Show newer

Olağanüstü bir şeymiş gibi görünmek isteyen, bütün bu acizlerden ne kadar da bıkkınım.

Friedrich Nietzsche

Konuşanların sırrı yoktur. Ve hepimiz konuşuruz, kendimize ihanet eder, kalbimizi teşhir ederiz; her birimiz dile gelmezliğin celladıyızdır; her birimiz sırları, en başta da kendi sırlarımızı yok etmek için yırtınırız.

Emil Michel Cioran

Sol Muhalefet tarihi (I): Parti demokrasisi için savaş

Max Shachtman

Aşağıda yayımladığımız eser, o sıralar Uluslararası Sol Muhalefet’in ABD örgütü içinde faaliyet yürütmekte olan Max Shachtman tarafından kalem alınmış olup, The Militant (Militan) gazetesinin 1932’nin Nisan ve Ağustos ayları arasındaki sayıları boyunca, parça parça yayımlanmıştır. Shachtman bu makale dizisinde, 1923’te kendisini ilan eden SSCB Sol Muhalefeti’nin 10 yıllık politik tarihininin genel hatlarını özetlemeye çalışmıştı.
trockist.net/index.php/2023/10

Her ulus, tek gerçek dine inandıklarını, tek mantıklı hükümet sistemine sahip olduklarını biliyor. Hepsi, kendilerinin de berbat olduklarından şüphelenmeden diğerlerini küçümsüyor. Hepsi, kafalarındaki üstün oldukları hayaliyle gurur duyuyor.

Mark Twain

❝Kendimi öldürüyorum, çünkü var değilim. Ve siz de insan kardeşlerim, hiçsiniz. İnsanlar sabahleyin gazetesini okuyacaklardı ve göreceklerdi: Bir genç kendini öldürdü. Her biri kendini fena halde karmakarışık hissedecekti ve kendi kendilerine soracaklardı: Ya ben. Ben var mıyım?❞

Jean Paul Sartre

“Yalnız ol. Bu sana merak etmek, gerçeği aramak için zaman verir. Kutsal bir merakın olsun. Hayatını yaşamaya değer kıl.”

—Albert Einstein

“Felsefeye inanmak, insanın düşünme yetisinin korku yüzünden körelmesine karşı çıkmak demektir.”

—Max Horkheimer

TARİHİ ERMENİSTAN’IN TEDRİCEN KÜRDİSTAN’A DÖNÜŞÜMÜ

Sait Çetinoğlu

19. yüzyılda Batı Ermenistan’ın (Eski)/Kürdistan’ın (Yeni) Dönüşümü ve Otokton Halklar Üzerine Etkisi
Osmanlının merkezileşme yönünde gelişimi yada yönelimi 18 Yüzyılda İmparatorluğun doğusunda zafere kazanmış ve Doğu Anadoluda Ermenilerin ve Kürtlerin yaşadığı Batı Ermenistan/Kürdistanda toplumsal ilişkileri tamamen değiştirerek 1848’e dek ikinci fetih ile ilişkileri içinden çıkılamaz bir sürece itmiştir.

Devletin Yeniçerileri ortadan kaldırarak Sünni-İslama yönelimi ile birlikte ortaya çıkan ve devlet görevlilerini arkalarına alan şeyhler, yeni bir baskı unsuru olarak Ermeni yaylasındaki Ermeni köylülerinin başına bela kesilmişlerdir. “Daha önceleri Ermeniler’in yerleşik olduğu bütün Ermeni böl­gesi herhangi bir büyük Kürt beyinin idaresi altındaydı ve bundan dolayı Ermeniler diğer aşiretlerin baskısından korunuyorlardı. Kürt beyleri Ermenileri sömürüyor ve bu sömürü babadan oğula berdevam ediyordu. Halbuki bu yeni koşullarda Ermeniler Os­manlı idaresine bağlı ve onlarla vergi veren bir duruma geçince, Kürtler Ermeniler’i Osmanlı’ya bağlı, sömürülmesi olağan fakat şimdi başkasına tabi olan bir kitle olarak görmeye başladılar.”[2]

Çiftçilerin hem hükümete hem de yerel beylere (mültezime, ağaya vs) vergi ödemesi Ermeni köylülerinin en çok yakındığı uygulamaların başın­da gelmektedir. Özellikle Anadolu’daki vilayetlerde yaşayan Ermeni köylüler bu uygulamadan çok çekmektedirler; zira burada geleneksel ağalık ve beylik düzeni ne tam olarak işlemekte ne de ortadan kaldırılabilmektedir. Devlet Tanzimat’la birlikte bir yandan modern ve kanunlarla tanımlanmış bir top­lumsal hiyerarşiyi hâkim kılmaya çalışmaktadır, öte yandan da tam olarak hâkim olamadığı bölgelerde geleneksel baskı sistemleriyle işbirliği yapmak­tadır. Bu durum pratikte Ermeni köylünün yükünü artırmaktan başka bir sonuç vermemektedir. Üstelik Tanzimat’ın ilk yıllarında yerel beylerin yap­tığı eziyet ve baskılardan haberdar olan ve kısmen onları denetleyen devlet, özellikle 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra doğuda bu gücünü nere­deyse tamamen kaybetmiş durumdadır: “Doğu Vilayetleri’nin geleneksel egemenlik düzeni, en yüksek hiyerarşi basamağının doğrudan sultana bağlı olduğu ağalar, beyler ve emirler tarafından belirleniyordu. Mahmut’un ve Tanzimat’ın zor kullanarak uygulamaya koyduğu tedbirler bu düzeni büyük ölçüde parçalanmış, ancak yerine kurulması planlanan yeni, modern Müslüman düzen tam olarak tesis edilememiştir.[3]

Batı Ermenistan’a millet sistemi girmediği gibi 1863 sonrası Ermeni anayasası da uygulama alanı bulamamıştır. Bu durum bölgede incelemede bulunan kişilerin raporlarında altı önemle çizilen bir olgudur.

yüzyıldaki Sosyo-ekonomik Durumu Bournoutian şöyle resmeder:[4] Ermeni nüfusu, Ermenistan’ın doğusunun aksine, batısında çok daha geniş bir bölgeye yayılmış, öte yandan, azımsanmayacak sayıdaki Kürt ve Türk yerleşimleri ya da odaklarıyla parçalanmış bir görünüm sergiliyordu. Yine de her iki tarafın köy hayatına hâkim olan belirli ortak özellikler söz konusuydu. Okuryazarlık oranı, bu dönem çoğu kırsal bölgelerde olduğu gibi, on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğine kadar epey düşüktü. Ermenice, Kürtçe ya da Türkçe, her bölgede, oranın yerel ağzı konuşuluyordu. Ataerkil bir aile yapısı vardı; mallar erkek çocuklar arasında eşit olarak dağıtılıyordu. Gelenekler ve yerel adetler katiyetle uygulanıyor, silah, mücevher ya da kişisel eşyalar haricindeki malların çoğu, geniş aile tarafından ortaklaşa kullanılıyordu. Genellikle köyün en varlıklı ve tecrübeli erkekleri köy büyüğü olarak seçiliyordu. Bunlar, köyün sakinleri arasındaki anlaşmazlıklar* da arabuluculuk yapıyor, adaleti sağlıyorlardı. Ayrıca vergi yükünü hane halkına dağıtmak gibi bir görevleri de vardı. Bunun karşılığında ücretsiz işgücü elde ediyor veya çeşitli hediyeler alıyorlardı. On doku­zuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar, soylu sınıfa mensup aileler hari­cinde soyadı kullanılmıyordu. Bu dönemin ardından, kişiler, mensu­bu oldukları aşiretin kurucusunun vaftiz adına, eğer zanaatkar ya da tüccar iseler mesleklerine, veya doğum yerlerine göre soyadı almaya başladılar. Aldıkları soyadına “yan”, “yants” ya da “uni” soneki geti­riliyordu.

Birbirinden oldukça farklı bir lehçe kullanan doğu ve batı Ermeni­leri, köylerdeki yerleşim düzeni açısından da büyük farklılık gösterir. Batıda, Kürt akınlarına karşı her zaman tedbirli olan geniş Ermeni aileleri birbirlerine yakın otururlardı. Evler, üstü kapalı geçitler ve bi­tişik çatılarla birbirine bağlı olur, dolayısıyla köyler, hiç bitmeyen bir evler labirenti gibi görünürdü. Daima kendini belli eden bu “tehlike altında olma” hissi, kadınların 13-15 gibi daha genç yaşlarda evlenme­lerine, yer yer hem kadınların hem erkeklerin, Müslüman komşuları arasında fark edilmemek için onlarla aynı giysileri giymelerine neden olmuştur.

Reformların hayata geçirildiği dönem, Ermenilerin içinde bulun­duğu koşulları düzeltmek bir yana, eskisinden de kötü hale getirdi. Müslüman ve Ermeni köylüler üzerindeki denetimlerinin reformlar sebebiyle tehdit altına girdiğini düşünen Türk ve Kürt derebeyleri, başkentten gelen her tür müdahale karşısında öfkeye kapılıyorlardı. Ermeni köylerinin ileri gelenleri ve taşrada görevli din adamları, re­formların verdiği cesaretle kaleme aldıkları dilekçelerde, iyileşme ta­leplerini hükümete bildirdiler. Bununla birlikte, merkezi hükümetin içinde bulunduğu çaresiz kifayetsizlik, yerel ağaları, beyleri ve paşala­rı, bu taleplere cevap olarak Ermenileri topraklarından sürüp intikam almak yönünde cesaretlendirdi. Şehre göç eden yersiz yurtsuz Erme­nilerin sayısı 1856’dan sonra muazzam bir artış gösterdi. Geride ka­lanların çoğu ise, ancak serflik ya da kölelik olarak tabir edilebilecek koşullara maruz kaldılar.

Batı Ermenistanda siyasal durum’a gelirsek, Ermenilerin tamamen bölgenin egemenliğine terk edilmişliği söz konusudur.

Ermenistan’ın Osmanlı tarafından 1514 teki fethinden sonra Batı Ermenistan yani Osmanlının Doğu Vilayetleri’nin geleneksel egemenlik düzeni, en yük­sek hiyerarşi basamağının doğrudan sultana bağlı olduğu ağa­lar, beyler ve emirler tarafından belirlenmektedir. Mahmut’un ve Tanzimat’ın zor kullanarak uygulamaya koyduğu tedbirler bu düzeni büyük ölçüde parçalamış, ancak yerine kurulması planlanan yeni, modern Müslüman düzen tam olarak tesis edilememişti. Doğu Vilayetleri’nin genellikle Kürtler ve Erme­niler tarafından iskân edilen kırsal alanlarında hiçbir zaman başkenttekine benzer işleyen bir millet sistemi olmamıştı, an­cak açık hiyerarşi ilişkilerine karşılıklı olarak dikkat edilmesiyle belirli bir modus vivendi sağlanmıştı. Bu tahammül edilebi­lir birlikte yaşam Kürtlerin kendi özerk egemenlik alanlarına sahip bulundukları ve himayeleri altındaki gayrimüslim reaya­dan geleneksel vergilerini aldıkları müddetçe devam etti. Tan­zimat Devleti de vergi talep ediyor, ancak bunu planladığı merkeziyetçi yapılarına işlerlik kazandırmadan ve yerel egemenleri susturmadan yapmak istiyordu. Bunun sonucu olarak reaya pratik olarak devlete ve yerel egemenlere olmak üzere bir çifte vergilendirmeyle karşı karşıya kalmıştır.[5]

Natanyan’ın Ermenistan’ın Gözyaşı başlıklı raporunda bu çifte vergi ve Ermeni halkının terk edilmişliğini resmeder. Bu rapor aynı zamanda Boğos Natanyan’ın sonu getiren rapordur. Natanyan meşhur Kürt Hacı Musa tarafından tutuklanıp mahkeme sonunda sürgüne gönderilecektir. Natanyan sürgünde gözlerini yumar. Natanyan, devlet görevlilerinin ve devletin gözetimindeki soygun ve baskıyı açık bir dille anlatmaktadır. “Devletin durumdan haberdar olmasına rağmen insan cellâdı beylerin sa­yısı katlanarak artıyor. Ermenistan’da ağlayış, feryat ve şikâyet gittikçe artı­yor, ama kimse duymuyor, duymuyor… Ağalardan ziyade, emniyeti sağla­makla görevli olanların bazılarından gelen yakışıksız hareketler, Kürtlerden ziyade bazı askerlerin yaptığı yakışıksız olaylar… Hangi birini söyleyeyim, hangi birini bırakayım, cinayete kurban gitmek, sömürülmek, dövülmek, eziyet çekmek her şey Ermeni için. Ben sadece şahit olduğum bir tanesini anlatacağım, bu bile diğerlerini tahmin etmeye yeter de artar. Mamahatun’da bulunan orduya buğday götürülmesi emredildi. Kim götürecek? Tabii ki Er­meniler. [6] Önemli değil götürsünler, devletlerine bir hizmet yapmış olurlar. Ama dönüş yollarında hırsız grupları tarafından soyulup, dövülüp, yaralanıp şikâyet ettiklerinde sesleri duyulmazsa, o zaman ne yapsınlar? Orduların hem yiyeceği, hem giyeceği Ermenilerin üzerine yıkılmış durumda. Eskiden ol­duğu gibi şimdi de öyle. Önemli değil, devlet elinden geleni yapsın yeter. Her türlü eziyeti çekip alın teriyle yoğurduğu ekmekten onlara pay çıkardığında, eğilip işlediği ketenden giyecek verdiğinde hakaret duyar, inancına, dinine küfredilir, köyüne saldırılır. Tarlasına, bağına bahçesine saldırılır. Her türlü Zorbalık ve ahlaksızlık yapılır. Çünkü korkak ve haklarını korumaktan aciz bir halktır. Ama ambar lazım olursa, Ermeni köylerine kurulmalı, un lazım olursa Ermeni değirmenleri öğütmeli, gecelemek gerekirse Kürt ve Türk köyleri yakında olsa bile olmaz, Ermeni köyünde gecelemelidirler. Çünkü isledikleri zaman dövebilir, istedikleri zaman oyuncak edebilir, canları ne islerse yapabilirler. Emrederler, gelir yer içerler. Zira yüzlerce yıldır devlete sadakatle hizmet eden Ermeni bugün önyargılı diğer milletler önünde kâfir, dinsiz, imansız, aşağılık, köle, esir ve kukla bir millet sayılmaktadır. Devlet ne zaman bir polisi görevli olarak diğer milletlere ait bir köye göndermek istese memnun kalmazlar. Çünkü korkarlar. Onun için Ermeni köyüne güle oynaya giderler. Sudan sebeplerle cellat kesilir, korku salarak iyice sömürürler. Haça ve dine saygısızlık yaptıktan başka, doymamacasına yer içer, devletin kanunlarına ters olmasına rağmen tek bir kuruş ödemeden giderler. Bunları yapan sadece polisler değil, askerler. Yerli ve geçici memurlardan bazıları da aynı şeyleri yapıyorlar. Yörenin Ermenileri bunların dışında bir de çeşitli Kürt soylarından eziyet çekiyor. Bu Kürtler maddiyatın dışında, dine ve namusa da tecavüz ediyorlar.

