Show newer

Harvardlı ünlü astrofizikçi: "Uzaylılar laboratuvarda evren inşa ediyor"
"Bu, dini metinlerde Tanrı'ya atfettiğimiz bir nitelik"

,
İnsanların yaşadığı evrenin daha gelişkin bir uygarlığın ürünü olduğu fikri bilimkurgunun da popüler konularından (NASA)

Harvard Üniversitesi'nden ünlü astrofizikçi Avi Loeb, uzaylıların laboratuvarda "bebek evrenler" inşa edebileceğini öne sürdü.

Fox News'e verdiği yeni röportajda Loeb, "Kuantum mekaniği ve yerçekimini nasıl birleştireceğini anlayan insanüstü bir uygarlığın laboratuvarda bebek evren yaratabileceğini hayal edebilirsiniz" ifadelerini kullandı.

Astrofizikçi, "Bu, dini metinlerde Tanrı'ya atfettiğimiz bir nitelik. Bir mağara sakininin New York'u ziyaret ettiğini ve ışıkların ona bir mucize gibi göründüğünü düşünün" diye ekledi.

Loeb'in, 2014'te Dünya'ya düşen gök cisminin uzaylılara ait olabileceği fikrinde ısrar etmesi meslektaşlarını kızdırmıştı.

O tarihte Papua Yeni Gine'nin üzerinde parıldayan bir ateş topu, bölgeden geçerken enkaz saçmış ve bu parçalar okyanusa düşmüştü.

Geçen ay Loeb, bir keşif seferine liderlik ederek bu parçalardan bazılarını okyanustan çıkarmayı başarmıştı.

Demir, magnezyum ve titanyumdan oluşan 50'den fazla manyetik parçaya göz atan Loeb, yakın tarihli bir blog yazısında bu küreleri "anormal nesneler" diye nitelemişti.

Loeb'in bu denli iddialı konuşması ise bazı astrofizikçilerin tepkisini çekmişti. Loeb'in bu açıklamaları yaparken çok aceleci davrandığını söyleyen meslektaşları, fizikçinin beyanlarının, halkın bilimi yanlış anlamasına neden olduğunu savunmuştu.

O kişilerden biri olan, Arizona Eyalet Üniversitesi'nden astrofizikçi Steve Desch, New York Times'a yaptığı açıklamada, "İnsanlar Loeb'in çılgınca iddialarını duymaktan bıktı" demişti.

Loeb son röportajında onu eleştiren meslektaşlarına da değindi ve onları kıskançlıkla suçladı.

Onun teorilerine şüpheyle yaklaşan diğer bilim insanlarının kanıtları gerçekten incelemek istemediğini öne süren Loeb, kendisine yönelik saldırılar için "akademik kıskançlık" nitelemesini kullandı.

Oumuamua onu büyüledi

Dr. Loeb, kariyerinin büyük bölümünde kara delikler, karanlık madde ve ilk yıldızlara dair yüzlerce makaleye önderlik etti. Harvard Üniversitesi'nde Astrofizik Bölümü'nün yöneticiliğini yaptı.

Ancak 2017'de Güneş Sistemi'ne giren yıldızlararası bir nesne, Loeb'in uzayda yaşam arayışına eğilmesine ve hatta meslektaşlarına göre buna giderek takıntılı hale gelmesine neden oldu.

Loeb'in, 2017’de Güneş Sistemi'nden geçerken tespit edilen ve "keşfedilen ilk yıldızlararası nesne" unvanını alan Oumuamua'yla ilgili teorileri büyük yankı uyandırmıştı.

Astrofizikçi bu gizemli gök cisminin uzaylılara ait bir "ışık yelkenlisi"nden koptuğunu ve 25 ışık yılı uzaktaki Vega yıldızı yönünden, Güneş Sistemi’ne doğru savrulduğunu ileri sürmüştü.

Gökbilimci ışık yelkenlisini, kitabın tanıtımı için verdiği bir röportajda şöyle tanımlamıştı:

Işık yelkenlisini rüzgar gücünden yararlanan bir yelkenli [uzay aracı] gibi düşünebilirsiniz. Rüzgar yelkenliyi iter. Işık yelkeni söz konusu olduğunda ise onu iten şey, yüzeyinden yansıyan ışıktır.

Oumuamua uzun zaman önce Güneş Sistemi'ni terk ettiği için cisme yakından bakmak artık mümkün değil.

Independent Türkçe, Futurism, Fox News

Derleyen: Çağla Üren

indyturk.com/node/655111/bi%CC

“Eğer birisi, fikirlerimin ve eylemlerimin yanlış olduğunu kanıtlayarak beni ikna ederse, seve seve değiştiririm onları, çünkü benim aradığım gerçekliktir, gerçeklikten kimse zarar görmez, yanılgılarında ve bilgisizliklerinde direnenlerden başka.”
M. Aurelius

Selim Temo: Efendinin Sonu

Efendi, yukarıdan bakan bir şeydir, ufku olmayan bir uzaklığa dalar. Hele bizi anlatırsa tadından yenmez. En yumuşak ve yüksek koltukları onun için hazırlarız. Ona acılarımızı, kültürel zenginliklerimizi anlatırız; o ise, gönül alıcı bir şaşkınlıkla nasıl ve ne zaman duyduğunu anlatır.

Onun için egzotik canlılar gibiyizdir. Gözlerimize değil, geniş burunlarımıza, birleşik kaşlarımıza bakar. Aklımız bize yük iken, günde beş vakit akıl verir bize. Bu bitmeyen akıl rezervi, muktedir için harcanmaz. Muktedire şunu söyler sadece: “Bak, bu köleleri şu şekilde kullanırsan daha fazla kazanırsın!”

O, divanda yetişmiştir. Refleksleri, öğrenme sırası, analitik şuuru, mazeret sosyolojisi, siyasî görgüsü divanın isterlerine göre değişir. Bu yüzden dün Cudi seferinde “kahraman asker”lerle karavana sırasına girerken bugün ana kamplarına dönen “erdemli gerilla”ları karşılar. Dün “O kekodur, kandırırız” dediğine bugün “büyük lider” der.

Kölesi onun sahip olduğu hakları almaya görsün, pek hümanist gözlüğünü burnunun ortasına kadar indirip asıl sorunun cennet, tam demokrasi ya da devrim olduğunu söyler. Onu bir harita başında, güvenliği alınmış yüksek bir kürsüde, yiten efendiliği hatırlatan bir nobranlıkla konuşurken buluruz.

O, dilin sahibidir. Bize öğretmediği bir sentaksı deşer. Bu yüzden hep yanlış anlarız onu. Bu yanlış anlama durumu onu küçültürken bize bir kimlik verir. O aslında ne olduğumuzu bildiğini sanır, bize ise onun efendilikten çektiği sıkıntıyı anlamak düşer!

Hele bir tür belediye görgüsü olan siyasetimiz bayılır divanda yetişmişlere. Uykusunu almış öğle uçaklarıyla davet eder. Tepeden tırnağa kendilik duygusuyla dolan bize ise, bir gram kıymet vermez. Toplu fotoğraflarda arkaya dizer. Boyumuz kısa olduğu için tarihe geçemeyiz! Partimizin, biz söz konusu olduğumuzda, canı burnundadır hep. Mayakovski’nin kendi partisi için söylediği gibi, ne zaman uğrasak toplantıdadır. Her toplantı başka bir toplantı düzenlemek için düzenlenmiş bir toplantıdır ve düzenlenecek toplantı için kısa zamanda yeni bir hazırlık toplantısı düzenleme kararıyla tamamlanır.

Neyse ki bu noktada doğaüstü bir mekanizma çalışır; zira bir “kendinde akıl” vardır ve iki üç yılda bir patlak veren krizleri düzeltir. Bir tür dışsal akıldır bu; ne olduğunu, nasıl işlediğini kimse bilmez. Tahminime göre, yüz yıllık lanetli bir kaderden çıkarılmış bir tür bilgidir. “Hayır” cevabı üzerine kurulmuştur, daha doğrusu “hayır” cevabından oluşur. Zamanında “evet” denmiş her sonucu ısrarla vurgular, meşruiyetini bütün evetlerin ulandığı felaketlerin canlı anılarından alır. Bir tür işkence görgüsüdür, buna göre doğruyu bile onaylamak, irade teslimidir. Bizi felaket birleştirir.

