Bir Yahudi Türkçü: Avram Galanti ve Irkçılığın Garip Kesişimi. Türk ırkçılığın babası yahudiler..
Medeni Sönmez
Tarihin ironisi bazen insanı şaşırtır. Türk ırkçılığın en ateşli savunucularından biri, ne Türk’tü ne de Müslüman: Avram Galanti. Osmanlı'nın son döneminde ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında adından sıkça söz ettiren bu isim, Musevi bir ailenin mensubuydu. Daha sonra “Bodrum” soyadını alarak memleketiyle bağını pekiştiren Galanti, Türkçülük düşüncesine hem kalemiyle hem de akademik çalışmalarıyla büyük katkı sundu.
Galanti'nin Türk ırkçılığı, yalnızca bir aidiyet hissiyle açıklanamayacak kadar güçlüydü. Onun bu alandaki yazıları, dönemin başka önemli isimleri olan Vambéry ve Kahun gibi Yahudi asıllı düşünürlerin bile ötesine geçmişti. Üstelik bu üç ismin de Türk olmadığını hatırlatmakta fayda var. Ancak Galanti, sadece kültürel bir Türkçülük değil, zaman zaman biyolojik ırkçılığa kayan bir çizgiyi benimsedi. Bu yönüyle, dönemin bazı Türk ırkçılarından daha ırkçı bir tutum sergilediğini söylemek abartı olmaz.
En ilginç çıkışlarından biri ise, Tevrat'a dayandırdığı etno-tarihsel bir iddia oldu. Galanti, Yasef'in (Yusuf’un) torunu Togarma’dan türeyen kavimlerin Türkler olduğunu ileri sürdü. Bu yaklaşımıyla hem kendisini hem de benzer düşüncedeki çevreleri, Türklerin kadim bir kutsal metinle kökenlendirilmesine inandırmaya çalıştı. Bu tür tezler, dönemin kimlik arayışında olan aydınları için cazipti belki, ama bilimsel gerçeklikten çok ideolojik bir fanteziye dayanıyordu.
Tarihin bu tuhaf figürü bize şunu hatırlatıyor: Irkçılık, sadece etnik kökenle sınırlı bir tutum değildir; bazen kendi kökenine rağmen, bir ideolojiye körü körüne bağlanmak da başka bir tür yabancılaşmadır.
Devam edecektir....
İnkârın Sol Yüzü: Kemalist Aklın Devrimcilik Kılığındaki Kürt Düşmanlığı – YAKUP EMRAH
Kemalizm, yalnızca devletin ideolojik aygıtlarına değil, aynı zamanda devletin dışında gelişen siyasal hareketlerin çoğuna da sirayet etmiş, sol siyaseti kurucu bir zemin olarak şekillendirmiştir. Türkiye solunun neredeyse bütün tarihsel biçimlenişi bu Kemalist zeminle ya doğrudan uzlaşmış ya da ona göre kendini konumlandırmıştır. Bu durum, Türkiye solunun en başta ulus-devlet paradigmasına içkin olduğunu, tarihsel olarak devletin üniter yapısına sadakat gösterdiğini ve en önemlisi Kürt meselesini bir “taktik mesele” olarak görmeye meyilli olduğunu göstermiştir.
Bu bağlamda 1971 devrimci kopuşuna atfedilen “anti-kapitalist”, “devrimci” ve “halkçı” kimlik, yapısal olarak Kemalist modernleşmenin ideolojik aparatlarından bağımsız değildir. 71 kopuşunun önder kadroları –her ne kadar sistemle çatışmış olsalar da– Türk ulusalcılığının sınırlarını aşamayan bir siyasal tahayyül içinde kalmışlardır. Kürt meselesi, bu kopuşun zihinsel haritasında ya hiç yer almamış ya da proletarya enternasyonalizmi adı altında askıya alınmıştır.
Oysa Kürt halkı için mesele, yalnızca sınıfsal sömürü meselesi değil; doğrudan varoluşsal bir sorundur. Kürtlerin inkârı, bir ekonomik eşitsizlik meselesinden çok daha derin, çok daha yapısal bir ideolojik imhadır. Kemalizmin laik-modernist söylemi, bu imhayı seküler bir maske altında gerçekleştirmiş; Şeyh Said’den Seyid Rıza’ya kadar Kürt önderliklerini “gerici” olarak kodlayarak imha etmiştir. Bu zihniyet, Türkiye solunun ana damarında da güçlü biçimde mevcuttur.
Örneğin; Deniz Gezmiş’in liderliğindeki Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) Ankara Sıkıyönetim Mahkemesine verdiği Savunma’da Şeyh Said ile ilgili şunları söylemişti: “Eski güçleri zayıftı, tek başlarına iktidara gelecek güçte olmadıkları için, yine tek kurtuluş yolunu dış destekte buldular. Ve zamanın Ortadoğu’daki hâkim devleti İngiltere ile gizli anlaşmaya başladılar. Birinci ve İkinci Meclisteki üyelerin yapıları ve Meclis zabıtları incelendiği zaman bu takımın faaliyetlerini görürüz. Hilafetin tekke ve zaviyelerin kapatılmasına açıkça karşı koymuşlar, 1925 Şeyh Sait isyanı ile şanslarını denemişler, 1926’da İzmir’de Atatürk’e suikast düzenlemişler, fakat başaramamışlar, 1930’larda serbest fırka etrafında birleşmişler, fakat sonradan faaliyetleri yasaklanmıştır. Uzun yıllar devam eden birinci dünya savaşının ve Kurtuluş Savaşımızın ganimetleri ile yüklü oldukları cephede çarpışan yurtseverlerin namusuna kadar el attıkları için rahat durmamakta ve her fırsatı kullanmaktadırlar.”
