NASA'ya yıldızlararası cisim çağrısı: "Acilen mesaj gönderilmeli"
Harvardlı bir profesör, gizemli yıldızlararası cisim 3I/ATLAS Dünya’ya yaklaşmadan önce vakit kaybetmeden bir mesaj gönderilmesi gerektiğini söylüyor. İletilmesi planlanan mesaj ise hazır.
Alevi katliamı…BM:Savaş suçu ve insanlığa karşı suçlar işlendi…Türkiye ...
https://youtu.be/STr8SWOZeTY?si=92Jmr-PZW3Y7aotv
Hüzünlü iblis halleri
Arif ALTAN
Anayasa muhafızlarıymış, Türklüğü koruyorlarmış, üniter yapıyı kutsuyorlarmış. İyi de Kürtlere ne bundan? Her şeyi kendine istemen yetmez de Kürtler de kendi aleyhine sana mı istesin hep, kendisi açlıktan kırılırken senin çıkardığın yangından kurtardığı son avuç buğdayı da senin ambara mı taşısın?
Hepsi de 'sol', 'sosyalist', 'demokrat' ama idolleri Ümit Özdağ, vaizleri Turhan Çömez, şövalyeleri Tanju Özcan, imamları İlber Ortaylı. Tek harfi değişmesin diye kalpleriyle mühürledikleri kutsal kitapları da bir cunta anayasası.
Uçuk bir yalan ve hoyrat bir deliliğe iman eden bir zalimler zümresi. Yüz yıllık inkâr rejiminin aşınmaz payandaları. “Muhalefet” partilerine dağılmış huzursuz rejim bekçileri. İslamcı iktidar sopasının ucunu gördüklerinde, can havliyle “bana değil ona” diye Kürtleri öne süren kendince modernist, ilerici, demokrat, aydın ve elbet sapına dek ırkçı bir Kemalist dilbazlar çetesi. “Bana üç ay fazla, Kürt’e otuz üç yıl az, benim üç ayımı onun otuz üç yılına ekle” diye ciyaklayan vahşi, barbar, ahlaksız bir yılan-çıyan güruhu. “İyi ama o terörist, bense aydın, gazeteci, muhalifim” palavrası. Ömrünü cezaevinde geçirsin diye otuz üç yıl önce evi yakılıp yıkılırken, infaz edilirken, meçhule götürülürken, işkence tezgahlarından geçirilirken gariban Kürt köylüsü o zaman da en az şimdiki kadar “terörist”ti öyle mi? Otuz üç yıl az, bir otuz üç yıl daha yatsın he mi? Kendileri temiz, Kürtler kirli. Kendileri demokrat, Kürtler cani. Onlar hayat, Kürtler ölüm istekli, kendileri doğru, Kürtler hileli… Hayatları, ırkçılıkları ve sahtekarlıklarıyla mühürlenmiş, bir yalan ve kötülük tapınağında rezillik müsamereleriyle geçimlerini sağlayan bir sapkınlar tarikatı.
İktidardan paysız kalmanın zararını, metelik etmez demokratlık kostümlerini giyinerek Kürtlerden çıkarma peşinde koşturan, düşünce yoksunu kadınlı erkekli bir sefiller kalabalığı. Ünlerini bile Kürtlere borçluyken, konforlarını Kürtlerin yıkımına, yaşam alanlarını bile Kürtlerin mezarları üstüne kurmuşken. Anayasa muhafızlarıymış, Türklüğü koruyorlarmış, üniter yapıyı kutsuyorlarmış. İyi de Kürtlere ne bundan? Her şeyi kendine istemen yetmez de Kürtler de kendi aleyhine sana mı istesin hep, kendisi açlıktan kırılırken senin çıkardığın yangından kurtardığı son avuç buğdayı da senin ambara mı taşısın? İncelikli sandıkları kaba, kötürüm, iğrenç delilik halleri. Demokratlık diyorlar buna; solculuk, ilericilik, modernlik, sosyalistlik, liberallik gibi afili isimler takıştırmış bir yobazlar korosu. Kötülüklerini iyilik gibi sunma marifeti hep tutarmış gibi.