Efendi bizi bir “ideal” üzerinden kurmuştur. Dünkü ideal, ona biat etme idi, bugünkü ideal ise, kusursuzluktur. Ne zaman bir kusurumuz olsa, “ama böyle de olmaz ki” diye mızırdanır. Bir oy verecek olsa, ilk kusurda gelip partinin anahtarını ister. Onun müttefiki, din kardeşi ya da yol arkadaşı değil, düşünme ve eleştiri nesnesiyizdir. Bu şekilde “kusursuz” olarak kalır.

Bizi feodal, solcu, demokrat, milliyetçi, aşiretçi, dinci diye tasnif eder. Bunu yaparken kendini “yekpare” sayar. Bize birbirimizi afiyetle yedirirken köşesinde iktisadî bir sorunla filan uğraşır. Bizimle paylaşmadığı iktidarın fena bir şey olduğunu dikte eder. Bir gram nimetini görmediğimiz iktidarı reddederiz biz de. 19. yüzyıldaki toplumsal ilişkiler ağında yaşarken kendimizi 24. yüzyılda yaşıyormuş addederiz. Fena bir şeydir iktidar, hem zaten hazırı var!

Yalnız efendinin anlamadığı, anlamasını da istemediğim şey şudur: Daha önce zor aygıtıyla zihnini belirlediği toplum yüz yıllık hikâyesinden bir dinamizm çıkardı. Ne kadar manipüle edilirse edilsin, ağır aksak da olsa bu dinamizm özüyle buluşuyor. Dolayısıyla efendinin başvuru kümesi, sözcük dağarı, ideolojik aygıtları, zor kurumu hükmünü yitirdi. Dağlardan, dar sokaklardan, küflü odalardan, sıvasız parti temsilciliklerinden, kanlı sınırlardan, tıklım tıkış yüklüklerden, havasız ahırlardan, karın örttüğü damlardan yayılan şey, toprağına ait bir devrimdir. Kendine döndükçe kendisine dönüşen bir algı, anlama ilmi, ağırbaşlı bir sabır, dalgın bir direnç dili, bir yerden yukarıya bakma terbiyesi.

Efendi iri harflerle konuşsun varsın, biz özgürlüğü imâ ile geçmeyeceğiz majesteleri!

DEM

Kazıyalım küçültücü hasedin

kökenlerini; güç verelim körpe ruhlara

ciddi çalışmalarla! Soylu çocuk

ata binmeği nerden bilsin, eğitilmeden?

Q. Horatius Flaccus: M.Ö. 65-M.Ö. 8

Çev. Türkân Uzel

p.s. Bu yazı ilk olarak 8 Ekim 2014'te, Radikal gazetesinde yayımlanmıştır.

vinkovar.blogspot.com/2023/04/

MAKSAT DOSTÇA MUHABBET OLSUN.

Kadir Dağhan

Dostça ve samimi olarak söylüyorum.
Kızmak isteyen kıza bilir, sağlam bilgilere dayansın yeter ki. Sert konuşmam kimseye hakaret değil, öfkemden, üzüldüğümdendir.
Dinlerin, tanrıların varlığı din tacirlerinin sermayesinden başka bir şey değildir.
Söz gelimi daha önceden bildiğim ama bu kadar da olmaz diye kabul etmek istemediğim bir örneği.
Kabe den de beter.
Yorum yapmaya bile gerek görmüyorum.
Bir tanrı olsaydı en azından bu sahtekarlıklara küçük de olsa bir itirazda bulunmaz mıydı?
Malezya da müslümanlara yutturuluyor.
Sözüm ona Adem peygamberin gömleğiymiş.
Benim anadilimde bu durumlar için KA AQIL- Hani akıl - denir.
Tüm zelal yüreklere tüm dillerden SELAM OLSUN.

Selim Temo: Sevan Nişanyan’ın Goley Dilbilimi

huzurla uyusun, Adnan Satıcı kızdığı zaman, sık kızardı, “adam benim doğduğum yerin biraz batısında doğmuş diye bana Avrupalı züppelerin gözlüğüyle bakıyor” derdi. huzurla uyusunlar; Yusuf Hayaloğlu, bir belgeselde, o sırada küs olduğu Ahmet Kaya’ya “İstanbul adamı bozar Ahmet” diye seslenmişti. bizden epey batıda doğmuş, İstanbul’un epey bozduğu Sevan Nişanyan da efendiden yürüttüğü gözlükle bize bakıp duruyor. bu gözlük, Ermenistan akademisinin Türk akademisini tekrar etmesinde de karşımıza çıkan gözlük. Türk devleti ve onun akademisi 1920’lerde oluşturduğu resmî ideolojiyle “Kürt yoktur” dedi, Ermeni devleti ve onun akademisi de 1990’lardan beridir “Zazalar Kürt değildir” ve (Saddam barbarını tekrar ederek) “Êzdîler Kürt değildir” deyip duruyor.

kendi de Êzdî olan büyük müzikolog Cemîla Celîl, Ermenistan devleti Êzdîleri ayrı ulus sayıp Müslüman Kürtlerin büyük kısmını ülkeden sürdüğünde, Ermenistan devlet radyosunda Êzdîce bölümünün kurulduğunu anlatırken şöyle demişti: “oraya geçmek zorunda bırakılan arkadaşlarımız gelip Kürtçe bölümündeki kayıtları kopyalıyorlardı. aynı stran/şarkı bizim bölümde Kürtçe, Êzdî bölümünde Êzdîce adıyla yayınlanıyordu!”

Nişanyanlar ile Halaçoğluları buluşturan bu tür tanımlama ve yok saymalar, tekçi muktedir refleksleridir. felaketlere yol açmış aklın birbirine bakan iki aynada yansımasıdır. bu tutum, öncelikle ahlâkî açıdan ayıplanmalı ve kınanmalıdır. ancak Nişanyan bu tür epistemik zorbalıklara uzak biri değil. bu yüzden onu ahlâka çağıramam. amacım fena bir laf veya imâ değil; pratiği bu.

onun kurduğu saçma cümlelere böyle uzun bir cevap yazmak bana kendimi kötü hissettiriyor. savcıya, hakime, polise, işkenceciye ifade veriyormuşum gibi geliyor. oysa yok edilen, yok edilmesi hedeflenen iki ulusun iki bireyi olarak birbirimize merhametli davranmamız gerekirdi. aynı köle hapishanesine tıkılmış biri Ganalı öbürü Botswanalı iki Siyah gibi bir ve aynı olduğumuzu bilmemiz gerekirdi. ama Nişanyan İstanbul ile zehirlenmiş bir kere. hem Türk hem de Ermeni resmî ideolojilerine intisap etmiş. yetim bıraktıklarının torunlarının torunlarını Dağlık Karabağ’da ezen barbarlıkla, onun akademisi ve istihbaratıyla (ne fark eder?) bir sürü ortak fikri var! bu yüzden olacak Kürde karşı hep Türklük konforuyla konuşuyor. yaptığı “dilbilimcilik” emekli albay, vali, defterdar faaliyetidir. kamping ya da apartman yöneticisi olmak, ahşap oymak yerine Kürdolog kesilen emekliler sınıfından. onun farkı, herzelerine sokak raconu eklemesi.

burada ya da başka yerde Samos kadısı Sevan Nişanyan gibi “onu dinledim, bunu dinledim, şunu buyuruyorum” demem. efendi numarası çeken kölenin tutumu olur bu. Nişanyan buna pek meraklı. Kadıköy’de yarım ekmek arası balık yemek için Sevan gölünü komple TC’ye verebilir. yine de ortak efendilerimizin onun ruhunda açtıkları yaraları görebiliyorum. bu yüzden ruhunu incitmek istemiyorum. bu yazıdan sonra söylediklerimden ikna olması bile benim canımı yakacak. elbette bu duyguyu anlayabilecek feraseti olmadığını pratiğinden biliyorum. kendimi ruhen onu yukarıdan gören bir yere yerleştirmiyorum, ama ifrat ve dahi ikrahı, kaybettiği özün kirlenmiş aynasıdır. buna rağmen kendime bakmak için onun kirli aynasını efendimizin steril aynasına yeğlerim. nitekim ortak efendilerimizden biri onun kullandığı cümleleri sarf etse, “meşe ağacının hangi dalı nerene battı” der, cümleyi tamamlamayı yeterli görürdüm.

