Show newer

Satürn’ün uydusunda büyük keşif: “Yaşam için gereken her şey var”

Yeni araştırmaya göre Satürn’ün uydusu Enceladus’taki okyanus, yaşamın yapı taşları olan karmaşık organik molekülleri içeriyor.

ntv.com.tr/teknoloji/saturnun-

Birini sevmek barbarlıktır: çünkü, bunu diğerlerini harcayarak yapar.tanrı sevgisi de öyle.

Friedrich Nietzsche

Ali Doğan Gönültaş’ın Ax’ı: Zamanın ve mekânın Ermenilik halleri

Ze Tîje günlerinden beri dinlediğim Gönültaş’ın yeni eseri, sanatın ne olduğunu bize hatırlatıyor.

bianet.org/yazi/ali-dogan-gonu

Ani ve tarihsel mimarlık okuması

Ani’nin ne olduğunu göremiyoruz, çünkü bu bilgi ile aramıza iktidar odaklı tarih anlayışı başka tür ifadeler yerleştirmeye çalışıyor.

Vartan Halis Yıldırım

Bu yılın nisan ayında başlayan Ani kazıları, Kültür ve Turizm Bakanlığı – Kafkas Üniversitesi işbirliğiyle altı noktada sürüyor. Ani Katedrali önünde, yaklaşık 30 metre güneybatıda Selçuklu dönemine ait tuğla gövdeli bir kümbet kalıntısı ile çevresinde sandukalı mezarlar ve akıt tipi mezar odaları açığa çıkarıldı. Kazı başkanlığınca alan “Anadolu’daki ilk Türk-İslâm mezarlığı” olarak nitelendiriliyor; kümbetin tüm çevresinin açığa çıkarılması ve konservasyon çalışmaları sürüyor. Katedral restorasyon çalışmaları da eşzamanlı yürütülüyor.

Ancak Anadolu Ajansı’nın (AA) haberinde ve Ani Ören Yeri Kazı Başkanı Doç. Dr. Muhammet Arslan’ın açıklamalarında köken bağlamında belirgin bir “Orta Asya” vurgusu öne çıkıyor. Bu vurgu, bölgenin Ermeni, Gürcü, Süryani ve İranî mimari sürekliliklerini görünmez kılıyor. Böylece farklı alanlarda karşımıza çıkan ve kendini sürekli tekrar eden iktidar merkezli tarih anlayışı, Ani üzerinden bir kez daha üretiliyor.

Bugün Ani’yi anlamayı zorlaştıran şey, bu tek-kökene indirgenmiş anlatılar. Söylem hem tarihsel bağlamı perdeleyip hem de hatalı restorasyon ve müdahalelere zemin hazırlama riski taşıyor. AA’nın haberi ve Arslan’ın ifadeleri bu yaklaşımı yansıtıyor:

“Orta Asya’dan Ön Asya’ya… ilk giriş kapısı olan Kars’taki Ani Ören Yeri.”

“Özellikle Orta Asya’da bizim sıkça gördüğümüz… akıt tipi mezar odaları.”

“Selçuklular’ın… İran’da tuğla malzemeyle inşa ettiği kümbetlerin… ilkini Ani’de… inşa ettiklerini söyleyebiliriz.”

Arslan, malzeme ve inşa kavramlarıyla bu söylemini desteklemeye çalışıyor. Oysa konu Ani ve buradaki mezar kültürü üzerineyse, tartışmanın merkezine buradaki mimari ve bu mimarinin asli unsuru olan Ermeniler girmek zorunda. Güçlünün ve iktidarın anlatılarında ezilenler, üretenler yoktur; bu eksiklik, her şeyi Orta Asya üzerinden açıklama girişimiyle de ilgilidir.

Kümbet–kilise etkileşimi
Arslan, anlatıyı Orta Asya eksenine oturtarak Ani’yi “Orta Asya’dan Ön Asya’ya giriş kapısı” söylemiyle sabitliyor. Bu okumada yerel Ermeni–Gürcü–Süryani ve İranî süreklilikler gölgede kalıyor. Oysa mimarlık tarihi açık: kümbet tipi, Selçuklulardan önce geniş İran coğrafyasında görülür (Buhara Samanî Türbesi, Tim Arab-Ata, Gurgan Gonbad-e Qâbus) ve terimin kendisi de Farsçadır (gonbad).

Selçuklu hâkimiyetiyle birlikte Kafkasya–Doğu Anadolu hattındaki taş ustaları üretimine devam etti; kümbet ve taş bezeme repertuvarı İranî–Kafkas yerel mirasa yaslanır. Mimarlık terimlerinin önemli bir kısmının Farsçadan (hane, duvar, zemin, pencere, sütun, pervaz, dam, köşk) gelmesi de bu sürekliliğin dilsel izidir. Kümbet, Orta Asya’dan gelme bir mezar kültürü değildir.

Kazı başkanı daha önce de Ani Katedrali’nin fetihten hemen sonra Alp Arslan tarafından camiye çevrildiğini, kubbedeki haçın “altın hilalle” değiştirildiğini ve “ilk cuma namazının burada kılındığını” iddia etmişti. Buna karşılık, HAYCAR üyesi ve Ani mobil uygulamasına katkılarıyla bilinen Alin Pontioğlu, bu anlatıyı doğrulayan birincil ve net bir tarihsel kayıt bulunmadığını vurgular. Pontioğlu’na göre yerel rivayet, Alp Arslan’ın ilerleyişini sürdürdüğünü ve katedrali kilise olarak bıraktığını aktarır; bölge hafızasında Melikşah’ın Ermenilere karşı müsamahakâr tutumuyla olumlu anıldığı da not edilir. Ani’nin ne olduğunu göremiyoruz, çünkü bu bilgi ile aramıza iktidar odaklı tarih anlayışı başka tür ifadeleri yerleştirmeye çalışıyor.

Ani’nin kaderine bakarsak, 1239’da Moğolların yağmasından sonra kent Gürcü-Ermeni Zakaryan beyleri üzerinden Moğol/İlhanlı egemenliğine girdi; bu dönem kentin düşüşünün başlangıcı sayılır. 1319’daki büyük deprem yıkımı ağırlaştırdı. 14. yüzyılda Celayirliler, Karakoyunlular ve Timur’un tahribatı Ani’yi sarstı. 16. yüzyılda Safeviler, ardından Osmanlılar (1579) bölgeyi kontrol etti. Ticaret yollarının kayması ve yıkımlar nedeniyle kent 17–18. yüzyılda bütünüyle terk edildi.

Mezar kültürü ve mimari etkileşim
Mezar kültürünün İran ve Ermenistan coğrafyasında değişimi, toplumun zenginlerinin ölümde bile kendi farklarını koruma isteğini gösterir. Aynı zamanda, Ermeni krallarının pagan ve Hıristiyan motiflerinin terk edilmiş devamını yansıtır.

