Samanyolu, sanılandan çok daha büyük bir yapının parçası olabilir
"Bu büyük havzaların keşfi, kozmik yapıya dair anlayışımızı temelden değiştirebilir"
https://www.indyturk.com/node/747021
Eren Keskin: Güran ailesi o açıklamayı yapmadan önceki akşam bazı milletvekilleri yanlarındaymış, Narin’in ailesinin bir adli tıpçıdan görüş aldığını düşünüyorum
Cansu Çamlıbel
“Devlete yakınsanız bu coğrafyada istediğiniz suçu işleyebilirsiniz, çünkü üstü örtülür. Aile o metinle devlete ‘Bizi koruyun’ diyor. Tavşantepe üzerinde özellikle Ensarioğlu ailesinin çok büyük bir etkisinin olduğu söyleniyor. Galip Ensarioğlu konuşamıyor çünkü ailenin devletle ilişkileri var. Devlet aileyi on yıllarca korumuş, aile de devleti koruyor. Bu köyün 90’larda silah deposu olduğu söyleniyor”
Tam yirmi beş gündür bir kız çocuğunun yok ediliş sürecini içimizden parçalar koparak izliyoruz. Aslında ilk günden biliyorduk hepimiz bir umut falan olmadığını ama umutlanmak istedik, diğer kaybettiğimiz çocuklarda olduğu gibi. Narin Güran’ın minik bedenin Eğertutmaz Deresi’nde bulunduğu andan beri ise kâbuslarımız koyulaştı. Ailesindeki tek kişiye dahi güvenemeyen çocukların ülkesinin yasını tutuyoruz.
Narin’in ailesinden tutuklanan ve sorgulanan kişilerin toplam sayısı her gün değişiyor, değişmeyen tek şey ise Güran ailesinin ‘sessizlik yemini’ de diyebileceğimiz organize tavrı. Her ifade sanki kafalar daha da karışsın diye veriliyor ve her ifadede baş şüpheli amca Salim Güran’ın parmak izi var. İşlerin buraya geleceğini bilerek o gün geldiğinde kimin ne demesi gerektiğini kendince organize etmiş.
Ailenin karmaşık ilişkileri ve köyün girift yapısı soruşturmayı yeterince oyalamıyormuş gibi bir de aileden tuhaf bir yazılı açıklama geldi. Ailenin bir ferdini ortadan kaldıran olayları sorgulamak yerine onlar da siyasi modaya uyarak sorgulayanları ‘dış güçler’ olarak yaftalamayı seçmişlerdi. Daha fenası Tavşantepe’nin ‘stratejik konumu’ dedikleri şey her neyse onu cinayete kalkan olarak kullanmaya teşebbüs ediyorlardı.
İnsan hakları savunucusu, avukat Eren Keskin şu an İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) Eş Genel Başkanı. Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Komisyonu’nu kuran insan. Senelerdir aile içi şiddet, kadına şiddet, çocuğa şiddet alanlarına giren yüzlerce davanın tarafı oldu. Kürt siyasi hareketiyle yakın ilişkileri nedeniyle değil, Narin’in katledildiği coğrafyadaki toplumsal dinamiklere ve hukuk süreçlerine aşinalığı nedeniyle bu söyleşiyi yapmak istedim. Zira Eren Keskin’i tanıyanlar bilir ki kadın alanındaki aktivizmi her türlü diğer aktivizminin önünde gelir.
Eren Keskin, Narin’in henüz arandığı günlerden beri ailenin diğer kadınlarının derhal koruma altına alınması gerektiğine dikkat çekiyor. Bugün tutuklular arasında yer alan annenin ve yengenin can güvenliği için devletin cezaevinde maksimum dikkat sarf etmesi gerektiğini söylüyor. Çünkü Keskin’e göre, o tür bir feodal yapı içinde bu kadınların da hayatları tehlikede olabilir.
Eren Keskin, cinayetin şifrelerinin bölgenin politik gerçekliğinden azade tutularak çözülemeyeceğini düşünenlerden. Ensarioğlu ailesi ile Güran ailesi arasındaki hattın, Galip Ensarioğlu’nun sonradan söylediğine pişman olduğu cümledeki kadar basit bir ‘aile dostluğu’ olmadığını düşünüyor. Hatta DEM Parti sözcülerinin bugüne kadar sınırlı biçimde dile getirdiği iddialar hakkında daha net cümleler kuruyor. Güran ailesinin o yazılı açıklamayı yapmadan önceki akşam bazı milletvekilleriyle bir arada oldukları iddiasını dile getirmekten çekinmiyor. Ancak parti ismi vermiyor.
İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı avukat Eren Keskin
“Erkek egemen feodal yaklaşım son 10 yıldır bölgede yoğun biçimde pompalanıyor”
- Narin Güran cinayetini yakından takip ediyorsunuz. Belki yüzlerce benzer davaya baktınız ve “Erkekliğin egemen olduğu toplumsal cinsiyetçi bakış açısıdır asıl katil” diyorsunuz. Tam da işin bu boyutunu konuşmak istiyorum. Çok aşina olduğunuz köyler ve yapılar. Nasıl bir fotoğraf var karşımızda?
Narin olayının yaşandığı bölgede uzun yıllardır egemen olan bir erkek egemen militer ve feodal yaklaşım var. Bir devlet aklı var. Bu yaklaşımın son 10 yıldır devlet tarafından yoğun bir şekilde pompalandığını görüyoruz. Devlet, kadını eve kapatan, erkeğin egemenliğini son derece açık bir biçimde savunan feodal bir değer yargısını topluma dayatıyor. Narin olayının detaylarına geçmeden önce şunu söylemek isterim; İstanbul Sözleşmesi çok önemliydi bizler için, çünkü o metin aslında bugün ‘feodal’ diye bakılan kesimlerin bölgede verdiği mücadelenin de sonucunda çıktı. Diyarbakır'da kocası tarafından annesi öldürülen, kendisi de ağır yaralanan Nahide Opuz davası bir milattır İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlanması açısından. Türkiye, o davada AİHM tarafından devlet olarak kadını ve kızını aile içi şiddetten koruyamadığı için mahkûm edildi. Opuz’un avukatı Meral Danış Beştaş’tı. Bu karardan sonra Avrupa Konseyi bütün üye devletlere bir çağrı yaptı. Avrupa ve Türkiye'den de kadın hukukçuların önerileriyle bir sözleşme hazırlandı.
“İstanbul Sözleşmesi’nin en önemli maddesi örf ve namusla ilgili olandı”
- Tam Narin’i konuşmaya başlarken sözü İstanbul Sözleşmesi’ne getirmenizin hukuki açıdan anlamı nedir?
Çünkü İstanbul Sözleşmesi esas olarak yerleşik erkek egemen toplumsal cinsiyetçi bakış açısını karşısına alır. Bana göre en önemli maddesi de şunu söyler; “Hiçbir örf, hiçbir adet, hiçbir namus anlayışı kadına yönelik şiddetin gerekçesi olamaz.” Oysa bizim coğrafyamızda kadına yönelik şiddetin tek gerekçesi zaten bu.
“Türkiye sözleşmeden çıkınca, kadını darp etmenin suç olmaktan çıktığını sanan o taksiciyi hiç unutmuyorum”
- İstanbul Sözleşmesi Türkiye’de 2014 yılında yürürlüğe girmişti, 7 yıl kadar yürürlükte kaldı. O süreçte sözleşmenin hükümleri Türk mahkemeler tarafından ne ölçüde uygulanıyordu?
Hiçbir zaman tam olarak uygulanmadı ama bizler en azından “Bu sözleşmeye uymak zorundasınız” diye hakimlerin önüne koyuyorduk. Uygulamıyorlardı, birçoğu da bilmiyordu. Ama en azından zorlayıcı konuşmalar yapabiliyorduk. Ne zaman ki 2021 yılında Tayyip Erdoğan tek imzayla bu sözleşmeden çıktı, iş hemen değişti. Ben ertesi günü bir taksiye bindim. Ben telefonda konuşurken avukat olduğumu anladı. Konuşmam bitince taksici “Abla bir şey soracağım. Benim bir taksici arkadaş karısını darp ettiği için içerde. Artık bu suç olmaktan çıktı. Benim arkadaş artık çıkar değil mi?” diye sordu. O taksicinin söylediğini hiç unutmam, çünkü o sözler Erdoğan’ın İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararını nasıl algıladığını ortaya koyuyordu. Biz zaten bu nedenle “Kadına yönelik şiddet politiktir” diyoruz.
“Devlet dili ne zaman sertleşiyor, kadına yönelik şiddet artıyor”
- “Kadına yönelik şiddet politiktir” ne demek? Bilmeyenler açısından netleştirin isterim.
Devlet dili ne zaman ki sertleşiyor, ne zaman ki ötekileştirici bir dil yükseliyor, ülke genelinde kadına yönelik şiddet artıyor. Bugün dizilerde gördüğümüz şiddet de devlet yöneticilerinin kullandığı şiddet dili de topluma yayılıyor. Örneğin Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanlığı döneminde sürekli bir şiddet dili hâkimdi. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni imzalamış bir devletin İçişleri Bakanı şunu söyleyebildi; “Ne olmuş ki? Yakalarsanız ‘lime lime edin’ talimatını verdim.” Bir suçlu ile ilgili, bir adli olayla ilgili polislere “Yakalarsanız ‘lime lime edin’ talimatını verdim” dedi.
Diyarbakır'ın Bağlar ilçesi Tavşantepe köyünde 21 Ağustos'ta kaybolan ve cesedi 19 gün sonra, 8 Eylül'de dere kenarında bir çuval içinde bulunan 8 yaşındaki Narin Güran
“Şiddeti sadece bölge üzerinden tartışmanın ırkçılığa varan bir yanı var”
- Narin’le birlikte Türkiye genelinde yeniden hatırlanan bu aile içi şiddet konusu çok mecrasından çıkartılarak tartışılabiliyor bazı televizyon programlarında. Güncel tartışmanın sizi bir hukukçu olarak en çok rahatsız eden tarafı nedir?
Aile içi şiddet sadece Diyarbakır'da, Mardin'de, Batman'da oluyormuşçasına tartışılıyor bu olaylar. Oysa verilere bakılsa, kadına yönelik şiddetin ve cinayetlerin büyük metropollerde çok daha fazla işlendiğini görecekler. Bu konuyu sadece bölge üzerinden tartışmanın ırkçılığa varan bir yanı da oluyor. Bölgede olduğunda çok ilgileniliyor ama mesela benzer bir cinayet Tekirdağ’da işlendiğinde herkes bu kadar ilgilenmiyor. Bir de tabii bölgede olduğu zaman “Onlar zaten feodal” şeklinde yorumlar yapılmasına biz kadın hareketi olarak karşı çıkarız. Bu tür ifadelerin kullanılmaması gerekir.
- Bu söylediğinizi biraz daha açarsak aslında siz şunu demek istiyorsunuz; “Onlar zaten feodal” denerek “Onlar zaten Kürt” denilmek isteniliyor ve sanki kadına karşı şiddet bu ülkede Kürtlere özgü bir konuymuş havasında tartışılmaya başlanıyor. Doğru mu anlıyorum itirazınızın gerekçesini?
