin artması gerekçe gösterilerek, Alman faşizminden çıkartılan bir ders olarak yürürlüğe sokulan “bireysel sığınma hakkının” kaldırılması isteniliyor. Aslında Federal Anayasa’da yer alan “sığınma hakkı” maddesi 1993 büyük uzlaşısıyla fiilen geçersiz kılınmış durumda. Çünkü Almanya etrafını çevreleyen ülkeleri “güvenli ülke” diye deklare ederek, kara yolu üzerinden Almanya’ya gelebilenlere sığınma hakkını kaldırmıştı. Bugün olduğu gibi, 1990’larda da doğrudan devlet politikalarıyla körüklenen faşist şiddet olayları bu hakkın kaldırılmasına gerekçe gösterilmişti.
Ancak sığınma hakkının fiilen kaldırılmış olması da burjuva siyasetçilerine ve yaygın medyadaki yaygaracılara yetmiyor. Kendileri gibi, yani “beyaz” olmayan insanlara en fazla düşük ücretli köle seviyesinde tahammül gösteren burjuva toplumları, şimdi de “beyaz” olmayanları Avrupa’nın sınırlarından binlerce kilometre uzakta tutmak istiyorlar. Zaten bu nedenle Türkiye ile yapılan mülteci antlaşmalarından sonra Tunus gibi bir dizi ülkeye yüklü meblağlar aktarılarak tampon bölge ve sınır koruma memuru olmaları sağlanmak isteniyor.
Elbette bazı istisnalar da yok değil. Örneğin Almanya “Nitelikli İşgücü Göç Yasası” ile belirli koşulları yerine getiren eğitimli, bu şekilde üretim süreçlerine ve hizmet sektörüne sorunsuz entegre edilebilecek ve varlıklarıyla ücretler üzerindeki baskıları artıracak göçmenleri ülkeye davet ediyor. Aynı zamanda bütçe kısıtlamaları ve yoksullara kapatılan eğitim-öğrenim yolları nedeniyle ortaya çıkan nitelikli emek eğitimindeki açığı, yoksul ülkelerin kendi olanaklarıyla eğittikleri nitelikli göçmenler üzerinden telafi edecekler. Böylelikle hem yoksul coğrafyalarda gerekli olan nitelikli emeği oralardan çekecekler, hem de dünya çapında üretilen her 15 doların sadece birini buralara “kalkınma yardımı” safsatasıyla aktararak, yoksul coğrafyalardaki egemen sınıflara rüşvet verecekler.
Göçmenlik ve mültecilik kapitalizm çağının en belirgin emarelerinden birisidir. Ama aynı zamanda kendi işçi sınıfını ve diğer toplumsal kesimleri zapturapt altına almanın, toplumsal hiddeti farklı yönlere kanalize etmenin ve egemen iktidarı korumanın da bir aracıdır. Egemenlik aracı olarak göç politikaları günümüzün neoliberal dünyasında sadece ırkçı-faşist hareketleri beslemenin bir yolu değil, aynı zamanda emperyalist yayılmacılığa, militarizme ve her türlü hak budanmasına toplumsal rıza üretimi için vazgeçilmez bir yöntemdir. Dolayısıyla kapitalizm aşılmadan faşizmin, ırkçılığın ve mülteci düşmanlığının yok edilmesi olanaklı değildir. O nedenle hangi solcu (!) mülteci karşıtlığı yapıyorsa, o, egemenlerin çıkarlarını koruyor demektir.
(POLİTİKA)
Hüseyin Topgider
Öyle olaylar yaşanıyorlki insan bu dünya yıkılsın diyor.
Sınırdışı edilen Afrikalı göçmen kadın ve kızı çölde susuzluktan öldü
Aklıma F.Hüsnü’nün şiiri geldi:
“Açtır binlerce yıldan beri
Karıncasından bakiresine kadar
Afrikayı düşünürüm
Önümdeki ekmeği canım istemez”
.. benim soyum sona erebilir ama devrim asla silinmeyecektir!"
Çinli komünist devrimci ve gerilla komutanı Ling Fushun, 1936'da Koumintang milliyetçileri tarafından idam edilmeden hemen önce.
Yoksul köylü bir aileye doğan Ling Fushun, 1931 yılında geçinebilmek için asker olarak Koumintang milisine katılmış, 1932'de devrimci fikirlerle tanıştıktan sonra ise buradan ayrılıp yeraltı faaliyetlerine başlamıştır.