İyi sayıyorlar, erdemli sanıyorlar, varlıklarını insancılıkla, alçaklıklarını soylulukla bağdaştırıyorlar. Haksızlıklarını haklılığa vardırmanın gururlu hilesini, kötücül devletçi geleneğin kirli ilkesiyle yoğuruyorlar. Bir ideoloji değil, çünkü toplumsal ya da siyasal bir öğreti oluşturan düşünceler bütünlüğüne dayanan bir şey değil, Kemalizm kaskatı bir teolojidir. Düşüncelerden değil, bir tek saplantıdan doğmuştur, inkardan. Kürt’ün inkarından. Kemalistlerin bir asırdan beri topluma giydirdiği deli gömleğinden. İnkâr ederken imha etmekten imtina etmeyen bir barbarlık dini. Müritleri sürüyledir, son sürüm mücahitleri gazeteci kılıklı ekran ve sanal dünya müteahhitleri.
Hepsi de 'sol', 'sosyalist', 'demokrat' ama idolleri Ümit Özdağ, vaizleri Turhan Çömez, şövalyeleri Tanju Özcan, imamları İlber Ortaylı. Tek harfi değişmesin diye kalpleriyle mühürledikleri kutsal kitapları da bir cunta anayasası. Ekranları buğulayan gözyaşları, yitirdikleri kayıp cennete, doksanların vahşet düzenine. Nasıl güzel, nasıl huzurlu, nasıl eşsiz günlermiş o günler. O kadar hak, hukuk, demokrasi, eşitlik, kardeşlik, özgürlük varmış ki, taşar boğarmış. Görmeyene kim ne söylesin! Haksız mı ince ruhlu Kemalist demokratlarımız! Sadistler, katiller, kontralar, Jitemciler, canavarlar, zombiler bile dışlanmaz, özgürlükleri kısıtlanmaz, bu cennet ülkesinde bir rüyadaymış gibi yaşayıp gittiği o yılları nankör Kürtler dışında kim hasret ve hararetle anmaz! Dileyen köyü yakar, dileyen insan tutuşturur, dileyen sokak ortasında öldürür, dileyen işkence merkezlerinde aylarca insan çığlıkları dinletir, dileyen pislik yedirir, dileyen yağma talana girişir, dileyen çocuk parçalar, dileyen kadına kezzap atar, dileyen toplu katliam yapar. Ne güzel ülke, ne hoş zamanlar! Fundamentalistler geldi demokrasi uçuverdi, terörist Kürtler hak diye diretmezse memleket bahar bahçe. İslamcılar def edilse, Kemalist düşlü iktidar gelse gariban Kürt köylüsünü otuz üç yıl değil, otuz üç bin yıl yatırsa muhteşem eski Türk demokrasisi çıktığı rayına anında oturuverecek!
Eylül cuntası çocukları hepsi. Düşünceli halleri hile ve entrika dürtülerinden, insancıl halleri zalim ve haşin geleneksel inkarcılıklarından. Sorunsuz Kürtlerle can ciğer, sorunlu Kürt’e kıyamete dek düşman. Demokratlığı lekesiz ya, Kürt’ten yana görünecek ya, “Kurucu Kürt” de neyin nesi, “Koruduğumuz Kürt” bir selamımıza hasret şuracıkta. Aklı sıra koruduğu Kürt’ü korucusuyla birlikte “Kurucu Kürt'ün” üstüne salacak. Herhangi bir Kürt umurundaymış gibi. İktidarın sopasına Kürt'ün sırtını tutma çabası. Kurucu Kürt'ün sözü dolaşıma girdiğinde varlığından ve yüzyıllık yalanından geriye bir şey kalmayacağını bildiğinden. Otuz üç yıllık esaret o yüzden yetmez, sonsuza dek esaret istemi oradan. Onların ağzındaki demokrasi, toplu mezarlar, asit kuyuları etrafında dönen bir ortaoyunu performansı.
Anayasa’ya dokundurmazlarmış, Kürt tanınırsa Türkiye Lübnanlaşırmış, “… herkes Türk’tür” ibaresi bir etnik vurgu içermezmiş, Lozan Türklerin tapusuymuş. Tapu seninse kiracılara, yarıcılara, marabalara, gündelikçilere ne? Mülkün gidecekse mülksüzlere ne, tarlandaki zarar ziyanı açlıktan kırılan üryan mı kapatsın? Vaziyet vahim; teklik çığlıkları geçmeyen kabızlıkları, bölünmezlik nöbetleri o kasıntılı ve tekrarlayan baygınlıkları tedaviye yanıtsız ileri evre. Hastalığı kurcalansa Türk kalabilmek için daha fazla nedene ihtiyaç duyacak bu tuhaf güruh Türkmüş, Türkiyeli değilmiş. Bunca abandığında bu bağnazlıktan kimlik dışında bin bir türlü saplantı çıktığı görülmez bir şeymiş gibi. Dünya alem bilir, Türk kimliği bir etnisiteden değil, inkârdan doğmuştur. İnkârdan ibaret bir aidiyet. Kemalist demokrasi o yüzden daha fazlası değil; kendisi hükmettiğinde bir katliam seremonisi, güçsüz düştüğünde kulak tırmalayan bir laf kalabalığı, başkasının ölümünü ve kanını çığırarak tepişenlerin gürültüsü.