hâlâ öğrenmediğine bakılırsa, ona şu cümleyi fısıldamalı: asıl muhalefet, kendimizi değil, ezeni/efendiyi paranteze alarak gerçekleştirilir. biz bir şey ispatlamak zorunda değiliz. iktidarın silahı, meclisi, akademisi, YÖK’ü, JÖH’ü, PÖH’ü orada. bir ulusal gerçekliğe 100 yıldır yok diyen, bir soykırımı 110 yıldır yok sayan bu akademiye, “canın cehenneme”den başka neden bir şey diyeyim? ama Nişanyan’a “orda dur, cılkını çıkardın” demem lazım.

bilen bilir, bilmediğime bilmiyorum diyen biriyim. dilbilimci değilim, ama dilbilimin ne olmadığını bilirim. Sevan Nişanyan’ı doktora tezimi yöneten hocam Engin Sezer dolayısıyla tanıdım. Sezer bazen Nişanyan’ın Taraf’taki minik köşesini gösterip, “bu, dilbilim değil” derdi. Bilkent’i bırakıp Harvard’a döndü tekrar. Sonra emekli olup akademinin küçümsediği Orhan Veli’nin şiirinin içine taşındı. onun dikkatiyle Nişanyan’ı okumaya başladığımda bir yazısında iki sözcükle Kürtleri ve Kürtçeyi ikiye bölebildiğini gördüm. ona göre “kolay” ile “goley” aynı dile, “verg” ile “gurg” (kurt) iki ayrı dile aitti. Sezer’in sözünü tekrar edeyim, evet; bu, dilbilim değil.

uzmanı olmayanların da bildikleri gibi her dilde çok sayıda lehçe vardır ve lehçelerin önemli bir kısmı birbirini hiç anlamaz. anlaşılma, bir dili ve onun altındaki dil/lehçeleri tanımlamak için tek ve/ya yeterli ölçüt değildir. Talat Tekin, Türkoloji Eleştirileri’nde Türkçenin lehçeleri olarak gösterilen pek çok dilin birer dil olduklarını söyler, ama hepsinin üst şemsiyesi Türkçedir. benzer bir yaklaşımı beni hafta içi her gün kütüphanenin aynı köşesinde gördüğü için enerjik sesiyle “monsieur fidèle” (bay sadık) diye selamlayan Joyce Blau da tekrarlar. ona göre de Kürtçenin lehçeleri değil, Kürt dilleri vardır. yani ki Almanca, Arapça, Ermenice, İngilizce, Kürtçe ya da Türkçe derken birer tekdil’den değil, birer diller grubundan söz edilir.

anlaşma/anlaşılma mevzuuna gelelim. Talat Tekin, adı geçen kitabında Anadolu Türkçesindeki “nasılsınız?” sorusunun bazı Türk dilleri/lehçelerindeki karşılıklarını şöyle sıralar:

Çuvaşça: Minle purinatır?

Yakutça: Haydah Oloroğut?

Tuvaca: Kandığ amıdırap çor siler?

Hakasça: Haydi çurtağlapçazar?

Kırgızca: Kanday turasınar?

Kazakça: Hal jaydağınız kalay?

Tatarca: Savmısız, isanmisiz?

Başkurt: Havmıhığız, isanmihigiz?

Türkmence: Güzeranınız nenen?

Azerice: Keyfiniz necadır?

çok sayıdaki aksanı kaldırdığım bu ifadelerden Anadolu Türkçesine en yakını “keyfiniz necadır?”dır ki, Azerî bir kadın böyle seslendiğinde sanatçı Teoman’ın cevabı şu olmuştu: “hıı? nasıl?” aynı şekilde Türkî devletlere giden Türkiyeli siyasetçilerin “yahşi” dışında kullandıkları tek bir sözcük yoktur. o da ortak bir sözcük değil, oradakilerin bazılarının dilinden bildikleri tek sözcüktür.

lehçelerin birbirini anlamaması, 1600 yıldır alfabesi olan Ermeni dilleri için de geçerlidir. sayısız kilise, okul, dergi, yayınevi ve devasa tarihî-edebî birikime rağmen bu tekdil gerçekleşmedi. Yıldız Deveci Bozkuş’un aktardığına göre, Hıraçya Acaryan, Ermeni Dili Tarihi adlı kitabında, “en basit şekliyle iki Ermeni birbirinin konuştuğunu anlamıyorsa bu konuşulan dilin farklı lehçelerinin konuşulduğunu ortaya koyar” diyor, ta 1901’de. Thomas Mann’ın aynı yıl yayımlanan Buddenbrook Ailesi romanında da benzer sahneler vardır. “Zavallı Tony”, bir mektubunda “bizim hizmetçiye ‘köfte’ deyince anlamıyor, çünkü burada tuhaf bir adı var. karnabahar için öyle bir sözcük kullanıyor ki, hiçbir Hıristiyan [= Alman; s.t.] bununla karnabahar kastettiğini kolay kolay anlamaz.” peki hizmetçi kadın ne demişti: “evet, Frau Konsül, dışarıda bir beyefendi var, ama Almanca konuşmuyor ve daha çok bir salyangoza benziyor!”

Almanya, ulusal birliğini 1871’de kurmuştu ve Almanca sahasındaki çok sayıdaki krallık, vassallık ve derebeyliklerin hemen hemen tamamı Almanca(lar) konuşuyorlardı. standart Hochdeutsch (Yüksek Almanca), bugün daha da yaygın, ama iktidar bu dili oluşturduğunda bütün Almanlara yeni bir dil gibi garip ve zor gelmişti. pek çok Alman yazar, okulda öğrendiği Almancayla ilgili trajik denebilecek cümleler kurar. birlikten 152 yıl sonra bugünkü Almancalarda kartoffeln (patates) sözcüğünün birbirine benzeyen ve benzemeyen 52 varyantı vardır! 1910’da Fransa’da Fransızca bilenlerin oranı % 11’di. 656 yılında, yani bundan 1397 yıl önce kitap haline getirilen Kur’an’a ve fasih Arapçaya ve sayısız Arap devleti, sarayı ve medresesine rağmen (Orta Afrika lehçelerini dışarıda tutarsak) birbirini (iyi) anlamayan 15 Arapça lehçesi/dili bulunmaktadır. Arap ülkelerinin önemli bir kısmı birbirleriyle resmî yazışmalarını “doğru anlaşılmak için” İngilizce yaparlar! Farsçanın 10’dan fazla dili/lehçesi vardır. Doğu ve Batı Ermeniceleri gibi Pontus Yunancası ile Yunanistan Yunancası da birbirilerinden uzaktır. Yunanistan’a sağ veya yaralı ulaşan Pontuslular yıllarca dillerinden utandı(rıldı)lar. İtalyanca, İtalya’daki yüzlerce derebeyliği ve lehçe içinden Dante’nin İlahi Komedya’da kullandığı lehçe üzerine inşa edildi. Bütün bu dillerin devletleri, akademileri, matbaaları ve yayınevleri var/dı.