1936'da Puyuanzhen'de Koumintang güçleri tarafından yakalanmış ve lingchi adı verilen bir işkence yöntemiyle idam edilmiştir.
Ling Fushun'un son sözleri şu şekildeydi: "Ölümde korkulacak bir şey yoktur, benim soyum sona erebilir ama devrim asla silinmeyecektir!"
Büyük Patlama Teorisine 10 Bilimsel Alternatif
Terry Pratchett, evrenin başlangıcına dair genel kabul görmüş olan görüşü şöyle açıklar: “Başlangıçta sadece yokluk vardı, o da patladı.” Günümüzde kozmolojiye dair çoğunluk tarafından kabul görmüş olan teori, evrenin büyük patlamanın ardından sürekli genişliyor olmasıdır; ki bu da kozmik arka plan radyasyonu ve ışık spektrumunun kırmızı ucuna doğru ışığın bükülüyor olması gibi kanıtlarla desteklenmektedir.
Ne var ki herkes bu görüşe katılmıyor. Yıllar boyunca kozmolojiye ve evrenin kökenine dair pek çok görüş ortaya atıldı. Bunlardan bazıları mevcut kanıtlar ve teknolojilerle kanıtlanamaz durumdaki ilgi çekici spekülasyonlarken, bazısı da evrenin insan duyularını aşan çıldırtıcı genişliğine anlam bulmaya çalışan sıra dışı fikirlerden ibaret.
Durgun Hâl
Albert Einstein’ın el yazmalarından yeni keşfedilen bir tanesine bakılırsa, ünlü bilim adamı İngiliz astrofizikçi Fred Hoyle’un evrenin sürekli genişlerken bir yandan da yeni maddelerin üretimi aracılığıyla sabit bir yoğunluğu koruyor olabileceğine dair teorilerini dikkate almış. Yıllar boyunca bilim çevreleri Hoyle’u bir kaçık olarak görmüş olsa da, bu el yazması belgeler Einstein’ın onun fikirlerine ciddi ölçüde kafa yorduğunu gösteriyor.
Durgun hâl teorisi 1948 yılında Hermann Bondi, Thomas Gold ve Fred Hoyle tarafından ortaya atıldı. Bu teori, ana fikrini evrene neresinden bakılırsa bakılsın, makroskopik anlamda her şeyin hemen hemen aynı göründüğü gözleminden alıyordu. Bu fikir evrenin bir başı ve sonu olmadığını varsaydığından felsefi açıdan da makul görünüyordu. Teori 1950 ve 60’lı yıllarda pek çok kişi tarafından kabul görmüştü. Evrenin genişliyor olduğuna dair kanıtlar ortaya çıktığında, teorinin savunucuları az da olsa düzenli olarak (yılda bir küp milde birkaç atom kadar) yeni maddelerin oluştuğunu öne sürdü.
Bizim galaksimizde olmayıp uzak (dolayısıyla da bize göre yaşlı) galaksilerdeki kuasarların varlığının gözlemlenmesi, bu teorinin güvenilirliğini ciddi ölçüde sarstı. Bilim insanları, kozmik arka plan radyasyonunun varlığını keşfettiklerinde ise durgun hâl teorisi tamamen çürütüldü. Ne var ki Hoyle teorisini savunmaya devam ediyordu, evrende helyumdan daha ağır atomların ortaya çıktığına dair bir dizi araştırma yayımladı; bu atomlar yaşam döngülerinin sonuna gelmiş olan ilk yıldızların yarattığı yüksek sıcaklıklar ve basınçla ortaya çıkmıştı. İronik olarak, Hoyle “büyük patlama” ismini ilk kullanan kişiydi.
Yorgun Işık
galaksi
Edwin Hubble, uzak galaksilerden yayılan ışık dalga boylarının, yakın gök isimlerinden yayılanlara nazaran, ışık spektrumunun kırmızı ucuna doğru daha fazla kırıldığını gözlemlemiş, bu nedenle de fotonların bir şekilde enerjilerini kaybettiği çıkarımını yapmıştı. “Kırmızıya kayma” olarak adlandırılan bu fenomen, Doppler etkisinin bir sonucu olarak, büyük patlamanın ardından sürekli gerçekleşen bir genişleme ile açıklanır. Durgun hâl teorilerinin destekçileri ise, uzayda yolculuk eden ışık fotonlarının kırmızı ışık spektrumunun daha uzun dalga boyuna ve daha az enerjiye sahip uçlarına doğru gittikçe enerjilerini kaybettiğini öne sürdü. Bu teori ilk olarak 1929 yılında Fritz Zwicky tarafından ortaya atıldı.