Ana Akım’dan kovulunca öksüz, yetim ve devlet dışı kalan bu muhacirlerin, muhalifliği, solculuğu, demokratlığı yeni baştan keşfetme serüveni de yürek burkucu, sahiden göz yaşartıcı. Sadece kendilerinin konuşup sadece kendilerinin dövebildiği yılları özlem ve hasretle anarken, apartman kapıcısı o mülayim Kürt kardeşin bugün eşitleriymiş gibi muamele görme ihtimali, sadece kendilerine özgü o umutsuz hastalığı yeniden tetiklemeye yetiyor. Yırtınmaları, çırpınmaları nafile. Her şey ortada: Kriz Kürt'ün kimliğinde değil, ama yeterince Türk bile olamayan o kendi yıkımına ve iflasına ayarlı Kemalist beyinlerinde. “Ne konuşmalı ne de susmalı” dedikleri bir kontrol mekanizmasından ibaret olan benzersiz demokrasi tariflerinde Kürt'ün kapladığı yer, ancak “susarsa yaşar” denilerek öldürülebildiği alan açıklığınca. Hedefe onları dövenden önce Kürtleri yerleştirip “hani bana demokrasi” diye topluca zırlayıp durdukları bugünlerde, demokrasinin bahşedilen değil, hak edilerek kazanılan ve yaşanılan bir şey olduğunu anlamalarını beklemek imkansızdan öte bir şey. O yüzden cennetten kovulmuş bugünkü hüzünlü iblis halleri, eskisi gibi hüzünlü ve dokunaklı görünmediği gibi denk gelenin anında yüz çevireceği mide bulandırıcı iğrenç bir görünümle bezeli.
''Gerçek Hayatın Kara Panter Partisi'ne Bağlı''
Çeviri: Tahsin Aladağ
1 Mayıs 2020, Bobby Seale'e destek amacıyla New Haven'da düzenlenen gösterilerin ve “eşcinsel kanunsuz” Jean Genet'nin Kara Panter Partisi'nin davetlisi olarak beklenmedik katılımının ellinci yıldönümü. İyi bir dostum,New Haven'lı antropolog Matthew O'Malley, birkaç gün önce bana bu yıldönümünü hatırlattı. Onunla Paris'in on sekizinci bölgesinden konuştum, sıkılmış bir çaresizlik ve uçucu bir memnuniyet içinde Genet'nin teatral ve politik denemeleri üzerine bir tez bölümünü bitiriyordum. Tartışmamızın ardından Matthew bana Genet'nin 1 Mayıs konuşmasının ışıltılı son satırından alıntı yaparak “gerçek hayatın BPP'ye bağlı” diye mesaj attı.
Bobby Seale'in 1970'teki yaşamı geniş tabanlı desteğin siyasi baskısına bağlıyken, Genet, Panterler'in isyan tasavvurunun beyaz entelektüellere maddi refah içindeki ayrıştırılmış yaşamlarından daha gerçek bir şey sunduğunu anlamıştı. Panterler, tarihin doğru tarafında yer almanın kutlamalı duygusunun aksine, “şiirsel bir olumsuzlamanın” gerçekliğini ve olasılıkla gerçek bir devrimci duyguyu öneriyordu. Genet'ye göre Panterler, Siyahlıklarından değil, “dört yüzyıl boyunca sürgün edilmiş ve yasadışı ilan edilmiş” olmalarından kaynaklanan “bizim yoksun olduğumuz bütün bir duygulanımı devreye sokuyorlardı”. Genet'nin Panter yanlısı yazılarının çoğunda olduğu gibi, 1 Mayıs Konuşması da Panter devriminin temsil ettiği adaleti değil, beyaz radikal vicdanın metafizik yoksulluğunu imliyordu. Birkaç ay sonra George Jackson'ın Soledad Brother'ı hakkında yazan Genet, “eğer bu eserin bazı ayrıntıları size ahlak dışı görünüyorsa, bunun nedeni eserin bir bütün olarak sizin ahlakınızı yadsıyor olmasıdır, çünkü şiir hem devrimci bir ahlak olanağını hem de onunla görünüşte çelişeni ihtiva ediyor” der. Ne şiir ne de başkaldırı, hatta belki ne de devrim “iyi” için yapılmaz. Genet'ye göre, “tamamen farklı bir insan serüveni” ihtimalini açığa çıkaran, onların lanetliliği ve olumsuzluğudur.