Elbette. Kadına yönelik şiddet bu coğrafyanın her yerinde de dünyanın her yerinde de büyük bir sorun. Mesela kadına yönelik şiddetin en yoğun olduğu yerlerden biri Avrupa.
- Mutlaka. Ancak feodal düzenin hâlâ baskın olduğu tüm coğrafyalarda kadına karşı bakışın bir Avrupa başkentinden farklı olduğu gerçeğini de yadsıyamayız. Türkiye’nin doğusunda demografik ağırlık Kürt nüfus olduğu için feodal ilişkilerin hâlâ hâkim olduğu o köylerde Kürt kadınının yerini konuşabilmek de bu tartışmanın doğal parçası değil mi?
Tabii ki feodal yapının sürdüğü yerler var bölgede. Ama bir taraftan da Kürt kadın hareketinin son derece güçlü olduğu yerler de var. Yani bu konuştuğumuz değer yargılarını kırmaya çalışan da bir mücadele var.
“Tavşantepe üzerinde Ensarioğlu ailesinin büyük bir etkisi var; Güran ailesinin de köyde bir tahakkümü var”
- Güran ailesinin yaşadığı Tavşantepe köyünün bahsettiğiniz mücadelenin çok uzağında olduğun ortada. Bu elbette köyün politik gerçekliğine çok bağlı bir durum. Zira bahsettiğiniz kadın hareketi, ulusal siyasette kendine bugün DEM Parti ekolü olarak yer bulan Kürt siyasi hareketinin bir parçası. Muhafazakâr Kürtlerin kuruluşundan beri AKP’ye teveccüh gösterdiğini de biliyoruz. Bu da bölgedeki kadın hakları hareketinin siyasi kutupları aşamadığı anlamına gelmez mi?
Yasalar değiştiği için Tavşantepe idari açıdan artık köy değil, bir mahalle; onu kayda geçirelim baştan. Merkeze çok da yakın bir mahalle, Diyarbakır Havaalanı’nın hemen yanı başında. Burası bizim edindiğimiz bilgilere göre daima Türk sağ siyasetini desteklemiş. Tavşantepe üzerinde özellikle Ensarioğlu ailesinin çok büyük bir etkisinin olduğu söyleniyor. Hatırlarsınız 90’ların o en karanlık günlerinde Salim Ensarioğlu DYP’den Devlet Bakanlığı yapıyordu. Tansu Çiller’le birlikte o dönemin en karanlık günlerinde görev almış bir insandı. Yani derin devlet ile iş birliği yapan bir siyasetin içinde yer alıyordu. Dolayısıyla da evet, Kürt siyasi hareketinin oraya çok fazla girdiği söylenemez. Mutlaka oy veren insanlar var ama genel olarak egemen zihniyet devletle iş birliği. Ve o zaman köy, şimdi mahalle olan Tavşantepe’de Güran ailesi tarafından sürekli bir tahakküm kurulmuş.
AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu
“Devlete yakınsanız bu coğrafyada istediğiniz suçu işleyebilirsiniz, çünkü üstü örtülür”
“Katil şüphesiyle tutuklu olan amca bir hafta boyunca arama çalışmalarını yönetti”
- Bahsettiğiniz Salim Ensarioğlu’nun yeğeni Galip Ensarioğlu da 1993- 2009 tarihleri arasında DYP’de il başkanlığı yaptı. Sonrasında AKP’den milletvekili seçildi. Narin’in cansız bedeni aranırken yaptığı bir açıklamayla ülkenin gündemine oturdu. “Bizlerin bazen bilmediği, bazen de bilip söylemememiz gereken şeyler var. Çünkü aile de bizim dostlarımız” şeklindeki sözleri çok tepki alınca herkesin anladığı şeyi kastetmediğini savundu. Sizce neyi kastetmişti Galip Ensarioğlu o ilk açıklamasında?
Bence son derece açık. O ilk açıklamasında çok dürüstçe ve açıkça söyledi bunu. Zaten bu coğrafyada her zaman böyle. Eğer siz devlete yakınsanız her türlü suçu işleyebilirsiniz. Onun üstü örtülür. Benzeri şeyler başka olaylarda da yaşanıyor. Diyarbakır Barosu bu süreci çok yakından takip ediyor, çok önemli bir görev yapıyor oradaki arkadaşlarımız. Her aşamanın takipçisi oldular. Onların genel algısı Narin’in “Yanlış bir şeye, şahit olmaması gereken bir şeye” şahit olduğu yönünde en başından beri. Yani böyle bir durum var ama Güran ailesi çok güçlü ve devlet onlara güveniyor. Düşünebiliyor musunuz, kayıp ihbarını yapan amcanın kendisi ve şu an tutuklu. Tutuklanana kadar da bir hafta boyunca arama çalışmalarını da jandarmayı da o yönetti. Yani arama çalışmalarını katil şüphesiyle tutuklanan amca yönetti. Bütün gazetecilerin telefonuna çıkıp, televizyonlara bağlandı. Oysa kolluk kuvvetleri oradaki herkesi ‘şüpheli’ olarak görüp o şekilde muamele etmeliydi. O yapılmadığı için adam resmen süreci yönetti ve ona göre de organizasyonu yaptı. Resmen yanlış yönlendirdi. Onun yönlendirmeleri doğrultusunda Jandarma Komutanı “Ulaşıyoruz, bir müjde vereceğiz” diye açıklama yaptı. Bunlar soruşturma makamının içine düştüğü çok büyük yanlışlar.
“Salim Güran’ın sorgusuna giren arkadaşlarımız fütursuz tavrına çok şaşırmış”
- Sizin iddianız şu mu; Salim Güran “Nasılsa devletin adamıyım” diye düşündüğünden bu kadar rahat davrandı?
Kesinlikle onun için bu kadar rahat. Kendisi devlet için ‘muteber bir şahıs’ ve aile muteber bir aile. Hepsi onun verdiği güvenle davranıyor. Verdiği ifadelere bakın, hâlâ büyük bir güven içinde. O kadar fütursuzca cevaplar veriyor ki. Bizim sorguya giren bir arkadaşımız aynen şöyle dedi; “Adamın tavrını görseniz şaşırırsınız. O kadar kendini güçlü hissediyor ki. ‘Bana bir şey olmaz’ düşüncesi o kadar kuvvetli ki umursamıyor bile cevap verirken. Savcı öyle sorular soruyor ki. Aslında bir feodal yapı içindeki bir kişinin savcıya ‘Sen bana nasıl böyle bir soru soruyorsun?’ diye tepki vermesi beklenir. Ama gayet doğal karşılıyor. Çok rahat.”
“Normalde o tür kapalı bir yapı içindeki bir adam ‘Anneyle ilişkin var mı?’ sorusuna tepki gösterir”
- Feodal bir yapı içinde yaşayan bir adama hangi soru sorulursa adam rahatsız olur ve tepki gösterir? Meslektaşınız sorguda şahit olduklarını anlatırken neyi kastediyor?
Örneğin “Anneyle ilişkin var mı?” ya da “Narin senin çocuğun mu?” gibi sorular. Böyle bir kapalı toplumda yaşayan bireyler normalde bu sorulara tepki gösterir, yanıt vermez. Ama bu adamda normalde içinde bulunduğu durumlarla örtüşmeyen bir rahatlık var.
“Savcılar görevini çok dikkatli yapıyor ama zaten deliller karartıldı”
“Ailenin bir adli tıpçıdan görüş aldığını düşünüyorum”
- Sorguya giren meslektaşlarınızın Diyarbakır’da soruşturmaya yürüten savcılarla ilgili izlenimi nedir? Bu kadar tansiyonlu bir ortamda görevlerini rahat yapabiliyorlar mı sizce?
Savcıların görevlerini yaptıklarını söylediler açıkçası. Tabii olaya Kürt siyasi hareketi de sahip çıktı, kadın hareketi de sahip çıktı. Kamuoyunun geneli de hassasiyet içinde. Bütün toplum sahip çıktı. Bu olay bir numaralı gündem haline geldi. Doğal olarak böyle bir ortamda devlet bu işe iyice asılmak durumunda. Diyarbakır Baro Başkanı’nın da diğer arkadaşlarımızın da bize söylediği savcıların görevlerini çok dikkatli yaptıkları. Ama şu var; bir hafta böyle bir olay için çok uzun bir süre. Zaten o süre zarfında deliller karartıldı. Katil olan ya da katilleri koruyan amca Salim Güran’ın nasıl bir rol oynadığı net değil. İtirafçı dışında hiç kimse gerçeği söylemiyor, onun da ifadeleri çelişkili. Amca o kadar çok kişiyi aramış ki, o kadar çok kişiyi yönlendirmiş ki zaten arandıklarını gözaltında olanlar kendileri söylediler ifadelerinde. Ben bu süreçte ailenin kendilerine yakın ya da kendilerine önerilen bir adli tıpçıdan görüş aldıklarını düşünüyorum. Normalde ilk akla gelen cesedi gömmektir bu durumlarda. Oysa çocuğun o şekilde suya gömülmesi, üzerine taş konulması önemli detaylar.
Fotoğraf: DHA
“Suyun delilleri çürüteceği bilinerek çocuk dere yatağına gömülmüş”
- Ne demek istiyorsunuz?
Adli Tıp ön raporu açıklandı biliyorsunuz. Narin'in üzerinde başka birinin DNA'sına rastlanmadığı söylendi. Çünkü o kadar uzun süre suda kalan ve çürümenin gerçekleştiği bir bedende delil bulmanız zordur. Belli ki birileri bunu onlara söylemiş. Suyun delilleri çürüteceği bilerek çocuk dere yatağına gömülüyor. Ve hâlâ örgütlü bir tavır var. Hiç kimse tam gerçeği anlatmıyor.
“Aile o açıklamayı yapmadan önceki akşam bazı milletvekilleri ailenin yanındaymış”
- Türkiye’nin gözü orada. Savcıların titiz çalıştığı yönünde bir izleminiz var. Keza hükümetin gelinen noktada işi savsaklamasının zor olduğu yönünde de bir izleniminiz var. Dahası Cumhurbaşkanı Erdoğan bizzat sahip çıktı, takipçisi olacağını söyledi. Siz böyle bir denklem içerisinde Güranların ‘devletle ilişkisi olan bir aile’ olduğunu söylerken bizzat AKP hükümetini mi kastediyorsunuz, yoksa partiden bağımsız bir ilişki türünü mü?
AKP’den büyük bir şeyi tabii. Benim kastettiğim esas derin devlet. Ben hâlâ bir derin devletin olduğuna inanan bir kişiyim. Ben Cumhurbaşkanı’nın ya da devletin soruşturmaya sahip çıktığını filan düşünmüyorum, sadece öyle gösteriyorlar. Örneğin A Haber şu anda paralel bir yargı gibi görev yapıyor. Bakın, avukatların ulaşamadığı ifade tutanakları anında A Haber’de yayınlanıyor. Bu o kadar tehlikeli bir şey ki bu dosyada fail olup hâlâ dışarıda olan insanlar olabilir ve bu yayınlar sayesinde bunlar anında her türlü bilgiye ulaşıyorlar. Bu ortaya saçılan bilgiler üzerinde televizyonda ellerinde cetvellerle tartışıyorlar. Bunlar bana çok akıl dışı geliyor açıkçası. Devletin ilgileniyor olduğunu söylemesinin tek başına bir anlamı yok ki. Bir diğer konu da ailenin yaptığı o yazılı açıklama. Onun ailenin açıklaması olduğunu asla düşünmüyorum. Çünkü bir gece önce birçok milletvekili zaten ailenin yanındaymış
“O, devlet diliyle yazılmış bir açıklama”
- İktidara yakın milletvekilleri mi? Bu ciddi bir iddia. Hangi milletvekilleri olduklarını biliyor musunuz?