Ne var ki yorgun ışık teorisi ile ilgili bazı problemler var. Öncelikle, bir fotonun momentumunun değişmeden enerjisinin değişmesi mümkün değil; bu momentum değişikliğinin bir bulanıklaşma etkisi yaratması gerekir ki böyle bir şey gözlemlemiyoruz. İkincisi, bu teori süpernovalardan yayılan ışık yayılımlarında gözlemlenen örüntüleri açıklayamazken, genişleyen evren teorisinin genel görelilik kuramıyla birleştiğinde zamanda bükülmeye yol açacağına dair oluşturulan modeller bu örüntülerle örtüşüyor. Son olarak, yorgun ışık kuramına dair öne sürülen modellerin çoğu genişlemeyen bir evren varsayımına dayanıyor, ancak bu durumda gözlemlerimizle uyuşmayan bir arka plan radyasyonu spektrumunun oluşması beklenirdi. Eğer yorgun ışık teorisi doğru olsaydı, gözlemlediğimiz kozmik arka plan radyasyonunun tamamı bize en yakın galaksi olan Andromeda Galaksisi M31’den daha yakın kaynaklardan gelmesi ve onun ötesindeki her şeyin bize görünmez olması gerekirdi.
Sonsuz Şişme
Evrenin ilk dönemlerine dair pek çok yeni model, birbirine yakın parçacıkların aralarına giren büyük uzay boşlukları neticesinde pek çok farklı yöne dağılmalarıyla oluşan vakum enerjisinden kaynaklı, kısa süreli bir eksponansiyel genişleme (şişme olarak adlandırılır) olduğunu öngörmektedir. Bu şişmenin ardından, vakum enerjisi eriyik bir plazma çorbasına dönüşmüş, sonraları bundan atomlar, moleküller ve diğer parçacıklar oluşmuştur. Sonsuz şişme teorisi, işte bu şişme sürecinin hiç sona ermediğini öne sürer. Bunun yerine uzay baloncukları şişmeyi bırakıp düşük enerjili bir duruma geçmiş, sonra da içe doğru genişlemeye devam etmiştir. Bu baloncuklar, bir tencerede kaynamakta olan suyun çıkardığı buhar baloncuklarına benzetilebilir, tabii bu örnekte tencere sürekli büyümektedir.
Bu teoriye göre, evrenimiz sürekli şişmenin yarattığı devasa bir çoklu evrendeki pek çok evren baloncuğundan biridir. Bu teorinin test edilebilir yanlarından biri, birbirine çok yakın iki evrenin birbirine dokunduğunda her bir evrende uzay-zaman bozulmalarına yol açacağıdır. Bu teoriye dair en iyi kanıt, kozmik arka plan radyasyonumuzda gözlemlenen böylesi bir bozulmanın varlığıdır.
İlk şişme modeli Sovyet bilim adamı Alexei Starobinksy tarafından ortaya atılmıştı ancak daha büyük bir bilinirliğe kavuşması, büyük patlamadan önce eksponansiyel genişlemenin gerçekleşebilmesi için evrenin bir süper soğumaya maruz kalmış olması gerektiğini öne süren Batılı fizikçi Alan Guth sayesinde oldu. Andrei Linde bu teorileri aldı ve büyük patlamaya gerek olmadan, yeterli potansiyel enerji bulunursa böylesi genişlemelerin uzayda herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda gerçekleşebileceğini, çoklu evrenin her yerinde bunların sürekli olarak gerçekleşmekte olduğunu öne süren “sonsuz kaotik genişleme” teorisine dönüştürdü.
Linde bu kuramını şöyle açıklamaktadır: “Tek bir fizik kuralına bağlı olarak bir evren yerine, sonsuz kaotik genişleme sürekli kendini yeniden üreten, böylece tüm olasılıkların gerçekleşebileceği, hâlihazırda mevcut olan bir çoklu evreni temel alır.”
