İsimlerini Bilmeniz Gereken 46 Ateist ve Nonteist Felsefeci – Berat Mutluhan Seferoğlu
Öncül ekibi olarak sürekli dert yandığımız konulardan birinin pek çok konuda klasik metinlerin Türkçe’ye çevrilmemiş olması oluğunu, bizi takip ediyorsanız, tahmin edebilirsiniz. Ancak bazı konular var ki, bu konulardaki eksiklik klasiklerin çevrilmemiş olmasının da ötesine geçiyor. Ateist/non-teist din felsefesi bu konulardan biri. Türkiye analitik din felsefesi konusunda geçmişe kıyasla hem çalışmaların sayısı hem de niteliği açısından analitik felsefenin diğer alanlarına kıyasla ileride olsa da bu çalışmaların hemen hemen tamamının teistik bakış açısıyla yapıldığı aşikar. Bunun yanı sıra bazı istisnalar haricinde ateist/non-teist din felsefecilerinin, bırakın metinlerinin çevrilmesini ya da haklarında nitelikli akademik çalışmaların yapılmasını, yapılan akademik çalışmalarda ve çevirilerde isimlerinin dahi anılmadığını görüyoruz.
Ateist din felsefesiyle 10 yıldan uzun süredir ilgilenen biri olarak bu konudaki eksikliğin doldurulması için 46 ateist/nonteist felsefeciyi kısaca tanıtmak istiyorum. Burada ismini andığım felsefecilerin kimileri analitik din felsefesinin bir alan olarak kurulmasında önemli yer tutan meşhur felsefecilerken, kimileri din felsefesi hakkında az sayıda ancak önemli olduğunu düşündüğüm çalışmalara sahip olan pek bilinmeyen felsefeciler. Yine bu listedeki bazı felsefeciler akademik eserlerinden ziyade blogları ve yaptıkları tartışmalarla tanınmaktalar. Ancak bu felsefecilerin bazılarının teizm-ateizm tartışmasının ilerlemesine önemli katkıları olduğunu düşündüğüm için onları da listeye dahil etmeyi uygun buldum. Elbette her liste gibi bu liste de eksik. Bu nedenle bu listeyi genişletmeye devam edeceğim.
1. Adolf Grünbaum
Grünbaum, Pittsburgh
Üniversitesi’nde görev yapan bir felsefe profesörüydü. Bilim Felsefesi ve
özellikle Fizik Felsefesi hakkındaki çalışmalarıyla ünlüdür. Psikanalizin en
meşhur eleştirmenlerinden biri olmakla beraber görelilik kuramının yorumlanması
ve uzay-zamanla ilgili felsefi problemler hakkında da çığır açan çalışmaları
vardır. Din felsefesi hakkındaki çalışmaları özellikle modern kozmolojinin
verilerine başvuran kozmolojik/teleolojik argümanlara ve teistik ahlaka yaptığı
eleştirilerden oluşmaktadır. Grünbaum’un ana iddiası kozmolojinin teistler
tarafından yanlış bir şekilde kullanıldığı ve bir anlamda istismar edildiğidir.
Önemli Eserleri: The Pseudo-Problem of Creation in Current Physical Cosmology (1991), Creation As a Pseudo-Explanation in Current Physical Cosmology (1991), Creation As a Pseudo-Explanation in Current Physical Cosmology (1991), Narlikar’s ‘Creation’ of the Big Bang Universe Was a Mere Origination (1993), Some comments on William Lane Craig’s “Creation and Big Bang Cosmology” (1994), The Poverty of Theistic Morality (1995), Theological Misinterpretations of Current Physical Cosmology (1998).
2. Alex Malpass
Malpass; Bristol Üniversitesi’nde
zaman felsefesi, fizik felsefesi, ve felsefi mantıkla ilgilenen bir felsefecidir.
Aynı zamanda din felsefesi hakkında yazdığı blogu Use of Reason, Youtube kanalı
Thoughtology ve internet üzerinden yaptığı tartışmalarla bilinir. Özellikle
Hassas Ayar, Kelam Kozmolojik Argümanı, Presuppositional Apologetics gibi
argümanları/yaklaşımları ve Molinizm’i eleştirmektedir. Ayrıca meşhur din
felsefecileriyle yaptığı röportajlar da önemlidir. Malpass’ın tartışmalarda hem
argümanlarıyla hem de üslubuyla teistlerin saygısını da kazandığı söylenebilir.
Önemli Eserleri: Kozmolog Luke Barnes ile Capturing Christianity kanalında hassas ayar hakkında yaptığı tartışma, Presuppositional Apologetics hakkında organize ettiği panel formatındaki diyalog, Unbelievable?’da Kelam Kozmolojik Argüman’ı geliştiren Andrew Loke ile bu argüman hakkında yaptığı tartışma, Matt Dillahunty ile diyalogları.
3. Andrea Weisberger
Weisberger, Kuzey Florida Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdürmekte olan bir felsefecidir. Özellikle
kötülük problemiyle ilgili çalışmalarıyla bilinir. Alvin Plantinga ve Clement
Dore gibi din felsefecilerinin kötülük problemine getirdiği çözümleri
eleştirmiştir. Diğer ilgi alanları arasında uygulamalı ve teorik etik, hayvan
hakları, çevre sorunları, Asya Dinleri/Felsefesi ve karşılaştırmalı dinler
bulunmaktadır.
Önemli Eserleri: Depravity, Divine Responsibility and Moral Evil: A Critique of a New Free Will Defence (1995), The Pollution Solution: A Critique of Dore’s Response to the Argument from Evil (1997), Suffering Belief: Evil and the Anglo-American Defense of Theism (1999), The Problem of Evil (2006).
4. Andrew Melnyk
Melnyk, Missouri Üniversitesi’nde
çalışmalarını sürdürmekte olan bir felsefecidir. Esas alanı din felsefesi
olmayan Melnyk’in bu konuda yaptığı bir tartışma bulunmaktadır. Melnyk daha çok
fizikalizmin önde gelen savunucularından biri olmasıyla tanınmaktadır.
‘Gerçekleme Fizikalizmi’ (Realization Physicalism) adıyla bilinen yaklaşımı
savunmaktadır. Genel olarak fizikalizmin tanımı, türleri, ve
gerekçelendirilmesi üzerine çalışmaktadır.
Önemli Eserleri: Formulating Physicalism: Two Suggestions (1995), How to Keep the ‘Physical’ in Physicalism (1999), Physicalism Unfalsified: Chalmers’ Inconclusive Argument for Dualism (2001), Some Evidence for Physicalism (2003), A Physicalist Manifesto: Thoroughly Modern Materialism (2003), Rea on Naturalism (2004), Realization and the Formulation of Physicalism (2006), Naturalism, Free Choices, And Conscious Experiences (2007), Physicalism and the First-Person Point of View: A Reply To Taliaferro and Goetz (2007), A Case For Physicalism About The Human Mind (2007), Naturalism as a Philosophical Paradigm (2009), Grounding and the Formulation of Physicalism (2016), In Defense of a Realization Formulation of Physicalism (2018).
5. Anthony Kenny
Sir Kenny, felsefe tarihi -özellikle
Skolastik felsefe ve Aquinas, din felsefesi, zihin felsefesi ve Wittgenstein’ın
felsefesi hakkındaki çalışmalarıyla tanınan Oxford Üniversitesi’nden bir
felsefecidir. Sir Kenny’e Ludwig Wittgenstein’ın eserlerinin telif haklarına
sahip olan kişiler tarafından bu eserleri çevirme/düzenleme yetkisi verilmiştir
(literary executor). Kendisinin din felsefesi hakkında yaptıkları arasında
Aquinas’ın beş yoluna yaptığı eleştiriler ve Tanrısal sıfatlarla ilgili öne
sürdüğü argümanlar sayılabilir.
Önemli Eserleri: The Five Ways: St. Thomas Aquinas’ Proofs of God’s Existence (1969), The God of the Philosophers (1979), Aquinas (1980), What is Faith? Essays in the Philosophy of Religion (1992), The Unknown God: Agnostic Essays (2005).
6. Arnold Guminski
Guminski, emekli bir felsefecidir.
Din felsefesi, anayasa hukuku, kilisenin devletle ilişkisi gibi konularda
uzmandır. Özellikle Kelam Kozmolojik Argümanı’nın sonsuzlukla ilgili alt
argümanlarına yaptığı teknik eleştirilerle tanınmaktadır. Ayrıca teistik ahlak
teorilerini ve modal ontolojik argümanı da eleştirmiştir.
Önemli Eserleri: The Kalam Cosmological Argument Yet Again: The Question of the Metaphysical Possibility of an Infinite Temporal Series (2003, güncellenmiş hali 2014), The Kalam Cosmological Argument: The Question of the Metaphysical Possibility of an Infinite Set of Real Entities (2003, güncellenmiş hali 2014), The Moral Argument for God’s Existence, the Natural Moral Law, and Conservative Metaphysical Naturalism (2004), The Kalam Cosmological Argument as Amended: The Question of the Metaphysical Possibility of an Infinite Temporal Series of Finite Duration (2004, güncellenmiş hali 2005), A Critical Examination of Mark R. Nowacki’s Novel Version of the Kalam Cosmological Argument (2008), The Scope and the Limits of the Church’s Inherent Coercive Power (2014), A Critique of the Plantinga Version of the Modal Ontological Argument (2016).
7. Bede Rundle
Rundle dil felsefesi, zihin
felsefesi, eylem felsefesi ve metafizik gibi alanlara önemli katkıları olan bir
felsefecidir. Özellikle neden hiçlik yerine bir şeyler olduğu sorusuyla ilgili
eseri, ve bu eserinde teizme ve teistik argümanlara getirdiği eleştirilerle
bilinir.
Önemli Eserleri: Why There is Something Rather Than Nothing (2004)
8. Bradley Monton
Monton, Wuhan Üniversitesi’nde görev
yapmakta olan bir felsefe profesörüdür. İlgilendiği alanlar arasında bilim
felsefesi, fizik felsefesi, zaman felsefesi, ve din felsefesi vardır. Monton’ı
ilginç kılan noktalardan biri akıllı tasarımı çeşitli eleştirilere karşı savunmasıdır.
Bu konudaki kitabında Monton akıllı tasarımın ‘doğru’ olduğunu iddia etmez.
Ancak akıllı tasarımın sınanabilir bilimsel bir hipotez olarak formüle
edilebileceğini ve lehinde bir miktar delilin olduğunu iddia eder. Akıllı
tasarımın bilimsel olmayan bir görüş olarak tartışmanın en başından yok
sayılmak yerine ciddi bir bilimsel hipotez olarak tartışılması gerektiğini
düşünür, her ne kadar akıllı tasarım diye bir şeyin muhtemelen olmadığını
düşünse de. Monton’ın hassas ayar argümanı, Pascal’ın Kumarı, ve kötülük
problemine karşı öne sürülen çoklu evren teodiseleriyle ilgili makaleleri
vardır.
Önemli Eserleri: God, Fine-Tuning, and the Problem of Old Evidence (2006), Design Inferences in an Infinite Universe (2009), Seeking God in Science: An Atheist Defends Intelligent Design (2009), Against Multiverse Theodicies (2010), Prolegomena to Any Future Physics-Based Metaphysics (2011), Mixed Strategies Can’t Evade Pascal’s Wager (2011), Mixed Strategies, Uncountable Times, and Pascal’s Wager: a Reply to Robertson (2012), An Atheistic Defence of Christian Science (2013), God Acts in the Quantum World (2014), Atheistic Induction by Boltzmann Brains (2017).
9. Bruce Russell
Russell, Wayne Devlet
Üniversitesi’nde görev yapmakta olan bir felsefecidir. İlgilendiği alanlar
arasında epistemoloji, etik, din felsefesi, ve sinema felsefesi bulunmaktadır.
Din felsefesi hakkındaki çalışmaları özellikle kötülük problemi üzerinedir.
Önemli Eserleri: The Ontological Argument (1985), The “Inductive” Argument From Evil: A Dialogue (1988), The Persistent Problem of Evil (1989), Defenseless (1996), God in Relation to Possible Worlds Scenarios: Comments on Rowe’s Can God Be Free? (2005), The Problem of Evil and Replies to Some Important Responses (2018).
10. Christine Overall
Overall, Queen’s Üniversitesi’nde
görev yapmakta olan bir felsefecidir. Esas ilgi alanları feminist felsefe ve
biyoetik olsa da din felsefesi konusunda da etkili olmuş çalışmaları vardır.
Kendisi din felsefesinde özellikle mucizeler ve mistik tecrübe konusunda
makaleleriyle tanınmaktadır.
Önemli Eserleri: The Nature of Mystical Experience (1982), Miracles as Evidence against the Existence of God (1985), Miracles and God: A Reply to Robert AH Larmer (1997), Miracles and Larmer (2003), Miracles, evidence, evil, and God: A twenty-year debate (2006).
11. Colin Howson
Howson, Toronto Üniversitesi’nde
görev yapmakta olan bir felsefe profesörüdür. Özellikle bilim felsefesi,
olasılık ve olasılık felsefesi konularında çalışan Howson’ın ateizmi savunduğu
bir kitabı vardır. Howson kitabında bilincin ve ahlakın ateist bir açıklamasını
vermenin yanı sıra Tanrı’nın var olamayacağını iddia eden bazı özgün argümanlar
da öne sürmektedir.
Önemli Eserleri: Objecting to God (2011).
12. Cory Juhl
Juhl, Texas Üniversitesi’nde görev
yapmakta olan bir felsefecidir. Çalışma alanları felsefi mantık, bilim
felsefesi, zihin felsefesi ve bilim felsefesidir. Juhl’un din felsefesi
hakkındaki çalışmalarını hassas ayar argümanını eleştirdiği makaleleri
oluşturmaktadır.
Önemli Eserleri: Fine-tuning, Many Worlds, and the ‘Inverse Gambler’s Fallacy’ (2005), Fine-tuning is not Surprising (2006), Fine-tuning and Old Evidence (2007).
13. Erik Wielenberg
Wielenberg, DePauw Üniversitesi’nde
çalışmalarını sürdürmekte olan bir felsefecidir. Özellikle ahlak felsefesi ve
din felsefesi hakkında çalışmaktadır. Ateizmin ahlakın objektifliği ve hayatın
anlamlılığıyla bağdaştığını savunan kitapları ve makaleleriyle bilinmektedir.
William Lane Craig’in ahlak argümanının ve İlahi Buyruk Teorisi’nin önde gelen
eleştirmenlerinden biridir. Wielenberg aynı zamanda ‘Güçlü Normatif Realizm’
(Robust Normative Realism) adındaki metaetik pozisyonun en meşhur savunucuları
arasındadır. William Lane Craig’le yaptığı bir tartışması ve kendisiyle yapılan
çok sayıda röportaj bulunmaktadır.
Önemli Eserleri: Omnipotence Again (2000), How to be an Alethically Rational Naturalist (2002), A Morally Unsurpassable God Must Create the Best (2004), Value and Virtue in a Godless Universe (2005), God and the Reach of Reason: C.S. Lewis, David Hume, and Bertrand Russell (2007), In Defense of Non-Natural, Non-Theistic Moral Realism (2009), Dawkins’s Gambit, Hume’s Aroma, and God’s Simplicity (2009), Skeptical Theism and Divine Lies (2010), An Inconsistency in Craig’s Defence of the Moral Argument (2012), Atheism and Morality (2013), Robust Ethics: The Metaphysics and Epistemology of Godless Normative Realism (2014), Divine Deception (2014), The Parent-Child Analogy and the Limits of Skeptical Theism (2015), Plantingian Theism and the Free-Will Defence (2016), Euthyphro and Moral Realism: A Reply to Harrison (2016), The Absurdity of Life in a Christian Universe as a Reason to Prefer that God Not Exist (2018), Divine Command Theory and Psychopathy (yayına hazırlanıyor).
14. Evan Fales
Fales, Iowa Üniversitesi’nde
çalışmalarını sürdürmekte olan bir felsefecidir. Başlıca çalışma alanları
epistemoloji, metafizik, ve din felsefesidir. Tanrı-evren ilişkisi, Alvin
Plantinga’nın dini epistemolojisi, Natüralizme Karşı Evrimsel Argüman ve
kötülük problemi gibi konularda yazdığı makalelerle tanınır. Ancak özellikle
dini tecrübe argümanına yaptığı eleştiriler dikkat çekicidir. Fales en üretken
çağdaş ateist/natüralist filozoflardan biridir.
Önemli Eserleri: Antediluvian Theodicy: Stump on the Fall (1989), Should God Not Have Created Adam? (1992), Divine Freedom and the Choice of a World (1994), Scientific Explanations of Mystical Experiences, Part I: The Case of St Teresa (1996), Plantinga’s Case Against Naturalistic Epistemology (1996), Mystical Experience as Evidence (1996), Scientific Explanations of Mystical Experiences: II. The Challenge to Theism (1997), Divine Intervention (1997), Are the Gods Apolitical? (1999), Mystical Experience of God: A Philosophical Inquiry (2002), Alvin Plantinga’s Warranted Christian Belief (2003), Do Mystics See God? (2004), Despair, Optimism, and Rebellion (2007), Divine Intervention: Metaphysical and Epistemological Puzzles (2009), Darwin’s Doubt, Calvin’s Calvary (2009), Divine Commands and Moral Obligation (2010), Is Middle Knowledge Possible? Almost (2011), Is a Science of the Supernatural Possible? (2013).
15. Felipe Leon
Leon, çalışmalarını El Camino Üniversitesi’nde
sürdürmekte olan bir felsefe profesörüdür. İlgi alanları özellikle metafelsefe
(modal epistemoloji ve düşünce deneyleri), epistemoloji, ve din felsefesidir.
Ayrıca metafizik, zihin felsefesi ve metaetikle de ilgilenmektedir. Leon’un din
felsefesiyle ilgili konulara odaklanan blogu Ex-Apologist oldukça önemli bir
kaynaktır. Bu blogda Leon din felsefesiyle ilgili yeni çıkan önemli makaleler
ve kitaplarla ilgili haberleri paylaşmasının yanı sıra geliştirmekte olduğu
argümanlardan da bahsetmektedir. Joshua Rasmussen’le ortaklaşa yazdıkları
tartışma formatında bir kitabı vardır. Oppy ve Koperski’nin derlediği Theism
and Atheism kitabında da önemli makaleleri bulunmaktadır.
Önemli Eserleri: Moreland on the Impossibility of Traversing the Infinite: A Critique (2011), Is God the Best Explanation of Things?: A Dialogue (2019), Causation and Sufficient Reason (Atheism) (2019), A Priori (Atheism) (2019) Review of James P. Sterba, Is a Good God Logically Possible? (yayına hazırlanıyor).
16. Graham Oppy
Yaşayan en önemli ateist din
felsefecilerinden biri olan Oppy, Monash Üniversitesi’nde çalışmalarını
sürdürmekte olan bir felsefe profesörüdür. Oppy ontolojik argümanlar hakkında
uzman olmasının yanı sıra teistik argümanların en güçlü eleştirmenlerinden
biridir. Kozmolojik Argümanlar, Pascal’ın Kumarı, Bilinç Argümanı, Kötülük
Problemi, Tanrısal Sıfatlar, Ahlak Argümanı, Evrenin Natüralistik Açıklamaları
ve daha pek çok konuda yazdığı makale ve kitapları vardır. ‘Korkutucu derecede
zeki olduğu’ ve ironik bir şekilde ‘teistlerin kalbine tanrısızlık korkusu
verdiği’ teistler tarafından dahi kabul gören bir din felsefecisidir. Özellikle
Arguing About Gods’ın teistik argümanların en iyi eleştirilerini barındırdığı
pek çok din felsefecisi tarafından kabul edilmektedir.
Önemli Eserleri: Craig, Mackie, and the Kalam Cosmological Argument (1991), On Rescher on Pascal’s Wager (1991), Is God Good by Definition? (1992), Modal theistic arguments (1993), Weak agnosticism defended (1994), Professor William Craig’s Criticisms of Critiques of Kalam Cosmological Arguments By Paul Davies, Stephen Hawking, and Adolf Grunbaum (1995), Ontological Arguments and Belief in God (1995), Inverse Operations with Transfinite Numbers and the Kalam Cosmological Argument (1995), Pascal’s Wager is a possible bet (but not a very good one): Reply to Harmon Holcomb III (1996), Godelian ontological arguments (1996), On some alleged consequences of ‘the Hartle-Hawking cosmology’ (1997), Swinburne on ‘mental’ and ‘physical’ (1998), Judging theistic arguments (1998), Some emendations to Leftow’s arguments about time and eternity (1998), Koons’ Cosmological Argument (1999), On ‘a new cosmological argument’ (2000), Time, Successive Addition, and Kalam Cosmological Arguments (2001), More Than a Flesh Wound (2002), Arguing About The Kalam Cosmological Argument (2002), The Tristram Shandy Paradox (2002), The Devilish Complexities of Divine Simplicity (2003), Evidential Arguments from Evil and Skeptical Theism (2004), Faulty reasoning about default principles in cosmological arguments (2004), Maydole’s 2QS5 Argument (2004), Arguments from Moral Evil (2004), Arguing About Gods (2006), Maydole’s Modal Perfection Argument (2007), Pruss’s ontological arguments (2009), Craig’s Kalam Cosmology (2009), Cosmological arguments (2009), Epistemological Foundations for Koons’ Cosmological Argument? (2010), The Shape of Causal Reality: A Naturalistic Adaptation of O’Connor’s Cosmological Argument (2010), O’Connor’s Cosmological Argument (2011), Perfection, near-perfection, maximality, and Anselmian Theism (2011), Critical notice of J.P. Moreland’s Consciousness and the Existence of God: A Theistic Argument (2011), On behalf of the fool (2011), God and Infinity: Directions for Future Research (2011), Objection to a simplified ontological argument (2011), Uncaused Beginnings (2011), Consciousness, theism, and naturalism (2013), Rowe’s evidential arguments from evil (2013), Ultimate naturalistic casual explanations (2013), The Best Argument Against God (2013), Molinism and divine prophecy of free actions (2014), Describing Gods: An Investigation of Divine Attributes (2014), Ontological Arguments (Stanford Girdisi), Leftow on God and Necessity (2014), “Uncaused Beginnings” Revisited (2015), Divine Causation (2017).
17. Gregory Dawes
Dawes, Otago Üniversitesi’nde
çalışmalarını sürdüren bir felsefe profesörüdür. Din felsefesi ve felsefe
tarihiyle ilgilenmektedir. Teistik açıklamaların başarılı olup olamayacakları
konusunu irdelemesiyle ateist literatürde önemli bir boşluğu doldurmuş olan
Theism and Explanation kitabıyla tanınmaktadır. Dawes’in ayrıca akıllı
tasarımın eleştirisi, Plantinga’nın dini epistemolojisinin eleştirisi ve
natüralizm hakkında çalışmaları vardır.
Önemli Eserleri: What is wrong with intelligent design? (2007), Can a Darwinian Be a Christian? (2007), Theism and Explanation (2009), Understanding Naturalism (2010), Religious Studies, Faith, and the Presumption of Naturalism (2011), In defense of naturalism (2011), Defeating the Christian’s Claim to Warrant (2012), Religion, Science, and Explanation (2012), Basic beliefs and Christian faith (2015), Galileo and the Conflict Between Religion and Science (2016).
18. Horia Plugaru
Plugaru, Bükreş Üniversitesi’nde
felsefe eğitimi görmüştür ve zaman zaman felsefe makaleleri yazmaktadır.
Tanrısal sıfatlardaki güçlüklerle ilgili oldukça ilginç makaleler yazmasının
yanı sıra kötülük problemi ve teistik argümanların eleştirisi gibi konularda
yazmıştır. Makaleleri Infidels.org sitesinde mevcuttur.
Önemli Eserleri: A New Argument Against the “Feigned-Allegiance Reply” (2002), Argument from Insufficient Knowledge of the Bible for the Nonexistence of the God of Christianity (2005), The Argument from the Existence of Nondeities (2013), The Argument from Physiological Horrors (2019), Theodical Individualism against Skeptical Theism (2019), An Easy Way of Destroying Cosmological Arguments, The Complete Irrelevance of the Fine-Tuning Argument.
19. J.L. Schellenberg
Schellenberg, Mount Saint Vincent Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdürmekte olan bir felsefe profesörüdür. Oldukça özgün bir felsefeci olan Schellenberg Tanrısal Gizlilik Argümanı’nın en önde gelen savunucusudur. Ayrıca oldukça bütüncül bir din felsefesi yaklaşımına sahip olan Schellenberg’in görüşlerini burada özetlemek oldukça zor olduğundan
görüşlerini anlamak için Prolegomena to a Philosophy of Religion, The Wisdom to Doubt ve The Will to Imagine kitaplarından oluşan üçlemesinin okunması gerekmektedir. Schellenberg ‘nihaicilik’ denen görüşü savunmasıyla, kötülük problemi hakkında yazdıklarıyla ve çeşitli teistik argümanlara yaptığı eleştirilerle de tanınmaktadır.
Önemli Eserleri: Divine Hiddenness and Human Reason (1993), A New Logical Problem of Evil Revisited in Advance, Religious Experience and Religious Diversity: A Reply to Alston (1994), Stalemate and Strategy: Rethinking the Evidential Argument From Evil (2000), Christianity Saved? Comments on Swinburne’s Apologetic Strategies in the Tetralogy (2002), The Atheist’s Free Will Offence (2004), The Hiddenness Argument Revisited (2005), On Reasonable Nonbelief and Perfect Love (2005), Prolegomena to a Philosophy of Religion (2005), The Wisdom to Doubt: A Justification of Religious Skepticism (2007), The Will to Imagine: A Justification of Skeptical Religion (2009), The Evolutionary Answer to the Problem of Faith and Reason (2009), The Hiddenness Problem and the Problem of Evil (2010), Evolutionary Religion (2013), God, Free Will, and Time: The Free Will Offense Part II (2013), My Stance in Philosophy of Religion (2013), The Hiddenness Argument: Philosophy’s New Challenge to Belief in God (2015), The Epistemology of Modest Atheism (2015), Three Ways to Improve Religious Epistemology (2017), Religion After Science: The Cultural Consequences of Religious Immaturity (2019), Progressive Atheism: How Moral Evolution Changes the God Debate (2019), Truth-Triggered Religious Commitments (yayına hazırlanıyor), God for All Time: From Theism to Ultimism (yayına hazırlanıyor), Skeptical Theism and Skeptical Atheism (yayına hazırlanıyor), Religious Diversity and Religious Skepticism (yayına hazırlanıyor).
20. Jason Thibodeau
Profesör Thibodeau Cypress College’da görev yapmaktadır. Kendisi din felsefesi ve metaetik üzerine uzmanlaşmıştır. Özellikle ahlak argümanının ve ilahi buyruk teorisinin eleştirisiyle ilgilenir. Thibodeau aynı zamanda Secular Outpost ve Not Not a Philosopher bloglarında yazmaktadır. Ayrıca çeşitli röportajları ve tartışmaları vardır.
Önemli Eserleri: Do Atheists Need a Moral Theory to be Moral Realists? (2012), God’s Love is Irrelevant to the Euthyphro Problem (2019), Secular Outpost’ta Euthyphro Problemi hakkında yazdığı seri, Real Atheology podcastine verdiği röportaj, Matthew Flannagan ile ahlak argümanı ve ilahi buyruk teorisi üzerine yaptığı tartışma.
21. Jeff Lowder
Lowder, metafiziksel natüralizmin
savunulması ve Hristiyanlık’ın tarihsel eleştirisi üzerine çalışan bağımsız bir
felsefecidir. Secular Outpost adlı grup blogunun kurucusudur. Ayrıca tartışmaları
ve internette çeşitli videoları bulunmaktadır. Lowder, Paul Draper gibi,
olasılıksal argümanlarlarla metafiziksel natüralizmi savunur.
Önemli Eserleri: The Historicity of Jesus’ Resurrection (1995), Is a Proof of the Nonexistence of a God Even Possible? (1998), The Empirical Case for Metaphysical Naturalism (1999), David Noebel on Atheism and Biological Evolution (2000), Historical Evidence and the Empty Tomb Story: A Reply to William Lane Craig (2001), The Case for Christ by Lee Strobel Book Review (2002), Atheism, Morality, and Meaning by Michael Martin Book Review (2003), In Defense of an Evidential Argument from Evil: A Reply to William Lane Craig (2016), Vandergriff ile yaptığı tartışma, Phil Fernandes ile yaptığı tartışma, The VICTIMs of Christian Apologetics (Youtube), Secular Outpost blogundaki yazıları.
22. John Leslie Mackie
John Mackie, din felsefesinin 20.
yüzyılın ikinci yarısından sonra yeniden doğuşuna öncülük eden felsefeciler
arasındadır. Mackie, 1981’deki ölümüne kadar University College, Oxford’da
görev yapmaktaydı. Nedenselliğin metafiziği hakkında yaptığı çalışmalar, modern
felsefe tarihi (özellikle Locke ve Hume) hakkındaki çalışmaları, ve özellikle
hata teorisini savunması başta olmak üzere metaetik alanında yaptığı çalışmalarla
tanınmaktaydı. Mackie ayrıca Evil and Omnipotence makalesiyle 20. yüzyıl’da
mantıksal kötülük problemiyle ilgili tartışmaların fitilini ateşlemiştir.