Bugün hâlâ Türkiye solunun büyük kısmı, Kürtlerin ulusal taleplerini tali bir mesele, hatta “emperyalizmin oyunu” olarak kodlamaya devam etmektedir. Sol adına yapılan bu yeni tahakküm biçimi, bir tür ideolojik asimilasyon çabasıdır. “Kürt sorunu”nu sadece “demokratikleşme”ye indirgemek ya da “emek eksenli” soyut bir evrensellik içerisinde eritmek, Kürt milletinin tarihsel deneyimini, isyan hafızasını ve kendi kaderini tayin hakkını fiilen yok saymaktır. Türkiye solu, hâlâ Kemalist modernitenin “medenileştirme misyonu”nu sol maskelerle sürdürmektedir. Bu maskeler bazen “sınıf”, bazen “laiklik”, bazen “anti-emperyalizm”, bazen de “devrimcilik” adını almaktadır. Ancak içerik değişmemektedir: Kürdü görmeyen, Kürdü duymayan, Kürdün hafızasını inkâr eden bir siyasal bakış…
O halde yapılması gereken şey, sadece Kemalizmle hesaplaşmak değil; onun sol içerisindeki izdüşümlerini de teşhir etmektir. Kürt ulusal hafızasının üzerini örten her söylem, ister sağdan gelsin ister soldan, bir sömürgeci bakış açısının ürünüdür. Kürt halkı, tarihsel hafızasını ancak bu çok katmanlı inkâr mekanizmalarına karşı bilinçli bir mücadeleyle inşa edebilir. Bu nedenle, Kürtler için Kemalizm bir ideoloji değil, bir yok oluş projesidir. Türkiye solu ise bu projenin gönüllü ya da farkında olmadan taşıyıcısı haline geldiği ölçüde, Kürtlerin özgürlük mücadelesine yoldaş değil, engel olmaktadır.
Kemalist modernleşmenin içinden konuşan bir sol hareket, kaçınılmaz olarak “tek millet, tek devlet” fikrinin tarihsel içeriğini koruyarak hareket eder. Mahir Çayan ve çevresinin anti-emperyalist perspektifi, “ikinci kurtuluş savaşı” söylemine oturtulurken, bu mücadelenin öznesi olarak yalnızca Türk halkı tahayyül edilmektedir. Kürtler, bu kurguda ya devrimci mücadelede görev alması gereken bir “yardımcı unsur” ya da “feodal yapılarla gerici ilişkileri olan” bir topluluk olarak tasavvur edilir. Burada karşımıza çıkan şey, Kürtleri özne olmaktan alıkoyan, onları bir “tarihsel yük” haline getiren, sol kisveye bürünmüş bir inkâr pratiğidir.
Bu çerçevede, Kürtlerin tarihsel mücadelesi, Türkiye solu tarafından ya görmezden gelinmiş ya da çarpıtılmıştır. 1925 Şeyh Said isyanı, 1930 Ağrı direnişi, 1937-38 Dersim katliamı ve sonrasındaki bütün Kürt başkaldırıları, solun tarih yazımında ya “gerici ayaklanmalar” olarak yer almış ya da “reaksiyoner feodal öznelerin provokasyonları” şeklinde değerlendirilmiştir. Bu yaklaşımın teorik arka planı, solun hala Kemalist aydınlanmacılıkla hesaplaşmamış olmasında yatmaktadır. Türk sol hareketi, aydınlanma ideolojisini, modernizmin ilerlemeci tarih anlayışını ve pozitivist devrimciliği sorgulamak yerine, onu “bilimsel sosyalizm” zannıyla sahiplenmiş; Kürt halkının direnişini ise bu çerçeveye uymadığı için dışlamıştır.
Bu noktada Türkiye solunun en büyük ideolojik krizi, kendi “devrimci” iddialarına rağmen, Kemalizmin kurduğu ulus-devletin temel varsayımlarını sorgulamaması, hatta yeniden üretmesidir. Devletin resmi ideolojisiyle sorunu olmayan bir devrimcilik, özü itibariyle sistem içi bir pozisyondur. Bu anlamda Mahir Çayan’ın ya da Deniz Gezmiş’in Kürt meselesine yönelik sessizliği ya da indirgemeci yaklaşımları, sadece dönemsel bir zaaf değil, yapısal bir körlüktür. Bu körlük, 1971’in ideolojik mirasını taşıdığını iddia eden pek çok bugünkü sol yapı tarafından da sürdürülmektedir.
Kürt ulusal mücadelesinin önünde iki temel görev vardır: İlki, Kemalizmle tüm biçim ve suretleriyle kopmak; ikincisi ise, Kemalizmin gölgesinde yeşermiş olan “devrimci” yapıların ideolojik kuşatmasını dağıtmak. Ancak bu şekilde, Kürtler kendi tarihsel hafızalarını özgürce kurabilir, kendi dilinde düşünmeye ve kendi kaderini tayin etmeye başlayabilir.
Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan etrafında şekillenen 68 ve 71 kuşağı, Türkiye sol tarihinde “devrimci romantizm”in sembolleri olarak anıla gelmiştir. Ancak bu kuşağın ideolojik referansları, tarihsel zemini ve politik tahayyülü, görünürdeki radikal duruşlarının ötesinde, Kemalist paradigmanın gölgesinde şekillenmiştir. Onlar, devletle politik olarak karşı karşıya gelmiş olsalar da, zihinsel dünyaları ve tarihsel referansları bakımından devletin inşa ettiği Kemalist rejimin sınırlarını hiçbir zaman aşamamıştır.
Bu kadroların eğitim gördüğü kurumsal yapı, Kemalizmin “ilerlemeci”, “laik”, “ulusçu” öğretisinin doğrudan taşıyıcısıdır. Sol tahayyüllerini şekillendiren temel nosyonlar, Türk modernleşmesinin epistemik kodlarıyla iç içedir. En belirgin olanı ise “milletin birliği”, “anti-emperyalist ulusal kurtuluş” ve “ilerici-geri ikiliği” gibi Kemalist ideolojinin merkezi kavramlarıdır. Bu kavramlar etrafında şekillenen bir siyasal dilin içinde Kürt halkına, sadece marjinalleştirilmiş değil, aynı zamanda “gelişmesi gereken” bir halk gözüyle bakılmıştır. Kürtler bu bağlamda, ya sınıfsal kurtuluş uğruna “terk-i kimlik” etmesi beklenen bir unsur ya da devrimin başarıya ulaşması için “taşınması gereken yük” olarak görülmüştür.
Mahir Çayan’ın teorik metinlerinde veya Deniz Gezmiş’in eylemsel çıkışlarında Kürt meselesine dair herhangi bir yapısal değerlendirme bulunmaması bir eksiklikten ziyade, ideolojik bir yönelimdir. Çünkü Kürt meselesini tarihsel bir ulusal baskı sorunu olarak kabul etmek, doğrudan Kemalist ulus-devlet modelini ve onun kurucu şiddetini sorgulamayı gerektirirdi. Oysa bu kadrolar, Mustafa Kemal’i hâlâ “anti-emperyalist bir lider” olarak yücelten; Cumhuriyet’in kuruluş sürecini “ilerici bir devrim” olarak kodlayan bir anlayışın içerisindeydiler. Buradaki çelişki basit bir tarih bilmezlikten değil, doğrudan ideolojik aidiyetten kaynaklanmaktadır.