Dördüncü Boyut Kara Delik İllüzyonu
Standart büyük patlama modeli evrenin sonsuz büyüklükte yoğunluğa sahip bir tekilliğin patlamasıyla oluştuğunu öne sürer, ancak kozmik ölçüde bakıldığında bu olayın üstünden çok az bir vakit geçmiş olmasına rağmen neden evrenin her yerinin aşağı yukarı aynı sıcaklıkta olduğunu açıklamakta zorlanır. Bazı kişiler bu durumun evrenin ışık hızından daha hızlı genişlemesini sağlayan bilinmeyen bir enerji formu ile açıklanabileceğini öne sürer. Perimeter Teorik Fizik Enstitüsü’nden bir grup fizikçi, evrenin dört boyutlu bir yıldızın sönerek bir kara deliğe dönüşmesi sırasında olay ufkunda oluşan üç boyutlu bir illüzyon olabileceğini öne sürdüler.
Niayesh Afshordi ve meslektaşları, 2000 yılında Münih’teki Ludwig Maximilians Üniversitesi’nden bir ekibin öne sürdüğü, evrenimizin dört boyutlu bir “toplu evrenin” yalnızca bir kolu olduğunu iddia eden fikri değerlendirdi. Şayet bu toplu evrende dört boyutlu yıldızlar da varsa, bu yıldızların da bizim evrenimizdeki üç boyutlu benzerleri gibi patlayarak bir süpernova oluşturma ve ardından kara deliğe dönüşme davranışını gerçekleştirmeleri gerektiğini fark ettiler.
Üç boyutlu kara deliklerin etrafı, olay ufku denilen küresel bir yüzeyle çevrilidir. Üç boyutlu kara deliğin olay ufkunun yüzeyi iki boyutlu olsa da, dört boyutlu bir kara deliğin olay ufkunun üç boyutlu olması gerekir. Afshordi ve ekibi dört boyutlu bir yıldızın ölümünü simüle ettiklerinde, ortaya çıkan üç boyutlu materyalin olay ufkunun etrafında bir üç boyutlu membran oluşturduğunu ve bunun yavaşça genişlediğini gözlemlediler. Böylece, evrenimizin dört boyutlu bir yıldızın çöküp kara deliğe dönüşmesinin ardından ortaya çıkan bir illüzyon olabileceği sonucuna vardılar.
Dört boyutlu toplu evren çok daha eski, hatta sonsuz yaşında olacağından, bu evrenimizde gözlemlediğimiz benzer sıcaklıkları açıklayabilir; ne var ki bazı veriler geleneksel modellere daha çok uyan çelişkilerin olduğunu göstermektedir.
Ayna Evren
Fizikteki en çetrefilli sorunlardan biri, kabul edilen neredeyse tüm modellerin (ki bunlara yerçekimi, elektrodinamik ve görelilik gibi modeller de dâhildir) zaman ileri de aksa geri de aksa evreni kolaylıkla açıklayabiliyor olmasıdır. Gerçek dünyada zamanın yalnızca tek bir yönde aktığını biliyoruz, buna getirdiğimiz standart açıklama ise zaman algımızın sadece düzenin düzensizliğe evrildiği entropinin bir sonucu olduğudur. Ne var ki bu teoriyi kabul edersek, evrenin başlangıçta yüksek bir düzene ve düşük entropi seviyelerine sahip olduğunu da kabul etmek zorunda kalırız. Pek çok bilim insanı evrenin erken dönemlerindeki düşük entropinin zamanın akışı sorununu çözmesi konusunda ikna olmuş durumda değildir.
Oxford Üniversitesi’nden Julian Barbour, New Brunswick Üniversitesi’nden Tim Koslowski ve Perimeter Teorik Fizik Enstitüsü’nden Flavio Mercati, kütle çekimin zamanın ileri gitmesini sağladığına dair bir teori geliştirdiler. Newton kütle çekim etkisindeki 1000 nokta benzeri parçacığın birbiriyle etkileşime girdiği bir bilgisayar simülasyonu üzerinde yaptıkları çalışmalarda, parçacıkların boyutları ve miktarlarından bağımsız olarak, sonunda minimum boyuta ve maksimum yoğunluğa sahip düşük karmaşıklıkta bir form oluşturduklarını gözlemlediler. Ardından parçacık sisteminin iki yöne doğru genişlemeye başladığını, simetrik ve karşılıklı iki “zaman doğrultusu” oluşturduğunu, düzenli ve karmaşık iki yapıya büründüğünü gördüler.