Kümbet (gonbad), içten kubbeli–dıştan konik külahlı, çoğu kez çokgen ya da silindirik gövdeli bir anıt mezar tipidir. İslami dönemde çekirdeğini Mâverâünnehir–Kuzeydoğu İran hattındaki erken örnekler (Buhara Samanî Türbesi, Tim Arab-Ata, Gurgan Gonbad-e Qâbus) oluşturur. Doğu kiliselerinin (Ermeni, Süryani) ve Ortodoks (Gürcü) konik tamburlu kubbe siluetiyle kümbetlerin konik külahı arasındaki benzerlik, sert kış iklimlerinde karı hızla atan, dikey vurguyu ve uzaktan görünürlüğü artıran aynı yapı mantığına dayanır. Cephede kör kemer kuşakları, profil/silme dizileri ve geometrik örgüler, bölgesel atölye dolaşımıyla iki geleneği birbirine yaklaştırır; böylece Ani–Erzurum–Ahlat–Van hattında kilise–türbe–kule repertuarı ortak bir siluet dili üretir. Sonuçta, köken hattı İranî olsa da Anadolu’daki kümbetin görünüş ve yüzey dili, Ermeni/Gürcü/Süryani konik tambur–kubbe geleneğiyle kurduğu yerinde temaslar içinde biçimlenmiştir. Bizans’ın geç döneminde Süryanice (Batı Aramice) konuşan toplulukların Malatya’ya iskânı da bu üslup etkileşimini hızlandıran bir unsur olmuştur.

Bu dolaşım taş işçiliğinin repertuarında okunur: Selçuklu portallerindeki derin rölyef, Ermeni haçkârlardaki “zeminden keskin ayrışma” estetiğiyle akrabadır; silme-torus-kaval dizileri, şevli çerçeveler ve iç içe kemer kademeleri cepheye ritim verir. İranî kökenli muqarnas kavramı taş tromplar ve niş tavanlarında kademeli hücrelere tercüme edilir; tuğladaki yumuşak geçiş taşta keskinleşir. Figürlü repertuarda aslan ve çift başlı kartal egemenlik simgesi olarak, ejder–siren–grifon gibi yaratıklar liminal/koruyucu anlamlarla kapı eşiklerinde yer alır; kimi merkezlerde zodyak ve gezegen panoları kozmik düzen fikrini taş yüzeye taşır. Kitabe şeritlerinde kufi ile geç nesih–sülüs, meandr/örgü bordürlerle çerçevelenerek Ermeni ve Gürcü cephe geleneğinin “çevreleyen yazıt bandı” anlayışıyla buluşur. Ahlat kümbetleri, Kayseri Döner Kümbet (1276), Erzurum Emir Saltuk, Sivas’ın Gök ve Çifte Minareli medreseleri ile Divriği’nin olağanüstü portal plastisi bu ortak dilin düğüm noktalarıdır. Böylece Anadolu’daki “Türk-İslam” mimarisi, patronajın İslami olduğu, fakat üslup ve teknik belleğin büyük ölçüde yerel Hristiyan ustalık havzasından beslendiği bileşik bir mimari olarak görünür.

İnkâr mekanizması ve tarihyazımı
Mimarlık, bir ülkenin, bir coğrafyanın ortak tarihini anlatır. Toplumsal tarih, iktidarın kendi çıkarına göre anlattığı tarihten farklıdır. Her ne kadar iktidar olmanın gücüyle bu anlatı daha fazla taraftar ve meşruluk getirse de, Türkiye’de artık her şeyi, alakalı alakasız Orta Asya’ya bağlama iddiası –ki bunu söylediğiniz zaman bir size birçok kapıyı açmaktadır. Normal şartlarda, böylesi bir kazının başında olan insanın, kazı alanındaki çalışmalardan, onların tarihi ve kültürel anlamlarından bihaber şekilde alakasız bir açıklaması olsa, bu çalışmadaki konumu sorgulanır. Tam tersine, iktidar dili kendinden emindir, dedikleri belgelidir, kesindir, şüphe götürmez, bunu sorgulayanlar yani, iktidar söylemine yöneltilen itirazlar sıklıkla olasılıksal ve dolaylı kanıtlar üzerinden yürüdüğü iddiasıyla geçersizleştirilir; ‘dedikodu’, ‘rivayet’ ve ‘kaynaksızlık’ suçlamalarıyla damgalanır. Belirtmek gerekir ki bu kavramsallaştırmalar bana değil, ilgili literatürde yerleşik yayımlanmış değerlendirmelere dayanmaktadır. Bu iktidar anlayışı, buna mecbur aslında, çünkü bu dışlamaya çalıştığı kaynaklarda asıl gerçek yatmaktadır.

Selçukluların tarihi Ermenistan’a gelmesiyle, yönetici sınıf içinde Müslümanlaşma kendisini kısmen de olsa göstermişti, toplumsal yükselme şansını böyle bulabileceklerini düşünmüşlerdi. Osmanlı’nın son döneminde, 18. ve 19. yüzyılda Ermenilerin yöneticileri sayılabilecek önce İşkhanlar sonra da Amiralarda ise Müslümanlaşma gözükmemişti. Çünkü böyle bir değişim, onları ticaret içindeki yerlerini kaybetmelerine neden olacaktı, yani toplumsal bir düşüş anlamına gelecekti bu. Lakin aynı dönemde Ermenilerin yoksulları ve en alttakilerinin çeşitli sorunlardan kurtulabilmek için Müslümanlaşması gündemdeydi. Bu yetkisiz Ermeni kilise hukuku içine sıkışmış olmak ya da vergileri ödememe gibi sorunları barındırmaktaydı. İktidarın sunduğu imkânlara göre asimilasyonun geldiği sınıflar, yoğunluğu ve hareket yönleri tarih boyunca değişmiştir. Milliyetlere, dinlere ve kültürlere mistifikasyonun dışında değişimleri, sınıfsal ve ulusal baskıları kapsayacak değişkenlikte anlarsak, Orta Asya diye anlatılan birçok şeyin aslında buradan geldiğini görebiliriz. Yani bize Orta Asya kültürü diye anlatılmak istenilen birçok kültürel, dinsel, mimari, askeri, dilsel gelişim, aslında bu topraklardaki otokton hakların gelişimidir. İran ve Bizans devlet geleneğinin üstüne kurulmuş bu gelişim, buradaki nüfusun kendisinin geçirdiği bir değişimdir.