Deniz Gezmiş ve arkadaşları 29 Ekim 1969’de Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal Yürüyüşü düzenlemişti. Yürüyüşün çağrı metni şöyleydi:
“Büyük Türk Milleti!
Atatürk için toplanalım!
Mustafa Kemal’in Milli Kurtuluş idealini yaşatmak için,
Mustafa Kemal devrimine saldıran karanlık güçlere dur demek için,
Milletçe yabancı uşaklığına düşmekten kurtulmak için,
Tam bağımsız geçekten demokratik Türkiye için,
Gazi Mustafa Kemal’in Milli Kurtuluşçu saflarında toplanalım!
Yaşasın Türkiye!
Yaşasın yarının bağımsız Türkiyesi için mücadele!“
Yürüyüş, Atatürk’ün ölüm yıl dönümünde 10 Kasım 1968’de Ankara’da sona ermişti.
THKO 1. Davası duruşmalarında, Deniz Gezmiş; “Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz” demiştir. Toplu savunmada bu duruş şöyle ifadelendirilmiştir: “Biz Atatürk’ten Mustafa Kemal diye bahsediyorsak, onu kendimize yakın hissettiğimizden ve onun gibi büyük bir bağımsızlık savaşçısını kendimize silah arkadaşı kabul ettiğimizdendir.” Keza duruşmalarda, “ilga etmekle” suçlandıkları 61 Anayasasının asıl savunucuları olduklarını söylemiş, yürüttükleri mücadeleyi 2. Kurtuluş Savaşı olarak tanımlamışlardır.
Mahir Çayan şöyle söylemektedir: “Kemalizm, ülkemizde asker sivil aydın zümrenin geleceğini yansıtan, anti-emperyalist ve antifeodal bir tavır alıştır. Bu yüzden, Kemalizmin sağı solu olmaz. Kemalizm soldur, Milli Kurtuluşçuluktur, emperyalizme karşı bu zümrenin isyan bayrağıdır. Milli Kurtuluşçu bir tutum yansıtması açısından bizler sapına kadar Atatürkçüyüz. Onun Milli Kurtuluşçuluk bayrağını, hayatımız da dahil, her şeyimizi ortaya koyarak biz dalgalandırıyoruz.”
Mahir Çayan’ın çok kısa ele almış olduğu Kürt ulusal sorunundaki çözüm önerisi de şöyledir:
“Bilindiği gibi, devrimci proletarya, milli meseleyi ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının ışığı altında ele alır. Biz, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ışığı altında diyoruz ki; ‘Her şart altında her zaman meseleyi Misak-ı Milli sınırları içinde ele almak gerekir veya Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkının kullanılmasıdır,’ diyen görüşler yanlıştır. Bu görüşlerin sahipleri, her iki tarafın burjuva veya küçük burjuva milliyetçi unsurlarıdır. Oysa devrimci proletarya meseleyi diyalektik bir tarzda ele alır. Yani; ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının öngörüldüğü, ayrılma, özerklik, federasyon vb. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne zaman geçerli olabileceğini açıkça ortaya koyar.”
Mahir Çayan’ın önderliğindeki THKP-C savunması şu sözlerle bitiyordu:
“Seçtiğimiz yol, Gazi Mustafa Kemal’in açtığı yoldur,
Onun başlattığı Anadolu İhtilalinin yoludur.
Parolamız, “Ya istiklal, Ya Ölüm!”
Hedefimiz, “İstiklali Tam Türkiye”dir.
Gazi Mustafa Kemal’in yükselttiği tam bağımsız Türkiye bayrağı biz sosyalistlerin ellerinde dalgalanmaktadır”
1971 devrimci hareketi, bu tarihsel meşrulaştırma mekanizmasını devralmış, çoğaltmış ve yeniden üretmiştir. “Halk savaşı”, “anti-emperyalist mücadele”, “devrimci aydınlanma” gibi kavramlar, Kemalist devlet aklının devrimci bir jargonla yeniden ifadesinden başka bir şey değildir. Bu söylemde Kürt halkı, kendi tarihsel özneliğinden soyutlanmış; bir “Türkiye halkları” retoriği içinde eritilmiş; dolayısıyla ulusal benliği inkâr edilmiştir. Böylece hem Cumhuriyet’in kurucu şiddeti aklanmış, hem de Kürt ulusal talebi yapısal olarak susturulmuştur. Bu inkâr biçimi, çıplak şiddetten daha sofistike, daha içsel ve daha tehlikelidir. Çünkü bu kez inkâr, yoldaşlık maskesiyle, devrimcilik söylemiyle, halkçılık kisvesiyle gerçekleştirilir. Bu türden bir sol yaklaşım, Kürt halkının mücadelesini inkâr etmekle kalmamış uzun bir dönem onun devrimci potansiyelini, kendi ideolojik sınırlarına hapsederek denetim altına almaya çalışmıştır.
Kemalizm solun düşmanı
Türkiye devletinin kurucu ideolojisi olan Kemalizm, AKP’ye karşı muhalefet içerisinde solun bir değeri veya destekçisiymiş gibi gösterildiği ölçüde hem solun hem de daha geniş muhalefetin milliyetçiliğe kaymasına yol açıyor.
Kemalizm, dağılmış bir feodal devlet olan Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerinden, Batı’da burjuva devrimleri sonucu kurulmuş ulus devletlere benzer bir yapı inşa etmeye çalışanların ideolojisidir. Yani 20. yüzyılın başında Anadolu’nun hâkim sınıflarının; yükselmeye başlayan Müslüman Türk ticaret burjuvazisinin ve “Millî Mücadele” adıyla anılan dönemde öne çıkan askeri bürokrasinin, Batı’daki modernleşmeyi tepeden aşağı dayatma ve aynı zamanda yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde Türklük kimliğini diğer tüm halklara dayatma projesinin adıdır. Bu anlamıyla Kemalizm baskıcı ve otoriterdir, milliyetçi ve hatta ırkçıdır, dini de “laiklik savunusu” adı altında tamamen devletin kontrolüne almaya çalışır, yoksullara ve tüm ezilenlere karşı elitizmi ve egemenleri savunur.