Bu imkânlardan pek azına sahip olan Kürtçe(ler)in birbirinin içine yaklaşan ya da birbirinin çeperinden uzaklaşan bir tarihi söz konusudur. Kürt medreselerinde okutulan gramer kitabı, Elî Teremaxî’nin 1590’larda yazdığı Tesrîfa Kurmancî’dir ve Sünnî medreselerin etkin oldukları bölgelerdeki Kurmancîyi ve Kürt divan şiirini domine eder. okumuşlar arasındaki bu yazı dili, bütün Kürtleri ya da Kürtlerin çoğunu kapsayan bir iktidar söz konusu olmadığı için belli bir çerçeveyi aşamamıştır. Hawar dergisinin 1932, Gelawêj dergisinin 1939, Tîrêj dergisinin 1979’da başlayan girişimleri, Kurmancca, Soranca ve Zazacanın standartlaşmasını büyük ölçüde sağladı. bir değil, üç Kürtçe oluştu. bu diller/lehçeler arasındaki ilişkiler daha belirgin hale getirildi, ama kimse sen kendi dilini bırak bize intisap et demedi.

peki bütün dillerde birer “özellik” olan bütün bu olgular, neden Kürtçe söz konusu olduğunda hiç de muteber olmayan muktedir ya da muktedir gözlüğü takmış birilerince “kusur” sayılıyor?

biz tarih ve dilbilimi, Türkiye Cumhuriyeti ve onun oluşturduğu Türkiye Türklüğünün gözlüğüyle okuyamayız. bu anlamda Kürtlerin “tekdil”e sahip olmaması bir kusur değildir, saygın bir özelliktir. diğer ulus devletler gibi bütün Kürtçeleri unutturup tek bir Kürtçeyi mi resmî dil yapalım? sadece “hayali cihan değer” özgür Kürdistan değil, sömürge Kürdistan da kendiliğinden federatif bir yapıya sahiptir ve böyle kalması, Kürtlerin kültürel dokusuna uygundur. tekçilik Ermeniler, Yahudiler, Kürtler, Rumlar, Süryaniler gibi çok sayıda ulusun kırımına yol açtı. Kürtler bugün ve gelecek için kendilerine neden tekçiliği seçsin ki? Türkiye Cumhuriyeti’nin Türkiye Türklüğü kurgusu, Ermenice bir sözcük ile օրինակ (orinak), yani örnek bir model değil ki. hatta bu Türklük esas alınsa, maazallah, “bariz sarı insan cinsi alametleri olan” Yusuf Halaçoğlu Türk kabul edilmez. tehlikenin farkında mısınız?! Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi’nde aktardığına göre; Celal Nuri İleri, 1932 tarihli Devlet ve Meclis Hakkında Musahabeler kitabında Türk olmanın üçüncü şartında şöyle diyor çünkü: “[bir Türkün] sarı veya siyah insan cinslerinden bariz alametleri olmamalı.” oradan full HD Türk bir arkadaş Halaçoğlu’na “bizimle değilsın” desin lütfen!

bu hasta, suç işlemiş, suç üzerine kurulmuş algıyı mı esas almalıyız? Kürtler birbirini anlamıyormuş. anlamasın, ne çıkar? tekçi mi olsunlar? şiveli Kürtçe konuşanla alay mı etsinler? tek Kürtlüğe girmek istemeyen Kürt ya da komşu halk ve insanları yok mu etsinler? özgür bir Kürdistan’da tam da Norveç gibi herkes kendi dil veya lehçesini konuşur; okullarda öbür lehçeleri öğrenir, komşusunun dilini konuşur, iç ve dış kültürel doku ile sürekli melezleşir, sosyal medyada birbirine alevli emoji atar. kime ne?

Sevan Paşa’ya Kürt olduğumuzu daha nasıl kanıtlayacağız? Gençlerbirliği Kulüp Başkanı İlhan Cavcav, Afrika’dan bir futbolcu getirtir, ertesi gün ona bir TC kimlik kartı çıkartır, futbolcunun adını o kimliğe Muhammed Fatih filan diye yazdırtırdı. yeni Muhammed Fatih nüfus müdürlüğünden alınan bir kimlikle dakkasında Türk oluyordu, ama Nişanyan bizi bir türlü Kürt saymıyor! onun için yukarıda ve aşağıda saydığım dilsel deliller, dünya dillerinin tekrarlanan özellikleri, bilimsel ve etik çerçeve de önemli değildir. o, öyle zannettiğine inanır. medyatik tarihçilerden Murat Bardakçı’nın Gürganca (o, “Gürganîce” diyor) ile ilgili sözlerini kesip “öyle bir dilin olduğunu zannetmiyorum” demişti. sonra Bardakçı’dan söz konusu dilin bir sözlüğünün bir kopyasını almaya ikna olmuştu netekim! Murat Bardakçı’nın söylediğine ikna olan, Zana Farqînî’nin söylediğine neden ikna olmaz? Tahran’da bir evde baktığım Adını Unutan Ülke adlı kitabında neden herhangi bir Kürtçe sözlük kullanmadan Kürtçe köy ve şehir adları hakkında ahkam keser? Taraf gazetesindeki yazısında bir sözcükle Türkçeleri tek kılarken neden bir (iki diyerek) sözcükle Kürtçeleri böler? ona kalsa Afyon’da “goley” ve Amasya’da (ilkinden eminim de ikincisini uyduruyorum) “kolay” diyen Türkler aynı dili, ama “verg” diyen Zazalar ile “gurg” diyen Kurmanclar ayrı dilleri konuşur.

bu saptırmaya döneceğim de aklıma Dersim katili albay Nazmi Sevgen’in benzer bir çıkarımı geliyor. 1952’deki Belleten sayılarından birinde (dergideki başlığı farklıydı, kitap olarak farklı adla çıktı, kitabı Kalan Yayınları basmıyaydı iyiydi!) “rût” sözcüğünü örnek veriyor. diyor ki, “r harfini kaldır. ne kalır? ut. ut ne? Türkçede cinsel organ yeri. bu ne demektir? Dersimliler Türk demektir!” rütbesiz Nişanyan da aynı kafada.

bütün imkânlarına karşın Avrupa dillerinde bile goley-kolay / verg-gurg tekliği gerçekleşmemiştir. 1635’te kurulmuş Fransız Akademisi paso yeni sözcük üretir, daha önce yüce saydığı kimi sözcükleri tedavülden kaldırır, Fransızca kurs hocalarına her dönem başında yeni sözcük, fiil ve kural çizelgesi gönderir; hatta bazı İngilizce sözcüklere öyle İngilizce yankılı karşılıklar bulur ki, koca akademide turistlere kilim satacak kadar İngilizce bilen birinin olmadığını düşünürsün!

beyimiz iki sözcük üzerinden Kürtçeleri bölüyor ama sözcük farkları dünyanın en yaygın dilleri olan Çince ve İngilizcelerin de gerçekliğidir. kullandığımız “çay” sözcüğü ile İngilizcede kullanılan “tea” sözcüğü, “iki ayrı” Çince lehçesinden alınmış “iki aynı” sözcüktür. Yine The Story of English kitabının yazarları, “İskoçya İngilizcesi bir dil mi yoksa lehçe mi?” diye sorup şöyle cevap verirler: “dil, ordusu ve donanması olan bir lehçedir, derler, ama benim aksanım sıklıkla senin lehçene dönüşür.” aynı kitaptan İskoçya İngilizcesine ait bir cümle paylaşayım: “smell winds hae wrocht havoc in aa the westlan airts o’ Scotland the day.” söz konusu yazarlar radyo, TV, okul, askerlik, sinema, mahkeme, iktidar gibi sayısız etmene karşın İngilizcelerin pek çok bölgesinde “şaşırtıcı” sayıda sözcük çeşidiyle karşılaşıldığını eklerler. mesela donkey (eşek) sözcüğünün moke, cuddy, nirrup ve pronkus gibi karşılıkları, “beat” (dövmek) sözcüğünün deg, frap, heft, joggle, nope, scaitch ve whang gibi karşılıkları vardır. ne “tea” “çay”a bakar, ne “monkey” çıkıp “pronkus”u andırır, ne de “beat” “joggle”a selam verir. ama Sevan Nişanyan “iki aynı sözcük”le Kürtçeleri bölme ve parçalama cüreti gösterir. hadi ciddiye alıp verdiği Türkçe ve Kürtçe sözcükleri Aramî alfabeyle yazıp karşılaştıralım:

a. Goley: kef-i Farsî, waw/vav, lam, (“e” için güzel he), ye (a, b, c, d, e)
b. Kolay: kaf, waw/vav, lam;elif, ye (f, b, c, g, e) = 2 fark
a. Verg: waw/vav, “e” için güzel he, re, kef-i Farsî (a, b, c, d)
b. Gurg: kef-i Farsî, waw/vav, re, kef-i Farsî (f, a, c, d) = 1 fark
görüldüğü gibi ikinci grup sözcükler birbirlerine daha yakın. ilkinde iki farklı harf var, ikincisinde bir. Kürtçeler arasında v-g değişimi vardır ki onu eklersen farklı harf kalmaz. ayrıca gurg sözcüğü “gverg/guverg” olarak da okunabilir. neredeyse lehçe farklılığı ortadan kalkacak. peki bu ne demektir? Afyonlular Kürt demektir tabiî ki!

beyimiz yine “zannetmiyorum” diyecektir ama, Kürt dilleri/lehçeleri birbirlerine diğer pek çok dilin lehçelerinden çok daha yakındır. bu gerçeği önce Türk lehçeleri ile Anadolu Türk lehçesi karşılaştırması üzerinden aktaracağım. ardından birbirine daha yakın Kürt dil/lehçeleri olan Zazaca ve Goranca veya Soranca ve Kurmancca ile değil, kendisi zikrettiği için Zazaca ve Kurmancca ile örnekleyeceğim.

