Show newer

Ah, ömrümün öğleden sonrası! Ah, akşamdan önceki mutluluk! Ah, açık denizde liman! Ah, bilinmezdeki barış! Nasıl da kuşkuluyum hepinizden!

Friedrich Nietzsche

Her şey gider, her şey geri gelir, sonrasızca döner varlık çarkı. Her şey ölür, her şey yine çiçeklenir; sonrasızca sürer varlık yılı.

Friedrich Nietzsche

HER ŞEY KAPKARAYDI.

Kadir Dağhan

Bugün 10 Ekim.
Bilen biliyor ne olduğunu.
Daha doğrusu duyarlı insanlar biliyor.
Atacıların, ecdatçıların, putçuların, yasakçıların, tekçilerin, yobazların hiçbir zaman umurlarında olmadı.
Bütün katliamlar barbarlıktır ahlaksızdır, vicdansızdır.
Ancak bazılarının tanımı da izahı da yoktur.
Tıpkı 10 yıl önce kayıtlara Gar katliamı olarak geçen 10 Ekim gibi
Üzerine kitaplar sayısız makaleler yazdım yine de tanımlamaya yetmedi
Çünkü her şey kapkaraydı o gün.
Daha doğrusu malum ve bilinen güçlerce karartılmıştı.
Ve hala da karanlık.
Bir asırdır hep karanlık olduğu gibi.
Aydınlıktan, barıştan, özgürlüklerden yana olan bir avuç zelal yüreğin, karanlıkları dağıtmak için verdikleri mücadele ise devam ediyor.
Bugün 10 Ekim.
Bugün unutulmaz, unutulamaz, unutulmamalı.
Unutanların insanlığı bitmiştir.
Cellatlar da unutmasın.
Katliamlara, katliamcılara, izin veren, göz yumanlara tek de3ğil, tüm dillerden LANET OLSUN.

10 Ekim Ankara gar katliamını unutmadık unutmayacağız!

Nur Sürer’in ahlakı…

Elias Nin

İstanbul’da yapılan Filistin’le dayanışma eylemine katılan sinema oyuncusu Nur Sürer, kendisine sorulan soruya şu cevabı vermiş:

“NUR SÜRER: “FİLİSTİN HALKININ YANINDAYIM, DENİZLERİN YOLUNDAYIM”

Ahlaka bakar mısınız: 1974 yılında Kıbrıs’ın T.C. tarafından işgalini destekliyor, Ermeni, Süryani, Rum ve Kürt topraklarının Türkler tarafından işgaline “Kurtuluş savaşı” diyerek sahip çıkıyor; Türk tipi Siyonizm’in kurucularından Mustafa Kemal’i kurtarıcı ilan ediyor, ama Siyonizm’in Filistin’deki işgaline de karşı çıkıyor.

Tam bir Türk, “Türk Solcusu ve Müslüman ahlakı…

instagram.com/p/DPleAgECDZ8/

Yeryüzü dolup taşıyor lüzumsuzlarla, yaşam berbat oldu fazlalıklarla. “Bengi yaşamla” kandırıp, uzaklaştırmalı onları bu yaşamdan.

Friedrich Nietzsche

Her bilgi, tedirgin bir vicdanın dibinde yeşermiştir şimdiye dek! Parçalayın, ey gören kişiler parçalayın eski levhaları!

Friedrich Nietzsche

Evet, hala tüm mezarları yıkansın sen: selam sana, istemim ve yalnızca mezarların olduğu yerde gerçekleşir dirilişler

Friedrich Nietzsche

“Raslantı”; -yeryüzünün en eski soyluluğu; geri verdim onu her şeye, her şeyi ben amaç tutsaklığından kurtardım.

Friedrich Nietzsche

Klasik Dönem Kürt Tarihinde İhanet, İşbirlikçilik Üzerine Olgusal ve Analitik Bir Okuma

Naif Bal

Bu yazıda proto-Kürtlerde gerçekleşen ihanet, işbirlikçilik örneklerini anlayabilmek için toplumsallaşma süreci ve Kürtlerin süreçteki rollerini içi içe ele alacağız.

“Gutiyum ülkesi”, Gutilerin yurdu olan Zagroslardır. Aryen dil-kültürün doğuş mekânı olan Zagroslar için Sümer kaynakları “yüksek memleket”, “Dağlı halk” anlamına gelen “Kurti” kelimesini kullanır. “Kürt” isminin kökeninde Kurti, Guti isimleri bulunur. Kürt isminin bütün telaffuzları “krt” sessizleriyle oluşur.

Zagros yaşam bölgesi Hakkari, Mag, Şanidar mağaraları yaşam çevresi, Zarziban kültür dalgasını içeren M.Ö. 35 bin yıllarına dayanan “Bradost kültürü” olarak somutlaşır. M.Ö. 15 bin yıllarına uzayan Aryen dil-kültür aynı bölgelerde gelişmiştir. Yerleşik yaşamın aynı bölgeden başlayarak temellendiğine ilişkin somut kanıt M.Ö. 12 bin yılına tarihlenen Zawi yerleşkesidir. Qalat Çermo (Süleymaniye), Tepe Guran (Loristan), Tepe Sarap, Ganjara (Kirmanşan) gibi kimisinin tarihçesi M.Ö. 11 bin yıllarına dayanan yerleşkeler, yerleşik yaşam düzeninin en eski örnekleridir. Zagros yaşam bölgesinde başlayan yerleşik yaşam ve tarımcılık kültürü Mezopotamya’nın diğer alanlarına doğru yayılma gösterir. Kürt kimliği Aryen dil-kültürü içinde şekillenmekle birlikte aynı zamanda kurucu niteliğe sahiptir. Biyolojik, filolojik, arkeolojik araştırmalar bu konuda yığınla veri sunmaktadır. Y. Marr, E. A. Speiser “Mezopotamyalıların Kökeni” eserinde Kürtleri Guti, Luluların torunları olarak anarlar. F. Hennerbichler, “Kürtlerin Kökeni” eserinde etnisitelerin DNA’sı üzerine yapılan incelemelerde Kürtlere ilişkin şu bilgilere yer verir: “Kürt anaerkil yerlileri büyük ölçüde yakın doğuyu (Avrasya/Batı Asya) ve Avrupa’yı birlikte kuran ana kabileleri temsil eder. (…) Onlar (Kürtler) Cilalı Taş Devrinden beri Kürdistan dağlarında bulunan ilk çobanların torunlarını temsil ediyor olabilirler.”[1]

“Mevcut DNA verileri Kürtlerin atalarının açıkça ve en başından beri eş zamanlı olarak yani tarihlerde uzak Kuzey (Doğu Anadolu, Kuzey Mezopotamya) ve uzak Kuzey Doğu Zagros ve bugünkü İran’ın Kuzey Batısının Doğu ovalarında var olduklarını gösteriyor. (…) Kürtlerin atalarında bulunan J- kavimlerinin Avrasyalılara dayanıyor oluşunu bir tespit ve belge olarak inandırıcı şekilde destekliyor.”[2]

Araştırmacılar “J” soyu izlerinin M.Ö. 15 binlere kadar uzandığını ve en yüksek oranda Zagros bölgesinde ölçüldüğünü belirtir. Zagrosların otokton kadim halkı halen aynı yerlerde yaşamaya devam etmektedir. Bradost kültürünün yaratıcı halkları başında gelen Kürtler M.Ö. 12 bin yıla kadar tarihlenen en eski yerleşkeler “Zawi”, Qalat Çermo, Ganjara’nın inşasına paralel Kuzey Mezopotamya’da M.Ö. 10 bin yıllarına dayanan Xerabreşk (Göbeklitepe) inşasıdır.