Önemli Eserleri: Has the Universe a Beginning in Time? (1955), Evil and Omnipotence (1955), Omnipotence (1962), Theism and Utopia (1962), Evil and the God of Love Book Review (1966), The Riddle of Existence (1976), The Miracle of Theism: Arguments for and Against the Existence of God (1982).
23. Jordan Howard Sobel
Sobel, Toronto Üniversitesi’nde
görev yapmış bir felsefe profesörüydü. Uzmanlık alanları etik, karar teorisi,
mantık, ve özgür iradenin yanı sıra din felsefesiydi. Din felsefesine ana
katkısı Logic and Theism ismini taşıyan kitabıdır. Bu kitap formel mantığın
araçlarını oldukça kapsamlı bir şekilde kullanarak Tanrı’nın varlığı lehindeki
ve aleyhindeki argümanları değerlendirmeyi amaçlamaktaydı. Logic and Theism;
Hristiyan din felsefecisi William Lane Craig tarafından ‘teizm için bir asit
banyosu’ olarak, Robert Koons tarafındansa 1982’de yayınlanan The Miracle of
Theism’den bu yana ateist din felsefesi hakkında yayınlanmış en iyi kitap
olarak nitelenmiştir.
Önemli Eserleri: To My Critics (Taliaferro, Swinburne, and Koons), Born Again!, Pascalian Wagers (1996), The Design Inference: Eliminating Chance Through Small Probabilities Book Review (2003), Hume, Holism, and Miracles (2003), Logic and Theism: Arguments For and Against Beliefs in God’s Existence (2004), To My Critics with Appreciation: Responses to Taliaferro, Swinburne, and Koons (2006).
24. Kai Nielsen
Nielsen, Calgary Üniversitesi’nde
görev yapmış olan bir felsefe profesörüydü. Metafelsefe, toplum felsefesi,
siyaset felsefesi ve etik alanlarındaki çalışmalarıyla bilinen Nielsen, Bernard
Williams’ın faydacılığa eleştirilerine verdiği cevapla da ünlüydü. Nielsen aynı
zamanda ateist din felsefesinin öncü isimlerinden biriydi. Kendisi ayrıca
mantıksal pozitivizmin gözden düşmesinin ardından doğrulamacılığa yaslanan din
eleştirisini geliştirip bu eleştiriyi Richard Swinburne gibi teist filozoflara
karşı savunmuştur. Sosyalizm hakkındaki çalışmalarıyla da ünlüdür.
Önemli Eserleri: Morality and God: Some Questions for Mr. Macintyre (1962), On Believing That God Exists (1967), Comments on Empiricism and Theism (1968), The Intelligibility of God-Talk (1970), Contemporary Critiques of Religion (1971), Ethics Without God (1973), Religious Truth-Claims and Faith (1973), God and Postulated Entities (1974), The Logical Status of `God’ (1975), Talk of God and the Doctrine of Analogy (1976), Morality and the Will of God (1976), Necessity and God (1979), On the Rationality of Groundless Believing (1981), God and the Basis of Morality (1982), Hobbesist and Humean Alternatives to a Religious Morality (1983), Religion and Groundless Believing (1986), Disembodied Existence and Incoherence (1987), Philosophy and Atheism—Again (1987), God and the Grounding of Morality (1991), Naturalism Without Foundations (1996), Naturalism and Religion: Must Naturalistic Explanations Explain Religion Away? (1998), On Being a Secularist All the Way Down (1999), Morality Does Not Imply the Existence of God (2000), Naturalism and Religion (2004), Wittgensteinian Fideism (2005), Atheism & Philosophy (2005).
25. Keith Augustine
Keith Augustine internetteki en
geniş ateizm arşivi olan Internet Infidels sitesinin yöneticileri arasındadır.
Natüralizm, etik, ve paranormal iddialar gibi konularda yazdıklarıyla tanınır.
Augustine’in Maryland Üniversitesi’nden aldığı bir felsefe master derecesi
vardır.
Önemli Eserleri: The Case Against Immortality (1997), Can Mystical Experience be a Perception of God? A Critique of William Alston’s Perceiving God (1999), Book Review: Whatever Happened to the Soul? (2000), Death and the Meaning of Life (2000), A Defense of Naturalism (2001), Psychophysiological and cultural correlates undermining a survivalist interpretation of near-death experiences (2007), Near-death experiences with hallucinatory features (2007), Does paranormal perception occur in near-death experiences? (2007), Hallucinatory Near-Death Experiences (2008), The Dualist’s Dilemma: The High Cost of Reconciling Neuroscience with a Soul (2015), The Myth of an Afterlife: The Case against Life After Death (2015).
26. Keith Parsons
Parsons; Houston Clear-Lake
Üniversitesi’nde görev yapmakta olan bir felsefe profesörüdür. Uzmanlık
alanları din felsefesi, bilim felsefesi ve bilim tarihidir. William Lane Craig
gibi önde gelen teist din felsefecileriyle yaptığı tartışmalarla ve Secular
Outpost bloguna yazdığı yazılarla da tanınmaktadır.
Önemli Eserleri: Secular Outpost blogundaki yazıları, The Conception of the Miraculous and Christian Apologetics (1982), Science, Confirmation, and the Theistic Hypothesis (1986), God and the Burden of Proof: Plantinga, Swinburne, and the Analytic Defense of Theism. (1989), Lively Answers to Theists: A Review of Arguing for Atheism: An Introduction to the Philosophy of Religion by Robin Le Poidevin (1998), Why I Am Not a Christian (2000), Can a Darwinian Be a Christian? Kitap İncelemesi (2001), Why Be Moral? (2001), Evil and the Unknown Purpose Defense: Remarks Addressed to Theodore Drange’s Nonbelief & Evil (2005), No Creator Need Apply: A Reply to Roy Abraham Varghese (2006), Some Contemporary Theistic Arguments (2007), Perspectives on Natural Theology From Analytic Philosophy (2013), Hume’s Beautiful Argument (2019).
27. Matthew McCormick
Matt McCormick, California State
Üniversitesi’nde görev yapmakta olan bir felsefe profesörüdür. Özellikle din
felsefesi konusunda uzmanlaşmıştır. Youtube’da din felsefesi konusunda bir
dersi ve Proving the Negative adında ateizm üzerine bir blogu bulunmaktadır.
McCormick’in ateizm hakkında Atheism and the Case Against Christ adında,
oldukça beğenilmiş bir kitabı bulunmaktadır.
Önemli Eserleri: Proving the Negative blogundaki yazıları, Why God Cannot Think (2000), Atheism and the Case Against Christ (2012).
28. Michael Martin
Martin, Boston Üniversitesi’nde
görev yapmış bir felsefe profesörüydü. Uzmanlık alanları din felsefesi başta
olmak üzere bilim felsefesi, sosyal bilimler felsefesi ve hukuk felsefesidir.
Martin 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren din felsefesinin yeniden ayağa
kalkmasında rol oynamış ana ateist din felsefecilerinden biridir. Kitabı
Atheism: A Philosophical Justification, ateizm savunusu konusunda yazılmış en
kapsamlı kitaplardan biridir.
Önemli Eserleri: A Disproof of God’s Existence (1970), On Four Critiques of Pascal’s Wager (1975), Is Evil Evidence Against the Existence of God? (1978), Pascal’s Wager as an Argument for Not Believing in God (1983), Does the Evidence Confirm Theism More Than Naturalism? (1984), Free and Perfectly Evil Being (1985), Omniscient, The Coherence of the Hypothesis of an Omnipotent, The Principle of Credulity and Religious Experience (1986), Swinburne’s Inductive Cosmological Argument (1986), A Theistic Inductive Argument From Evil? (1987), Reichenbach on Natural Evil (1988), On a New Argument for the Existence of God (1990), Atheism: A Philosophical Justification (1990), The Case Against Christianity (1993), The Gap in Theistic Arguments (1997), Problems with Heaven (1997), and Rape (1997), Christian Theism, Atheism, Friendly Atheism? (1996), Butler’s Defense of TAG and Critique of TANG (1996), Atheism and Theism Smart & Haldane Kitap İncelemesi (1997), Why the Resurrection is Initially Improbable (1998), Craig’s Holy Spirit Epistemology (1998), Positive Atheism and the Meaninglessness of Theism (1999), Christianity and the Rationality of the Resurrection (2000), A Response to Paul Copan’s Critique of Atheistic Objective Morality (2000), On a New Argument for Agnosticism (2001), Should Atheists Be Agnostics? (2002), Justifying Methodological Naturalism (2002), and Meaning (2002), Morality, Atheism, The Impossibility of God (2003), Gale on God (2003), The Resurrection of God Incarnate Kitap İncelemesi (2004), The Non-Existence of God Kitap İncelemesi (2004) Richard Swinburne, Nicholas Everitt, Davis on the Rationality of Belief in the Resurrection (2005), The Improbability of God (2006), The Cambridge Companion to Atheism (2006), Divine Incoherence (2007), Atheism and Religion (2007), Problems with Heaven (2015), The Myth of an Afterlife: The Case Against Life After Death (2015), Critique of Religious Experience.
29. Michael Tooley
Tooley, Colorado Üniversitesi
Boulder’da görev yapmakta olan bir felsefe profesörüdür. Uzmanlık alanları
arasında metafizik, din felsefesi ve etik bulunmaktadır. Tooley özellikle doğa
yasaları ve nedensellik konularındaki çalışmalarıyla ünlüdür. Tooley’in
Metaphysics adında, metafiziğin temel problemleri hakkındaki görüşlerini
detaylı bir şekilde savunduğu 5 ciltten oluşan bir eseri bulunmaktadır. Ayrıca
Alvin Plantinga’yla beraber yazdığı bir tartışma kitabı ve William Lane
Craig’le yaptığı bir tartışması vardır.
Önemli Eserleri: Does the Cosmological Argument Entail the Ontological Argument? (1970), Do Religious Claims Make Sense? (1972), John Hick and the Concept of Eschatological Verification (1976), Alvin Plantinga and the Argument From Evil (1980), Plantinga’s Defence of the Ontological Argument (1981), The Argument From Evil (1991), Freedom and Foreknowledge (2000), Knowledge of God (2008), The Problem of Evil (2008), Actuality, Time, Truth, and Causation: On the Impossibility of Divine Foreknowledge (2010), Inductive Logic and the Probability That God Exists: Farewell to Sceptical Theism (2012), The Problem of Evil (2019).
30. Neil A. Manson
Profesör Manson, Mississippi
Üniversitesi’nde görev yapmakta olan bir felsefe profesörüdür. Uzmanlık
alanları metafizik, bilim felsefesi, ve din felsefesidir. Özellikle hassas ayar
argümanına eleştirel yaklaşan ve çoklu evrenler hipoteziyle ilgili
çalışmalarıyla tanınır. Hassas ayar ve diğer tasarım argümanları hakkındaki en
önemli derlemelerden biri olan ‘God and Design’ın editörüdür.
Önemli Eserleri: Anthropocentrism and the Design Argument (2000), There Is No Adequate Definition of ‘Fine-tuned for Life’ (2000), God and Design (2003), Fine-tuning, Multiple Universes, and the ‘This Universe’ Objection (2003), Cosmic Fine-tuning, ‘Many Universe’ Theories and the Goodness of Life (2003), The Fine Tuning Argument (2009), The ‘Why Design?’ Question (2009), The Design Argument and Natural Theology (2013), The Physics and Metaphysics of Multiple Universes (2014), How not to be generous to fine-tuning sceptics (2019), The Multiverse: What Philosophers and Theologians Get Wrong (2020).
31. Nicholas Everitt
Everitt, Doğu Anglia
Üniversitesi’nde görev yapmaktadır. Uzmanlık alanları epistemoloji, zihin
felsefesi, ve din felsefesidir. Tanrısal sıfatlar arası çelişkiler konusuyla
özellikle ilgilenmektedir.
Önemli Eserleri: The Impossibility of Miracles (1987), Kant’s Discussion of the Ontological Argument (1995), Quasi-Berkeleyan Idealism as Perspicuous Theism (1997), Interpretations of God’s eternity (1998), Why Only Perfection Is Good Enough (2000), Substance Dualism and Disembodied Existence (2000), The Non-Existence of God (2003), The Argument from Imperfection: A New Proof of the Non-existence of God (2006), The God of Metaphysics (2007), The divine attributes (2010), Critical Review of Mary Midgley’s Intelligent Design Theory and Other Ideological Problems (2014).
32. Nick Trakakis
Trakakis, Avustralya Katolik
Üniversitesi’nde görev yapmakta olan bir felsefe profesörüdür. Din felsefesi,
felsefe tarihi, ve metafizik üzerine uzmanlaşmıştır. Graham Oppy ile beraber 5 ciltlik
bir din felsefesi tarihi derlemesi derlemiştir. Yaptığı işler özellikle kötülük
problemine odaklanmıştır. Trakakis ile ilgili ilginç olan noktalardan biri,
Rowe’un kötülük problemini savunan kitabını teistken kaleme almış olmasıdır.
Trakakis, birkaç yıl önce Ortodoks Hristiyanlık’ı bırakarak ateist olmasıyla,
din felsefesi konusunda uzmanlaştıktan sonra teizmi bırakan az sayıdaki ateist
filozoftan biridir.
Önemli Eserleri: The History of Western Philosophy of Religion (5 cilt), The absolutist theory of omnipotence (1997), What No Eye Has Seen: The Skeptical Theist Response to Rowe’s Evidential Argument from Evil (2003), God, gratuitous evil, and van Inwagen’s attempt to reconcile the two (2003), What No Eye Has Seen (2003), On the alleged failure of free will theodicies: A reply to Tierno (2003), Second thoughts on the alleged failure of free will theodicies (2004), The evidential problem of evil (2005), The God Beyond Belief: In Defence of William Rowe’s Evidential Arguments from Evil (2005), Rowe’s new evidential argument from evil: Problems and prospects (2006), A third (meta-)critique (2006), The problem of heaven (2006), Does hard determinism render the problem of evil even harder? (2006), Meta-Philosophy of Religion (2007), An epistemically distant God? A critique of John Hick’s response to the problem of divine hiddenness (2007), Karma and the problem of evil: A response to Kaufman (2007), The End of Philosophy of Religion (2008), Theodicy: The solution to the problem of evil, or part of the problem? (2008), Against theodicy: A response to Peter Forrest (2010), Skeptical theism and moral skepticism: a reply to Almeida and Oppy (2012), Truth, or the futures of philosophy of religion (2013), Antitheodicy (2013), The New Phenomenology and Analytic Philosophy of Religion (2014), Absolute idealism and the problem of evil (2017), Philosophy and Religious Commitment (2017).
33. Patrick Grim
Grim, Michigan Üniversitesi’nde
görev yapmakta olan bir felsefe profesörüdür. Uzmanlık alanları zihin
felsefesi, bilgi işlem ve bilgi felsefesi, mantık, felsefi mantık ve normatif
etiktir. Grim aynı zamanda din felsefesiyle de ilgilenmektedir ve Tanrı’nın
sıfatlarının, özellikle de mutlak bilgililik sıfatının, çeşitli problemler
çıkardığını iddia etmektedir.
Önemli Eserleri: Plantinga’s God (1979), Plantinga’s God and other monstrosities (1979), Plantinga, hartshorne, and the ontological argument (1981), Against a Deontic Argument for God’s Existence (1982), In behalf of ‘in behalf of the fool’ (1982), Against omniscience: Some Neglected Problems of Omniscience (1983), The case from essential indexicals (1985), Truth, omniscience, and the knower (1988), On Omniscience and a ‘Set of All Truths’: A Reply to Bringsjord (1990), Truth, Omniscience, and Cantorian Arguments: An Exchange (1993), The being that knew too much (2000), Impossibility Arguments (2007).
34. Paul Draper
Draper, Purdue Üniversitesi’nde
görev yapmakta olan bir felsefe profesörüdür ve en önde gelen çağdaş ateist
filozoflardan biridir. Uzmanlık alanları din felsefesi, bilim ve din ilişkisi,
ve olasılıksal akıl yürütmedir. Özellikle teizm aleyhinde öne sürdüğü çeşitli
olasılıksal argümanlarla tanınır.
Önemli Eserleri: Pain and pleasure: An evidential problem for theists (1989), Evil and the Proper Basicality of Belief in God (1991), Hume’s Reproduction Parody of the Design Argument (1991), God and perceptual evidence (1992), Probabilistic arguments from evil (1992), The skeptical theist (1996), Critical study of Providence and the Problem of Evil, by Richard Swinburne (2001), Seeking but not believing: Confessions of a practicing agnostic (2002), Irreducible complexity and Darwinian gradualism: A reply to Michael J. Behe (2002), Craig’s case for God’s existence (2003), Cosmic fine-tuning and terrestrial suffering: Parallel problems for naturalism and theism (2004), More pain and pleasure: A reply to Otte (2004), On the nature of naturalism: Comments on Michael Rea’s World Without Design (2004), Where does teleological thinking stand today? Reinterpreting Ruse’s Darwin and Design (2004), God, science and naturalism (2005), Probabilistic arguments for multiple universes (2007), The argument from evil (2008), The problem of evil (2008), David Hume (2009), Cumulative cases (2010), Faith without God: An introduction to Schellenberg’s trilogy (2011), Darwin’s argument from evil (2012), Christian theism and life on earth (2012), Diagnosing bias in philosophy of religion (2013), The limitations of pure skeptical theism (2013), Explanation and the problem of evil (2013), Meet the new skeptical theism, same as the old skeptical theism (2014), Confirmation theory and the core of CORNEA (2014), A critique of the Kalam cosmological argument (2014), Evolution and the problem of evil (2014), Simplicity and natural theology (2016), Where skeptical theism fails, skeptical atheism prevails (2016), Current Controversies in Philosophy of Religion (2017), Evil and the God of Abraham, Anselm, and Murphy (2017), God, evil, and the nature of light (2017), Atheism and agnosticism (2017), Renewing Philosophy of Religion (2018), What if God makes hard choices? (2019), Panpsychotheism (2019), Philosophy of religion: A vision for the field (2019).
35. Quentin Smith
Smith, Western Michigan
Üniversitesi’nde görev yapmakta olan bir felsefe profesörüdür. Uzmanlık
alanları arasında dil felsefesi, fizik felsefesi, zaman felsefesi, metafizik ve
din felsefesi bulunmaktadır. Smith yüzyılın en önemli ateist din
felsefecilerinden biridir. Kelam Kozmolojik Argüman ve çeşitli fizik
teorilerinin teizmle bağdaşıp bağdaşmadığı gibi konularda önemli çalışmaları
vardır. Ayrıca, evrenin varlığının ve yasalarının natüralistik açıklamaları
konusuna odaklanan az sayıdaki ateist din felsefecisinden biridir.
Önemli Eserleri: The Anthropic Principle and Many-Worlds Cosmologies (1985), On the Beginning of Time (1985), Kant and the Beginning of the World (1985), World Ensemble Explanations (1986), Infinity and the Past (1987), The Uncaused Beginning of the Universe (1988), An Analysis of Holiness (1988), A Natural Explanation of the Existence and Laws of Our Universe (1991), Atheism, Theism and Big Bang Cosmology (1991), An Atheological Argument From Evil Natural Laws (1991), Concerning the Absurdity of Life (1991), The Anthropic Coincidences, Evil and The Disconfirmation of Theism (1992), A Big Bang Cosmological Argument for God’s Nonexistence (1992), The Concept of a Cause of the Universe (1993), Reply to Craig: The Possible Infinitude of the Past (1993), Divine Foreknowledge and Human Freedom (1993), The Conceptualist Argument for God’s Existence (1994), Stephen Hawking’s Cosmology and Theism (1994), Can Everything Come to Be Without a Cause? (1994), Did the Big Bang Have a Cause? (1994), Anthropic Explanations in Cosmology (1994), Internal and External Causal Explanations of the Universe (1995), Explanatory Rationalism and Contingent Truths (1995), A Defense of a Principle of Sufficient Reason (1995), The Metaphysical Necessity of Natural Laws (1996), Theism, Atheism, and Big Bang Cosmology (1996), Causation and the Logical Impossibility of a Divine Cause (1996), Two Ways to Prove Atheism (1996), Two Ways to Prove Atheism (1996), Simplicity and Why the Universe Exists (1997), Swinburne’s Explanation of the Universe (1998), Big Bang Cosmology and Atheism (1998), Why Stephen Hawking’s Cosmology Precludes a Creator (1998), The Reason the Universe Exists is That It Caused Itself to Exist (1999), Concerning the Metaphysical Necessity of the Universe Beginning Uncaused: A Reply to George Nakhnikian (2000), Problems with John Earman’s Attempt to Reconcile Theism with General Relativity (2000), The Metaphilosophy of Naturalism (2001), The Metaphysical Necessity of Natural Laws (2001), Time Was Created by a Timeless Point: An Atheist Explanation of Spacetime (2002), Kalam Cosmological Arguments for Atheism (2007), A Cosmological Argument for a Self Caused Universe (2008), A Naturalistic Account of the Universe. (2008).
36. Raymond Bradley
Bradley, Simon Fraser
Üniversitesi’nde görev yapmış emekli bir felsefe profesörüdür. Uzmanlık
alanları arasında metafizik, zaman felsefesi, din felsefesi ve bilim
felsefesidir. Teist filozoflarla tartışmalar yapmış olan Bradley’in ilgilendiği
konular arasında ölümden sonra yaşamın imkanı, özgür irade savunması ve akıllı
tasarım gibi konular vardır.
Önemli Eserleri: The meaning of life: Reflections on God, immortality, and free will, Intelligent Design or Natural Design, God, Design, and Evolution: A Teleological Argument for Atheism, A Moral Argument for Atheism (1999), God on Trial – Antony in Wonderland (2006), The Rivalry Between Religions (2007), The Free Will Defense Refuted and God’s Existence Disproved (2007), Can God Condemn One to an Afterlife in Hell? (2015), Why Survival is Metaphysically Impossible (2015), God’s Gravediggers: Why No Deity Exists (2016).
37. Richard Gale
Gale, Pittsburgh Üniversitesi’nde
görev yapmış bir felsefe profesörüydü. Metafizik, zaman felsefesi, pragmatizm,
ve din felsefesi üzerinde uzmanlaşmıştı. Din felsefesi hakkındaki çalışmaları
dini tecrübe argümanı, kozmolojik argüman, ontolojik argüman, kötülük problemi,
Tanrısal sıfatlar arası çelişkiler ve daha pek çok konu üzerine yoğunlaşan
Gale, 20. yüzyılın en önemli nonteist felsefecilerinden biriydi.
Önemli Eserleri: Omniscience-Immutability Arguments (1986), A Priori Arguments From God’s Abstractness (1986), Freedom Versus Unsurpassable Greatness (1988), Freedom and the Free Will Defense (1990), On the Nature and Existence of God (1991), A Reply to Paul Helm (1993), Time and Eternity (1994), Why Alston’s Mystical Doxastic Practice Is Subjective (1994), Swinburne’s Argument From Religious Experience (1994), The Overall Argument of Alston’s Perceiving God (1994), The Epistemology of Religious Experience (1995), Some Difficulties in Theistic Treatments of Evil (1996), A New Cosmological Argument (1996), Atheism & Theism (1996), Ontological Arguments and Belief in God (1998), R. M. Adams’s Theodicy of Grace (1998), A New Argument for the Existence of God: One That Works, Well, Sort Of (1999), Swinburne on Providence (2000), Alvin Plantinga’s Warranted Christian Belief (2001), A Response to Oppy, and to Davey and Clifton (2002), Divine Omniscience, Human Freedom, and Backwards Causation (2002), A Response to Almeida and Judisch (2003), The Existence of God (2003), A Response to My Critics (2003), Cosmological and Design Arguments (2005), On the Cognitivity of Mystical Experiences (2005), Comments on the Will to Believe (2006), The Failure of Classical Theistic Arguments (2007), Evil and Alvin Plantinga (2007), Review of Bruce Langtry, God, the Best, and Evil (2009), God and Metaphysics (2010), More Modest Ontological Argument (2012).
38. Robin Le Poidevin
Le Poidevin Leeds Üniversitesi’nde
görev yapmakta olan bir felsefe profesörüdür. Uzmanlık alanları arasında
metafizik, zaman felsefesi, din felsefesi, ve agnostisizm bulunmaktadır. Le
Poidevin, aynı zamanda bu listedeki felsefeciler arasından herhangi bir kitabı
Türkçe’ye çevrilmiş olan tek felsefecidir. Kendisinin Arguing for Atheism
kitabı, Ateizm: İnanma İnanmama Üzerine Bir Tartışma adıyla Ayrıntı Yayınları
tarafından çevrilmiştir.
Önemli Eserleri: The Justification of Science and the Rationality of Religious Belief (1991), Creation in a Closed Universe Or, Have Physicists Disproved the Existence of God? (1991), Autonomous Agents or God’s Automata?: Human freedom from the divine perspective (1995), Internal and External Questions about God (1995), Time, Death and the Atheist (1995), Arguing for Atheism: An Introduction to the Philosophy of Religion (1996), Forrest, P.-God without the Supernatural (1998), Rationality and Religion (2002), Theistic discourse and fictional truth (2003), Are We the Outcome of Chance or Design? (2008), Identity and the composite Christ: an incarnational dilemma (2009), Incarnation: Metaphysical Issues (2009), Agnosticism: A Very Short Introduction (2010), Euthyphro and the goodness of God incarnate (2011), Multiple incarnations and distributed persons (2011), The Incarnation: divine embodiment and the divided mind (2011), The Necessity of God and the Psychology of Counterfactual Thinking (2012), Kenosis, Necessity and Incarnation (2013), ’Once For All’: The Tense of the Atonement (2016), Religious Fictionalism (2019).
39. Ryan Stringer
Stringer, doktorasını California-San
Diego Üniversitesi’nde yapmış bir felsefecidir. Uzmanlık alanı ahlak
felsefesidir. Infidels internet sitesinde çeşitli teistik argümanları
eleştirdiği makaleleri bulunmaktadır.
Önemli Eserleri: Omniscience and Learning (2010), Questions of Existence and the Modal Cosmological Argument (2011), Arguments from Perfection (2011), Evil and Skeptical Theism (2012), Modal Arguments for Atheism (2012), Nonbelief and Hope (2013), On Mavrodes’ Moral Argument for Adopting Religious Belief (2013), A Logical Argument from Evil (2013), God and the Meaning of Life (2014), Two Fatal Problems with the Fine-Tuning Argument (2015), Realist Ethical Naturalism for Ethical Non-Naturalists (2018).
40. Scott Aikin
Aikin, Vanderbilt Üniversitesi’nde
görev yapmakta olan bir felsefe profesörüdür. Uzmanlık alanları epistemoloji,
antik felsefe, informel mantık ve din felsefesidir. Odaklandığı konular bir
inancın gerekçelendirilmesinin ne demek olduğu, Presokratik felsefede ve
Helenistik felsefede bilme kavrayışları, ve safsata teorisidir. Din
felsefesindeyse Tanrı’yı bilmenin imkanı konusuna odaklanmaktadır.
Önemli Eserleri: Reasonable Atheism (2011), Evidentialism and the Will to Believe (2014), A Dilemma for James’s Doctrine of the Will-to-Believe (2014), Does Divine Hiding Undercut Positive Evidential Atheism? (2016).
41. Stephen Law
Law, Heythrop Üniversitesi’nde görev
yapmaktadır. Akademik işlerinden çok yazdığı popüler felsefe kitaplarıyla
tanınmaktadır. Önemli yarı akademik felsefe dergisi Think’in editörüdür.
Tezi metafizik ve dil felsefesi
üzerine olsa da Law’un akademik işleri din felsefesine yoğunlaşmıştır.
Özellikle kötülük problemi hakkında yazdıklarıyla tanınan Law’un hakkında
yazdığı konular arasında dini epistemoloji ve hümanizm de bulunmaktadır.
Önemli Eserleri: A new problem of evil, The evil-god challenge (2010), Plantinga’s belief-cum-desire argument refuted (2011), Humanism: A Very Short Introduction (2011), What is Humanism? (2013), Sceptical theism and a lying God: Wielenberg’s argument defended and developed (2015), The Pandora’s box objection to skeptical theism (2015), Skeptical theism (2016), Skeptical Theism and Skepticism About the External World and Past (2017), Wittgensteinian Accounts of Religious Belief: Noncognitivist, Juicer, and Atheist‐Minus (2017), Miss the target: How some ‘sophisticated’ theists Dodge atheist criticism (2018), Religious Epistemology (2018), The X-claim argument against religious belief (2018).
42. Stephen Maitzen
Maitzen, Acadia Üniversitesi’nde
görev yapmakta olan bir felsefe profesörüdür. Özellikle etik, epistemoloji ve
din felsefesinde uzmanlaşmıştır. Determinizm ve determinizmin hayatın anlamıyla
ilişkisi, muğlaklık ve ontoloji, ve varlık, değer ve amaç açısından nihailik
gibi konu başlıklarıyla ilgilenmektedir.
Önemli Eserleri: Swinburne on credal belief (1991), Theism as Theory: Issues in the Epistemology of Religious Belief (1992), Two Views of Religious Certitude (1992), God and other theoretical entities (1995), A semantic attack on divine-command metaethics (2004), Anselmian atheism (2005), Divine hiddenness and the demographics of theism (2006), Skeptical Theism and God’s Commands (2007), Cornea and closure (2007), Does Molinism explain the demographics of theism? (2008), Skeptical theism and moral obligation (2009), Ordinary Morality Implies Atheism (2009), On Gellman’s Attempted Rescue (2010), On God and Our Ultimate Purpose (2011), Stop Asking Why There’s Anything (2012), Questioning the Question (2013), The moral skepticism objection to skeptical theism (2013), Atheism and the Basis of Morality (2013), Agnosticism, Skeptical Theism, and Moral Obligation (yayına hazırlanıyor).