İnkârın bu büyüklüğü aslında Ermenilerin etkisinin tarihte ve mimarlıkta olan etkisi ve ağırlığından kaynaklanmaktadır. Yani mimari başta olmak üzere birçok meslekte bu etkisi olmasaydı ve nüfus değişimi içindeki sayısı az olsaydı böylesi bir inkâra gerek kalmazdı. Tarihsel anlatım içinde o kadar noktada Ermeniler yok sayılıyor ve isimsiz bırakılıyor ki, bu konuda kalem tutanların, ses verenlerin, fikir üretenlerin bu eksikleri Ermeni diye belirtmeleri, sanki dünyada başka bir şey yokmuş gibi ve birtakım insanlar sadece Ermeni diye tutturmuş haline düşürüyor kişiyi. Buna rağmen ikili göreve tabi tutuyor insanı bu durum, en ufak olayda bile kurbanları ve mağdurları isimleriyle anlamak ve ikincisi ise tarih anlayışını kökten reddedip, gerçekle ideolojik bir bağı olmayan ezilenlerin ve işçilerin tarihini anlatabilmek. İktidarın, asillerin ve zenginlerin tarih anlayışını kaynak alan tarih baştan gerçekten uzaklaşmış olduğu gibi, ikisi arasında dengede durmaya çalışan olursa da, iktidar lehine tutuma geçecektir. Tarihin dinamiği olan sınıflar mücadelesini ve çatışmasını kavrayabilmek bu tarihin ana görevidir. Böylelikle her inkârcı açıklama da onun karşıt açıklamasını yapmaya çalışmak yerine, o inkârcı açıklamanın dinamiklerini açıklamak ve onları ortada kaldıracak bir anlayışa geçmek gerekir. Ne onların anladığı Ani, gerçek Ani, ne onların anlattığı tarih gerçek tarih.

Selçuklu–Moğol döneminde Ermenistan
Selçuklular’ın, Anadolu’ya girmeden önce Bizans sınırında bazı sorunların yaşandığını öğrenmiş olma ihtimali çok yüksekti. Neydi bu sorunlar? Bizans, Ermeniler üzerine olan baskısını artırmış ve onların bir kısmını Kapadokya ve Kilikya (Kayseri Ağırnas’ı da kapsayan) bölgelerine zorunlu iskân ettirmişti. Bu da sınır güvenliğini iyice düşürmüştü ve Bizans ile Ermeni soyluları arasındaki gerilimi artırmıştı. Robert Bedrosian, “Armenia during the Seljuk and Mongol Periods“ başlıklı makalesinde (The Armenian People from Ancient to Modern Times. Volume I) bu konudaki bilgileri bize sunmaktadır.

11. yüzyıl ortalarından itibaren Doğu Anadolu ile Güney Kafkasya’da Selçuklu hâkimiyeti kurulsa da, bölgenin nüfus çoğunluğu Ermeni kalmaya devam etti. Yeni yönetici elit, yerel güç odaklarıyla evlilikler, iktalar ve idari-askerî işbirlikleri yoluyla uyum aradı; bu yakınlaşma, kimi örneklerde Selçuklular’ın kısmi Ermenileşmesi gibi okunan karşılıklı geçişkenlikler üretti. Bu arada Ermeni kadın ve çocukların köle olarak satılması da yaşandı. Daha sonraki yıllarda Sivas bir köle pazarına sahip olacaktı. Türkmenler bütün Suriye ve Bet Nahrin’deki bütün Kürtleri kırdıktan sonra Ermenistan’ı istila ettiler ve 36.000 Ermeni’yi köle olarak aldılar ve bunları sattılar,” diye yazar Gregory Abu’l-Farac (Bar Hebraeus), (Abu’l-Farac Tarihi, Cilt II, s. 440.)

Denge siyasetini daha iyi anlamak gerekiyor. 1072 yılında Alp Arslan’ın ölümü Ermeniler için değişiklikler getirdi. Alp Arslan’ın oğlu Melikşah (1072-1092), babası ve büyük amcası Tuğrul’un aksine, göçebe bir savaş beyinden çok, kültürlü ve iyiliksever bir yönetici olarak hareket etti. Veziri Nizamülmülk’ün (1063-1092) rehberliğinde Melikşah, Türkmenlerin Hristiyan ve Müslüman tebaasına yönelik yağma ve talanlarını durdurmak için harekete geçti. Çünkü bu talanlar sulama sistemlerini bozuyor, ekinleri yok ediyor ve büyük açlık dönemlerini başlatıyordu. Bu dengesizlik üzerine siyasi istikrar pek mümkün gözükmüyordu.

Lakin ilk başta bu süreç kendi yapılanmasını ortaya çıkardı. Buna en ilginç örnek ise Danişmend Beyliği (devleti) idi. Malazgirt sonrasında Orta-Kuzey Anadolu’nun sınır kuşağında şekillenen siyasî düzen, tek hatlı ‘Türk-İslâm’ kimliğiyle açıklanamayacak ölçüde çoğulcudur. Dânişmendlilerin kökeniyle ilgili kaynaklara bakalım. Urfalı Mateos, Chronicle’da Gümüştegin Ahmed Gazi için “Ermeni milletinden” (s. 368, Dostourian çevirisi) der: “Aynı yıl, Rum ülkesinin büyük emiri Danişmend öldü. Ermeni milletindendi; iyi huylu bir adam, halkın hayırhahı ve Hristiyan müminlere karşı merhametliydi. Bu yüzden idaresi altındaki Hristiyanlar arasında büyük bir üzüntü oldu. Ardında on iki oğul bıraktı ve en büyük oğlunun adı Gazi idi” (s. 368). Bu konudaki diğer başlıca kaynaklar: Vardan Arewelts’i - Universal History (Hawak’umn); Smbat Sparapet - Chronicle; Niketas Khoniates - Historia (Χρονική Διήγησις) (TTK, çev. Fikret Işıltan).

Diğer taraftan ise Danişmentlerin Türkmen beyliği olduğu iddiasını Robert H. Hawsen’de dile getirmekte. (Sivas, s.65) Aynı kitapta S. Peter Cowe prens Tavit, büyükoğlu Arev ile Müslümanlığa bu dönemde geçtiği belirtiliyor. Tavit için “Ermenileri 11. yüzyılda Sivas ve civarına getiren Ermeni Kralı Senekerim’in oğlu ve bu yerleşimin [Tavra Köyü] kurucusu olan Tavit’ten geldiği söylenmektedir. (Sivas Raporu, Hrant Dink Vakfı, s.124)

Ayrıca hanedanın çevresindeki savaşçılar arasında Ermenice adların görünürlüğü bu etkileşimi somutlaştırır. Nümismatik veriler de bu çoğulluğu destekler: Danişmend sikkelerinde haç ve Mesih büstü gibi Bizansî-Hristiyan ikonografisinin kullanılması, yerel meşruiyet arayışıyla kültürel ödünç almanın birlikte işlediğini gösterir. Van Gölü havzasında Ahlat (Khlat) emirlerinin ‘Şah-ı Ermen’ unvanını benimsemesi ve yerli aristokrasiyle evlilik ilişkileri kurması ise 11-12. yüzyıllarda ‘Ermenileşme’nin etnik bir dönüşümden çok, unvan politikaları, evlilik stratejileri ve sanat-zanaat ağları üzerinden işleyen kültürel-siyasal bir sentez olduğunu düşündürür. Tarihteki ilk Müslüman Ermeni devleti (beyliği) sayılabilecek olan Danişmendler, Anadolu Selçuklular tarafından yenilgiye uğratılır.