Muhtemelen artan nüfus ve tarım bilgisinde sağlanan gelişmelerden sonra Zagrosların hemen eteklerinde başlayan birinci dalga yerleşim yeri inşa etme kültürü içinde her Xerabreşk simgesel bir değerle ortaya çıkar. Dikeltilerek üzerine kabile ve aşiretleri temsilen semboller işlenen ve kimisi 40-50 ton ağırlığı bulan taşlar, alenen “birlik” ve “uzlaşı” simgesidir. Xerabreşk’in inşası dört temel şey gerektirir. 1- Gelişmiş bir zekâ, tecrübe ve farkındalık, 2- Kabileler arası iş-emek organizasyonu, 3- Uzun süren, yoğun işgücü gerektiren inşa sürecinde gerekli lojistiği karşılayacak tarımcılık ve ambarlama becerisi ve nihayet, 4-Ortak bir amaç! İnşanın gerçekleşmesi tüm bu ortaklıkların sağlandığını kanıtlıyor. Mevcut sonuç kabilelerin aynı dili ve kültürü paylaştıklarını aksi halde iletişim, uyum, uzlaşı sağlamalarının mümkün olmadığını gösteriyor. Tüm bu veriler Xerabreşk’in yerleşim ve tarımcılık kültürü ile beraber kabileler arasında yurtlaşma sorununu çözüm mührü olarak inşa edildiğine işaret ediyor. Kabilelerin, “aşiretlerin” bölgelerini belirleyen uzlaşının simgesi olan Xerabreşk toplanma, meclis, iletişim bilgi merkezi, pazar, ortak değerleri koruma ve birlik sembolüdür. Anılan özelliklerle toplumsal kimliğin doğuş ve gelişme mekânıdır. Aryen dil-kültüre dayanan toplulukların uyum ve uzlaşısı ikinci dalga olarak, toplum formunun ortaya çıkmasına ve Kuzey Mezopotamya’nın her yanına yayılmasına yol açar. Etnik açıdan Kürtler bu sürecin kurucu gücü, gelişen ilk toplumsal form ve onun mirasçısı sayılırlar. Aryen dil-kültür üçüncü dalga olarak Asya, Avrasya, Akdeniz kıyılarına ve Aşağı Mezopotamya’ya doğru genişler. Tüm bu süreçlerin içinde yer alan proto-Kürtler Zagros yaşam alanında Gutiyum, Mezopotamya’nın ovalık bölgelerinde Hurit ismiyle görünüm kazanır.

Gutilere ilişkin veriler M.Ö. 4 bin yıllarına dayansa da Lulular ile beraber Aryen dil-kültürün ve Kürt kimliğinin kök hücresi konumundadırlar. Lululara ilişkin veriler M.Ö. 6-7 binli yıllara kadar gitmekle beraber siyasi bir iktidar oluşturamamışlardır. Huritlere ilişkin veriler ise M.Ö. 6 bin yıla kayıtlanır. Huritler taştan silindir mühürler yapmaya M.Ö. 6 bin yılda, Amed surlarının inşasına katılmayı M.Ö. 3500’lerde gerçekleştirir. M.Ö. 12 bin yıla kayıtlanan Zawi yerleşkesiyle somutlanan köy yaşamı kültürü bir süre sonra Titriş (Rojava), Jarma, Tepe Gewre (Güney Kürdistan) gibi 1000-1500 nüfuslu kasabalarla genişler. Mezopotamya ovalarında, Xerabreşk uzlaşısıyla toplumsal form kazanan ve gitgide genişleyen Aryenik topluluklarının ilk siyasal temsiliyeti konumundaki Hurit; temsiliyeti pekiştirir şekilde, birlik anlamına gelir. Esnek, yatay yönetim anlayışına sahiptir. Dağ (Zagros) ile ova (Mezopotamya) Aryenikleri (aynı zamanda proto kürtler) arasındaki ilişkiler uyumlu, barışçıl, çatışmasızdır.

Ur, Uruk, Kiş, Lagal gibi Sumer kentlerinin doğuşu, üçüncü dalganın sonunda belki de dördüncü ve özgün dalga olarak ortaya çıkar. Semitiklerin atası Ameritler ile Aryeniklerin karışmasıyla M.Ö. 4. bin yılda Dicle-Fırat nehirlerinin Basra’ya yakın birleşme noktalarında ortaya çıkan ilk büyük kentler devletin doğuşunu başlatır. Toplumsal tarih bakımından doğal-komünal yaşamdan sapmaya çatalağzı oluşturan kent devleti örnekleri bir dizi yapısal değişim içerir. Doğal-komünal toplum ve kadın bilgi yapılarına karşıtlık, tanrı-kral kültürü, hiyerarşik toplumu örgütlemek, sistemsel ideolojik merkezler (Ziggurat, tapınak) inşa etmek, artık ürün sağlayacak karşılıksız emek sağlamak, kölecilik, yayılmacılık, tekelcilik, merkez inşası gibi ataerkil bilincin eseri açılımlar sapma yaratmak kadar, sonu gelmez imha savaşlarının yolunu açar. Görece barışçıl ortam yerine yıkıcı, sinsi rekabet ve saldırganlığa bırakır. Zagros yaşam bölgesinin ağırlıkta doğal-komünal yaşam süren Guti, Lulu gibi toplulukları, Hurit gibi esnek, yatay örgütlenen “birlik” modelleri Sümer kent devletlerinin yayılmacı, saldırgan, tekelci duruşları nedeniyle tehdit altına girer. Ardından gelişen Firavun (Mısır) rejimi bir başka tehdit kaynağına dönüşür. M.Ö. 2. bin yıl ile adını duyuran, dinsel, kültürel açıdan Huritlerin devamı, arşiv merkezi gibi davranan Hatiler (Hitit) gitgide güçlenerek Mezopotamya’nın içinde ve çevresinde güçlü bir tehdit kuşağı oluşur. Guti, Hurit, Lulu ve ikinci bin yılın ilk yarısında ortaya çıkan aynı kültürün parçası Kasid (Kajsid) ve Metiniler (Mittani) ya yeni yükselen devletli uygarlığa ayak uydurarak merkezcilik savaşına girişecekler ya da doğal-komünal, esnek, yatay birliklerini daha güçlü örgütlenmeleri dönüştürerek kendi modellerini inşa edeceklerdi. Kasid, Motinya (Metini) devletli uygarlık sürecine nispeten daha geç oluşumlardır ve devletli uygarlık modelin deneyim demişlerdir. Ne onlar, ne de Guti ve Huritler kararlı, net bir pozisyona girmeyi beceremeyerek arada sıkışmış ve bu nedenle zamanla kaybetmişlerdir.