43. Thaddeus Metz
Metz, Johannesburg Üniversitesi’nde
görev yapmakta olan bir felsefe profesörüdür. Uzmanlık alanları Afrika
felsefesi, hukuk felsefesi, siyaset felsefesi ve özellikle hayatın anlamı
problemidir. Metz, hayatın anlamı problemine en ciddi şekilde eğilen ateist
filozoftur. Metz’in hayatın anlamının Tanrı’nın varlığı, ruhun varlığı, ve
ölümsüzlük gibi şeylerin anlamlı bir hayat için gerekli olup olmadığı sorusunu
ele aldığı çok sayıda makalesi ve konuyla ilgili bir kitabı bulunmaktadır.
Önemli Eserleri: Could God’s purpose be the source of life’s meaning? (2000), Utilitarianism and the Meaning of Life (2003), The immortality requirement for life’s meaning (2003), Critical Notice:Baier and Cottingham on the Meaning of Life (2005), God’s purpose as irrelevant to life’s meaning: Reply to Affolter (2007), New developments in the meaning of life (2007), God, Morality and the Meaning of Life (2008), Meaning in Life: An Analytic Study (2013), The Meaning of Life, Revised Edition (2013), How God Could Assign Us a Purpose without Disrespect: Reply to Salles (2013), Assessing Lives, Giving Supernaturalism Its Due, and Capturing Naturalism: Reply to 13 Critics of Meaning in Life (2015), Further Explorations of Supernaturalism about Meaning in Life: Reply to Cottingham, Goetz, Goldschmidt, Jech and Wielenberg (2016), Reasons of Meaning to Abhor the End of the Human Race (2016), Meaning in Life (2017), God’s Role in a Meaningful Life: New Reflections from Tim Mawson (2018), Accounting for Similarities and Differences in Moral Belief (Atheism) (2019), Meaning (Atheism) (2019), God, Soul and the Meaning of Life (2019), Meaning in Life in Spite of Death (basıma hazırlanıyor) What Makes Life Meaningful? A Debate (basıma hazırlanıyor).
44. Theodore Drange
Drange, Batı Virginia
Üniversitesi’nde görev yapmış emekli bir felsefe profesörüdür. Uzmanlık
alanları dil felsefesi, epistemoloji ve din felsefesidir. Özellikle İnançsızlık
Argümanı (Argument from Nonbelief) ile tanınan Drange kötülük problemi,
Tanrısal sıfatların tutarlılığı, hassas ayar argümanı ve ölümden sonra yaşamın
imkanı gibi konular hakkında da çalışmıştır.
Önemli Eserleri: The Arguments From Evil and Nonbelief, Nonbelief as support for atheism, The Argument from Non-Belief (1993), The Argument from the Bible (1996), Nonbelief & Evil: Two Arguments for the Nonexistence of God (1998), The fine tuning argument (1998), Why be moral? (1998), Science and miracles (1998), Can creationism be scientific? (1998), Nonbelief vs. Lack of Evidence: Two Atheologlcal Arguments (1998), Incompatible-Properties Arguments: A Survey (1998), Atheism, agnosticism, noncognitivism (1998), The Fine-Tuning Argument Revisited (2000), A Response to Parrish on the Fine-Tuning Argument (2000), McHugh’s Expectations Dashed (2002), Gale on Omnipotence (2003), A rebuttal to pardi’s criticism of ANB (2004), Reply to Critics (2005), Is “God Exists” Cognitive? (2005), On defending atheism (2005), Review of Jordan Howard Sobel’s logic and theism (2006), The arguments from confusion and biblical defects (2006), The Pluralizability Objection to a New-Body Afterlife (2015), Conceptual Problems Confronting a Totally Disembodied Afterlife (2015).
45. Wes Morriston
Morriston, Colorado Üniversitesi
Boulder’da görev yapan agnostik bir felsefe profesörüdür. Kariyerinin büyük bir
bölümünde teist olan Morriston, Hristiyanlık’ı görece kısa bir süre önce
bırakmıştır. Özellikle Kelam Kozmolojik Argüman’ı eleştirdiği makalelerin, hem
nonteistler hem de teistler tarafından bu argümana yapılan en etkili
eleştirilerden bazılarını içerdiği kabul edilmektedir. Ayrıca ahlak argümanının
objektif ahlaki değerlere dayanan formülasyonuna ve İlahi Buyruk Teorisi’ne
önemli eleştiriler getirmiştir. Morriston’ın mutlak kudret ve mutlak iyilik
gibi tanrısal sıfatların tutarlı olup olmadığı ve Plantinga’nın Özgür İrade
Savunması gibi konularda da makaleleri vardır.
Önemli Eserleri: Must the Past Have a Beginning? (1999), Must the Beginning of the Universe Have a Personal Cause? (2000), What Is So Good About Moral Freedom? (2000), Omnipotence and Necessary Moral Perfection: Are They Compatible? (2001), Must There Be a Standard of Moral Goodness Apart from God? (2001), Craig on the Actual Infinite (2002), Must Metaphysical Time Have a Beginning? (2003), The “Evidential Argument from Goodness” (2004), The Moral Obligations of Reasonable Non-Believers: A Special Problem for Divine Command Metaethics (2009), What if God Commanded Something Terrible? A Worry for Divine-command Meta-ethics (2009), and the Actual Infinite (2010), Endless Future, Beginningless Past,God and the Ontological Foundation of Morality (2012).
46. William Rowe
Rowe, Purdue Üniversitesi’nde görev yapmış, din felsefesi üzerine uzmanlaşmış bir ateist felsefe profesörüydü. Çalışmaları din felsefesinin 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısından itibaren yeniden canlanmasında önemli rol oynamış öncü filozoflardan biridir. Özellikle kötülük probleminin delilci formülasyonunu ortaya koyup savunmasıyla, Kozmolojik Argüman hakkında yaptığı çalışmalarıyla, Tanrı’nın özgür iradesine karşı öne sürdüğü argümanlarıyla, ve ‘En İyi Mümkün Dünya’nın Olmaması Problemi’ni (The Problem of No Best World) detaylı bir şekilde savunmasıyla ünlüdür.
Önemli Eserleri: The Fallacy of Composition (1962), The Cosmological Argument and the Principle of Sufficient Reason (1968), Two Criticisms of the Cosmological Argument (1970), God and Timelessness (1972), Plantinga on Possible Worlds and Evil (1973), The Cosmological Argument (1975), The Cosmological Argument (1975), The Ontological Argument and Question-Begging (1976), Comments on Professor Davis’ “Does the Ontological Argument Beg the Question?” (1976), The Cosmological Argument (1978), The Problem of Evil and Some Varieties of Atheism (1979), On Divine Foreknowledge and Human Freedom: A Reply (1980), Religious Experience and the Principle of Credulity (1982), Self-Existence and the Cosmological Argument (1983), Evil and the Theistic Hypothesis: A Response to Wykstra (1984), Rationalistic Theology and Some Principles of Explanation (1984), Theism (1986), Ruminations About Evil (1991), The Problem of No Best World (1994), The Evidential Argument From Evil: A Second Look (1996), In Defense of ‘the Free Will Defense’ Response to Daniel Howard-Snyder and John O’Leary-Hawthorne (1998), Reply to Plantinga (1998), Religious Pluralism (1999), The Problem of Divine Sovereignty and Human Freedom (1999), God and the Problem of Evil (2001), Can God Be Free? (2002), Can God Be Free? (2004), Cosmological Arguments (2004), Response to Hasker (2005), Can God Be Free? (2006), Friendly Atheism, Skeptical Theism, and the Problem of Evil (2006), Replies (2007), Peter Van Inwagen on the Problem of Evil (2008), Review of Alvin Plantinga, Michael Tooley, Knowledge of God (2008), Argument and the Principle of Sufficient Reason (2009), Alvin Plantinga on the Ontological Argument (2009), Bruce Langtry: God, the Best, and Evil (2010), Friendly Atheism Revisited (2010), Response To: Divine Responsibility Without Divine Freedom (2010).
https://onculanalitikfelsefe.com/isimlerini-bilmeniz-gereken-46-ateist-ve-nonteist-felsefeci-berat-mutluhan-seferoglu/ @FelsefeOncul aracılığıyla
Yalnızlığa çekilmek mi istersin kardeşim?
Kendine varan yolu aramak mı istersin?
Biraz dur da beni dinle.
“Arayan, kolay yiter. Her türlü yalnızlık suçtur.”
Böyle der sürü.
Ve sen sürüdendin uzun bir süre.
Sürünün sesi daha sende çınlayacak.
Ve sen desen: “ Artık sizinle ortak vicdanım yok benim” yakınma ve ağrı olacak bu.
Derdinin yolunu,
yani kendine varan yolu yürümek mi istersin?
Öyleyse hakkını ve bu işi becerecek gücünü göster bana!
Sen yeni bir güç ve yeni bir hak mısın? Bir ilk devinme misin?
Bir kendi kendine dönen tekerlek misin?
Yıldızları kendi çevrende dönmeye zorlayabilir misin?
Yazık, yüksekliğe tutkunluk öyle çok ki!
Gözü doymaz kişilerin çırpınmaları öyle çok ki!
Tutkun ve gözü doymaz bir kişi olmadığını göster bana!
Özgür mü diyorsun kendine?
Egemen düşünceni işitmek isterim ben senin, boyunduruktan kurtulduğunu değil.
Kendi kötün ile kendi iyini kendine sağlayabilir misin,
kendi istemini bir yasa olarak kendi üstüne asabilir misin?
Kendi kendinin yargıcı olabilir misin?
Bugün kalabalığın acısını çekersin daha, ey tek kişi:
Bugün yürekliliğin tam daha ve umutların.
Ama bir gün yalnızlık yoracak seni,
bir gün eğilecek gururun ve yürekliliğin yılacak. Bir gün haykıracaksın:
“Yalnızım ben!”
Yalnızı öldürmek isteyen duygular avardır; başaramazlarsa, kendileri ölürler sonra!
Ama sen buna yeterli misin, katil olmaya?
Kardeşim, ‘horgörme’ sözcüğünü tanıdın mı?
Peki doğruluğunun, seni horgörenlere karşı doğru olmanın ağrısını?
Onlar haksızlık ve çamur atarlar yalnızca; ama böyledir diye, kardeşim,
yıldız olmak istersen, daha az ışık saçmamalısın onlara!
Ve iyilerle doğrulara karşı tetikte ol!
Onlar, kendi erdemini yaratanları çarmıha germeye can atarlar,
onlar yalnızlardan nefret ederler.
Kendi sevginin baskınlarına karşı dahi tetikte ol!
Her önüne gelene elini uzatmaya pek hazırdır yalnız kişi.
Elini değil, yalnız pençeni uzatmalısın nice kimselere;
hani pençenin tırnakları da olursa, yok mu…
Ama karşına çıkabilecek en çetin düşman kendin olmalısın hep;
sen mağaralarda ve ormanlarda kendine pusu kurarsın.
Kendi yalımınla yakmaya hazır olmalısın kendini;
önce kül olmadan nasıl yeni olabilirsin ki!
Sevginle git yalnızlığına, kardeşim,
yaratmanla git, doğruluk ancak daha sonra topallar ardın sıra senin.
Benim gözyaşlarımla git yalnızlığına, kardeşim.
Kendinden öte yaratmak isteyeni severim ben,
ve böylece yok olanı.
Friedrich Nietzsche,
Böyle buyurdu Zerdüşt,
Yaratıcının Yolu Üstüne
“Neden bu kadar sertsin?” — demişti bir zamanlar alelade kömür elmasa; “Oysa biz yakın akraba değil miyiz?” —
Neden bu kadar yumuşaksınız? — diye soruyorum ben size, ey kardeşlerim: yoksa — kardeşlerim değil misiniz?
Neden böyle yumuşak, bu kadar uysalsınız, neden her şeye bu kadar razısınız? Neden bu kadar çok inkar ve reddediş var yüreklerinizde? Bu kadar az kader var bakışlarınızda?
Ve kader olmayacak, acımasızlar olmayacaksanız: nasıl zafer kazanacaksınız benimle birlikte?
Sertliğiniz şimşek gibi çakmak, kesmek ve deşmek istemiyorsa: günün birinde benimle birlikte nasıl — yaratacaksınız?
Çünkü yaratanlar serttir. Ellerinizi balmumuna basar gibi binlerce yılın üzerine basmayı, mutluluk olarak görmelisiniz, — — bin yıllık istemin üzerine madenin üzerine kazır gibi kazımayı, mutluluk olarak görmelisiniz — madenden daha sert, madenden daha asil. En asil olandır yalnızca bütünüyle sert olan.
Bu yeni levhayı koyuyorum üzerinize; ey kardeşlerim: Sert olun!
Friedrich Nietzsche
Böyle Söyledi Zerdüşt
İşbankası Yayınları, Çeviren: Mustafa Tüzel, sayfa 217,218
https://twitter.com/insanokur/status/1690690509398851584
50 SAHTE CAN YÜCEL ŞİİRİ
Şairin ‘sahte’ şiirlerini toplayan Prof. Dr. Semih Çelenk, şimdiye kadar 50 sahte Can Yücel şiiri tespit etti.
Şairin üslubu ve siyasi duruşuyla hiçbir alakası olmayan sayısız şiirin internette dolaştığını söyleyen eşi Güler Yücel de konuya dair Kemal Öncü’ye verdiği röportajda “Yine örneğin ‘Her şey sende gizli’ diye bir şiir var. O demin söylediğin şiir var… Mistik, kaderci, boşverci, metafizik bulamaçlı bu şiirlerle Can’a karşı adeta faili meçhul bir kampanya yürütülüyor gibi. Can’ın şiiri şiir gibi şiirdi… Ne o öyle ‘Ömür dediğin bir gündür/ o da bugündür…’ ye, iç, eğlen keyfine bak gerisine aldırma mesajı? Can muhalif bir şair, söyleyeceğini eğilip bükülmeden dobra dobra söyleyen bir şair, ziyaret edenlerin şaşırdığı iki göz odada oturup üreten bir şair…” ifadelerini kullanmıştı.
Yıllardır bu ilgisiz dizelerin izini süren Prof. Dr. Semih Çelenk, tespit ettiği şiir sayısının 50’ye ulaştığını duyurdu.
Çelenk’in blogunda yayımladığı liste şöyle:
1. Bağlanmayacaksın
2.Kadın Dediğin
3.Erkek Dediğin
4.Seninle Olmanın En Güzel Yanı
5.Anladım
6.Herşey Sende Gizli
7.Eğer
8.Herkes Gitmek İstiyor
9.Sevdiğin Kadar Sevilirsin
10. Sağlık Olsun
11.Tam zamanında Yaşamak (Yaşamak Zamanı)
12.Tersten Yaşamak
13.Biraz Değiştim
14.Bir gün Anlarsın
15.Gitmek
16.Seninle Yaşlanmak İstiyorum
17.Asla Keşkelerim Olmadı
18.Özledim Seni
19.Bilmelisin ki
20.Aşk
21. Boşver ve Yaşı Başı
22.Olmuyorsa Zorlamayacaksın
23.Ben Benden Olgun İnsan İsterim Karşımda
24.Öyle Sabah Uyanır Uyanmaz Fırlama Yataktan
25.Farkında Olmalı İnsan
26.Bir Eşi Olmalı İnsanın
27.Unutma
28.Sevgi Emekmiş
29.Özleme Dair (Kim Özlerdi?)
30. Ömür Dediğin Bir Gündür O da Bugündür
31.Aşk Ayakkabı Gibidir
32.Rakı İçen Kadınlar
33.AteşveSu
34.Ülke Bölünsün İstiyorum
35.Kadınım Ben
36.Senin İçin Yasak Dediler
37.Bayram Şiiri
38.Dostlar Irmak Gibidir
39.Öye Bir Hayat Yaşadım ki
40.Bir Yolun varsa Gidilecek
41.Ömür Dediğiniz Nedir Ki
42.Fakirin Gayrimeşru Çocuğu
43.Ey Yüreğim
44.Özlersin
45.Hepsi Bu
46.Birşey Eksik
47.Kendimden Özür Diliyorum
48.Bir Kadını Ağlatmak
49.Ölüm Bir An
50.Galiba Yoruldum
‘BAYRAM’
Can Yücel’e ait olduğu iddiasıyla paylaşılan meşhur metinlerden biri “Bayram”. Ramazan Bayramı’nda da sıklıkla internette rastladığımız bu metin Can Dündar’ın 10 Ocak 2006 tarihli Milliyet köşe yazısı. Ancak Nazlı Ilıcak’tan Reha Muhtar’a pek çok isim bu metni Can Yücel’e ait olduğu iddiasıyla gazete köşesinden paylaştı.
Kaynak: Evrensel
ÖZDEMİR ASAF anlatıyor:
Sabah erkenden kalkmış, yüzünü yıkarken, birden bir karaciğer kanaması olmuş. Günlerden 9 Mayıs 1954 Pazar.
Sait Faik, 10 Mayıs Pazartesi gece yarısından sonra fenalaşıp 11 Mayıs Salı, sabah üç sularında yaşama gözlerini yummuştur.
*
Kapıcı ile yukarı çıktım, biraz etrafı toparladım.
Şaşkına dönen annesi elindekileri attığı gibi hastaneye koştuğundan darmadağınıktı her yer.
Yazmakta bir sakınca görmüyorum. Lavaboya, oraya buraya sıçramış kanları sildik. Kan bir anda geldiğinden yerleri de temizledik. Yazı masasının üzerini de topladım. Lautreamont’un (Maldoror Şarkıları) kitabını da sildim. O şaşkınlıkla kendini odasına attığından masasının üzeri de dağınıktı. Kısacası, annesinin, gelirse görmeye dayanamayacağı durumu kapıcı ile düzene koyduk. Nitekim hastaneye gittiğimde, bana gizlilikle, evi toparlayıp toparlamadığımı sordu.
Hastane koridorları, odasının önü hareket halindeydi. Öbür koğuşların hemşireleri Sait’i görmeye geliyorlardı. Kendine bakan hemşire öbürlerine anlatmış. Çok şeker bir adam, diyorlardı. Hepsine ayrı ayrı takılmış, şakalar yapmış.
İstanbul tam anlamıyla, hastalığı duyuldukça ayağa kalkmış sayılabilirdi. Ziyaretçiler ardarda geliyor, telefonlar durmadan çalışıyordu. Hastane personeli, biraz da “o adam”ı merak etmekteydi. Böylesi durumlarla çoğu karşılaşmamıştı. Akademisinden, Üniversitesinden, Vilâyeti’nden, Ankara’dan, dört bucaktan herkesi ayağa kaldıran “bu tanımadıkları adam” kimdi?
Özdemir Asaf
https://twitter.com/insanokur/status/1690320040686481409
Tatra’daki sanatoryuma giderken Kafka’yla vedalaştığımızda: «İyileşecek ve sağlığınıza yeniden kavuşup döneceksiniz», dedim. «İleride yoluna girecek yine her şey. Her şey bir başka türlü olacak.»
Kafka, sağ elinin işaret parmağını göğsüne dayayarak gülümsedi.
«Gelecek’i şimdiden içimde taşıyorum. Değişen bir şey varsa, gizli saklı yaraların kendilerini açığa vurmasından başka bir şey olmayacak.»
Ben sabırsızlanmıştım.
«Madem ki iyileşeceğinize inanmıyorsunuz, ne diye o zaman sanatoryuma gidip yatmak istiyorsunuz?»
Kafka masanın üzerine eğildi.
«Her sanık, hakkında verilecek mahkûmiyet kararının ileri bir tarihe ertelenmesine çalışır.»
Gustav Janouch
Kafka ile Söyleşiler, Cem Yayınevi, Türkçesi: Kamuran Şipal, 2.basım, Haziran 2000, sayfa 122
Üzgünüm!
Ama ben imparator olmak istemiyorum. Bu, benim işim değil. Kimseye hükmetmek ya da boyun eğdirmek istemiyorum.
Elimden gelirse, herkese yardım etmek isterim: Yahudi olan, olmayan, zenci veya beyaz… Hepimiz karşımızdakine yardım etmek isteriz; insanların doğası budur. Biz birbirimizin mutluluğu için yaşamayı isteriz, kötülüğü için değil. Birbirimizden nefret etmek, birbirimizi aşağılamak istemeyiz.
Bu dünyada herkese yetecek yer var. Ve toprak hepimizin ihtiyacını karşılayacak kadar bereketli. Hayatın bize çizdiği yol, özgürlük ve güzelliklerle dolu olabilir ama biz onu yitirdik. Hırs ruhumuzu zehirledi, dünyayı bir nefret çemberine aldı, hepimizi kaz adımlarıyla sefalete ve kana sürekledi. Hızımızı arttırdık ve bunun tutsağı olduk. Bolluk getiren makineleşme bizi yoksul kıldı. Edindiğimiz bilgiler bizi alaycı, zekamızı ise katı ve acımasız yaptı.
Çok fazla düşünüyor ama çok az hissediyoruz. Makineleşmeye değil, insanlığa muhtacız aslında. Zekaya değil, iyilik ve anlayışa… Bu değerler olmadan hayat korkunç olur, her şeyimizi yitiririz. Uçaklar ve radyo denen icat bizi birbirimize yakınlaştırdı. Bu buluşların varoluş nedeni, insanın içindeki iyiliği ortaya çıkarmak, evrensel kardeşliği inşa etmek ve birleşmemizi sağlamak. Şu anda bile sesim dünyadaki milyonlarca insana, acı çeken kadınlara, erkeklere ve çocuklara, suçsuz insanları hapse atıp işkence eden bir sistemin kurbanlarına bu sayede ulaşabiliyor.
Beni işitenlere şunu söylemek istiyorum: “Umutsuzluğa kapılmayın.” Üstümüze çöken bela; vahşi bir hırsın, insanlığın gelişmesinden korkanların duyduğu acının bir sonucu.
İnsanlardaki bu nefret duygusu geçecek, diktatörler ölecek. Ve halktan aldıkları güç, yine halkın eline geçecek. Son insan ölene kadar özgürlük yok olmayacak.
Charlie Chaplin,
Büyük Diktatör filminden
Lozan Antlaşması’nın 100. yıldönümü: Yerli ve yabancı etkinlikler, tartışmalar, tepkiler, değerlendirmeler ve talepler (1)
Faik Bulut
Lozan Antlaşması hatırası
Lozan Antlaşması‘nın 100. yıldönümü, Türkiye’de ve Türklerin yoğunlukla yaşadıkları yabancı ülkelerde coşkuyla anılıp kutlandı.
Geleneksel Türk-İslamcılar ve Kemalist çevrelerce kabul gören ortak anlayış şudur:
Lozan, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası tapu senedidir.
Diplomatik konulara vakıf deneyimli gazeteci Sedat Ergin’e göre:
Lozan Antlaşması, geride bıraktığımız yüz yıl boyunca Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını ve uluslararası alanda uzun soluklu, kalıcı bir barış dönemini sürdürebilmesinin en temel güvencelerinden biri olmuştur. 1
Nitekim CHP’li belediyelerce İzmir, İstanbul gibi büyük şehirlerde bu yıl düzenlenen anma törenleri ve konferanslarda dile getirilen görüşler de AKP’li belediyelerinkinden pek farklı değildi. Kenan Evren dönemindeki törenlerin resmi söylemlerini andırıyordu.
Duyurulardan biri şöyleydi: Şişli Belediyesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesi niteliğindeki Lozan Barış Antlaşması’nın 100. yıldönümü onuruna gerçekleştirilen açılışla “100. Yılında Lozan Antlaşması: Sonsuz Barış” adlı sergiyi İstanbullularla buluşturdu.
Ankara Politikalar Merkezi ve İnönü Vakfı’nın desteğiyle Yapı Kredi Bomontiada’daki “Barış Yüzyılı” konulu panele; Şişli Belediye Başkanı Muammer Keskin, Prof. Dr. İlber Ortaylı, Ankara Politikalar Merkezi temsilcisi emekli Büyükelçi Mustafa Oğuz Demiralp, İsviçre’nin Ankara Büyükelçisi Jean Daniel Ruch ve İsmet İnönü’nün 4. kuşak torunu gazeteci Zeynep Bilgehan konuşmacı olarak katıldı. 2
Şişli Belediyesince düzenlenen panelde Prof. Dr. İlber Ortaylı da konuştu. Kaynak.jpg
Şişli Belediyesince düzenlenen panelde Prof. Dr. İlber Ortaylı da konuştu
Kemalistler ile İslami kesimlerin ayrıştıkları nokta ise bu antlaşmanın “Zafer mi yoksa hezimet mi?” olduğuydu.
Nitekim Türk-İslam sentezini benimseyenlerin önemli bir kısmı “Halifeliğin kaldırılması ve ümmetçi bir politikadan vazgeçilmesi” anlamında Lozan’ı “zafer değil, hezimet” olarak görmektedir.
Geçmişe dönersek: Birinci Dünya Savaşı münasebetiyle ilan edilen Büyük Cihat yahut Cihadı Ekber fetvası, fiiliyatta Sultan II. Abdülhamit’in pan-İslamcı siyasetinin devamı niteliğindeydi.
Şöyle ki:
• 3 Kasım 1914 tarihli İkdam gazetesi, “Gaza-yı Ekber-Silâh Başına” başlıklı haberiyle İslâm düşmanlarına karşı cihat çağrısında bulunur.
11 Kasım’da kesin şekilde kararlaştırılan cihada ilişkin ilk olarak Halife-Sultan Mehmet Reşat tarafından orduya hitaben bir beyanname gönderilir.
Bu beyannamede dünyadaki 300 milyon Müslüman’ın kaderinin Osmanlı Devleti’nin selametine bağlı olduğu bildirilmekte ve savaş istikametinde askere cesaret aşılayıcı bir söylem benimsenmektedir.
13 Kasım’da Hırka-i Şerif odasında Sultan M. Reşat’a cihat ilân etme yetkisi veren fetva okunur.
14 Kasım’da, Emini Ürgüplü Ali Haydar Efendi tarafından İstanbul Fatih Camii’nde bu kez kamuoyuna duyurulan söz konusu fetva ile beraber Osmanlı Devleti’nin “Mukaddes Savaş”a çağrısı resmîleşir. 3
Fatih Camisinde İlan Edilen Cihad-ı Ekber (Büyük Cihat).jpg
Fatih Camisinde İlan Edilen Cihad-ı Ekber (Büyük Cihat)
Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkan ve genelde Müslüman ve gayrimüslim halkların yaşadıkları Anadolu, Mezopotamya ve Ortadoğu topraklarını kaybeden İttihatçı kadroların bakiyesi sayılan Kemalistler ise daha gerçekçi davranarak Lozan görüşmeleri sürecinde ümmetçi toplumun simgesi sayılan saltanatı (1922) ve halifeliği (Mart 1924) kaldırdılar.
Bu yüzden de Osmanlıcı-İslamcı çevreler Lozan’ı “hezimet” olarak görmeye başladılar. Bir kısmı hâlâ aynı görüşte olup “Laikliğin kaldırılıp halifeliğin benimsenmesi” yoluyla yeni bir ümmetçiliğin ikame edilmesinden yana fikir beyan etmekteler.
Ortadoğu Araştırmaları Dergisi'nin üçüncü sayısında Lozan değerlendirmesi yapılmıştır. Temmuz 1997.jpg
Ortadoğu Araştırmaları Dergisi’nin üçüncü sayısında Lozan değerlendirmesi yapılmıştır, Temmuz 1997
Gazeteci Turan Kışlakçı gibi orta yolcular da var. Nitekim Kışlakçı, Katar sermayesiyle yayınına devam eden Londra merkezli El Quds El Arabi gazetesinde Arapça yayınlanan 26 Temmuz 2023 tarihli makalesinde bir yandan Lozan Antlaşması’nın “Türkiye Cumhuriyeti’nin temel güvencesi olduğuna” işaret ederken diğer yandan bu antlaşmayı “günümüzde ortaya çıkan birçok müşkülatın ve sorunun kaynağı” olarak görüyor.
Ona göre: “Lozan’ın üzerinden 100 yıl geçmesine rağmen ayrıntıları hâlâ açıklık kazanmamıştır. Dolayısıyla kimileri Lozan için ‘zafer’ derken, Kadir Mısırlıoğlu (İslamcı, Osmanlıcı ve halifeci görüşleriyle bilinen tanınan tartışmalı isim-FB) nezdinde ise bahsedilen Antlaşma bir ‘hezimet’tir… Dolayısıyla: Görünen o ki, Lozan’ın hâlâ geçerli olup olmadığına dair sorular henüz bitmemiştir.”