… Hem Palu hem Çarsancak hem Kiğı hem de Harput marhasalığı dahi­linde bulunan toprakların neredeyse tümü yerel beylerin ve ağaların elinde­dir. Sadece yüzde bir kadarı Ermenilerin elinde[7]… Ayrıca marabalık hakkında da fikir sahibi olacaksınız. Ermeniler marabalıktan da eziyet görüyorlar. Ba­zen kalabalık gruplar halinde Ermeni köylerine gidip marabaların evlerinde konaklayıp kuzu, koyun, tavuk kızartması ve türlü türlü yiyeceklerle dolu masalarda günlerce yiyip içip bırakıp gidiyorlar. Eğer zavallı Ermeniler karşı koyacak olurlarsa, günün birinde mutlaka başlarına bir bela geleceğini bili­yorlar. Bu sebeple isteyerek veya istemeyerek korkularına boyun eğip köle gibi itaat ediyorlar.

Şimdi halkın devlete niçin vergi ödediğine dair basit bir soru soralım. Tabii ki hırsızlar tarafından soyulmamak için. Ailesiyle beraber, her şeyiyle özgür, korkusuz, rahat hayat sürmek için. Ancak tam tersi oluyor(abç).”[8]

Çaparçur ile ilgili olarak raporunda çeşitli bölgelerdeki gözlemlerinden bir çok örnek verir. Natanyan’ın erdiği örnekler çarpıcıdır. Ermenilerin beyler arasında paylaşıldığını ve köle derecesine indirildiğini görüyoruz

Aşiretler, Süleyman (ve oğulları), Yusuf ve Derviş Ağa adlı üç Bey’in idaresindedir. Bunlar adı geçen Ermenileri aralarında paylaşmışlar, ke­yifleri için esir gibi kullanıyorlar. Şu Ermeni şu Bey’indir, öteki Ermeni şu Bey’indir gibi. Aynı vilayette müdür bulunmasına rağmen Kürtler üzerin­de hüküm sürememektedir.[9]

Harput’ta da durum farlı değildir. “Yerel halk [Kürtler] Ermenilere sert davranıyor. Eğer boyun eğmezlerse eziyet gö­rüyorlar. Hem şehirde hem de köylerde Ermeniler oyuncak olmuş durum­da. Akşamları korkusuzca dolaşıp Ermeni evlerini kurşunluyorlar. Hırsızlık normal günlük olay olmuş. Ermeniler akşamları korkmadan dışarı çıkama­dıkları gibi, geceleri de rahat uyuyamıyorlar.

Köylerde, ağa denilenlerin en büyük zevki Ermeni kadınların namusuy­la oynamak. Kadınlar bağ ve bahçelere gitmeye cesaret edemiyorlar. Evlere girme cesaretinde bile bulunuyorlar… İstediklerini elde edemediklerinde kadının evine, malına ya da kocasına zarar veriyorlar. Ağalar yerel hükü­met ve polis tarafından korunuyorlar. Köylerde zevk için adam dövüyorlar, rüşvet alıyorlar, küfür ediyorlar, tecavüz ediyorlar bazen de tabancayla ya da bıçakla öldürüyorlar. Şikâyet edildiğinde de faydası olmuyor, çünkü dinle­yen yok. Ermeniler aynı şekilde Dersim Kürtlerinden de çok çekiyor. Bunlar köylülerden yıllık vergi talep ediyorlar. Aksi halde canına kastediyorlar. Kürt Kaya adlı eşkıya kendine benzer arkadaşlarıyla köy köy dolaşarak hatta bazen şehre de girerek Ermenilere korkunç şeyler yapıyor. Bu konuda devlet sessiz kalıyor. Şikayetleri görmezden geliyor çükü kendi de pek çok kanunsuz iş yapıyor.”[10]

Harput ovasında Ermenilerden toplanan resmi vergiler 15’i buluyor: bedel-i Asker, Emlak, Temetiv, hungak[tahıl), Bağhat üzüm vergisi, Karpuz bahçesi vergisi, Şarap akçesi, Khamchour(canlı hayvan vergisi, pamuk vergisi, inşaat vergisi, pencere vergisi,sağlık vergisi, yol vergisi, Mekara teke (mekkare) +noksan-i arz vergisi %10[11]

1848’deki yeni fetihle birlikte Osmanlı askeri harekâtları kürt prensliklere[12] son verir ve bu feodal yapının parçalanmasını sağlarlar. Tekrar aşiret sistemine dönülür. Bu sistemle dini ve resmi otoriteyi bağdaştıran ve Müslüman tarikatlardan destek alan şeyhler devri başlar. Bu isyanların bastırılması Kürt halkının batıya doğru hareketini tetikler, bu hareket Araplar ve Hıristiyanlar aleyhine gelişir. Böylece Turabdin batısında, 1850’de hemen her yer Kürt bölgesidir ve plato da üçte iki Kürt yerleşimidir.[13] 1880’de Savur kazası tamamiyle Kürt´tür.[14] Kürt halkı küçük birimlere bölünmüştür. Ataerkil sadakatler ve eski düşmanlıklara sahiptirler.[15]

Hıristiyanlar onların belli başlı kurbanlarıdır. Kürt ağalarının haraç istedikleri Hıristiyan kasabaları vardır. İlişkiler feodal yapıdaki gibi derebeyinden efendisine şeklindedir. Bu tarz (zimni) yasal haracı aşar ve Hıristiyan köylerine yaşamı imkânsız kılar.

Babıâli göçebeliğe karşı mücadele ederken Kürt şiddetini Hıristiyanlara doğru yönelterek[16] bazı aşırılıkları bastırır. Bozulan Osmanlı idaresiyle 19. yy. sonunda Diyarbakır vilayetindeki Hıristiyan toplulukları ihmallerin yol açtığı, artan bir güvensizlik ortamında yaşamaktaydılar. Kürtler ve Hıristiyanlar arasındaki ilişkiler ise ırkçılığa dayanır ve Hamidiye Alayları’nın kurulması ile patlama noktasına gelirler.

Hamidiye Alaylarının kurulması en üstün aşiret hegemonyasını güçlendirir. Bunlar Batı Anadolu’da sulhu sağlamak bahanesi ile terör estirir ve anarşiyi sürdürürler. Suçları hiç cezalandırılmadığından Hamidiye´nin Kürt reisleri akınları arttırırlar. Victor Bérard’ın anlattığı gibi; “Düzenlenmiş hırsızlık; yasallaştırılmış cinayet, ödüllendirilmiş tecavüz uygulamaktalar.”[17]

Osmanlı 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren aşiretleri denetimsiz gezgin yaşamlarını sürdürmelerini çok zor, hatta imkansız hale getirmek üzere daha düzenli biçimde askeri güce başvuracak donanıma erişmiştir. “1863-6’da, Fırka-i İslahiye adında, görevleri yalnızca Güneydoğu Anadolu’daki göçebele­rin denetlenmesi ve yerleşik hayata geçirilmesinden ibaret olan yeni bir gezici askeri güç oluşturuldu. Kısmen Fırka-i islahiye’nin faaliyetleri sonucunda bu bölgede asayiş sağlandı, bu da Türkmenler ve Çerkezler gibi Ana­dolu’nun başka bölgelerinden ve Kafkaslar’dan kaçarak buralara sığınmak isleyen çok sayıda yeni göçmeni buralara çekti. Yeni gelenler küçük grup­lara bölünüyor ve güneydoğuda Ermeni, Kürt ve Alevi yoğunluğu olan bölgelere dağıtılıyordu, ki bu da çok daha farklılaşmış ve yerleşik bir toplum oluşturuyordu. Hassa, islahiye, Osmaniye, Reyhanlı, Kadirli ve Kozan ka­sabalarının hepsi 19. yüzyılda Fırka-i islahiye’nin uyguladığı yerleşim politikalarının sonucunda kurulmuştu. Kürtlerin aşiretlere bölünmüş olması merkezi hükümetin bir yandan bazı Kürtleri yandaş olarak kullanırken öte yandan diğerlerine ağır cezalar uygulamayı sürdürmelerini kolaylaştırıyor­du. Bu politikanın en açık örneği, 1891 yılında kurulan ve Kürtlerden oluşan Hamidiye alaylarında gözlenebilir. 19. yüzyılın son on yılında ve 20. yüzyılın başında Hamidiye’ye alınmış askerlerin büyük çoğunluğunu oluş­turan Sünni Kürtlere Doğu Anadolu’da Alevi (Kızılbaş) Kürtleri yatıştırma, diğer etnik grupları (özellikle Ermenileri) sürme, topraklarına el koyma ve buralara yerleşme serbestiyeti tanınmıştı. Sık sık merkezi hükümet de doğrudan eyleme geçiyor ve Kürt aşiretleri bölgelerinden atıyordu. Sözge­limi, Musul ile İran sınırı arasındaki bölgede amansız eşkıyalıkları ile kötü bir ün kazanan Kürt Hemvend aşireti bölünmüş, Üsküdar ve Ankara (1886), Bingazi (1887), Trablus (1889) ve İstanbul’a (1890) gruplar halinde yerleştirilmiştir.[18] Görüldüğü gibi nüfus mühendisliği, sürgün ve yeni yerleşimlerle bölgenin yüzünü de değiştirmektedir.

1860 yıllarından itibaren Batı Ermenistan’da mülkiyet mücadelesi keskin bir nite­lik kazanmaya başladı. “Şeyhler, çok eskiden derebeylere bırakıl­mış bulunan ve daha sonraları merkez idaresi tarafından çıkarılan yeni kanunlarla çiftçiye terk edilmiş olan bütün mülkleri kendile­rine mal etmek istediler. Bu hareketi başlatan meşhur Şeyh Celalettin’in[19] babası Şeyh Sabadullah[20] idi. O, dini fanatizmi kendisine bir silah olarak kulla­nıyordu.[21] Sabadullah 1850’li yılların ortalarında Khizan’da çıplak ayakla gezen bir molladır[22]. Şeyh Sabadullah. Khizan ve çevresinde fetihlere başlar. Şeyh Sabadullah din özgürlüğüne karşı olduğundan Ermeni­ler arasında yüzünü kapatarak dolaşırdı. Sebebi ise Hristiyan Ermeni’nin yüzünü görmemek ya da Hıristiyan Ermeni kendi yüzünü görmesin diyedir. Onun düşüncesine göre bu haram sayılırdı. Ermeniler’i ordan sürmek için onların bağlarına ve bahçelerine el koyuyorlardı.[23] Sabadullah, yoksul bir molla olarak çıplak ayakları ile dolandığı yerlere devletin desteğiyle Şeyh Sabadullah olarak hükmetmektedir. Babası yaşlanınca oğlu Celalettin görevi ondan devralır. Natanyan’a bakılırsa, hem Kürtler üzerindeki nüfuz hem de serveti bakımından babasıyla kıyaslanamayacak kadar zenginleşir. Şeyh Celalettin dinsel otoritesini kişisel zenginliği için kullanmanın yanı sıra verdiği dini payelerle kendisine bağlı geniş bir kitle yaratmayı başarır.[24]

Şeyh Celalettin örneği de bölgedeki Ermeniler üzerindeki zülüm ve baskıslarının karşışında, Ermenilerin çaresizliğini ve Ermenilerin baş başa kaldıkları Zulüm ve baskının derecesini ve devletin kayıtsızlığı göstermesi bakımından öğreticidir:

1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sürecinde pek çok yerdeki Kürt aşiretleri, tıpkı 1853-1856 Kırım savaşında olduğu gibi, Osmanlı ordusunu takviye ediyor görüntüsü altında civarlarındaki Ermeni köylerine saldırıp bu­raları talan etmişlerdir. Şeyh Celalettin’in bu saldırılar için emir verdiğine dair birçok göz­lem bulunmaktadır. Savaşın başlamasıyla birlikte, Kürt aşiretleri Şeyh Celalettin’in emriyle, Aghbak (Van’ın güneydoğusunda, İran’ın Salmast ve Hoy (Khoyt) bölgesine sı­nırı olan bir köy), Başkale civarındaki 24 Er­meni ve Süryani yerleşimini işgal etmişler­dir. Bu bölge öteden beri Kürtler tarafından neredeyse sistematik biçimde saldırıya uğ­ramakta, sakinleri öldürülmekte, eziyetlere uğramakta, zenginlikleri talan edilmekte, taşınamayan varlıkları ise yakılıp yıkılmaktadır. “Üstelik Celalettin’in bütün yaptıklarına rağmen cezasız kalması onun ününü artırmakta ve birçok başka zorbanın saldırganlığını teşvik etmektedir. Kuşkusuz Celalettin’in bütün bu saldırganlık ve hırsızlığa dini bir kılıf uydurması da Khizan’daki zorbaların işini kolaylaştırmakta ve Natanyan’ın ifadesiyle, Khizan’ın yıkılışına yol açmaktadır: “Beytam Murat’ın evini ve Surp Harutyun Kilisesi’ni yıkınca onun gücünü gören Kürtlerin bü­yük kısmı Şeyhe katıldı… Kürtler ve sofilerin yaptığı kötülüklerden cesaret alan diğer Kürtler de, ‘Şeyhin adamları yapıyor ve cezalandırılmıyorlar’ diyerek barbarlığa başlamışlar. İşte Khizan kazasının yıkılmasının başlıca sebebi budur.” Gerçekten de Natanyan, şeyhin cezasız kalan zorbalıklarını görüp harekete geçen, benzer yağma ve talan hareketlerine girişen Hizanlıları saymaktadır. Arif Bey ve Kerim Bey, kendilerine bağlı adamları aracılığıyla Ermenilere eziyet eden ve kilise ve manastırlara zarar verenlerin başlarında gelmektedir.”[25]