Xerabreşk ile oluşan uzlaşı, birlik bilinci, dil-kültür bağları, verimli toprakların herkese yetmesi, doğal-komünal yaşam bilinci gibi nedenler iç çatışmalara, köleci sisteme, pazar kavgasına izin vermemiştir. Bu nedenle Guti, Hurit, Lulu ve bağlı bölgesel güçler aralarında çatışmamış, yayılma, ganimet savaşlarına pek itibar etmemiştir. Alanıyla sınırlı, yetinmeci, kendiliğindenci, rehavetçi, merkeziyetçilikten uzak bilinç ilişkilerin esasını oluşturur. Keskin sınıfsallık, hiyerarşi içeren, tekelci merkeziyetçi devletli uygarlık ile doğal-komünal ilişki tarzının egemen olduğu toplumsallık (Aryenikler) kaçınılmaz olarak karşı karşıya gelecektir. Veriler proto-Kürt güçlerin bu karşılaşmaya yeterince hazırlanmadığını ve bu zeminin ihanet ve işbirlikçiliğini doğurduğunu gösteriyor.

Tarihteki İlk Proto-Kürt İhaneti

Sümer kentleri devletli uygarlık çağını başlatsa da hammadde (kereste, maden, değerli taşlar) açısından Gutiyum ülkesine muhtaçtır. M.Ö. 4 binlerde başlayan, 3 bin yılda yoğunlaşan Sümerya kökenli imha, talan saldırıları devletli uygarlık ile doğal-komünal toplum güçleri arasında mücadele örneğidir. M.Ö. 2700’lerde Guti, Lulu desteğinde Elamitler karşı saldırı başlatarak uzun bir dönem Sümer kentlerini ellerinde tutarlar. Geri çekilerek savunmaya geçen Elamitlerin tutumu Zagros topluluklarının özeti gibidir. Ne çağın ve yükselerek saldırıya geçen devletli uygarlık tehdidinin ne de kendi modellerini örgütleyerek geliştiren alternatif bilincin gereklerine göre davranmamaları, saldırıların sürmesine yol açar. Proto-Kürt tarihinin ilk ihanet örneği böylesi bir zeminde ortaya çıkar.

M.Ö. 2700 yıllarına tarihlenen Gılgameş Destanı ihanetin kahramanı Enkidu ve Uruk kent kralı Gılgameş’in “arkadaşlık” ve serüvenini konu eder. Destan kişiler üzerinden hikâyeleri ele alsa da alt metinde sınıfsallık ve farklı uygarlık güçlerinin mücadelesi vardır. Alenileştirilmeyen hikâye Gılgameş’in bitimsiz iktidar için Gutiyum ülkesinin hammaddelerini ve bölgeyi ele geçirme, toplulukları köleleştirme çabasıdır. Destana göre, dağlardan kaçan Enkidu “barbar” olarak kadın cinselliği ile Gılgameş’ın kenti Uruk’a çekilir ve sonunda Gılgameş’e “arkadaş” olur. Gılgameş’e rehberlik yaparak kereste ihtiyacı için Gutiyum ormanlarına talan seferi başlatılır. Sinsi, ani yapılan seferde Enkidu, ormanın ruhu Humbaba’nın öldürülmesini sağlar. Bu eylem Sümer tanrılarını bile dehşete düşürecek kadar aşırıdır. Sonradan Enkidu’nun hayatına mal olur. Kereste ile Gılgameş’e taht yapılacak olması açık bir iktidar savaşı, göndermesidir.

Hikâyeden Enkidu’nun neden doğal-komünal toplumdan kaçarak, Uruk’a gittiğine ilişkin veri bulunmaz. “Barbar” olarak Gılgameş’in arkadaşlığına “güçlü” olması nedeniyle kabul edilmesi ve dönerek Humbaba’yı öldürtmesi önemli ipuçları içerir. Buna göre Enkidu kişi değil, sembolik birisidir. Aşiret, topluluk önde geleni olduğu, yerel bölgesel lider olan Humbaba ile iktidar çekişmesine girdiği anlaşılıyor. Amaca ermek için Gutiyum’da destek aramak yerine Gılgameş’e gitmesi, devletli uygarlık kültürüne özendiğini gösteriyor. Enkidu’nun “gücü” onun Gutiyumlu ve toplumsal tabanın olmasındandır. Aksi halde Gılgameş bir “barbar” ile niçin arkadaş olsun? Onun bu gücüne dayanarak hemen talan seferine çıkması ve bunun “taht” ile ilişkilendirilmesi alt metni alenileştiriyor. Taraflar çok ileri gittiğinden tanrılar kerestelerle ilgili hastalık bulaştırarak Enkidu’yu ölümle cezalandırır. Buna göre, Enkidu devletli uygarlık modelini, doğal-komünal yaşam kültürüne tercih eden, bu amaçla sırtını kent devletine (Gılgameş) dayayarak amaca ermek için Humbaba’yı öldüren yerel bir liderdir. Bilinç, etik ve yaşam kültürü olarak doğal-komünal toplumdan korkmakla kalmaz imha, talan seferi örgütleyerek ihanet eder. Onun bu kimliğinin yanı sıra var olan tepkili arayışçı çabasının altında Gutiyum’un kendiliğindenci haline itiraz olduğu görülüyor.

Sümerya’dan gelen saldırı dalgalarının sonu kesilmez. Elamitler şahsında yapılan karşı saldırıda çare olmamıştır. Caydırıcı olacak savunma, örgütlenme, yeniden yapılanma, merkezileşme, bilinç dönüşümü gibi etkili hamlelerinin olmayışı Sümer saldırganlığını cesaretlendirir. Enkidu düşmanlarına benzeşerek dogmatik, kendiliğindenci, rehavetçi değiştirebileceğini sanır. Arayışı anlamlıdır. Ancak bunu Gutiyum ülkesindeki muhataplarıyla yapmak yerine, düşmanlarının yaptığını, onların eliyle daha uç şekilde tekrar etmekle yapıcı sonuç umma gafleti, öngörüsüz, bilinçsiz hareketlenmesi ihanetçi olmasıyla sonuçlanır. Devletli uygarlık ve iktidar açlığı ilk yansımasını böylelikle oluşturur.

M.Ö. 2150 yılında Urbilum, Kimaş, Gunhar gibi aşiretlerin katılımı Lor, Elamit, Hurit desteğiyle Akad’a karşı saldırı başlatan Gutiler Ur, Nippur gibi kentlerle beraber hegemonya merkezi Akad’ı da ele geçirir. Bir asır süren Guti egemenlik sürecinde yerel inançlara, yaşam kültürüne müdahale edilemez. İnancını, tanrısını dayatmak ideolojik, siyasi egemenlik biçimidir. Bunu yapmadıkları gibi, katı bir yönetim modelini de geçemezler. Aksine rotasyonlu krallık uyguladıkları kayıtlıdır. Belki de Gutiyum’un yönetim modelini Akad’a taşımışlardır. Akad kaynakları Gutilerin ani, hızlı ve kalabalık saldırılarını anar. Ama tarih bunun 100 yıllık bir başarı getirdiğini Kral Tirigar zamanında yenilerek Zagroslara geri çekildiklerini de yazar. Devletli uygarlığın gereğini yapmak ile kendi modelini inşa etmek tercihleri karşısında Guti Siyaz ortada kalmıştır.