Bu nedenle, büyük patlama neticesinde bir değil iki evren oluştuğunu, ikisinin de birbirinin aksi yönünde ilerleyen zaman doğrultularına sahip olduğunu öne sürüyorlar. Barbour bunu şöyle açıklıyor:
“Bu ikili gelecek durumu her iki yönde uzanan tek, kaotik bir geçmiş olduğunu, yani bu merkezin iki yanında oluşmuş iki evrenin varlığını göstermektedir. İkisi de eşit ölçüde gelişmiş ise, her iki tarafta da zıt yönlerde akan bir zaman algısı gözlemlenecektir. Buradaki zeki canlılar, zamanı bu merkezden uzaklaşan tek yönlü akışa sahip olarak tanımlayacaklardır. Bu zıt evrendeki canlılar, bizi çok uzak bir geçmişte yaşıyor olarak düşünecektir.”
Uyumlu Halkasal Kozmoloji
Oxford Üniversitesi’nden fizikçi Sir Roger Penrose, büyük patlamanın evrenin başlangıcı değil, evrenin geçtiği genişleme ve küçülme döngülerindeki bir adım olduğunu söylüyor. Penrose, uzayın geometrisinin zamanla değiştiğini ve daha karmaşık bir hâle büründüğünü öne sürüyor, bunu da Weyl eğrilik tensörü denen, sıfırdan başlayıp zamanla büyüyen matematiksel bir nesneyle açıklıyor. Kara deliklerin entropiyi düşürecek bir rol oynadıklarını, evren genişlemesinin sonuna ulaştığında kara deliklerin kalan madde ve enerjiyi, ardından da birbirlerini yutacaklarını iddia ediyor. Hawking radyasyonuyla madde eriyip kara delikler enerjilerini kaybettiklerinde, tüm uzay yeknesak olacak ve kullanışsız enerjiyle dolacaktır.
Bu da bize uyumlu değişmezlik denen, farklı ölçeklere fakat aynı şekle sahip simetrik bir geometri fenomenini gösterir. Evren başlangıcındaki şartları artık sağlamayacağından, Penrose uyumlu değişmezliğin uzayın geometrisini düzleştireceğini ve ayrışan parçacıkların sıfır entropi hâline gireceğini öngörmektedir. Evren bunun ardından kendi içine çökecek, yeni bir büyük patlamanın önünü açacaktır. Bu da evrenin sürekli tekrar eden bir genişleme ve küçülme döngüsüne sahip olduğunu gösterir. Penrose, her bir patlama ve çökme aralığını “eon” olarak adlandırır.
Penrose ve meslektaşı, Ermenistan’daki Yerevan Fizik Enstitüsü’nden Vahe Gurzadyan, kozmik arka plan radyasyonu üzerine NASA uydu verilerini toplayıp yaptıkları araştırmada, 12 net eşmerkezli halka bulduklarını öne sürüyorlar. Bunların, her bir eonun sonundaki süpermasif kara delik patlamaları neticesinde oluşan kütle çekimsel dalgaların kanıtı olduğunu söyleyerek, uyumlu halkalar kozmolojisi teorisini buna dayandırıyorlar.
Soğuk Büyük Patlama ve Büzüşen Evren
Standart büyük patlama modeli, tüm maddeler tek bir noktadan patlayarak oluştuktan sonra, evrenin sıcak ve yoğun bir baloncuğa dönüştüğü ve milyarlarca yıl boyunca yavaşça genişlediği varsayımını öne sürer. Bu tekillik, genel görelilik ve kuantum mekaniği gibi teoriler konusunda bazı sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle Heidelberg Üniversitesi’nden kozmolog Christoff Wetterich, sürekli genişlemeyi öne süren standart modelin aksine evrenin soğuk ve çok büyük bir boşluk olarak başlamış, zamanla büzüştükçe parçacıkların birbiriyle temasları neticesinde canlanmış olabileceğini öne sürmektedir.
Bu modelde, astronomların gözlemlediği kırmızıya kayma etkisinin, evren küçüldükçe evrenin toplam kütlesindeki artıştan kaynaklandığı öne sürülür. Atomların yaydığı ışık parçacıkların kütlesiyle oluşturulur, daha yüksek enerji ışığın mavi spektrumuna gitmesiyle ortaya çıkarken, düşük enerjili ışık kırmızı spektruma doğru yol alır.