1225-1230 arasında Harzemşah Celâleddîn’in tahripkâr akınları (Dvin, Tiflis, Lori) kıtlık ve salgınları tetikledi; kırılgan şehirleşme ve ticaret ağları ağır darbe aldı. Ardından Moğollar iki dalgada geldiler: 1236’da kuzeydoğu ve kuzey Ermenistan, 1242–1245 arasında Garin/Erzurum–Khlat–Amid hattı. 1243 Kösedağ bozgunu Rum Selçuklularını Moğollara bağımlı kıldı; Sivas, Kayseri, Divriği ardı ardına düştü. İşgal sonrası barış döneminde vergi düzeni ağırdı: Taşınır ve taşınmaz mallardan yüzde 3 ila 10 arasında vergi alınıyor, Hristiyan yetişkin erkeklerden cizye toplanıyordu. 1252–57 tahriri bu yükü daha da artırdı.

1256 sonrası bölge İlhanlı idaresine bağlandı. Büyük Ermeni hanedanlarından birkaçı (Orbelianlar, Hasan Celalyan vb.) inju (doğrudan saraya bağlı hazine arazisi) statüsüyle merkeze eklemlendi; yerel hiyerarşi bölünerek dengelendi. Nesturî etkili Moğol elitinin nispi esnekliği Hristiyan kurumlarına dönem dönem alan açtı; fakat isyan ve tahsilat krizlerinde kiliseler dahi tahribattan muaf olmadı. Paradoksal biçimde, Pax Mongolica uzun mesafe ticaretini canlandırdı: Ermeni tüccarlar (metsatun) Karadeniz limanları - Ceneviz/Venedik kolonileri üzerinden zenginleşti; şehir ağları bir süre finansal canlılık kazandı. Buna rağmen, kontrolsüz göçebe akınları (özg. Türkmen kitleleri) şehirleri yağmalayıp sulama altyapısını bozdu; tarım meralaştı, şehirleşme kapasitesi eridi. 14. yüzyıl sonunda Timur seferleri yeni bir yıkım dalgası getirdi. Geçen yazıda ele aldığım Polonya’ya kadar uzanacak göçlerin bir kısmı da bu dönemde gerçekleşmişti.

Moğolların çeşitli dinlere gösterdiği toleranslı yaklaşımla ile Timur’un siyaseti arasındaki farktan dolayı, Timur hala Ermeniler tarafından kötü bir nam ile anılır. Timur’un adı, özellikle Ermeni hafızasında olumsuz anılır. 1400 Sivas kuşatmasında teslim olan garnizonun “diri diri gömülmesi” olayı birincil anlatılarda (ör. Schiltberger) açıkça yer alır; etnik kimlik belirtilmez. Buna karşılık 1911 Encyclopædia Britannica “4.000 Ermeni’nin diri diri gömüldüğünü” yazar, tıpkı Robert H. Hawsen gibi. (Sivas, Aras yayıncılık, S. 68) Kuşatma sırasında Sivas, 1398’den beri Osmanlı idaresindeydi; şehirde kayda değer bir Ermeni nüfus bulunuyordu ve uzun, inatçı bir savunma yapılmıştı. Tarihsel bağlamda Sivas, 11–12. yüzyılda Dânişmendlilerin başlıca merkezlerinden (fiilî başkentlerinden) biri olmuş, Niksar ve Tokat’la birlikte beylik coğrafyasının çekirdeğini oluşturmuştu.

bianet.org/yazi/ani-ve-tarihse

Her şey aynıdır, hiçbir şeye değmez, dünyanın Zerdüşt Sözleri anlamı yoktur, bilmek insanı boğar.

Friedrich Nietzsche

‘Alo MI6’ promosyonu için neden İstanbul seçildi?
Britanya’nın meşhur dış istihbarat servisi MI6 Başkanı'nın, dünyadaki tüm Ruslara, Çinlilere ve İranlılara meydan okumak için neden Türkiye'yi seçtiği üzerine türlü spekülasyon yapılabilir. Demek ki Türkiye’nin NATO bloğunun ‘tartışmasız’ bir aktörü olduğuna koyu vurgu yapılması ihtiyacı hasıl oluyor! Bir de işin Türkiye’deki iktidar içi dengelere kadar uzanabilecek bir çakışma boyutu var ki evlere şenlik!

t24.com.tr/yazarlar/cansu-caml

Görülmeyeni gösteren, unutulanı hatırlatan toplumsal hafıza perdesi: FilmAmed’den Türkiye’ye bakmak
Türkçeye “topluca yapılan şenlik ve kutlama” diye tercüme edilebilecek “festival” kelimesi o anda vücut buluyordu ve ben bunu diğer kültür-sanat editörü arkadaşlarıma anlık video ve fotoğraflarla aktarıp “böylesini görmediniz” diyordum

t24.com.tr/yazarlar/faruk-ekic

Sevmek zorunda değilsiniz, ama…
4 Ekim Dünya Hayvan Hakları Günü: ‘İnsan merkezci’ saplantılarımızı da, kibrimizi de terk etmek, yeniden düşünmek için belki de bir fırsat; bir ‘yüzleşme günü’…

artigercek.com/makale/sevmek-z

Devlet kendi terörüyle de yüzleşmelidir

‘Pazarlık yok’ teranesi
Devlet, başlatılan süreci istediği gibi biçimlendirmek amacıyla “terörsüz Türkiye” diye tanımlamaktan vazgeçmiyor. Bu tanımlamayla Kürt halkının haklı davasını ve Kürt özgürlük mücadelesini, terör olarak yaftalamakta, daha önemlisi kendi yaptığı terörün üstünü örtmektedir.
yeniyasamgazetesi9.com/devlet-

Bugün bir kez daha
gördüm:
Türk solu denilen yapı, yıllardır kendisini “devrimci, ilerici, özgürlükçü” olarak tanıtsa da aslında en kritik yerde omurgasızlığını kanıtlamıştır.
Onların “özgürlük” ve “eşitlik” nutukları, Kürt halkının hakları söz konusu olduğunda bir anda suskunluğa dönüşür. Yıllardır aynı ikiyüzlülük…

12 Eylül faşizmi herkesi ezdiğinde bile, Kürtlerin yaşadığı özel zulmü görmezden geldiler. 1990’larda köyler yakılırken, faili meçhuller ortalığı kasıp kavururken, sahte bir
“anti-emperyalizm” maskesiyle devletin Kürt politikasının yanında hizalandılar. Bugün de aynı: “demokrasi” diye bağırıyorlar ama iş Kürtlere gelince devletin resmi tezlerini tekrarlıyorlar.
Bu mudur solculuk?
Bu mudur ilericilik?