Devletli uygarlık, kadın bilgi yapıları (ana-kadın düzeni), doğal-komünal toplum karşıtlığı üzerinden gelişen sınıfsal, köleci, tekelci bir düzendir. İdeolojik ikna sistemin temelini oluşturur. Gutilerin bu sisteme mesafeli durması Gutiyum’un doğal-komünal, eşitlikçi, özgürlükçü bilincinin gereğidir. Devletli uygarlık tüm kurgusal özellikleriyle inşa, örgütlenme bilincine sahiptir. Gutilerin nispeten doğal-komünal yaşamı geleneksel düzenin doğasındandır. Doğal yaşam kendiliğindenciliğe yol açar, örgütlenme, ideolojik bilinç yeterince aktif değildir. Bu nedenle tam ve bütünsel bir model içermez. Siyasal açıdan öngörülü, stratejik değildir. Gutiler kendi sistemlerini geliştirerek Sümerya, Akad kentlerine yayabilirdi. Güçlü ideolojik mücadele vermeleri beklenirdi. Bunu yapmadıklarını devletli uygarlığı simgesi tanrılar panteonu, iktidarcı tapınaklara, ideolojik hegemonya kurumları ve bilincine karşı tepkisiz kalmalarından anlıyoruz. Bunlar devletli uygarlık ve tekelciliğin temelleridir. Buna göre Gutiler doğal-komünal kültürden vazgeçmişlerdir. Ama kendiliğindencilik ideolojik, askeri savunma yapmayı da öngörmemiştir. Sonunda devletli uygarlık, canlı bırakılan kurumlarıyla Gutileri yenmiştir. Şu durumda saldırının anlamı ne olabilir? Stratejik düşünemedikleri için buna pratikte cevap olamamışlardır. Enkidu devletli uygarlığı Gutiyum’a taşımak isterken, Gutiler onların merkezine inmiştir. İki tarafta donanımsız, şartlara karşı eğreti, öngörüsüz, hazırlıksız olduğu için başarılı olamamıştır. Gutiler geri çekildiklerinde bu kez kardeş topluluklardan Kasidlerle sorunlaşma başlar.

M.Ö. 2000 yıllarının başlarında yükselen yeni güç Babil, kendisinden önceki hegemon güçler gibi Zagros yaşam bölgesiyle çatışma içindedir. Kasidlilerden önemli bir kesim işçi olarak Babil’e göçer. Aynı süreçte Kasid siyasa çevresi de yüzünü Babil’e çevirir. Babil kayıtları M.Ö. 1740 yılını, Kasid ordusunun geldiği yıl olarak anar. Babil’in çevresinde Hurit siyasal kuşağı vardır. Kasidlerin bu kuşağa sorunsuz geçmesi, dahası bir kısmında Hanca Krallığı (M.Ö.17. yüzyıl) bakılırsa Huritler ile akraba topluluklar oldukları anlaşılır. İzady, Hurit birliğini oluşturan güçleri şöyle sıralar: “Kummuhu, Melidi, Gurgum, Ungi, Kaman, Kaşki, Nairi, Shupria, Urkişh, Urartu, Namar, Saubaru, Marhlulubi, Qardu, Zamwa, Ellipi, Manna ve Guti”[3]

Mespila (Musul), Guti, Kasidlere başkent olan Aratta (Kerkük), Akdeniz kıyıları, bugünkü Çukurova çevresi Huritlerin kontrolündedir. Kasidlerle eş zamanlı, M.Ö. 17. yüzyılda Hurit denetimindeki bölgelerde adı duyulmaya başlayan ve muhtemelen yönetim içinde yer alan bir güç de Metini (Mitanni) çevresidir. Kansız bir siyasi darbeyle Hurit yönetimini ele geçirdiklerinde bölünmeye neden oldukları, Hurit isminin açık ve etkili varlığından anlaşılıyor. İç iktidar mücadelesinden sonra Metini[4] hızla yükselir. At yetiştiriciliği ve atlı savaş arabası icatları dönemin en ileri zırhlı savaş tekniği olarak şöhretini büyütür. M.Ö. 16-12 yüzyılları arasına damga vurdukları kuşkusuzdur. Bilinen ilk kralları, yönetimi ele geçirdikten sonraki sürece denk gelen Kral Kirda (1550-1530) sayılır. Buna karşın ardıl krallardan Poaratarna (M.Ö. 1500-1475) kendini “Hurit, Mitanni birliği” kralı olarak anar. Huritlerin kullandığı Urkeş, Uraşukani (Xweşkanî/Serêkaniyê/Ceylanpınar), Kanigalbat gibi başkentleri merkez yapan Metinya güçlü bir imparatorluğa dönüşür. Mısır Kralı 4. Tutmoisin barış ve saldırmazlık anlaşması yapmak zorunda kalacağı düzeyde önemsenen güçtürler. Temel zaafları, iç iktidarı diğer proto-Kürt güçlerin aksine iç iktidar mücadelesine kaptırmalarıdır.

M.Ö. 1596 yılında önde gelen proto-Kürt topluluklardan Hurit, Metini ve yakın kültür, akraba çevresi Hati (Hitit) desteğini alan Kasid Kralı Kastiyas (M.Ö. 1596-1575) liderliğinde Babil’e saldırarak yönetimi ele geçirdikten sonra Kasidlere bırakırlar. Bu süreçte Asur, Hurit denetiminde küçük bir ticaret kentidir. Bu süreçte sağlanan ittifaka Guti, Luluların da katılması ve siyasal merkez kurmaları halinde o zamana kadarki en geniş ve güçlü imparatorluk ortaya çıkacaktır. Mısır veya Hati’nin böylesi bir proto-Kürt birliğini yenme şansı yoktur. At, savaş arabası kullanmaları, peşinden demir kullanmaları gelişme ve başarı potansiyelleri için önemli verilerdir. Ne var ki ittifak genişlemediği gibi her güç kendi bölgesiyle sınırlanır. Mısır bu eşsiz fırsatı kaçırmaz ve M.Ö. 1445’te ani bir saldırıyla Metinya’ya ağır bir darbe vurur. Kral Sawsatar (Sausattar, M.Ö. 1440-1410) zamanında yeniden toparlansa da kendi içinde ve proto-Kürt yapılarla birlik sağlanmaması nedeniyle iktidar çekişmeleri şiddetlenir. Yükselen tekelcilik, merkezcilik mücadelelerine karşı dayanmanın tek yolu birlik ve kendi özgün modellerini geliştirmektir. Ne kendi modellerini geliştiriyorlar ne gerekli güvenlik tedbirlerine ne de ortak savunma ve güçlü ittifaklara başvuruyorlar. Bu yönlü verilere rastlanmaz. Her yapı kendi halinde, kendiliğindenci, öngörüsüz davranmayı böyle var olmayı sürdürür. Stratejik bilinç yokluğu, küçük parça üzerinde ekstra çekişmesiyle daha fazla yıpranmaya yol açar. Tehdit kapıya dayandığında ise aceleci, öfkeli, tedbirsiz, duygusal kalkışmalar 19-20. yüzyıl Kürt İsyanları’nın hepsinde tekrar ettiği üzere adeta gensel sonuçlar üretmiştir. Kürtler açısından tarihsel ihanet ve işbirlikçilik kişiler üzerinden değil, bu duruş ve bilinç üzerinden okunmalıdır. Enkidu, Matiwaza, Harpagos gibi ihanet örnekleri elbette irdelenmelidir.