Lozan'ı sorgulayan yeni bir kitap-Ekim 2022.jpg
Lozan’ı sorgulayan yeni bir kitap, Ekim 2022
Kemalist görüşü benimseyenlerden birkaç aydının görüşleri ise şöyledir:
Prof. Dr. Hakkı Keskin: “Türkiye’de özellikle tarikatların ve onlara sempatiye bakanların, 100. yılını kutladığımız Lozan Antlaşması’na ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı haince bir propagandayı sürdürmekte olduklarını günümüzde de görmekteyiz. Taliban yanlısı bir düzen isteyen bu kesimlere karşı demokratik, laik bir hukuk devletini savunanların mücadelesi kararlılıkla sürecektir.” 4
Soner Yalçın: “Hitler ve Naziler, Atatürk hayranıydı. Nazi ideolojisi ve stratejisi ile Türk bağımsızlık hareketiyle ilgili mukayeseli tarih çalışması yapan Stefan Ihrig, ‘Naziler ve Atatürk’ kitabında bu hayranlığı ayrıntılarıyla yazdı. Sadece Atatürk’ün, dayatılan emperyalist antlaşmaları yırtıp atıp, ulusal kurtuluş savaşı verip, yenilgi küllerinden yeni devlet kurmasını, Naziler yayın organlarında detaylarıyla neredeyse gün be gün ilan etti. Bağımsızlığı inşa etmek için Atatürk’ü rol model aldılar: “Biz neden Türkler gibi Versailles’i yırtıp atmıyoruz?” dediler. 5
Sinan Meydan: “Lozan’la, her şeyden önce Osmanlı Devleti’nin yüzlerce yıllık kapitülasyon bağımlılığına son verdik. Bu sayede tam bağımsız, eşit, egemen, üniter ve laik yeni bir devlet kurabildik.” 6
Ataol Behramoğlu: “Lozan Barış Antlaşması bir gerçekçilik başarısıdır. Bir kurtlar sofrasında, bu kurt sürüsünün kendi aralarındaki çıkar çatışmalarından da akıllıca yararlanarak yeni Türkiye’nin bağımsız, özgür bir devlet olarak varlığını uluslararası hukukun güvencesine aldılar.” 7
Lozan karşıtı bir gösteri için duyuru afişi.jpg
Lozan karşıtı bir gösteri için duyuru afişi
Bu arada belirtelim: Şair ve Yazar Ataol Behramoğlu’nun kaleme aldığı tiyatro oyunu “Lozan”; 1993’te Metin Belgin yönetiminde, Timur Selçuk’un beste ve şarkılarıyla Antalya Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenmiş, İstanbul turnesinde de başarıyla oynanmıştı.
Yazara göre, günümüzde de gösterilmekte olan oyunun ana omurgasını “antiemperyalizm” oluşturmaktadır.
Türkiye egemen sınıflarının resmi tutumu ise genel hatlarıyla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın şu sözlerinden anlaşılabilir:
Lozan Antlaşması’yla elde ettiğimiz hakları kararlılıkla savunurken, yeni hamlelerle ülkemizin kazanımlarını tahkim edeceğiz. Lozan Barış Antlaşması’nın 100’üncü yıl dönümünde, Cumhuriyetimizin banisi Gazi Mustafa Kemal’i, silah arkadaşlarını, istiklal ve istikbalimiz uğrunda hayatlarını feda eden tüm şehitlerimizi rahmetle yâd ediyorum. Gazilikle müşerref olan kahramanları hürmetle anıyor, Rabbim Türkiye’yi ilelebet payidar eylesin diyorum. 8
Lozan hakkında yeni kitap-Haziran 2023.jpg
Lozan hakkında yeni kitap, Haziran 2023
Aynı Erdoğan, Yunanistan ile Türkiye arasında yaşanan adalar ve azınlıklar meselesinde Lozan Antlaşması’nın bazı maddelerinin Türkiye lehine olacak tarzda güncellenmesi gerektiğini de söyledi.
Ancak görüştüğü mevkidaşı Yunan Prokopis Pavlopulos, söz konusu antlaşmayı “gözden geçirme veya değiştirme önerisini” reddetti. 9
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve mevkidaşı Prokopis Pavlopulos. 7 Aralık 2017.jpg
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve mevkidaşı Prokopis Pavlopulos, 7 Aralık 2017
Lozan’da muhatap alınmayan ve bu antlaşmanın çok boyutlu trajik sonuçlarına sürekli maruz kalan Kürtlere gelince, onlar 100. yıl münasebetiyle Türkiye ve dünya kamuoyunun dikkatini çekmek üzere bireysel veya örgütsel düzeyde birçok ülkede etkinlikler düzenlediler.
Bazı somut örneklerini sıralayalım:
1 Temmuz’da ABD’de yaşayan Amerikan-Kürt Bilgi Ağı’nın (American Kurdish Information Network) Sözcüsü, siyasi aktivist ve yazar Kani Xulam, Lozan Antlaşmasının 100’üncü yılı vesilesiyle Washington’dan New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Merkezi’ne “Özgürlük ve Zafer Yürüyüşü” başlattı. 530 km uzunluğundaki yürüyüşe, belli aralıklarla yaklaşık 20 kişi eşlik etti. Amerikalı aktiviste, Kürt dostu ve diasporada yaşayan Kürtler de destek verdi. 10
Kürt aktivist Kani Xulam, Beyaz Saray önünden New York'a yürüyüş başlattı_.jpg
Kürt aktivist Kani Xulam, Beyaz Saray önünden New York’a yürüyüş başlattı
8 Temmuz’da HAK-PAR, PAK, PSK ve TDK-TEVGER öncülüğünde “Lozan Antlaşması’nın 100. Yılında Kürdistan’ın Geleceği Konferansı” düzenlendi. Moderatörlüğünü Seîd Veroj’un yaptığı oturumda sosyolog yazar İsmail Beşikçi, tarihçi Mehmet Bayrak ve Ekrem Önen, Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Kürdoloji Bölüm Başkanı Dr. Kirill Vertyayev ile zoom üzerinden siyaset felsefesi uzmanı Hasan Yıldız ve Sofya Üniversitesinden öğretim görevlisi Prof. Yaşar Abduselamoğlu konuştular. 11
10 Temmuz’da Paris Kürt Enstitüsü öncülüğünde hazırlanan “Lozan 1923’ten Lozan 2023’e” başlıklı konferans İsviçre’nin Lozan şehrinde gerçekleştirildi. Lozan Belediye Başkanı Grégoire Junod ile İsmet Şerif Vanli Mirası isimli kuruluşun yöneticisi İhsan Kurt açılış konuşmaları yaptılar.
Paris Kürt Enstitüsü tarafından düzenlenen Lozan Konferansı duyurusu. .jpg
Paris Kürt Enstitüsü tarafından düzenlenen Lozan Konferansı duyurusu
Diğer konuşmacılar şunlardı: Enstitü Başkanı Kendal Nezan, Derya Bayır, Prof. Dr. Hamit Bozarslan, (İsviçre-Zürih, ABD-Michigan, Avustralya New Castle, İstanbul Bilgi gibi üniversitelerde Osmanlı ve Türkiye tarihi üzerinde dersler veren ve Lozan hakkında eleştirel bir kitap yazmış olan) Prof. Hans-Lukas Kieser, (ABD-Oberlin College öğretim üyesi) Prof. Leonard V. Smith, (Sorbonne Üniversitesi öğretim üyesi) Emeritus Prof. Raymond Kevorkian, (Fransa-Lyon Katolik Üniversitesi öğretim üyesi) Prof. Joseph Yacoub, (İsviçre-Neuchâtel Üniversitesinden) Jordi Tejel Gorgas, (Ulster Üniversitesinden Kürt akademisyen) Şerko Kirmanc, Prof. Dr. Baskın Oran ile Prof. Mesut Yeğen.
Kürt Diaspora Konfederasyonu (DİAKURD) avukatları Hişyar Özalp ve Rıdvan Dalmış, “Lozan Antlaşması’nın iptali ve Kürt halkının self-determinasyon hakkının uygulanması” talebi ile Danıştay’a başvuruda bulundu. Konuya ilişkin açıklama yapan avukatlar, iç hukuk yollarından bir sonuç alınamadığı takdirde konuyu BM İnsan Hakları Komitesi’ne götüreceklerini bildirdi. 12
DİAKURD avukatları, Lozan Antlaşması konusunda Danıştay'a başvurdular.jpg
DİAKURD avukatları, Lozan Antlaşması konusunda Danıştay’a başvurdular
Mardinli Kürt aktivist Lokman Kodak, Kürtlerin bir statü sahibi olmasını engelleyen Lozan Antlaşması’nın 100’üncü yılını protesto amacıyla 14 Temmuz’da İsviçre’nin başkenti Bern’den Cenevre’ye bir yürüyüş başlattı. 13
İsviçre’deki Kürt Diaspora Merkezi, bağlı bulunduğu Kurdistan Diaspora Confederation ile 27-28 Mayıs tarihleri arasında Lozan Antlaşması’nın 100. Yılını değerlendiren bir konferans düzenledi. KDP lideri Mesut Barzani konferansa ilettiği mesajında şunları dile getirdi:
“Kürt kültürünün mensupları diğer etnik ve ulusal gruplarınkiyle barış içinde bir arada yaşamaktadır. Baskıcı rejimler, kusurlu politikalar ve diktatörlükler, Kürt halkının karşılaştığı esas tehlikedir. Burada önemli olan Lozan Antlaşması’nın negatif (olumsuz) sonuçlarını düzeltmek ve yapılan hataların sadece Kürtlere mal edilmesinin doğru olmadığını kabullenmektir.
Bu hata ve kusurların düzeltilmesi hususu; bölge ülkeleri ile küresel denklemde söz sahibi olan ülkelerin, hükümet dışı sivil toplum örgütleri, akademik ve sosyal enstitüler, aktivistler ve ünlü muteber şahsiyetlerin hep birlikte meselenin barışçıl ve demokratik bir çerçevede çözülmesine katkıda bulunmasına bağlıdır.
Kürt Diasporası, davasını savunmak suretiyle Kürt halkının haklarının kabul edilmesinde etkili ülkeler nezdinde önemli bir rol oynayabilir.” 14
Almanya’da yaşayan Kürt yazar İbrahim Sediyani, “Media Corsica” isimli Korsika dergisi için kaleme aldığı “100e Anniversaire du Traité de Lausanne: La France et l’Angleterre Peuvent-Elles Laver Leurs Péchés au Kurdistan?” isimli Fransızca makalesinde, 100 yıl önceki Lozan Antlaşması’nın baş mimarlarından biri olan Fransa ile İngiltere’yi “Kürt ulusuna ve Kürdistan’a karşı işlediği bu günahı temizlemeye” çağırdı. 15
Almanya’nın Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinin Oberhausen kentinde, Barzani yönetimindeki Irak KDP partisine yakınlığıyla bilinen Lozan Antlaşması Komitesi ve Kürdistan Gençlik Ağı, 18 Temmuz’da bir basın açıklaması düzenledi. Rûdaw TV kanalına konuşan Lozan Antlaşması Komitesi Hurşit Aleyvi, 21 Temmuz’da Cenevre İnsan Hakları Komitesi binası önünde Lozan Antlaşmasını protesto edeceklerini, 22 Temmuz’da ise BM binası önünde bir miting düzenleyeceklerini söyledi.
Lozan ve Cenevre şehrinde iki ayrı miting/yürüyüş düzenleyen İsviçre merkezli Kürt oluşumlarının bu etkinliğine, Avrupa’nın çeşitli şehirlerinden yaklaşık 15 bin kişi katıldı. Bunlar arasında Kürtler, dostları, aydınlar, siyasetçi, diplomat ve siyasi partiler de vardı. Ayrıca Kürtlerin yaşadıkları dört parçadan siyasi parti temsilcileri, aydın, siyasetçi ve yabancı diplomatların katılımıyla “Lozan Antlaşması’nın 100. Yıldönümünde Kürdistan Halkının Tutumu” konulu bir konferans düzenlendi.
Lozan Belediyesi, Lozan Antlaşması’nın imzalandığı salonda konferans düzenlemek isteyen Kürtlere izin vermedi. Kürtler konferansın yapıldığı tarihi salonu talep ederken aynı zamanda Türkiye’nin de salonda etkinlik talebinde bulunması üzerine belediye, “İki taraf da talep etti. Bu nedenle hiçbir tarafa salonu vermeyeceğiz” dedi. 16
Lozan hakkında yeni kitap-Nisan 2023_.jpg
Lozan hakkında yeni kitap, Nisan 2023
22 Temmuz’da Belçika merkezli KNK tarafından aynı münasebetle Lozan şehrinde düzenlenen geniş kapsamlı forum tarzındaki toplantıya farklı ülkelerden katılan yaklaşık 50 kurum ve kuruluş ile 600 kişi görüş belirtti.
24 Temmuz pazartesi günü Diyarbakır Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti’nde bir araya gelen Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi, Halkların Demokratik Partisi (HDP), Demokratik Bölgeler Partisi (DBP), Kürdistan Komünist Partisi (KKP), İnsan ve Özgürlük Partisi (PİA), Kürdistan Sosyalist Partisi (PSK), Kürdistan Demokrat Partisi-Türkiye (PDK), Hereketa Azadi, Devrimci Demokratik Kürt Derneği (DDKD), Şeyh Said Derneği ve Kürt Kadınlar Birliği Platformu üyeleri, Lozan Antlaşması’nın 100’üncü yılı münasebetiyle ortak bir açıklama yaptılar. 17
30 Temmuz’da İstanbul merkezli Halkların Demokratik Kongresi (HDK), “Yüzüncü Yılında Lozan: Muhasebe ve İmkân” başlıklı dar kapsamlı bir konferans düzenlendi. Her kişi, kesim ve platformun Lozan’a ilişkin görüşleri farklı olmakla birlikte ortak noktaları şu şekilde özetlenebilir:
Lozan Antlaşması Türkiye ve bölgedeki halkların doğal ve temel haklarını yok saymıştır. Tanınan azınlık haklarını bile uygulamamış; tersine, Lozan’da kabul edilen görevlerini ya ihmal yahut bilinçli biçimde hasıraltı etmiştir. Tek millet anlayışıyla inkâr ve asimilasyon politikalarını hayata geçirmiştir. Lozan’ın başlıca muhataplarından sayılan Kürtlerin itirazlarını şiddetle bastırıp kitlesel kırımlara yol açan askeri yöntemler kullanmıştır. Bu ve birçok nedenle biz, söz konusu antlaşmayı tanımıyoruz.
Lozan'ı eleştiren yeni kitap-2023.jpg
Lozan’ı eleştiren yeni kitap, 2023
Soru şudur: Peki, dünyanın hemen her yerindeki Kürtler neden kitlesel biçimde bu yıl ayağa kalkıp Lozan karşıtı çeşitli (siyasal, kültürel, akademik, toplumsal) etkinlikler düzenleyip siyasi kampanyalar başlattılar?
Lozan savunucuları ve resmi çevreler, bu soruyu “dış mihrakların oyunu, ülkeyi bölmeye yönelik batılı ülkelerin gizli-açık faaliyetleri, Lozan yerine Sevr Antlaşması’nı ikame etme çabaları” şeklinde yanıtlayabilirler.
Oysa olup biteni anlamak için meseleyi değişik açılardan ele almakta yarar var.
Şöyle ki:
Lozan Antlaşması’nın imzalandığı 24 Temmuz 1923 tarihinin üzerinden yüz yıl geçti. O sırada hakları elinden alınan etnik ve inançsal topluluklar Lozan’ın muhtevasına itiraz etmekle birlikte bilinç, siyaset, diplomasi, sosyal ve örgütsel düzlemde yeterli değillerdi.
Var olan bireysel ve kolektif itirazlar ise iktidarın “böl ve yönet” veya “havuç ve sopa” (Kürtlere verilecek haklar konusundaki samimi olmayan vaatler gibi) politikaları neticesinde başarısızlığa uğratıldılar.
Oysa mevcut haliyle Kürtler, bilhassa siyasal, toplumsal ve kültürel amaçlı Kürt oluşumları 100 yıllık süreçte babadan oğula aktarılan acı-tatlı tecrübelerin ışığında belli bir bilince kavuştular.
Söz gelimi Lozan öncesi ve sonrasındaki Kürtler, bilimsel tanımıyla henüz ulus niteliğini kazanmamışlardı; “milliyet” diye tanımlanabilecek çok parçalı aşiret toplulukları halindeydiler. Dolayısıyla sınırlı sayıdaki aydın zümreler sayılmazsa Kürtler ulusal bilinçten yoksundular.
Kısacası Kürtler Lozan ve öncesinde “Kendine Kürt” iken, günümüzde “Kendisi için Kürt” olmaya başladılar.
Nitekim günümüzün siyaset ve akademik çevreleri, “Kürtlerin kitlesel bir ulus bilinci taşıdıklarını ve bu temelde örgütlendiklerini” söylemekte ve bu konuda araştırma yapıp kitaplar yayınlamaktalar.
Diyarbakır’daki parti ve oluşumların 24 Temmuz tarihli basın açıklamasında geçen ibareler, bu tespitimize kanıt olarak gösterilebilir.
Kürt halkı önümüzdeki yüzyılı başta, Türk, Fars, Arap halkları olmak üzere bölge halklarıyla her alanda eşitlik hukuku temelinde birlikte yaşamak istiyor. Ret ve inkâr sürdürülerek değil; ülkesiyle, ulusal kimliğiyle tanınarak ve eşit siyasi, coğrafik statüye dayalı zeminde birlikte yaşama koşullarının yaratılması için mücadele veriyorlar. 18
Bilhassa Avrupa’daki yabancı aydın, akademisyen ve araştırmacılar, son yıllarda Lozan Antlaşması’nın muhtevası ile amaçlarını sorgulayan ve taraf olarak onu imzalayan batılı devletlerin tutumlarını eleştiren pek çok kitap yayımladılar.
Bakabildiğim görece eski iki yayından biri, W. G. Elphinston imzalı The Kurdish Question (Kürt Meselesi) adıyla 1946 yılında basılmış kitaptır.
Bir diğeri, Middle Eastern Studies isimli İngilizce gazetenin Temmuz 1997 tarihli üçüncü nüshasında Othman Ali imzasıyla The Kurds and the Lausanne Peace Negotiations: 1922-1923 (Kürtler ve Lozan Barış Görüşmeleri) başlıklı makaledir.
Kurdish Diaspora Center'in etkinlik duyurusu.jpg
Kurdish Diaspora Center’in etkinlik duyurusu
Yakın zamanda yeni çıkan dört kitabın adını ve yazarlarını da verelim:
Jay Winter, The Day the Great War Ended 24 July 1923: The Civilization of War. (Oxford Scholarship, Ekim 2022)
Jonathan Conlin ve Ozan Ozavci editörlüğünde hazırlanan They All Made Peace-What is Peace? The 1923 Lausanne Treaty and The New Imperial Order isimli kitap. (Ginko-2023)
Hans-Lukas Kieser, When Democracy Died: The Middle East Enduring Peace of Lausanne. (Cambridge University Press, April 2023)
Michelle Tusan (University of Nevada Las Vegas), The Last Treaty: Lausanne and the End of the First World War in the Middle East. (Cambridge University Press, Haziran 2023)
İrdeleyici ve sorgulayıcı bu dört kitabın üstünde durduğu noktalar şöyle özetlenebilir:
Antlaşma, zorunlu bir nüfus değişimi sözleşmesi içeriyordu. Bu ölçüye göre Türkiye’de Yunan Ortodoks vatandaşları, Konstantinopolis’te yaşayan kişiler hariç, o eyalette vatandaşlık ve ikamet haklarını kaybetti. Batı Trakya sakinleri dışında Yunanistan’daki Müslüman vatandaşlar da öyle.
Yaklaşık iki milyon kişilik değişim (mübadele veya tehcir), Yunan-Türk savaşından doğan muazzam mülteci sorununa çözüm sayıldı.
Lozan’da aynı zamanda uluslararası hukuka dil, tarih veya etnik kökenle değil, sadece din tarafından tanımlanan bir vatandaşlık tanımı da getirildi. Bu, etnik temizliğin ardından yüzyılın ilerleyen dönemlerinde ve sonrasında tekrar tekrar izlenen bir emsal haline geldi.
Küçük Asya ve bölgedeki Kürtler, İranlılar, Araplar ve Ermeniler Lozan’a karşı çıktılar. Çünkü bu antlaşma sayesinde bölgedeki etnik ve dini azınlıklar ile küçük toplulukların kendi geleceklerini belirleme ve güvencede olma hakları ellerinden alındı…
Dolayısıyla çatışmanın uzun süren doğası ve devam eden insani kriz, ardından yakalanan sivil nüfus için yıkıcı olduğunu kanıtladı ve Avrupa liderliğindeki bir emperyal düzen ve insani müdahale hakkındaki eski kesinlikleri giderek daha fazla sorguladı… Sonuçları ise, savaş sonrası dünyayı dönüştürecek…
Suriyeli Kürtler hakkında birkaç kitabı olan Avusturyalı siyaset bilimci ve kültürel antropolog Prof. Dr. Thomas Schmidinger de aynı bağlamda faaliyet gösterenlerden biridir.
Kendisi Avusturya Kürt Çalışmaları Birliği genel sekreteri ve “Kurdische Studien ve Kurdish Studies” dergileri yayın kurulu üyesidir.
Avusturyalı Prof. Thomas Schmidinger, Haseke'deki Lozan Konferansı'nda. .jpg
Avusturyalı Prof. Thomas Schmidinger, Haseke’deki Lozan Konferansı’nda
Lozan’ın yüzüncü yılı münasebetiyle Haseke şehrinde Rojava Stratejik Araştırmalar Merkezi tarafından 7-8 Temmuz’da düzenlenen konferansta konuşan Schmidinger’in, antlaşma hakkındaki değerlendirmeleri kısaca şöyledir:
“Lozan, bölgenin (Ortadoğu’nun) siyasi bölünmüşlüğünü tahkim etmiştir. Bu Antlaşma sonucunda Türkiye, Suriye ve Irak ve hatta İran gibi dört devlet ortaya çıkmıştır.
Söz konusu devletlerin hepsi de sınırları içinde bulunan etnik ve inançsal azınlıkların yapısını tanımak yerine ulus-devlet (tek millet-tek devlet) anlayışı gereği, bunları bastırmış; imha ve asimile etme yoluna gitmiştir.
Osmanlının geleneksel çoğulcu etnik ve inançsal yapısının mirasını devralan Mustafa Kemal, Lozan’daki Musul meselesinde elini güçlendirmek maksadıyla Kürtleri seferber etmiştir.
Antlaşma imzalanıp Türkiye bağımsız bir devlet olduktan sonra, Türk hükümeti ülkedeki kültürel çoğulculuğu kabul etmeyerek ulus-devlet politikalarıyla bu çoğulculuğu ortadan kaldırma politikası gütmüştür.”
Doğrudan bağlantılı olmamakla birlikte yukarıdaki faaliyetlerin akademik türevi sayılan “The Lausanne Project” isimli sitede 100 yıldan bu yana Lozan Antlaşması’nın perde arkası, şimdiye kadar açılmamış dosyalarla bilgi ve belgeler ele alınarak tartışılıp kamuoyuyla paylaşılıyor.
Paris’te akademik dersler veren ünlü Kürt sosyolog Prof. Dr. Hamid Bozarslan ile yerli yabancı 36 kadar meslektaşının kolektif çabaları sayesinde Lozan Barış Konferansı’ndaki gelişmeleri günbegün öğrenmek mümkün. Birçok dilde yayın yapan ilgili site, maksadını şöyle açıklıyor:
Programlarımız, araştırmacılara iki dünya savaşı arası dönemde Orta Doğu ve dünyanın geri kalanı arasındaki ilişkilere dair yaptıkları çalışmaları paylaşabilmeleri ve Lozan’ın mirasını derinlemesine inceleyebilmeleri için bir tartışma ortamı sunuyor.
Daha önce de (25-26 Haziran 2020) University of Southampton ile Utrecht University isimli iki akademik kurumun girişimiyle Paris’te düzenlenen atölye çalışmasına dünyanın farklı bölgelerinden katılan yaklaşık 30 akademisyen ve konu uzmanı Lozan Antlaşması’nı enine boyuna ele alıp tartışmışlardı.
Devam edecek…
Kaynakça:
1. https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/sedat-ergin/lozan-antlasmasinin-100-yildonumundeki-gonul-borcumuz-42301513, 22 Temmuz 2023.
2. https://www.dunya.com/kultur-sanat/dunya-barisini-saglayan-lozanin-100-yildonumu-haberi-699803, 29 Temmuz 2023.
3. Dr. Hasan Hasan Ulucutsoy, “Birinci Dünya Savaşı’nda Donanma Mecmuasının Cihat İlanı Özel Sayısı”, 2018.
4. Cumhuriyet, 26 Temmuz 2023.
5. https://www.odatv4.com/yazarlar/soner-yalcin/yuz-yillik-mesnetsiz-tartisma-hedef-hep-ayni-ataturk-78710927, 25 Temmuz 2023.
6. https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/sinan-meydan/bagimli-duzeni-yikan-antlasma-lozan-2102538, Cumhuriyet, 26 Temmuz 2023.
7. Cumhuriyet, 26 Temmuz 2023.
8. https://www.ntv.com.tr/turkiye/cumhurbaskani-erdogandan-lozan-mesaji, CLs72rIwuE-EitvE0pWKZQ, 24 Temmuz 2023.
9. https://www.voaturkce.com/a/erdoganin-atina-ziyaretine-lozan-tartismasi-damga-vurdu/4153562.html, 7 Aralık 2023.
10. https://www.rudaw.net/turkish/kurdistan/010720234, 1 Temmuz 2023.
11. Rûdaw TV sitesi, 8 Temmuz 2023.
12. https://www.rudaw.net/turkish/middleeast/turkey/1307202313,13 Temmuz 2023.
13. https://www.rudaw.net/turkish/world/140720234, 14 Temmuz 2023.
14. https://www.kurdistan24.net/en/story/31531-Kurds-hold-conference-on-100th-anniversary-of-Lausanne-treaty.
15. https://www.rudaw.net/turkish/world/170720235, 17 Temmuz 2023.
16. https://www.rudaw.net/turkish/world/220720232, 22 Temmuz 2023.
17. https://www.voaturkce.com/a/kurt-partilerden-lozan-cagrisi-kurtler-den-ozur-dileyin/7193874.html.
18. Amerika’nın Sesi (VOA) Türkçe sitesi.
© The Independentturkish
Avrupa’nın göçmen karşıtı faşizan kampanyası sırasında binlerce mülteci ölüyor
Thomas Scripps
Avrupa işçi sınıfı, kıtadaki her ülkede şiddetlenen göçmen karşıtı acımasız kampanyaya karşı çıkmalıdır.
Eritre, Libya ve Sudan’dan gelen göçmenler, 17 Haziran 2023 Cumartesi, Libya’nın yaklaşık 30 mil kuzeyindeki Akdeniz’de ahşap bir teknenin ambarını dolduruyor. [ AP Fotoğrafı/Joan Mateu Parra]
Tarihsel olarak faşist sağla ilişkilendirilen dil, Avrupa parlamentolarında ve medyasında sıradan hale geldi ve iş ve güvenlik arayan çaresiz insanları ne pahasına olursa olsun püskürtülmesi gereken bir işgal olarak tasvir ediyor.
İtalya’da Mussolini hayranı Giorgia Meloni, Fransa’da Marine Le Pen, İspanya’da Frankocu Vox partisi ve Almanya’da AfD gibi faşist kişi ve örgütler, ana akım burjuva siyasetine hoş geliyor. Avrupa’da on yıllardır görülmeyen yabancı düşmanlığı seviyelerinin tonunu belirliyorlar.
Bu hafta Polonya hükümeti, Avrupa Birliği’nin yeni göçmen tahsis mekanizmasına “Orta Doğu ve Afrika’dan binlerce yasadışı göçmenin kabul edilmesini destekliyor musunuz?”
İngiliz hükümeti, yalnızca lejyonerlerin bulaştığı hapishane gemilerine bindirilen göçmenleri değil, onları temsil eden avukatları bile şeytanlaştırıyor.
Her yerde, geleneksel sağcı partiler, göçmen karşıtı politikalarına sosyal demokrat ve sahte sol hükümetler tarafından katılıyor veya muhalefetin desteğine güvenebiliyor.
Avrupa hükümetleri, gezegenin herhangi bir yerinde benzeri görülmemiş bir göçmen karşıtı altyapının mimarlarıdır: yoğun bir şekilde korunan duvarlar, çitler ve jiletli teller, gözaltı kampları ve kıtanın çevresindeki acımasız milisler ve rejimlerle yapılan anlaşmalar, bir araya gelerek bir ” Avrupa Kalesi.”
Askeri terim uygundur. Avrupa egemen sınıfı, emperyalist şiddet ve kapitalist eşitsizlik tarafından yaşamın en temel koşullarından yoksun bırakılan insanlık kitlesiyle savaş halindedir.
2015 ve 2016’da Avrupa’da sığınma başvurusunda bulunmaya başlayan önemli ölçüde artan insan sayısı arasında en büyük ulusal gruplar, toplumlarını yok eden emperyalist savaşlardan ve vekalet savaşlarından kaçan Suriye, Irak ve Afganistan’dan geliyordu. Diğerleri ezici yoksulluktan, baskıcı hükümetlerden, şiddetli iç çatışmalardan ve iklim değişikliğinin yol açtığı yıkımdan kaçtı.WSWS 25 Yıllık Fonuna bağışta bulununDünya çapındaki işçilerin videosunu izleyin ve neden WSWS’ye bağış yapmanız gerektiğini açıklayın.BUGÜN BAĞIŞ YAPIN
Bu kabus senaryosuna o zamandan beri kendisi de dört milyon Ukraynalı mültecinin kaynağı olan Ukrayna’daki NATO-Rusya savaşının yol açtığı artan gıda fiyatları ve pandemi ve küresel faiz oranlarındaki artışların şiddetlendirdiği ortaya çıkan borç krizleri ve büyük sosyal kesintiler eklendi.