Hangi partiden olduklarını bilemiyorum. Ama bölgeyle çok yakın ilişkileri olan bir arkadaşım anlattı; bu açıklamanın yayınlanmasından bir gece önce bir kısım milletvekillerinin orada olduğunu. Ve sonuçta devlet diliyle yazılmış bir açıklamadan bahsediyoruz.
“Aile o metinle devlete ‘Bizi koruyun’ diyor”
“Bu köyün 90’larda silah deposu olduğu söyleniyor”
- DEM Parti’nin “Bu ölümlerdeki siyasi sorumluluklarını saklama telaşıyla partimizi hedef alan HÜDAPAR ve ortaklarının telaşını anlıyoruz” şeklinde bir açıklaması olmuştu. Ailenin açıklamasını yazdırmak için Tavşantepe’de aileyle bir gece önce toplandığını öne sürdüğünüz milletvekilleri HÜDA- PAR’lı mı?
HÜDA- PAR da olabilir. Zaten farkındaysanız ailenin yaptığı açıklama ile HÜDA- PAR yetkilisinin açıklamasında aynı dil var. “Bu dış güçlerin ve İsrail’in işi” denildi. Benim için asıl önemli olan şu; ailenin yazdığı metinde çocuğunu kaybeden bir ailenin acısı yok, bir duygu yok. Acıdan değil, dış mihraklardan bahseden bir açıklama. Akıl almaz bir metin. Metin ailenin nasıl devlet yanlısı bir aile olduğunu net biçimde gösterirken bir de devlete “Bizi koruyun” diyor. Belki orada bir tehdit de var. Çünkü bu köyün 90’larda devletin silah deposu olduğu da söyleniyor.
Soruşturma kapsamında 2 Eylül'de "kasten öldürme"den tutuklanan Tavşantepe Köy Muhtarı amca Salim Güran
“Amcayı kurtaracaklarını düşünüyorum”
- Bunlar hep söylenti ama. Sizin elinizde söylentinin ötesine geçecek bilgi ya da belge var mı?
Biz 90’ları çok yakın yaşadık. Bu söylentilerin doğru olma ihtimalini biliriz. O ‘ailenin’ diye kamuoyuna sunulan metnin başkalarının hazırladığı bir açıklama olduğunu düşünmem de bundan. Bir çocuk ölümünden sonra içinde bir tane ‘üzüntü’ kelimesinin geçmediği bir metin. Tamamen bağlamından kopartılmış bir ‘biz devlete yakınız’ vurgusu. Daha soruşturma devam ederken, çelişkili ifadeler varken ‘bir kişinin suçu’ ifadesi kullanılmış. Yani şimdiden suçu ‘bir kişiye’ indirgeme çabası. Bütün bunlardan benim çıkardığım şu; suç ya itirafçıya ya ağabeye yüklenecek. Amcayı kesinlikle buradan kurtaracaklar. Benim görüşüm bu yönde.
- Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?
Bu tür dosyaların davalarına çok girmiş bir hukukçu olarak bizlerin de birtakım öngörüleri olabiliyor. Bu süreçte bu aile mutlaka korunacak. Ben bunu görebiliyorum. Maktulün bulunmasına rağmen hiçbir şeyin ortaya çıkmaması çok ilginç. Silinen konuşma kayıtları geri getirilebilirse belki birtakım şeyler ortaya çıkar. Biliyorsunuz, yanında çalışan bir işçisi amcaya attığı mesajda “Henüz bende değil, daha ölmemiş” diyor. Amca kesin işin başında. Ama bu soruşturmada ben daha çok şeyin değişeceğini düşünüyorum.
“Annenin ve yengenin can güvenliği de tehlikede, devlet onları cezaevinde korumalı"
- Sizin bir vurgunuz dikkatimi çekiyor. Medyaya sızdırılan ifadelerde Narin annesinin ve yengesinin ‘amca Salim Güran ile ilişkileri olduğu’ şeklinde imalarla birlikte isimlerinin açıkça belirtilmesinin bu kadınları da büyük bir yaşamsal riskle yüz yüze bıraktığını düşünüyorsunuz. Neden?
Çünkü bu coğrafyada insanlar tırnak içinde "namus" gerekçe gösterilerek öldürülüyorlar. Başından beri “Anneyle amca yakalandı, Narin onları gördü” gibi şeyler söyleniyor. Bunun kesin bir kanıtı yok. Kanıtı olmadığı halde bunun devamlı bir yerlerde söylenmesi o kadının hayatını açıkça tehlikeye sokuyor. O ailenin bundan sonra o kadının hayatına kastedip kastetmeyeceğini göreceğiz. Umarım böyle bir şey olmaz. Şimdi başka bir kadının daha, yengenin de amcayla ilişkisi olduğu yazılıp çizilmeye başlandı. Amca Salim Güran ile ilişkisi olduğu iddia edilen o iki kadının, annenin de yengenin de cezaevinde çok dikkatli biçimde korunması gerekiyor. O kadınların can güvenliği artık devletin elinde.
“Amca hem muhtar hem de oranın ekonomisinden sorumlu, orada yaşayan kimse ona karşı gelemez”
- Narin’in cesedi Adli Tıp morguna götürülürken bir kadının “Gidin yalan konuşun” diye bağırdığı bir görüntü izledik. Sonra kalabalık içindeki bir adamın o kadına bir yumruk attığını da gördük. O iki kişi çok belli ki ya ailenin içinden ya da ailenin yakını. Siz Narin’in annesinin ve yengesinin cezaevinde korunması gerektiğini söylerken, gözümün önüne o görüntüdeki kadın da geldi.
Belli ki bütün köy de biliyor. Ama sadece bir kişi herkesin yalan söylediğini söylemeye cesaret ediyor, oracıkta hemen susturuluyor. Yine Galip Ensarioğlu’nun o ilk açıklamasına döneceğim. “Bilsek de konuşamıyoruz” dediği o ilk açıklama. Konuşamıyor, çünkü ailenin devletle ilişkileri var. Devlet aileyi on yıllarca korumuş, aile de devleti koruyor. Bu ailenin devletle ilişkisi, Kürt siyasi hareketine karşı olma noktasından gelişen bir ilişki. O çok net. Narin’in amcası Salim Güran oradaki bütün ekonominin de başında olan birisi. Bizim aldığımız bilgilere göre oradaki herkes bir şekilde amcaya borçlu. Tefeci gibi birisi. Bir de üzerine oradaki en büyük mülki amir yani muhtar. Yani herkesin korktuğu birisi. O denklemde o mahallede yaşayan kimse ona karşı gelemez. O kadını susturmak için atılan yumruk bu gerçekliğin göstergesi.
“İstanbul Sözleşmesi yürürlükteyken bir kadın hâkim bize ‘Ben onu hiç okumadım’ dedi”
- AKP hükümeti, malum son dönemde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin başta Osman Kavala kararı olmak üzere pek çok kararını kategorik olarak reddediyor, uygulamıyor. Ancak bu bahsettiklerim daha ziyade güncel politik iklimin bizzat bir tarafı olan kişilerin davaları. Bir de AİHM’e taşınan cinsel şiddet ve aile içi şiddet davaları var, sizin söyleşinin başında hatırlattığınız Opuz davası gibi. Aynı Opuz davasında olduğu gibi AİHM yakın zamanda, 2021’de yine benzer bir davada Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kusurlu buldu. AİHM’in bu kararlarının herhangi bir karşılığı oluyor mu mağdurlar açısından?
Hiçbir karşılığı olmuyor. Türkiye kendi anayasasının 90. maddesiyle AİHM kararlarının uygulanmasını hüküm altına almış ama bugün devlet kendi anayasasını uygulamıyor. “İç hukukla uluslararası hukuk çatıştığı anda uluslararası hukuk geçerlidir” şeklindeki o madde bugün sadece bir laf. Türkiye zaten bir hukuk devleti değil, çünkü yazılı hukukla uygulama birbirinden tamamen farklı. Her zaman da esas olan uygulama. Ben hakimlere uluslararası hukuk eğitiminin verildiğine bile inanmıyorum.
Mesela İstanbul Sözleşmesi henüz yürürlükte iken bize bir kadın hâkim şunu söyleyebildi; “O sözleşmeyi ben hiç okumadım.” Yani İstanbul Sözleşmesi daha yürürlükteyken durum buydu. Devlet kendi hakimlerinin, savcılarının sözleşmeyi içselleştirmelerini sağlayamamıştı. Yine de sözleşmeyle zorluyorduk biz hakimleri ve savcıları. Sözleşmeden çıkıldığından beri kadın cinayetlerindeki artış oranını kadın dernekleri devamlı açıklıyor zaten. Bir de ‘şüpheli ölümler’de artış var.
“Genç askerler evlilik vaat edip çekip gidiyorlar; bu kadın intiharlarında etkili olmaya başladı”
- Bu arada Narin’in engelli ablası Tülin’in 2019’daki ölümüne ailenin söylediği gibi merdivenden düşmesinin neden olmadığını da biz Narin katledildikten sonra öğrendik. Şu an tutuklu olmayan tek amca Erhan Güran, Tülin’in hastanede solunum yetmezliğinden öldüğünü söyledi. Devlet o ölümü şüpheli dahi görmemiş ve soruşturma kapanmış. Bu bilgileri sizin İHD olarak yaptığınız çağrı ile birlikte sormak istiyorum. “Son iki yılda çocuk intiharları yüzde 40 oranında arttı” diyorsunuz ve anladığım kadarıyla intihar eden çocukların çoğu kız çocukları.
Çünkü kadını ve kız çocuğunu değersizleştiren bu feodal anlayış devlet diliyle zaten bütün ailelere dayatılıyor. Kız çocuklara dayatılan ya da önerilen tek şey ‘anne olmak’. Bu her zaman vardı ama son dönemde o kadar yoğun biçimde yapılıyor ki. Kız çocuklarının okutulmasının engellenmesi, erken evliliklere teşvik edilmeleri yönünde bir feodal baskı var. Geçen gün Yüksekova'daydık. 90’larda Batman’da bir dönem çok yoğun genç kadını intiharları oldu, hatırlarsınız. Bugün o günleri hatırlatan bir iklim var. Yüksekova ziyaretimizde dikkatimi çekti; nereye gitsek genç kızlar kafelerde asker olduğu belli olan erkeklerle oturuyorlar. Ve orada şu söylendi; genç askerler görev için gittikleri yerlerde genç kızlarla birlikte oluyorlar, onlara evlilik vaat ediyorlar, bir süre sonra, görev bittikten sonra da çekip gidiyorlar. Kızların çoğu belki âşık oluyor ve terk ediliyorlar. Bunun kadın intiharlarında etkili olmaya yeniden başladığını söylediler. Çünkü kadın sadece evlenmek zorunda olduğunu hissediyor. Bu bir devlet politikası.