Talat Tekin’in adını andığım kitabında 10 Türkî dil/lehçeden birer cümle ile Anadolu Türkçesindeki karşılıkları verilmiş. şöyle:

Çuvaşça-Türkçe:Kineke sitel şinçe vırtat – Kitap masa(nın) üstünde duruyor.
Yakutça-Türkçe:En olus türgennik sanarağın – Sen çok hızlı konuşuyorsun.
Tuvaca-Türkçe:Küser bolzunza çuğalar men – İstersen anlatırım.
Hakasça-Türkçe:Çılığ kün polar tip, pis niyik tonanıp algabıs – Hava ılık olur diye biz hafif giyindik.
Altayca-Türkçe:Ol onçozınan ozo cortop oturdı – O, herkesten önce gitti.
Kırgızca-Türkçe:Aba ırayı özgürdü – Hava durumu değişti.
Özbekçe-Türkçe:U kelganda idi kinoga barar edik – O gelseydi sinemaya giderdik.
Uygurca-Türkçe:Çıvınlar yorukni ranni aralamdu – Sinekler ışığı ve rengi fark eder mi?
Tatarca-Türkçe:Ana şatlığınnan yılap çıbardı – Anne sevincinden ağlamaya başladı.
Başkurtça-Türkçe:Kisarin min öyze bulam – Akşamları ben evde olurum.
Anadolu Türkçesi konuşan biri ve eminim ki Nişanyan da bütün bu cümlelerde geçen sözcüklerden “ana” dışında tek bir sözcük anlamamıştır. ama bunlar Türkçeler, Türkî dillerdir. bunun daha Azerce, Balkarca, Gagavuzca, Karahanlıca, Karakalpakça, Kazakça, Kumukça, Nogayca ve Türkmencesi var. tabiî hemen “hani Harezmce” diyen çıkacaktır. Türk akademisinin yalanlarını “kuş kanadı kalem olsa”, ummanlar mürekkep dolsa listeleyemeyiz. Harezmce Türkçe değil. Zebîhullâh-ı Safâ’nın İran Edebiyat Tarihi’nden şu cümleleri aktarmakla yetineyim: “Hârezmî lehçesi, ister Hicretten sonraki ilk üç yüzyılda ister sonraki yüzyıllarda olsun adı geçen lehçeler arasında bir süre konuşulmaktaydı. nihayet Moğol ve Tatar saldırıları sonucu Ural-Altay dillerinin o bölgede yaygınlaşmasıyla birlikte VIII/XIV. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş ortadan kalktı. eski lehçelerden ve aynı şekilde Arap hattıyla yazılmış olan İslâm dönemi yeni Hârezmî lehçesinden bir kısım eserler elde mevcuttur. Ebû Reyhân-i Bîrûnî-yi Hârezmî, Âsaru’l-Bâkiye’sinde Hârezmî dilindeki ay, bayram, önemli günler ve ay konumlarının isimlerini zikretmiştir.”

bir Kürdî dil/lehçenin konuşma alanında birkaç ay geçiren başka bir Kürdî dil/lehçe konuşanı, o lehçeyi mükemmele yakın anlamaya başlayabilir. bunu kolaylaştıran etmen, Kürtçeler arasındaki ses değişiminin belli bir sisteme göre işlemesi ve ses değeri aynı ya da farklı olan harflerin (b-v, z-j, ç-ş gibi) aynı sisteme göre dönüşümüdür. küçük bir örnek için Michael L. Chyet’in şu yazısına bakılabilir: vinkovar.blogspot.com/2017/11/ (bu Kurmancca makalenin altında Anadolu Türkçesine yapılmış çevirisi mevcuttur). daha geniş bir çalışma için ise Malmîsanij’ın Kürtçede Ses Değişimi kitabına bakılabilir.

şimdi diğer Türk dilleri ile Anadolu Türkçesi karşılaştırması için aktardığım örnekleri, aynı sıra ile, Zazaca ve Kurmancca vereyim. Zazalar ve Kurmanclar karıştırmasın diye uyarmak zorundayım: ilki Zazaca ikincisi Kurmanccadır!

Kitab serê maseyî de vindeno – Kîtab li ser maseyê ye.
Ti zaf lez qalî kenî – Tu zaf bilez qal dikî.
Eke ti biwazî ez vana – Heke tu bixwazî ez bêjim.
Beno ke hewa şilgerm bo, coka ma cilê sivikî xo ra dayî – Di be ku hewa saregerm / hênik be, (lewma) me cilê sivik li xwe kirin.
O verê her kesî şi – Ew berî her kesî çû.
Rewşa hawayî vurîya/bedilîya. – Rewşa hewayê guherî.
Eke o biameyêne, ma şîyêne sînema – Eke ew bihata em ê biçûna sînemayê.
Mîyesî roşnî û rengan ferq kenê? – Mêş ronahî û rengan ferq dikin?
Maye/dayike keyfê xo ra dest bi bermî kerd – Dayîkê ji kêfa (xwe) ra dest bi girînê kir.
Şanî, ez keye de bena – Êvarkî, ez mal de me.
goley gele!

nupel.tv/selim-temo-sevan-nisa

Mantığının eleştirdiğini,
merhametinin savunmasına izin verme.

Jane Austen

Kardeşlerinizi boğazlıyorlar, göz yumuyorsunuz.
Çığlıklar duyuluyor ama siz susuyorsunuz.
Aramızda dolaşıp kurbanını seçiyor zorbanın teki,
Sessiz kalırsak bize dokunmaz diyorsunuz.
Bok yiyorsunuz!
Ne tuhaf yer burası, sizler nasıl insanlarsınız!
Haksızlık varsa bir yerde eğer, ayaklanmalı insan.
Ayaklanma olmuyorsa batsın o şehir yerin dibine.
Yansın bitsin, kül olsun karanlıklar basmadan.

Bertolt Brecht

Mezarlıkları ne zaman imara açacaksınız?

Fikret Başkaya

“Modernlik, insanların geçim araçlarına sistematik olarak yabancılaşmasından ve hayatın bekasını sağlayan doğal ortamlar ile ekosistemlerin ortadan kaldırılmasından ayrılamaz”.