Avrupa’ya yolculuk girişiminde bulunanların sayısı yeniden artarken, Fas’ın batı kıyısından Türkiye’ye, Avrupa sınırlarından Sahra’nın güneyine uzanan geniş bir coğrafi cephede milyarlarca avroluk bir aygıtla karşı karşıya kalıyorlar.
Nijer’deki son darbe ve bölgesel bir savaş tehdidi, Afrika’nın Sahel bölgesindeki ilk savunma hattını, yani AB’nin Sahel Yüksek Temsilcisi Ángel Losada’nın Avrupa’nın “ileri sınırı” olarak adlandırdığı bölgeyi vurguladı. Burada ve Sudan’da -Sahra’ya açılan iki kapı- alaycı bir şekilde “insani yardım” olarak etiketlenen Avrupa parası, göçmenleri insan hakları ihlallerine ilişkin kanıtlanmış sicile sahip güçler tarafından denetlenen ve göçmenleri daha tehlikeli rotalara girmeye zorlayan sınır kontrollerini finanse ediyor.
Birleşmiş Milletler daha önce, Uluslararası Göç Örgütü’nün muhafazakar olduğu kabul edilen tahminine göre, Sahra’daki mülteci ölümlerinin sayısının, şu anda 2014’ten bu yana 27.845 olan Akdeniz’dekinin en az iki katı olacağını öne sürmüştü.
Avrupa’ya geçişleri durdurmak için Türkiye ve Kuzey Afrika’ya daha da fazla para veriliyor. Sınır güvenliğinin artırılması ve sığınmacıların Avrupa’dan Türkiye’ye toptan sınır dışı edilmesi için 2016 yılında AB ile Türk hükümeti arasında 6 milyar avroluk bir anlaşma imzalandı.
Libya ve Tunus ile yapılan finansman anlaşmaları, kanunsuz milislerin sınır muhafızı olarak istihdam edilmesini öngörüyor. Tehlikedeki gemileri kurtarmaya çalışan STK’lara sahil güvenlik tarafından ateş ediliyor. Yakalanan göçmenler dövüldü ve elektrik verildi, çalınacak bir şey kaldıysa soyuldu, karaya geri götürüldü ve işkence, şantaj, zorla çalıştırma ve köleliğin yaygın olduğu gölgeli bir toplama kampı ağında tutuldu. Birçoğu güneye sürüldü ve çölde mahsur kaldı.
Avrupa’ya giden gemiler, bu kaderden kaçınmak için her zamankinden daha tehlikeli geçişler yaparak Akdeniz’i ve Kuzey Afrika kıyı şeridinin uzantılarını mezarlıklara çeviriyor. Avrupa’nın Frontex sınır gücü, göçmen gemilerini yasa dışı bir şekilde AB sularının dışına iterek üzerine düşeni yaparken, güney Avrupa devletleri insani yardım kuruluşlarını engellemek için yasalar çıkarıyor ve personelini yasal suçlamalarla tehdit ediyor.
Avrupa anakarasında her ülke, dikenli teller, metal çitler ve şiddetli devriyeler oluşturarak komşularına karşı sınırlarını güçlendiriyor. Göçmenler bir sınırı geçmeyi başardıklarında, genellikle bir dizi derme çatma kamptan geçerek bir sonrakine götürülüyorlar.
Bu politikaları güçlendiren AB, bu Haziran ayında Lüksemburg’da, başarısız sığınmacıların en zayıf bağlantıya sahip olduğu ülkeler de dahil olmak üzere, Avrupa yolculuğu sırasında seyahat edilen ülkeler de dahil olmak üzere, hızlı sınır dışı etmeler sağlayan yeni bir göç planını kabul etti. İngiltere’nin sığınmacıları Ruanda’ya sınır dışı etme çabaları da aynı politikayı izliyor.
Hiçbir suç çok büyük değildir. Bu Haziran ayında, bir balıkçı teknesinde seyahat eden 600’den fazla göçmen, Yunan sahil güvenliğinin eylemleri sonucunda boğuldu. Her ne kadar örtbas etmeye çalışsalar da soruşturmalar, Yunan makamlarının tekneyi güvenli olmayan bir şekilde kendi ulusal sularından çekerek alabora olmasına neden olduğunu kanıtladı.
Bu hikaye ve buna benzer diğerleri, kurumsal haberciliğin yüzeyini zar zor kırıyor. Ve kitlesel boğulmalar meydana geldiğinde, bu yalnızca medyanın ve siyaset kurumunun “Tekneleri Durdurun!”
Bu cinayetler, insan ıstırabının buzdağının yalnızca görünen yüzü.
Dünyanın 108 milyonu aşkın zorla yerinden edilmiş insanının bir kısmı, Avrupa’nın ya da herhangi bir zengin ülkenin yakınına varıyor. Tam yüzde 70’i hiçbir zaman komşu bir eyaletten öteye geçemiyor. Çoğu, Afrika ve Asya’daki gecekondu mahallelerinde ve mülteci kamplarında korkunç koşullarda yaşıyor.
Bu toplumsal felaketin ortasında, Avrupalı siyasetçiler, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ve Holokost’un gölgesinde kabul edilen insan hakları yasalarına ve sözleşmelerine yönelik yasal taahhütlerini, pek çok hurda kağıt parçası gibi yırtıyorlar.
Avrupa’nın göçmenlere karşı acımasız savaşı, burjuvazinin tüm işçi sınıfını hedef alan sağcı saldırısının öncüsüdür. Halk kitlelerinin en temel demokratik ve sosyal haklarından zorla yoksun bırakılması normalleştiriliyor ve Ukrayna savaşı ve ekonomik kriz derinleştikçe daha da yaygınlaşacak. Milyonerler ve milyarderlerle dolu bir toplumun bir şekilde başka bir göçmen işçiyi kabul etmeyi “güçlendiremeyeceği” argümanı, sosyal hizmetleri ve yerli işçilere verilen desteği kesmek için kullanılıyor.
Göçmenlerin şeytanlaştırılması, bu koşullarda toplumsal öfkeyi, meşru süper zengin hedeflerinden başka ülkelerden gelen yoksul günah keçilerine yönlendirmek, uluslararası işçi sınıfı içindeki dayanışmayı parçalamak ve tüm dünyada artan grev ve protestolara karşı koymak için bölünmeleri körüklemek için kullanılıyor. kıta. Bu, sığınmacılara yönelik muameleye yönelik yaygın öfke sosyal demokrat ve sendika bürokrasisinde hiçbir siyasi ifade bulamadığından, tüm Avrupa’daki parlamentolarda önemli kazanımlar elde eden sağcı örgütler için ideolojik yakıt sağlıyor.
Göçmenleri savunmak, gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının temel sorumluluğudur. Kendi gelecekleri buna bağlı. Avrupa’daki işçiler, herkesin kendi seçtikleri yerde, baskıdan uzak ve iş, ev, eğitim ve sağlık gibi hayatın tüm gerekliliklerine erişerek yaşama hakkını savunmalıdır. Avrupa’nın yönetici elitinin herkese vahşi kemer sıkma ve otoriter yönetim biçimlerini dayatma yönelimine karşı çıkmanın tek yolu budur.
Böyle bir mücadele, dünya kaynaklarının sosyalist örgütlenmesiyle nihayet sona erene kadar toplumları parçalamaya ve milyonları yerinden sökmeye devam edecek olan emperyalist savaşa karşı mücadeleden ayrılamaz.
Bu, küresel bir ekonomiyi düşman ulus devletlere ve temel üretim araçlarının özel mülkiyetine bölünmüş, savaşların ve ekonomik sömürü ve baskının temel nedeni olan kapitalizme karşı bir mücadele anlamına gelir. Bir uçta birkaç kişinin yüz milyarlarca servet biriktirdiği, diğer uçta ise 100 milyonu aşkın insanın hiçbir şey yapmadan evlerini terk etmek zorunda kaldığı bir toplumsal sistem, var olma hakkını çoktan yitirmiştir.
Kapitalizmle küresel hesaplaşmanın bir parçası olarak “Avrupa Kalesi” yıkılmalı ve yerine Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri kurulmalıdır.
wsws.org
LOZAN (2)
(1.yılı, 80. Yılı, 100. Yılı… değişen ne?)*
Tolga ERSOY
1-Ritüeller kurgusu ya da toplamı sayabileceğimiz kut törenler, efsanenin -ideolojinin- yeniden üretilmesine önemli katkılar sunan kültürel öğelerdir. Özellikle hedef, ‘sıradanlaştırılmış’ ya da sindirilmiş topluluklar ya da toplumlar olduğunda ideolojinin yeniden üretimine yapılan katkı, hem nicelik hem da nitelik olarak daha da artacaktır. Bu ‘haldeki’ toplum ya da topluluklar için ister bilinmeyen bir tarihten akıp gelsin, isterse bilinen bir tarihin ardından kutlamalarla periyodik olarak yeniden yaratılsın, efsaneleri nedensellik ilişkileri içinde sorgulamak diye bir sorun olmadığı ya da bu durum bir sorun oluşturmadığı için resmi ideolojinin (efsanenin) içselleştirilmesi daha da çoğalır, derinleşir. Kut törenler böylece o toplumun ya da topluluğun resmi ideolojisinin-tarihinin en önemli ideolojik argümanlarının tekrarlanan -ve gerekiyorsa eğer yenileştirilmesinin -geliştirilmesinin- birer aracı olurlar. Bu öylesine bir araçtır ki, egemenler tarafından belirlenen yaşantı kalıplarının-davranışların meşruluğunu da sağlayan özellikleri de içerir. Sanılanın ötesinde güçlüdür, hatta başlı başına bir güç öğesidir.
2-“Tüm ölü kuşaklar yapısal olarak ‘yaşayanların beynini bir karasaban gibi kuşatana dek’ bu çatışmalar bitmek bilmez.”(Sahlins)
3-Ve eğer gerekiyorsa efsane zor kullanılarak yaratılır; 12 Eylül sonrası günleri-yılları anımsayın. Aradan geçen kırk sene bu çağrımızı birçoğumuz için anlamsız kılıyor; o günleri yaşayanlar ya göçüp gitti ya da gerçekten unuttu hele ki o umut bağlanan, övülen ve hatta fetişe edilen dindar-kindar ve en aşırısından –ne demekse- milliyetçi Z kuşağının “okuma” ve “öğrenme” konusundaki genel eğilimi düşünüldüğünde! Anımsatmaya başlayalım; Eylül faşizminin lideri American (our) boys Kenan Evren, sık sık ‘Anadolu gezisine’ çıkıp tarihten kopup gelmiş gibi duran, üzerinde çalışılmış-yapay pozlarıyla çeşitli kurtuluş ve kuruluş törenlerini tekrarlamaktan geri kalmazdı. (çağrışımlarımızı engellemeyelim!) ‘Düşmandan’ kurtuluş ve Atatürk’ün yöreyi ziyareti bir ilimizde ‘en az’ iki kut törenin çağdaş kutlamasına aracılık eden gerekçelerdi. Unutuldu, unutturuldu gitti nitekim; bu süreçte 12 Eylül faşizminin katkısı yadsınamaz. Bayramlarla birlikte her ilde yıl boyunca en az sekiz-on kez tören yapıldığına ve hatta yüzyıllardır ‘düşman’ eli değmemiş beldelerde ‘kurtuluş’ törenleri yapıldığına şahit olmadık mı? (İskitler, Bizans vs. olsa gerek!) Evet, zor günlerdi; faşist cunta gözetiminde ideolojinin kendisini yeniden üretmesi ve gerektiği ölçüde reforme etmesi için ideal araçlardan biri olarak görülüyordu törenler. Totalitarizm üslup değiştirdiğinde -egemenler için zor günler geride kaldığı için- törenler daha kalifiye bir biçime dönüştü. Resmi tarihin olmazsa olmaz anmalarıydı günümüze hüzünlü hatıraları kalan.
4-Lozan nedir? Lozan; Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı -Dünya Savaşı?- sonucunda kurulmaya çalışılan ‘yenidünya düzeninde’ Ortadoğu’nun ‘ne olacağı’ sorusuna verilen yanıtlardan birisidir ve bu anlamda emperyalist bir sözleşmenin ifadesinden başka bir şey değildir. Lozan, Türkiye için nedir? Lozan; kurulmaya çalışılan ‘yenidünya düzeninde’ Türkiye’nin de rol kapma isteğinden başka bir şey değildir, Türkiye’nin kapitalist-emperyalist dünyada var olma isteğinin, bu ‘dünyaya’ sözleşmeler yoluyla biat etmesinin onanmasından başka bir şey değildir ve bu anlamda kesinlikle antiemperyalist değildir.
Lozan’da Türkiye, ‘eskiden’ kalan birçok yükümlülüklerini kabul etmiş, eski devletin emperyalist yağmacılara olan borçlarını, emperyalizm tarafından onanmak amacıyla üstlenmiştir. Ortadoğu’da bugünküne benzer bir şekilde, egemen emperyalist güçlerin (İngiliz Emperyalizminin) rolünün onaylanması ve bu rolün meşrulaştırılmasının adıdır Lozan. Resmi ideolojinin en önemli argümanlarından olan ‘misak-ı milli’, bizatihi efsaneyi yazanlar ve ardından onu yeniden üretenler tarafından çiğnenerek -gerekli görüldüğünde günün koşullarına uygun yenileme!- Musul’la simgeleşen Ortadoğu petrollerinin emperyalist yayılmacılığa küçük bir eder karşılığı satılmasının adıdır.
Lozan, yeni devletin, kapitalist ilişkileri ve bu ilişkilerin sonucunda zorunlu olarak gelişecek ‘yeni’ bağımlılığın kabullenilmesinin ve bu kabulünde batılı kapitalist devletler tarafından onanmasını gösteren bir sözleşmenin adıdır; açık bir biat talebi ve bu talebin arkasından dünyanın yeni efendilerinin bu talebi kabulünün adıdır Lozan.
Lozan, aynı zamanda antikapitalist olmadan antiemperyalist olunamayacağının en net tarihi örneklerinden birisidir.
5-Yazılı ve görüntülü basın araçlarından Lozan’ın yüzücü yıl kutlamalarını izliyorum –ilk görünen bu kutlamaların nitelik ve nicelik yönünden değiştiği- ve bu görüntüler aracılığıyla gelecek yüzyıllarda antropolojik bir olgu olarak değerlendirileceğini düşündüğüm birçok kut törensel olguyu ve ritüel örneğini topluyorum. Yirmi yıl öncesine dönüp bir taraftan bu süreçteki “değişimi” anlamaya çalışırken yıllar öncesinden çok şaşırtıcı bir görüntü arşivin “tozlu” sayfalarından çıkıp önümüze düşüveriyor; görüntüyü ve ironiyi ‘The’ Marmara Oteli Balo Salonundan’ yakalıyorum. Bir tür işgali tanımlayan otel adı Lozan’a denk düşüyor! İçerde, aralarında Türk nasyonal sosyalizminin birkaç temsilcisinin de bulunduğu “mümtaz” bir kalabalık bağımsızlık ve egemenlik söylevi çekiyor. Diğer tarafta resmi ideolojinin kalesine dönüşmüş bir lise salonunda, çoğunluğunun ne konuşulduğunu dahi anlayamayacak kadar aptallaştırılmış kalabalıklar Denktaş’ın ırkçı nitelemelerle dolu söylevini ayakta alkışlıyor. Bu şartlar altında yazılı basına dönmek ruh sağlığı açısından daha yararlı gözüküyor. Ve işte yıllar öncesinden Lozan anmalarının ‘satırbaşları’: Kuşkusuz gerçeğine ya da öz benliğine -otuzlu yıllardaki Nazi hayranlığına- dönmekten her anma günü imtina etmeyen kimi gazete yazarları-yazanları bu törenlerin aktörlüğünü kimselere bırakmama yarışında… Yazılar -tıpkı bir tapınma halinin gereklerini yerine getirir gibi- alt başlıklarına göre paylaşılmış. Bu açıdan gazetelerin birkaç günlük sayısı bir bütün oluşturuyor.
6- Geçmişe döneli, yirmi yıl öncesine; ‘Bir kısım yazara’ düşen görev Lozan efsanesini yeniden diriltmek üzere bildik tarihi bildik öyküleriyle yeniden anlatmak. (bugün sayıları azalmış gibi görünmekle birlikte ikame edilenlerle birlikte gönüllülükleri konusunda hala duyarlılar). Anlaşılan o ki toplumun-topluluğun ‘masalı’ unutmuş olacağı düşünülüyor. Anımsatma işlevi, bir kut törenin temel fonksiyonunun yerine getirilmesi eylemiyle örtüşüyor. Ve bu anımsatmalarla törenin temel çerçevesi çiziliyor; Lozan’da ne tür bir sözleşme imzalandığının değil de, Lozan günlerinde neler olup bittiğinin anlatılması, tarihin tekrar tekrar yazılmasının biricik dayanak noktasını oluşturmaya devam ediyor.
Yirmi yıl öncesinden görüntüler; asil bir aileden geldiğini bıktırıcı biçimde tekrarlamakta sakınca görmeyen bir yazar yarım sayfalık yazısında böylesine bir ‘tarih bilimi ekolünden’ örnekler verirken ‘İsmet Paşa’nın dediği oldu’ diyerek sözlerini sonlandırıyor. Ne var ki bu son söz Lozan’da ne olup bittiğini açıklayabilirken, Lozan’ın ne tür bir emperyalist bağlaşıklık oluşturduğunu açıklamakta yeterli olmuyor. Cuntacı/darbe destekçisi bir “hukukçunun” yazısında önceki yaşarın öyküsünün sözlü tarih!- tarihi arka planını doldurma çabası içinde gözükürken, dinci faşistlerle yobazlarla demokrasi için kol kola gireceğini söyleyerek basın piyasasından peylenmeye çalışan Kemalist bir yazarın Lozan’a ayırdığı sütunu ise bu genel kavrayışın içinin doldurulması işlevini üstleniyor; ‘kim kime ne dedi’: masalın diyalog bölümlerindeki eksikliğin doldurulması…
7- Andığımız-anacağımız ve anmadığımız yazarlar Lozan’ı hangi perspektifle ele alıyor ve bu perspektiflerinde ‘bugünün’ yeri nedir? Bu sorunun bizce yanıtı ancak bugünü 25 Temmuz 1923’le karşılaştırarak verilebilir, öncesiyle hele ki ölü doğmuş bir emperyalist plan olan Sevr ile karşılaştırılarak ya da aradaki seksen yılı / yüz yılı yok sayıp bugün ile karşılaştırarak değil…
Bugünkü bağımlılığın Lozan’da tersyüz edildiği söylenegelen bağımlılıktan ne farkı var, IMF borçları ile Osmanlının borçlarının ödenmesi arasında ne fark var? Aslında doğru soru “ne gibi bir ilişki var” şeklinde olmalı değil mi? On yıl devam ettirilen kapitülasyon hukuku ile tahkim hukuku arasında ne fark var? Lozan’ın ertesinde ya da 1930’daki yoksulluk ve sefaletin göreceli değerlendirilmesinde, onun 2003’deki / 2023’deki yoksulluğumuzdan hiç bir farkının olmamasını nasıl açıklayabilir? (Halkın yüzde sekseni Lozan imzalandığı gün ya da Lozan’ın onuncu yıldönümünde geceyi aç geçiriyordu. Bugünde bu oranın aynı olması size neyi ifade ediyor.) O halde Lozan ne tür bir bağımsızlığı ne tür bir egemenliği tanımlamakta. 20-30’lu yıllarda Ortadoğu’da İngiliz emperyalizmine onay vermekle 2000’li yıllarda ABD emperyalizmine onay vermek arasında ya da vahşi petrol sermayesine ülke topraklarını peşkeş çekmek arasında farklılık var mıdır? Hala antiemperyalist miyiz sorusu kadar önemli olan o gün antiemperyalist olup olmadığımız sorusudur. Ya da 20-30’lu yılların millileştirmesiyle 80’li yıllarda başlayan ve –satacak neredeyse hiçbir şey kalmadı- devam eden özelleştirmeler arasında ne fark vardır; akla gelen ilk benzerliği söyleyeyim: ikisinin de bedelini yalnızca emekçi-ezilen halk ödemiştir-ödetilmiştir.
Evet; temel yaklaşımımda ısrarlıyım. Kapitalizmle bir arada antiemperyalizm olmaz. Lozan nasıl ki kapitalizmle bir uyum programı ve emperyalizmin küresel kurgusunda en küçüğünden yer sahibi olabilmenin adı ise yüzyıldan bu yana devam eden uluslararası sermaye çevreleri ile yapılan tüm sözleşmeler/anlaşmalar da aynısıdır.
8-Sorun devamlılığı kabul etmekte; İşimize gelindiğinde öncesini işimize gelindiğinde sonrasını yok sayma hakkına sahip olmadığımızı-olunmaması gerektiğini düşünüyorum. Oysa bu ‘yöntem’ mitin yeniden üretilmesi için resmi tarihçilerin başvurduğu yegâne yol. Hiç kuşku yok ki bilim değil! Ne var ki ideolojinin yeniden üretilmesi için her zaman-çoğu zaman bilime gereksinim duyulmuyor. Sevr ile karşılaştırma, dönemin koşullarına uygun olarak başlıca yaklaşım tarzını oluşturuyor. Sevr ile Lozan arasındaki farklılıkların betimlenmesi Lozan övgüsünün en büyük dayanağını oluşturuyor. Nutuk tarihçiliğinin de bir örneği olarak ele alınabilinecek bu ‘karşılaştırma’ yöntemi, Lozan’ı sonrasıyla açıklamaktan kaçmayı kolaylaştırıyor. Sonrasıyla açıklanmayan bir Lozan, tarihi bir desenformasyondan başka bir şey ifade etmiyor. Bu bağlamda unuttuğumuz kimi yazarların eskilerde kalmış ancak yenilere yol gösteren yazılarını anmadan geçmek haksızlık olacaktır! Kadrolu bir Kemalist Lozan’ı Sevr ile Musul ve Kürt olgusu üzerinden karşılaştırıyor ama nedense Musul’un İngiliz emperyalizminin egemenliğine kayıtsız şartsız devredilişine ait hiç bir satıra rastlamıyor. Aynı şekilde, zamanındaki tercihlerin bugünkü -zorunlu- tercihlerin kökenini oluşturduğuna dair bir tartışmaya da -doğal olarak- yer verilmiyor.
Ulusalcı sol -nasyonal sosyalist!- yazarlarımızın ‘Lozan sonrası’ dendiğinde akıllarına gelen ise Süleymaniye’de Türk askerlerinin kafalarına ABD güçlerince çuval geçirilmesi! Kuşkusuz bu utanç verici olayın nedeni olan ‘kayıtsız şartsız bağımlılığın’ birden bire gökten düşme olasılığı yok! Ancak yazarlarımız on yıllar boyunca gelişip bu noktaya gelen bağımlılık ilişkilerini Lozan eksenli değerlendirmek yerine on yılları yok sayıp atlayarak Lozan’ı güncel siyasi bir unsura indirgemeyi tercih ediyorlar. Sorun bu çuvalın-çuvalların kafalara ne zaman geçirildiği… Çıkarmak kuşkusuz yalnızca bizlerin becerebileceği bir iş…
Yazarlarımız tıpkı bugün olduğu gibi yirmi yıl öncesinde de masalın ‘yedi düvel’ versiyonunu pişirip okurun önüne koyarken, ABD’den ithal edilen bir Dünya Bankası görevlisi ile aynı hükümette görev yaptığını, tahkim yasasını-tütün yasasını ve daha nice ABD patentli yasaları çıkaran hükümetin elemanı olduğunu, üyesi olduğu ulusalcı hükümetinin emeğe ve insanlığa yaptığı onaylı saldırıları unutmuş gözüküyor ya da unutturmaya çalışıyor. Kut törenin hakkıyla yapılması ‘unutma’ olgusunu zorunlu kılıyor. Bir başkası ise benzer nitelikteki yazısını ‘Lozan’da nereye’ diye sorarak bitiriyor. Oysa bu sorunun yanıtı Lozan’da gizli. Lozan’dan çıkılan yolun nereye ulaşacağı doğru bir Lozan okumasıyla seksen yıl /yüz yıl öncesinde görülebiliyor. Bir diğer yazarın karşılaştırması ise ders niteliğinde: ‘İnönü, Nur ve Saka 24 Temmuz 1923’te Lozan Üniversitesi’nin merdivenlerinden çıkarken giyim ve kuşamlarıyla insana güven veriyor… Lozan’dan seksen yıl sonra Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçirilirken siyasiler bunu içine sindirebiliyor…” Bize ise paragrafın sonuna ünlem ve soru işareti koymak düşüyor. Ve bir sorunun tekrar sorulmasını zorunlu kılıyor; çuval ne zaman geçirildi; yirmi yıldan bu yana neden çıkarılamadı?
9-“Dünyaları ancak ölümsüzlerin, başlangıç zamanında yaptıklarının yinelenmesi, yaratılış mitinin yeniden yapılanmasıyla yenilenebilmektedir.”(Eliade)
10-Mitin yeniden yapılandırılarak yenilenmesi, kökene dönüş inancının sahip olduğu potansiyel gücü toplum üzerinde denetim erkine dönüştürür. İdeolojinin buradaki bir işlevi de var olanın güçlendirilmesinden çok, öze dönüşle iyinin-doğrunun yeniden yaratılabileceği umudunu kitlelere aşılamaktır. Umut, tarihin bozundurularak sunulması sayesinde yaratılmaktadır ve ‘iyiye-doğruya-öze’ olarak simgelenen her geriye dönüş bir dizi ritüeli içerse de mutlaka ciddi bir ideolojik müdahale ile mümkün olabilmektedir. Ve bu süreci resmeden unsurların tümü, var olan ‘bilginin’ dışlanarak ya da yok sayılarak ‘ilk bilginin’ yeniden keşfedilmesine aracılık etmek üzere koşullanmışlardır ve burada ‘ilk bilgi’ ile kastettiğimiz resmi ideoloji ya da mitsel paradigmalardır. Paradigma şekil ile desteklenen bir kurgudur ve bu kurgu bir tür bağımlılık ilişkisini de tanımlamaktadır. Toplumsal ölçekte böylesine bir bağımlılık zaten oldukça güçlü bir şekilde yaratılmış mitin, bağımlılığın her anımsatılışında daha da güçlenmesine yol açar. Biçimlendirilmiş müdahaleli duyguların aklın ötesine geçmesiyle tamamlanan ve her tamamlanış anında yeniden üretilmeye gereksinim duyulan bir süreçler dizisidir söz konusu olan.
*Bir önceki yazıda olduğu gibi uzun zaman önce yazılmış bir yazının güncellenmiş halidir. Güncelleme gerekli midir?
(25 Temmuz 2003 / 2023)
Lozan (1)
Tolga ERSOY
[İktidarıyla, muhalefetiyle ve “sol” muhalefetiyle tüm yerli ve milli unsurlar –ve hatta “Lozan sona ersin o zaman uçacağız” diye heyecanlanan açılığını, yoksulluğunu “gizli maddeler” söylemine dayandıran dindar ve kindar, zekâ sorunlu ve çokça sakil kimileri / kuşaklar dahi- Lozan’ın yüzüncü yaş gününü kutlamaya hazırlanırken 2006 yılında –bundan on yedi sene önce- yazdığım –ufak tefek kehanetlerde içerdiğini gördüğüm- bir yazıyı güncellemeden paylaşıyorum; güncelleme işi okurlara bırakılabilir ve kuşkusuz görülecektir ki tüm olumsuzluklar derinleşmiş, öznelere yenileri eklenmiştir.]
Şecaat arz ederken; 24 Temmuz 2006, Ankara’nın bir semtinde yürüyorum, kemalizmin kalesi –kimi zamanlarda son kalesi- olarak tanımlanan bir semt burası. Gelir düzeyi ne Türkiye’nin diğer bölgeleriyle ne de kendisini çepeçevre kuşatan gecekondu mahalleleriyle kıyaslanmayacak ölçüde “yüksek” bir semt burası; kısa bir gezinti dahi dikkatli bir gözlemciye yerleşim bölgesinin sosyo kültürel ve ekonomik yapısı hakkında bilgi verecek kadar veri sağlayabilir. Yerleşim bölgesinin sırtlarına doğru tırmandıkça gelir düzeyindeki anlamlı artışla paralel olarak burjuvazimizin temel sorunlarından biri olan teşhir olgusunun galebe çalmaya başladığını görüp rahatsız olmamanız elde değil; özetle bu insanların sorunları ile hemen yanı başındaki diğer insanların sorunlarının hem nitelik hem de nicelik açısından farklı olduğunu söyleyebilmek için yalanlar bilimi istatistiğe gerek yok. Bu renklilik içinde ayrıksı gibi duran ancak bu durumu tümüyle açıklayan dev duvar afişleri ile karşılaşıyorum. Birlikte okuyalım: “Lozan Türkiye’nin Onurudur, Lozan Türkiye’nin Tapu Senedidir.”
merdi kıpti sirkatin söyler; Lozan’ın ya da tapu senedinin alınışının seksen üçüncü yıldönümü bu müstesna semtimiz başta olmak üzere yurdun dört bir köşesinde –dış temsilciliklerimizde vs.- coşku ile kutlanırken sağlı sollu kemalistler tarafından hazırlanan bir kapitülasyon/bağımlılık yasası daha –ithalatta stopaj vergisinin kaldırılması- IMF/Dünya Bankasının yönetimi altında birkaç gün içinde hazırlanıp bu semtimizin tepelerinde bir yerde son imzalarda atıldıktan sonra yürürlüğe giriyor. Sorgulanmaksızın, tartışılmaksızın. Lozan’da alındığı iddia edilen tapu senedindeki bu koca ipotek en büyük kemalistlerimiz tarafından alel acele uygulamaya sokuluyor; “ekonomimizin bekası için”
Ekonomik refah için (!) resmi ideolojide bir delik daha açılmasına göz yummaktan başka çareleri yok, aslında resmi ideoloji denen şey de kötü yapılmış bir yama işi –patch work- yorgana benzetilebilir, hava geçiriyor. Soğuktan, ayazdan ve yoksulluğun diğer getirilerinden koruyamıyor. “Bununla örtün, bununla ısın, bununla açılığını unut…” diye emrediliyor, başında silahlı bir muhafız emre ne ölçüde uyulduğunu denetliyor. Yığınlar öyle imiş gibi masallarıyla zor altında uyutulurken, egemen ideolojinin egemenliğindeki “yönetici sınıf” bu oyuna “diğer taraftan” katılmakta bir sakınca görmüyor. Resmi ideoloji yönetirken egemen ideoloji sömürüyor. Egemen ideolojinin başatlığı, resmi ideoloji üzerindeki zorunlu yönlendirici etkisi her geçen gün tekrar görülüyor.