Natanyan’ın söz ettiği Şeyh Celalettine benzer biçimde, Sırvantsdyants da Malatya ve Harput civarın­daki Ermeni ve Kürt köylülerine eziyet eden Deli Silo adlı bir hayduttan söz etmektedir. Deli Silo Tercanlı bir Kürttür ve civardaki Türk, Kürt, Ermeni köylerini neredeyse ayrım yapmaksızın soymaktadır. Yaptığı eziyet ve zu­lümler ayyuka çıktığı zaman devletin şimşeklerini üzerine çekmektedir, ama tıpkı Celalettin gibi o da zaman zaman idareciler tarafından kollanmakta ve saygın biri gibi muamele görmektedir.[26]

Ayrıca 19.yy’da Batı Ermenistan bir savaş alanıdır. Ermenilere yönelik baskı ve şiddetin yanında Savaş da bölgeden ermeni göçünü tetikler. Şahbazyan çarpıcı örnek olarak Bohdan’dan Tıh köyünü gösterir: Tıh’tan üç Ermeni göçü vardır. Bu göçlerin birincisi Bedir Han zamanında Bohdan’ın Ermeni göçü, ikincisi Şeyh Celaleddin’in babası Şeyh Sabadullah zamanında, üçüncüsü ise Bedirhan oğlu Osman Paşa zamanındadır. Bohdan ve Şernah’a yakın olan Tıh, 800 evden meydana gelmiş bir Ermeni köyüdür. Osmanlı – Rus savaşı zamanında, Osmanlı İmparatorluğu, Kürt yöneticilerini bazı yerlerden zorla çıkarmaya çalışırlar. Osman Paşa (Bedir Han’ın çocuklarından biri), Bohdan’a gi­der, orda sekiz bin Kürdü Kars’a, Ruslar’la savaşmaya götü­rür. Geri döndükleri zaman Kürtler kendilerine verilen silah­ları iade etmezler. Osman Paşa dönüşte Tıh’a girer ve tüm ordusunu Tıhlılar’ın erzağı ile besler. Osmanlı İmparatorlu­ğu tekrar 15 bölük askerle Tıh’ı bombalar. Bu yıkımdan son­ra Tıh’da göç başlar.[27]

Gasp ve el koymalar Ermenistan’dan sürekli göçle neticelenmektedir. Osmanlı mebusu Krikor Zohrab bunu gayet net bir şekilde Marcel Leart adıyla yayınladığı broşürde belgeler.

“1882 yılında yapılan sayıma göre, Osmanlı topraklan üzerinde yaşayan toplam Ermeni nüfusu 2.660.000, bunun yanında Doğu Anadolu’da reform yapılma­sı düşünülen 6 vilayette yaşayan Ermeni nüfusu 1.630.000’dir. Yirmi yıl sonra 1912’de yenilenen sayıma göre ise, toplam Ermeni nüfusu 2.100.000, 6 vilayetteki Ermeni nüfusu 1.018.000 olarak tespit edilmiştir. Marcel Leart, Erme­ni nüfustaki azalmanın, 6 vilayetteki nüfusun azalmasından ileri geldiğini ispat ettikten sonra, bunun bölgede Ermenilere karşı yürütülen yıldırma, katletme ve göç ettirme uygulamala­rından kaynaklandığını anlatır.

ERMENİ NÜFUSUNDA SON OTUZ YILDAKİ GELİŞME
Patrikhane Sayımlarına Göre 1882 ve 1912 Nüfus İstatistiklerinin Karşılaştırılması

1882 1912 Artan Azalan Azalan Türkiye Ermenistanı

1.630.000 1.018.000- 612.000

Kilikya 380.000 407.000 27.000

Osmanlı İmparatorluğu’nun geri kalan kısmında

650.000 675.000 25.000

Toplam 2.660.000 2.100.000 52.000 – 612.000-560.000”[28]

Baskı ve bunun tetiklediği göçler Ermeni yaşamının bir parçası haline gelmiştir.” Ermeni-Kürt geriliminin bir yönü Kürt beylerinin ya da ağalarının Erme­ni köylülere ağır yıllık vergiler yüklemeleridir, ancak pek çok durumda yarı-göçebe yaşayan Kürtlerin doğrudan talan ve yağma hareketlerine giriştikleri de bilinmektedir. Bu durum Ermeni köylüleri o kadar rahatsız etmektedir ki, bazen topluca başka bir yere göç etmektedirler, bazen de vereceğimiz ör­nekte olduğu gibi, Kürtlerin saldırılarından korunmak için daha güvenilir buldukları yerlere bağlanmak istemektedirler. Tarihini kesin olarak bileme­diğimiz ancak 1811 yılı civarında yazıldığı anlaşılan ve 29 Ermeni köylünün isimlerinin ve Ermenice yazıyla mühürlerinin bulunduğu bir dilekçede, Div­riği kazasının Pingan köyündeki Ermeniler, eşkıyanın ve Kürtlerin saldırı­larından bıkmış, “ekrad ile eşkıyanın mazarrat ve haşaratından” korunmak için Ma’âdin-i Hümâyûn’a ilhak olmak istediklerini belirtmişlerdir. Kürt aşiretlerinin, ağaların ve beylerin Ermeni köylüsü üzerindeki bas­kıları kadar önemli bir başka mesele de yerel idareciler ve hükümet görev­lilerinin bu konuda takındıkları tavırdır.”[29]

Savaşlar da göçün sebeplerinden biridir. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda yaklaşık 20.000 Ermeni Osmanlı topraklarından göçmüştür.[30]Vahan Bardizaktsi ise 25.000 rakamını vermektedir.[31]

1877-1878 Osmanlı-Rus savaşının da Batı Ermenistan’da sürmesiy de yeni göç dalgası gündeme gelir. Savaş koşullarında can ve mal güvenliklerinden emin olamayan Ermeni köylülerin bir bölümü, Bayezid ve Kars’a giren ve Der Gugasov (Ğugasof), Loris Melikov (Melikof) ve Lazarev gibi Ermeni kökenli kumandanların yö­nettiği Rus ordusunun gelişinden, özellikle Kürtlerin saldırıları sona ereceği için memnun olurlar. Ancak Rus ordularının geri çekilmesinden sonra Kürt­lerin Van ve civarından gelerek intikam alacağı söylentileri hızla yayılır ve özellikle Erzurum, Kars, Eleşkirt civarındaki Ermeni köylüler bu saldırılar­dan kendilerini koruyamayacaklarını düşünerek Rusya sınırlarına doğru göç etmeye karar verirler. Bu korku ve panik dalgası büyük bir kitlesel göçe yol açma eğilimi gösterdiği için hem Rusya Ermenilerinin hem de Osmanlı Er­menilerinin liderleri göçe engel olmaya çalışırlar… Aynı tarihlerde savaşın yıkıntılarını, yol açtığı sorunları görmek üzere böl­geye giden üç Ermeni rahip de [Bardizaktsi, Sırvantsyants ve Natanyan]bu göç hareketinin önemli bir boyuta ulaşabileceğinden endişelenmiş ve kendileri de bunu durdurabilmek için çaba gös­termişlerdir. Özellikle Vahan Bardizaktsi yıkıcı sonuçları olabileceğini gör­düğü bu göçle ilgili olarak Lazarev’le görüşmeler yapmıştır. Bardizaktsi’nin yazdıkları dikkatle incelendiğinde, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı nedeniyle iki büyük göç dalgasının söz konusu olduğu görülür. İlk göç dalgası savaşın başlarında yaşanmış… İkinci göç dalgası ise savaşın hemen sonunda yaşanan göç hareketidir.”[32] Bu göç dalgasında da “Eleşkirt ovasından 110 köyden fazlası 10-15.000 kişi Erivan Ovasına göç etmiş, bunların içinde Yezidiler ve Ermeni Katolikler de var. Gerisi Gregoryenlerdir.”[33]

Bin yılı aşan bir süredir devam eden istilalar, Kürt ve Türk aşiretlerinin yerleşmesi ve yaşanan göçler, Batı Ermenistan’da, Ermenilerin sadece birkaç bölgede nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu, kalan yerlerde ise, sadece ancak Hıristiyan grupların en kalabalığı olmalarıyla sonuçlanmıştır. Ermeniler anayurtlarında “azınlık” konumuna düşmüşlerdir.[34]

Yukarıda söz ettiğimiz 1891 yılında kurulan ve Kürtlerden oluşan Hamidiye alayları, 19. yüzyılın son on yılında ve 20. yüzyılın başında Batı Ermenistan’da Ermenilerin başına tam bir bela kesilmiştir. Hamidiye alayları kurulurken doğrudan güdülen amaçlar, o sırada henüz çok büyümemiş olan ayrılıkçı Ermeni faaliyetleri­ni bastırmak ve Kürtleri daha iyi denetleyebilmekti. Sultan, üc­retli ve yüksek prestijli bir iş olanağı sağlayıp resmen baskın ve yağma hakkı tanıyarak Kürtleri kendine sıkıca bağlamayı um­muştu. Bunda başarılı da oldu: Kürtler Abdülhamid’i kendileri için sultanların en iyisi olarak görüyor, ona Bave Kurdan (“Kürtler’in Babası”) diyorlardı. Bazı gözlemciler (örneğin bölgedeki ingiliz konsolosu), Hamidiye’nin kurulmasında, Kürtle­ri bölerek yönetme niyeti de sezmişti: “Bazı durumlarda Hami­diye için aşiretler arasında yapılan seçim, bölgedeki güç denge­sinin korunmasına yarıyor, bazen de tam tersi bir sonuca yol açıyordu. Çoğunlukla zayıf aşiretler tercih edilmekteydi; çün­kü bunlara verilen daha iyi silahlar ve eğitim, geleneksel rakip­lerinin üstün gücü karşısında denge sağlıyordu.”Açıkça Kürt yanlısı olan bir İngiliz ajanına [Binbaşı Noel] göreyse, Hamidiye’nin asıl amacı, “aşiretler arasındaki kan davalarından [yararlanarak], yönetime karşı birleşmelerini çok zor hale getirecek bir sistem yaratmaktı.” Eğer gerçekten de aşiretlerin gücünü dengele­mek, fiilen güdülen amaçlardan biri olduysa, bunda ancak kıs­mi bir başarı elde edilmiştir. Örneğin 1893-4’te aşiretler arasın­daki kan davalarının arttığı gözlemlenmiştir. Ama daha da önemlisi, Hamidiye’nin bazı reislere kom­şuları karşısında normalde sahip olduklarından daha fazla güç vermiş olmasıydı.[35] Bir ağanın Hamidiye komutanlığına seçilme­si, aşiret içindeki rakipleriyle olan birçok tartışmanın bir anda onun lehine kapanmasını da beraberinde getiriyordu. Çünkü komutan yapılan ağa, aşiret mensuplarını kendi yanma çek­mek için dağıtabileceği pek çok şeye (yüksek değer atfedilen ücretli bir iş, silahlar) sahip oluveriyordu. Üstelik, Hamidiye birliklerini rakiplerinin ve düşmanlarının üstüne sürebilirdi. Hamidiye komutanlarından en az ikisi, bu şekilde öyle büyük bir güce ulaştı ki, sonunda devlet için tehlike oluşturdular.[36] Bruinessen, bunlara Miranlı ustafa Paşa ve milanlı İbrahim Paşa örneklerini verir.

Hamidiye, ilk Ermeni katliamlarında da (1894-96) acımasız­ca yer aldı. Bu katliamlar, Sason bölgesindeki bir Ermeni ayak­lanmasından sonra yapılmıştı. Ayaklanmanın nedeni, Ermeni­lerin çifte vergi ödemek zorunda kalmasıydı[37]: Hem hükümet ar­tık doğrudan vergi toplamaya başlamıştı, hem de Kürtler Erme­nilerin ürünlerinden geleneksel paylarını almayı sürdürüyordu. Hamidiye ayaklanmayı bastırmak üzere bölgeye gönderildi. Bu­nun ardından bütün Doğu Anadolu, esas olarak sultanın emir­leriyle ama aynı zamanda da Hamidiye’nin kendi inisiyatifiyle Ermeni köylerine saldırdı ve baskınlar düzenledi. Binlerce, bel­ki onbinlerce Ermeni öldürüldü, daha fazlası da ellerinde hiçbir şey kalmamacasına soyuldu.[38]

İttihat Terakki döneminde Hafif süvari alayları ismiyle devam eden “Hamidiye Alaylarından bazıları Balkan Savaşı sırasında Osmanlılarla birlikte bağımsızlık savaşı veren halklara karşı kullanılır. Yani Osmanlı askeri konumundaydılar farkları, başlarında Kürt Ağasının olmasıydı,”[39] Hamidiye kalıntılarının Milli mücadele’de de varlığını sürdürdüğü Bedirhanilerden Emir Celadet Bedirhan’ın Mustafa Kemal’e 8 Ocak 1933 tarihli mektubundaki “Gazetelerde okuduğuma nazaran İzmir kaldırımlarında şakırdayan ilk demirler Kürd süvarilerinin nalları idi”[40] sözlerinden anlıyoruz. Belki de Eylül 1922 İzmir’inin bir cehenneme döndürülmesinde bu Hamidiye kalıntıların katkı sunmuşlar mıdır?