Wetterich’in teorisindeki ana sorun, kütlelerin kendilerini ölçemeyip yalnızca farklı kütleleri birbiriyle kıyaslayabildiğimizden, öne sürdüğü fikirlerin ölçümle ispatlanabilir olmamasıdır. Bir fizikçi, bu modelin evrenin genişliyor olması yerine onu ölçtüğümüz cetvelin kısalmakta olduğunu öne sürmekle eşdeğer olduğunu söylüyor. Wetterich, teorisinin büyük patlamanın yerini alacak bir teori olmadığını, yalnızca evrene dair yapılan gözlemlerle uyumlu olduğunu ve daha “doğal” bir açıklama olabileceğini söylemektedir.
Yaşayan Evren
Amatör bilim insanı Jim Carter, varsayımsal dönen mekanik nesneler olan “circlonlar”ın sonsuz hiyerarşisine dayanan, kişisel bir evren teorisi geliştirmiştir. Carter, evrenin tüm tarihinin üretim ve füzyon işlemlerinden doğan circlon nesilleri ile açıklanabileceğini iddia eder. Carter bu teorilerine 1970’li yıllarda balon avlamak için dalış yaptığı sıralarda hava tankından çıkan mükemmel yuvarlaklıktaki baloncukları görmesinin ardından, circlon eşzamanlılığının fiziksel formları olarak addettiği konserve tenekeleri ve lastikli çarşaflarla yaptığı kontrollü duman halkaları deneyleriyle ulaşmıştır.
Carter, circlon eşzamanlılığının evrenin başlangıcını büyük patlamadan daha iyi açıkladığını öne sürer. Yaşayan evren teorisi, en az bir hidrojen atomunun zamanın başlangıcından beri var olduğunu iddia eder. Başlangıçta, tek bir antihidrojen atomu üç boyutlu boşlukta süzülmektedir. Bu parçacık, tüm var olan evrenimizin kütlesine eşit bir kütleye sahiptir ve bir pozitif yüklü proton ile bir negatif yüklü antiprotona sahiptir. Evren mükemmel ve tam bir dualiteye sahipti ancak negatif antiproton pozitif protona göre biraz daha hızlı kütle çekimsel genişlemeye maruz kalmıştı, bu nedenle de göreli kütle kaybına uğradı. Dolayısıyla birbirlerine yaklaştılar ve negatif parçacık pozitif olanı yutarak antinötronu oluşturdu.
Antinötron da kütlesel olarak dengesizdi ama zamanla bir denge noktasına ulaştı, ardından tekrar ikiye bölünerek iki yeni parçacık-antiparçacık nötronu oluşturdu. Bu işlem arka arkaya tekrar ederek artan sayıda nötronun oluşmasını sağladı, bazıları ikiye bölünmek yerine kendilerini yok ettiler ki bu da kozmik ışınları ortaya çıkardı. Nihayet evren kararlı nötronlardan oluşan bir kütle hâline geldi, bu kütle bir süre sonra bozularak elektronların protonlarla ilk defa birleşmesine yol açtı. Böylece ilk hidrojen atomu meydana geldi, sonunda da giderek daha fazla sayıda elektron ve proton serbest kaldı ve birbirleriyle etkileşime geçerek elementleri oluşturdu. Adına “Büyük Donmuş Ateş Çağı” denen bir sürenin ardından yıldızlar, gezegenler ve bilinç oluştu.
Ne var ki pek çok fizikçi Carter’ın fikirlerini ampirik kanıtlara dayanmayan safsatalardan ibaret olarak görüyor. Eklemek gerekir ki, Carter’ın duman halkalarıyla yaptığı deneyleri baz alan eter teorisi 13 sene önce çürütülmüştü.
Plazma Evren
Standart kozmoloji kütle çekim kuvvetini bir şeylere şekil veren esas güç olarak görürken, plazma kozmolojisi veya elektrik evren teorisi, elektromanyetizmayı odağına alır. Bu teorinin ilk savunucularından biri olan Rus psikiyatrist Immanuel Velikovsky, 1946 yılında yayımladığı “Kütle Çekimsiz Kozmos” adlı çalışmasında, kütle çekiminin atomik yükler, serbest dolaşan elektrik yükleri ve güneşler ile gezegenler arasındaki manyetik alanların bir sonucu olarak ortaya çıktığını öne sürmüştü. 1970’li yıllarda Ralph Juergens de bu teoriyi biraz daha ileri götürerek, yıldızların güçlerini termonükleer işlemlerden değil, elektriksel reaksiyonlardan aldığını iddia etti.