Narin Güran'ın cesedini çuval içinde dereye gizlediğini itiraf eden Nevzat Bahtiyar
“Diyarbakır’da uyuşturucu yaşı 11- 12’ye inmiş durumda, bu bir devlet politikası”
- 90’larla bugünün farkı şu mu; o dönem bu ilişkileri böyle uluorta yaşayamıyorlardı, bugün yaşıyorlar ama sonuç aynı oluyor. Evlilikle sonuçlanmayan ilişki bölgede ‘namussuzluk’ olarak görüldüğü için kızlar çözümü yine intiharda görüyor. Bunu mu söylemek istiyorsunuz?
Tabii karşı koyamıyor çünkü evlilik dayatması var. Çünkü diğerini tırnak içinde ahlaksızlık olarak gören bir anlayış var. Bunun dışında uyuşturucuda da korkunç bir artış var. Mesela Diyarbakır'da diyorlar ki uyuşturucu yaşı 11- 12 yaşındaki çocuklara kadar inmiş. Tabii bunlar tamamen devlet kontrolünde yapılıyor. Devletten habersiz, devletin bilgisi olmadan uyuşturucunun bu kadar yaygınlaşması mümkün değil. Ben bunun da bir politika olduğunu düşünüyorum. Yani o çocukları bir şekilde etkisizleştirmek işte başka yerlere ya da siyasete katılmasını engellemek için. Uyuşturucu zaten genel olarak toplumsallaşmış bir kaygı ama bölgede başka boyutlarda yaşanıyor.
“Yargıdaki muhataplarım saygılı davranıyor, cesaretle işin üzerine gideceğimi bildiklerinden korkuyorlar”
- Kürt siyasi hareketiyle ilişkiniz nedeniyle devlet nezdinde ‘Kürtçü’ diye bilinen bir algınız var. Bir yazınızda ‘Kürdistan’ ifadesini kullandınız diye altı ay hapis yattınız. Kürt kadın ve çocuklar dışında pek çok şiddet ve istismar vakasının avukatlığını üstlenen bir insan hakları savunucusu olmanıza rağmen siyasi kimliğiniz nedeniyle mahkemeye bir mağdurun haklarını savunmak için çıktığınızda size mahkeme heyetinin politik kimliğiniz üzerinden baktığını düşünüyor musunuz?
Hep böyle baktıklarını açıkçası düşünmüyorum. Ben her şeyden önce bir insan hakları savunucusuyum. Ben kim olursa olsun işkence gördüyse, siyasetine bakmadan onunla ilgilenirim. Avukatlığını yaptığım kadınların siyasi görüşüne bakmam. Ben yargıdaki muhataplarımın da daha saygılı davrandıklarını düşünüyorum. Ya da korkuyorlar. Ben hep cesaretin insanı koruyan bir şey olduğuna hep inanıyorum. Sizin cesaretle o davanın üstüne gideceğinizi biliyorlar ve daha dikkatli olmak durumunda kalıyorlar. Ben böyle bir etki yarattığımı düşünüyorum açıkçası.
“Ömrümde polis silahı dışında silah görmemiş bir insan olarak ‘silahlı örgütten’ ceza aldım”
- Bir taraftan da aynı yargı tarafından size toplam 143 dava açıldı ve hakkınızda 26 yıl hapis cezası istenildi. Türkiye’ye özgü çelişkiler…
2013’te Özgür Gündem gazetesi kapatıldıktan sonra yeniden yayına başlamadan önce bana “Dayanışma olarak isminizi ‘Genel Yayın Yönetmeni’ olarak yazabilir miyiz?” diye sordular. Tabii kabul ettim. Ape Musa’nın gazetesi, çok değerli. Bilirsiniz, yayın çizgisi hiç değişmedi ama devlet barış süreci boyunca hiç dava açmadı. Barış süreci biter bitmez ise bana 143 dava açıldı ve evim basıldı. Sadece orada adım yazdığı için, başkaları da keza sadece isimleri yazdığı için, evlerimiz basıldı. Ben ömrümde polis silahı dışında bir silah görmemiş insan olarak ‘silahlı bir örgütün üyesi’ diye ceza aldım. Kendi yazmadığım, başkalarının yazdığı yazılar nedeniyle 6 yıl 3 ay ceza aldım.
Cansu Çamlıbel ve Eren Keskin
“90’larda bile ifade özgürlüğü açısından daha rahattık”
- ‘Örgüt propagandası’ mıydı cezanın gerekçesi?
‘Örgüt propagandası’ndan ‘Cumhurbaşkanı’na hakaret’e kadar o kadar çok dava var ki… 143 dava açıldı, birleşenler oldu. Sonuçta 125 davadan yargılandım. Sekiz yıldır yurtdışına çıkamıyorum, yurt dışı yasağım var. Milyonlarca lira para cezası kesildi, onlar da insan hakları örgütlerinin dayanışmalarıyla ödendi. Çünkü hapse hemen girecektim. Şu anda da toplam 26 yıl 9 ay hapis cezam var. Yarın ne olacağım belli değil.
Bakın, biz 90’larda da çok ağır süreçler yaşadık. O zaman fiziki saldırılar çok fazlaydı, insanlar öldürülüyordu. Ben de iki kere saldırıya uğradım. İnsanlar gözaltında kaybediliyordu. Ama ifade özgürlüğü açısından biraz daha rahattık açıkçası. O zaman mesela sizin hakkınızda bir soruşturma açıldığında ifadeye çağrılıyordunuz. Radikal bir şekilde veriyorsunuz ifadenizi, hakkınızda dava açılıyor, yine ifadelerinizi özgürce veriyorsunuz. Ancak Yargıtay onamasından geçtikten, ceza kesinleştikten sonra tutuklanıyordunuz. Ben 1995’te böyle yattım. Ama şimdi daha ifade vermeye gittiğiniz anda tutuklanıyorsunuz. Sizi dinleme gereğini bile hissetmiyorlar bugün.
“Cezaya gerekçe olarak ‘Yerli ve milli insan haklarını savunmuyor’ yazdılar"
- Geçmişte de yargılandınız ve ceza aldınız. 2020’lerde yargılanmanın karakterine dair kişisel olarak sizi en çok çarpan şey nedir?
Biz güya Özgür Gündem yöneticiliğinden yargılandık ama kararda “Eren Keskin, yerli ve milli insan haklarını savunmuyor” diyor. Böyle bir şey olabilir mi? Böyle yazılmış işte. İnsan haklarının yerli ve milli olması gerektiği. Hiç unutmuyorum kararın açıkladığı son duruşmada hâkim bana “Bizden bir talebiniz var mı? Başka bir söyleyeceğiniz var mı?” diye sordu. Ben şöyle dedim kendisine; “Benim sizden nasıl bir talebim olabilir ki? Ben sizden daha özgür bir insanım. Sizin yerinizde olmayı hiç istemezdim.” Ve inanın ben o hâkimin gözünde beni desteklediğini hissettim. Ha Türkiye’de yargı her zaman bağımlıydı. Biz yıllarca militarizme bağımlı yargıdan şikâyet ettik. Ama bugün tek bir siyasi yapıya bağlı bir yargı var ve baskılayıcı bir şey bu.
“Şu anda yargıda tamamen MHP egemenliği var”
- Tek bir siyasi yapı derken sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı mı kastediyorsunuz yoksa iktidardaki AKP- MHP bloğunu mu kastediyorsunuz?
Şu anda şu anda yargıda tamamen MHP egemenliği var. Ben zaten Türkiye'nin iç siyasetinin tamamen MHP tarafından yönetildiğini ve dizayn edildiğini düşünüyorum. Şu anda AKP, MHP ne derse onu yapan bir konumda. Bırakın Kürtlerin öldürülmesi, solcuların öldürülmesi, insan gazetecilerin öldürülmesini, herkesin gözünün önünde kendi insanlarını öldürdüler. Ülkü Ocakları tarafından planlanan açık bir cinayet işlendi. Ortaya çıkan onca veriye rağmen bunun bile üzerini kapatabiliyorlar. Bakın, Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş de konuşmuyor artık. Belki kadın umutsuzluğa kapıldı, bilemiyorum. Ülkü Ocakları’nın şiddet kültürü ve uygulamaları tartışılmadan, bu coğrafyada demokratikleşme zaten mümkün değil. Berivan Tapan’ın bir kitabı var, savcı Doğan Öz’ün öldürülmesini anlatıyor. Doğan Öz’ü öldüren, Ülkü Ocakları’ndan yetişme İbrahim Çiftçi’yi geçen sene MHP milletvekili adayı gösterdi. Seçilemedi ama kendisi zaten MHP’nin MYK üyesi. Biz neyi tartışıyoruz ki?
“‘Ordu tecavüz ediyor’ gibi akıl dışı bir laf söylememiştim”
- Biraz önce 90’larda yargı üzerinde militer bir baskının hâkim olduğunu ve ondan şikâyet ettiğinizi hatırlattınız. O dönemde avukat olarak üzerinde çalıştığınız konuların başında ‘devlet kaynaklı cinsel işkence’ vardı. Bu konuyu Almanya’nın Köln şehrindeki bir konferansta dile getirdiğiniz için Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesi uyarınca 10 ay hapse mahkûm edildiniz, para cezasına çevirildi. O dönem sizi hedef gösteren haber ve yazılar nedeniyle yaşadıklarınız, geçen ay eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bir sosyal medya mesajı nedeniyle yeniden gündem oldu. 2002’deki mevzuyu kendi zaviyenizden anlatın isterim.
Kadına karşı şiddetle ilgili o toplantıyı Almanya'da Alevi Birlikleri Federasyonu düzenliyordu. Benim konum başlığım devlet kaynaklı cinsel şiddetti. Diğer konuşmacılardan biri de İstanbul Üniversitesi’nden Necla Arat idi. Ben konuşurken devlet görevlilerinden çatışma bölgesinde kadınlara yönelen şiddetin büyük kısmının askerlerden geldiğini ancak kadınların askerleri polisler kadar rahat şikâyet edemediğini anlattım. Bu tür saldırılar yaşayan kadınların askerlerden korktuğunu söyledim. Necla Arat ayağa kalktı ve “Ben askerime laf söyletmem” diye bağırdı. Ondan sonra ortalık karıştı.
Biz Türkiye’ye döndük. Uçaktan indiğimde bize doğru bir grup gazetecin geldiğini gördüm. Uçakta önümde burun ameliyatı olmuş, bandajlı bir kadın şarkıcı oturuyordu. Ben gazetecilerin ona geldiğini sandım önce. Ama kadın geçti gitti, gazeteciler bana geldi. “Eren Hanım siz Almanya’da ‘Ordu kadınlara tecavüz ediyor’ demişsiniz. Genelkurmay Başkanı hakkınızda suç duyurusu yaptı” dediler. Şaşırdım kaldım. Bilmediğimi ve sonra açıklama yapacağımı söyledim. Baktık konuşmam tamamen yanlış yansıtılmış. “Ordu tecavüz ediyor” gibi akıl dışı bir laf söylememişim.
“‘Cinsel tacizde bulunmazsam namerdim’ lafı için Fatih Altaylı’ya dava açtım, kazandım”
- İş ne zaman daha da büyüdü?