Asıl acı olan şu ki, Kürtlerin bir kısmı hala bunlara methiyeler düzüyor. Hala “belki bu defa farklı olur” diye umut bağlıyorlar. Oysa tarih defalarca gösterdi ki bu sahte dostlukların tek sonucu ihanettir. Kürtler, dost bildikleri sol hareketlerden defalarca sırtlarında hançer yedi. Yine de aynı hatayı tekrarlamakta ısrar ediyorlar.

Bu, sadece siyasetin değil, vicdanın da çöküşüdür. Bu, koca bir halkın göz göre göre kandırılmasıdır. Ve maalesef Kürtler, kendi trajedilerinin ortağı olan bu yalancı dostlukları hala alkışlıyor.

Yazık, çok yazık!

Mahmut Uzun

instagram.com/p/DPWg9kXDNiq/

"Hiç kimse öylesine zengin değildir ki bir başkasının emeğini satın alabilsin, ve hiç kimse öylesine yoksul değildir ki emeğini satmaya mecbur olsun. Bütün işler özgürlük içinde ve haz için yapılır; emeğin meyveleri ise onu yaratanlara eşit şekilde aittir."

William Morris

Dindarlığınızı Tanrı’ya gösterin, bana insanlığınız lazım.

Friedrich Nietzsche

Eğer her şey çocukluk dönemi ile açıklanırsa, o zaman her şey bir başkasının kusuru olarak değerlendirilir ve insanın kendi sorumluluğunu üstlenme gücüne duyulan güven de küçümsenmiş olur.

ERIK ERIKSON

Zeynep Celaliyan’ın sağlık durumu ciddiyetini koruyor

🔴İran'da neredeyse 20 yıla yakındır tutuklu olan Kürt kadın aktivist Zeynep Celaliyan'ın sağlık sorununun ağırlaştığı, durumunun kritik bir aşamaya geldiği bildirildi...
leylavan.net/zeynep-celaliyani

Yalan söyleyemeyen, gerçeğin ne olduğunu bilemez

Friedrich Nietzsche

Rigas'tan 1921 Anayasası'na: Eşitlik için hangisine dönelim

Tolga Güney

“Ne güne dek arkadaşlar, darda yaşayacağız, / aslanlar misali, yalnız, bayırlarda dağlarda…/ Bir saatlik özgür yaşam yeğdir bize/ Kırk yıllık köleliğe, hapise. … /Köleysen eğer, neye yarar yaşaman? / Düşün, ateştesin her an. / İster vezir ol, efendi ya da tercüman/ Hep boşa harcar seni Tiran. / Yiğit kapetasyonlar, papazlar, siviller/ ve ağalar, öldü hepsi haksız kılıç altında/ Öylesine çoktur bunlar, Türkler ve Rumlar/ Yitirdiler yaşamla servetlerini, nedensiz”

Yeni anayasa hazırlığıyla birlikte 1921 Anayasası'na dönülmesi ve bu anayasanın şimdikinden daha demokratik olduğuna dair söylemler ve tartışmalar sürüyor. Ancak varlığını Anadolu'nun Hristiyan nüfustan temizlenmesi ve mallarına çökülmesi üzerine kuran bir yapının oluşturduğu bir anayasanın demokratik olduğunu söylemek ne kadar mümkün? 24 maddeden oluşan bu anayasa güçler ayrılığı yerine güçler birliğini esas alan; yasama, yürütme ve yargıyı tek elde toplayan, azınlıklara dair tek bir maddesi bulunmayan, şer-i hukukun halen geçerli olduğunu anlatan, anadilin Türkçe olduğunu vurgulayan bir metinken buraya dönmeyi anlatmak ne kadar doğru? 24 madde içerisinde olumlu tek yönün 14 maddede genişçe anlatılan “kısmi özerklik” olduğunu söyleyebiliriz. Bunun da içinde bulunulan savaş durumunun ciddiyeti, yeni kurulmakta olan bir devletin kısmi tavizleri ve Müslümanlık Sözleşmesi’nin gereği olarak yapıldığını söylemek pek yanlış olmaz.

Buna karşılık Osmanlı döneminde, özellikle Rum ve Ermeni aydınları tarafından hazırlanan daha özgürlükçü anayasa çalışmaları olduğunu söyleyebiliriz. Bunların en bilineni Rigas Feraios'un hazırladığı ve uğruna öldürüldüğü anayasadır. Aslında Osmanlı dönemindeki padişahların isyan ya da dış baskı sonucu hazırlamak zorunda kaldığı metinler ve reformlar 19'uncu yüzyıl ile başlar. II. Mahmut’un âyanlar ile imzalamak zorunda kaldığı 1808 tarihli Sened-i İttifak, ilk ‘anayasal belge’ olarak kabul edilirken ilk anayasa ise 1876 tarihli Kanun-i Esasi oldu.

Kanun-i Esasi'ye kadar 1839'da Tanzimat Fermanı ve 1856'da da Islahat Fermanı yayımlandı. Bu iki fermanda da can ve mal güvenliği, adil yargılanma, Müslümanlar ile Müslüman olmayan halkın eşitliği, dini özgürlük, eşitlik ve devlet memuru olma gibi haklar getirildi. Bu fermanlar bir yandan Avrupa ülkelerinin baskısı bir yandan ise merkezi yapıyı koruyarak Osmanlı'nın dağılmasını önlemek amacıyla "mecbur" kalınarak ilan edilen metinler oldu.

Seçilmiş bir meclis ve demokratik yönetim organlarını anayasasına yazan Rigas, seçme ve seçilme hakkını 1921'den çok önce düzenleyerek, seçimlere yalnızca mülk sahiplerinin değil halkın tümünün katılmasını ve seçilenlerin ülkenin temsilcisi olmasını öngördü.

Rigas Anayasası

Fakat Velestinli Rigas bunlardan bağımsız olarak ilk anayasal metin kabul edilen Sened-i İttifak'tan da yıllar önce Osmanlı döneminde ilk sivil anayasal mücadele yürüten kişi oldu. Hayal ettiği Osmanlı’nın önündeki engelin "tiran" yani padişah olduğunu düşünen Rigas, dil ve din farkı gözetmeden ‘bütün ulusların’ bir arada yaşayabileceği, hiçbir ulusun diğerleri üzerinde egemen olamayacağı bir düzeni savundu. Bunu kurmanın yolunun da tüm ulusların birleşerek tirana karşı ayaklanmasından geçtiğini söyleyen Rigas, cumhuriyetçi bir yönetim önererek, padişah yerine halk egemenliğine dayalı bir sistem öngördü. Seçilmiş bir meclis ve demokratik yönetim organlarını anayasasına yazan Rigas, seçme ve seçilme hakkını 1921'den çok önce düzenleyerek, seçimlere yalnızca mülk sahiplerinin değil halkın tümünün katılmasını ve seçilenlerin ülkenin temsilcisi olmasını öngördü. Yine Rigas Anayasası, 1921 Anayasası'nda bile yer almayan yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrılığı ilkesini benimsedi.