Burada asıl soru ise “gerçekten öyle miydi?” şeklinde sorulmalı. Ya da Lozan nedir? Afişler hala sokakları süslemeye devam ediyor; hava şartlarına direnemeyip dökülene kadarda orada kalacak gibi görünüyor. Kutsallaştırmadan gelen bir dokunulmazlıkları ve bu dokunulmazlığı garanti altına alan hukuk adı altında bir zor unsuru var. Emperyalizmin sözcüsü “yeni bir Ortadoğu” haritasından ya da “düzeninden” söz ederken, bu afişlerin hala varlığını ısrarla koruması ironik ve diğer taraftan açıklayıcı. Çünkü Lozan aynı zamanda Ortadoğu’nun haritasının yeniden çizilmesinin geride kalmış bir simgesinden başka bir şey ifade etmiyor. Ve hatta hiçbir şey ifade etmiyor. O halde bir soru daha soralım: Lozan 1923’de imzalanırken emperyalistler için ne ifade ediyordu?
Resmi ideolojinin takviminde her yıl 24 Temmuz, Lozan Anlaşması’nın kutlanmasına ayrılır. Kutlamalar efsanenin kendisini yeniden üretmesi için önemli; çok sayıda iç tutarlılığı olmayan, gerçeklikten kopuk ve ancak zor yoluyla korunan argümanların bir bütünü olan resmi ideolojiyi-resmi tarihi de bu bağlamda bütünsel bir zor argümanı saymamak için hiçbir nedenimiz yok. Bütünlüğünün korunması zorla sağlanıyor ancak her bir parçasında oluşan defekt onun bütünlüğünü tümden bozabilecek kadar önemli, kutlamalar, anmalar, ritüeller bunun için. Bu sene, 2006’da kutlamaların biraz sönük geçtiği görünüyor. Konunun konjonktürel önemine ve pragmatik ideolojik gereksinimlere göre kutlamanın niteliği ve niceliği değiştiğini biliyoruz, görüyoruz; bu “eşyanın doğasından” gelen bir unsur. Kimi zaman en üst düzeyde devlet temsilcilerinin katıldığı törenler yapılırken, kimi zamanlarda da, devletin ideolojik sözcüsü konumuna indirgenmiş üniversitelerde, ancak birkaç kişinin dinlediği sönük konferanslarla “kutlama” geçiştiriliyor. Ne var ki, her ne şekilde olursa olsun anma törenlerinin aksatılmamasına özen gösterilir; nitelik ve nicelik sorunu aranmaz. Bu senenin bahtına muhtarlık düzeyinde anmalar düştü. Emperyalizme biat sözleşmelerine imza atanların demeçleri ile de işin cilası yapıldı.
Diğer taraftan unutulmamalıdır ki Lozan Anlaşması –kesinlikle “Antlaşma” değil-, uluslararası bir anlaşmanın normlarına göre, gündemini sonuçlandırma açısından ele alındığında oldukça güdüktür. Birçok konunun zamana bırakılarak kapitalist yayılma stratejileri-yenidünya düzeni kuralları içinde çözümlenmesi uygun görülmüştür ve bu haliyle o, Osmanlı’nın da taraf olarak katıldığı emperyalist paylaşım savaşı sonrası dünyayı yeniden şekillendirmeye çalışan ya da yenidünya düzenini kurgulayan çok sayıdaki anlaşmalardan ya da uluslararası protokollerden yalnızca birisidir. Yalnızca birisi… Ancak dile getirmeye çalıştığımız gibi, Lozan Anlaşması’nı Türkiye açısından önemli kılan unsur, onun ideoloji oluşturmadaki yadsınmaz etkisidir.
Resmi ideoloji için müttefikler tarafından “tanınma” olgusunun vurgusu çok önemlidir ve ideoloji bu bağlamda Lozan Anlaşması’nı, yıllarca savaştığı “Batı’nın” yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıdığı anlaşma olarak ele alma eğilimindedir. “Tanınma” durumunun ön plandaki olgu olmasına özen gösterilir. Oysa kapitalizm için “tanıma”, çizilen sınırlardan öte, bu sınırlarla alanı belirlenmiş ülkenin, uluslararası kapitalizm için pazar olma durumu ile tamamen örtüşen bir özellik içerir. Özetle, herhangi bir ülke pazar olabilecek niteliğe sahipse, neden tanınmasın? Hele ki yeni kurulan bir ulus devlet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti oluşturulan yenidünyanın, oluşan yeni kapitalist düzenin bir unsuru olmaya bu kadar hevesli iken. Ayrıca bir anımsatma da zorunlu: Amerika Birleşik Devletleri bu sözleşmenin hiçbir yerinde yer almıyor ve kuşkusuz bu sözleşme ABD emperyalizmini daha ilk andan itibaren fazla ilgilendirmiyor, ABD emperyalizmini bağlamıyor.
Kapitalizme biat etmiş ya da kapitalist kalkınma yolunu seçmiş ve bu yolda kapitalist devletlere önemli güvenceler vermiş Türkiye Cumhuriyeti’nin, bu bağlamda “Batı” için tanınmama olasılığı yoktur. Üstelik savaş sonrasının yenidünya düzeninde zayıflamış pazarlara göre güçlü ulusal özelliği olan pazarların tercih edilir olduğu da görülmektedir. Lozan Anlaşması sürecinde ve sonrasında yaşananların dezenformasyonu ya da ideolojinin “tanınma” olarak sunduğu olgu, aslında bu biatın kabulünün maniple edilmiş şeklidir. Ve ideoloji bu süreci “ulusal bağımsızlığın kazanılmasında” önemli bir dönüm noktası olarak göstermekle kendi iç tutarlılığını da korumaktadır ki “ulusal bağımsızlık” retoriğinin de ayrıca tartışılması gerekmektedir.
Hasta olduğu ilan edilen adam, göreceli olarak sağlığına kavuşmakla birlikte, aslında böylesine sağlıklılığın, hastalığı gizlemekten başka bir işe yaramamasının, resmi ideolojinin, devletin tüm kurumlarının yardımıyla yaptığı bir müdahale olarak değerlendirilmesi zorunludur. Eski olan törpülenmiş, yeni düzene uygun hale getirilmiş, yenilenmiş ya da yeni imişcesine pazara çıkarılmıştır. Ve yenilenme süreci, doğal olarak işe yaramayan parçaların-kurumların ortadan kaldırılmasını ve yerine konanların her anlamda korunması ve sorgulanmaksızın desteklenmesini içermektedir. “Lozan ideolojinin neresinde?” sorusunu yanıtlarken, sürecin bu yaklaşımla değerlendirilmesi de zorunlu olmaktadır. “Ulusal bağımsızlığın kazanılması için bir dönüm noktası, ulusal egemenliğimizin pekiştirilmesi” ya da “Batılı -eski düşman- ülkeler, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıdı” gibi ideolojik argümanlarla desteklenmeye çalışılan antiemperyalistlik vurgusu, bir taraftan “eskinin ulusal bağımsızlığı emperyalizme boyun eğerek kaybettiği” söylemini geliştirip, olmayan farkı varmış gibi gösterip ve üstelik alabildiğine abartırken; diğer taraftan da, asıl önemli olan, kapitalizme zorunlu biatın bu bağlamda tartışılmasını engellemeye çalışmaktadır. Az gelişmiş ülkenin kapitalizmi seçmesi ile bu seçiminin sonucunda daha ilk an’dan itibaren –belki de hiç ara verilmeksizin denmesi daha doğru- emperyalizme boyun eğmesinin zorunluluğu, birbirinden ayrı ve hiç çakışmayan iki unsurmuş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Kapitalist ilişkilerin ve yöntemin kabulünün özgün bir antiemperyalizm olduğu savının gerçekliliğinin olmadığını tarih bize kısa bir zamanda yeniden göstermiş, ancak Lozan eksenli ideolojik müdahale ile öyleymiş gibi gösterme çabası günümüze değin devam edegelmiştir.
Ulusal bağımsızlıkla ekonomik bağımsızlığın bir birinden ayrı şeylermiş gibi göstermenin ilk adımının Lozan’da atıldığını ve bu yaklaşımın günümüze değin korunması için yoğun bir çaba gösterildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Başlangıçta sol söylemle de desteklenen bu yaklaşımın geçerliği olmadığını tarih görebilenlere göstermektedir, bu pratiğin olmazlığını, yanlışlığını bize gösterdiği için tarihe ve tarihin yazıldığı sürece/zaman’a ne kadar şükran duysak azdır, derslerini yenilgilerle almış olsak bile!
Neden-sonuç ilişkisini sorgulamaktan aciz bırakılan yığınlara öyleymiş gibi gösterme, kapitalist sömürünün artarak devam etmesi için çok önemlidir. İdeoloji ve böylesine kurguladığı bir sistemi devletçilik-milliyetçilik-halkçılık gibi söylemlerle desteklemektedir. “Biz bize benzeriz” söylemi bu alandan verilecek örnektir ve bu söylemde, en az Lozan sürecinin bir ürünü olan ve doğumu emperyalistlere “bakın biz de sizin gibiyiz, size hizmet etmek istiyoruz” gösterisinden başka bir şey olmayan İzmir İktisat Kongresi’nde dile getirilen “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” söylemi kadar bilimsel yaklaşıma aykırı ve gerçek dışıdır. Biz bize benzeyen, imtiyazsız sınıfsız ve üstelik kaynaşmış olduğu iddia edilen bu kitlenin resmi ideoloji ile kontrolü olanaklı olmadığında ise önce 141-142’lerle, ardından da “kaynaşmış” halkın %70’inin sefalet ve açlıktan kırılma noktasına geldiği 2000’lerde, yeni baskı yollarıyla kontrol altına alınabilmesi fazla zor olmamıştır. Oranların Lozan’dan bugüne aynen korunuyor olması da dikkate değer bir tutarlılık olarak gözükmektedir! Bu üç ideolojik unsurun korunması ise, “cumhuriyetçilik” söylemi ile garanti altına alınmak istenmiştir. Kurulduğu günden itibaren “sol”un sürekli muhalif olması ve düzenli olarak baskı altında tutulmaya çalışılması da bu bağlamda önemli olmaktadır. Cumhuriyete -ve cumhuriyetçiliğe- giden yolda sola yönelik baskılar gün geçtikçe şiddetini arttırırken, Lozan, bunun teminatının “Batı”ya verildiği yer olmuştur. Teminatın ölçüsünü, içteki tutuklamaların yanında daha önemlisi anti-Sovyet tutumun deklare edilmesi oluşturur. Bir taraftan kapitalizmi benimsemiş ancak antiemperyalistlik iddiasında; diğer taraftan anti Sovyet ve sosyalist modeli benimsemeyerek “üçüncü yolda” kalkınmayı seçmiş Türkiye, bu haliyle emperyalist dünya için yeni sömürge arayışlarında kullanılan ideal bir model oluşturmuş ve on yıllar boyunca da resmi ideoloji böyle bir model olmayı savunmuş ve idealize etmiştir.
“Türk tipi milliyetçilik”, bu kurgu üzerinden hareketle, alt emperyalist bir konumu -bunu ilkel bir heves olarak tanımlamak belki daha doğrudur- yegâne hedef olarak belirlemiştir. Lozan’da çözülemeyen değil, yeni Ortadoğu haritasını çizen emperyalizmin istediği şekilde çözüldüğü gerçeğini biçare bir şekilde dile getiremediği için “çözümsüzlük” söylemine sığınılan Musul Sorunu, bu nedenle Türk milliyetçiliğinin başlıca sorunsallarından birini oluşturmaktadır. Hiç kuşku olmasın ki Musul Sorunu bugün de benzer şekilde çözülecek ve bu sorunun hallında halkın görüşüne değil emperyalizmin bölgesel çıkarlarına göre davranılacaktır. Ortadoğu petrolleri için önemli bir kontrol noktası olan Musul’un İngiliz emperyalizme terki ile misak-ı milli söyleminin de göreceliliği bir kez daha ortaya çıkmış olmaktadır. Kim bilir, belki de misak-ı milli denen şey emperyalistler tarafından yirmili yıllarda çizilen yeni Ortadoğu haritasının Türkiye’ye düşen payından başka bir şey değildir. İşte Lozan bunun hukukileştirildiği bir yerleşimden başka bir şey değildir! Diğer taraftan Musul’un o tarihlerde İngiliz emperyalizminin kontrolünde bir dernek olan Milletler Cemiyetinin inisiyatifine bırakılmasının ne türden bir antiemperyalizm sayılması gerektiği de kuşkusuz tartışılması gereken bir konudur. Bugüne sarkan bir sorun olarak Musul, emperyalist paylaşım ve yağmanın ideal bir örneği olarak tarih kitaplarındaki yerini almaktadır. Herhalde dünya halklarına örnek kurtuluş savaşı söyleminin sırrı da burada yatmaktadır! İpotekli bir tapu senedinin alınması için emperyalistler tarafından düzenlenen tutanakların imzalanmasının adıdır Lozan, çünkü Ortadoğu’nun paylaşım haritasına biat adına –belki de çaresizce- onay verilmiştir.
Diğer taraftan Lozan, dile getirdiğimiz milliyetçilik kurgusunun “azınlıklar” üzerinden biçimlenmesine de katkıda bulunmaktadır. Mübadeleleri, Türkleştirme politikaları izlemiş ve bu uygulamaların tümü azınlık haklarına yönelik de facto kısıtlamalarla desteklenmiştir. Lozan sonrası süreç boyunca resmi ideolojinin durmaksızın tekrarladığı milliyetçilik anlayışı, “Türkiye sınırları içinde yaşayan, Türkçe konuşan ve Türk kültürünü benimsemiş herkesin dil’ine ya da din’ine bakılmaksızın Türk sayılacağı” şeklinde özetlenebilir.
Lozan’la başlayan kapitalizme biat sürecinin önemli vurgularından birisini, “sınıfsızlığın-kaynaşmışlığın” oluşturduğundan kısaca söz etmiştik. Anlaşılan, Lozan’daki emperyalistlerin de bugünün yağmacıları gibi “insan hakları” sorunu yoktur ve sınıf mücadelesini kabul etmeyen rejim dış baskılar açısından fazla zorlanmamıştır. Kaldı ki, Lozan’daki emperyalistler için sınıf mücadelelerin reddi ve bu mücadelelerin baskılanmasındaki yöntemler birer sorun oluşturmadığı gibi, bunların beklenen yaklaşımlar olduğu da düşünülebilir. Resmi ideoloji, “imtiyaz yoktur” derken, yerli yabancı sermaye gruplarına yeni bir sınıf yaratmak için tüm olanakları zorlayarak destek vermiş böylece bir yandan tercihlerini gösterirken, diğer yandan da ideolojinin maniplasyon yeteneğini iyi bir biçimde örneklemiştir.
Tüm bunlardan sonra “devletçilik” anlayışının, ekonomik alanda olup bitenleri gizleme dışında bir işlevi olmadığını söyleyebiliriz. Ne var ki, bugün, kendisine “sosyalist” diyenlerin bile bu devletçi anlayışını savunmaları resmi ideolojinin yaygın başarısının kanıtıdır. Lozan, sadece, devlet ideolojisinin oluşumuna olumlu katkı yapmamış, diğer taraftan ideolojiyi yaratan kadroların da biçimlenmesine aracılık etmiştir. Lozan sürecinde (kimi zamanlarda Lozan görüşmeleriyle doğrudan bağlantılı olarak) yaşanan iç mücadelelerin-iktidar mücadelesinin kadroların biçimlenmesinde etkili olmadığını söyleyebilmek oldukça zordur
Lozan’ın öyküsü bize sadece o günü ya da kapitalist tercihin nasıl yapıldığını anlatmakla kalmıyor diğer taraftan bugünü anlamamızı da kolaylaştıran bir olgu olarak da karşımıza çıkıyor. Lozan sadece “kapitalist tercihin” bir kez daha ve çok güçlü bir şekilde onandığı ve bu tercihe uygun arayışların simgeleştiği bir yer olmanın ötesine geçerek az gelişmiş ülke kapitalizminin 2000’li yıllarda içine düştüğü -ve sıkça da düşeceği- “krizin” anlaşılması ya da doğru okunması içinde bir anahtar işlevi görüyor. 2000’li yılların tablosunu çizerken Lozan’ı bu bağlamda anımsamanın zorunlu olduğunu düşünüyorum. Bugünü anlamak için antiemperyalizm söyleminin başat bir şekilde kullanılıp resmi ideolojik söyleme dönüştürüldüğü günlerin tekrar tekrar irdelenmesi gerekiyor. İrdeleme sürecinin ise, Lozan sürecindeki davranışsal ayrıntılardan geleneksel politik yaklaşımlara kadar tüm tarihsel bilgilerin bugünle, bugün yaşananların ise o günkülerle üst üste konularak incelenmesinden oluşması gerektiği kabul edilebilir. Bu inceleme bize kapitalist gelişme stratejilerinin sonuçlarını göstereceği gibi, diğer taraftan da resmi ideolojinin oluşumunun-gelişmesinin ipuçlarını da verecektir.
Ülkeyi yönetenler, süre giden ve azgelişmişliğin doğal bir hali olan krizin ardından gelen, 21 Şubat dönemecinden sonra dayatılan, “tam teslimiyet ve kayıtsız şartsız sömürge” olarak kısaltılabilecek IMF programının uygulanma sürecini, “ikinci kurtuluş savaşı” olarak tanımlarken, ittihatçı artıkları ulusalcılarımızın iddia ettiklerinin tam aksine, söylediklerinin ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Sorun, her zaman seyirci olmaya şartlandırılmışların-halkın ikinci kurtuluş savaşının ne anlama geldiğini kavrayabilmesidir. Çünkü ikincisi, birincisini anlatmakta ya da dün bugünü hazırlarken bugün dünü anlamayı kolaylaştırmaktadır. Bu şekliyle, krizle yeniden gündeme gelen antiemperyalist kurtuluş savaşı retoriği, ikincisinin birincisi ile yeniden okunmasıyla deşifre olabilmektedir. Egemenlere göre ikinci kurtuluş savaşının en önemli aşamasını özelleştirme oluşturmaktadır. Ve özelleştirmeden anlaşılan yerleşik söylemle “ucuza kapatmadır”. Herkesin çok iyi bildiği gibi, özelleştirme ile tanımlanan, karlı ve verimli devlet yatırımlarının değerinin çok altında satılması, sermayeye peşkeş çekilmesidir ki, ekonomi bilimi dilinde bunun adı, sermaye aktarımıdır. Hiç de paradokssal olmayan bir biçimde bunun tersi de sermaye aktarımı olabilmektedir. İttihatçıların C Takımının ileri gelenlerinin savunduğunun aksine 30’lu yılların “devletleştirilmesi” bugünün özelleştirmesine benzer bir sermaye aktarımı oluşturmuştur. Çünkü o yıllarda zarar eden “özel” işletmeler değerlerinin kat be kat üzerinde devlet tarafından satın alınmıştır. Böylesine devletleştirilen işletmelerde yabancı sermaye oranı dikkat çekici ölçüde fazladır ve kuşkusuz 29 ekonomik bunalımını bu sermaye grupları daha rahat atlatmıştır. Azgelişmiş ülkelerde devletin temel görevi budur. Ve bu bakış açısıyla gidersek; 30’lu yıllarda CHP, faşist örgütlenme modelini ve ideolojiyi tartışmaya başlamıştı. 2000’li yıllara gelinirken faşizm, arkaik faşizm modelleriyle gizlenmiş olarak yeniden karşımıza çıkıyor. Adı başka olabilir; “gericilik dönemi” tanımlamalarından yalnızca birisidir. Restorasyon tanımlaması da kullanılabiliyor. Kapitalizmin kendisini yeniden üretmesi için zorunlu düzenlemelere az gelişmiş ülke kapitalizmlerinde başka bir ad bulmak zorunlu oluyor. Bu anlamda Lozan, Düyun-ı Umumiye’nin yeni süreçte restore edilmesinin adı da olabiliyor ve Lozan’a doğrudan bağlı olarak borçların ödenmesi ve ardından gelen yüksek değerli sermaye aktarımları ile desteklenen “devletleştirme” politikaları ile bu süreç tamamlanıyor. Lozan’ın yeni-eski bağlamında tartışılmasında Osmanlının borçları ya da Düyun-ı Umumiye olgusu açıklayıcı olabiliyor.
Yeni bir devlet olduğu iddiasında olanlar eski devletin emperyalistlerle yaptığı tüm mali anlaşmaları yüklenmişlerdir. Bunlar içinde en önemli olan Düyun-ı Umumiye borçlarıdır ve hepsi kuruşu kuruşuna ödenmiştir, şirketin istediği biçimde ödettirilmiştir. Ve Kemalist hükümetlerimiz tarafından hala bizlere ödettirilmektedir. Üstelik ödenenlerin kayda değer bir kısmının faizler olduğu unutulmamalıdır. Bu şartlarda zaten kadük bir yapıya dönüşen kapitülasyonların kaldırılmış olması ise emperyalizm açısından önemsizdir, böyle bir yapılanmaya (kapitülasyonlara) konjonktürsel olarak gereksinim duymadıkları ortadadır.
Emperyalizm için klasikleşmiş bir davranış şeklidir; karlı ve verimli iletişim/ulaşım sektörü iştah açıcı bir yağma alanıdır. Birinci İnönü zaferinden hiç de farklı olmayarak, 1.Derviş zaferi de kazanılmış kamunun en verimli iki alanının satışının kapıları açılmıştır. Kuşkusuz yönetenler “antiemperyalist yönetici” geleneğinin birer üyesidirler! Bir kez daha tekrarlarsak, her zaman görülmüştür ki, kapitalizm yalnızca sınıflar arası değil, ülkeler arası eşitsizliğe de bağımlı durumdadır (azgelişmişlik çok gelişmişliğin nedeni ve azgelişmişliğin sürekliliği de bu bağlamda çok gelişmişliğin garantisidir) çünkü karını arttırmanın en önemli yolu, geri kalmış ülkeler öncelikli olmak üzere diğer ülkelere sermaye aktarımından geçer ve böylece azgelişmişliğin sürekliliği ile emperyalizm kendisini yeniler. Az gelişmiş ülkelere yapılan bu “yatırımın” kolaylıkla anlaşılabilir bir nedeni vardır. Çünkü bu ülkelerde insandan hammaddeye, emekten yaşama her şey ucuzdur. (Yeter ki siyasi sorunlar olmasın) Böylesine ucuz bir ortamda, ulaşım ve iletişim pazarının benzer ucuzluk kolaylıklarından yararlanılarak ele geçirilmesi kuşkusuz söz konusu az gelişmiş ülkeyi yalnızca, emperyalizme doğrudan bağımlı kılmayacak, diğer taraftan ülkedeki kapitalist entegrasyonun ya da yenidünya düzenine uyumun hızlanmasını sağlayarak, bu bağımlılık sürecine kapitalist egemenlik ilişkileri açısından “olumlu” müdahalede bulunacaktır. Ve kuşkusuz bu müdahale borçlandırma yoluyla desteklenecektir. Borçlandırma, bir süre sonra ancak faizlerin ödenebilmesi için yeniden borçlanmayı zorunlu kılacak düzeye geldiğinde, bu bağımlılık tamamlanmış olmaktadır. Yaşadığımız topraklarda yüz elli yıl önce temeli atılan, Düyun-ı Umumiye ile Lozan’ı da içine alan sürecin yeni-yenidünya düzenine uyum programlarının 2000’li yıllarda ulaştığı nokta budur. Eski yenidünya düzeninden, Lozan’dan bugüne küreselleşme ve yeni yeni dünya düzenine dek geçen zaman içinde kapitalizmin doğası ve emperyalist yağma düzeni açısından değişen bir şey yoktur. Evet, tarih tekrardan ibarettir ancak tekrarlar tarih için komedi unsuru oluşturabilecekken, tarihi yaşayanlar açısından yoğun bir acının, açlık, sefalet ve yoksulluğun ve bunların garantörü kan ve zorun eksik olmadığı trajik bir durumu tanımlamaktadır.
1840’larda başlayan Osmanlı borçlanması ve bu borçların ödenebilmesinin garanti kurumu olarak oluşturulan Düyun-u Umumiye’nin vergi toplama işinin denetlenmesini devletin elinden aldığı anımsanmalıdır. Benzer yetki devirlerinin 2001-2 yılında tekrarlandığını (tütün yasası) ya da daha yakın bir tarihte stopaj vergilerinin kaldırıldığını görmek vs. -genel söylemin tersine- hiç de acı değildir. Ancak bir devamlılığın göstergesi olarak bir o kadar öğretici ve anlayanlar için yol göstericidir.
Lozan ve benzerleri ya da ardıllarıyla ilgili okuma/çalışma yaparken sorulması gereken temel sorulardan biri de ‘kapitalizme karşı olmadan antiemperyalist olunabilir mi?’ şeklinde kurgulanabilir. Bir diğer soru: antiemperyalizm ölçülebilir bir tavır mıdır? Bu sorunun yanıtlarından birini, birinci kurtuluş savaşının ardından yaşananlardan verebiliyoruz. Bildiğimiz örneği Chester Projesi oluşturuyor. Az bilinen ama açıklayıcı bir olay. ABD emperyalizminin Anadolu’nun yeni yöneticileriyle olan ilişkilerini ve onların Anadolu’yu sömürgeleştirme planlarını özetliyor. 1923 yılının ortalarında, emperyalizmle entegrasyonun arandığı Lozan ve sınıfsal tercihin açıkça ortaya konduğu İktisat Kongresi günlerinde mecliste kabul edilen bu projeye göre Amerikalı bir sermaye grubu “Chester”, Anadolu’da 4300 kilometrelik bir demiryolu inşa edecek ve bunun karşılığında demiryolunun 40 kilometrelik çevresindeki madenler, limanlar ve tarım alanları üzerinde imtiyaz sahibi olacaktır. Tekrar edilmesini zorunlu görüyorum: bu proje yeni yönetimce onanmış ancak Amerikalılar verimli bulmadıkları için (!) vazgeçilmiştir. 4300 çarpı 40 kilometrekare dışında antiemperyalist olanlara, bu projenin onanması sürecinde ABD başkanından mektup -ya da haber- gelmiş ve hatta ABD dışişleri bakanı proje ile Türkiye’ye gelerek bizzat ilgilenmiştir. Yöntem aynıdır, bir kez daha telekom, tüpraş, madenler vs. başta olmak üzere özelleştirme (=satış/peşkeş anlamında!) furyasını anımsayın. 2000’li yıllarda başlatılan ikinci kurtuluş savaşı birincisinin verimli bir şablonu olmaya adaydır. Yeni “yenidünya düzenine” uyumun yolu buradan geçmektedir. Chester sürecinde ABD’den borç bulunmasının zorunluluğu devleti yönetenler tarafından dile getirilirken, ödemelerin kolaylıkla yapılabilmesi için uygun yönetim üslupları da geliştirilmeye çalışılmıştır. Bunlardan birisini halkın iknası oluşturur. 1923 yılında Anadolu köylüsü ABD demiryolları -mandası- aracılığıyla refaha ulaşma hayalleri kurarken, 2000’li yıllarda aynı safdilliğin devam etmesi sadece siyasi muhalefetin inisiyatifsizliği ile açıklanamaz, kuşkusuz siyasi kültür noksanlığı, bu sürecin böylesine gelişimine etkide bulunmaktadır.
Devlet kurgusunun sağlamlığı ve siyasi otoritenin güçlülüğü, krizin süreklileşmesinin ve dolayısıyla sömürünün devamlılığının sağlanmasının olmazsa olmaz koşulları oluşturur. Emekçiler nasıl ki batan bankaya para yatırmanın riskini tartışıp olanakları ölçüsünde bundan kaçınmaya çalışırlarsa (ki kaçamazlar), tersine olarak sermayede batacak ülkeye yatırımdan kaçınır. Bu “yatırım”ın Türkçesi “sömürü” olsa bile.