İlk olarak Panther'in “Here and Now For Bobby Seale (Essays by Jean Genet)” adlı broşüründe İngilizce olarak yayınlanan 1 Mayıs Konuşması, daha sonra 1970 yazında City Lights tarafından bir önsözle birlikte yayınlandı. Bu metin de dahil olmak üzere Genet'nin BPP için yazdığı metinlerin çoğu, Albert Dichy'nin 1990 tarihli L'ennemi déclaré [İlan Edilmiş Düşman] adlı derlemesinde ilk kez yayınlanana kadar Fransızca olarak yayımlanmadı. Metinlerin Fransızcadaki zamansızlığı anlamlıdır, çünkü Genet'nin Panter'in siyasi kategorilerini kullanması 1970'lerin Fransız siyasi evreninde oldukça yabancı görünürdü. Siyasallaştırılmış terimler olarak “beyaz” ve “siyah” kavramları, ırk kavramının ırkçılıkla eş tutulduğu Fransız cumhuriyetçi evrenselcilerini bugün dahi şaşırtmaya devam etmektedir. Genet'nin ırklar arası siyasi koalisyonu yönlendirmenin güncel biçimlerine dair neredeyse kehanet niteliğindeki kavrayışı, şaire Sartre tarafından miras bırakılandan farklı bir azizlik havası, tavizsiz bir beyaz müttefiğin havasını bahşetmiştir. Atlantik'in her iki yakasında, anti-kapitalist kuirler ve anti-emperyalistler için, Genet'nin Üçüncü Dünya devrimcileriyle dayanışmasını oluşturan eylemler dizisi ona özel bir tarihsel statü kazandırmıştır.
Ancak başka bir yerde de yazdığım gibi, Genet bugünün standartlarına göre, özellikle de siyasi ve cinsel meselelerin kesiştiği yerlerde, sorunsuz bir beyaz müttefik değildi. Kadji Amin'in çalışması Genet'nin ilk romanlarında ırksal fetişizmin seyrini takip ediyor ve akademisyenlerin Genet'nin cinsel egzotizmini siyasi dayanışmaya giden bir yol olarak nasıl meşrulaştırdıklarını tartışıyor. Todd Shepard'ın son kitabında tartıştığı gibi, Genet'nin Araplarla olan cinsel ilişkileri nedeniyle Cezayir'in bağımsızlığını desteklediğini belirten yorumları, FHAR'daki aktivistler için bir çağrı haline gelecek ve Geyler ile Arapların seyir yoluyla ortak bir zemin bulabileceğinin kanıtı olacaktır. Fransa'da 1970'lerin başında benzer pozisyonlar (ırklar arası seksi koalisyon politikalarıyla özdeşleştirmek) gey solunu dolduracak olsa da, Genet'nin genç Arap erkeklerine duyduğu zaman zaman zalimane sevgi, aktivizmiyle ilişkisi içinde ancak belirsiz bir şekilde anlaşılabilir. Edward Said, Genet'nin “yakışıklı esmer genç erkeklere olan aşkının... bir tür tersine çevrilmiş ya da taşmış Oryantalizm anlamına gelip gelmediğini” sorar. Ancak hiçbir şey, o zamanlarda ve o zamanlardan beri Kuzey Afrikalı yazar ve sanatçı kuşaklarını, Genet'nin kişiliğinin gücünü kendi eserlerinde canlandırmaktan alıkoymadı. Faslı queer yazar Abdellah Taïa, Genet'nin “Fas azizliği” üzerine geniş çaplı yazılar kaleme alırken, Fransız-Cezayirli siyasi entelektüel Houria Bouteldja 2016 tarihli Beyazlar, Yahudiler ve Biz kitabında Genet'nin mirasını tartışmaktadır. Genet'nin Kara Panter Boston Şubesi ve Cezayir'deki Uluslararası Şube ile olan bağlantıları Faslı sanatçı Bouchra Khalili'nin yeni filmi Twenty-Two Hours'a ve yakın tarihli sergi metni “Radical Ally ”ye konu olmuştur. Genet'nin ırkçılık karşıtı politikalar için devam eden önemi ışığında ve onun örneğinin kusurlarına rağmen, Genet'nin eserinin ve kişiliğinin dile getirmeye çalıştığı karmaşık dayanışmaların geleceğinde yaşıyor gibi görünüyoruz.