Hürriyet, ‘Türk ordusuna dil uzattı’ diye manşet attı. O gün sabah kapım çalındı, bir kadın arkadaşım girdi içeri heyecanla. “Fatih Altaylı Radyo D’deki programında şu anda seninle ilgili çok kötü şeyler söylüyor” dedi. Zaten o sırada tanıdıklar da telefonla aramaya başladı. Çünkü Radyo D o zaman çok dinlenen bir kanal. İşte demiş ki “İlk gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam namerdim”. Hatta öyle de değil ‘tecavüz’ diyor. Biz tabii kadın hareketi olarak bir araya geldik. Suç duyurusu yaptık. Ben tazminat davası açtım ben.
“Altaylı’dan kazandığım tazminatla kadın arkadaşlarımla Ortaköy’de yemek yedik”
- Duruşmalar sırasında Fatih Altaylı ile yüz yüze geldiniz mi?
Geldik tabii duruşmada. Hâkim de bir kadındı ve inanır mısınız bana sanki ben suçluymuşum gibi davranıyor. “Ayağa kalk” diyor mesela. Fatih Altaylı’ya ise “Fatih Bey lütfen oturun” diyor. Açık biçimde Fatih Altaylı’ya dönük korumacı tavrını gösterdi. O da zaten “Devletimiz hakkında şöyle konuştu, böyle konuştu, ben o yüzden söyledim” dedi ifadesinde. Neyse sonuçta ceza aldı, ceza paraya çevrildi. Tazminat davasını da kazandım. 500 TL kazandım hiç unutmuyorum. O parayı aldıktan sonra hemen gidip kadınlar olarak Ortaköy'de yemek yedik. O gece bitirdik o parayı.
Ama o dönem benim açımdan çok ağır geçti. Bir yıl boyunca tehdit edildim. Her gün ölüm tehdidi aldım. Hakkımda dava açıldı, ceza aldım. Bir yıl meslekten yasaklandım. Hürriyet’in manşeti ve Fatih Altaylı’nın söyledikleri benim bütün hayatımı etkiledi. Ve Fatih Altaylı benden hiçbir zaman özür dilemedi.
“Programına davet etti, ‘Özür dilerse gelirim’ dedim, kabul etmeyince çıkmadım”
- Böyle bir beklentiniz oldu anladığım kadarıyla…
Beklenti değil ama bunun için bir imkân da oluştu. Yıllar sonra benim bir müvekkilim, Sevgi İnce, örgüte katılan ağabeyini çok özlüyor ve yola çıkıyor. Yolda çatışmanın arasında kalıyor, başına şarapnel parçaları filan isabet ediyor. Tutukladılar kızı. Tahliye edildikten sonra tabii bütün basın Sevgi İnce’nin peşinde. O süreçte Fatih Altaylı’nın asistanı bir kadın aradı beni, Sevgi’yle birlikte yayına davet etti. Ben de ona dedim ki, “Fatih Altaylı’nın programına bir şartla gelirim, canlı yayında benden özür dilerse.” Tabii ki bunu kabul etmedi. Ben de çıkmadım programa. Sevgi İnce çıktı.
- Siz çıkmadınız ama müvekkiliniz Sevgi İnce’nin çıkmasını engellemediniz, öyle mi?
Müvekkilim gitmesine karşı çıkmam çünkü onun programı herkes tarafından izleniyor. Fatih Altaylı benim her zaman derin devlet yapısıyla iç içe olduğunu düşündüğüm bir insan.
“Kılıçdaroğlu’nun bu olaydan bahsetmesi benim için bir şey ifade etmedi, adımı bile veremediği gibi ‘kadın’ da diyemedi”
- Bu konuyu bugün gündeme getiren Kemal Kılıçdaroğlu aslında sizin hakkınıza sahip çıkmak için değil de belli ki bunu Fatih Altaylı’yı sıkıştırmak için yaptı çünkü Altaylı kendisini sert dille eleştiriyor - ki bunu yapan tek kişi de değil- . Mağduriyetiniz yıllarca ana akımda yok sayıldıktan sonra eski ana muhalefet liderinin bir gazeteciye neredeyse hakaret ettiği bir mesajda olaya referans verildiğini görünce ne hissettiniz?
Yine bir arkadaşım aradı “Kemal Kılıçdaroğlu senden bahsediyor” diye. Sonra baktım benden bahsediyor ama adımı söylemiyor. Beni isim olarak bilir kendisi, yıllardır insan hakları hareketinin içindeyim. Ama adımı özellikle söylemedi diye düşünüyorum. Kendi isminin benim ismimle yan yana geçmesini istemediğini düşünüyorum. ‘Eren Keskin’ diyebilirdi, demedi. ‘Bir kadın’ bile diyemedi. ‘İnsan Hakları Derneği’nden bir hanım’ dedi. Tabii ki herkes benim olduğumu anladı. Kılıçdaroğlu’nun bunu demesi benim için hiçbir anlam ifade etmedi açıkçası. Bu kadar çifte standartlı, bu kadar mağdur seçici bir muhalefetin temsilcilerinden biri Kılıçdaroğlu benim için. Bizim coğrafyamızda bir iktidar sorunu var ama bir de muhalefet sorunu var. İçinde bulunduğumuz durumun en büyük nedenlerinden biri de ana muhalefetin hükümetle aynı ittihatçı kaynaktan besleniyor olması. Biz ittihatçı ideolojiyi eleştirmediğimiz sürece, bu tek tipçi, sadece Türk ve Sünni Müslüman kimliğini temel alan yapıyı eleştirmediğimiz sürece hiçbir işin içinden çıkamayacağız. CHP'nin kırmızı çizgiler noktasında AKP'den hiçbir farkı olduğunu düşünmüyorum.
“‘Burjuva’ eleştirisine tepki olarak yaptığı makyaj için genç kadınların teşekkürü”
- Hayatınızı etkileyen haberlerden bahsetmeniz, makyajınıza ve giyiminize yönelik imalarla da çokça haber olduğunuzu hatırlattı bana. Yıllar önce Radikal gazetesine verdiğiniz bir mülakatta nasıl makyaj yapmaya başladığınızı anlatmıştınız. Solcu bir genç kadın olarak derneğe allık sürüp gittiğiniz bir gün ‘burjuva’ etiketi yapıştırmaya çalışmış birtakım erkekler. Yani makyaj da sizin için kendi mahallenizde dayatılan kadın prototipine bir direniş olmuş anladığım kadarıyla.
Ben o yıllarda erkek gibi yürürdüm. Bütün kadınlar gibi parka giyerdim. Sigarayı nasıl tutacağımız bile bize dayatılan şeylerdi. O bahsettiğiniz haksız tavırla karşılaştığımda düşünmeye başladım. Bir kadın kendisi nasıl istiyorsa öyle olmalı. Bir erkeğin bana çizdiği şekilde olmayacağıma karar verdim. Tabii bu davranış ve giyinme biçimlerine yönelik algılar da zamanla değişti. Ama bugün bile hâlâ ne zaman bir panele, konuşmaya gitsem genç kadınlar yanıma gelip “Abla ya senin sayende biz de makyajımızı kabul ettirdik” diyor. O kadar rastlıyorum ki buna. Tabii artık zaten öyle bir şey yok. Bölgede de yok. Ama bizim süreçte yaşadık biz bunları. Demek ki yaşadıklarımızın bir etkisi olmuş. Ne mutlu ki artık yok bunlar.
Narin 'vakası'
Ümit Kıvanç
Mutlaka söylenmesi gereken büyük -kocaman- lafı pat diye söyleyeyim: Bir şekilde, ama şu şekilde, ama bu şekilde, küçük bir kız çocuğunun “icabında” öldürülmesi, bir yere kadar -nereye kadar?-, “normal” -evet, yani kabul edilebilir- sayılmasa, böyle bir inanç, kabul, yani aslında düpedüz bilgi, biryerlerde mikrop üretmeye ve saçmaya devam ediyor olmasa böyle olaylar kolay kolay meydana gelmez.
Küçücük bir çocuğun, ayağa takılıp adamı tökezletmiş taşı bir tekmede kenara savurur gibi, öylesine anî, refleksvârî kararla öldürülüverilmesiyle aynı rafa konabilecek ne vardır? Bu cinayetin, meselâ, birçok kişi tarafından biliniyor olması, fakat ortaya çıkmaması umuduyla sessizce, -hakikatin peşine düşmüşlere düşmanlığı berkiterek- beklenmesi, oraya yakışır mı? Ya o güzelim çocuğu -çok büyük ihtimalle boğarak- öldürenin, cesedi taşıyanın, örtenin, müthiş titizlikle yürütüldüğü söylenen arama çalışmalarına katılması? “Dost düşman” herkesin sahiden de doğru dürüst yürütüldüğünü söylediği soruşturma ve özellikle arama çalışmalarının operasyonel âmiri olan komutanın, Narin kaybolduktan bir hafta kadar sonra, “Çember daralıyor, çözüme yaklaştık,” açıklaması yapması ve ardından ceset bulunana kadar on iki günün daha geçmesi ve jandarma komutanının o süreyi sus pus sahne arkasında geçirmesi? Rafımızda yer kalmayacağı belli. Zira üç değil beş değil, içyüzümüzü olanca kirliliğiyle ortaya döken rezaletler…
Üstelik, öyle girift fakat basit, öyle hayret verici fakat bilindik, öyle pespaye fakat nizam-intizam içinde, öyle uçuk fakat normal ki yaşananlar, bir kız çocuğunun öldürülüp saklanması ve ardından izlediklerimiz, yalnız bir vahşet-dehşet ve entrika serüveninin konusu olmakla kalamıyor. Bir kâbus deresine yataklık ettiği belli o köyde, dünyanın tekin yer olmadığına dair adını koyamadığı tedirginlik duyguları yaşamış olsa da henüz “o kadarını” kondurabilecek yaşa erişememiş Narin’cik, hayata doğru dürüst katılamadı bile; sadece küçücük, uğursuz bir kısmına mâruz kaldı. Allah adını en çok ağzına alanların aslında yalnız kendi -varolan veya henüz varolmasalar da ulaşılabilir (yani gasp edilebilir) gözüken- imtiyazlarına ve devlete taptıkları topraklardaki köylerde -hele kasabalarda! ve artık büyükşehirlerde de- sıradan insan hayatı bir mâruz kalma macerasından ibaret. Bizimki gibi diyarlarda kendi hayatını “yapamazsın”. Yapmış gözüken, başkasından gasp etmiştir.
Narin’in katledilmesi ve ertesinin hikâyesi buralara da uzanır.