Bu teorinin pek çok farklı varyasyonu bulunsa da, birçok noktada benzerdirler. Plazma evren teorileri Güneş’in ve diğer yıldızların sürüklenme akımları sayesinde elektriksel güçle dolduklarını, bazı gezegen yüzeyi özelliklerinin “süper yıldırımlar” sayesinde oluştuğunu, kuyruklu yıldız kuyruklarının, Mars’taki dalazların ve galaksilerin oluşumlarının hep elektriksel süreçlerle olduğunu öne sürer. Bu teoriler ayrıca uzayın derinliklerinin devasa elektron ve iyon iplikçikleriyle dolu olduğunu, bu akımların uzaydaki elektromanyetik çekim kuvvetleriyle eğilip büküldüğünü ve sonunda galaksiler gibi fiziksel nesneler oluşturduklarını iddia eder. Plazma kozmologları evrenin hem boyut hem de yaş olarak sonsuz olduğuna inanırlar.
Konu hakkındaki en çok ses getiren kitaplardan biri, Eric J. Lerner tarafından 1991 yılında yazılan “Büyük Patlama Hiç Olmadı” adlı kitaptır. Lerner kitabında, büyük patlama teorisinin döteryum, lityum-7 ve helyum-4 gibi bazı hafif elementlerin yoğunluklarını yanlış tahmin ettiğini, galaksiler arasındaki boşlukların büyük patlama sonrası zaman aralıklarıyla açıklanamayacak kadar büyük olduğunu ve uzak galaksilerin yüzey parlaklıklarının sabit olarak gözlemlendiğini, oysa genişleyen bir evrende, kırmızıya kayma etkisi nedeniyle bu parlaklığın azalıyor olarak görülmesi gerektiğini iddia eder. Ayrıca büyük patlama teorisinin şişme, karanlık madde ve karanlık enerji gibi pek çok varsayımsal kavram üzerine kurulduğunu ve evrenin hiç yoktan ortaya çıkmış olması durumunda enerjinin korunumu kanunu ihlal ediyor olduğunu öne sürer.
Bunların aksine, plazma teorisinin ışık elementlerinin bolluğunu, evrenin makroskopik yapısını ve radyo dalgalarının sönümlenmesinin kozmik arka plan radyasyonunun sebebi olduğunu doğru bir şekilde açıkladığını öne sürer. Pek çok kozmolog, Lerner’in büyük patlama teorisine yönelttiği eleştirilerin daha o kitabını yazdığı zamanlarda bile yanlışlığı kanıtlanmış kavramlara dayandığını söyler ve büyük patlamayı destekleyen gözlemlere getirdiği açıklamaların, çözdüğü sorunlardan çok daha fazlasını yarattığı fikrindedir.
Gökkuşağı Kütle Çekimi Teorisi
Gökkuşağı kütleçekimi 2000’li yılların başında çok büyük cisimlerin dünyasını konu edinen genel görelilik ile çok küçük cisimlerin dünyasıyla ilgilenen kuantum mekaniği arasındaki vadiyi doldurmak amacıyla ileri sürüldü. Bu teori, kuantumun kütleçekim üzerindeki etkilerini tam olarak açıklayan bir teori değil ve genel geçer olarak kabul edilmiyor da… Yine de bazı fizikçiler, bunu evrenin nasıl başladığı sorusu üzerine uyguluyor ve “gökkuşağı kütle çekimi” etkisinin doğru olduğunu gösterebiliyorlar. hâliyle bu durum, uzay ve zamanın Büyük Patlama Teorisi’nin çizdiğinden çok daha farklı kökenleri olabileceğini düşündürüyor.
Einstein’ın Genel Görelilik Kuramı’na göre devasa nesneler uzay-zamanı ve ışık da dâhil olmak üzere, onun içerisinde hareket eden her şeyi bükerler ve eğik bir yol izlemelerine neden olurlar. Standart fizik, bu eğik yolun uzay-zamanda hareket eden cisimlerin enerjisinden bağımsız olması gerektiğini söyler. Ancak gökkuşağı kütle çekimine göre enerji yolu etkiler. Mısır’ın Zewail şehrindeki Teorik Fizik Merkezi’nden olan ve Journal of Cosmology and Astroparticle Physics dergisinde konuyla ilgili makalesi yayımlanan Adel Awad şunları söylüyor: “Farklı enerjili parçacıklar, farklı uzay-zaman görürler, dolayısıyla farklı kütle çekim alanlarını deneyimlerler.”