Ermeni toplumunun siyasileşmesi ve Ermeni Devrimci Hareketi[41]
Bournoutian, Ermeni tarihi adlı araştırmasında komuta edilen ve gönüllü Ermeni birliklerinden oluşan Rus ordusu sevinçle karşılandı. Avrupa’daki Rus ordusu ise İstanbul yakınlarına kadar gelmişti. Osmanlı hükümeti ateşkesi kabul etti ve müzakereler başladı. Bu esnada Kürt, Çerkez ve başıbozuk askerlerin doğudaki mezaliminden haberdar olan İstanbul’daki Erme­ni aydınlar, kendi liderlerinden çekincelerini bir tarafa bırakmalarını ve Ermenilerin geleceğinin de yapılacak barış görüşmelerine dahil edilmesi konusunda İstanbul’daki eski Rus büyükelçisine ve diğer Rus yetkililere ricada bulunulmasını talep etmeye başlamışlardı.

Ayastefanos antlaşmasının 16. maddesine göre, bölgenin Ermeni sakinleri tarafından talep edilen reformlar Osmanlı hükümetince gerçekleştirilene, Kürt ve Çerkez akınlarına karşı halk emniyete alı­nana kadar Rus birlikleri Ermeni vilayetlerinde kalmaya devam edi­yordu. Disraeli ve Dışişleri Bakanı Robert Salisbury liderliğindeki İngilizler ile Kont Andrassy’nin başkanlık ettiği Avusturya heyeti, antlaşmayı geçersiz kabul ettiklerini ilan ettiler ve savaş tehdidinde bulundular. Devrimcilerle başı dertte olan Çar 11. Aleksandr, “dürüst­lükten şaşmadan arabuluculuk yapacağını” vaat eden Alman Şansöl­yesi Otto von Bismarck’ın zorlamasıyla, iki ay içinde Berlin’de bir Avrupa toplantısı yapılmasını kabul etti. Eski İstanbul Patriği Khırimyan’ın başkanlık ettiği bir Ermeni delegasyonu, Avrupa’daki birçok başkenti ziyaret ederek kendilerine de Lübnan’la aynı statünün veril­mesi gerektiği konusunda Avrupalı diplomatları ikna etmeye çalıştı. Bu talep, Hıristiyan vali, özyönetim, gelirlerin yerel projeler için kul­lanılması, sivil mahkemeler, Ermeni ve Müslümanlardan oluşan kar­ma bir kolluk kuvveti anlamına geliyordu. Bununla birlikte büyük güçler, daha kongre başlamadan, İngiltere, Rusya, Avusturya ve Os­manlı devletlerinin ayrı ayrı anlaşmalar yaptıkları gizli toplantılar gerçekleştirdiler. Ermeni heyeti Berlin Kongresi’ne (13 Haziran-13 Temmuz 1878) geldiğinde, Balkanlar’ın ve Ermenilerin kaderi, aslında çoktan karara bağlanmıştı.

Berlin Antlaşması uyarınca, Ermeni özyönetimi gündeme alınmadı; bunun yerine, 61. madde değiştirilerek Rus birliklerinin geri çekilmesi sağ­landı. Reformların gerçekleştirilmesi hususunda Avrupa’nın kolektif”sorumluluğu” gündeme getirildi, öte yandan herhangi bir doğrudan gözetim mekanizması söz konusu değildi, Khırimyan, yaşadığı hayal kırıklığını, meşhur “demir kepçe” benzetmesiyle sözcüklere döktü. Mevcut durum için bir kazan keşkek Örneğini kullanan Khırimyan’a göre, her ulus, elinde demirden kepçesiyle, kazandan kendi payına düşeni alıyordu; sıra Ermenilere geldiğinde, keşkeği kaşıklamaları için ellerine bir kâğıt parçası (Ayastefanos Antlaşması) tutuşturulmuştu. Kâğıttan kepçeyle keşkek almak ne mümkün! Khırimyan, Ermenilere, demirden kepçe almaları çağrısında bulundu; kastettiği silahlı müca­deleydi.

İzleyen iki yıl boyunca büyük güçler sorumluluklarını yerine getirerek, Ermenilere yönelik vaatlerini Babıâli’ye her fırsatta hatırlatmak­tan geri durmadılar. 1880 yılında İngiltere başbakanı olan Gladstone, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyanların destekçisiydi. Dolayı­sıyla, Osmanlılara yeni reformlar yapmaları konusunda baskı yapabi­lirdi. Ancak çok geçmeden, Avrupa’daki dengeler fazlasıyla değişecek­ti. Avusturya-Macaristan’ı etkisi altına alan Panslavist hareketler ve olası bir Fransız-Rus ittifakı karşısında duyulan kaygı, Almanya ve Avusturya’nın anlaşmaya varmaları ve Osmanlı’dan yana tavır alma­larıyla sonuçlandı. Çar II. Aleksandr suikaste uğrayınca yerine geçen oğlu III. Aleksandr ne Ermenilere ne de diğer azın­lıklara güveniyordu. Dahası, Afrika, Güneydoğu Asya ve Çin’deki sömürgeci yayılmalar, büyük kuvvetlerin dikkatini başka yönlere çek­ti; Ermeni Sorunu artık gündemde değildi.

Berlin Kongresi Ermenileri hayal kırıklığına uğratmakla kalmamış, aynı zamanda onları belirsiz bir durumda bırakmıştı. Artık, millet-i sadıkanın Rus yanlısı olduğundan şüphe ediliyordu. Kürtler ve Ermeni toplumunun siyasileşmesinin kırılma noktası olarak 1878’i işaret eder, “Osmanlı Devleti’nin Bulgaristan’daki durumu tartışmaya açmayı reddetmesi, Rusların 1877’de Moldavya’ya girmesinin bahanesi oldu ve yüzyılın son Osmanlı-Rus savaşı böylece başladı. Savaş yine iki cephede cereyan ediyordu: Avrupa ve Anadolu’nun doğusu. Rus Panslavizmine ve Rus Ortodoks Kilisesi’ne güvenmeyen İstanbul’da­ki Ermeni cemaati önderleri, Osmanlıları destekledi. Bununla birlik­te, doğudaki Ermeni nüfus katlanılmaz koşullardan usanmıştı. Kürtler savaşı fırsat bilerek bir kez daha Ermeni köylerine saldırınca, Ermeni generaller tarafından Çerkezler Ermeni köylerine saldırmaya devam ediyorlardı. Patrik ise Sultan’a sadakatini ilan ederek, Balkanlar’daki Hıristiyanların aksine, Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmayı kati suretle iste­mediklerini hatırlatarak koşulları iyileştirmeye çalışıyordu. Ermeni Sorunu’nun, vaad edilen reformların uygulanmasıyla çözüleceğini umuyordu. Onun bu teminatına kulak asmayan Sultan Abdülhamid ise Avrupalı güçlerin müdahale etmeyeceğini bildiğinden, Ermeni vilayetlerindeki yerel yetkilileri istedikleri gibi davranmaya teşvik edi­yordu. Kürtler ve Çerkezlerin karıştığı haraç kesmeler, kız kaçırmalar, yasa ve düzen ihlalleri, taşradaki Ermeni liderlerin dilekçeleri hü­kümet tarafından tamamen göz ardı edildi. Ermenilerin büyük çoğun­luğunda ne kendilerini savunacak ne de adaletsizliğe karşı seslerini yükseltecek cesaret kalmıştı. Rus Yahudileri gibi kaderlerine razı gel­mekten başka çare görmüyorlardı. Dahası, Abdülhamid, Rusya’da Kazaklar eliyle Yahudilere uygulanan kırımın bir benzerini Ermeni­lere karşı gerçekleştirmeyi planladı. Bu amaçla Kürtlerden oluşan, Hamidiye olarak bilinen düzensiz süvari alaylarını silah altına aldı. Er­meni savunma birimlerinin ruhban karşıtı, sosyalist söylemi Kilise’yi ve tüccar kesimi rahatsız ediyordu; dolayısıyla Ermeni liderliğinin bunlara destek vermesi söz konusu değildi. Bu duruma rağmen Abdülhamid’in gözünde tüm Ermeniler tehdit teşkil ediyordu. Abdülha­mid, İslami reformcu Cemaleddin el-Afgani’nin (1838-1897) fikirleri­ni de kendi amaçları doğrultusunda tahrif etti. İstanbul’u ziyaret ede­rek Sultan’la görüşen el-Afgani, Batı emperyalizmine direnmenin ve üstesinden gelmenin, ancak Müslüman halkların birleşmesi ve islami değerlerin öne çıkarılmasıyla mümkün olduğunu belirtmişti. Abdül­hamid ise halifelik makamını kullanarak, İmparatorluk bünyesindeki Müslümanları, Balkanlar ve Anadolu’daki Hıristiyan devrimcilere karşı birleştirme yoluna gitti.

Berlin Kongresi’nin yarattığı hayal kırıklığı Ermeni yazarları da et­kiledi. Romantik dönem sona ermiş, yerini gerçekçiliğe bırakmıştı. Hagop Baronyan’ın (1841-1892) satirik oyunları, Krikor Zohrab’ın (1861-1915) renkli öyküleri, Rupen Zartaryan’ın (1874-1915) taşra ef­saneleri ve halk masallarını derlemesi bu döneme rastlar. Bu kuşağın diğer isimleri arasında Siamanto, Varujan, Medzarents ve [Yervant] Odyan yer alır. Basın da bu akımın takipçisi oldu. 1884’te Arpiar Arpiaryan (1852-1908) gerçekçi kalemleri etrafına toplayan Arevelk [Doğu] gazetesini çıkarmaya başladı.

1881’de, Avrupalıların verdikleri güvencenin anlamsızlığını fark eden bir grup Ermeni aydın, cemaat ileri gelenlerinin nasihatlerini bir yana bırakıp, Balkanlar’daki direniş hareketlerinin ve Ermenilerin Zeytun’da verdiği silahlı mücadelenin izinden gitmeye karar verdi. Dört koldan savunma grupları örgütlenmeye başlandı. Bunların en meşhuru Beyaban Hayrenyats [Atayurdu Savunma] cemiyetiydi. Gençlik burada kendi halkını korumaya ant içmişti. İlk Ermeni siyasi partisi Armenagan, 1885’te, Van’da öğretmenlik yapan Mıgırdiç Portukalyan’ın öğrencileri tarafından kuruldu. Krikoris Terlemezyan tarafın­dan örgütlenen ve Khırimyan’m milliyetçiliğinden etkilenen Arme­nagan platformu, eğitim ve silahlı direnişin yanı sıra, gelecekte elde edilecek özyönetim için hazırlık yapılmasını savunuyordu. Partinin kurulmasından birkaç ay önce Osmanlı topraklarından sürgün edilmiş olan Portukalyan, aynı yıl Marsilya’da Armenia gazetesini yayınlama­ya başladı. Portukalyan’ın Avrupa’daki faaliyetleri yurtdışında öğrenim gör­mekte olan birçok Rusya Ermenisi’ni de etkiledi. Bunlar, kısa bir süre içinde kendi devrimci[42] örgütlerinin, Sosyal Demokrat Hınçak Partisi’nin temellerini Cenevre’de attılar[kuruluşu 1887][43]. Bu esnada Van’da faaliyetlerini sürdüren Armenaganlar, İran Azerbaycanı, Kafkasya ve Bulgaris­tan’daki Ermeniler arasından taraftar topladılar. Örgütledikleri silahlı fedailer sayesinde, izleyen on yıl boyunca Van bölgesini Kürt saldırıların­dan korudular.

XIX. yy. sonunda kurulan devrimci Ermeni partilerinin benimsedikleri temel amaç Batı Ermenilerinin özgürlüğe kavuşturulması ve Rusya ile Osmanlı imparatorluklarının egemenliği altında yaşayan doğu ve batı Er­menilerinin birleştirilmesiyle bağımsız bir Ermenistan’ın kurulmasıydı.

XX. yy.a gelinirken Osmanlı topraklarında dört Ermeni siyasi partisi fa­aliyet gösteriyordu: Armenagan Partisi (kuruluşu 1885), Sosyal-Demokrat Hınçak Partisi (kuruluşu 1887), bu partiden kopan Veragazmyal (Yeniden İn­şa) Hınçak Partisi ve Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaktsutyun, kuruluşu 1892). Ermeni siyasi partileri, hedeflerine ulaşmak üzere, Osmanlı impa­ratorluğunda Ermeni halkının ulusal kurtuluş mücadelesinde dayanışabilecekleri başka siyasi örgütlerle çabalarını birleştirmeye yöneliyorlardı. Öteki halkların siyasi örgütleriyle işbirliği ilkesi parti programlarına da yansımıştı. Ermeni partilerinin, Ermeni halkının Sultan II. Abdülhamit rejimine karşı verdiği ulusal kurtuluş mücadelesinin koşulla­rında ortaya çıkmış oldukları göz önüne alındığında, baskı altında olup hakları için mücadele etmekte olan diğer halkların siyasi örgütlerinin ya­nı sıra Türk halkının Jöntürkler gibi Sultan’ın yönetiminden ve güttüğü siyasetten hoşnut olmayan liberal katmanlarını da bir araya getiren tek bir cephe oluşturmaya yöneldikleri açıkça görülür.[44]