Bizde cinayetlerin hikâyesini eleveren, ortaya döken, “kaynakları”na dayanarak gıdım gıdım ser-sır verme oyunu oynayan meslektaşlarımızın bütün hilelerine rağmen, “öncesi”ne dair öğrenilen veya uydurulan olgular değil, “ertesi”dir. Hepinizi bir çırpıda ikna ediverecek somut örnek vereyim, somut değilmiş gibi: Meselâ siyasî suikasttan hemen sonra emniyet müdürü çıkar, “Örgüt işi değil,” derse, hem örgüt işi olduğunu hem de bu işin devlet ilişkisi olduğunu ve aydınlatılmayacağını, yıllar süren davalara konu olsa bile işin gerçek sahibinin asla adlandırılmayacağını, yargılanmayacağını, hele hele cezalandırılmayacağını anlarız. Aynı anda, bu kişi, odak, teşkilat, artık her neyse onun cezalandırılmayacağını, çünkü yapılanın devlet nezdinde suç sayılmayacağını da anlarız. Hattâ sözkonusu cinayet, suikast, katliam… özel olarak kararı alınmış, planlanmış bir işlem olmasa, birilerinin işgüzarlığı ve nasıl olsa cezalandırılmayacağını bildiği için kalkıştığı “münferit hareket” olsa bile, ezcümle üniformalı-üniformasız bürokrasi, işlemin prosedüre uygunluğunu teşhis ettiği anda vazife bilip iştirak eder, gereğini yapar. Yazılı olmayan bu resmî öğreti ve prosedür nedeniyle, hep “ertesi”dir asıl bilgiyi alabildiğimiz kaynak. Prosedüre dahil olduğundan, resmî görevlilerin bazılarının ifadesi falan alınır, bir bakarız ki, bunlar, “Efendim, biz şey zannettik…” diye katılmışlar operasyona. Bu tür süreçler daha çok siyasî bakımdan makbul olmayan kişi ve çevrelerin tenkil ve imhası bağlamında cereyan eder.
Zavallı küçük kızımızın uğradığı hunharlık bu cümleden değil. Dolayısıyla burada devlet ne edeceğini şaşırmış halde: Depremlerdeki gibi! Vatandaşın başına iş gelmiş, e, devlet vatandaşa yardım ve hizmet için örgütlenmemiş ki! N’apılacak şimdi?.. Ne yazık ki, içinde çürüdüğümüz haysiyetsizlik rejimine son verme iddiasındaki muhalefet de başka nedenlerle eli kolu bağlı kalıyor. Çünkü haysiyetsizlik, tıpkı vicdansızlık gibi, -yakışıklı bir bilimli ifadeyle ortaya koyalım- sosyal kümeleri yatay kesiyor. Faillerin “aşırı dinci” olarak tarifi mümkünse de ne yazık ki bu insanlar aynı zamanda makbul olmayan etnik özelliklere sahipler. “Türkiye’nin aydınlık yüzü”nün kimi muhalif mensupları, yerleşik ırkçılığın meşrulaştırma işlemlerini kolaylaştırdığı, “Canım, zaten bu Doğulular…” numarasıyla sıyırıyorlar kendilerini Narin’in -artık cansız- bakışlarından. Bu Kürtler de ya terörist oluyor ya dinci-tarikatçı; oynayacak yer bırakmıyorlar ki milletimizin zaten okullar açıldığı için tatilden dönmek zorunda kalmış uygar kısmına! Yine de, bedeninin parçalarını annesinin tarladan topladığı Ceylan’ın kocaman açılmış gözlerini görmezden gelebilmiş birilerinden bahsediyoruz; görmezden gelebilme kabiliyetlerini asla küçümsememek gereken bir koca nüfustan!
Narin’in -bu kelime, işte bu masum küçük insan yavrularının haşin insanlık ortamındaki kırılganlığını tarif etmek için icat edilmiştir- bu dünyadan, acımasız ve şerefsiz -bu kelime, işte tam da böyle özneler için icat edilmiştir- erkek ellerince soluksuz bırakılarak hayattan koparılış öyküsü, özellikle “ertesi”yle, iradeden vicdana bireysel, siyasetten dindarlığa toplumsal, jandarmadan hükümete idarî, ahlâkî, felsefî, nereye gitseniz bir ucunu yakalayacağınız sayısız ipliğin birbirine karıştığı, uğursuz, tekinsiz, belalı yumak.
Mutlaka söylenmesi gereken büyük -kocaman- lafı pat diye söyleyeyim: Bir şekilde, ama şu şekilde, ama bu şekilde, küçük bir kız çocuğunun “icabında” öldürülmesi, bir yere kadar -nereye kadar?-, “normal” -evet, yani kabul edilebilir- sayılmasa, böyle bir inanç, kabul, yani aslında düpedüz bilgi, biryerlerde mikrop üretmeye ve saçmaya devam ediyor olmasa böyle olaylar kolay kolay meydana gelmez. Dehşeti, cinayeti normalleştiren nedir? Çin köylerinde kız çocuklarını doğar doğmaz diri diri gömmeyi önlemek için onyıllarca uğraşıldı. Üstelik gık diyenin hesabının oracıkta kesiliverdiği dönemlerde. 20. yüzyıl sonlarında bu mevzu hâlâ vardı. Çin başka gezegende midir? Yani ortada henüz aşılmamış çok ilkel güdüler, dürtüler, daha fenası, bunların ideolojileşmiş, gayet güçlü, dayanıklı, kalıcı toplumsal-zihinsel yapılarla tahkim edilmiş halleri var. İnsan denen hayvan cinsinin erkek denen kısmının bütün medeniyet evrimine rağmen dönüştüremediği ilkel, doğal, güdüsel etkenler var. Bunların medeniyetler ile birleşmiş haline göre, kadınların kullanılıp atılabilir kabul edilişi var. Kadınların bir toplumun gündelik hayatı içerisinde kendilerini nasıl hissettiklerini, herhangi bir insan toplumunun medeniyet ölçüsü sayabiliriz. Bilinci gelişkin, ortadaki olmazlığı fark etmiş, insan türünün farklı cinslerden oluştuğunu ve erkek olmanın “doğuştan” hiçbir üstünlük ve özellik getirmediğini kavramış kadınların değil, erkeklerin -en azından hatırı sayılır bölümünün- zihninde, ruhunda, -manevî derinliklerimize ne ad vermek istiyorsak orada- “insan” diye tek bir hayvan türüne mensubiyetimiz hakkında nasıl bir imtiyazsızlık, haklar bakımından eşitlik kavramı yerleşmişse medeniyetimiz onunla ölçülebilir. Çünkü kadınların -her bakımdan, her yönüyle- bir tür hizmetkâr, hattâ, toplumlar geliştikçe, mevzular ortaya döküldükçe zorlaşsa da bin türlü yolu bulunup yaşatılan bir tür köle konumunda bulundurulabileceği, hele şimdi, giderek yitirilen iktidarı mağrur kalmaya çabalayan mağdur halleriyle izleyen erkeklerin zihinlerinden bir türlü söküp atamadıkları “bilgi”! O tabutun üzerine, bu şartlarda, yaşanan bu hikâyenin üzerine o duvağı koymadaki doğallık, küçücük, incecik yeğenini boğan Amca manzarasından bile daha ürkütücü. Amca veya başka bir zorba, kendi ömür süresince birkaç kişiye zarar verebilir. O duvağın oraya konmasıysa, ohooo…, köle sahiplerinin yaşananın özüyle hiçbir problemlerinin bulunmadığını ve kimbilir kaç kuşağın daha benzer muamele ve tehlikelerle yüzyüze kalacağını anlatıyor. “Normal bu,” diyorlar. “Kız çocuğu… başka ne olacaktı ki? Gelin olacaktı, olamadı.” O halde? Biri -herhalde boğarak öldüren-, öbürüne, “Al bunu, şuraya götür, at,” diyor. O da götürüyor, atıyor. Bu talebi bir yere kadar normal buluyor çünkü. İki yüz bin liranın asla yapılmayacak olanı yaptıracak bir istikbal vaadi içermediği âşikâr. Dereye çuval içinde çocuk cesedi gizledikten sonra fayanslarla bilmemneyle uğraşıp bilahare namaz kılan adama bu alenen cehennemlik macerayı yaşattıran -ve aslında başka insanın yaşamı üzerindeki otoritesi belli ki namazı buyuranınkinden daha elle tutulur olan- şey, şüphesiz buyuran dünyevî varlığın -alt tarafı bir adam- kimliği. Gücü. İktidar yani. Erkeğiyle kadınıyla insan türünün en iyi tanıdığı kuvvet. Normallik bunun saldığı enerjiyle katmerleniyor. Köy yerinin güçlülerinden -arkası olan- bir adam gelip öbür adama bir iş buyurursa o yapılır. Bu, normal. Öte yandan, kız çocuğunun öldürülmesi -öyle icap etmiş- ve cesedin saklanması da normal. Yoksa, güçlü kimse, kendisine boyun eğmesi normal olan erkekten, diyelim beş yüz bin lira karşılığında çükünü kesmesini istese beriki bunu yapar mıydı? Halbuki öldürülmüş kız çocuğu cesedini bir yere atıp örtmesi istendiğinde yapabiliyor, yapabilir. Vallahi derin merin, köklü möklü, ama böylesine basit.
Bunu burada daha fazla uzatamayacağım. Zaten bu kadarıyla bile dalmam, somut olarak Narin’in yüzünden, bakışından uzaklaşabilmek için, başta. Faillerle uğraşırken duyulan bîçare öfkeyi Narin’in artık sadece cansız bir resimden ibaret görüntüsüne bakarken duyulan felç edici çaresizliğe bin defa yeğlerim. “Vaka” dediğimiz şey, o güzelim çocuğun hunharca öldürülmesinin alelâde bir gündelik problemin çözümü sayılabilmesi. Yoksa tam bu noktada Amca’nın dinî inancının Allah’la, ahiretle sahiden ilişkisinin olup olmadığı sorgulamasına mı girişsek? Evet, insanlar -cinayet dahil- “gündelik” işlerini ulvî-uhrevî olandan ayırt etmeseler yaşayamazlar, doğru. Lâkin özellikle bu varoluşsal-felsefî mesele bakımından gelmiş geçmiş en zengin laboratuvarlardan biri kurulmuş bulunuyor şu anda burada. O halde bu yola da sapacağız mecburen.
Bizim burada dinî inanç dediğimiz şey, dünya yüzünde varolan bütün dinlerden, bütün siyasî görüşlerden hemen herkesin kabul edeceği, en temel, en basit, asgarî ahlâkî gereklerden nasıl böylesine uzak kalabiliyor? Bütün bir AKP iktidarı tecrübesi -ki, hemen dibimizde ihtişamlı bir insanlık felaketi olarak DAİŞ pratiğiyle de zamandaş oldu-, benim gibi, safça, muhtemelen salakça, dinden, allah ve ahiret kavramlarından, bir tür dünyevî adalet, vicdan telakkîsi uman insanları bambaşka yerlere sürükledi. Güneydoğu’daki Hizbullah meselesine açıkçası hiç böyle fazla ulvî kaçacak çerçeveler içinden bakmadık birçoğumuz. Çünkü işin içinde, güya ölümüne karşı olduğu devlet tarafından eğitilip ortalığa salınmış birileri vardı. Nitekim, bunca yaşanandan -önce tehlikeli düşman, sonra eli satırlı, “işe yarar” eleman, sonra işi bitmiş fakat başa bela hayırsız evlat konumuna sokulduktan ve laf dinlemeyince cezalandırıldıktan- sonra, o taraftan birileri artık kendilerini kullandırmama tavrına, berikiler de artık bunları kullanmama çizgilerine çekilmiş gibiyken, yine doğrudan somut siyasî hesaplara bulanmış olarak Hizbullah’ın gölgesi çıktı karşımıza.