Kemalist gelenek
Dolayısıyla Kemalizm, Türkiye devletinin kurucu ideolojisi olarak, belli başlı birkaç görev ve özelliğe sahiptir:
1) 20. yüzyılın başında başta Ermeniler ve Rumlar olmak üzere Anadolu’daki gayrimüslim halklara karşı uygulanan imha politikalarının, ayrıca onların mülklerinin gaspıyla servet transferi yapılmasının teorize edilmesi ve ölümüne savunulması
2) Kürt halkının varlığının ve kimliğinin inkârı, bu becerilemediği zaman onlarla çatışmanın devamlılığının sağlanması
3) Türkiye toplumunun çoğunluğunun dindarlığının modern burjuva ulus devlete karşı bir tehdit olarak görülmesi ve buna karşı dinin devletin kontrolü altına alınması
4) Ordunun egemen sınıfın bir parçası olan, sermaye sahibi bir yapı olarak siyasetin göbeğinde konumlandırılması
Kemalizm, Türkiye tarihi boyunca seçim sandıklarından çıkan sonuç ne olursa olsun, bu değerler etrafında devleti korumaya ve toplumu şekillendirmeye çalışan bir siyasi çizgi olarak varlığını sürdürdü. Ve görüldüğü gibi bunların solla, sosyalizmle, devrimcilikle hiçbir ilgisi yok. Zaten Kemalizm, kimi zaman iddia edildiği gibi “bir burjuva devriminin” ideolojisi değil; aksine, 1908’de patlak veren kitle hareketlerinin sonucu olarak gerçekleşen burjuva devrimini yukarıdan bastıranların ideolojisidir.
Sol ve Kemalizm
Tüm bunlara rağmen, Türkiye’de solda Kemalizm hep tartışılan bir kavram olmuştur. Solun bir rengi, savunması gereken bir tarihsel dönem veya güncel müttefiki olarak görülmüştür. Bunlara neden olan iki temel yanılgı var.
Birincisi, Kemalizmin antiemperyalist bir kurtuluş savaşı verdiği ve bu yüzden küresel düzenin hakimlerine karşı başarı kazandığı inancı. Burada varılan sonuç, Birinci Dünya Savaşı sonrası Anadolu’da yaşananların tamamen resmi tarih anlayışına dayanan bir perspektiften okunmasından kaynaklanıyor. Kurtuluş Savaşı veya Millî Mücadele denilen çatışmaların çapı, Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’nda içinde bulunduklarının neredeyse onda biri kadar. Burada, emperyalistlere karşı verilen bir mücadeleden çok, Anadolu’da kalan son gayrimüslim unsurların da temizlenmesi ve mallarına el konulan Ermenilerin, Rumların dönme ve bunların peşine düşme ihtimaline karşı kurulan askeri ve siyasi yapıları görüyoruz. Örneğin Fransız işgaline ilk yıllarda pek itiraz etmeyen şehirler, bir anda Ermenilerin geri dönme ihtimaline karşı “ayaklanıp” bugün bildiğimiz “şanlı”, “kahraman” gibi sıfatları edinirler. Kısacası, Kemalizm anti-emperyalist bir kurtuluş mücadelesi değil; elbette yabancı güçlerle bazı askeri çatışmalara da girdiği için milliyetçi, ancak özünde küresel kapitalist sistemde yeni bir devletle var olmak isteyen egemen sınıfın ve dolayısıyla emperyalistlerle bir uzlaşmanın üzerine kurulan devletin ideolojisidir. Anti-emperyalizmi milliyetçilikle, yabancı düşmanlığıyla sınırlı bir ufka sahiptir.
Solu etkileyen ikinci unsur ise halkın ve işçi sınıfının çoğunluğunun dindar, gerici, fikirleri değişmeyen sabit kafalı ve sağcı insanlar olarak görülmesi; buna karşı Kemalizmin bir tür aydınlanmacı, modernleşmeci ideoloji olarak ilerlemeyi temsil ettiği iddiası. Burada birden fazla sorun var. Öncelikle, sol ve sosyalistler, dünyayı akıllı ve modernleşmiş insanlarla geri kafalı barbarlar arasında gören “medeniyetler çatışması” tezlerinin savunucuları değillerdir. Bu bakış sömürgeciliğin, büyük güçlerin dünyanın geri kalanını “medenileştirme” projelerinin, dolayısıyla günümüzde Batı emperyalizminin bakışıdır. Biz ise “cahil” veya “barbar” diye aşağılanan geniş kitlelerin, işçi sınıfının kolektif mücadelesiyle dünyanın daha özgür ve eşit bir yere dönüştürülebileceğine inanıyoruz. Yani bu “aşağılananlar” aslında bizleriz ve tarih boyunca böyle olduk.
Bu yüzden Birinci Enternasyonal’e katılan Fransız işçiler şöyle diyordu:
“Biz bütün ülkelerin işçileri, insanlığı iki sınıfa, cahil sıradan halk ile bolluk içinde yüzen şiş göbekli mandarinler sınıfına ayıran bu ölümcül sistemin barikatlarına karşı birleşmeliyiz. Kendi kurtuluşumuzu dayanışmayla kendimiz yaratalım!”
Veya Lenin 1918’de benzer şekilde devrimi ve kitleleri aşağılayanlara karşı şunları söylüyordu:
“Ahlaksız burjuva basını varsın bizim devrimimizin yaptığı her yanlışı dünyaya haykırsın. Hatalarımız cesaretimizi kırmıyor. Devrim başladı diye insanlar azizlere dönüşmedi. Yüzyıllardır ezilmiş, korkutulmuş, sefalet ve cehalet içinde tutulmuş, vahşileştirilmiş emekçi sınıflar, devrimi, hatalar da yapmadan gerçekleştiremezler.”