Onlara varoluş zemini hazırlayan kendiliğindenci, tedbirsiz, öngörüsüz, ağır bilinç, örgütsüz, birliksiz, stratejisiz siyaset, ideolojik sığlık analiz edilmeyi bekleyen daha öncelikli ve kritik konudur. Akad, Babil gibi hegemonyanın iki kritik merkezi, daha sonra Asur, Ninova ele geçirdiği halde arada kalan bir duruş sergilendiğinden yenildiklerini görüyoruz. Metiniler iktidar için daha hevesli görünmelerine karşın, birliksiz ve vizyonsuz olarak küçük parça, bölgeler için kapıştıklarını, öncü düzeyinde yapıcı olmadıklarını, dahası Hurit’in eriştiği sınırları bile koruyamayarak birbirlerine düştüklerini görüyoruz.

Babası öldürülen kral oğlu Tuşratla (M.Ö. 1370-1350) başa geçtiğinde ağabeyi 2. Artatama ile taht kavgası başlar. Hati Kralı Şuppiluliuma (M.Ö. 1385-1356) durumu fırsat bilerek saldırıya geçer. Askeri başarı sağlayamayınca destek verdiği 2. Artatama’yı Hurit ülkesi ilan eder, bölünmeyi derinleştirir.

Metinyalı prenseslerle evlenmek adeta dönemin Mısır krallık geleneğine dönüşmüştür. Metini damadı 2.Amenhotap çalkantı sürecinde gizliden Asur Nati’ye silah ve para desteği sağlayarak, Metinya’ya karşı kışkırtır. Oğlu 4.Amenufis (Ahenaton/Akenaton) Metinilere damat olmak ve düşmanlarını gizliden desteklemek konusunda babasının yolundan gider. Teşviklerle Şuppiluliuma tekrar saldırarak bazı kentleri ele geçirince Metinya’nın zayıf düşmesini fırsat bilen Asur-uballit M.Ö. 1380 yılında valilik statüsündeki Asur kentinin bağımsızlığını ilan eder. Böylesi bir zeminde Tuşrata’nın oğlu 2.Sawsatar’ın desteğiyle babası öldürülünce (M.Ö. 1350) kendini Hurit ülkesi kralı ilan eden amcası 2.Artatama ile birleşir. Kralın öldürülmesi pahasına birlik sağlamak önemlidir ne var ki siyaseten yeterli sonuç vermez. Tuşrata’nın oğlu Mattiwaza bu birleşmeye karşı çıkarak önce Kasidilerin Babil’deki Kardun krallığına ardından Artatama’nın destekçisi Hatilere sığınır. Burada kral Şuppiluliuma’nın kızıyla evlendirilerek Hati işbirlikçisi olarak zor yoluyla Metinya’ya kral yapılır. Tüm bu süreçte Kasid’in Metinilere destek olmaması ne denli parçacı ve vizyonsuz iktidar olduklarına ışık tutar. Metinilerin desteğiyle Babil’i almalarına karşın Kasid Kralı 1.Burnaburiaş, kendisinin sırada olduğunu düşünmeden Asur Kralı Uballit ile Metinya topraklarının bir kısmını paylaşma anlaşması yapar. Metinya iyice güçten düştüğünde, Asur Kralı 1.Salmanaser’in saldırısıyla son bulur. M.Ö. 12. yüzyıldan sonra isimlerine rastlanmayan Metinya, Huritlerden kalan prenslik, krallıkları Nairiler toparlar. Bir başka proto-Kürt grubu olan Nairiler ve bileşenleri devam eden Asur saldırıları sonucu varlığını yitirir. Banil’e saldırarak Kardun krallığına son veren yine Asur olacaktır. Kral Tikulti Ninurta (M.Ö. 1240-1208) döneminde Mısır desteğiyle Kasidleri yenerken halkı Nemrut bölgesine sürerek yolda kırıma uğratır. Özgün bir kimlikle ortaya çıkan Urartu da Asur’un şiddet ve teröründen payına düşeni alır. Zagroslara saldırırlar III. Adad-nirari (M.Ö. 812-783) döneminde sıkça tekrarlanır. Burada Kar-Nabu, Kar-Sin garnizon kentlerini kurarak ağır vergiler koyan Asur’un, Kürt kimliğinin kuluçka bölgesi Zagroslara saldırısı akıllı bir tercih olmamıştır.

Asur, Semitik kökenli, dil-kültürü farklı topluluk olarak Aryen dil-kültürüne dayanan topluluklar, ağırlıkta proto-Kürtler arasında yaşam süren küçük ve ticaret bilincine sahip bir toplumdur. Günümüz IŞİD örneğinde görülen hızlı, pervasız, acımasız saldırı dalgaları ve pratiklerinin öncüsü Asur, binlerce insanın gözlerini çıkararak sağ bırakmak, kesik başlarla kaleler yapmak, insan, evcil hayvan, mal-mülk her şeyi bir arada yakmak gibi kitlesel imha, çaresiz bırakma pratikleriyle nüfuzunu yaymıştır. Son Guti Kralı Ubulli’yi de esir aldıktan sonra karşılarında örgütlü bir Kürt gücü, siyasi çevre kalmaz. Ancak bu Kürtlerin boyun eğdiği anlamına gelmez. Öngörsüz, kendiliğindenci, disiplin ve hiyerarşiye mesafeli olsalar da özgür yaşamla ve kendi kalmakta ısrarcıdırlar. Bu Kürtlerin dağ kanunudur. Nitekim Asur’un Zagros yaşam bölgesine karşı direnmeyi seçmişlerdir. Gerilla tarzı vur-kaç sızma yöntemleri zamanla daha geniş saldırı dalgalarına dönüşür. Madan bölgesinde baş gösteren direniş M.Ö. 900’lerden başlayarak,, “üç yüzyıl savaşları” olarak M.Ö. 612 yılında Asur’un yenilgisine kadar sürmüştür. Daha örgütlü ve yaygın direnişler ise M.Ö. 8. yüzyılın sonunda ortaya çıkar.