Siyasi otoritenin gücünü göreceli arttıran muhalefetin zayıflığıdır. Sözde “sol” sendikalar krize karşı reçete geliştirirken kapitalizme restorasyon programı önerecek kadar kapital severdirler. Oysa böylesine bir karşı program restorasyonu değil çürük olduğu saptanmış binanın ortadan kaldırılmasını hedeflemek zorundadır ve yaklaşık olarak üç maddeden oluşabilir; dış borçların ve bu bağlamdaki tüm ilişkilerin reddi, iç borçların ve bu bağlamdaki tüm ilişkilerin reddi ve bürokrasinin kendini yok etmek üzere yeniden yapılanmasının sağlanması. Bugün yapılması gerekenin bu olduğunu düşünüyorum tıpkı Lozan’da da yapılması gerekenin bu olması gibi. Ancak anımsanmalıdır ki benzer programlar Lozan sürecinde de gündeme getirilmiş ancak etkisi zayıf olmakla birlikte şiddetle bastırılmışlardır. Yönetenler açısından siyasi yetersizlik, sermaye hareketlerini engelleyecek bir düzeye ulaştıysa o zaman güvenilir bir adam bu göreve atanır. Ve emperyalizm okumaları bize emperyalistlerin sürekli olarak azgelişmiş ülkeleri güven testine soktuğunu gösterir. Bu test, bir denetleme ve arandığı zaman, gereksinim duyulduğu zaman orada olma süreci ile tanımlanabilir. Bu bağlamda Lozan’ı okumak, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’ı anlamayı kolaylaştırır.
Birinci kurtuluş savaşının başlangıç tarihi çoğu tarihçi tarafından 19 Mayıs 1919 olarak gösterilir. İkincisini 28 Şubat’la başlatmak olanaklı! 21 Şubat krizi sonrası yapılanlar ise, yeni bir burjuva sınıfı yaratmanın dönemeç noktalarından sayılabilecek İzmir İktisat Kongresine denk düşüyor. Her ikisinde de emekçi yok sayılıyor ve kompradorlaşmanın önü alabildiğine açılıyor, sınıflar yeniden şekillendirilirken yeni düzenin kurgusunda gereksiz görülen unsurlar ayıklanıyor! Yeni kompradorlaşma macerası ise kuşkusuz birçok siyasi sıkıntıyı beraberinde getiriyor. Ard arda yaşanan krizler yenidünya düzenine uyma sürecindeki sınıfsal tercihlerin siyasi birer sonucu. Fazla etkili olduğu söylenemez ve yeni bir 31 Mart provokasyonunun ise önü şimdilik kaydıyla kapalı görünüyor. İlerleyen yıllarda bu şekliyle tekrarlaması kaçınılmaz. Krizin ise neler getireceğini yine tarihten öğrenmek olanaklı. Nasıl ki 1929 açlığı, Serbest Cumhuriyet Fırkası şovunun sergilenmesi ve ardından faşist örgütlenme modelini tartışan bir CHP’yi getirdiyse, tek başına ya da birlikte otuzlu yılların CHP anlayışının bir şekilde iktidarı tekrar denemesi kaçınılmaz görünüyor. Bu da kuşkusuz tanımladığımız gericilik döneminin niteliksel olarak derinleşmesi anlamını taşıyor. Siyasi alanda yapılan her tasfiye, sanılanın aksine ekonomiyi destekleyici özellik içeriyor. Ekonominin bu bağlamda desteklenmesi, sömürü olanaklarının devamı ya da krizin sürekliliğinin teminat altına alınması anlamına geliyor. Emperyalizmin kurumları ile anlaşma sürecinde Lozan’ın yerini ABD şehirleri alıyor.
Bugüne dönelim; Türkiye’nin genel görünüşüne kısaca bakalım: Sayısını imzalayanların dahi unuttuğu bağımlılık anlaşmaları -ya da IMF “niyet” (ya da teslim) mektuplarıyla- ülke, alınan borç kat be kat ödendiği halde, yüzlerce milyar dolar borç batağında. Bu borcun bir teminatı olarak, açık bir yağmaya dönüşen kapitalist sömürü alabildiğine artmış. Ülkenin en zengin %5’i, gelirin yaklaşık olarak %35’ine el koyarken, bu rakam ülkenin en “yoksul” %70’i tarafından ancak paylaşılabilmekte. (Bu rakamlar edinilmiş serveti kapsamadığı için çok yanıltıcı…) Kapitalizmin doğal bir sonucu olarak, etik düşkünlük çevrenin yağmalanmasıyla başa baş gitmekte. Ülkenin tüm değerleri, yüzyıllık dışa bağımlılık programının kesintisiz uygulanabilmesi amacıyla satılmakta. Ülke, Düyun-ı Umumiye idaresinden çok daha ağır bir ekonomik denetim altında tutulurken, vergiler tıpkı “o günlerde” olduğu gibi bu denetim mekanizması tarafından belirlenip toplanmakta, bu ve benzeri uygulamalar ise, “müstemleke” valisi yetkisiyle donanmış atananlar tarafından denetlenerek “ulusal bağımsızlık” retoriği tahkim yasası ile taçlandırılmaktadır. Dış sermayeye verilen imtiyazlar, kapitülasyonlarla karşılaştırılamayacak ölçüde günden güne ağırlaştırılırken ve bu imtiyazların hukuki bilançoları ABD ve AB’nin üçüncü sınıf memurları tarafından kayıtsız şartsız-sorgusuz sualsiz denetlenirken, Lozan’dan miras Musul Sorunu ısıtılarak alt emperyalist hezeyanlar tatmin edilmeye çalışılmaktadır. ABD aracılarının Türkiye’yi bir Ortadoğu savaşında kullanmak için Lozan anlaşmasıyla bağlantılı olarak Musul Petrollerini rüşvet olarak önerdikleri, yerli ve yabancı basında neredeyse her gün yer almakta. Ve kuşkusuz tüm bunlar ulusal bağımsızlık söyleminin güvencesi altında “devletin, ülkesi ve milleti ile” bekası adına yapılmaktadır! Ancak ne yazılırsa yazılsın çizilen tablo eksik kalmaya mahkûmdur.
Bu tabloda yürütülen “sorumlu kim” tartışması ise, sorumluyu aramaktan ya da gerçeği dile getirmekten çok, onun üstünün örtülmesine aracılık etmektedir. Sorumluyu arama sürecinde çok daha gerilere gidilmesini ve isimlerden çok ideolojik yönelişlerin sorgulanması gerektiğini ve bu sorgulama sürecinde Lozan sürecinin üzerinde dikkatle durulması gerektiğini düşünüyorum. Yoksulluk ve kriz, yağma ve baskı kapitalizmin doğası gereğidir. Zorunludur. Kapitalizmi ve dolayısıyla kapitalist yol tercihini, bugünkü tablodan sorumlu tutmamak için hiç bir nedenimiz yoktur. Kapitalizmle bağımlılık ilişkisinin pekiştirilmesinin ve üst seviyeye çıkarılmasının adı olarak Lozan, aynı zamanda yaşamakta olduğumuz an’ın tablosuna ilk fırça darbesinin de atıldığı yerdir. Az gelişmiş “yeni” Cumhuriyet’in kapitalist kalkınma modelini benimsemesinin, bu amaçla iç ve dış politikada arayışlara gitmesinin, arayışlarına uygun ekonomik politikalar belirlenmesinin, bu politikaların dayanacağı ve güç alacağı burjuva sınıfını yetiştirmesinin ve desteklemesinin başlangıcının Lozan’a ve Lozan sürecine dayandığını kabul etmek zorundayız. Tekrarlarsak kapitalist tercihi tartışmadan bugünün sorumlusunu bulamayız ve bu tartışma sürecindeki önemli bir köşe başını Lozan’ın oluşturduğunu kabul etmek zorundayız. Tercih edilen ekonomik modelin ve bu modeli destekleyen politikaların temelleri Lozan Anlaşması sürecinde atılmış ve bu sürecin sağladığı ideolojik argümanlarla desteklenmiştir. Bu haliyle Lozan Anlaşması, uluslararası emperyalist sisteme bağımlılığın yeniden gözden geçirildiği, bağımlılık isteminin “yeni” konjonktürde onandığı emperyalist bir metin olarak da değerlendirilebilir. Lozan aynı zamanda, kapitalizmi benimsemekle, “antiemperyalist olmak” arasındaki çelişkinin de net bir şekilde görülmesini sağlar. Bugün kapitülasyon olgusu çeşitli adlar altında devam ediyorsa, eski olduğu iddia edilenin borçları ya da kapitalist yağmanın birer göstergesi olan Düyun-ı Umumiye kabullenilip bu bağımlılık uğruna borçlar ödeniyor ve ardından gelen on yıllar boyunca Düyun-ı Umumiye’yi aratmayacak yeni borçlanma modelleri geliştiriliyorsa… Vb. tüm bu olgular Lozan’da üzerinde anlaşılan yeni bağımlılık modelinin yadsınmaz birer sonucudur.
Unutulmaması gereken nokta, Türkiye kapitalizminin emperyalizme zorunlu bağımlılığı ve sömürü için doğrudan araç olacak niteliği. Ve bu, kapitalizmin doğasından gelen bir nitelik, tıpkı onun doğasında var olan ahlaki düşkünlük ve “kişiliği” yok etmeye -onu bağımlı kılmaya- yönelik müdahale hakkı gibi. Girişte sorduğumuz soruların bu bağlamda bir kez daha sorulmasını ve yanıtlarının, resmi ideolojinin kısıtlayıcılığından ve baskısından kurtularak verilmesinin zorunlu olduğunu düşünüyorum. Ve uzun –ve son- bir tekrarı yeni tartışmalar için zorunlu görüyorum: Lozan nedir? Lozan; Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı -Dünya Savaşı?- sonucunda kurulmaya çalışılan ‘yenidünya düzeninde’ Ortadoğu’nun ‘ne olacağı’ sorusuna verilen yanıtlardan birisidir ve bu anlamda emperyalist bir sözleşmenin ifadesinden başka bir şey değildir. Lozan, Türkiye için nedir? Lozan; kurulmaya çalışılan ‘yenidünya düzeninde’ Türkiye’nin de rol kapma isteğinden başka bir şey değildir, Türkiye’nin kapitalist-emperyalist dünyada var olma isteğinin, bu ‘dünyaya’ sözleşmeler yoluyla biat etmesinin onanmasından başka bir şey değildir ve bu anlamda kesinlikle antiemperyalist değildir. Lozan’da Türkiye, ‘eskiden’ kalan birçok yükümlülüklerini kabul etmiş, eski devletin emperyalist yağmacılara olan borçlarını, emperyalizm tarafından onanmak amacıyla üstlenmiştir. Ortadoğu’da bugünküne benzer bir şekilde, İngiliz Emperyalizminin rolünün onaylanması ve bu rolün meşrulaştırılmasının adıdır Lozan. Resmi ideolojinin en önemli argümanlarından olan ‘misak-ı milli’, efsaneyi yazanlar tarafından çiğnenerek -gerekli görüldüğünde günün koşullarına uygun yenileme!- Musul’la simgeleşen Ortadoğu petrollerinin emperyalist yayılmacılığa küçük bir eder karşılığı satılmasının adıdır. Lozan, yeni devletin, kapitalist ilişkileri ve bu ilişkilerin sonucunda zorunlu olarak gelişecek ‘yeni’ bağımlılığın kabullenilmesinin ve bu kabulünde batılı kapitalist devletler tarafından onanmasını gösteren bir sözleşmenin adıdır; açık bir biat talebi ve bu talebin arkasından dünyanın yeni efendilerinin bu talebi kabulünün adıdır Lozan. Lozan, aynı zamanda kapitalizme karşı olmadan antiemperyalist olunamayacağının en net tarihi örneklerinden birisidir…
Gazetelerde yeni bir haber: milyonlarca metrekarelik vatan toprağı yabancılara satılmış, Ege bölgesinde Yunanlılar ve İngilizler, güneyde Alman ve İtalyanlar, doğuda Fransızlar vs. ağırlıklı bir alım söz konusuymuş…
“Aman tanrım, biz Sevr’i yırtıp atmamış mıydık?”
(2006)
Bilim İnsanları Hakkari ve Tatvan’da İki Yeni Köstebek Türü Keşfetti
Son buluşla birlikte, bilinen Avrasya köstebeği türlerinin sayısı 16’dan 18’e yükselmiş oldu. DNA araştırmaları, yeni bulunan türlerin diğer köstebeklerden farklı olduğunu teyit etti
Bilim insanları, 3 milyon yıldır Türkiye’nin doğusundaki dağlarda keşfedilmeden yaşadıklarına inandıkları iki tür köstebek tespit etti.
ABD’deki Indiana Üniversitesi, İngiltere’deki Plymouth Üniversitesi ve Türkiye’den Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nden araştırmacıların son keşfi, Zoological Journal of the Linnean Society dergisinde yayımlandı.
Son buluşla birlikte, bilinen Avrasya köstebeği türlerinin sayısı 16’dan 18’e yükselmiş oldu.
Üç ülkenin bilim insanları, Türkiye’nin doğusundaki Hakkari ve Tatvan’da iki yeni tür köstebek keşfederken, bunlara ‘Talpa hakkariensis’ ve ‘Talpa davidiana tatvanensis’ adı verildi.
DNA araştırmaları teyit etti
DNA araştırmaları, yeni bulunan türlerin diğer köstebeklerden farklı olduğunu teyit etti.
Hakkari ve Tatvan’da ortaya çıkartılan köstebekler dağlık bölgelerde yaşarken, yazın 50 dereceye varan sıcaklarda ve kışın ise iki metre karın altına gömülerek hayatta kalabiliyor.
Daha önceki araştırmalarında yaklaşık 80 yeni hayvan türünün, özellikle de böceklerin keşfinde önemli rol oynayan Plymouth Üniversitesi Su Biyolojisi Profesörü David Bilton, günümüzde yeni memeli türleri bulmanın çok nadir bir durum olduğu için buluşun dikkate değer olduğunu söyledi.
https://noktahaberyorum.com/bilim-insanlari-hakkari-ve-tatvanda-iki-yeni-kostebek-turu-kesfetti.html
Antarktika Derinliklerinde Keşfedilen Yeni Deniz Canlısı: Promachocrinus fragarius
Antarktika’da araştırmacılar, 20 kola ve “çilek benzeri” şekle sahip yeni bir deniz canlısı türü keşfetti. Bu canlı, deniz zambağı olarak bilinen bir hayvan grubuna ait ve “Promachocrinus fragarius” olarak adlandırılıyor. Bu isim, Latincede “çilek” anlamına gelen “fragaria” kelimesinden geliyor. Bu canlının özellikleri, “Invertebrate Systematics” dergisinde yayımlanan bir makalede1 tanıtıldı.
Promachocrinus fragarius, Antarktika açıklarında bulunan bir tür ve yaklaşık 20 kolu var. Bu kollar, canlının ana gövdesinden çıkıyor ve çileğe benzeyen bir görünüm veriyor. Canlının rengi ise mor ile koyu kırmızı arasında değişkenlik gösteriyor. Bu yeni keşfedilen deniz canlısının, iki farklı yapıya sahip kolu olduğu belirtiliyor. Altta bulunan kollar “kaba ve çizgili” olarak tanımlanırken, üstteki kollar daha “tüylü” bir yapıya sahip.
Promachocrinus fragarius, deniz tabanının 19 ila 1981 metre arasındaki derinliklerinde yaşıyor. Boyutları oldukça büyük olan bu canlı, 65 ila 6500 feet (yaklaşık 19 ila 1981 metre) arasında değişen okyanus derinliklerinde yaşadığı ifade ediliyor. Bu canlının beslenme şekli ise henüz bilinmiyor. Araştırmacılar, bu canlının diğer deniz zambakları gibi su akımından gelen besinleri yakalayarak veya diğer küçük hayvanları yiyerek beslenebileceğini düşünüyor.
Bu canlının keşfi, Antarktika’nın biyolojik çeşitliliği hakkında daha fazla bilgi edinmemizi sağlıyor. Antarktika’nın suları, dünyanın en soğuk ve en izole bölgelerinden biri olmasına rağmen, çok sayıda hayvan türüne ev sahipliği yapıyor. Bu hayvanlar arasında penguenler, foklar, balinalar, ahtapotlar, yengeçler ve mercanlar gibi çeşitli gruplar bulunuyor. Promachocrinus fragarius da bu zengin ekosistemin bir parçası olarak karşımıza çıkıyor.
NHY/ BirGün
Avrupa’nın En Eski Mumyası Ötzi, Anadolu Kökenli Çıktı
Avrupa’nın en eski mumyası olan buz adam Ötzi’nin, Anadolu’dan göç eden ilk çiftçilerin soyundan geldiği ortaya çıktı. Almanya’da yapılan bir araştırma, Ötzi’nin genetik yapısını inceleyerek, bu şaşırtıcı sonuca ulaştı. Araştırma, Ötzi’nin ten rengi ve saç durumu hakkında da yeni bilgiler verdi.
Ötzi, 1991 yılında İtalyan Alpleri’nde bir buzulda bulunmuştu. Yaklaşık 5 bin yıl önce yaşamış olan Ötzi, doğal şartlar altında oldukça iyi korunmuş bir mumyaydı. O zamandan beri bilim insanları, Ötzi’nin hayatı ve ölümü hakkında pek çok araştırma yaptılar.
Almanya’da Max Planck Antropoloji Enstitüsü ile İtalya’daki Eurac Mumya Araştırma Enstitüsü’nün ortaklaşa yürüttüğü son araştırma, Ötzi’nin genom analizlerini daha detaylı bir şekilde yaptı. Araştırma sonuçları, Nature Communications dergisinde yayınlandı.
Araştırmacılar, Ötzi’nin genetik yapısını, günümüz Avrupalılarıyla ve diğer eski insan gruplarıyla karşılaştırdılar. Bu karşılaştırma sonucunda, Ötzi’nin Avrupalı çağdaşlarıyla değil, Anadolu’dan göç eden ilk çiftçilerle yüksek bir genetik benzerlik gösterdiği görüldü.
Araştırmanın baş yazarı Profesör Johannes Krause, “Ötzi’nin yeni genomunda Doğu Avrupalı bozkır çobanlarından hiçbir iz bulamamak bizi çok şaşırttı ve avcı-toplayıcı genlerin oranı da çok düşük” dedi. Krause, “Genetik olarak, atalarının doğrudan Anadolu’dan geldiği görülüyor” diye ekledi.
Araştırma ayrıca, Ötzi’nin ten rengi ve saç durumu hakkında da yeni bilgiler verdi. Araştırmacılara göre, Ötzi sanılanın aksine daha koyu bir tene sahipti ve kel olma eğilimi gösteriyordu. Bu durum, Ötzi’nin beyninin frontal lobunda bulunan ve kural çiğneme eğilimi ve dürtüsel davranışlarla ilişkili olan sol ventromedial prefrontal korteks adlı bölgedeki gri madde hacminin azlığıyla açıklanabilir.
Araştırmanın eş yazarı Profesör Barbara Sahakian, “Sigara içmenin beyni nasıl etkilediğini anlamak, nikotin bağımlılığının tedavisine yönelik yeni yöntemler geliştirilmesine katkıda bulunabilir. Örneğin, psikotrop ilaçlar gibi bazı tedaviler, beynin küçülmesini durdurabilir veya ön lobun normal çalışmasını sağlayabilir” dedi.
Ötzi hakkında yapılan bu araştırma, Avrupa tarihi ve kültürü hakkında yeni bir bakış açısı sunuyor. Anadolu kökenli olan Ötzi’nin Avrupa’ya nasıl geldiği ve burada nasıl yaşadığı gibi soruların cevapları henüz bilinmiyor. Ancak bilim insanları, Ötzi’nin bize anlatacak daha pek çok şey olduğunu düşünüyorlar.
NHY
https://noktahaberyorum.com/avrupanin-en-eski-mumyasi-otzi-anadolu-kokenli-cikti.html
Peru’da Antik Ses Çıkaran Dans Pisti Keşfedildi: Gök Gürültüsü Tanrısının İzleri Ortaya Çıktı
Peru’nun güneydoğusundaki Viejo Sangayaico bölgesinde gerçekleşen yeni bir arkeolojik keşif, antik döneme ait ilginç bir yapıyı gün yüzüne çıkardı. Arkeologlar, Lima’nın 200 kilometre güneydoğusundaki bu bölgede, MS 1000 ila MS 1400 yılları arasına tarihlenen antik bir “ses çıkaran” dans pistini ortaya çıkardı.
Bu antik dans pisti, üzerinde zıplandığında davul benzeri sesler çıkaran özel bir yapı olarak tasarlanmış. Arkeologlar, bu pistin, muhtemelen gök gürültüsü tanrısıyla ilişkilendirilen ritüellerde kullanıldığını düşünüyor.
Platformun bulunduğu bölge, İspanyol öncesi And Medeniyeti’nin bir parçası olarak dans ve ritüellerin merkezi olarak kabul ediliyor. Arkeolog Kevin Lane, dansın antik dönem insanlarının hayatında önemli bir yer tuttuğunu ve bu platformun dansla ilişkilendirilen doğal sesleri öne çıkarmak amacıyla inşa edilmiş olabileceğini belirtiyor.
Dans pisti, bir İnka tapınağına ait olduğuna inanılan iki açık hava platformundan birinin üzerine inşa edilmiş. Ayrıca, bu platformlar yakınlardaki Huinchocruz Dağı’na bakmaktadır ki bu dağ, İspanyol öncesi dönemde dağ tanrılarına adanmış ritüellerin gerçekleştirildiği bir yer olarak biliniyor.
Dans pistinin üzerinde yapılan denemelerde, insanların zıpladığında çıkan belirgin bir “güm” sesi tespit edildi. Kevin Lane ve ekibi, bu sesin nasıl elde edildiğini keşfetmek için platformu inceledi. İncelemeler sonucunda platformun özel olarak hazırlanmış dolgular ve yüzeylerle doldurulduğunu ortaya çıkardı. Bu dolum süreci, temiz siltli kil içeren dört katın aralarına serpiştirilmiş deve gübresini içeriyordu.
Deve gübresinin oluşturduğu küçük boşluklar, dans edildiğinde veya zıplandığında çıkan tok sesin kaynağı olarak görünüyor. Kevin Lane, bu platformun yaklaşık 26 kişi tarafından kullanılarak yüksek bir gümbürtü sesi çıkarmak amacıyla tasarlandığını belirtiyor.
Bu keşif, And Dağları’nda yer alan diğer bölgelerde de benzer ses çıkaran yapıların bulunabileceği ihtimalini ortaya koyuyor. Arkeologlar, bu tür yapıların İspanyol öncesi dönemde müzik ve ritüel amaçlı kullanıldığını düşünüyor.
Gerçekleştirilen bu keşif, antik dönemin sesleri ve ritüelleri birleştiriş şeklini anlamamızı sağlıyor. Araştırmanın sonuçları, Journal of Anthropological Archaeology dergisinde yayımlandı.
Haber Kaynağı: The Art Newspaper, 19 Temmuz 2023.*
Yüz Yıllık Düğüm ve Bir Uluslararası Konferans
Bir Emperyalist Düğüm: Lozan
Lozan Antlaşması’nın imzalanmasının üstünden yüz yıl geçti. Türkiye Cumhuriyeti’nin bekçileri, dostları ve onların dümen suyunda gidenler ne kadar sevinseler az. Ortadoğu gericiliğinin kalesi yüz yıldır ayakta. Lozan’ın sürekliliğini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bekasını emekçiler açısından sözümona antiemperyalist bir mevzi olarak görenler, devrimci deyince aklına Mustafa Kemal ve kalpağı gelenler bayram ededursun; Lozan’ın bu topraklardaki devrimciler açısından çok daha farklı bir anlamı var. Lozan Kürtlerin dört parçada bölünmesini tescilledi ve Kürt ulusunu ilhak edilmiş topraklarda emperyalistlerin güdümündeki ulus devletlerin eline bıraktı.
Kuşkusuz, Türkiye’de kemalistlerin 1923 sonrası politikalarını yeterince anti-emperyalist bulmayıp eleştirenler de vardır. Hatta kimileri kemalistlerin emperyalistlerle içli dışılı ilişkilerini 1920 yılından başlatır. Bununla birlikte kemalistlere yönelik bu eleştiriler, “yetmez ama evetçi” içeriği bir yana, konu olarak hep İzmir İktisat Kongresi’ne ve kemalistlerin ekonomi politikalarına odaklanır, milli gelirin bölüşülmesinin ve sendikal yasakların dar sınırlarının dışına çıkmayı başardığı zamansa en fazla Türkiye’nin SSCB yerine İngiltere’ye yakınlaşmasını konu edinir. Ama daha ilerisine geçemez, Lozan’la atılan esas emperyalist düğümün Kürdistan sorunu başlığında olduğunu hasır altı eder.
Bir İstisna: Kaypakkaya
Bu tutumun tek istisnası İbrahim Kaypakkaya’dır. Kaypakkaya Şafak revizyonizminin kemalizme dair görüşleriyle hesaplaşırken şunları yazıyordu: “Lozan’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı alçakça çiğnendi. Kemalistlerle emperyalistler, Kürt ulusunun kendi istek ve eğilimini hiçe sayarak, pazarlıkla, Kürdistan bölgesini çeşitli devletler arasında böldüler.”
Ancak Lozan’ın emperyalist ve karşıdevrimci karakterini tespit etmesine karşın Kaypakkaya, Lozan’da atılan düğümü o dönemki güncel devrimci politikanın bir sorunu olarak değil tarihsel bir haksızlık olarak tanımlıyordu.
“Lozan Antlaşması’yla kendi kaderini tayin hakkı çiğnenerek parçalanması, elbette tarihi bir haksızlıktır. Ve Lenin yoldaşın bir başka vesileyle söylediği gibi, haksızlığı durmadan protesto etmek ve bütün hakim sınıfları bu konuda ayıplamak, komünist partilerin görevidir. Ama böyle bir haksızlığın düzeltilmesini programına koymak akılsızlık olur. Çünkü bugünün meselesi olma niteliğini çoktan kaybetmiş bir sürü tarihi haksızlık örnekleri vardır. “Sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemekte devam eden bir tarihi haksızlık” olmadıkları sürece, komünist partiler bunların düzeltilmesini sağlamak gibi, işçi sınıfının dikkatini temel meselelerden uzaklaştırıcı bir tutuma giremezler. Yukarıda işaret ettiğimiz tarihi haksızlık, artık günün meselesi olma niteliğini çoktan yitirmiştir, “sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemek” gibi bir mahiyet taşımamaktadır.”
Bu satırların yazılmasından yıllar sonra, Lozan’ın muhtelif yıl dönümlerinde, emperyalist metropollerde bazen kalabalık bazen de cılız protesto etkinlikleri artık belirli gün ve haftalar siyasetinin ayrılmaz bir parçası haline dönüştü. Her sene düzenlenen ve ekseriyetle kimi “hocaların” söz aldığı Lozan konferanslarında, tarihçilerin kitaplarında veya sunumlarında Lozan’ın Kürtleri parçalayışı ön plana çıkarıldı. Bu konferanslarda Lozan’ın, ulusların kendi kaderini tayin hakkının önüne çektiği set ekseriyetle burjuva anlamda bir ‘hak ihlali’ meselesi olarak tanımlanırken, bu hak ihlallerinin sözümona çözümleri içinse uluslararası kurumlara çağrılar yapıldı, ulusal sorunun emperyalistler gözetiminde, onların aracılığı ile çözülmesi için yol haritaları çizildi. Lozan’ın yüzüncü yıl dönümünde de çoğu protesto mahiyeti bile taşımayan bir dizi etkinlik de uzun süredir esen bu rüzgarlarla uyumlu bir şekilde gerçekleşti. Etkinliklerden hiçbiri, Kaypakkaya’yı doğrularcasına, devrimci bir politik mahiyet taşımıyordu. Daha da kötüsü hepsi emperyalistlerden ve bölge devletlerinden Lozan’daki haksızlığı telafi etmelerini talep eden bir içerikteydi.
Tarihsel Haksizlik Değil, Politik Sorun
Gelgelelim, Kaypakkaya’nın tespitleri sadece bugün değil yazıldığı zaman için de yanlıştı. Kürdistan’ın parçalanması her zaman için devrimci politikanın aktüel bir sorunuydu. Lozan hiçbir zaman Kürtler tarafından kabul edilmedi. Kürtler açısından her zaman “günün meselesi” oldu. İmzalanmasından yalnızca iki sene sonra, 1925’te Azadi İsyanı ile başlayan ve 1926’da Ağrı Ayaklanmalarından 1937’de Dersim İsyanı’na uzanan bir dalga yaşandı. Ocak 1946’da kısa ömürlü de olsa Mahabat Kürt Cumhuriyeti egemenliğini ilan etti. Güney’de Irak savaşı sonrası filizlenen hareketler bugün halen varlığını korumakta. Kaypakkaya yukarıdaki satırları yazarken Dr. Şıvan Kuzey Kürdistan’da bağımsızlıkçı bir gerilla savaşına hazırlanıyordu. Aynı coğrafyada 70’lerin ortasından sonra başlamış Kürt baharı serhildanlarla, başkaldırılarla devam ediyor. Türkiye Cumhuriyeti ise Lozan’la tescillenen ulus kavramı ile Kürtleri asimile edemedi, “Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl” kisvesiyle Türk milliyetçiliğini yayamadı, islamı kullanarak Kürt ulusunun en kalabalık parçasını Türkleştiremedi. Geldiğimiz noktada egemenlik iddia ettiği topraklarda siyasi otoritesini kaybetmiş, varlığını yalnızca silahlı baskı ve zora dayandırabilen bir işgal kuvvetine dönüşmüştür. 2012’de Rojava devrimi, 2022’de ise Rojhilat ayaklanması Lozan ile çizilmiş sınırların artarak çatırdadığını bir kez daha gözler önüne serdi. Kürdistan’daki ayaklanma dinamikleri yüz sene boyunca hiç durmadı, bundan sonra da duracağına dair bir emare görünmüyor.