Fransız yazarın Cezayir savaşına ilişkin riskli yorumları 1965 yılında, Les Paravents [Ekranlar] adlı oyununun aşırı sağcı gösterilerin ve fiziksel saldırıların hedefi olmasından bir yıl önce yapılmıştı. Neo-faşist Occident grubu, oyunun Odéon'daki ilkbahar gösteriminin neredeyse her gecesi tiyatronun içinde ve dışında gösteri yaptı. Faşist terörist grup OAS'a yakın, kaybedilmiş sömürgeci savaşların sağcı gazileri, Arap köylülerin Fransız Ordusuna karşı gerilla savaşını sahneleyen oyunla ilgili bir bildiri kaleme aldı. Les Paravents'i görevlerine hakaret olarak nitelendirerek Genet'yi “kötü şöhretli bir oğlancı” ve “Avrupa'nın tüm kenar mahallelerinin fahişesi” olarak tanımladılar. Tiyatronun içinde faşist eylemciler balkonlardan paraşütle atladılar, sahneye cam şişeler, çürük yumurtalar ve ölü fareler attılar, oyuncularla yumruk yumruğa kavga ettiler ve orta koridorda sis bombaları yaktılar. Özellikle ölü bir askerin silah arkadaşlarının osurukları üzerinde öbür dünyaya kaldırıldığı sahneden hiç hoşlanmadılar. Dışarıda faşistler ve antifaşistler karşı karşıya geldi; birinciler “Genet İbne”, “Genet Kazığa” sloganları atarken, ikinciler beş yıl önce Seine Nehri'nde yüzlerce Cezayirliyi boğan aynı polis gücünün ortasında ifade özgürlüğünü koruyordu.
Bu an, Genet'nin Mayıs 1968 olayları sırasında solcu öğrencilere destek vermesini önceleyen siyaset öncesi döneminin bir parçası olarak kabul edilir. Gerçekten de Genet'nin Cezayir devrimi imgesinin ulusçu tasarıyı desteklediği söylenemez, çünkü oyunun kahramanı Saïd sonunda yoldaşlarına ihanet eder ve ardından idam edilir. Genet'nin politikasında gerçek bir dönüşümün gerçekleşip gerçekleşmediği, son dönem eserleri üzerine çalışan pek çok akademisyeni düşündüren bir sorudur. Sömürgecilik karşıtı yönetmen Roger Blin'e 1966'da tiyatrosunu “solculaştırmaması” [gauchiser] için yalvarması ile 1970-1971'de Ürdün ormanlarında Filistin Kurtuluş Örgütü'nün fedaileri ile birlikte kalması arasında Genet için tam olarak neyin değiştiği konusunda bir fikir birliği yoktur. Siyasetteki bu değişimin etrafındaki gizem nedeniyle, Genet'nin 1970 baharında Kara Panterler'in devam eden kampanyalarını desteklemek için ABD'ye gizlice gelişi, ciddiyetine rağmen muzip bir misyon boyutlarına sahiptir. Connie Matthews, Siyahlar adlı oyununa atıfta bulunarak Genet'den Paris'te Panterlere destek organize etmesini istemişti. Genet kabul etti ama Amerika'ya gitmeyi tercih edeceğini söyledi ve ertesi gün Québec'e doğru yola çıktı. ABD'ye giriş vizesi ikinci kez reddedildiği için Genet Kanada sınırından geçerken Marseillaise şarkısını söyleyerek ve arkadaşı Jack Maglia'nın pasaportunu iki kez göstererek görevlinin dikkatini dağıttı. Daha sonra verdiği bir röportajda Genet, kuzey sınırından yasadışı yollarla geçmenin “çok kolay” olduğunu iddia etti. Buradan itibaren şair BBP ile iki ay sürecek seyahatlere başlayacak, konuşmalar yapacak ve fon toplayacaktı; bunun amacı çoğunlukla kıyıdaki üniversite kampüslerinde konuşmalar yaparak beyaz entelektüel solu Panterlerin tarafına çekmekti. Turunun son etkinliği New Haven'daki 1 Mayıs gösterileriydi. John Darnton, olayların yaşandığı gün New York Times'ta yayınlanan bir yazısında şöyle diyor: "Partinin genel danışmanı Charles R. Garry, Bay Genet ile Panterler arasındaki ilişkiyi şu şekilde tanımladı: "Onları idolleştiriyor. Onlar da onun bomba gibi olduğunu düşünüyorlar."