Asur-Mısır savaşı sırasında Madan/Madai (Med) bölgesinin toplulukları kral Kastarit öncülüğünde isyan dalgası başlatır. Tarihin babası Heredot süreci başlatan olarak Diokes/Diyakes (Diyako) ismini anar ve ona kurucu kral rolü atfeder. “Heredot Tarihi” eserinde yer verdiği Diyako (Diokes) hikâyesi kurucu lider olduğu tespitini doğruluyor. Buna göre; Diyako gönüllü yargıçlık yaparak halkın güvenini kazanmış, adil, çözüm gücü olan bir kimsedir. Zeki, öngörülü, stratejik ve kurumsal düşünen, planlı, tedbirli, bilinçli, birlikçi, ne istediğini bilen, merkeziyetçi bir kimsedir. Daha yargıçlığı sürecinde kafasında “özgür ülke” ve “ortak devlet” fikri olduğuna ilişkin çokça veri bulunur. Umduğu siyasal sonuç Medli siyasal çevresince sağlanamayınca taktik hamle olarak görevi bırakır. Asayiş eskisinden beter hale gelir. Bunun üzerine kendilerine bir lider seçmek üzere aşiret, küçük krallık çevreleri, ileri gelenler halka açık bir toplantı düzenler. Diyako’nun birliğe zorladığı ve bunu başardığı anlaşılıyor. Toplanan güçler aralarında bir lider seçemez veya buna layık biri bulunamaz. Sonunda ortak kararla Diyako’yu lider seçerler. Sıradan bir yargıç herkesin lideri olduğunda aşiret, soylu, krallardan farkını hemen gösterir. Kurucu, toplumsal bir lider gibi davranır. Lider olmayı kabul etmek için bazı şartlar koşar;

Bir başkent (Ekbatan) ve kale inşa edilmesi (Heredot bu kaleyi çok över), kalede kral için saray yapılması, saraya/krala başvuru ve şikâyetlerin yazılı olması ve resmiyet gibi şartların tamamı kabul edilir. Talepler genelde kariyerist, egolu, maddiyatçı özelliklerine yorumlansa da bu yönlü özelliklerine rastlanmaz. Aksine kurucu, inşacı özellikler içeren yeni bir bilinci temsil ediyor. “Kendiliğindenci” kalan doğal-özgür yaşam, askeri, siyasi niteliği zayıf, sıradan, “birlik”, “güvenlik” tedbiri olmayan yapılar, “kurumsallık” kazanmayan yönetim anlayışı Diyako’nun bilincinde yer almaz. Ortak iradeyle belirlenen lider herkese “eşit mesafeli”, “resmi” ilişki dayatır. Ahbapçı tarz yerine kurumsallığı, herkese lider olmayı esas alır. Stratejik düşünen, “birlik” halini kurumsal devlete dönüştürmek, dar bir çevre kralı olmak yerine lider olmayı arzulayan önemi anlaşılmayan istisna bir isimdir. Klasik, kaybeden, kaybettiren, Kürt siyasasına karşı keskin bir müdahale olarak net, kararlı, bilinçli, hamleci, sonuç yaratan alternatif sahibidir. Önemi, amacı anlaşılmayan, Kürt tarihinde lider olabilen tek isimdir. Kürt siyasasına klasik ve kendindenci bilinç haline, dahası topluma ve bilinç dünyasına alenen yapılan tarihsel müdahaledir. Bu nedenle Heredot’un tespitiyle tam anlamıyla kurucu, birleştirici liderdir. Mısır-Asur savaşı sırasında gerçekleşen kalkışma süreci ile Diyako’nun yaşadığı süreç (M.Ö. 728-675) kesişmektedir. Nitekim Diyako’nun kurduğu Medya devletinin Asur tarafından sonunda resmi bir mektupla tanınması (M.Ö. 672) aynı döneme denk gelir. Guti, Kasid, Hurit, Metini, Nairilerin yenilgisinden sonra Medya Diyako’nun keskin kopuş içeren bilinci sayesinde gelişir. Kendinden önceki bütün proto-Kürt yapıların Asur’dan tarihsel intikamını alacak zamanı hazırlar. Zerdüşti inanç onun açılımından sonra ortaya çıkar.

Dicle-Fırat’ın buluşma noktasında doğan devletli uygarlık devamlı şekilde güneyden kuzeye doğru merkez kayması yaşar. Hegemonya Babil’den Asur’a geçer. Hegemonya merkezlerinin proto-Kürtlerle çatışmasında hep bir denge olmuş, bazen de Akad, Babil’in ele geçirilme örneklerinde olduğu gibi geçici üstünlükler kurulmuştur. Buna karşın esnek yönetim anlayışı, kölecilik karşıtı duruş korunmuştur. “Birlik” kurulduğunda başarılı oldukları, o bilinçten uzaklaştırıldıklarında yenildiklerini, ihanetçiliğin geliştiğini görüyoruz. Bu iki eğilimin son temsilcileri Medya ve Asur, Diyako’nun başarılı örgütlenme ve kurumsallaşma çabaları sonunda “üç yüz yıl savaşları” finali için karşı karşıya gelir.

Medya Kralı Keyako (Keyakser) öncülüğünde Pers, Babil’in yer aldığı geniş bir cephe kurulur. İsyan sürecine katılmayan Persler Asur’un yenileceğini görünce destek vermiştir. Mısır’dan Asur’a gelen desteğin ulaşmasını sabote eden İbraniler cephenin dolaylı müttefikidir. Ordunun başında savaşan, tarihçilerce iyi bir askeri stratejist olarak anılan Keyako (M.Ö. 625-585) Kerkük, Hewler, Musul gibi kentleri kurtardıktan sonra M.Ö. 612 yılında Asur başkenti Ninova’yı kuşatarak düşürür. Zaferden sonra Ninova yerine kendi başkentleri Ekbatan’a çekilen Medler savaştan önce adil bir “iş birlik” ve “halklar cephesi” kurmayı başardığı, her çevrenin kendini yönetmesini benimsediği için savaşmadan, gürültü katılımlarla geniş bir imparatorluk haline gelir. Asya’ya doğru orduya dayalı bir açılım olsa da ciddi savaşlar yaşandığı söylenemez. İstisnai örnek ordunun Lidya’ya karşı başlattığı seferdir. Tarihçilerin Kürt olduklarını belirttiği Kapadokya çevresinde yaşayan Zelanilerin muhtemel yardım talebine cevaben sefer başlamış olabilir. Keyako girdiği bir-iki savaşı kazandıktan sonra Kızılırmak kıyısında Lidya ordusu ve destekçilerine karşı savaşırken güneş tutulması yaşanır. Taraflar bunu mesaj algılayarak barış anlaşması yapar. Lidya Kralı Alyettes’in kızı Aryenes ile Keyako’nun oğlu Aştiyago (Astiyages) evlendirilerek yakın ilişkiler kurulur. Seferden sonra Aştiyago tahta geçer, böylelikle Kürt tarihinin ikilemi tekrar etmeye başlar.