Bu durum elbette bir ezen ulus devleti olan Türkiye ile Kürdistan’ın ilişkisine özgün bir durum değil, emperyalizm çağının genel bir özelliğidir. Nitekim Lenin de 1916’da, yani Ekim Devrimi’nden bir yıl önce, bağımsız İrlanda Cumhuriyeti hedefiyle gerçekleşen Paskalya Ayaklanması’nı, emperyalizm çağındaki proleter devrimlerin ilk habercisi olarak kabul ederken proleter devrimlerle ulusal kurtuluş mücadeleleri arasındaki kopmaz bağa dikkat çekiyordu. O günden beri emperyalistler arasındaki paylaşım kavgaları, sadece dünya üzerindeki tüm devletlerin altını oymuyor aynı zamanda ezilen ulusların kurtuluş mücadelesi için tarihsel fırsatlar yaratıyor.
Lozan’ın yüzüncü yıl dönümünde Ortadoğu’da keskinleşen, ama bu bölgeyle sınırlı olmayan bir paylaşım kavgası sürüyor. Bölgeye “istikrar sağlamak” amacıyla girmiş olan ABD, uzun ve kayıp dolu yılların ardından önce Irak’tan sonra da Afganistan’dan masraflı olduğu gerekçesiyle çekildi. Bu sırada Irak önce İran’ın en büyük müttefiki haline geldi sonra da derin ve hala çözülememiş bir hükümet krizinin içine sürüklendi. Suriye’de başlayan savaş on senenin ardından sonlandırılamadı. Bir yanda yanına İran’ı almış Rusya diğer yanda ise ABD Suriye üzerindeki nüfuz kavgasını sürdürüyor. Rojhilat ayaklanması ise Amerika’nın İran ile ilgili planlarından bağımsız düşünülemez. Kısacası tüm bu süreçte Ortadoğu’daki statükolar sarsıldı ama sürecin sonunda ABD’nin bölgedeki nüfuzu artmadı, azaldı. ABD’nin azalan ağırlığı bölgedeki istikrarsızlığı körükleyen ayrı bir etmene dönüştü.
Emperyalistler arasındaki paylaşım kavgası 1914 öncesi döneme daha fazla benzese de bu kez ezilen ulusların lehine bir fark vardır: Emperyalistler ne Lozan’ın yolunu döşeyen Birinci Paylaşım Savaşı’na benzeyen bir savaşı başlatmaya cesaret edebilmektedirler ne de böyle bir savaş patlak verdiğinde onu sürdürecek ve galip gelecek imkanları mevcuttur. Bugün Lozan sadece çizdiği sınırlar çatırdadığı için değil, bekçilerinin ve garantörlerinin yeni Lozanlar yapacak ve uygulayacak güçleri de kalmadığı için sağlam kalamıyor, bu durum ezilen ulusların önüne fırsatlar seriyor.
Yüzüncü Yilda Lafazanlik ve Devrimcilik
Gelgelelim, Lozan’ın yüzüncü yıl dönümünde, nesnel koşulların tümüyle ezilen uluslardan ve emekçilerden yana olmasının devrimciler, özellikle de komünistler bakımından özel bir anlamı yoktur. Zira varlığı emperyalistler tarafından Lozan’la tescillenmiş bu devletin temelleri çürüktür.
Milli marşı “Korkma!” diye başlayan cumhuriyetin kurucusu bile, 1926 yılında Anadolu Ajansı’na “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” demecini verirken bunu bir öngörü olarak değil temenni olarak ifade ediyordu. Onu korkutan İzmir Suikasti tutuklamalarıyla tasfiye edeceği İttihatçılar değil; yanı başında duran, henüz akıbeti hakkında net bir fikre sahip olmasının mümkün olmadığı Ekim Devrimi’ydi. Sırf nesnel koşullar göz önünde tutulduğunda Türkiye Cumhuriyeti’nin ayakta kalması değil yıkılması daha kuvvetli olan olasılıktı. Cumhuriyet, esasen onu yıkmakla yükümlü olanların örgütsel ve siyasi yetersizlikleri nedeniyle ayakta kaldı. Cumhuriyetin sınırlarını belirleyen Lozan Antlaşması ise aynı zaaf nedeniyle hala yırtılıp atılamadı. Komünist Enternasyonal; Kürt ulusunun birliğini ve kurtuluşunu, dört devletin sınırlarının parçalanmasını zorunlu kılan, uluslararası bir sorun olarak ele almadı, Kürdistan’da komünist bir partinin kurtuluşu yönünde bir girişimde bulunmadı, kendi mensubu partileri Kürdistan’ı boyunduruk altında tutan emperyalistlere ve bölge devletlerine karşı seferber edemedi. Lozan imzalandığında Komünist Enternasyonal’in tasfiyesine giden yol da açılmıştı. Gelgelelim Komünist Enternasyonal’in tasfiyesinden sonra herhangi bir devrimci hareket de Kürdistan sorununu uluslararası devrim mücadelesinin bir sorunu olarak ele almadı.
Kaypakkaya, Kürdistan’ın parçalanmışlığının politik niteliği hakkında yanılıyordu ama o bu tespitleri Türkiye Komünist Partisi – Marksist Leninist’i kurma mücadelesinin bir parçası olarak yapıyordu. Kürdistan’ın parçalarında yüz yılı aşkın bir süredir dalga dalga patlak veren başkaldırılara, Türkiye Cumhuriyeti’nin çürük temellerine, Kürdistan’ın kurtuluşunun önündeki tarihsel fırsatlara dikkat çekmek; Komünist Enternasyonal’in geçmişteki hatalarının altını çizmek; hatta Kürdistan’daki devrimci parti ihtiyacına dikkat çekmek yahut Kürdistan sorununun uluslararası bir sorun olduğunu söylemek, bu sorunun devrimci bir temelde çözüme kavuşması için uluslararası bir devrimci merkeze ihtiyaç duyulduğunu ifade etmek de Kaypakkaya’nın ilerisine geçmek anlamına gelmez. Söz konusu öznel eksikliği giderme yolunda somut adımlar atmadan Kürdistan sorunu hakkında konuşmanın politik bir anlamı yoktur. Uluslararası bir merkezi yaratma yolunda politik bir girişimde ve çağrıda bulunmayanlar, yaptıkları isabetli tespitler ne olursa olsun, sorunu tarihsel haksızlıklar çerçevesinde ele almanın ötesine geçemeyeceklerdir.
Uluslararası Kürdistan Konferansı
“Devrim için Devrimci Parti!” şiarıyla yola çıkan Köz’ün arkasında duran komünistler tam da bu nedenle Kürdistan sorununu devrimci bir temelde çözmeyi hedefleyen bir uluslararası merkez yaratma yönündeki tüm girişimlere destek verecek, bu yönde atılacak somut adımlarda tüm gücünü ve imkanlarını kullanarak sorumluluk üstlenecektir.
Sonuç bildirgesi ve kararları geçtiğimiz haftalarda elimize ulaşan Uluslararası Kürdistan Konferansı’nın, “Gelin bağımsız ve birleşik Kürdistan’ın bir devrimle kurulabileceğini savunan tüm güçlerin en güçlü ve en sıkı birliğini sağlayalım” çağrısını bu nedenle önemsiyoruz. Konferansın Kürdistan sorununu bir devrim sorunu olarak tarif etmesi, bu sorunun çözümünün uluslararası bir merkez yaratmadan çözülemeyeceğini saptaması önemlidir. Muhataplarını sorumsuz aydınlar değil örgütlü devrimci güçler olarak tarif etmesi daha da önemlidir. Ama en önemlisi söz konusu konferansı düzenleyenlerin uluslararası bir merkezin yaratılması doğrultusunda politik bir girişimde bulunması ve somut bir hedefe sahip bir çağrı yükseltmesidir. Bu çağrısıyla birlikte Uluslararası Kürdistan Konferansı, sorunu tarihsel bir haksızlık çerçevesinde ele almanın ötesine geçecek ilk adımı atmıştır. Böylesi bir adımın atılmasını sevinçle karşılıyor, konferans çağrısının ve kararlarının türkçe metnini gazetemizde yayınlıyoruz. Konferansın sonuçlarını en geniş kesimlere duyurmak, kendini enternasyonalist ve devrimci olarak tanımlayan tüm kesimlerin görevidir.
Köz’ün arkasında duran komünistler olarak, elbette kendimizi konferansın “uluslararası bir merkez”in prensiplerini belirleme ve bu merkezi yaratma çağrısının birinci dereceden muhatabı kabul ediyoruz. Söz konusu merkezi tutarlı ve devrimci bir temelde yaratmak için Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin temel kararlarını rehber edinmek gerektiğini sadece Uluslararası Kürdistan Konferansı’nın çağırdığı zeminde değil, uluslararası bir merkez yaratmaya yönelik her zeminde tekrarlamayı ve bu türden girişimlere kendi görüş ve önerilerimizle destek vermeyi öncelikli görevlerimiz arasında görüyoruz.
International Kurdistan Conference / Konferansa Navneteweyî ya Kurdistanê
* Aşağıda bize iletilen çağrı ve kararlarını yayımladığımız Uluslararası Kürdistan Konferansı’nın farklı dillere çevrilmiş diğer belgelerine www.internationalkurdistanconference.org adresinden ulaşabilirsiniz.
KONFERANS KARARLARI
1- Kürdistan sorunu bağımsız ve birleşik bir Kürdistan devletinin kurulma sorunudur. Üzerinde yaşadığı topraklar dört ayrı ulus devlet tarafından gasp edilmiş Kürd ulusu kendi kaderini ancak bu topraklar üzerinde egemen olduğu bir devlet kurarak tayin edebilir.
2- Kürdistan sorunu bir devlet kurularak çözülebileceğine göre Kürdistan sorunu bir devrim sorunudur. Kürdistan devleti devrimsiz kurulamaz.
3- Kürdistan’daki ulusal kurtuluş mücadelesine önderlik etmek için tek bir devrimci partiye ihtiyaç vardır. Zira Kürdistan devrimi farklı bölgelerde farklı zamanlarda ayaklanma süreçleriyle ilerleyecek olsa da bu ayaklanmalar tek bir devrimin parçası olacaktır.
4- Bununla birlikte Kürdistan devrimi ezen ulus devletlerindeki devrim süreçleriyle ve Orta Doğu’daki çözülememiş ulusal sorunların yaşandığı ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadeleleri ile de yakından ilişkilidir. Aynı zamanda Kürdistan sorununa doğrudan müdahil olan Emperyalistler ezilen ulusları bölen, ezilen ulus mücadelelerini boğan temel aktörlerdir. Ezilen uluslar üzerindeki emperyalist ablukanın kalkması için emperyalist metropollerde de sınıf mücadelesinin yükseltilmesi gerekir. Bu nedenle emperyalist metropollerdeki devrim süreçleri de Kürdistan devrimi ile yakından ilişkilidir.
5- Kürdistan sorunu kadar Kürdistan devriminin uluslararası karakteri ve bu devrimin ve onunla ilişkili tüm devrimlerin Uluslar arası bir merkezden yönetilmesini şart koşar. Sadece Kürdistan devrimine değil, onunla ilişkili tüm devrimlere önderlik edecek tüm partiler tek bir uluslar arası merkeze bağlı olmalıdır. 6- Söz konusu merkez, temel prensiplerde ortaklaşan, örgütlü güçlerin oluşturduğu bir merkez olmalı ve kendisi de aynı örgütlülük ile hareket etmelidir. İdaresi altındaki ulusal örgütlenmeleri sevk ve idare eden, onları aynı siyasi çizgi doğrultusunda hareket ettiren politik ve örgütsel bir merkez olmalıdır.
7- Bu devrimlere önderlik etmek isteyenlerin en sıkı eşgüdümünü sağlayacak uluslararası bir merkezin kuruluşunu tartışmak üzere konferansımızın tarif ettiği prensiplerde ortaklaşan fakat bununla sınırlı kalmayarak ulusal ve uluslararası her türlü siyasal sorunun devrimci bir çözümünü sağlamaya aday uluslararası bir merkezin varlığı, işleyişi, prensipleri konusunda da ortaklaşmayı dert edinen farklı ülkelerden devrimci örgütlü güçlerle yeni bir konferansın örgütlenmesi ödevi karşımızda durmaktadır.
8- Bu ödevin yerine getirilmesi için gerekli adımları atması için konferans kendine bir heyet belirlemiştir. Heyet yeni bir konferansın örgütlenmesi için örgütlü güçlere çağrıda bulunacaktır.
KONFERANS ÇAĞRISI
Uluslararası Kürdistan Konferansı, Kürdistan Depremi sonrasında toplandı. Felaketler gerçekleri örten yalan perdesini kısa süreliğine olsa da yırtıp atar. Kürdistan Depremi’nde de öyle oldu. Sadece on binlerce kardeşimizin enkaz altında yitip gitmesi değil, bu depremin konamayan adı dahi Kürdistan’ın ve Kürd ulusunun durumunu özetliyor. Kürdistan’ın iki parçasını yıkan bir deprem dahi Türkiye-Suriye depremi olarak adlandırılmaktadır. Söz konusu olan varlığı ve vatanı yoksayılan, her kaybı misliyle yaşayan bir ulustur.
Yoksayılan Kürdistan, konferansın toplandığı günlerde de her zaman olduğu gibi ağır bir saldırı altındaydı. Metina, Zap, Avaşin bir yılı aşkın süredir saldırı altında. Rusya Astana Platformu’nu diriltmeye çalışırken, sadece Türkiye ve Suriye arasındaki barış görüşmeleri hız kazanmıyor, Kürdistan’ın batısını silahsızlandırma yönündeki basınç da şiddetleniyor. Türk devleti, deprem gününden beri Şehba ve Til Rifat hattını bombalıyor. Irak Hükümeti Kerkük askeri üssünü ABD’den devralırken, Kürdlerin düşmanları Duhok’ta helikopter düşürüyor, Süleymaniye’de SİHA’lar Mazlum Abdi’ye saldırıyor. Kürdistan’ın doğusundaki Kürt idamları vaka-i adiyeye dönüşürken, İran hükümeti Irak ile sınır güvenliği anlaşması imzalayarak Kürdistan’ın doğusundaki örgütleri kıskaç altına almayı hedefliyor.
Kürdistan’ın tüm parçalarındaki saldırılar sebepsiz değil. Kürdistan emperyalistler arasında kıyasıya bir paylaşım kavgasının yürüdüğü, bu paylaşım kavgasının bir ürünü olarak dört devletin bir birine bağlandığı, dünyanın en kalabalık ezilen ulusunun kendi topraklarında zincire vurulduğu bir düğüm noktasıdır. Ama doğudan batıya, kuzeyden güneye Kürdistan dünyanın en büyük devrimci dinamiklerinin merkezi aynı zamanda. Kuzeyindeki başkaldırı on yıllardır güçlenerek sürüyor, batısında imkansızlıklar, bombardmanlara, suikastlerle ve kuşatmaya rağmen Kürdler kendilerini yönetmekten vaz geçmiyorlar. Doğusundaki ayaklanma İran’daki rejimi sarsıyor. Kürdistan’ın devrimci dinamikleri yeni ortaya çıkmadı, yüz yıllık öyküsü ulusal kurtuluş mücadeleleri çağının başından beri sürüyor. Kürdistan Koçgiri’dir, Ağrı Cumhuriyeti’dir, Mahabad’dır, Raperin Ayaklanması’dır. Colemêrg’den Dilok’a bitirilemeyen Kürd Baharı’dır.
Konferans Kürdistan’ı yirminci yüzyılın devrimci dinamiklerinin sürdüğü, nev-i şahsına münhasır bir coğrafya olarak değerlendirmedi. Dünyanın sömürülenleri, horlananları Lima’dan Kolombo’ya “Artık Yeter!” derken, Kürdistan geçmişteki devrimciliğin kalıntısı değil dünyayı sarsacak yeni fırtınaların müjdecisidir, dünyadaki devrimci dinamiklerin merkezidir. Tam da bu yüzden dünyadaki tüm devrimcilerin gündeminin merkezine oturmalıdır. Toprakları dört parçaya bölünmüş Kürdlerin ezen ulus devletlerini parçalayarak kendi topraklarında egemen bir devlet kurarak birleşmeleri sadece Ortadoğu’yu değil dünyayı sarsacak muzzam bir devrimci atılım olacaktır.
Dünyadaki ezilenlerin ve sömürülenlerin önünü açacak atılım için Kürdistan’da bir ezilen ulusun varlığını kabul etmek önemli olsa da yeterli değildir, bağımsız birleşik Kürdistan’ı savunmak da yeterli değildir. Bağımsız birleşik Kürdistan’ın nasıl kurulabilir? Asıl soru budur. Bir tarafta Kürdistan’ın ezen ulus devletlerinin yahut kerameti kendinden menkul uluslararası kurumların yasa ve prensiplerine bağlı olarak, bu kurumların çizdiği sınırlar içinde kurulacağını savunanlar var. Diğer tarafta ise bağımsızlığın ezen ulusların ve emperyalistlerin koyduğu sınırlamaları yok sayarak, Kürd ulusunun kendi egemenlik organlarını kurarak kendi kaderini tayin etmesiyle sağlanacağını savunanlar bulunuyor. Söz konusu ayrım Kürdistan sorununu reformla çözülebileceği hayallerini yayanlarla, Kürdistan’ın bağımsızlığının ancak devrimle kazanılabileceğini bilecek kadar gerçekçi olanlar arasındaki ayrımdır. Devrim dinamiklerinin yükseldiği bir dünyada devrimci çözüm ile devrimci olmayan çözüm arasındaki ayrımlar sadece Kürdistan’da değil neredeyse her siyasi coğrafyada neredeyse her siyasi sorunda yaşanmaktadır. Kürdistan’ı ayırt eden bu sorunun yaşanması değil şiddetidir.
Bugün Kürdistan sorununda olanca çıplaklığıyla açığa çıkan ayrışma bundan yüz dokuz yıl önce bütün dünyayı kana ve gözyaşına boğan savaş sırasında da yaşanmıştı. Savaş patlak verdikten sonra öncelikli sorunun barışın sağlanması olduğunda neredeyse herkes hemfikirdi. Ayrım barışın nasıl sağlanacağı sorusuyla ortaya çıkıyordu. O zaman da bir tarafta kendi hükümetlerine barış için basınç yapmaya çalışanlar, iflas bayrağını çekmiş uluslararası örgütlerin ruhunu çağırarak barışı sağlamaya çalışanlar vardı. Diğer tarafta ise barışın ancak işçilerin, köylülerin ve ezilen ulusların kendi iktidar organlarını kurmasıyla mümkün olacağını savunanlar bulunuyordu. Birinci yolu seçenler önce büyük bir teslimiyetin, sonrasında da yeni bir paylaşım savaşına varacak faşizmin yolunu döşediler. İkinci yolu seçenler ise tüm dünyada sömürülen ve ezilenler için bir kurtuluş çağının yolunu açtılar. Bir sorun olarak ele alındığında Kürdistan’ın esareti dünyadaki diğer sömürülen ve ezilen yığınların sorunlarından daha önemli değildir. Ancak bir çözüm olarak, bağımsız ve birleşik Kürdistan’ın bir devrim yoluyla kurulması, dünyada bu sefer farklı ve tüm hakim sınıfları enkaz altında bırakacak bir deprem olacak, dünyanın sömürülen ve ezilen yığınlarının kurtuluş çağını yeniden başlatacaktır. Kürdistan Uluslararası Konferansının çağrısı sömürülenlerin ve ezilen uluslarının kurtuluş mücadelesinin önünü açma hedefini yansıtır.
Çağrımız bu nedenle sadece Kürdistan’ın parçalarındaki yahut Türkiye, Suriye, İran, Irak’taki devrimcilere yönelik değil. Çağrımız dünyanın dört bir yanında devrim mücadelesini büyütme iddiasını taşıyan tüm örgütlü güçlere: Gelin bağımsız ve birleşik Kürdistan’ın bir devrimle kurulabileceğini savunan tüm güçlerin en güçlü, en sıkı birliğini sağlayalım. Gelin sadece kendi ülkelerindeki devrim dinamiklerini büyütmek için Kürdistan devrim dinamiklerinden beslenmeyi değil aynı zamanda Kürdistan devrimin önünü açmak ve dünyanın tüm ezilen ve sömürülenlerin kurtuluşunu sağlamak için kendi ülkesindeki devrime önderlik etmeyi asıl görevi olarak kabul eden tüm güçlerin birliğini sağlayalım. Gelin tüm bu devrimci güçleri sevk ve idare edecek bir uluslararası merkezin temel prensiplerini belirleyip bu merkezi yaratmak için uluslarası bir konferansı birlikte örgütleyelim.
https://kozgazetesi5.org/yuz-yillik-dugum-ve-bir-uluslararasi-konferans/
/ Pasajlar / Me-ti: Deyişler
Bertolt Brecht, Çeviri: Elçin Gen
Aşağıdaki pasajlar, Brecht’s Me-ti: Book of Interventions in the Flow of Things (ed. ve çev. Antony Tatlow, Bloomsbury 2016) başlıklı kitaptan alınmıştır. Brecht, antik Çin düşünce okulu Mohizm’in kurucusu Mo Di’nin (MÖ 5. yüzyıl) öğretilerinden esinlendiği, “özdeyişler” olarak da anılan bu metinleri 1934-1955 yılları arasında kaleme almış, hayattayken yayınlamamıştır.
Koruma ve Yağmalama
Eskiden Wei baronları köylülerin kanını emerdi. Ama komşu baronlar saldırınca da, köylüleri kılıç marifetiyle onlara karşı korurlardı. Yağma bir koruma biçimi, koruma da bir yağma biçimiydi; zira köylülerin evine yerleştirilen baronların uşakları, orada ne bulurlarsa alırlardı. Baronlarla köylülerin davranışlarında çelişkili bir şeyler vardı. Baronlar vesayetleri altındakileri döver, köylülerse baronları sabırsızlıkla beklerlerdi.
Bu çelişkileri gözlemlemek sağlam çözümlere götürebilir. Köylüler arasında, baronların hepsinin yağmacılık yaptığını, ama yağma uğruna kendi içlerinde bölünüp savaştıklarını görenlerin sayısı arttığında, yanılgıya düşüp sadece kendi baronlarını defetmektense, ganimet kavgalarından istifade edip, tümünü birden kovmaya başladılar. Yağma böyle son buldu. (s. 47)
Kuşku Üzerine
Me-ti’nin öğrencisi Do, insanın gözüyle görmediği her şeyden kuşku duyması gerektiğini savunmuştu. Bu olumsuz tavrı nedeniyle hakarete uğradı ve canı sıkılarak evden çıktı. Az sonra geri döndü ve şöyle dedi: Yanlış söyledim. Gözünle gördüğün şeylerden de kuşku duyman gerek.
O zaman kuşku duymanın sınırı nedir, diye sorulduğunda, Do şöyle cevap verdi: Eyleme geçme arzusu. (s. 95)
Klasik yazarlar ve çağları
Klasik yazarlar [Marx ve Engels] en karanlık ve kanlı zamanları yaşadılar. En neşeli ve inançlı insanlar onlardı. (s. 98)
Öldürmenin pek çok yolu
Öldürmenin pek çok yolu vardır: Karnına bıçak saplamak, ekmeğini elinden almak, hastalığını iyileştirmemek, kötü koşullarda yaşatmak, ölesiye çalıştırmak, intihara sürüklemek, savaşa yollamak vs. Ülkemizde bunların sadece bazısı yasaktır. (s. 99)
Kafa işçilerinin devrimden çıkarı
Fe-hu-wang [Lion Feuchtwanger] şöyle sordu: Kafa işçilerinin, genel menfaatin dışında, devrimden ne çıkarı olabilir?
Me-ti şöyle cevapladı: Hekimleri ele alalım. Malum, hekimlerin sayısı iyi kazanmalarına elvermeyecek kadar çok, ama iyi şifa dağıtmalarına yetmeyecek kadar da azdır. Birçok hekim kötü işlerde çalışırken bir yandan da derslerini birkaç yıla sığdırıp, alelacele, baştan savma bir şekilde tamamlamak zorunda kalır. En çok hastası olan hekimler en az parayı kazanır, zira hasta olanların çoğunluğu yoksuldur. Hastalıklara en çok yoksullar maruz kalır ve en kötü tedaviyi onlar görür. Onlara bakan hekimlerin daha fazla tetkike vakti yoktur. Yanlış yöntemlerle o kadar meşguldürler ki daha iyi yöntemler üzerinde çalışmaya vakitleri kalmaz. İlaç satıcıları, onların nasıl kullanılacağı konusunda da son sözü söyler. Hastalara genelde onlara en iyi gelecek ilaç değil, en pahalıya mal olacak ilaçlar yazılır. Ama en kötüsü, hekimlerin hastalıkları önlemek için hiçbir şey yapamamasıdır. Yalnızca sömürücülere kâr sağlanabilecek noktalarda devlet üzerinde etkide bulunabilirler; bu bazen insanlara faydalı olan önlemlerle de yapılabilir, ama aynı ölçüde, hatta daha sıklıkla, onlara zarar veren önlemlerle yapılır. Hekimler, muayenehanelerinde herkesin eşit olduğunu söylerler. Hasta kişi onlara, gerçekte olmadığı şekilde görünür: belirli bir geçmişi veya geleceği olmayan, bozulmuş, çıplak bir beden olarak. Hastalığa sebep olan şey ortadan kaldırılmaz; bertaraf edilen, en iyi ihtimalle, sonuçtur, yani hastalığın kendisi.
Hekimlerin konumu, en iyi, savaş zamanlarında ortaya çıkar. Savaşı durdurmak için ellerinden hiçbir şey gelmez; tek yapabildikleri, kopmuş uzuvları yerine dikmektir. Üstelik kentlerimizde daima savaş vardır. (s. 103)
Su [SSCB] polisi
Me-ti şöyle dedi: İyi insanlar talep etmeyin, iyi mevkiler yaratın! İyi bir mevki, iyi bir insanı gerektirmeyen mevkidir. Polislik meslek değildir. Ancak geçici bir görev olabilir. Kimi işler ancak kısa süreliğine yapılabilir. Polisin işi de bunlardandır. Bir polisin, polis olma tecrübesine ihtiyacı yoktur, çalışan bir insan olma tecrübesine ihtiyacı vardır. (s. 139)
Büyük ustalar
Birçokları, büyük resim ve müzik ustalarının, başka kimsenin yapamadığı şeyleri yapabildikleri için gururlandıklarını düşünür. Ama bence, dedi Me-ti, büyük ustalar, insanlık böyle şeyleri yapabildiği için gururlanmış olmalılar. (s. 152)
Güzel, işe yarayandır
Mu-sin Tui’leri [Bauhaus aydınları], büyük yapı ustalarıydı. Büyük bilgi birikimleri ve deneyimleri vardı ve onlarla en az 15 sene çalışmamış hiçbir öğrenci, usta unvanı alamazdı. Tahmin edileceği üzere, yeni ve ilerici her şeye açıktılar. Bu nedenle, makinenin güzelliğini ilk keşfeden onlar olmuştu. Makine neden bu kadar güzel, diye soruyorlardı kitaplarında, makineyi günümüzün en güzel ve en göz okşayıcı şeyi yapan ne? Her yönüyle işe yarar olması, diye cevap veriyorlardı, en küçük parçasının bile işlevi olması. Ahengin cisimleşmiş hali olması…
Bu kavrayışın tesiriyle, evlerini, hatta mobilyalarını tasarlarken, sade, basit ve kullanışlı makineyi model aldılar. Zamanın mal sahiplerinin de yeni ve ilerici her şeyden yana olmaları, Mu-sin ustalarına yaramıştı. Mal sahiplerinin mantığı şöyleydi: Chima [Almanya], makinelerini ve dev fukara ordusunu kullanarak o kadar çok mal üretmişti ki, halk yoksul olduğundan bunları sadece yurt içinde satması mümkün değildi. İmparator’un; Chima mallarının, dokumalarının, makinelerinin, petrolün vs. satılabileceği ülkeleri fethetmek için yedi ülkeyle yürüttüğü büyük savaş kaybedilmişti. Her yerdeki ağır vergiler ithalata köstek oluyordu, bu yüzden Chima’lı imalatçılar herhangi bir şey satabilmek için olağanüstü düşük ücretler koymak zorunda kalıyorlardı. İmalat giderlerini düşürmek için, daha az işçi gerektiren yeni makineleri geliştirenlere ödül verdiler ve bütün ülke, ağız birliğiyle, yeni ve ilerici olan şeyleri, tasarrufu ve kalkınmayı, pratik yöntemleri ve işe yarar bakış açılarını desteklemeye başladı.
Bu durum Mu-sin’in yapı ustaları için çok elverişliydi; evleri, apartman dairelerini ve mobilyaları birer makine gibi, en ucuz ve kullanışlı şekilde inşa etme fikirleri, herkesi memnun etmişti. (s. 152)
https://www.e-skop.com/skopbulten/pasajlar-me-ti-deyisler/6176