Yasa karşısında herkesin eşit olduğunun vurgulandığı anayasada, verginin zenginlikle orantılı şekilde alınması gerektiği söylenirken, Rigas Anayasası’nın 35'inci maddesi direnme hakkı “İdare, halkın ya da halkın bir kesiminin şikâyetlerini dinlemediği ve halletmediği durumda halkın ayaklanması en kutsal haktır” ifadeleri ile tanınıyor. Geniş özgürlükler tanıyan anayasanın son maddesi ise şöyleydi: “Anayasa Helenlere, Türklere, Ermenilere, Yahudilere ve başka bütün uluslara... eşitliği, özgürlüğü ve mal güvenliğini, din özgürlüğünü, sonsuz basın özgürlüğünü... toplantı özgürlüğünü ve insan haklarını garanti eder.”

Rigas, Ekim 1797’de ‘İnsan Hakları Bildirgesi’ni ve ‘Anayasa İlkeleri’ni hazırlar ve bastırır. Bu iki metin bir arada ‘Rigas’ın Anayasası’ olarak bilinir.”

Halkların birliğini ve eşitliğini savunan Rigas, yayınlarına da el koyan Viyana polisi tarafından tutuklanarak Osmanlı'ya teslim edildi. Kırk gün işkence gören Rigas, İstanbul’dan gelen ferman uyarınca kementle boğularak öldürülüp Tuna’ya atılır.

1793 Fransız Anayasası’nı ‘izleyen’ Anayasa, üç bin nüsha bastırılırken, ilk bölüm 35, ikinci bölüm 124 maddeden oluşuyor. Rigas Anayasası’nın girişinde ‘Helen’ demokrasisinden söz eder, fakat Eski Yunan demokrasi biçimlerinin bir kimliğin egemenliğinden çok tümünün birlikteliği ile geleceğini savunur.

Anayasanın insan hakları kısmında temel yurttaş hakları (mülkiyet, kanuni hakim, müsadere yasağı...), kişi güvenliği, ‘sosyal hak’ olarak kabul edilebilecek ilkeler bulunuyor. Bunlar arasında çalışanlara yardım sağlanması, herkese okuma yazma öğretilmesi, yoksulların vergi vermemesi gibi haklar var.

Halkların birliğini ve eşitliğini savunan Rigas, yayınlarına da el koyan Viyana polisi tarafından tutuklanarak Osmanlı'ya teslim edildi. Kırk gün işkence gören Rigas, İstanbul’dan gelen ferman uyarınca kementle boğularak öldürülüp Tuna’ya atılır.

Sırbistan: Sretensky Anayasası

Rigas'tan yıllar sonra 1835'te yine Osmanlı'nın bir parçası olan Sırbistan Prensliği'nde Sretensky Anayasası kabul edildi. Sırbistan’da anayasa girişimleri, Osmanlı’dan özerklik kazanma sürecinde Sırp liderlerin kendi yönetim sistemlerini kurma çabalarıyla şekillenirken, bu girişimler devletten bağımsız olarak Sırp toplumunun kendi inisiyatifiyle yürütüldü. Anayasa, bugün hala demokrasi ve anayasallığın bir standardı olarak kabul edilen yasama, yürütme ve yargı olmak üzere iktidarın bölünmesini sağlamayı hedeflerken iktidar prens, devlet konseyi ve halk meclisinden oluşuyordu. Sırbistan’ın ilk yazılı anayasası olarak kabul edilen Sretensky Anayasası, monarşik bir sistemin içinde, prensin yetkilerini sınırlayan bir meclis (Skupština) kurulmasını önerdi. Kişinin dokunulmazlığı, yasal yargılanma hakkı, hareket ve yerleşme özgürlüğü, konut dokunulmazlığı, meslek seçme hakkı, vatandaşların din ve milliyetine bakılmaksızın eşitliği gibi temel hakların tanındığı metinde, yargı bağımsızlığı ve vergi reformları öngörüldü. Anayasa köleliği ve feodal ilişkileri ortadan kaldırırken, Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilip Prens Miloš Obrenović'in yeminiyle onaylanmasına rağmen Osmanlı, Rusya ve Avusturya'nın baskısı altında sadece 55 gün sonra askıya alındı.

Bu girişimler, Sırbistan’ın 1878’de Berlin Antlaşması ile tam bağımsızlığa ulaşmasında ve modern bir devlet yapısı kurmasında temel oluşturdu.

Rigas’ın Anayasası, tüm Osmanlı Devleti'ni kapsayan demokratik bir devrimi öneren ilk belgelerden biri olarak kabul edilirken, diğer anayasa girişimleri (Genç Osmanlılar veya Ermeni Nizamnamesi) daha çok reformist veya cemaat bazlı olarak kaldı.

Romanya’da girişimler

Sırbistan'ın yanı sıra Eflak ve Boğdan'da da Hıristiyan topluluklar kendi yönetimlerini modernize etmeye çalıştı. 1821'de Tudor Vladimirescu liderliğinde Eflak’ta başlayan isyan sonrası Vladimirescu, bir “Halk Meclisi” kurulmasını önerdi ve temel hakları (özgürlük, eşitlik, vergi reformu) garanti altına alan bir yönetim modeli talep etti. Bu öneriler, yazılı bir anayasa taslağına dönüşmese de anayasal düşüncenin erken bir örneğiydi. İsyan, Osmanlı Devleti’nden bağımsız olarak yerel liderler tarafından başlatıldı, ancak Osmanlı ve Rus müdahalesiyle bastırıldı.

Bu isyan bir bölgede değişimin temeli olurken, 1831-1832 yıllarında Eflak ve Boğdan için ayrı ayrı nizamnameler hazırlandı. Osmanlı Devleti’nin onayıyla, hazırlanan bu belgelere göre, Voyvodaların yetkilerini sınırlayan bir meclis (Divan) kuruldu; vergi sistemi, adalet ve eğitim reformları düzenlendi, temel haklar (mülkiyet, din özgürlüğü) tanındı. Nizamnameler, Eflak ve Boğdan’ın 1859’da Romanya adıyla birleşmesiyle sonuçlanan süreci hızlandırdı ve 1866 Romanya Anayasası’na zemin hazırladı.