[1] 10. yy.’da İslamiyeti benimseyen Kürt aşiretleri Ermeni platosuna doğru ilerlerler. Kuzeyde 9. yy.’da görülürler. Daha sonra batıya ve güneye, Diyarbakır vilayetine inerler. Bu yayılım sırasında Kürt ırkına farklı elemanlar katılır. Yves Ternon,Mardin 1915 Bir Yıkımın Patolojik Anatomisi. Belge Uluslararası yayıncılık tarafından yayına hazırlanmaktadır.
[2] Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15.yy’dan günümüze Ermeni Kürt ilişkileri Ç. B. Zartaryan-M.Yetkin, Med Y. 1992 s 143
[3] Arsen Yarman, Palu-Harput 1878, 1. Cilt Adalet arayışı, Derlem Y. 2010, 91-99
[4] George A. Bournoutian, Ermeni Tarihi, Ermeni Halkının Tarihine Kısa bir Bakış,çev. E.Abadoğlu, O.Kılıçdağı, Aras Y. s 210-211
[5] Hans-Lukas Kieser, Iskalanmış Barış, çev.Atilla Dirim, İletişim Y. 2005, s 33
[6] 1877-78 ve öncesindeki Osmanlı-Rus Savaşlarında askerlerin lojistiği kadın-erkek Ermeniler tarafından sağlanmaktadır. Ermeni halkı yük hayvanı olarak kullanılmaktadır. Üstelik bu kolay bir iş değildir. Savaş sırasında Trabzon’dan Erzurum’a sırtında tahıl götüren Ermeni kadınlara saldırıda bulunan askerler ve asker kaçaklarınca saldırı olağan işlerdendir.
[7] Osmanlının egemenliğinde Kürtlerin Ermenistan’ı feth ettiğini söyleyebiliriz. Burada İdris-i Bitlisi ile Yavuz Selim’in antlaşmasının sonuçlarını açıkça görmek mümkün
[8] Arsen Yarman Palu-Harput 1878, II.Cilt Raporlar, Derlem Y. 2010,s 115-117
[9] Arsen Yarman Palu-Harput 1878, II.Cilt Raporlar, Derlem Y. 2010,s 157
[10] Arsen Yarman Palu-Harput 1878… s 190
[11] Arsen Yarman Palu-Harput 1878… s 192
[12] Yves Ternon,Mardin 1915 Bir Yıkımın Patolojik Anatomisi
[13] S. de Courtois, Une communauté syriaque en péril á la fin de l´Empire ottoman, Diarbékir, Mardin et le Tur Abdin (1880-1919), 2001, s. 70.
[14] Savur ve çevresinde yoğun bir şekilde yerleşik bir halk olan Muhallemiler yaşamakta. Müslüman oldukları için sık sık Kürtler´le karıştırılmışlardır.
[15] Gerard Chaliand, Le Malheur kurde (Kürt Felaketi), Paris Seuil, 1992, s. 58.
[16] S. de Courtois, Une communauté syriaque en péril á la fin de l´Empire ottoman, Diarbékir, Mardin et le Tur Abdin (1880-1919), 2001, s. 71-73.
[17] Victor Bérard, La Politique du Sultan (Sultanın Politikası, Paris, Armand Colin, 1897, s. 215-223.
[18] Reşat Kasaba, Dünya, İmparatorluk ve Toplum, Kitap Y. 2005, s 166
[19] Ünlü Erme­ni romancı Raffi’nin Hagop Melik Melkonyan ilk baskısı 1884 yılında Moskova’da yapılan Celalettin (Jalaleddin) adlı romanı, onun yönettiği bu saldırı ve talanı ele almaktadır. Romanda bütün bu eziyetleri ve küle dönmüş memleketi, çocukluğunun geçtiği köyüne dönen bir genç adamın gözüyle görürüz. Romanın kahramanı, babasını, kendilerine baskı ve eziyet yapanlara karşı çıkmadığı için suçlayan ve sonunda ailesi için mücadele ederken ölen Sarhat adlı bir gençtir.
[20] Bundan 25 yıl önce [1853] Mog ülkesinin Arzavu köyünden Molla Sadullah adlı kişi çıplak ayakla Khizan kazasına göç etmiş. Ona yandaş olarak Şirvan Olek köyü’nden Molla Khalti eşlik etmekteymiş. Şeyhlik ünvanı almayı başarmış. Khızan’daki Kürtleri toplayarak onlara vazedermiş. Ara sıra da öteki dünyadan kendisine bir şeyler bildirildiğinisöyleyerek bunları aktarırmış… böylece büyük bir servet dizmiş. Yaşlılığında büyük oğlu Şeyh Celalettin ondan görevi devralınca, kendisi de istirahata çekilmiş. Celalettin babasından daha becerikli çıkıp, daha büyük bir servet yapmış ve Kürtler üstünde müthiş bir nüfuza sahip olmuş. … istediği dağı ve ormanı zapt etmeye, ayak bastığı her yeri işgal etmeye başlamış. … Arsen Yarman Palu Harput… II. Cilt s 221-23
[21] Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri… s 143
[22] Arsen Yarman Palu Harput, 1. Cilt, Derlem Y. 2010, s 142
[23] Hagop Şahbazyan, Kürt-Ermeni İlişkileri, çev.Ferit M. Yüksel, KalanY.2005, s 71
[24] Arsen Yarman Palu Harput, 1. Cilt, Derlem Y. 2010, s 142
[25] Arsen Yarman Palu Harput, 1. Cilt, Derlem Y. 2010, s 144-145
[26] Arsen Yarman Palu Harput, 1. Cilt, Derlem Y. 2010, s 145-146
[27] Hagop Şahbazyan, Kürt-Ermeni İlişkileri… s 71
[28] Nesim Ovadya İzrail, 1915 Bir Ölüm Yolculuğu Krikor Zohrab, Pencere Y. 2011, s 234-238
[29] Arsen Yarman Palu Harput, 1. Cilt… s 110
[30] George A. Bournoutian, Ermeni Tarihi… s 193
[31] Vahan Bardizaktski, sıladan Sözler, Arsen Yarman Palu Harput, II. Cilt, s 51
[32] Arsen Yarman Palu Harput, 1. Cilt… s 161-162
[33] Bilal şimşir İngiliz Belgelerinde Osmanlı Ermenileri, bilgi Y. 1986, 182, Akt. Arsen Yarman Palu Harput, 1. Cilt… s 164
[34] George A. Bournoutian, Ermeni Tarihi… s 209
[35] Her alayı oluşturan aşiret reislerine verilen unvanlar ve rütbelerden dolayı aşiretler arasında çelişkiler derinleşir. Kürtler, hem kendi aralarında çelişkilerini derinleştirirler, hem de Ermenilerin topraklarını Kürdistanlaştırma kavgasını yaparlar. Kürt-Ermeni çe­lişkisi de giderek derinleşir. Sultan’ın planı tutar. Avrupalılara ‘biz değil Kürtler yapı­yor’ diye açıklar. Artık hem Kürtleri kontrolü altına almakta hem de Ermeni sorununu. Ermeniyi katlederek çözmeye çalışmaktaydı.M. Kalman Batı Ermenistan (Kürt ilişkileri) ve Jenocid, Zel Y. 1994, 54
[36] Martin van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet,çev Banu Yalkut, İletişim Y. 2006,s 286-87

[37] Çifte vergi artık yeni fetih’in gerçeklerinden birdir. Ermeniler hem Kürtlere hem devlete vergi vermektedirler.
[38] Martin van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet,çev Banu Yalkut, İletişim Y. 2006,s 291-92

[39] M. Kalman Batı Ermenistan (Kürt ilişkileri) ve Jenocid, Zel Y. 1994, 55
[40] Emir Celadet Ali Bedirxan, Bir Kürt aydınından Mustafa Kemal’e Mektub, Doz Y. 2010, 49
[41] George A. Bournoutian, Ermeni Tarihi…s 212-219
[42] Ermeni Devrimcilerinin sosyalizm ile tanışmaları eskidir. Komünist Manifesto erken bir tarihte Ermeniceye çevrilmiştir. Engels 1888 tarihli ilk İngilizce baskısına yazdığı önsözde bu çeviriden şöyle sözeder; “Bundan bir­kaç ay önce İstanbul’da yayınlanması beklenen Ermenice çevirisi, bana söylendiği­ne göre, yayıncı Marx’ın adını taşıyan bir kitap yayınlamaktan korktuğu, çevirmen de kitabı kendi eseri gibi göstermeye yanaşmadığı için gün yüzüne çıkamamıştır.” K. Marx-F. Engels Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, Yordam kitap, 2008, s 62. Manifestonun daha öncesinde Almanca ve Rusça baskısı mevcuttur.
[43] 1887-1921 döneminde, Ermeni kurtuluş hareketinde sos­yalizm ile milliyetçilik birbirinden ayrılmaz bir biçimde, içi­ce girmiştir. 1887 Hınçakyan Partisi’nin kurulduğu yıldır, 1921 ise Ermenistan Cumhuriyeti’nin Sovyetleştirmesinin tarihidir.Anahide ter Minasyan, 1876-1923 Döneminde Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve Gelişmesinde Ermeni Topluluğun Rolü, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik, içinde Der, M. Tunçay, E.J. Zürcher, İletişim Y.2004, s 165.
[44] Ermeniler ve İttihat Terakki, A. Avagyan, G.F. Minassian, çev. L. Denisenko-Mutlucan Şahan, aras Y. 2005, s 13

saitcetinoglu.com/tarihi-ermen

Kemalizm Tahlili-3: Faşizm-Kemalizm İlişkisi Üzerine

Güncel olarak Türk burjuva siyasetine yön vermeyi sürdüren Kemalizm’in, karşı-devrimci ve gerici sınıfsal-ideolojik karakterinin saptanması bu açıdan yakıcı bir meseledir. Hem güncel mücadele hem de tarihin doğru okunması açısından, Kemalizm’le hesaplaşmak hâlâ proleter devrimci bir görevdir.

Kerem Yıldırım

“Yeryüzünde hiçbir ‘izm’ faydacılığın dışında tutulamaz.” (Mao Zedong, Yenan Sanat ve Edebiyat Forumunda Konuşmalar.) (1)

Herhangi bir durumun tanımlanması, bizzat o duruma, eyleme ilişkindir. Tanımla pratik durum, teorik bir düzleme taşınarak kavramsallaştırılır. Tanım, anlatımı kolaylaştırır ama doğası gereği de sınırlıdır. Kendi dışında bıraktıklarıyla arasında hep bir kriz olasılığıyla birlikte yaşar.

Bu kriz bazı kavramların biçimlenmelerinde kendini daha da fazla hissettirir. Faşizm de böyle bir kavramdır. Faşizme ilişkin sabit ve genel bir tanım yapmak oldukça zordur. Bu nedenle faşizm tanımı tartışması güncelliğini korumaktadır.

Bu zorluğa rağmen faşizm kavramını tarihselleştiren ve güncelliğini sürdürmesini de sağlayan, farklı siyasal pratiklerden elde edilen ortak karakteristik nitelikler vardır. Kemalizm kavramı da ancak bu karakteristik nitelikler zemininde ölçülerek faşizmle ilişkilendirilebilir.

Elbette derdimiz “akademik” bir titizlikle, pirüpak bir faşizm-Kemalizm ilişkisine ulaşmak değildir. Meseleye “akademik” olarak değil, proleter devrimci mücadelenin penceresinden bakıyoruz.

Bu nedenle Kemalizm-faşizm ilişkisini, olgulara bağlı kalarak, devrimci siyasal pratiğin değerlendirmesi ve saflaşması açısından kritik edeceğiz. Çünkü en nihayetinde ortaya çıktığı günden bu yana, siyasal ihtiyaçlara göre dönüşüme uğramış, siyasal bir kavramdan söz ediyoruz.

***

Faşizm; İtalya’da ortaya çıktığında, başlangıçta, Umberto Terracini tarafından kabine bunalımı olarak tanımlandı. Daha sonrasında Radek faşizmi “küçük burjuva karşı devrimi” olarak tarif etti. İtalya Komünist Partisi’nin “sol”-komünist liderlerinden Bordiga, burjuva demokrasisi ile faşist diktatörlük arasında bir fark yok dedi. Faşizm Turati için küçük burjuvazinin iktidarı elinden aldığı büyük burjuvazi üzerinde uygulanan diktatörlüktü. Thalheimer’e göre bonapartizmin modern eşdeğeriydi. Troçki’ye göre ise son dönem bonapartizminin bir biçimi ya da küçük burjuvazinin egemenliğiydi. (2)

Faşizm tanımlarındaki farklılık yalnızca kişiler arasındaki farkla sınırlı kalmadı. Dünya Komünist hareketinin merkezi olan Komintern de, Dimitrov’un 1935’teki tanımına kadar, siyasal yönelimlerindeki zikzaklara göre, önce “sol”a sonra sağa kayarken, sık sık faşizm tanımlarını değiştirdi.

Faşizm tanımı, süreç içindeki değişimler çerçevesinde ve pragmatik bir perspektifle yeniden var edildi.

Bu süreçte faşizm komünist hareket tarafından; “kapitalizmin güçsüzlüğünün ifadesi”, “devrimci durumun habercisi”, “zorunlu devrimden önceki son aşama”, “gerileme çağında sermaye diktası”, ve “finans kapital diktası” diye, farklı biçimlerde tanımlandı. (3)

Halk Cephesi siyasetiyle birlikte “finans kapital diktası” tanımı da daraltılarak, Dimitrov tarafından son biçimi verildi:

“Faşizm finans kapitalin en gerici, en bağnaz ve en emperyalist unsurlarının açık zorba diktatörlüğüdür.” (4)

Gerek komünist hareketteki farklı eğilimlerin yaptığı faşizm tanımları gerekse de Komintern’in süreç içerisinde değişen resmi faşizm tanımları göz önüne alındığında, Dimitrov’un yaptığı tanım hem faşistleşme süreçlerinin özünü yansıtan hem de faşizmin ortaya çıktığı tarihsellikle hakiki bağları olan bir tanımdır ve güncelliğini de sürdürmektedir.

Poulantzas’ın Max Horkheimer’i düzeltmesi, Dimitrov’un bu özlü tanımının anlaşılması açısından oldukça çarpıcıdır:

“Horkheimer, ‘totalitarizm’ konusundaki bir dizi görüşe hemen karşı çıkıp, şöyle diyor: ‘Kapitalizmden söz etmek istemeyen birinin faşizm konusunda ağzını açmaması gerekir.’ Bu tamamen yanlıştır. Asıl emperyalizmden söz etmek istemeyen birinin faşizm konusunda ağzını açmaması gerekir.” (5)

Gerçekten de faşistleşme pratiklerinin en ayırt edici niteliği tekelci kapitalizmin olağanüstü siyasal çıktıları olmalarıdır.

Faşizm emperyalist-kapitalizmin buhran ve devrimci durumlar yaşadığı ülkelerde iktidar oldu. İtalya ve Almanya emperyalist zincirin, birinci halkasının en zayıf unsurlarıydı.

İtalya ve Almanya’daki faşistleşme süreçlerinin iki ortak özelliği vardı:

Bir: Büyük devrimci işçi ayaklanmalarının yenilgisinden sonra ve olağanüstü koşullarda ortaya çıktı.

İki: İngiltere ve Fransa ile kıyasla, tekelleşme yarışına geç giren ve daha genç emperyalist ülkeler olan İtalya ve Almanya’da boy verdi.