Bir senaryoya göre, eğer ki zamanı geriye doğru takip edecek olursanız, evren giderek yoğunlaşacaktır ve sonunda sonsuz yoğunluğa doğru gidecektir; ancak asla sonsuz değere ulaşamayacaktır. Öteki senaryoya göreyse, yine evrenin çok yüksek bir yoğunluğu vardır; ancak bu defa bu yoğunluk değeri sonsuz değil, sonludur. Yani bu senaryoya göre, çok yüksek bir yoğunluk değerinde, evrenin başlangıç yoğunluğu sabitlenecektir. İki senaryoda da, tekillik (singülarite: noktasal hacimde, sonsuz kütle, yani sonsuz yoğunluk) bulunmamaktadır: yani evren asla sonsuz yoğunluğa ulaşmaz. Ki bu da, Büyük Patlama’nın olmamış olabileceği anlamına gelir.
Bu sonuç, evrenin belki de hiçbir zaman bir başlangıcı olmadığını gösteriyor. Bunun yerine zaman, sonsuza kadar geri takip edilebilir. Ancak tabii ki bu senaryoların gerçeği yansıttığı sonucuna varmak henüz mümkün değil; yine de sonuçlar ilgi çekici. Araştırmada yer almayan ancak kütle çekiminin kuantum teorisi üzerine araştırmalar yapan Amelino-Camelia şunları söylüyor:
“Bu yöndeki çalışmalar, söz konusu fikrin kozmolojide haklı bir yeri olduğunu gösterebilir, bu da beni yüreklendiriyor. Kuantum kütle çekiminde, gökkuşağı kütle çekimi olarak adlandırabileceğiniz özelliğe dair giderek artan örnekler bulmaktayız. Bu durum, giderek dikkat çeken bir hâl alıyor.”
Kaynaklar:
Listeverse
Evrim Ağacı
Görülen lüzum üzerine bir kez daha hatırlatayım;
Kemalizm en barbar, en pespaye, en alçak, en çukur bir ideolojidir. Kendinizi ve çocuklarınızı Kemalizmden uzak tutunuz.!
Mahmut Uzun
https://www.instagram.com/p/Cu1lSJPqdc_/?utm_source=ig_web_copy_link&igshid=MzRlODBiNWFlZA==
Beyler, çok bilmişler, toplaşın hele sizlere iki laf edeyim.!
Kominizm ve Milliyetçilik birbirine dışlayan kavramlardır.
Bizim ülkemizde kimin gerçekçi anlamda sosyalist olduğunun başlı başına ölçütü kemalizmden
köklü bir kopuş yapmış mı yapmamış mı?
Sorusunda yatıyor.
Bu konuda kendisini sorgulamamış, özeleştiri yapmamış hiç bir sosyalist, sol parti, örgüt bu devletten kopmamıştır. Samimi olanlar eninde sonunda kendiyle bu yüzleşmeyi yapan, yapacaklardır.!
Yapmayanlar, başta türk halkı olmak üzere bu topraklarda yaşayan halklara karşı vebal ve suç işlemeye, suçun
ortağıdırlar…
Ve bu Kemalizmin iki yüzlülüğünü alınlarında kara bir leke gibi ömür boyu taşıyacaklardır…
Dünyanın her yerinde özgürlük mücadelesini, ulusal bile olsa kayıtsız şartsız desteklemeyen sosyalist -kominist olamaz.
Ülkemizde en azından şunu biliyoruz geleneksel soldan kopmuş gerçekçi türk aydın ve sosyalistleri bağımsız ve özgürlük mücadelesi veren Kürtlere ve diğer halklara kayıtsız destek vermek olmalıdır, çözüm önerlerinin ve kabüllerin bir aldatmaca, yalan ve “TC” çıkarı için olmamalıdır…
Mahmut Uzun
https://www.instagram.com/p/Cu0ujQXq-Rq/?utm_source=ig_web_copy_link&igshid=MzRlODBiNWFlZA==