Hristiyan cemaatlerin girişimleri

Rigas’ın Anayasası, tüm Osmanlı Devleti'ni kapsayan demokratik bir devrimi öneren ilk belgelerden biri olarak kabul edilirken, diğer anayasa girişimleri (Genç Osmanlılar veya Ermeni Nizamnamesi) daha çok reformist veya cemaat bazlı olarak kaldı. Tanzimat Fermanı'nın yayınlanmasının ardından gelen görece özgürlük döneminde birçok anayasal düzeyde kabul edilebilecek metin hazırlandı. Cemaatler, Tanzimat dönemiyle birlikte Batı’daki anayasal modellerden etkilenerek kendi yönetimlerini modernize etmeye çalıştılar. Bu girişimler, devletten bağımsız olarak cemaatlerin kendi aydınları ve liderleri tarafından başlatıldı, ancak yürürlüğe girmesi için Osmanlı Devleti’nin onayı gerekti. Bu nedenle, tamamen bağımsız olmaktan ziyade, devletin dolaylı denetimi altında gerçekleşen bu girişimler, cemaatlerin iç işlerinde demokratikleşme ve laikleşme yönünde adımlar oldu.

Bunlardan birisi olan 'Ermeni Milleti ve Nizamname-i Millet', Ermeni cemaatinin iç işlerini düzenleyen bir metin oldu. 1860 Nizamnamesi ile cemaatin dini ve dünyevi işlerini düzenleyen bir anayasa oluşturuldu. Ancak bu düzenleme Osmanlı Devleti tarafından reddedildi. 1863 Nizamname-i Millet ise ilk nizamnamenin revize edilmesi ile kabul edildi. Buna göre Ermeni Patrikhanesi’nin yetkileri sınırlandırıldı; patriğin mutlak otoritesi yerine, cemaat işlerini yönetmek için seçilmiş bir meclis (Meclis-i Umumi) kuruldu. Laik ve dini temsilcilerden oluşan bu meclis, eğitim, sağlık, vergi toplama ve cemaat içi adalet gibi konuları yönetiyordu. Yine nizamname cemaat üyelerinin temsilcilerini seçebildiği bir seçim sistemi getirildi.

Osmanlı'nın bir diğer Hristiyan milleti Rumlar da 1862 Rum Milleti Nizamnamesi ise kendi nizamnamesini oluşturdu. Bu belge, Patrikhane’nin yetkilerini düzenliyor ve cemaatin dünyevi işlerini yönetmek için karma bir meclis (Etniki Meclis) kuruyordu. Belgeye göre patrik seçiminde cemaatin temsilcilerinin rolü artırıldı, cemaatin gelir ve giderlerini yönetmek için bir mali komisyon kuruldu, eğitim ve kilise işleri için ayrı meclisler oluşturularak yönetim demokratikleştirildi.

Bulgar Eksarhlığı'na bağlı Sveti Stefan Kilisesi, İstanbul Fatih'te

İstanbul Rumlarının yanı sıra Girit Rumları da kimi girişimlerde bulundu. Girit Rumları, Osmanlı yönetimine karşı 1866-1868 isyanında özerklik ve kendi yönetimlerini düzenleme hakkı talep ederken, isyan sırasında, adanın iç işlerini düzenlemek için bir “Geçici Yönetim” kuruldu. Bu yönetim, bir meclis oluşturarak vergi toplama, adalet ve eğitim gibi konularda kararlar aldı. Yazılı bir anayasa taslağı ortaya çıkmasa da bu yönetim proto-anayasal bir düzen olarak değerlendiriliyor. İsyanın bastırılmasından sonra, Osmanlı'nın da onayıyla 1868 Organik Nizamname'si hazırlandı. Bu nizamname, Hıristiyan ve Müslüman toplulukların eşit temsilini sağlayan bir idari meclis kurdu ve yerel özerkliği artırdı.

Yine 1870'de Rum Patrikhanesi’nden ayrılarak kendi kiliselerini (Bulgar Eksarhlığı) kuran Bulgarlar da kendi iç yönetimlerini düzenlemek için anayasal girişimlerde bulundular. Buna göre Eksarhlık’ın yönetimi için seçilmiş temsilcilerden oluşan bir meclis kuruldu, cemaatin eğitim, kültür ve dini işleri için özerk bir yapı oluşturuldu. Bu girişimler 1878 Berlin Antlaşması’yla Bulgaristan’ın özerk bir prenslik haline gelmesinde dolaylı bir rol oynadı. Öte yandan Osmanlı içinde bulunan Arnavut ve Yahudi toplumları da kendi cemaatlerine yönelik düzenlemeler içeren girişimlerde bulundu.

Tüm bu katliamların üzerine 20 Ocak 1921'de ilan edilen ve bugünlerde ona dönüş çağrıları yapılan 1921 Anayasası ne kadar demokratik olabilirdi. Azınlıklara dair tek kelimenin geçmediği, güçler birliğini esas alan ve halen şer-i hukuku öngören bu anayasa olumlu denilebilecek tek özelliği ise görece özerklik tanıması oldu. Bu tek başına yeterli mi?

Lübnan’da halkların talebi

Anadolu ve Balkanlar'da yaşanan bu gelişmelerin yanı sıra Lübnan'da da kimi girişimlerde bulunuldu. Marunîler, Dürzîler, Sünnîler, Şiiler ve daha birçok topluluğunun yaşadığı bölgede halklar özerklik, anayasa ve temel hakların tanınması taleplerinde bulundu.

Bu talepleri üzerine Osmanlı'nın onayıyla ilk olarak 1842’de Çift Kaymakamlık Sistemi getirildi. Çift Kaymakamlık, yazılı bir anayasa olmasa da yerel yönetimlerin dini temelde özerkliğini düzenleyen bir proto-anayasal düzenlemeydi. 1861'de ise Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı ve Organik Nizamname ilan edildi. Buna göre Cebel-i Lübnan, Hıristiyan bir mutasarrıf (valinin eşdeğeri) tarafından yönetilecek, bölge, dini ve etnik temelde idari birimlere ayrılacak, her birim, kendi topluluğunun temsilcileri tarafından yönetilecekti. Buna göre bir “İdari Meclis” kuruldu; bu meclis Marunîler, Dürzîler, Sünnîler, Şiiler ve diğer topluluklardan temsilciler içeriyordu. Meclis, vergi toplama, eğitim ve yerel yönetim işlerini düzenliyordu. Yine nizamname ile temel haklar (mülkiyet, din özgürlüğü) garanti altına alındı.