Daha sonra gelişen bütün faşistleşme pratikleri; Güney Avrupa, Doğu Avrupa-Balkanlar, Güney Amerika, Japonya; finans kapitalin en gerici, en bağnaz ve en emperyalist unsurlarının iktidara gelme süreçleriydi. Ancak hepsinde süreç farklı dinamiklerle işledi.

Koalisyonlu faşist diktatörlüklere, faşist kliklerin birbirlerine darbe yaptığı ve hatta parlamentonun bir süre devam ettiği faşist diktatörlüklere de şahit olundu.

İspanya, Portekiz, Bulgaristan ve Yunanistan’da faşist iktidarlar koalisyonlarla yönetildi. Faşist kamp içindeki çelişkilerin uzlaşmaz olduğu bazı ülkelerde yarı faşist klikler bile bir araya gelemediler.

Avusturya’da biri devlete dayanan dinci yerli faşistler, öteki Nazi destekli iki faşist klik birbirlerine ölesiye düşmandılar. Önce devlet desteğindeki bürokrat faşist Dolphus-Schuschnigg rejimi kuruldu. Daha sonra bu rejim Hitler destekli bir darbeyle devrildi ve Avusturya Nazi ordusu tarafından ilhak edildikten sonra yerine işbirlikçi Naziler getirildi. (6)

Faşizm, geniş bir kitle temeline sahip olmadığı ülkelerde de klasik faşist ülkelerdeki kadar tehlikeli oldu. Geniş bir temele sahip olmadığı hâlde devletin silahlı güçlerine dayanarak iktidara gelen faşist iktidarlar, aynı zamanda devlet organlarını da kullanarak sosyal temellerini genişletmeye çalıştılar. Bulgaristan, Yugoslavya ve Finlandiya gibi ülkeler bunun açık örneğiydi.

Dimitrov tümel bir faşizm tanımı yapmakla birlikte, faşizmin farklı biçimlerini de ayrı ayrı değerlendirdi. Hatta faşizmin farklı biçimlerinin incelenmesini özel olarak vurguladı:

“Faşizmin hiç bir genel tarifi -doğru olsa bile-değişik aşamalardaki bütün ülkelerde gelişiminin ve faşist diktatörlüklerin çeşitli biçimlerinin özel niteliklerinin incelenmesi gereğini ortadan kaldırmaz.” (7)

Bu değerlendirmeler eşliğinde Dimitrov, Halk Cephesi siyaseti sonrası dönemde doğrudan faşizmle ilişkili olan tekelci burjuva iktidarlarla dolaylı ilişkileri olanları birbirinden ayırdı. Buradaki siyasal/pragmatik hedef, Alman ve İtalyan faşistlerini tecrit etmekti. İtalyan ve Alman faşizmleriyle dolaysız ve organik ilişkisi olmayan burjuva diktatörlükleri, Dimitrov’un ve Komintern’in hedef tahtasında yer almadı.

***

Bu siyasetin olumlu ve olumsuz sonuçları oldu. Uzun bir süre önce Komintern, Sovyetler Birliği’nin dış siyaset aracına dönüşmüştü. Zaten sürecin en olumsuz sonuçları bu gelişmeden doğdu. Bu dönemle birlikte, Komintern’in siyasal refleksleri sosyalist anavatanı koruma güdüsüyle hareket etti. Komintern Sovyetleri korurken, Sovyetlerin dışında kalan birçok komünist partisinin hiçleşmesine neden oldu. Tarihsel TKP de bu olumsuzluktan etkilenen partilerdendi.

Sovyetler Birliği’nin Batılı emperyalistlere karşı Türkiye’yi yanında tutma siyaseti on beşlerin katliamından bu yana, Komintern’in Kemalizm’e karşı sağlıklı ve tutarlı değerlendirme yapmasına izin vermedi.

Kemalist diktatörlük; finans kapitalin en gerici, en bağnaz ve en emperyalist unsurlarının açık zorba diktatörlüğü tanımıyla kesişmesine rağmen, Kemalistlerin Batılı emperyalist sermaye ve Sovyetler arasında denge siyaseti izlemesi, Kemalist diktatörlüğü Türkiye’deki komünist harekete karşı korunaklı hâle getirdi. Öyle ki, Tarihsel TKP, Ağrı İsyanı sırasında Kemalist teröre karşı Kürt ulusunu haklı bulduğu için Komintern tarafından uyarıldı. (8)

Kemalist iktidar; Türk komprador burjuvazisinin önünü açmak adına, Takrir-i Sükun’la başlayan süreçle birlikte; işçi ve köylü kitleler, azınlık milliyetler üzerinde gerici bir burjuva diktatörlüğü kurdu.

Muhalefette yer alan gazeteler kapatıldı, yazarları Doğu İstiklal Mahkemesi’ne gönderildi. Komünist yayınlar ve örgütlenme, sendikalar, işçi dernekleri yasaklandı. 1933’te Ceza yasasında değişiklik yapılarak grev yaptırmak için ya da işi terk ettirmek için çalışma yapanlara ağır cezalar verilmesi kabul edildi. 1936’da Endüstri İşçileri Cemiyeti kurmak için müracaat edildi ama dernek anında kapatıldı ve kurucuları kovuşturmaya uğradılar. (9)

Muhalif burjuva kliğin örgütlendiği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı ve mensupları Şeyh Said isyanının teşvikçisi olarak suçlandı.

1927’de başlayan komünist tevkifatları 1930’lu ve 1940’lı yıllar boyunca, soluksuz bir biçimde sürdü. Şeyh Said’den Dersim 1938’e, Edirne Pogromu’ndan Varlık Vergisi yağmasına kadar azınlık milliyetlere düzenli olarak şiddet uygulandı, imha siyaseti Kemalist diktatörlüğün devamlılığı için esas hâline geldi.

Baskı ve şiddet siyaseti sürerken, diğer yandan Türk komprador burjuva sınıfı bizzat Kemalist iktidar eliyle büyütüldü, Kemalist iktidar bloğu bütün klikleriyle birlikte kompradorlaştı.

İşçi sınıfı, komünist ve demokratik siyaset, azınlık uluslar sahnenin dışına itilirken, meydan tamamen Türk komprador burjuvazisine bırakıldı. Kemalist iktidar önce İngiliz ve Fransız emperyalizmine, sonrasında ise Alman emperyalizme bağımlı bir ekonomi inşa etti.

Bütün bunlar göz önüne alındığında Kemalist diktatörlüğün, emekçi halka ve ezilenlere karşı klasik faşist yöntemlere benzer bir yol izlediği açıkça görülmektedir.

Ayrıca Kemalist diktatörlük uluslararası dinamikler açısından da, pragmatik-burjuva esaslardan bağımsız olmamakla birlikte, dümeni esas olarak faşist blok tarafına kırmıştı. Sovyetlerle ilişkiler yalnızca pragmatik ilişkilerden ibaretti. Kemalistler sınıfsal ve ideolojik olarak, dolaysız bir biçimde faşist bloğa yakınlardı. Hatta Kemalist diktatörlük Sovyetlerin Hitler karşısında alacağı bir yenilgi durumunda Kafkaslarda Turan hayalleri kuruyordu. Kemalist iktidar bu hayaller için Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’nun da içinde olduğu bir Turancı Komitesi dahi kurdu. (10)

1930’lu yılların sonuna doğru Kemalist Türkiye, uluslararası siyasal iktisat ilişkileri açısından da Alman faşizminin en önemli pazarlarından biri hâline geldi.

Bu süreçte; Kemalistler Hitler için gazete kapattılar. (11) 1938-1939 arası dönemde sanayi tesislerinin %80’ini Naziler kurdu. (12) Hitler Kemalistlere Yunan ve Kafkas toprağı vadetti. (13) Kemalistler Naziler için Montrö Boğazlar Sözleşmesini dahi deldiler. (14)

Tevfik Çavdar’ın ifadesiyle faşizm CHP’yi cezbetmişti. (15)

CHP bu dönemde hem kendine özgü faşistleşme sürecini yaşarken, diğer yandan da en tehlikeli faşist devlet olan Almanya ile flört hâlindeydi. Kemalist gazeteler Führer’e selam çakıyordu.

CHP’de Recep Peker’in temsil ettiği kanat açıkça Nazizm’e öykünüyordu. Recep Peker çevresi tarafından 1933’te çıkarılan Ülkü dergisinde, “Ulusal Kemalizm diyebileceğimiz bu saf, erkeksi ve güçlü ideoloji, dayanışmacı yeni bir toplum oluşturmak için biyo-sosyoloji ve hatta ırkların ıslah edilmesine dayalı bir yönetim kullanmalıdır.” minvalinde faşist tezler savunuluyordu.(16)

Çarpıcı olduğu için belirtmekte fayda var: Recep Peker tipik bir Türk Nazisiydi. M. Kemal’de de belirgin olan “sınıfsız, imtiyazsız” toplum perspektifi ve faşist “anti-kapitalizm” yaklaşımı, Peker’de en açık hâliyle temsil ediliyordu. CHP Genel Sekreteri Peker Halkevleri’nin açılışında şunları dile getiriyordu:

“Halkevlerinin gayesi ulusu katılaştırmak, sınıfsız katı bir kitle hâline getirmektir.” (17)

1935 yılında CHP 4. Kongresini topladı. CHP programı “tek ulus, tek şef, tek parti” anlayışıyla gözden geçirilip yeniden değiştirildi. CHP Genel Sekreteri Peker program değişikliğini radyo programında anlattı:

“Amme haklarında anarşiyi besleyen, ekonomide ulusal çalışmayı yıpratan ve ulus yığınlarını istismar eden, liberalizme karşı cephemizi sıklaştırıyoruz. Sınıf kavgası yollarını sımsıkı kapatıyoruz. Grev ve lokavt yasak olacaktır.” (18)

Dimitrov’un “faşizm kitleleri sömürürken onlara en ustaca anti-kapitalist demagojilerle yaklaşır” (19) tespiti, sanki Recep Peker için söylenmiş gibidir. Peker’in ifadelerinin altına Heinrich Himmler’in ya da Adolf Eichmann’ın imzası atılsa hiçbir Nazi garipsemez.

Aynı dönemde Mustafa Kemal faşist Güneş-Dil teorisini ortaya attı. M. Kemal’in “tarih tezleri” Sovyet bilim adamları tarafından da bilim dışı, ırkçı ve faşist olarak değerlendirildi.

Sovyet teorisyen Feridov 1928 yılında, Komintern’in 6. kongresinin “Toprak devrimi olmadan burjuva devrimi hiçtir” kararını da referans alarak; Türkiye’nin gerçekte, burjuva diktatörlüğünün son kertesi olan faşizm aşamasına girdiği sonucuna vardı. (20)

Feridov, benzer tarihlerde Kemalist iktidarı tahlil eden Şnurov’un dile getirmediği açıklıkta, Kemalist iktidarı faşist diktatörlük olarak tanımladı.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi Politbüro üyesi Jdanov ise 1947 yılında Polonya’da yaptığı konuşmada, Kemalist iktidarı “gerici anti-demokratik” ve “faşist azınlığın halk üzerindeki diktatörlüğü” olarak nitelendirdi. (21)

Jdanov’un bu çıkışıyla birlikte, ilk kez bir Sovyetler Birliği Komünist Partisi yöneticisi, resmi ağızdan Kemalist iktidarı faşist diktatörlük olarak değerlendirdi.

Bunların dışında Kemalizm’i faşizm olarak değerlendiren siyasal bilimciler de vardır. Özellikle Vahram Ter-Matevosyan’ın da Komünizm Gözünden Kemalizm incelemesini yazarken referans aldığı Fikret Adanır ve Özgür Gökmen’in yaklaşımları bu bağlamda önemlidir.

Adanır, Kemalist rejimi “asgari faşizm” olarak tanımladıktan sonra, savını şu şekilde açıklıyor:

“Asgari faşizmin belirtileri şunlardır: a) Anti-liberalizm, b) anti-muhafazakârlık, c) ulusun tarihindeki belirli çağları yüceltme eğilimi, d) karizmatik liderliğe yatkınlık, e) ulus, lider ve ulusal kimlik gibi mitsel kavramları tanrılaştırmak, f) ulusal toplulukta homojenliği idealleştirmek.” (22)

Gökmen de 1931-1945 yılları arasında Kemalizm’le faşizmin örtüşen birkaç yanı olduğunu ileri sürerek, o yanları şöyle ifade ediyor:

“Tek bir parti, eski rejime karşı sert bir tepki, dayanışmacı, korporatist ve ardından totoriter eğilimlerin varlığı, devletin partiyle kaynaşması, ulusal liderlik sisteminin benimsenmesi ve ekonomiye devlet müdahaleciliğinin artması.” (23)

Görüldüğü üzere Kemalist iktidar dönemi faşizmle muazzam benzerliklere sahip, açık faşist diktatörlüğe yakın nitelikler sergileyen bir burjuva diktatörlüğüydü.

***

Muhtelif finans kapital odakları arasında “dengeli” ekonomik bağımlılığı esas alan; milli şeflik sistemi inşa eden, M. Kemal’in İtalyan faşizmi referanslı bağımlı ekonomi modelinden, Recep Peker’in Nazi orjinli “anti-liberalizmi”ne uzanan; grev yasaklayan, azınlık milliyetlere zulmeden, anti-komünizmi iç siyaset ilkesi hâline getiren pratik, Kemalist diktatörlüğün faşizmle kesiştiği tartışmasız emsallerdir.

Kemalist iktidar, kendi özgünlüğü içinde; 1927’den itibaren, açık faşist-terörist diktatörlüğe yakın; kitle hareketine dayanmayan, tepeden inme, yarı-faşist ve yarı-askeri bir burjuva diktatörlüktü.

Ancak bu faşistleşme süreci kesintisiz bir süreç değildi. Türkiye’deki sınıf mücadelelerinin seyrine göre; Türk tekelci sermayesinin çıkarları doğrultusunda, ihtiyaç olduğunda devreye sokulan siyasal bir mekanizmaydı.