Jonathan Crary

Kapitalizm, ücretli emek sömürüsü, karşılığı ödenmeyen kadın emeği ve doğa yağma ve talanıyla yol alan bir sistemdir. Sınırsız büyüme-genişleme-yayılma eğilimine ve dinamiğine sahiptir… Varlığını büyümeye borçludur. Aslında söz konusu olan da sermayenin büyümesidir… Büyüme veya yok olma ikilemiyle malûldür… Balıklar nasıl su olmadan yaşayamazsa, kapitalizm de büyümeden var olamaz…

Gerçi kapitalizm sınırsız büyüme-genişleme-yayılma dinamiğine sahiptir ama bu dünyanın kayrakları sınırlı, sonlu… Bir zaman geliyor, şimdilerde olduğu gibi sınırsız büyüme, kaynakların sınırına dayanıyor… Sermayenin büyümesi, eş zamanlı olarak sosyal kötülükleri (işsizlik, yoksulluk, sefalet, aşağılanma, etik yozlaşma…) büyütmeden, ekolojik (doğa) tahribatı derinleştirmeden mümkün olmuyor…

Neoliberal çağda kapitalizm (sermaye) büyümekte zorlandıkça, değerlenme sıkıntısı çektikçe, kamuya ait kaynakları ve müşterekleri gasp etti, ki, ona özelleştirme diyorlar… Burjuva iktisatçıları, burjuva politikaları ve bir kısım sendikacı (ki, bizde küçük bir istisna dışında kalan sendikalar, işçi sınıfının, ezilen ve sömürülen sınıfların değil, devletin ve sermayenin örgütleridir…), özelleştirmenin verimliliği artırdığını söylüyorlar… Oysa asıl amaç, büyüme sıkıntısı çeken sermayeye yeni değerlenme alanları açmaktı… Özelleştirme, vergilerle oluşturulmuş (Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) denilen kurumların sermayeye satılmasıyla (peşkeş çekilmesiyle densin) başladı ve şimdilerde hava ve sokaklar dışında özelleştirilmemiş, metalaşmamış, kâr aracına dönüştürülmemiş, soysuzlaşmamış hiç bir şey kalmadı… Aslında bu yazının başlığı ‘sokakları ne zaman özelleştireceksiniz’ de olabilirdi…

Oysa, tüm yaşam kaynaklarının ve araçlarının özelleştirilip, kâr aracına dönüştürüldüğü bir toplumsal yaşam sürdürülebilir değildir… Müştereklerin, herkesin kullanımına sunulan, sunulması gereken, yaşam araçlarının, alanlarının ve kaynaklarının özel mülkiyet konusu olduğu, sermaye tarafından gasp edildiği bir toplum, insanları bir arada tutan, birlikte yaşamın temelini oluşturan tutkaldan, temelden yoksun demektir…

Velhasıl insan ve toplum yaşamının tüm veçheleri utanmazca yağmalandı, talan edildi, bir kâr aracına dönüştürüldü… Su parayla satılıyor ve bir de vergi alınıyor… Doğrusu, suyun parayla satılmasını sorun etmeyen, kabullenen, sineye çeken toplumun da sorun edilmesi gerekmiyor mu? … Eğitim, sağlık, güvenlik dahil her şey özelleştirildi… Sağlığın bir kâr aracına dönüştürülmesinin mantığı nedir? Hastanelerin birer şirkete dönüştürülmesi utanılacak bir şey değil mi? Parası olanın sağlık hizmetine ulaşabildiği bir toplum ne demektir? Eğer insanlar soru sorma yeteneklerini kaybetmişse olacağı budur…

Artık yollar, köprüler, tüneller, yaylalar, meralar, deniz sahilleri… özelleştirilmiş durumda… Sahillerin özelleştirilmesi demek aslında denizlerin de özelleştirilmesi demektir… Artık özelleştirilmemiş, meta kategorisine indirgenmemiş, yağmalanmamış, talan edilmemiş hiçbir şey yok…

Gerçi Türkiye’de siyaset oldum-olası bütçenin, hazineni ve müştereklerin(herkesin olan, olması gereken ortak yaşam kaynaklarının ve alanlarının) yağmalanmasıyla yol alıyor ama dinci AKP tüm rekorları kırdı… AKP iktidarında müştereklerin yağmalanması insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaştı… Artık bir şey ‘ihtiyaç’ olduğu için yapılmıyor… Ne yaparsam kâr ederim, bütçeyi, hazineyi yağmalarım, talan ederim sorusunun cevabı olarak yapılıyor…

Ne zaman ‘imara açıldı’, ‘turizme açıldı’, ‘ÇED raporu gerekli değildir’, ‘acele kamulaştırma kararı alındı’ dendiğini duysam için cız ediyor… İmar, umrân’dantüremedir. Şenlendirme, bayındır hale getirme demektir… Şimdilerdeyse tam bir yıkım ve yok etme aracı… Güzelim topraklar turizm için betonlaştırılıyor, asvaltlanıyor… Turizm amacıyla verimli toprakları telef etmenin, zengin turizmi için ülkenin geleceğini yok etmenin mantığı nedir? Eğer ekolojik yıkım, atmosferin ısınması bu hızla devam eder, vakitlice durdurulamazsa, o beş yıldızlı otellerinizin birer çöp yığını olacağından kuşkunuz olmasın… Korona virüs günlerinde turizme bel bağlamanın ne demeye geldiği anlaşılmadı mı?

Adı ‘Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği’ olan bir bakanlık var. Öyle bir bakanlığın ne yapması gerekir? Ekolojik dengeleri gözetmesi gerekmez mi? Bizde yıkımın ve yok etmenin hizmetinde… Yangına körükle gidiliyor… Yağma ve talanı meşrulaştırıyor. Acele kamulaştırma doğa yağmasının önündeki sınırlı engelleri de ortadan kaldırıyor… Aslında ‘kamulaştırma’, tanımı gereği kamu yararı amacıyla yapılana deniyor ama bizde tam tersi söz konusu… Özel çıkar için kamu kaynaklarını, müşterekleri yağmalamanın gasp etmenin hizmetinde… İnsanlar evlerini, bahçelerini, tarlalarını gözü kararmış şirketler hesabına yıkmak özere gelen ‘iş makinalarının’ gürültüsüyle uyanıyor… Yıkıma itiraz etmeleri kanunlarla yasaklanmış durumda… Aslında Orta Çağın sonlarında, kapitalizmin şafağında, Avrupa’da kamusal alanların, müştereklerin (tarlaların, otlakların, ormanların, suyun…) yeni yetme kapitalistler ve soylular tarafından gasp edilmesine çitleme deniyordu… İnsanlar ortak yaşam alanlarından kovuluyor, çitlerle çevriliyordu… Şimdilerde bizde yapılan onun XXI’inci yüzyıldaki tekrarı gibi…

Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm adlı ünlü eserinde, toprakların, meraların, otlakların, bir bütün olarak ortak yaşam alanlarının yağmalanmasından söz ederken şöyle diyordu: “Toprak çevrimlerine haklı olarak, zenginlerin yoksullara karşı gerçekleştirdikleri bir devrim denilmiştir. Soyular bazen şiddete başvurarak, sık sık da baskı ve yıldırma yoluyla, eski düzeni bozuyor, eski yasa ve gelenekleri ortadan kaldırıyorlardı. Yoksulların ortak arazideki paylarını alenen ellerinden alıyor, onları eskiden geleneğin yıkılmaz gücüne dayanarak kendilerinin ve mirasçılarının bildikleri meskenleri yerle bir ediliyordu. Toplumsal doku parçalanıyordu. Terk edilmiş köyler ve yıkılmış evler, ülkenin savunma mekanizmalarını tehdit eden, şehirleri yerle bir eden, nüfusunu azaltan, toprağını yıpratıp toza çeviren, insanlarını bizar eden, onları namuslu çiftçilerden dilenci ve haydut çetelerine dönüştüren devrimin acımasızlığına tanıklık ediyorlardı”.

İnsanların aklını başına alıp, bu sefil sürece dur demek için daha ne kadar beklemeleri gerekiyor? Ayaklarının altındaki zemin hızla çökerken bu atalet niye?..

ozguruniversite.org/2023/08/15

Bakışlarıyla 'ben senin kardeşinim' diyenlere karşı dikkatli olun.
Bir yerlerinde mutlaka bir hançer gizlidir…

~…William Saroyan...~

Resmi ideolojiyle, kendi tarihi ile hesaplaşmadan, yalnızca bir hükümete karşı çıkanların çok olduğu ülkede aydın çıkmaz, çıksa çıksa aydıncık çıkar.!
… çıkanlarında akıbeti
ortada…

Mahmut Uzun

instagram.com/p/Cv4IT4fKxnf/?u

Kraliçe Victoria döneminde binlerce kadının ölüm sebebi: Çemberli etek

1850'lerden itibaren sadece İngiltere'de, çember eteğin en revaçta olduğu 10 yıl içerisinde 3 bin civarında kadının yanarak öldüğü tahmin ediliyor.

gazeteduvar.com.tr/kralice-vic

“TC.” Devletinin kuruluşundan günümüze ne
deyişti.?
Hiç bir şey değişmedi, değişmiyor, deyişemiyor...
Bir akıl tutulması içinde, kendi kendini esir almış, herkesin yanlış ve düşman olduğunu, temizlenmesi gerektiğini her daim bu devleti yönetenler tarafından dillendiriliyor...
Örnek mi istiyorsunuz?