Ayrıca, Kemalizmin “laiklik” yorumu, Avrupa’da kilisenin egemenliğine karşı aşağıdan gelişen hareketlerin yarattığı toplumsal durumun aksine; baskıcı, dini devlet tekeline alan, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi yapılar kuran, farklı dini mezhepler arasında ayrım gözeten, dindarların dinini özgürce yaşama hakkını da çoğu yerde elinden alan bir devlet formasyonu. Başörtülü kadınları sosyal hayattan dışlamaya çalışan bir laikliğin solla, sosyalizmle hiçbir ilgisi yoktur. Din derslerinin zorunlu olmadığı, devletin veya anayasanın toplum adına bir dini kimliği seçip dayatmadığı, Diyanet’in kapatıldığı, tüm inançların ve cemaatlerin kendi din görevlilerini seçmekte ve ibadethanelerini fonlamakta özgür olduğu, tüm inançlar üzerindeki baskıların kalktığı bir laikliği biz de savunuyoruz. Ancak Kemalizmin önerdiği bu değil.
Solu ezen bir güç
Kemalizm ayrıca, Kürtlerin, Ermenilerin, yoksul dindar işçilerin yanı sıra demokrasiye, serbest seçimlere ve sosyalist solun kendisine de düşman. Bu yüzden tek parti döneminde hiçbir özgür seçim yapılamıyor, Mustafa Kemal eliyle kurdurulan muhalefet partileri kısa süre içerisinde popülerleştikleri için kapatılıyor, baskı altına alınıyorlardı. Bu dönemde Mustafa Suphi önderliğindeki komünistler öldürüldü, hatta devlet eliyle sahte bir komünist parti dahi kurduruldu.
1950’lerden itibaren ise Kemalist geleneği temsil eden partiler, 1970’lerin ortasındaki kısa bir dönem dışında, girdikleri seçimleri hep kaybettiler. Demokrat Parti’den Ak Parti’ye merkez sağın ve muhafazakâr partilerin güçlenmesinde başat rol Kemalizmindi.
Kemalist siyasi gelenek aynı zamanda solu da ezen temel güçtü. Komünistler “devleti bölmek isteyen” anarşistler olarak tanımlandı. Cezaevlerinde, işkencehanelerde devrimcilere Türk milliyetçiliğinin öğeleri, Kemalist devletin normları ile eziyet edildi.
Kemalizmin milliyetçiliğinden gidilen yol
Kemalizm, Türkiye’nin kalkınmasını ve diğer devletlerden üstün olmasını savunan milliyetçiliğinin yanı sıra, çoğu zaman bu milliyetçiliğin ötesine geçmiştir. Güneş Dil Teorisi’ne göre tüm dillerin atası Türkçedir. Türkiye’de yaşayanların ırksal birliğini ispatlamak için on binlerce kişinin kafatası ölçülmüştür.
Kemalizm, Kürtlerin “dağlarda yaşayan Türkler” olduğunu iddia etmiş, Türk olmayı aşırı milliyetçi bir ant vasıtasıyla ilkokula giden herkese dayatmış, “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları düzenleyerek insanların dillerini inkâr etmiştir. Bugün aynı gelenek kemalistlerin zehirli göçmen düşmanlığında devam etmektedir.
Günümüzde Kemalizm
AKP’nin son yıllarda gerçekleştirdiği makas değişikliği, eski derin devletin artıklarıyla ve MHP ile kurduğu ittifak, Kemalizmin tekrar devlet mertebesinde kabul görmeye başlamasına yol açtı. Muhafazakâr sağ gelenekten gelen AKP, Atatürk resimlerinin yanına Tayyip Erdoğan’ı koydu ve Kemalizmin biraz muhafazakâr soslu bir yorumuna; Türkiye’yi kuran liderden 100 yıl sonra onu çok ilerilere taşıyan bir başka lider anlatısıyla ikna oldu. Kemalizmin son 25 yıldaki en fanatik temsilcilerinden Doğu Perinçek’in bugün AKP’nin baş destekçilerinden biri hâline geldiğini düşündüğümüzde, bu durum daha berrakça ortaya çıkıyor.
Kemalizmin bir devlet ideolojisi olarak AKP-MHP ittifakında kendini bulmasında ve yenilenmesinde şaşılacak bir şey yok. Bizi daha çok ilgilendiren ise muhalefette, anti-AKP’ciliğin içinde Kemalizmin tuttuğu yer.
Sol Kemalizm
2005 yılından 2015 yılına kadar süren mücadelelerde, Kemalizmi, onun katı milliyetçilik ve din yorumlarının yarattığı tahribatları gidermeyi, geriletmeyi bir ölçüde başarmıştık. Fakat toplumsal mücadelelerin bir ölçüde geri çekildiği, iktidardaki ittifakların değiştiği ve “yerli milli”leştiği dönemde, solun kimi kesimleri CHP’nin peşine takılmayı ve Kemalizmin daha inceltilmiş bir versiyonunu savunmayı geçer akçe hâline getirme çabalarına yeniden girişti. Demokrasinin hiçbir kırıntısına izin vermeyen bir rejim kuran, hatta bunu zaman zaman kendisi de kabul eden Mustafa Kemal, bugün yaşadığımız otoriter rejime karşı direnişin sembolü olan, özlediğimiz bir lider gibi takdim ediliyor.
30 Ağustos’ta birçok sol parti “bağımsızlığı”, “zaferi” ve Mustafa Kemal’i kutlayan açıklamalarda bulundu. Bunu yapanlar arasında geleneksel olarak ulusalcı çizgide duranların yanı sıra, HDP çevresinde dolanan sol partiler de bulunuyor.
Bu partiler anti-AKP’ciliği, Kemalizme biraz “devrimci” veya “demokratik” lafları katılarak, ancak onun ana çizgisinden kopmadan yürütülmesi gereken bir eksen olarak tarif ediyorlar. Bunun sonucu olarak da seçimlerde CHP-İyi Parti etrafında oluşturulacak bir koalisyonu desteklemeye şimdiden adaylar.
Antikapitalist sol için ise bugün hem Kemalizmin solla herhangi bir ilişkisi olmadığına dair ideolojik ve politik tartışmaları yürütmek hem de onun merkezinde olduğu bir “Millet İttifakı”nı, yani AKP-MHP’nin Türk milliyetçisi blokuna karşı bir başka milliyetçi alternatifi desteklemenin işçi hareketine ve sola hiçbir faydası olmayacağını anlatmak büyük önem taşıyor.