Tarihçi A. Ribard, “İnsanlık Tarihi” eserinde “Med-Pers Kanunu”ndan söz eder. Buna göre Medya sarayının pek çok önemli görevi Perslilere verilir. Bu sayede örgütlenme, yönetim işlerini öğrenirler. Nitekim ardından Ahameniş Ailesi üzerinden Oers siyasasının doğuşu gerçekleşir. Ancak ilk kurban Medya olacaktır.

Heredot Aştiyago[5] için “aşırı barışçıl” derken, Machiavelli “barışçıl, politikada ısrarcı” olmakla eleştirir. “Barışçıl” olmak bir zaaf olmadığına göre, eleştiriyle ne amaçlandığını Perslerin saray içi darbesinin başarıya ermesinden anlamak mümkündür. A. Ribard persleri “saray içi darbe” ve “ komplocu”lukla tanımlar. Med ordusunun başkomutanı Harpagos’un pratiği bu tespitleri doğruluyor. Sarayında Harpagos’u düşürecek düzeyde Medlere/Kürtlere karşı komplo yapıldığı halde Aştiyago’nun aymaz, bihaber olmasına bakılırsa, “barışçıl olmak” eleştirisi çerçevesi olayından anlaşılabilir. Komplo ve darbeyle Med sarayı Perslerin eline geçer. Diyako’nun muazzam öngörü, beceri ve zekâyla kurduğu Medya devleti Aştiyago’nun beceriksiz yönetimiyle M.Ö. 550 yılında son bulur. Saray içi darbe yönetimi de esnek ve yatay bir geçiş yaşandığını gösteriyor. Yönetimin Perslere geçmesiyle ilk dönemlerde “Med-Pers Kanunu” işlemeye devam etse de çok geçmeden ortadan kalkar. Kürt siyasası bir daha toparlanamaz ve Kürtlerin başkalarına asker, uşak olmak süreci başlar. Nedenler çok yönlü irdelenebilir. Burada Harpago (Harpagos) ihanetini zemin olan bilinci isimler üzerinden değerlendirmekle yetineceğiz.

Pers komplosunda askeri boyut söz konusudur. Prof. G. Rawlinson “Medya Krallığı” eserinde, yönetimin el değiştirmesi sürecinde Med-Persler arasında büyük savaşlar yaşandığını belirtir. Veriler ve Harpagos ihanetinin gösterdiği üzere “büyük savaş” değil, “büyük komplo” yaşanmıştır. Harpagos büyük zaafları nedeniyle saray içi entrikalar sonucu Perslerce düşürülmüş görünüyor. Taht kavgası verse ordunun gücüyle başa geçebilirdi. Böyle bir amaç taşımadığı, yönetimin Kürtlerden Perslere geçmesi için ihanet ettiği anlaşılıyor. Astyages’in son sözleri doğrulayıcı olmaktadır. Pers ordusunda komutan olarak Ege kıyılarında görülen savaşlarda zaferi getirecek taktikler vermesine bakılırsa yetenekli ve zeki bir askerdi. Nitekim Persler de bu nedenle onu gözden çıkaramamıştır. Zeki ve yetenekli asker olarak tahta geçmek için ihanet yoluna sapmadığına göre geriye kalan tek seçenek kişisel zaafları nedeniyle Perslerce düşürüldüğü gerçeğidir. Aksi halde başında bulunduğu Pers ordusunun 5-6 katı kadar nicel, nitel genişliği bulunan Med ordusu yenilgisinin izahı mümkün olamaz. Saray içi darbenin askeri ayağında düşürülmüş Harpago’nun ihaneti vardır. Ordular karşı karşıya geldiğinde Harpago ikna ettiği güçlerle Pers ordusuna geçince Med ordusu moral açısından çöker. Bu süreçte başka nasıl dalavereler çevirdiyse saray ele geçirilir ve Astyages esir düşer. Kanlı bir savaş yaşanmadığını komplo ve entrikalarla yönetimin ele geçirildiğini Perslerin Medlere dayanmasını sürdürmesinden anlaşılıyor. Astyages Harpagos’a mealen; “Ordunun başındaydın, yerime geçebilirdin. Madem böyle bir şey yapacaktın bari sen tahta geçseydin ki efendi (özgür) Medler köle olmasaydı” şeklinde çıkışır. Harpagos kişisel zaafları nedeniyle Perslerin tuzağına düşmüştür. Aştiyago’nun söylemi mantıklıdır. Ne var ki, tepedeki sorumlu kendisidir. İhanet gelişmişse o zemini kimin verdiğini, niçin tedbir alınmadığını, niçin zamanında görülmediğini sorgulamak ve açıklamasını yapmak da Astyages’e düşer. Kral olarak saray içinde, yönetimde, orduda gerekli tedbirleri alsa ihanet olsa bile etkisi sınırlı kalacaktır. Ama Astyages tedbirsizliği Harpago’nun ihanetiyle birleşince bedeli Medya’nın tarihten silinmesi olmuştur. Durum, Astyages’nin bilinç dünyası itibariyle Diyako’nun tersi duruş sergilediğini gösteriyor.

Kürt tarihinde lider kişiliğiyle istisna oluşturan Diyako bilinç, emek, öngörü, tedbir, örgütlülük ve kurumsallaşma ile keskin kopuş yaşadığı proto-Kürt yapılar sürecindeki, aymaz, hantal, öngörüsüz, disiplinsiz, tedbirsiz, kendiliğindenci, vizyonsuz, parçacı, egolu yönetici anlayışı hazıra konan Astyages pratiğinde yeniden canlanmıştır. Toplumsal özgürlüğü ve kurumsal yapıyı riske atan, korumak için tedbir almayan düşünüş ve eyleyiş hali sorumlu konumunda bulunanlar için “ihanet” durumunu ifade eder. Pers dalavereleri, komple ve darbesi bu zeminde devreye girebilmiş, başarıya ererek Medya’nın sonunu getirmiştir. Harpagos’a serzenişte bulunurken ders çıkardığı sonucuna varabilmemiz için devamla şöyle sözler etmesi beklenirdi: “Toplumsal özgürlük ve sorumluluk gereği tedbirsiz kalmaya, rehavete kapılmaya, çağın şartların gereğini görmezden gelmeye, duyarsız, öngörüsüz olmaya, net, kararlı davranmamaya, kaybettiren kendiliğindenci tarzı sürdürmeye hakkım yoktu. Duruşum darbe ve ihanet zeminini hazırladı. Benim yaptığım sorumluluklarım karşısında ihanettir. Sen düşmanlarımızla işbirliği yaparak daha rezil bir ihanetçilik örneği sergiledin.” Kürt siyasa çevresi bundan ders çıkarsın!..

[1] Kürtlerin Kökeni, Ferdinand Hennerbichler
[2] Kürtlerin Kökeni, Ferdinand Hennerbichler
[3] Bir El Kitabı Kürtler, Mehrdad R. Izady
[4] Bugün halen Metini isminde bir Kürt aşireti ve Metina bölgesi mevcuttur.
[5] Aşti; Kürtçede barış demektir.

demokratikmodernite.org/klasik

İnsanlarla birlikte yaşamak zordur; çünkü susmak çok zordur. Özellikle geveze bir insan için.