Onuda sizler yazın.

“ Biz Ermeni’yi dövdürmüyecektik”

Burdan başlarsak, doğruyu ve bu kanlı tarihi ciddi bir şekilde sorgulama, mahküm etme şansımız
olur...
Hadi bakalım herkes eteğindeki taşı bir orta yere
döksün...
Bekliyorum.

Mahmut Uzun
instagram.com/p/Cv4PzxwK231/?u

“Zaten bahtsız bir çocukluk dönemi yaşamıştı,

Hayat O'na büyük bir sans verdi. Ecmiadzin'e (Սբ Էջմիածին) götürüldü.

12 Yaşındaydı ve Ermenice bilmiyordu.

Echmiadzin yeni bir hayat verdi O'na

Kimseler bilmiyordu aslında bir dehaya yardım ettiğini.

Büyüdü, sadece bedenen değil yaptıklarıyla büyüdü .

Yıllar sonra doğduğu topraklara geldi ve bence sanssızlığı o zaman başladı.

Birçok ülkede yaptığını burada da yaptı.

Konserler verdi, çalışmalarını sürdürdü.

Ve 24 Nisan 1915 Cumartesi akşamı Türk'ten çok Ermeni casusların olduğu Pangaltı’da, yaşadığı evin kapısı vuruldu.

Resmi kiyafetli bir polis gayet nazik bir tavırla ''Karakola kadar gelmenizi rica ediyorum, 5 dakika sürmez, hemen dönersiniz ''
dedi.

Önce bölge karakoluna, sonra merkez karakola götürüldü, 'götürüldüler' demek daha doğru e 'aydınlar listesi'nde kimler yoktu ki...

Gomidas önceleri çok sakin bir tavır ve ruh halindeydi, hatta bilinen şakacılığı bu olüm yolculuğunda bile sürüyor, ve hatta bu yaşananları bir 'saka' olarak değerlendiriyordu .

İlk vurgunu isim yoklaması anında yaşadı. Beceriksiz görevlilerden biri Ermeni isimlerini okumakta zorlanıp, Gomidas Vartabed'i 'Komitaci Vartabed' olarak
okudu.”

Ben bu ülkenin insanıyım ANADOLUYUM.
Yüzyıllardır bu topraklarda harmanlanmış bir olma geleneğinin temsilcisiyim.
Bir inanca, siyasete, politikaya, ideolojiye bağlı değilim.
Ülkemin mozaiğinin elçisiyim.
Dün, bugün, yarınlarda hep içim dışım kayıp, yok oluyorum
birer birer…
Gelecek nesiller kaybolmasın diye kimlik sormadan, konuştum konuşuyorum…!

Mahmut Uzun

instagram.com/p/CvwkTU-KB7n/?u

“Dostoyevski’den nefret ediyorum. İnancımı ilk öldüren oydu,” Polina Suslova

“Dostoyevski’den nefret ediyorum. İnancımı ilk öldüren oydu,” Polina Suslova

Dostoyevski, 59 yıl yaşadı. Dünya edebiyatın en önemli eserlerini yazdı. Zor bir hayatı oldu; hastalıklar, sürgünler, mali sıkıntılar içinde geçti yaşamı.
Hayatına pek çok kadın girdi, bunlardan ikisiyle evlendi. Polina Suslova ise Fyodor Dostoyevski’nin hayatında ayrı bir yere sahiptir. Dostoyevski için gerçekleşmeyen bir arzu nesnesi gibidir. Onunla yaşadıkları, ayın diğer yüzü gibi hâlâ biraz karanlıktadır.

Dostoyevski ve Polina Suslova 1861 yılında yoksul öğrenciler yararına düzenlenen bir gecede tanışırlar. Dostoyevski böyle gecelere sık sık katılır ve eserlerinden parçalar okurdu. Polina Suslova ise böyle gecelerin müdavimlerinden biriydi. Dostoyevski ile karşılaşması bu gecelerin birinde olur. Olayın tam olarak nasıl gerçekleştiği biraz muamma ama o günlerin birinde Suslova, Dostoyevski’ye yayımlaması için bir öykü gönderir. Suslova’nın öyküsü 1861’in Ekim ayın da ‘Vakit’ dergisinde yayımlanır.
Eski bir mujik kızıdır Suslova. Ablası Rusya’nın ilk kadın hekimi olurken Suslova arzularının peşinden gitmeyi tercih eder. Fakültelere yazılır ama derslere girmez. Devrimcidir. Tanrı’ya inanmayan solgun yüzlü bir feministtir. Güvenilmezdir. Sert bakışları olan görkemli bir kadın olduğu söylenir. Yürek yakan bir nihilisttir. Onu tanıyanlardan birisi; sadece içinden geldiği için adam öldürebileceğini söyler. Ruhundaki karmaşayı kendisinden 16 yaş büyük Dostoyevski’nin çözebileceğine inanır. Ne var ki Dostoyevski düşündüğü gibi biri değildir. Suslova’nın yanında çirkin kalır. Borçlardan bunalmıştır. Sara hastasıdır. Kuşkucu biridir. Suslova, bütün varlığını ona teslim etmek isterken Dostoyevski ona teslim olur. Kurtarıcısı olarak gördüğü adam gözyaşları içinde ayaklarının dibine yığılır zaman zaman. Suslova, korkunç bir kıskançlıkla saplantılı bir âşığa dönüşen Dostoyevski’den nefret eder, ondan tiksinir. Günlüğüne, “Dostoyevski’den nefret ediyorum. İnancımı ilk öldüren oydu.” diye yazar.