Ve bütün bu süreci mümkün kılan, her şeye kâdir devletin Hizbullah’ı kendine göre yontup şekillendirmesi değil, onun kendini Hizbullah’ı da sindirebilecek, ona açıkça sahip çıkabilecek, hattâ onu bünyesine katabilecek şekilde dönüştürmesi oldu. Çünkü Hizbullah’ı sokağı “onlara” bırakmayacak güç olarak eğitip donatan, dindarlıkla tanımlanmayan, evet, aynı zamanda “28 Şubat’çı” “eski” devletti; şimdiyse devlet, Hizbullah’ın belli ki sadece hayaletinin dolaşmadığı, kendisinin de, -yine belli ki- devletle ilişkilerinin elverdiği ölçüde vücut bulduğu köyde meydana gelmiş vahim hadiseyi kendisine -ve, evet, Hizbullah’çılara- mümkün olduğu kadar az hasar getirecek şekilde halletme derdindeki bir kadronun geçici örgütlenişi mahiyetinde.
Bazı çocukların gözlerinden akıl fışkırır. Tabiî gördüğümüz sadece fotoğrafsa bazen birşeyler denk gelir, bizde bu izlenimi yaratır, yanılırız. Bu payı düşüyorum, tamam. Fakat Narin’in ilk fotoğrafını gördüğüm andan itibaren, bu çocuğun pek akıllı, pek hazırcevap, sohbet etseniz sizi bol bol güldürecek ama çokça da sıkıştıracak, büyürken muhtemelen yetiştiği koşulların ötesine sıçrayabilecek bir insan yavrusu olduğu yollu izlenime kapıldım. Yukarıdan beri yazdıklarım ve bunları böyle ortaya serdiğime göre dahasını da yazmak zorunda olduğum şeyler hep Narin’in bakışlarından kaçmak için.
Devam etmeye çalışacağım.
https://www.gazeteduvar.com.tr/narin-vakasi-makale-1719297
Avrupa’nın Ermeni katliamındaki tutumunu işleyen eser Aram Yayınevi’nden çıktı
Johannes Lepsius’un kaleme aldığı “Ermenistan ve Avrupa: Güçlü Hristiyan Devletlerine Karşı Bir Suçlama Metni” kitabı yerel otoritelerin merkezi gücün emirlerini yerine getirdiklerine dair önemli bir veri sunuyor.
Johannes Lepsius’un 1896 yılında yayımlanan “Armenien und Europa: Eine Anklageschrift wider die” eseri, Aram Yayınevi tarafından “Ermenistan ve Avrupa: Güçlü Hristiyan Devletlere Karşı Bir Suçlama Metni” ismiyle Türkçe’ye çevrilerek yayımlandı. Memet Baytimur’un çevirisini yaptığı kitap, Lepsius’un ilk önemli çalışması olarak gösteriliyor. Kitap, 1894-1896 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı vilayetlerindeki Ermeni katliamını; bilgi, belge ve raporlarla ele alıyor. Kitabın isminden de anlaşılacağı gibi Avrupa’nın bu katliamlardaki sorumluluğunun da belge ve bilgilerle ele alındığı eserde, bu durum sert bir şekilde eleştiriliyor.
1895 yılını 1896 yılına bağlayan sonbahar ve kış aylarında yakılıp yıkılan vilayetleri dolaşan, yaşanan katliamlar hakkında Türk kentli ve köylünün görüşlerini dinleyen Lepsius, ülkesi olan Almanya basınının olayları çarpıttığından ve Ermeni halkının hükümete karşı ayaklandığına yönelik haberlerle halkı yanılttığından emin olduktan sonra; tanıklıklarını, katliamlarda yer alanların beyanlarını, derlediği belge ve raporları, bölgede bilgi toplayan Avrupalıların görüşlerini Avrupa’nın her köşesine taşımayı amaçlıyor. Lepsius, şöyle diyor: “Seyahatim esnasında Anatolie’de karşılaştığım Müslümanların hepsi Ermeni halkının katledilmesi ve yağmalanmasının kendi nazarlarında gayet doğal olduğu nedeniyle hükümet tarafından Sultan’ın iradesine dayanarak organize edildiğini beyan ettiler. Kırsal alanlardaki Türk nüfus ayrıca ve kuşkusuz bu kıyım ve talanların camilerde mollalar tarafından verilen vaazların sonucu olduğunu, imamların Müslüman dünyasının tek dini lideri olan şeyhülislamın, Ermenilerin öldürülmesine cevaz veren fetvasına dayandığını söyledi…”
‘HER ŞEY PLANLI VE PROGRAMLIYDI’
1895 yılının Ağustos-Eylül aylarında İstanbul’da; emekçi, zanaatkar, hizmet erbabı, hamal ve ağır işlerde çalışan 6 bin Ermeni’nin Boğaz’da demirli Avrupa savaş gemilerinin suskun top mermileri gölgesinde öldürüldüğünü vurgulayan Lepsius, başka vilayetlerden de ardı ardına katliam haberlerinin gelmeye başladığını belirtiyor. 30 Eylül 1895 tarihinden 1 Ocak 1896 tarihine kadar periyodik bir şekilde önce İstanbul, sonra da ardı ardına Akhisar, Trabzon, Erzerom, Kıği, Hadjin, Çorum, Mereş, Erzingan, Gümüşhane, Bedlîs, Elbistan, Bayburt, Şebinkarahisar, Payas, Riha, Mersin, Adana, Meletî, Sêwereg, Wan, Semsûr, İskenderun, Eğin, Xarpêt, Talori, Sêwaz, Gürün, Kharza, Tchok, Merzemen, Dîlok, Tokat, Mûş, Mersivan, Amasya, Yenicekale, Sêrt, Pasinler, Ova, Zile, Kayseri, Samsun, Tarse, Ağcagüney, Akbes ve Bêrecûk’ta onbinlerce Ermeni’nin katliamdan geçirildiğini ve yüz binlercesinin yerinden yurdundan edilerek açlığa ve sefalete mahkum edildiğini raporlarla anlatan Lepsius, buralardaki yerel otoritelerin merkezi gücün emirlerini yerine getirdiklerine dair önemli bir veri sunduğunu kaydediyor. Lebsius ayrıca katliamların borazan sesiyle başladığını ve cami minarelerinden okunan dualarla ve şükür namazıyla son bulduğunu belirtiyor.
‘SONUNA KADAR HERKESİ KANDIRAMAZSINIZ’
Kitabın birinci bölümünde Trabzon, Erzerom, Bedlîs, Wan, Xarpêt, Amed, Sêwaz, Halep, Adana ve Ankara vilayetlerindeki Ermenilere ilişkin önemli bilgiler paylaşan yazar, “Sinir sistemi sağlam okuyucular için yazılmıştır” başlıklı ikinci bölümde bizzat tanıkların anlattığı insanlık dışı uygulamalara yer veriyor ve Avrupa basınını kastederek şöyle diyor: “Yalan yanlış yayınlarla onurlu insanları itham altında bulunduranlar sonuna kadar herkesi kandıramazlar.” Lepsius, Sultan Abdulhamid’in kendi adıyla kurduğu Hamidiye Alayları’nın düzensiz Kürt birlikleri, Çerkes birlikleri, yedek askerler ve jandarmanın “hayranlık uyandırıcı bir düzen içerisinde” katliama başladıklarını ve önceden belirlenen zamanda da bitirdiklerini şu sözlerle vurguluyor: “Yetkililerin tepeden tırnağa silahlandırdığı bu ayak takımı güruh bir bayrama gider gibi katliam yapmaya gidiyordu…”
Johannes Lepsius’un kendi tanıklıklarının yanı sıra, Osmanlı İmparatorluğu’na ait resmi belge ve raporlarına, diplomatik yazışmalar, Ermeni topluluklarının mektupları, misyoner, konsolosluklar ve yardım kuruluşlarının raporları ve gazete haberlerine dayanarak kaleme aldığı 269 sayfalık kitap, geçmişin karanlık sayfalarını aydınlatmanın yanı sıra bugüne ve geleceğe dair de önemli dersler sunuyor.
JOHANNES LEPSİUS KİMDİR?
Lepsius, 15 Aralık 1858’de Prusya Krallığı’nın Potsdam şehrinde doğdu. Münih’te matematik ve felsefe eğitimi aldı. 1880’de ödüllü bir çalışmayla doktorasını tamamladı. Misyonerlik ve insani yardım çalışmalarına yöneldi. Kudüs’te Süryani Yetimhanesi’nin yönetim kurulunda görev aldı. “Ermenistan ve Avrupa: Güçlü Hristiyan Devletlerine Karşı Bir Suçlama Metni” adlı eseri, yayınlanan ilk önemli çalışmasıdır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermenilere yönelik soykırımı titizlikle belgeledi. “Ermeni Halkının Türkiye’deki Durumu Üzerine Rapor” adlı eseri bu dönemde yayımlandı. Raporda Enver Paşa ile yapılan bir röportaj da yer aldı. Türkiye’nin Alman İmparatorluğu’nun müttefiki olması nedeniyle resmi sansür uygulanan bu rapor, gizlice 20.000’den fazla kopya olarak dağıtıldı. Diğer önemli eserlerinden biri de “Almanya ve Ermenistan 1914-1918: Diplomatik Belgeler Koleksiyonu”dur. Bu eser daha sonra “Ermeni Soykırımı Hakkındaki Ana Belge” olarak kabul edildi. Lepsius 3 Şubat 1926’da İtalya Krallığı’nın Meran şehrinde hayatını kaybetti. Anısına Potsdam’da 2011 yılında “Lepsiushaus” adıyla bir ev müzesi açıldı. Bu müze, aynı zamanda bir “Soykırım Araştırmaları Merkezi” olarak hizmet vermekte.
https://politikahaber.com/avrupanin-ermeni-katliamindaki-tutumunu-isleyen-eser-aram-yayinevinden-cikti/
Yeni bir suç icat edildi
Eren Keskin
Biz herkesi tanıyoruz!
Son 2 yıldır Türkiye Cumhuriyeti devleti yargısı, yeni bir suç tipi ortaya çıkardı. Bu daha önce suç olmayan, “cezaevlerine para yatırmak” suçu!! Peki, bunun biraz geçmişine bakalım. Neden böyle bir suç yaratıldı? Bizzat yargı eliyle.
FATF, yani Mali Eylem Görev Gücü. 1989’da Paris’te düzenlenen G7 zirvesinde kuruldu. Bu kuruluşun amacı, kara para aklama eğilimlerini incelemek, ulusal ve uluslararası düzeyde alınan yasal, mali ve kolluk faaliyetlerini izlemek. Yani kısaca kara para aklamakla mücadele amacıyla böyle bir örgüt kurulmuştu.
Tabii bizler insan hakları savunucuları olarak kara paranın ya da uyuşturucu ticaretinin, silah ticaretinin en çok da devletler tarafından yapıldığını ama bunun gizli bir takım yapılar aracılığıyla sürdürüldüğünü çok iyi biliriz. Ama görünürde işte Mali Eylem Görev Gücü, uluslararası düzeyde, kara para aklamayı önlemek adına böyle bir oluşuma gitti. Daha sonra kara para aklanmasının önlenmesine ve “terörün” finansmanının önlenmesine ilişkin bir sözleşme imzalandı.