Kemalizm-faşizm ilişkisinin bütünlüklü değerlendirilebilmesi için Kemalizm’i faşizm olarak tanımlayan yaklaşımın devrimci siyasetteki ilki olan Kaypakkaya’nın yaklaşımını da özlü bir minvalde tartışmamız gerekiyor.

Kaypakkaya, yukarıda örneklerini verdiğimiz, Kemalizm’i faşizm olarak değerlendiren yaklaşımlarla da bizim ortaya koyduğumuz teorik çerçeveyle de belli noktalarda kesiştiği gibi, önemli bir noktada ise temelden ayrılık yaşamaktadır.

Çünkü Kaypakkaya Kemalizm’in faşizm olduğu savını sınırlı bir dönemle sabitlemiyor; Kemalizm’i, burjuva devrimin temel problemlerini (toprak devrimi ve ulusal sorun) çözememiş ve bu nedenle de işçiler ve halk sınıfları üzerinde sistemli ve sürekli faşizmle iktidarını sürdürebilen, Türk burjuva devletinin “yaşamsal” ideolojisi olarak tarif ediyor.

Sürekli faşizm anlayışını tartışmadan önce, Kaypakkaya’nın Kemalizm yaklaşımının kaynaklarına da kısaca değinelim.

***

“Şurası kesindir ki, Kemalist Devrim ezilenlerin ortak düşmanı olan dünya emperyalizminin güçsüz bir hâle getirilmesine yaramıştır. Bunun için, devrimci olmadığı hâlde, Kemalist burjuvazi, kendi isteğiyle olsun olmasın, yine de uluslararası devrime yardımcı olmuştur.” (24)

Yukarıdaki paragraf, İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm değerlendirmelerini yaparken esas aldığı birkaç referansından biri olan, Şnurov’un Türkiye Proletaryası broşüründen alınmıştır. Türkiye komünist hareketi içinde Kemalizm’i ilk kez faşizm olarak değerlendiren Kaypakkaya’nın referansı olan Şnurov’un bu ifadeleri, aynı zamanda Türkiye solunun Kemalizm’e yaklaşımını da belirleyen siyasal trajedinin temel referansıdır.

Esasen, Şnurov’un ifade ettiği “Kemalizm’in devrimci olmadığı hâlde devrimci olması” savı Komintern’in resmi belirlemesidir. Komintern’in Kemalizm tahlilini ve Sovyet yöneticilerinin TKP’yi hiç etme pahasına Kemalist iktidarla kurduğu faydacı ilişkileri daha önce detaylı bir biçimde ele almıştık. (25)

Şnurov yukarıdaki paragraftan bir sayfa sonra, Politik Düzen alt başlığında şunları söylüyor:

“Her ne kadar bazı görüntüsel demokratik biçimler varsa da (seçimle meydana getirilen parlamento vb.) Türkiye’de bugün mevcut düzenin özü, bütün demokrasilerden uzak bir diktatörlüktür.” (26)

Kaypakkaya, ŞAFAK REVİZYONİZMİNİN KEMALİST HAREKET, KEMALİST İKTİDAR DÖNEMİ, İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YILLARI, SAVAŞ SONRASI ve 27 MAYIS HAKKINDA TEZLERİ bölümünün, “Kemalist Diktatörlük İşçiler, Köylüler, Şehir Küçük-Burjuvazisi, Küçük Memurlar ve Demokrat Aydınlar Üzerinde Askeri Faşist Bir Diktatörlüktür” alt başlığında, Şnurov’un “demokrasilerden uzak bir diktatörlüktür” yargısının yanına “yani faşizmdir” diye not almıştır. (27)

Kaypakkaya’nın bu yaklaşımı, bilgiyle kurduğu ilişki açısından sorunlu görülebilir ancak Aydınlık gibi sağcılığın sinsice ve incelikle işlendiği bir çevreyle hesaplaşma iradesi göz önüne alındığında, aşırı tutumların ortaya çıkması anlaşılır hâle geliyor.

“Demokrasiden uzak diktatörlük” ifadesinin “faşizm”e dönüşmesi de, bu anlamda, devrimci ideolojik-siyasal kopuşun bir ifadesi olarak değerlendirilmelidir. Ayrıca Kaypakkaya’nın bu tutumunda, Türkiye Solunda genel olarak ıskalanan bir durum daha var. Kaypakkaya Kemalizm’i faşizm olarak niteleyerek yalnızca Aydınlık’tan kopmamıştır, esas olarak Komintern’in faydacı esaslara göre biçimlendirdiği Kemalizm tahlillerinde de geleneksel sol çizginin düzen içi siyasal sınırlarından da kopmuştur.

Şnurov örneği münferit değildir. Örneğin Kaypakkaya’nın “parlamento faşizmin maskesidir/aletidir” savı; Dimitrov’un “faşizmin, açık terörist diktatoryayı kaba ve uydurma bir parlamentarizmle birleştirmesini engellemez” ifadesine dayanmaktadır. (28)

Dimitrov Kemalist Türkiye’yi, sözünü ettiği değerlendirme kapsamına almasa da, Kaypakkaya Dimirov’un bu çözümlemesiyle Türk burjuva siyaseti arasında bağ kurmuştur.

Dimitrov Güney-Doğu Avrupa’yı değerlendirirken özel şartların faşizme kendine özgü bir nitelik kazandırdığını söylemektedir. Bu ülkelerde toprak devrimi yapılmamıştır, feodalizm tasfiye edilmemiştir, milli azınlık sorunu çözülmemiştir. Bu ülkeler yarı-sömürge ve sanayisi az gelişmiş ülkelerdir. Nesnel olarak ele alındığında, Dimitrov’un sözünü ettiği ülkelerle( özellikle Bulgaristan, Yugoslavya ve Finlandiya) Kemalist Türkiye çok benzer bir siyasal iktisada sahiplerdir.

Ancak bu benzerliğe rağmen Dimitrov, Kemalist Türkiye’yi bu düzlemde tartışma gereği duymamıştır. Bunun nedeninin de Şnurov’un saptamasıyla aynı olduğunu düşünüyoruz. “Kemalizm’in devrimci olmadığı hâlde devrimci olması” savına yol açan Sovyetler Birliği’nin dış siyaset ihtiyaçları, Kemalizm’in karşı devrimci ve faşist karakterinin, Komintern tarafından öne çıkarılmasına hiçbir zaman izin vermemiştir.

Kaypakkaya referans aldığı isimlerin tahlillerinde açık bir ifade olmamasına rağmen, siyasal bir tercih olarak, Türkiye işçi sınıfının ve Türkiye Devriminin ihtiyaçları doğrultusunda, Kemalizm’i faşizm olarak belirlemiştir.

Bu açıdan Dimitrov da münferit bir örnek değildir. Kaypakkaya’nın Kemalizm yaklaşımı Şnurov, Stalin ve Mao’nun Kemalizm değerlendirmelerine; faşizm yaklaşımı ise Dimitrov’a dayanır. Ancak Kaypakkaya’nın referans olarak aldığı isimlerin hiçbiri Kemalizm’i faşizm kategorisinde değerlendirmemiştir. Kaypakkaya’nın “Kemalizm faşizmdir” çıkarımının ne uluslararası ne de ulusal bir önceli vardır. Bu durum Kaypakkaya’nın yaklaşımını tamamen özgünleştirmektedir.

Kaypakkaya’nın Kemalizm yaklaşımındaki ayırt edici tutumu ve yalnızlığı onun hem güçlü hem de “cılız” tarafıdır. Güçlüdür, çünkü Türk burjuva siyasetinin bütün unsurlarından kopmasını sağlamıştır. “Cılız”dır, çünkü bu mesele de çok geç kalınmış bir ilki temsil etmektedir ve savını gerekçelendireceği özel bir faşizm tahlili yapmamıştır.

Kaypakkaya’nın önemi, hem Kemalizm’in komünistçe olumsuzlanmasında bir ilki temsil etmesindedir hem de bu ilksel tutumu örgütlü-siyasal bir iddiayla birleştirmesindedir.

Daha önce de ifade etmiştik. “Kemalizm, bizzat faşizm demektir” savı, siyasal bir belirleme ve devrimci-propagandist söylem olarak doğrudur ve bu açıdan gerekçelendirilmiş de bir savdır. Ancak bu sav Türkiye ve Kürdistan’ı birlikte kapsayan, özel bir faşizm tahlilinden yoksundur. (29)

Keza daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Kaypakkaya’da devrimci bir kopuşa yol açan asıl belirleme, Kemalist iktidarın Türk komprador burjuvazisinin siyasal temsilcisi olduğu hakikatinin keşfedilmesidir. Kaypakkaya bu belirlemeyle Kemalist iktidarın “milli burjuva sınıfının temsilcisi” olduğu mitolojisini yerle bir etmekle kalmadı, o aynı zamanda Kemalizm’in düşman sınıfın kurucu ideolojisi olduğunu ve gerici niteliğini saptadı. Tartışmasız hakikat ve devrimci olan bu durumun cesaretle ortaya konulmasıdır, Kemalizm’in karşı devrimci karakterinin deşifre edilmesidir.

Kaypakkaya’nın “Kemalizm faşizmdir” savı, Kemalizm’in sınıfsal tahlili ile birlikte değerlendirildiğinde anlamlıdır. Çünkü Kaypakkaya’da günceli yakalayan ve geçmişte içinde bulunduğu statik ortamdan onu kurtaran devrimci tutum, Kemalizm’i sınıfsal olarak mahkûm eden ideolojik-siyasal çizgide ısrar etmesidir.

Kaypakkaya’nın Kemalizm tezlerindeki sorun ise Türk burjuva siyasetinin vücuda gelmiş formu olan Kemalizm’in sürekli faşizm olarak tanımlanmasıdır. Tarihsel maddecilik açısından Kaypakkaya düşüncesini donuklaştıran; ideolojik karşıtlık ile siyasal karşıtlık arasındaki ayrımları silikleştiren yaklaşım Kemalizm’in/faşizmin sürekli olduğunun kabulüdür.

Kaypakkaya’nın “Türkiye’de burjuva demokrasisi, başından beri, Kemalist iktidar dönemi de dâhil, faşizan ve feodal bir karakter taşımaktadır” (30) saptaması, onun düşüncesinde sürekli faşizm teorisinin kaldıracı niteliğindedir.

Kaypakkaya’ya göre komprador burjuvazinin bütün klikleri faşisttir. Bu belirleme Türk komprador-egemen sınıflar arasındaki siyasal krizlerin ve kırılmaların açıklanmasında bazı tıkanıklıklara ve hatta tutarsızlıklara yol açmaktadır.

27 Mayıs 1960 darbesi örneği üzerinden somutlayacak olursak; Kaypakkaya’nın yaklaşımına göre iktidardaki komprador klik Demokrat Parti de muhalif komprador klik CHP de faşisttir. Mesele bu şekilde konulduğunda; 27 Mayıs darbesi de faşist askeri darbe olmuş oluyor.

Ancak Kaypakkaya 27 Mayıs sonrasını, Türkiye burjuva demokrasisinin üç kısa döneminden biri olarak değerlendiriyor. Dolayısıyla muhalif faşist kliğin iktidardaki burjuva kliğe yaptığı askeri darbe burjuva demokratik bir ortam yaratmış oluyor. Kaypakkaya bu durumu da faşist askeri kliğin orta sınıf reformizmiyle uzlaşması iddiasıyla açıklıyor.

Faşist askeri diktatörlük, tekelci burjuvazinin açık terörist diktatoryası olması nedeniyle orta burjuva reformculuğuyla uzlaşamaz. Yani uzlaşma koşulları olsaydı zaten, burjuva iktidarın en radikal ifadesi olan faşist diktatörlük seçenek hâline gelmezdi.

Ancak sürekli faşizm kavrayışının yol açtığı tek çelişik durum bundan ibaret değildir.

Örneğin; 27 Mayıs ile 12 Mart darbeleri denkleştirildiğinde, 12 Mart askeri cuntasının ilk işinin 1961 anayasasını budamak olması da açıklanamaz hâle geliyor.

27 Mayıs darbesi, muhalif komprador burjuva klikle orta sınıf reformculuğun uzlaşmasının bir ürünüydü. Bu nedenle geçici bir burjuva demokrasisine yol açtı. Keza, aynı nedenle, bir süre sonra komprador burjuvazinin çıkarlarına zarar verdiği ortaya çıktığı için 12 Mart faşist darbesi tezgâhlandı ve orta sınıf reformculuğunun damgasını taşıyan anayasa tasfiye edildi.

27 Mayıs darbesinde; komprador ve orta burjuvazinin bütün kliklerini ortaklaştıran ve Kemalist iktidardan da miras kalan gerici nitelik, 27 Mayıs sonrasında Kürt ulusuna karşı alınan tutumdur.

Darbeden hemen sonra siyasi tutukluların tümünü serbest bırakarak bir iyi niyet gösterisinde bulundular. Buna karşılık Menderes hükümetinin Kürtçülük komplosuyla tutukladığı 49 Kürt öğrenci ve aydınları tahliye edilmedi. Milli Birlik Komitesi’nin yaptığı ilk icraatlardan biri, Kürtçülük yaptıkları iddiasıyla 550 Kürt ağa ve aydınını hiçbir gerekçe göstermeden ve mahkeme kararı olmadan Sivas’ta bir kampta enterne etmek oldu. (31)

***

Faşizm en nihayetinde; tekelci burjuva sınıfın ihtiyaçlarını karşılamak için başvurulan en olağanüstü ve radikal siyasal tercihtir. Kemalizm’in iktidarı aldıktan sonraki gelişmesi esas olarak köylülere, işçilere ve toprak devrimi olasılığına karşı yöneldiği için kuruluş kodları itibariyle anti-demokratik, anti-komünist ve ezilen milliyetler meselesinde inkarcı bir karakterde şekillendi. Bu üç kurucu iç siyaset ilkesi, aynı zamanda Kemalizm’in yarı-faşist ideolojik kodlarıdır. Bu üç faşist ideolojik kod, Türk burjuva siyaset geleneğinin hiçbir zaman vazgeçmediği ve ideolojik sürekliliğinin de kendini bugün de en belirgin şekilde hissettirdiği reflekslerdir.