‘Vakit’ dergisi kapanınca Rusya’dan ayrılmaya karar verir Dostoyevski. Suslova’ya birlikte gitmeyi teklif eder, Susluova kabul eder. Dostoyevski bu yolculuğu Suslova ile birlikte geçirebileceği romantik bir yolculuk olacağını düşünür; fakat Suslova’nın başka planları vardır. İşler aksayıp yolculuk kısa bir süre ertelenince Suslova bavulunu toplayıp Paris’in yolunu tutar. Dostoyevski ise işlerini bitirir bitirmez onunla Paris’te buluşacağı günü düşünür. Kısa süre sonra Dostoyevski Paris’e gider. Yolda, Wiesbaden’de bir mola verir. İçindeki kumar tutkusuna engel olamayıp kumarhanelere girip çıkar. Büyük gösterişli salonlarda oyun oynar. Şansı yaver gider, üst üste kazanır. En sonunda bütün parasını koyar masaya ve yine kazanır. Sevinç içinde dışarı çıkıp otele döner. Paris’e gitmek için hazırlanırken içindeki tutkuya boyun eğer ve geldiği yere geri dönüp tekrar kumar oynar, tekrar kazanır. Masadan kalkıp odasına döndüğünde yorgun ama mutludur. Paris’e gitmek için hazırlanır.
Dostoyevski Paris’te Suslova’yı görecek olmasından dolayı hem heyecanlıdır hem de Suslova’nın kendisini bırakıp Paris’e gitmesine kızgındır. Suslova, aynı gün için günlüğüne, “Dostoyevski’den bir mektup aldım. Beni göreceği için çok mutlu. Acıyorum zavallıya.” diye yazar. Dostoyevski, Suslova’yı Paris’te küçük bir pansiyon odasında bulur. Solgun bir yüzle karşılar onu Suslova. “Dinle Polina, öğrenmem gerek. Neresi olursa olsun bir yere gidelim. Her şeyi anlatacaksın bana. Yoksa Ölürüm!” diyerek bağırır Dostoyevski. Sonrasında Dostoyevski’nin kaldığı eve giderler. Yol boyunca hiç konuşmazlar. Dostoyevski sabırsızlanır çabuk olması için arabacıya bağırır yolda. Eve girer girmez Dostoyevski birdenbire yere yığılır “Seni yitirdim, biliyorum bunu.” Suslova, onu sakinleştirip yatıştırır. Paris’teki Salvador isimli sevgilisinden söz eder. Gözyaşları içinde anlatırken Dostoyevski tutulmuş bir halde sessizce dinler ve mutlu olup olmadığını sorar.
“Hayır.”
“Nasıl olur, hem seviyorsun hem mutlu değilsin?”
“O beni sevmiyor.”
“Bir köle gibi seviyorsun değil mi onu? Dünyanın öbür ucunda gideceksin ardından. Günün birinde bir başkasını seveceğini biliyordum. Yanlışlıkla sevdin beni”
Bir kadın ile bir erkek arasındaki dostluk çoğunlukla gelişmemiş aşklardan doğar diyordu Milan Kundera. Dostoyevski ve Suslova’nın gelişmeyen aşkları dostluğa evrilir mecburen. Durumu kabullenen Dostoyevski “İtalya’ya gidelim…” der, “ağabeyin olacağım senin”. Suslova, Salvador ile ilişkisini kesip Dostoyevski ile İtalya’nın yolun tutar. Birlikte kumar masalarına otururlar. Kazandıkları da olur kaybettikleri de. Suslova’nın yüzüğünü rehin vermek zorunda kaldığı da olur. Şehir şehir dolaşırlar. Roma’dan Napoli’ye oradan Torino’ya giderler. Birliktelikleri de Torino’da son bulur. Suslova Paris’in yolunu tutarken Dostoyevski birkaç hafta sonra Rusya’ya geri döner. Suslova ve Dostoyevski Ekim 1863’ten sonra bir daha hiç görüşmezler. İki yıl sonra 1865 yılında birkaç kez görüşürler fakat ilişleri daha fazla devam etmeyecektir. O günlerde yazdığı bir mektup Suslova’yı çok kızdırır. Kendisi cevap yazamayınca kardeşinden Dostoyevski için bir mektup yazmasını ister. Nadezhda Suslova kardeşinin istediği üzerine bir mektubunda Dostoyevski’yi “Başkalarının acıları ve gözyaşları senin için içki ve etten ibarettir.” diye suçlar. Dostoyevski’nin bu mektuba cevap olarak yazdığı mektup ise hiçbir zaman bulunamaz.
Polina Suslova’nın Henüz Türkçeye çevrilmeyen günlüğünde Dostoyevski ile olan ilişkisinden bahseder. Dostoyevski ise romanlarında söz eder ondan. “Kumarbaz” romanında açık açık ondan söz eder. Aralarında geçen kimi konuşmaları romanında yer vermekten çekinmez. Polina Suslova, Suç ve Ceza romanında Dunya olarak karşımıza çıkar, Budala’da Nastasya Filipovna, Karamazov Kardeşlerde ise Katrin ivonava.
Polina Suslova; 1880’de kendisinden 16 yaş küçük eleştirmen Vasily Rozanov ile evlenir; fakat bu evlilik altı yıl sürer. Polina Suslova altı yılın sonunda kocasını terk eder.

Dostoyevski 1881 yılında öldüğünde cenaze töreninde otuz bin kişi vardı. O kalabalığın arasında Polina Suslova da var mıydı? Kim bilir?

Recep Şener
Futuristika

twitter.com/insanokur/status/1

Kalabalıktaki Deha

sıradan bir insanda her hangi bir orduyu her hangi bir gün boyunca
tedarik etmeye yetecek kadar kalleşlik, nefret şiddet ve saçmalık var

ve öldürmekte en iyiler öldürmeye karşı vaaz verenler
ve nefrette en iyiler sevgi vaazları verenler
ve savaşta en iyiler nihayet barış vaazları verenler

tanrıya muhtaç tanrıyı vaaz edenler
barışı yok barışı vaaz edenlerin
sevgisi yok barışı vaaz edenlerin

tetikte ol vaizlere karşı
tetikte ol bilgililere karşı
tetikte ol sürekli kitap okuyanlara karşı
tetikte ol fakirlikten iğrenen
ya da ondan gurur duyanlara karşı
tetikte ol hemen övgü düzenlere karşı
karşılığında övgü bekler onlar
tetikte ol hemen sansürleyenlere karşı
bilmedikleri şeyden korkar onlar
tetikte ol her daim kalabalık arayanlara karşı
tek başlarına bir hiçtir onlar
tetikte ol sıradan adama, sıradan kadına karşı
tetikte ol sevgilerine karşı, sevgileri sıradan onların
aradığı sıradanlık

ama nefretlerinde deha var onların
nefretlerinde seni öldürmeye yetecek deha var
herhangi birini öldürmeye yetecek
yalnızlığı istemeyip
yalnızlığı anlamayıp
kendilerinden farklı olan herşeyi
yok etmeye kalkışır onlar
sanat üretemediklerinden
sanatı anlayamayacak onlar
yaratmadaki başarısızlıklarını
dünyanın başarısızlığı gibi görür sadece onlar
tam anlamıyla sevemedikleri için
senin sevginin eksik olduğuna inanacak onlar
ve sonra senden nefret edecek onlar
ve nefretleri mükemmel olacak onların

parıldayan bir elmas gibi
bir bıçak gibi
bir dağ gibi
bir kaplan gibi
zehir gibi

en güzel sanatları onların

Charles Bukowski

Çeviri:Nazım

İmkansız, inanılmaz, ümitsiz bir şey söylenince kadınlar birbirlerine beddua eder gibi 'Porkurê' derlerdi küçüklüğümde. Mesela bir kadına babasının geçirdiği trafik kazasını haber veren komşusu 'Porkurê, rabe ser xwe, bavê te qeza derbaskiri ye' mealinde şeyler söylerdi.

Sözlük anlamı kısa saçlı demek. Ama manası çok çok daha derin. Küçükken hiç anlam veremezdim. Kısa saç güzeldi, kolaydı, rahattı. Niye bir beddua gibi 'porkure' derlerdi ki?

Sonraları öğrendim. Êzîdî kızları bir trajedi yaşadıklarında gider saçlarını kesermiş ve bir taşın dibine bırakırmış o saçları. Derler ki Şengal'in, DAEŞ'in eline geçtiği dönemde hangi taşını kaldırsanız altından bir ezidi kızının örükleri çıkarmış.

Ben Kürtçe'nin nedense bir kadın dili olduğunu düşündüm hep. Kadınlar arasında söylenen şifreli kelimeler o kadar çok ki. Tam bir yüksek lisans tezi konusu.

Mem Ararat'ın Xewna Bajarekî isimli parçasını dinledikçe o Ezidi kadınlar da düşer aklıma işte.

' Porkurê, ji binê erdê dengê çivîkan tê'

Şimdilerde kimse kullanmıyor artık bu sözcüğü. Kimbilir belki de artık yaşanan hiçbir şey trajedi olarak görülmediğindendir. Ya da bütün trajedilerin zaten yaşanmış olmasındandır.

Hamiyet Çelebi

instagram.com/p/Cvfi6-GNMKU/?u

Kürtlerin zihnindeki Sur imajı budur.
Sırrı Süreyya devletin piyonudur.
Sırrının soytarılığına sanat diyenler ise Sırrının piyonudur.
Sırrı kendisine gelecek tepkilerden korktuğu için sosyal medya hesabı
dahi açmıyor ama kuyruğuna teneke bağlanacak günler uzak değildir.
twitter.com/TopgiderH/status/1

2 Ağustos 1944: -Birkenau toplama kampındaki 4000 civarında , gaz odalarına götürülmeye direndi. SS Roma kampına girdi, ancak mahkumlar sopa ve levye ile silahlandı ve kendilerini içeride barikat kurdular, Nazilerle el ve tırnaklarla savaştılar.
ŞAN OLSUN ONLARA

twitter.com/temeldemirer/statu

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.