Genet'nin Amerika'daki kamusal etkinliklerinin en ünlüsü olan 1 Mayıs konuşması, Yale'in Eski Kampüsü'nün karşısındaki New Haven parkının çimenleri üzerinde toplanan yirmi beş bin kişilik bir kalabalığın önünde saat 16.00 sularında yapıldı. Alex Rackley cinayetine karıştığı iddiasıyla New Haven'da hapiste tutulan Panterlerin Ulusal Başkanı Bobby Seale'in serbest bırakılması için düzenlenen gösterilerin ilk günüydü. Genet metninin birkaç satırını Fransızca okuduktan sonra sözü Panterlerin Enformasyon Bakanı Elbert Howard'a verdi ve o da konuşmanın tamamını İngilizce olarak okudu. Olasılıksız bir ikili olan Genet, “Koca Adam” Howard'ın yanında özellikle küçük görünüyor olmalıydı. Angela Davis'e göre Genet'nin Panterlere yardım etmesinden çok etkilenen Los Angeles'taki bir zenci dükkan sahibi tarafından kendisine hediye edilen ceket, gömlek ve pantolonu giyiyordu. Bir gece önce göçmenlik bürosundan celp alan Genet'nin etkinliğe katılımı basına duyurulmadı. Aslında Genet konuşmasına “Birleşik Devletler'deki varlığımla ilgili bir açıklamayla başlamalıyım” diyerek başlar ve ülkeye “alışılmadık koşullarda” girmiş olmasına rağmen rahatsız edilmeden özgürce hareket ettiğini belirtir. Genet, kendi hareket özgürlüğü ile Panterlerin hareket özgürlüğü arasındaki farklara atıfta bulunarak, yaşam tarzının “bir devrimcinin değil, bir göçebeninki” olduğunu açıklar. Konuşmasının devamında bizzat tanık olduğu iki ırkçılık örneğini anlatır: Siyah yoldaşları baskıya maruz kalırken yetkililer onu görmezden gelmiştir. Konuşmanın en uzun bölümünde Genet, Amerika'da beyazlar ve Siyahlar arasında mümkün olduğuna inandığı yeni dayanışma biçimlerini ve bunların gerekliliği konusunda beyazları ikna etmenin zorluklarını tartışır. Genet ve Panter liderlerinin kolajlanmış resimleriyle süslenmiş orijinal broşürün buruşuk siyah beyaz fotokopilerinde Genet şöyle yazıyor:
Siyahlar ve beyazlar arasında 400 yıllık bir küçümseme uçurumu olduğu oldukça doğrudur. Beyazlar tarafında sözde bir üstünlük vardı, ancak beyazlar gözlemlendiklerinden şüphelenmiyorlardı, sessizce gözlemlendikleri doğrudur, ancak daha da yakından gözlemleniyorlardı. Bugün, Siyahlar bu sessiz gözlemden beyaz adam hakkında derin bir bilgi edinmişlerdir ve bunun tersi söz konusu değildir.
Bu nedenle Siyahları anlamak için çaba göstermek [entreprendre, orijinalinde “anlamak” olarak değiştirilmiş çeviri] beyazlara düşmektedir ve tekrar ediyorum, bu ancak Siyahlar ve beyazlar ortaklaşa -devrimciler olarak- siyasi bir eyleme karar verdiklerinde, ilişkilerin inceliği içinde yapılabilir.
Şimdiye kadar Siyahlar beyazlar arasında sadece iki ifade aracı bulabildiler: acımasız tahakküm ya da mesafeli, oldukça küçümseyici bir paternalizm. Başka bir yol bulunmalıdır.