Bütün Türk komprador burjuva tarihine açık ve sürekli faşizm teşhisi koymak, çelişkiler yumağı olan gerçeğin de doğru kavranamamasına yol açıyor.

Gerçeğin bir yönünü doğru kavrarken, diğer yönünün yadsınması devrimci kavrayışı sakatlayan bir yöntem sorunu yaratıyor. Sınıf mücadelesinden doğan nesnel olanakları doğru kavramamızı engelliyor.

Hiçbir şey sabit değildir, sabit olan gerçeğin tali biçimidir. Asıl olan değişimdir. Değişim ise çelişmelerin, farklılıkların zorunlu ifadesidir.

Bu nedenle Türk burjuva siyasetin bütün kliklerinden kopmak ve Türk burjuva devletine karşı uzlaşmaz bir teori inşa etmek çok olumlu bir devrimci çabadır. Ancak bu ne kadar olumluysa Türk burjuva siyasasının ideolojik-sınıfsal var oluşunu ve gelişimini toptancı bir yöntemle açıklamaya çalışmak ve bütün süreçleri tek bir sabite indirgemek de o kadar olumsuzdur.

Türk burjuva siyaseti her ne kadar yarı-faşist ya da örtülü faşist bir karaktere sahip olsa da, hem egemen sınıfların ihtiyaçları hem de toplumsal çelişmelerin eşitsiz gelişmesi nedeniyle, kendi içinde önemli siyasal kırılmalar ve kopuşlar yaşamaktadır.

Türk burjuva siyaseti; Kemalist iktidardan AKP-MHP rejimine, Kemalizm’den Türk-İslamcılığa uzanan süreçte ciddi siyasal kopuşlar yaşamasının yanında, muazzam da bir ideolojik sürekliliğe sahiptir. Aralarında önemli siyasal krizler olsa da; Kürt ulusuna yönelik kayyum siyasetinde, grev yasaklarıyla ve anti-komünist terör uygulamalarıyla; Kemalist iktidarla başlayan faşist ideolojik-siyasal refleksler AKP-MHP rejimi ile güncelliğini korumaktadır.

Güncel olarak Türk burjuva siyasetine yön vermeyi sürdüren Kemalizm’in, karşı-devrimci ve gerici sınıfsal-ideolojik karakterinin saptanması bu açıdan yakıcı bir meseledir. Hem güncel mücadele hem de tarihin doğru okunması açısından, Kemalizm’le hesaplaşmak hâlâ proleter devrimci bir görevdir.

Bunun yanında geçmişin devrimci-komünist kopuşunu sahiplenmek kadar, o kopuşun aksayan taraflarıyla ve hatalı yönleriyle hesaplaşmak da proleter devrimci siyaset için ufuk açıcı olacaktır.

Son tahlilde; Kemalizm belli nitelikleriyle; güncel olarak ulusçuluk perspektifiyle ve bunun doğrudan sonucu olan homojenleştirilmiş toplumsal kurgusuyla, hem egemen burjuva kliğin hem de muhalif burjuva kliklerin ideolojik referansı olmaya devam etmektedir.

Özellikle 2016 sonrası değişen burjuva siyasal denklem, İslamcı burjuva kliğin İslamcılıkla barışık bir Kemalizm çizgisine girmesini sağlamıştır. Kemalizm’in ulusçu perspektifi kendini egemen burjuva klikte Kürt ulusal sorununa yaklaşımda belirgin olarak gösteriyor. Bunun yanında aynı ulusçuluk perspektifi muhalif burjuva kliklerinde ise göçmen sorunu üzerinden karşımıza çıkıyor.

Kemalizm’in “kaynaşmış, sınıfsız” ve homojen ulus perspektifi dün olduğu gibi bugün de sınıf mücadelesini engelleyen bir rol oynuyor. Başta işçi sınıfı olmak üzere, bütün halk sınıfları ulusçuluk yaklaşımı üzerinden gericileştiriliyor.

Kemalizm’in dar ve burjuva laiklik yaklaşımı, Türk-İslamcı yeni ideoloji karşısında yenilgiye uğrasa da, muhalif burjuva klikler tarafından, yaşam tarzı meselesine sıkıştırılarak manipüle ediliyor. Bu manipülasyon egemen burjuva kliklere tepki duyan halk sınıflarını kapitalist düzen içine hapsediyor ve devrimci-proleter bir siyasal çıkışın gelişmesini engelliyor.

Devrimci-komünist hareketin yarım asırdır gerileyen ve durağan hâli karşısında, Kemalizm’in ulusçu-faşizan perspektifini güncel kılan evrensel ve nesnel gelişme ise dünya genelinde yükselen ulusçu-otoriter ve faşist rejimlerin yükselişe geçmesidir.

M. Kemal, İnönü, Celal Bayar, Recep Peker, Mahmut Esat Bozkurt ve Şükrü Saraçoğlu bugün yaşamıyor ama ellerinde büyüttükleri Türk komprador burjuvazisi ve Türk burjuva devleti yaşıyor. Kürtleri inkâr siyaseti devam ediyor. Gece yarısı kanun hükmünde kararnameleriyle grevler yasaklanıyor. 1 Mayıs’ta komünistler tevkifata uğruyor.

Mutlaklaştırmadan, hakikat ilişkilerini yadsımadan ama düşman sınıfın kurucu ideolojisi olduğunu da akıldan hiç çıkarmadan…

Kaynakça

Mao Zedong, Seçme Eserler-III, Kaynak Yayınları, sy. 92, 2. Basım, İstanbul, 1992.
Eski ve Yeni Faşizm, Yaşar Ayaşlı, Yordam Kitap, sy. 94, 1. Basım, İstanbul, 2023.
Faşizm ve Diktatörlük, Nıcos Poulantzas, Ç: A. İnsel, İletişim Yayınları, sy.117, 1. Basım, İstanbul, 2004.
Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Dimitrov, Ç: S. Çılızoğlu-A. Özer, Ekim Yayınları, sy. 134, 7. Basım, Ankara, 1989.
Faşizm ve Diktatörlük, Nıcos Poulantzas, Ç: A. İnsel, İletişim Yayınları, sy.27, 1. Basım, İstanbul, 2004.
Eski ve Yeni Faşizm, Yaşar Ayaşlı, Yordam Kitap, sy. 60, 1. Basım, İstanbul, 2023.
Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Dimitrov, Ç: S. Çılızoğlu-A. Özer, Ekim Yayınları, sy. 223, 7. Basım, Ankara, 1989.
Komintern, TKP ve Kürt İsyanları; Erden Akbulut-Erol Ülker, Yordam Kitap, sy.164, 1. Basım, 2022, İstanbul.
Türkiye Ekonomisinin Tarihi, Tevfik Çavdar, İmge Kitabevi, sy. 268, 1. Baskı, Ankara, 2003.
Türkiye’de Faşist Alman Propagandası, Johannes Glasneck, Ç: A. Gelen, Onur Yayınları, sy.210, 1. Basım, Ankara.
Age, sy. 22
Age, sy. 70.
Age, sy. 140.
Age, sy. 160.
Türkiye Ekonomisinin Tarihi, Tevfik Çavdar, İmge Kitabevi, sy. 243, 1. Baskı, Ankara, 2003.
Komünizm Gözünden Kemalizm, Vahram Ter-Matevosyan, Ç: Gözde Yılmaz, İletişim Yayınları, sy.97, 1. Baskı, 2023, İstanbul.
Türkiye Ekonomisinin Tarihi, Tevfik Çavdar, İmge Kitabevi, sy. 238, 1. Baskı, Ankara, 2003.
Age, sy. 242
Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Dimitrov, Ç: S. Çılızoğlu-A. Özer, Ekim Yayınları, sy. 138, 7. Basım, Ankara, 1989.
Komünizm Gözünden Kemalizm, Vahram Ter-Matevosyan, Ç: Gözde Yılmaz, İletişim Yayınları, sy.139, 1. Baskı, 2023, İstanbul.
Age, sy. 177.
Age, sy. 189.
Age, sy. 190.
Türkiye Proletaryası, A. Şnurov, Ç: G. Bozkaya, Yar Yayınları, sy. 16, 4. Basım, 2020, İstanbul.
Komintern’in Kemalizm tahlili ve Tarihsel TKP’nin hiçleşmesi – gazetepatika22.com/kominternin
Türkiye Proletaryası, A. Şnurov, Ç: G. Bozkaya, Yar Yayınları, sy. 17, 4. Basım, 2020, İstanbul.
İbrahim Kaypakkaya-Bütün Yazıları, Umut Yayımcılık, sy.366, İstanbul, 2018.
Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Dimitrov, Ç: S. Çılızoğlu-A. Özer, Ekim Yayınları, sy. 136, 7. Basım, Ankara, 1989.
Kemalizm Tahlili Denemesi-1: Türk Komprador Burjuva Siyasetinin İnşası – gazetepatika22.com/kemalizm-ta
İbrahim Kaypakkaya-Bütün Yazıları, Umut Yayımcılık, sy.400, İstanbul, 2018.
27 Mayıs ve Kürtler bianet.org/yazi/27-mayis-ve-ku

gazetepatika22.com/kemalizm-ta

25 KASIM; 1960’da Dominik Cumhuriyeti’nde faşist Trujillo iktidarına karşı verilen mücadelede sembol haline gelen Mirabal kardeşler, hapishanede olan eşlerini ziyaret ettikten sonra yolda alıkonulanarak vahşice katledildi.

1981’de yapılan 1. Latin Amerika ve Karayip Kadınlar Kurultayı’nda 25 Kasım, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Ve Uluslararası Dayanışma Günü“ olarak kabul edildi. O günden bu yana 25 Kasım’da tüm kadınlar sokaklarda kadına yönelik şiddeti protesto ediyor.

Maria Teresa Mirabal:
“Belki bize en yakın şey ölüm; fakat bu beni korkutmuyor. Haklı olan her şey için savaşmaya devam edeceğiz”

Minerva Argentina Mirabal:
“Bunca acıyla dolu ülkemiz için yapılacak her şeyi yapmak bir mutluluk kaynağı. Kollarını kavuşturup oturmak ise çok üzücü.”

Patria Mercedes Mirabal:
“Çocuklarımızın, bu yoz ve zalim sistemde yetişmesine izin vermeyeceğiz. Bu sisteme karşı savaşmak zorundayız. Ben kendi adıma her şeyimi vermeye hazırım; gerekirse hayatımı da!”

Mirabal Kardeşler Trujillo tarafından pek çok kez tutsak edildiler. Trujillo, kardeşleri kendisi için tehdit olarak görüyordu. Bir halk konuşmasında “ülkenin en büyük sorununun kilise ve Mirabal kardeşler” olduğunu söyledi. ⤵️

anarsizm.org/mirabal-kardesler

"Kendinizi kurtarmanın tek yolu, diğer herkesi kurtarmak için savaşmaktır."

Nikos Kazancakis

Afyon’daki Aslankaya Anıtı’nın 2.600 Yıllık Yazıtı Nihayet Çözüldü

Aslanlar ve sfenkslerle süslenmiş 2.600 yıllık bir Frig yazıtı nihayet çözüldü ve ‘tanrıların annesi’ olarak bilinen tanrıçadan bahsediyor

arkeofili.com/afyondaki-aslank

Astronomi dünyasını şaşırtan gözlem: 'İmkansız karadelikler'
James Webb Uzay Teleskobu (JWST), evrenin en erken dönemlerinde devasa karadeliklerin varlığını gösteren gözlemleriyle astronomi dünyasını şaşırtmıştı. Şimdi, bu gizemli karadeliklerin oluşumuna dair "ilkel tohumlar" teorisi, bilim insanlarına yeni bir açıklama sunuyor.
sozcu.com.tr/astronomi-dunyasi

Güçlü olduğunuzda zayıf, zayıf olduğunuzda güçlü görünün.

Sun Tzu

25 KASIM KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELE GÜNÜ
Erkekler 322 günde en az 344 kadını ve 40 çocuğu öldürdü
Erkekler, 1 Ocak 2024-18 Kasım 2024 dönemindeki 322 günde en az 344 kadını öldürdü, en az 558 kadına şiddet uyguladı. Aynı dönemde, en az 263 kadının ölümü basına “şüpheli” olarak yansıdı.
bianet.org/haber/erkekler-322-

 
“Bizler hapisteyizdir, özgür olduğumuzu sadece düşleyebiliriz, kendimizi özgür yapamayız.”

—Friedrich W. Nietzche

 
Mucizenin gerçekleşmesi için doğanın işleyişinin dışına çıkması mı, yoksa bunu gördüğünü ileri sürenin, yalan
söylemesi mi daha olasıdır ?

Thomas Paine

Astare şa boosted

#25Kasım #KadınaYönelikŞiddetleMücadeleGünü

📍Erkekler, 1 Ocak 2024-18 Kasım 2024 dönemindeki 322 günde en az 344 kadını öldürdü, en az 558 kadına şiddet uyguladı.

🗞 Evrim Kepenek

#bianetçetele

👇
bianet.org/haber/erkekler-322-

Belki de yaşamı yeterince sevmiyor muyuz? Duygularımızı yalnız ölümün uyandırdığına dikkat ettiniz mi? Bizden yeni ayrılmış dostlarımızı ne kadar severiz, değil mi? Ağızları toprakla dolup hiç konuşmaz olmuş hocalarımıza ne kadar hayranızdır! Saygı o zaman çok doğal olarak gelir, belki de tüm yaşamları boyunca bizden bekledikleri o saygı. Ama biliyor musunuz niçin ölülere karşı hep daha dürüst ve daha cömerdizdir? Nedeni basittir, onlara karşı bir yükümlülüğümüz yoktur. Özgür bırakır bizi onlar, zamanımızı rahatça kullanabiliriz, saygıyı boş zamanlarımızda kokteylle sevimli bir metres arasına koyabiliriz. Bizi bir şeye yükümlü kılarlarsa, belleğe yükümlü kılar onlar, bizimse belleğimiz zayıftır. Dostlarımızda sevdiğimiz, taze ölüdür, acılı ölü, heyecanımız, eninde sonunda kendimiz!

Albert Camus

“Gerçekleri söyleyenden daha fazla nefret edilen yoktur.”

—Platon

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.