Bu sözleşmeyi imzalayan devletler de sözleşmeye uygun bir biçimde yasal düzenlemeler yaptılar. Türkiye Cumhuriyeti devleti de “terörizmin finansmanı” adı altında bir yasa düzenlemesine gitti. İşte, bugün insanların haksız bir biçimde cezaevine konulmasının sebebi de bu yasa.
Peki, kimler yargılanıyor bu yasa gerekçesiyle?
Cezaevinde yakınları bulunan ya da arkadaşları, tanıdıkları bulunan ve çoğunluğu yoksul aile çocukları olan, siyasi nedenlerle cezaevinde bulunan insanlara 200 lira, 300 lira ya da 500 lirayla sınırlı paralar yatıran insanlar, “terörizmin finansmanını önlenmesi” sözleşmesine göre, bu gerekçe gösterilerek, gözaltına alınıyorlar, tutuklanıyorlar, ardından da cezalandırılıyorlar.
Böyle bir suçun ne kadar akıl dışı olduğunu şöyle açıklayabiliriz; düşünebiliyor musunuz, bir insan, devletin kendisine verdiği T.C kimlik numarasıyla, yine devletin kasası olan cezaevi idaresinin kasasına bir para yatırıyor ve bu para 200 lira, 500 lira gibi küçük paralar ve bu paraların cezaevinde yatan mahpuslara günlük harcamaları için yatırıldığı da biliniyor.
Cezaevinde olan bir mahpus, sınırlı sayıda para harcayabiliyor. Zaten cezaevinde siyasi nedenlerle kalan mahpusların birçoğunun ailelerinin durumu ekonomik olarak çok kötü. Bu nedenle de cezaevindeki mahpuslar aslında çoğunlukla birbirleriyle dayanışıyorlar. Ama bu dayanışma, su, bir yiyecek ya da çok gerekli olan bir iç çamaşırı gibi şeyleri alabilmek için oluyor.
Cezaevi idaresinin bilgisi dışında tek bir kuruş harcanması da mümkün değil. Kaldı ki bu paralar cezaevi idaresinin kasasından istenerek, yine cezaevi idaresi bünyesinde bulunan kantinden yapılan alışverişlere harcanıyor.
İşte, “Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Sözleşmesi” kapsamında Türkiye Cumhuriyeti yargısının bulduğu suçlu tipi de bu cezaevindeki yoksul mahpuslara para yatıran bazı insanlar, anneler, babalar kardeşler ya da insan hakları savunucuları. Bu akıl almaz suç uygulaması bugün artık son derece ileri boyutlara ulaşmış durumda.
Bundan yaklaşık 7 ay önce Hatice Yıldız isimli 75 yaşındaki bir anne, sadece çocuğuna ve çocuğunun bir arkadaşına cezaevi kasasına para yatırdığı gerekçesiyle ceza aldı ve tutuklandı. Şu anda kendisi Bakırköy Cezaevi’nde. Bakırköy Cezaevi’ne kendisini görmeye gittiğimde durumu karşısında çok etkilendim. Çünkü bir demans hastalığı vardı. Her şeyi unutuyorum dedi ve yaşamını etkileyen fiziki olarak da kendisini güçsüz düşüren birçok hastalığı bulunmaktaydı.
Gerçekten inanılmazdı, bir insanı, cezaevinde bulunan kendi çocuğuna ve çocuğunun bir arkadaşına 500 lira gibi bir para yatırmış olması nedeniyle, “terörizmin finansmanından” suçlu bularak cezalandırmak.
İnsan hakları savunucuları olarak, yakıcı sonuçları olan bu suçlamayı, kendi yakınımızda da yaşadık. Ömrünü insan hakları mücadelesine adamış olan arkadaşımız Hatice Onaran, yurt dışında birkaç insanın bir araya gelerek, cezaevindeki yoksul mahpuslar adına para yatırılması için gönderdiği, çok küçük miktardaki birkaç ödemeyi, cezaevi kasasına yapmıştı. Hatice, kendi kimliğiyle, yasal olarak, yine resmi bir kurum olan cezaevinin kasasına birkaç mahpus için 200-500 lira gibi paralar yatırmıştı. Hatice Onaran bu suçlamayla gözaltına alındı ve ardından hakkında dava açıldı. Dava devam ederken, hiçbirimiz Hatice Onaran’ın bu nedenle cezalandırılacağına inanamadık. Çünkü daha önce bu konuda açılmış davalarda verilmiş beraat kararları vardı.
Ancak, maalesef ki Mart ayında İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, -ki haksız uygulamaları ile tanınan ve bilinen bir mahkemedir-, Hatice Onaran hakkında “Terörizmin Finansmanını Önlenmesi Yasası” uyarınca 4 yıl 2 ay hapis cezası kararı verdi. Maalesef ki istinafta kesinleşen suçlardan olması nedeniyle de geçtiğimiz hafta Hatice Onaran’ın cezası onandı ve Hatice Onaran cezaevine girdi.
Hatice Onaran’ın cezaevine girmesinden birkaç gün önce, birkaç avukat arkadaş, infaz savcılığına giderek Hatice Onaran’ın kanser hastası olduğunu, %79 engelli olduğunu ve cezanın ertelenmesi yönünde bir talebimiz olduğunu ileri sürdüğümüzde, savcı, hafifçe gözlüğünü indirerek, yüzümüze baktı ve “ama ben bunu yapamam, bu yasa 3713, yani terörle mücadele yasası kapsamında, o nedenle ben böyle bir erteleme kararı veremem” dedi.
Savcıya, “’Savcı Bey, eğer suçu hırsızlık olsaydı, bu ertelemeyi yapar mıydınız?’ diye sorduğumda, savcı, ‘hırsız ya da dolandırıcı olsaydı, evet, bu ertelemeyi yapardım ama bu ertelemeyi yapamam, benim hakkımda soruşturma açılır” dedi.
Orada bir kez daha hem bu suçlama nedeniyle akıl almaz bir haksızlığa maruz kalarak tutuklanacak olan Hatice Onaran’ın durumu karşısında bir kez daha coğrafyamızdaki infaz eşitsizliğinin de ne kadar çarpıcı bir sonucu olduğunu anlamış olduk.
Gerçekten de eğer siz siyasi nedenlerle cezaevine giriyorsanız, bir yazı yazdıysanız, cezaevine para yatırdıysanız ya da bir sivil siyaset içinde mücadele eden bir muhalif milletvekiliyseniz aldığınız cezanın yatacak olan miktarı bir hırsızdan, bir dolandırıcıdan çok daha fazla.
Ne yazık ki yaşadığımız coğrafyada, özellikle muhaliflere yönelik hak ihlallerinin ne derece ağırlaştığı insanların çoğu tarafından bilinmiyor. Hatice Onaran’ı cezaevine gönderirken bunları düşündük. Gerçekten de hiçbir suçu olmayan, bütün ömrünü insan hakları mücadelesine harcayan, fikri ne olursa olsun ayırt etmeden şiddete uğrayan kim olursa olsun yardım eden, iyi kalpli bir insan, hiç olmayacak bir suçlamayla cezaevine girdi.
Biliyoruz ki cezaevlerinde onun gibi haksızlığa uğrayan çok sayıda insan var ve maalesef ki bu coğrafyada iktidarı oluşturan resmi politikaları üretenler bu haksızlığı yapmaya devam ederken, kendilerine muhalif diyenler de sessiz kalmaya devam ediyorlar.
Atatürk’ü Ermeni’siz, Rum’suz, Kürt’süz ve Dersim’siz ‘tarihselleştirme’
Atatürk’ü ‘yanılmaz’ ve ‘asrın devlet adamı’ gibi nitelendiren çalışmaları eleştiren ve “Atatürk’ü tarihselleştirmek” amacında olduğunu belirten Şükrü Hanioğlu, Türk devletinin iki kurucu unsuru olan milleten Türk’ten ve dinen Sünni İslam’dan gayrısını ‘Türkleştirmek ve Sünnileştirmek’ politiğini, çalışma planı dışında bırakmakla, “Türklük merkezli bir resmî ideolojinin” barikatını aşamamıştır.
https://www.gazeteduvar.com.tr/ataturku-ermenisiz-rumsuz-kurtsuz-ve-dersimsiz-tarihsellestirme-makale-1714883#m0723k1mqaa822ric6n
Girit Ermenileri
İra Tzourou
Girit adasındaki Ermenilerin varlığı Bizans dönemine kadar uzanmaktadır.
İki yaralı hayvanın birbiriyle birleştiğini gören bilim insanları şoke oldu
https://www.indyturk.com/node/746574
Samanyolu'na benzeyen "isyankar" galaksi, kozmik evrime dair bilinenlere meydan okuyor
https://www.indyturk.com/node/746630
100 yıllık standart model tartışılıyor: Yoksa Büyük Patlama hiç yaşanmadı mı?
https://www.indyturk.com/node/745183
Dünya tarihi yeniden yazılıyor: Pasifik Okyanusu'nun derinliklerinde beklenmedik keşif!
Yeni teori: Büyük patlamadan önce ne vardı?
https://www.indyturk.com/node/744415
"Ancak sizin başkalarının kötülüklerini arayıp bulmaya, herhangi biri hakkında hüküm vermeye ayıracak boş vaktiniz var mı? 'Niçin şu filozof böyle görkemli bir hayat sürüyor? Niçin böyle pahalı bir yemek yiyor?' Her tarafınız yara bere içindeyken başkalarının sivilcelerine bakıyorsunuz. Bu, uyuz illetiyle cebelleşen birinin en güzel bedenlerdeki ben ve siğillerle alay etmesi gibi bir şeydir. Para peşinde koştu diye Platon'u, para aldı diye Aristoteles'i, parayı reddetti diye Democritus'u, para harcadı diye Epicurus'u eleştirin. Alcibiades ile Phaedrus'u atın önüme, kusurlarımın benzerleriyle karşılaştığınızda en büyük bahtiyarlığa kavuşacaksınız! Niçin daha ziyade sizi her yandan ele geçiren, bazısı dışarıdan çöreklenen, bazısı bizzat iç organlarınızda alevlenen kendi kötülüklerinize odaklanmıyorsunuz? Kendi durumunuzu yeterince bilmeseniz bile, insani meseleler daha iyi insanlara kara çalmak için boşboğazlık edecek boş vakti bulabileceğiniz bir konuma henüz ulaşmamıştır."
Seneca
Kürtleri kim kurtaracak?
Yeni kuşak milliyetçiler için Kürdistan Kürtlerden daha önemli bir kutsal. Tüm Kürtler Kürdistan için harcanabilir. Onlar bu hararetle hareket ettikleri için başkasının ipiyle kuyuya inmeye hazırlar. Milliyetçi hissiyat gerçeği önemsemediği için mübalağa ile kendini hakikat olmayan mağduriyetlere duçar gösterir. Sömürge olmadığı halde sömürgeyim der. “Ey uluslararası toplum gel beni kurtar” düşüncesi çocukça bir avuntu ve yanılsamadır. Muhatabın, dostun, kardeşin, kavgalın, savaştığın, barıştığın ise Türkler ve Türkiyedekiler olacak. Kürtlerin çıkarı zayıf değil güçlü bir Türkiye’yi gerektiriyor.
https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/kurtleri-kim-kurtaracak-184295/