Kemalizm, bugün HDP’yi ittifakına dışarıdan desteğe zorlamaya çalışan CHP’liler ne derse desin, Kürtlerin Türkler karşısında ikincilliğini savunuyor. Kemalizm bugün göçmenleri dışlamanın, başka halkları aşağılamanın temel öğesidir. Kemalizm halka tepeden bakan elitist bir ideolojidir. Devlet bürokratlarının, askerlerin, TÜSİAD’ın ve büyük sermayenin ideolojisidir. Buradan sola, sosyalistlere dost veya müttefik bir güç devşirilemez.
Bizim ihtiyacımız olan ırkçılığa karşı çıkanları, iklim krizini durdurmak için mücadele edenleri, İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasına direnen kadınları, LGBTİ+ları, Boğaziçi’nde direnen öğrencileri, yerel ekoloji mücadelelerini, greve giden veya hakkını arayan işçileri birleştirecek bir muhalefeti inşa etmek. Bunun göbeğine ise böylesi bir birleşik mücadele hattını savunan Antikapitalist Blok’u koymak.
Kemalizm değil bize lazım olan, bize lazım olan antikapitalist, enternasyonalist ve özgürlükçü bir muhalefetin yükselmesidir.
Toplum yanlış kararlar verdiğinde ya da karışmaması gereken şeylere karıştığı takdirde, en büyük siyasal despotizmden daha ürkütücü bir toplumsal despotizme imza atar. Yöneticilerin despotizmine karşı önlem almak yeterli değildir. Aynı zamanda toplumdaki hakim görüşün yaratacağı diktaya karşı da korunmak gereklidir. Toplumsal ilişkilerin zarar görmeden devam edebilmesi için sınırı aşan müdahalelere karşı korunmak, en az siyasal despotizmden korunmak kadar mühimdir.
John Stuart Mill
Filistinli 6 Direniş Örgütünden Silah Bırakma Çağrısı Yapan BM konferansına Yanıt
FHKC, Hamas, İslami Cihat, FDKC, FHKC-Genel Komutanlık ve Halk Kurtuluş Savaşı Öncüleri, iki devletli çözüm ve silah bırakma çağrısını içeren BM Konferansı’na yanıt olarak ortak bir bildiri yayınladı
“İşgale karşı direniş, tam bağımsız Filistin Devleti kurulana kadar durmayacak” diyen FHKC, Hamas, İslami Cihat, FDKC, FHKC-Genel Komutanlık ve Halk Kurtuluş Savaşı Öncüleri, iki devletli çözüm ve silah bırakma çağrısını içeren BM Konferansı’na yanıt olarak ortak bir bildiri yayınladı.
Silah ve direnişin hak olduğunun vurgulandığı bildiride, sözde iki devletli çözüme karşı da tam bağımsız Filistin Devleti hedefi savunuldu. Bildirinin sonunda da Filistin halkının dünya halklarının da desteğiyle bağımsızlığına kavuşacağı vurgulandı.
Filistinli gruplar, yakın zamanda New York’ta sona eren Birleşmiş Milletler Yüksek Düzeyli Uluslararası Konferansı’nın çalışmalarını dikkatle takip etmiştir. Bu konferans, halkımızın tarihindeki kritik ve hassas bir aşamada gerçekleşmiştir; zira siyonist işgal, halkımıza ve Gazze Şeridi’ndeki kardeşlerimize karşı soykırım savaşını sürdürmekte ve insanlık tarihinin en vahşi aç bırakma operasyonlarından birini uygulamaktadır. Bu, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin, liderlerini yargılamak üzere mahkemeye çağırdığı bir dönemde, tam bir uluslararası sessizlik ortamında yaşanmaktadır. Konferans ve onun sonucunda ortaya çıkan siyasi bildiri, Filistin halkının tam egemenliğe sahip bağımsız bir devlet kurma hakkıyla ilgili önemli içerikler taşımaktadır. Bildiriyi dikkatlice okuduğumuzda, şunları teyit ediyoruz:
Kafkaslarda Değişen Dengeler
Rusya-Ukrayna arasındaki savaş üç senedir devam ederken, Orta Doğu’da değişen dengelerden sonra, sıranın Kafkasya’ya geldiği anlaşılıyor. Bilindiği gibi, Rusya’nın Ukrayna savaşı ile meşgul olması nedeniyle Suriye’ye verdiği desteği geri çekmesi, Esat rejiminin devrilmesi ve bölgede Siyonist İsrail’in stratejik üstünlüğü ele geçirmesiyle sonuçlanmıştı. Şimdi de Rusya’nın savaşta olmasını ve güç kaybetmesini fırsat bilen ABD elebaşılığındaki Batı emperyalizmi gözünü yeniden Güney Kafkasya’ya dikti.
21. yüzyılda, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin enerjiye olan ihtiyaçları çok büyük oranda arttı. Yeni bir Orta Doğu olmamakla birlikte, Batı’nın elindeki en önemli petrol sahası olup, yakın gelecekte tükenecek olan Kuzey Denizi rezervlerinin yerini almaya aday Hazar’daki enerji kaynakları ve hidrokarbonlar Güney Kafkasya’nın stratejik önemini daha da artırdı. Yapılan hesaplara göre, tüm dünyadaki enerji rezervlerinin, bugünkü tüketim hızı ile elli yıl ömrü kaldı. Çin ve Hindistan’ın gelişme seyrinin devam etmesi hâlinde enerji kaynaklarının ömrünün daha da kısalacağı tahmin ediliyor.
21. yüzyılın Orta Doğu’su diyebileceğimiz Kafkasya’da, SSCB’den kopan üç devlet; Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan jeopolitik tablonun önemli aktörleridir. Azerbaycan, Hazar Denizi havzasının ve Orta Asya’nın zenginliklerini içeren “şişenin” girişini kontrol eden, yaşamsal önemdeki “tıpa” olarak tanımlanabilir. Ermenistan; Kafkasya’ya açılan kilit, Türkiye’nin Turan yolu üzerinde stratejik bir engel, Kafkasya jeopolitik tablosunun önemli bir oyuncusudur. Gürcistan ise Karadeniz ile Kafkas ülkeleri arasında köprü ve Kafkasları kontrol açısından stratejik bir konumdadır. Bu özellikleriyle bölge, hem enerji kaynakları hem de Rusya’yı güneyden çevrelemek isteyen emperyalist ABD ve Primakov doktrinine göre, bölgeyi yumuşak karnı olarak gören Rusya için büyük önem taşımakta olup, alt emperyalist Türkiye’nin de hedefleri arasındadır. Bölgenin merkezî önemini kavrayan Rusya, gerek SSCB döneminde gerekse sonrasında, bölgenin üç devletinin desteğiyle, jeopolitik dengeyi büyük ölçüde kendi lehine çevirmişti. ABD tarafından güneyden kuşatıldığını hisseden Rusya’nın amacı, yakın çevresini, yani tüm Kafkasya’yı stratejik denetime alarak Çarlık Rusya’sından beri süre gelen jeopolitik gelenekleri sürdürebilmektir. ABD’nin jeopolitik çıkarı ise bölgeyi Rusya’nın etkisinden çıkarmak, enerji zengini Güney Kafkasya’yı emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn edip Orta Asya’ya ulaşabilmektir.