Rigas’ın katledildiği Nebojša Kulesi’nin önündeki anıt

1921 Anayasası yeter mi?

Osmanlı'nın dış baskılarla da olsa Hristiyanlara karşı tanıdığı bu özerklik, önce Abdülhamit'in tahta çıkması ve Kanuni Esasi'yi askıya alması sonrasında da İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Anadolu'yu Hristiyanlardan temizlemek istemesi ile yerini katliamlara bıraktı. Anayasayı rafa kaldırıp, parlamentoyu fesheden Abdülhamit 33 yıl sürecek İstibdat Dönemi’nde tüm muhaliflere ama özellikle Ermenilere yönelik katliam ve sürgün girişimlerinde bulundu. 300 bin Ermeni’nin hayatını kaybedeceği bu süreç, Hristiyan uluslara yönelik sürecek olan soykırım planının başlangıcı oldu. Bu tarihten 1921'e kadar 1915 Ermeni, Süryani ve 1919 Rum soykırımları ile en az 2 buçuk milyon Hristiyan katledildi.

Tüm bu katliamların üzerine 20 Ocak 1921'de ilan edilen ve bugünlerde ona dönüş çağrıları yapılan 1921 Anayasası ne kadar demokratik olabilirdi. Azınlıklara dair tek kelimenin geçmediği, güçler birliğini esas alan ve halen şer-i hukuku öngören bu anayasa olumlu denilebilecek tek özelliği ise görece özerklik tanıması oldu. Bu tek başına yeterli mi? Elbette yetmez.

“Bizim istediğimiz eşitlik. Talebimiz Ermeni, Türk, Kürt, Alevi, Laz, Ezidi, Süryani, Arap ve Kıptilerle birlikte eşit koşullarda kardeşçe yaşamak istiyoruz... Yaşasın sosyalizm"

Yüzümüzü Rigas ve Paramaz’a dönelim

Halkların birlikte yaşamını ve halk egemenliğini istiyorsak dönmemiz gereken yerin Rigas Anayasası olduğunu bilmeliyiz. Yüzlerce yıl önce Helen topraklarından çıkan özgürlük ve eşitlik sesine kulak vermeliyiz. Anayasamızın hak ve özgürlükleri temel alan, eşitliği sağlayan, zenginden daha fazla vergi alınmasını isteyen bir düzleme gelmek gerçek anlamda demokratik bir devrimin önünü açmak istiyorsak, yüzümüzü Rigas'ın yıllar önce işaret ettiği noktaya dönmeliyiz. Tabii ki işçilerin günde 8 saat çalışması, anadilde eğitim talebi uğruna idama giden Ermeni Sosyalisti Paramaz'ı (Madteos Sarkisyan) da unutmayalım. Paramaz'da tıpkı Rigas gibi halkların birlikte yaşamını savundu ve idam sehpasından “Bizim istediğimiz eşitlik. Talebimiz Ermeni, Türk, Kürt, Alevi, Laz, Ezidi, Süryani, Arap ve Kıptilerle birlikte eşit koşullarda kardeşçe yaşamak istiyoruz... Yaşasın sosyalizm" diye seslendi. Eğer bu toprakların eşitlikçi, özgürlükçü, demokrat, sosyalistlerini anacak ve bir yerlere geri döneceksek, Rigas ve Paramaz’ın uğruna ölüme yürüdüğü ideal ve taleplere dönmeliyiz.

Yazıya son noktayı Rigas'ın yıllar önce bize seslendiği şiiri ile koyuyorum:

“Ne güne dek arkadaşlar, darda yaşayacağız, / aslanlar misali, yalnız, bayırlarda dağlarda…/ Bir saatlik özgür yaşam yeğdir bize/ Kırk yıllık köleliğe, hapise. … /Köleysen eğer, neye yarar yaşaman? / Düşün, ateştesin her an. / İster vezir ol, efendi ya da tercüman/ Hep boşa harcar seni Tiran. / Yiğit kapetasyonlar, papazlar, siviller/ ve ağalar, öldü hepsi haksız kılıç altında/ Öylesine çoktur bunlar, Türkler ve Rumlar/ Yitirdiler yaşamla servetlerini, nedensiz”
politikart.net/yazi/rigastan-1

Fotoğrafın Sessiz
Çığlığı

Bu karede gördüğümüz çocuklar, aslında tarihin en acı sayfalarından birinin tanıklarıdır. Onların masum bakışlarının ardında, anneleri ve babaları soykırımda öldürülmüş olmanın tarifsiz hüznü saklıdır. Geriye kalan bu yetimlerin önüne bir katilin portresi konulmuş, ellerine Osmanlı bayrağı tutuşturulmuş ve kameraya “itaatkar tebaanın” temsili olarak sunulmuşlardır.

Peki, insan kendi elleriyle yok ettiği bir halkın çocuklarını sahiplenince, bu gerçekten bir merhamet göstergesi midir?
Yoksa katliamın üstünü örtmeye dönük bir sahneleme midir?
Üstelik ortada duran portre, bizzat bu yıkımın fermanını veren bir katile aittir. Bu fotoğraf, sadece yetimlerin değil, aynı zamanda tarihin kandırılmak istenen vicdanının resmidir.

Hem yok edeceksiniz, hem de dünyaya şirin görünmeye çalışacaksınız. Medeni dünyanın gözünde insani bir manzara çizmek için çocukların gözyaşlarını propaganda malzemesi yapacaksınız.
Barbarlık işte tam da budur: Hem öldürmek, hem sahiplenmek; hem yok etmek, hem de kurtarıcı rolüne soyunmak.

Bugün bile bu devlet, Ermeni Soykırımı’nı kabul etmiyor. Oysa bu inkar, sadece geçmişe değil, bugüne ve yarına da yöneliktir. Çünkü kabul etmek demek, aynı zihniyetin Kürtlere, Ezidilere, Alevilere ve farklı inançlara karşı işlediği ve işleyeceği suçların da itirafı demektir. Tarihi reddetmek, aslında gelecekte aynı suçları işleme niyetinin gizlenmesidir.

Düşünün:
• Dersim’de on binlerce insan katledildiğinde de “medeniyet” adına yapıldığı söylendi.
• 1990’larda köyler yakılıp yüz binler sürgün edildiğinde de “terörle mücadele” bahanesi ileri sürüldü.
• Bugün Kürtlerin kimliği, dili ve iradesi hedef alındığında da “birlik ve bütünlük” kılıfı kullanılmakta.

Aynı sahne, farklı figüranlarla tekrar ediyor. Dün Ermeniler, Süryaniler, Rumlar bu topraklarda yok edildiler. Bugün ise Kürtler benzer bir kaderin kıyısına itiliyor.

Bu fotoğraf bize şunu söylüyor: Bir devlet, işlediği suçlarla yüzleşmediği sürece, o suçları tekrar etmekten geri durmaz. Ermeni yetimlerinin o bakışları, sadece geçmişin çığlığı değil; aynı zamanda bugünün ve yarının uyarısıdır.

Mahmut Uzun
instagram.com/p/DPTpZefjCfW/

"Aşkta daima biraz cinnet vardır. Fakat cinnette de her zaman biraz akıl vardır".

Friedrich Nietzsche

Çok fazla insan doğuyor, lüzumsuzlar için vardır devlet.

Friedrich Nietzsche

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.