Genet, yeni bir “ilişkilerde nitelik” önerisini açıklığa kavuştururken, beyaz radikallerin “devrimci bir eylemin ikamesi” olarak gördüğü “sembolleri ve sembolik jestleri ortadan kaldırmalarını” uzun uzadıya önermektedir. Bu düşünce, idealist ve materyalist yaklaşımların tipik dikotomisini içermez, ancak “kendini tanıdık örneklerle besleyen” bir eylem ile Genet'nin her zaman radikal bir şekilde yeni olarak tanımladığı, “yeni bir başlangıcın, yeni bir dünyanın tazeliği” ile dolu “geri dönüşü olmayan gücün gerçek eylemleri” arasındaki farkla ilgilidir. Bu tutum, Genet'nin 1950'lerden itibaren politik sanata yönelttiği eleştirilerle tutarlıdır; ona göre hiçbir şey geleneksel solun ikinci kez moda olan jestleri kadar iç karartıcı değildir. 1960'ta angaje tiyatro üzerine yazan Genet şöyle der: “Zamanımızın bazı şairleri kendilerini tuhaf bir işleme teslim ediyorlar: Halk, Özgürlük, Devrim, vs. üzerine şarkılar söylüyorlar ve bu şarkılar tam da söylendikleri anda parçalanıp soyut bir gökyüzüne çivileniyor ve orada grotesk takımyıldızların ıssız yıldızları olarak beliriyorlar.” Bu bağlam, Genet'nin 1 Mayıs Konuşması'nda “teatral ve beyhude gösterileri” kınamasını anlamlı kılar ve hem sanatta hem de politikada her zaman iyinin yanında görünme konusundaki o ünlü burjuva takıntısının sonuçlarını tam zamanında hatırlatır. Les Paravents'de Genet'nin Arap köylülerinden biri, “güneş altın yağmuruyla dünyalarına yağsa” bile, bir köşede küçük bir bok ya da çamur yığını bulundurmak ve onu korumak gerektiğini söyler. Bu küçük bok yığını, şairi ya da devrimciyi, insan eylem ve ilişkilerinin yeni ve belirsiz dünyası pahasına kendi umutsuz iyiliklerini sürdürmekten alıkoyan olumsuzluk lekesini temsil eder.
Fransa'daki Dreyfus Olayı ile Panterlerin yargılanması arasında paralellikler kuran Genet, 1 Mayıs Konuşması'nın sonuna yaklaşırken “beyazlar için kabul edilmesi zor” bir kelime olarak tanımladığı Amerikan faşizmini tartışır. Bu yorumlar, Amerika Birleşik Devletleri'nde otoriterliğin ve neo-faşist politikaların yükseldiği bir dönemde özellikle dikkat çekicidir. Bu gelişmeler ışığında, Genet'nin New Haven'daki şu sözlerine katılabiliriz: "Beyazlar özgürlükten korkuyor. Onlar için fazla sert bir içki." Gerçekten de Üçüncü Dünya siyasetinin önerdiği özgürlüğün ölçeği ve kendine özgü nitelikleri, on yıllardır beyaz Amerika'yı ilgisizleştirmekten ve hatta korkutmaktan geri kalmadı.
Belki de çok az ilericinin ABD'nin faşizan ve emperyalist bir ulus olarak hareket ettiğini inkar edeceği yeni bir döneme girmişken, bir zamanlar dünya ölçeğinde hayal edilen ırkçılık karşıtı projelere yeniden dönmenin mümkün olup olmadığını merak ediyorum. Panterlerin belirleyici jestlerinden biri, kendilerini diğer kıtalardaki diğer sömürgeleştirilmiş halklardan daha fazla ya da daha az boyun eğdirilmemiş, ancak aynı hayatta kalma ve mücadele biçimleriyle onlarla birleşmiş, içsel olarak sömürgeleştirilmiş özneler olarak anlamaktı. Genet'nin konuşması bizi Bandung ve Tricontinental döneminde öğrenilen dersleri ciddi bir şekilde düşünmeye ve Amerikalı radikallerin kendilerini dünya siyasetinin bir tür kozmolojik merkezi haline getirmek yerine, toplumsal yaşamı yeniden hayal etmek için devrimci Küresel Güney'e bakmaları gerektiği inancına geri dönmeye davet ediyor.