Son Ermeni-Azeri savaşına askerî olarak katılan Türkiye’de Turancılık, devletin resmî ideolojisi olarak, İttihat ve Terakki’den beri hep var oldu. Türkiye, ölümcül Turan fantezisi gereği, Azerbaycan yoluyla Hazar Denizi’ne, oradan da Orta Asya’daki Türkî cumhuriyetlerine ulaşmayı hedefliyor. Diğer yandan da Azerbaycan ve Orta Asya’dan gelip Batı’ya gidecek enerjinin terminal ülkesi olmayı hayal ediyor. Ermeni toprağı Zengezur koridoru, Türkiye’nin Orta Asya’ya ulaşmasını engellediğinden koridorun açılmasında ısrar ediyor. Türkiye, Ermenistan’ı Azerbaycan ile kontrol altına alma peşinde. Azerbaycan’ın 2020 ve 2023 senelerindeki saldırılarının asıl nedeni bu stratejik hedeftir. Bu nedenle Türkiye, Azerilerin haksız savaşını Azerbaycan ordusunu eğiterek ve fiilen son savaşa da katılarak destekledi.
Güney Kafkasya’da dengeler, Ermenistan’da Batı yanlısı Peşinyan’nın başbakan olması ile değişmeye başladı. Yukarı Karabağ’ın kaybıyla sonuçlanan 2023’deki savaşta Rusya’nın gerekli desteği vermemesi, Ermenistan’ın Rusya’dan yana stratejik pozisyonunu değiştirmesiyle sonuçlandı. Azerbaycan, Batı ile Rusya arasında denge politikası izlerken, ilişkiler 2024 senesinde Azerbaycan yolcu uçağının Kazakistan’da düşürülmesiyle bozulmaya başladı. Azerbaycan, Rusya kabul etmese de uçağın Rusya tarafından düşürüldüğünü iddia etti. Daha sonra Rus güvenlik güçlerinin iki Azerbaycan vatandaşını Moskova’da işkence ile katletmesi üzerine, 2025 senesinde taraflar medya ofislerinde operasyonlar yapıp kültürel faaliyetleri askıya alarak karşılıklı notalar verdiler. Bu arada Azerbaycan ile Ermenistan da yaptıkları görüşmeler sonucunda, Zengezur koridorunun açılması da dâhil, ihtilaflı konularda büyük oranda anlaşmaya vardılar. Peşinyan’ın Ankara’yı ziyareti de anlaşmayı perçinlemiş oldu.
Gelinen aşamada, bölgede Rusya lehine olan dengeler değişmiş olduğundan, Rusya-Ermenistan-İran ekseni dağılmış gibi görünüyor. Böylece Azerbaycan-Gürcistan-Ermenistan’dan oluşacak Güney Kafkasya zinciri ile Rusya’yı güneyden, İran’ı kuzeyden kuşatmak mümkün olacaktır.
Gerek Orta Doğu gerekse Kafkasya’daki gelişmeleri ve Rusya-Ukrayna savaşını, iki emperyalist devletin, ABD ve Çin’in arasında yapılacak “3. Paylaşım Savaşı”nın ayak sesleri olarak görmek gerekiyor. Hegemonyası gerilemekte olan ABD, bir yanda kendi cephe gerisini tahkim ederken, diğer yandan Çin’in stratejik ortakları Rusya ve İran’ı pasifize ediyor. ABD’nin tek süper güç olma pozisyonunu muhafazası ancak Orta Doğu ve Kafkasya’da petrol ve doğalgaz aktarımını kontrol etmesi, Pasifik’te ittifaklarını güçlendirmesiyle mümkün olabilecektir.
İsmi konmamış bu savaşta emperyalist Rusya ise Ukrayna savaşından başını kaldırdıktan sonra, yumuşak karnı Kafkasya’da dengeyi kendi lehine çevirebilmek için; karşıt unsurların bloke edilmesi, sosyo-politik ortamın destabilize edilmesi ve sert güç kullanmak da dâhil, her türlü enstrümanı kullanacaktır.
Ahmet Hulusi Kırım
https://www.sosyalizm.org/kafkaslarda-degisen-dengeler-12671
Bir Solculuğun İflası:
Ataol ve Anayasadaki “Türklük”
Mahmut Uzun
Kendine solcuyum diyen bir adam, arka arkaya üç anayasa maddesi paylaşmış. Hepsi aynı şeyi söylüyor:
“Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.”
1924, 1961, 1982…
Yani cumhuriyetin her aşamasında; inkılapçısından darbecisine, Kemalistinden anayasa hukukçusuna kadar hepsi aynı nakaratı okumuş:
“Herkes Türktür.”
Bir insan bu cümleyi okur da hala yüzü kızarmaz mı?
Bir solcu, halkların varlığını reddeden bu faşizan yasa dilini övünçle paylaşır mı?
Oysa bir solcu, halkların sesine kulak verir, onları asimilasyona karşı korur, yanında durur.
Bir şair, resmi ideolojinin borazanı mı olur?
Hayır, sen solcu falan değilsin Ataol.
Sen sadece “devletin şiirini” yazan bir kalemsin.
Senin “solculuğun”, Kürt’ün, Ezidi’nin, Ermeni’nin, Rum’un, Süryani’nin inkarına sessiz kalan, hatta onu kutsayan bir çukurda tükenmiş.
“Eşit yurttaşlık” demek değil senin için; herkesin “Türk” olduğunu dayatmak.
Madem herkes Türk,
neden Kürtçe konuşmak hala okulda suç?
Neden Ermeni “Ermeni” olduğunu söyleyince hala hedef?
Neden Ezidi’yi hala dağ başında unutur gibi yapıyorsunuz?
Solculuk, halkların kardeşliğini ezberlemek değil, onların acısını sahiplenmektir.
Senin şiirin susarken, bir çocuğun dili susturuluyorsa,
Senin kalemin o an devletin copuna dönüşmüştür.
1924’te dayattılar.
1961’de tekrar ettiler.
1982’de askerin darbe anayasasına da yazdılar.
Şimdi sen de o sözleri büyük bir marifet gibi paylaşmışsın.
Ve biz biliyoruz:
Siz “herkes Türk’tür” dedikçe, herkes daha çok Kürt olur.
Daha çok Ermeni olur.
Daha çok kendi olur.
Çünkü insan, kimliğini inkar eden sisteme boyun
eğmez;
onun karşısında direnerek var olur.
O yüzden, sen ve senin gibiler…
Solculuğunuzu resmi törenlerde bırakın.
Gerçek solculuk, halkların özgürce kendisi olmasını savunmaktır.
Kimseye “sen de Türksün” demek değil,
herkese “sen olduğun gibi değerlisin” diyebilmektir.
Sen ve senin gibiler o ülkenin başına bela olmuş birer zavallı ve hep
böyleydiniz...
RAYMOND KEVORKİAN Ermeni Soykırımı
Raymond Kevorkian’ın Ermeni Soykırımı adlı eseri, bu alanda yazılmış en kapsamlı ve en sarsıcı çalışmalardan
biridir.
Sadece bir tarih kitabı değil; aynı zamanda yüz binlerce insanın sistemli biçimde nasıl yok edildiğini belgeleyen bir insanlık suçunun tanıklığıdır.
Baştan sona arşiv belgelerine, tanıklıklara ve resmi kayıtlara dayanarak kaleme alınan bu eser,
20. yüzyılın başında Anadolu topraklarında yaşanmış en karanlık dönemlerden birini gözler önüne seriyor.
Kevorkian, sadece bir tarih anlatmıyor; aynı zamanda bir vicdan çağrısında bulunuyor.
Bu kitap, milliyetçi ve ırkçı fanatizmin nasıl barbarlığa dönüştüğünün bir “başyapıtı”dır.
Bu başyapıt, bir halkın unutulmuş çığlığı, bastırılmış hafızanın yeniden dirilişi, utancımızın ve utancınızın kapkara aynasıdır.
Okunmalı.
Çünkü unutulmasın diye yazıldı. Çünkü inkarın karanlığını dağıtmanın ilk şartı, hakikatin sözcüklerine kulak vermektir.
Mahmut Uzun
https://www.instagram.com/p/DMqoQcTN296/
Friedrich Nietzsche’den 20 Değerli Söz
1. “Kolay yaşamak mı istiyorsun? Sürüde kal ve sürü sevgisi uğruna kendini unut.”
2. “İçinde en azından bir kere dans etmediğimiz her gün kayıptır.”
Hayat Dediğin Nedir ki? | Friedrich Nietzsche
3. “Açı doyuran kişi, kendi ruhunu sevindirir: Böyle der bilgelik.”
Böyle Buyurdu Zerdüşt | Friedrich Nietzsche
4. “En eski zamanlardan günümüze dek insanların kavramakta zorlandıkları kendileri ile ilgili bilgisizliklerdir!”
Friedrich Nietzsche | Tan Kızıllığı
5. “Kişi sevgi içindeyken, başka zamanlarda dayanabileceğinden çok daha fazlasına dayanır, her şeye katlanır.”
Friedrich Nietzsche | Deccal
6. “Sıradan, vasat toplumların ve insanların en belirgin özellikleri; bir an olsun menfaatsiz yapamamalarıdır.”
Friedrich Nietzsche | Şen Bilim
7. “Ve bir dost sana kötülük yaparsa ona şöyle de: Bana yaptığını sana bağışlıyorum. Fakat kendine yaptığını ben nasıl bağışlayayım.”
Friedrich Nietzsche | Böyle Buyurdu Zerdüşt
8. “Tanrı ne bir şeyi gizler, ne de bir şey bildirir, o yalnızca işaret eder. Size neyi işaret ediyor o tanrı?”
Friedrich Nietzsche | Tarihin Yaşam için Yararı ve Sakıncası
9. “Kendi yolunda giden biri, hiç kimseyle karşılaşmaz: 'Kendi yolunda yürümenin' yapısında vardır bu.”
Friedrich Nietzsche | Tan Kızıllığı
10. “Eylemler konusunda söz verilebilir ama duygular için söz verilemez.”
Friedrich Nietzsche | İnsanca Pek İnsanca
11. “Kendi zenginliğinizin düşmanını bir biçimde yenmek istiyorsanız, önce kendinizi yenmelisiniz.”
Friedrich Nietzsche | Karışık Kanılar ve Özdeyişler
12. “Şu öğüdü veriyorum sana:
başkasıyla gelen mutluluk, başkasıyla gidecektir!'”
Friedrich Nietzsche | Aforizmalar
13. “Kim, ne zaman yeni bir cennet yaratmaya girişmişse, gücü kendi cehenneminden almıştır.”
Nietzsche | Hayat Dediğin Nedir Ki?
14. “İnsan, göreceli olarak, en bozuk yapılı hayvan, en hastalıklı hayvandır.”
Friedrich Nietzsche | Deccal
15. “Yaşamak acı çekmektir; hayatta kalmak acıda bir anlam bulmaktır.”
Friedrich Nietzsche | Tragedyanın Doğuşu
16. "Sevmeyi öğrenmek gerekir,
iyi olmayı öğrenmek gerekir."
Friedrich Nietzsche | İnsanca, Pek İnsanca 1
17. “Karşılığında bana yoldaşlık sunmayan kişilerin
yalnızlığı çalmasından nefret ederim.”
Hayat Dediğin Nedir ki? | Friedrich Nietzsche
18. “İnsanın daima kendi hakkında konuşması, kendini gizleme yöntemi de olabilir.”
Hayat Dediğin Nedir ki? | Friedrich Nietzsche
19. “İnsanın görecek ya da kavrayacak şeyinin olmadığı yerde araştırıcak bir şeyi de kalmamıştır.”
İyinin ve Kötünün Ötesinde | Friedrich Nietzsche
20. “Tanrılar bile aptallık karşısında çaresiz kalırlar.”
Deccal | Friedrich Nietzsche