Genet son eylem çağrısında, beyaz entelektüellerden Bobby Seale'i desteklemek için “üniversitelerini terk etmek” anlamına gelse bile BPP'nin yönergelerini takip etmelerini istiyor. Radikal entelektüellere karşı daha da düşmanca davranmayı vaat eden durgunluk döneminde, bu firar çağrısı Genet'nin örneğinin çağrıştırdığı siyasi miras deneylerinin birçoğundan biridir. Hırsızın Günlüğü'nde anlattığı gibi, “başkalarını keşfetmek için tüm alışılmış yaşam nedenlerini yok etme” arzusu, bize entelektüel bağlılıklarımızda, “iyi öğrenci” tipi üniversite meritokratlarını varoluşsal olarak tehdit eden türden bir fesatlığı teşvik etmemizi hatırlatıyor. Ancak daha da önemlisi, Genet'nin 1 Mayıs Konuşması'nın bir soru biçiminde ortaya koyduğu deneydir, bugün bize ait olduğunu hissetmekten başka bir şey yapamayacağımız bir soru: Beyazlar, dayanışmanın güçlendirilmesi ve iktidarın terk edilmesi yoluyla ırkçılığı nasıl yok edecek ve sevgiyi nasıl kurtaracak?
https://yeniolaniyap.blogspot.com/2025/05/genet-1-mays-gercek-hayatn-kara-panter.html?spref=tw
"Günümüzde yalanlara ve cehalete karşı durmak ve gerçeği yazmak isteyen herkesin en az beş zorluğun üstesinden gelmesi gerekir.
Her şeyin gerçeğe karşı olduğu bir ortamda gerçeği yazma cesaretine, her yerde gizlenmiş olan gerçeği ayırt etme keskinliğine, gerçeği bir silah gibi kullanabilme ustalığına, gerçeğin etkili olacağı elleri seçme sağduyusuna ve bu kişilerin arasında gerçeği yayabilecek kurnazlığa sahip olmalıdır.
Bunlar, faşizm altında yaşayan yazarlar için ürkütücü sorunlardır; ancak bu zorluklar, kaçmak zorunda kalan ya da sürgünde yaşayan yazarlar için de geçerlidir. Hatta sivil özgürlüklerin geçerli olduğu ülkelerde çalışan yazarlar için bile varlığını sürdürmektedir."
Gerçeği Yazmak-Beş Zorluk/Bertolt Brecht
web: yeniolaniyap.blogspot.com
İslam, bugün yeryüzünde
bir numaralı sorundur.
Sorun, inancın kendisinden çok, o inancı mutlak otorite, sorgulanamaz yasa ve evrensel hakikat olarak dayatan zihniyettedir.
Yüzyıllardır farklı düşüneni hain ilan eden, sorgulayanı susturan, kadını ikinci sınıf insan gören, sanatı ve bilimi “tehlikeli” sayan bu anlayış; aklı zincire vurmuş, toplumsal ilerlemenin önünü kapatmıştır.
Tarih bunun bedelini defalarca göstermiştir: Abbasi döneminde Bağdat’ta bilimin ve felsefenin merkezi olan Beytü’l-Hikme, bağnazlık dalgası ile yok edilmiş; Osmanlı’nın son döneminde Batı bilimi ve teknolojisine yönelen aydınlar, “gavur icadı” kullandıkları için gericiliğin hedefi olmuştur. İran Devrimi’nden sonra kadınlar bir gecede kamusal hayattan dışlanmış, zorla başörtüsü dayatılmış, sanat ve edebiyat sansürlenmiştir. Taliban yönetiminde kız çocuklarının eğitimi yasaklanmış, müzik, tiyatro ve sinema yok edilmiştir. Dünyanın her köşesinde bu çağdışı ve baskıcı anlayışa karşı durmak; insan olduğunu iddia eden herkesin ahlaki görevidir, çünkü sessizlik zalimin en büyük müttefikidir. Bu dinciler, enerjilerini kadınların yaşamına müdahaleye, cinselliği denetlemeye, giyim-kuşamı yasaklarla belirlemeye harcadılar.
Oysa bu enerjiyi bilim, sanat, edebiyat ve felsefeye yöneltselerdi; insanlık bugün çok daha özgür, adil ve yaşanılır bir dünyada yaşıyor olurdu. Unutulmamalıdır ki toplumları ileriye taşıyan kutsal metinler değil; sorgulayan akıl, eleştirel düşünce ve özgür yaratıcılıktır. Din adına susturulan her ses, yarının karanlığını biraz daha derinleştirir.
Mahmut Uzun