Friedrich Nietzsche

İnsan, hayatı ne derinlikte görürse, acıya da aynı derinlikte bakar.

Friedrich Nietzsche

Güneş Sistemi'nin asteroit kuşağı yok oluyor: Dünya için ne anlama geliyor?

Mars ile Jüpiter arasındaki asteroit kuşağı yavaş yavaş yok oluyor. Araştırmacılar, kuşağın çarpışmalar sonucunda küçülerek Ay'ın yüzde 3'ü seviyesine indiğini ortaya çıkardı.

ntv.com.tr/teknoloji/gunes-sis

Hegel ve Strabon’un izinde: Ermeni coğrafyası ve tarihsel belleği

Toplumsal bellekte, coğrafyanın ve onun tarihinin bilgisi eksik. Sümerler ile Selçuklu, Osmanlı arasında bu topraklardaki tarih bir hiçe denk düşmekte. Toprağın ve onun üzerinde yaşayanların tarihi anlatılmamakta. Hegel ve Strabon coğrafyayı toplum ve tarihle beraber ele aldığı için, bize geçmişi daha iyi anlama imkanı sunuyor.

bianet.org/yazi/hegel-ve-strab

Haydut gezegen saniyede 6.6 milyar ton büyüyor

Galakside başıboş dolaşan ve hiçbir yıldıza bağlı olmayan "haydut gezegen" Cha 1107-7626'nın bugüne kadar görülmemiş ölçekte bir büyüme patlaması gözlemledi. Jüpiter’in 5 ila 10 katı olan gezegen saniyede 6,6 milyar ton büyüyor.

ntv.com.tr/teknoloji/haydut-ge

Satürn’ün uydusunda büyük keşif: “Yaşam için gereken her şey var”

Yeni araştırmaya göre Satürn’ün uydusu Enceladus’taki okyanus, yaşamın yapı taşları olan karmaşık organik molekülleri içeriyor.

ntv.com.tr/teknoloji/saturnun-

Birini sevmek barbarlıktır: çünkü, bunu diğerlerini harcayarak yapar.tanrı sevgisi de öyle.

Friedrich Nietzsche

Ali Doğan Gönültaş’ın Ax’ı: Zamanın ve mekânın Ermenilik halleri

Ze Tîje günlerinden beri dinlediğim Gönültaş’ın yeni eseri, sanatın ne olduğunu bize hatırlatıyor.

bianet.org/yazi/ali-dogan-gonu

Ani ve tarihsel mimarlık okuması

Ani’nin ne olduğunu göremiyoruz, çünkü bu bilgi ile aramıza iktidar odaklı tarih anlayışı başka tür ifadeler yerleştirmeye çalışıyor.

Vartan Halis Yıldırım

Bu yılın nisan ayında başlayan Ani kazıları, Kültür ve Turizm Bakanlığı – Kafkas Üniversitesi işbirliğiyle altı noktada sürüyor. Ani Katedrali önünde, yaklaşık 30 metre güneybatıda Selçuklu dönemine ait tuğla gövdeli bir kümbet kalıntısı ile çevresinde sandukalı mezarlar ve akıt tipi mezar odaları açığa çıkarıldı. Kazı başkanlığınca alan “Anadolu’daki ilk Türk-İslâm mezarlığı” olarak nitelendiriliyor; kümbetin tüm çevresinin açığa çıkarılması ve konservasyon çalışmaları sürüyor. Katedral restorasyon çalışmaları da eşzamanlı yürütülüyor.

Ancak Anadolu Ajansı’nın (AA) haberinde ve Ani Ören Yeri Kazı Başkanı Doç. Dr. Muhammet Arslan’ın açıklamalarında köken bağlamında belirgin bir “Orta Asya” vurgusu öne çıkıyor. Bu vurgu, bölgenin Ermeni, Gürcü, Süryani ve İranî mimari sürekliliklerini görünmez kılıyor. Böylece farklı alanlarda karşımıza çıkan ve kendini sürekli tekrar eden iktidar merkezli tarih anlayışı, Ani üzerinden bir kez daha üretiliyor.

Bugün Ani’yi anlamayı zorlaştıran şey, bu tek-kökene indirgenmiş anlatılar. Söylem hem tarihsel bağlamı perdeleyip hem de hatalı restorasyon ve müdahalelere zemin hazırlama riski taşıyor. AA’nın haberi ve Arslan’ın ifadeleri bu yaklaşımı yansıtıyor:

“Orta Asya’dan Ön Asya’ya… ilk giriş kapısı olan Kars’taki Ani Ören Yeri.”

“Özellikle Orta Asya’da bizim sıkça gördüğümüz… akıt tipi mezar odaları.”

“Selçuklular’ın… İran’da tuğla malzemeyle inşa ettiği kümbetlerin… ilkini Ani’de… inşa ettiklerini söyleyebiliriz.”

Arslan, malzeme ve inşa kavramlarıyla bu söylemini desteklemeye çalışıyor. Oysa konu Ani ve buradaki mezar kültürü üzerineyse, tartışmanın merkezine buradaki mimari ve bu mimarinin asli unsuru olan Ermeniler girmek zorunda. Güçlünün ve iktidarın anlatılarında ezilenler, üretenler yoktur; bu eksiklik, her şeyi Orta Asya üzerinden açıklama girişimiyle de ilgilidir.

Kümbet–kilise etkileşimi
Arslan, anlatıyı Orta Asya eksenine oturtarak Ani’yi “Orta Asya’dan Ön Asya’ya giriş kapısı” söylemiyle sabitliyor. Bu okumada yerel Ermeni–Gürcü–Süryani ve İranî süreklilikler gölgede kalıyor. Oysa mimarlık tarihi açık: kümbet tipi, Selçuklulardan önce geniş İran coğrafyasında görülür (Buhara Samanî Türbesi, Tim Arab-Ata, Gurgan Gonbad-e Qâbus) ve terimin kendisi de Farsçadır (gonbad).

Selçuklu hâkimiyetiyle birlikte Kafkasya–Doğu Anadolu hattındaki taş ustaları üretimine devam etti; kümbet ve taş bezeme repertuvarı İranî–Kafkas yerel mirasa yaslanır. Mimarlık terimlerinin önemli bir kısmının Farsçadan (hane, duvar, zemin, pencere, sütun, pervaz, dam, köşk) gelmesi de bu sürekliliğin dilsel izidir. Kümbet, Orta Asya’dan gelme bir mezar kültürü değildir.

Kazı başkanı daha önce de Ani Katedrali’nin fetihten hemen sonra Alp Arslan tarafından camiye çevrildiğini, kubbedeki haçın “altın hilalle” değiştirildiğini ve “ilk cuma namazının burada kılındığını” iddia etmişti. Buna karşılık, HAYCAR üyesi ve Ani mobil uygulamasına katkılarıyla bilinen Alin Pontioğlu, bu anlatıyı doğrulayan birincil ve net bir tarihsel kayıt bulunmadığını vurgular. Pontioğlu’na göre yerel rivayet, Alp Arslan’ın ilerleyişini sürdürdüğünü ve katedrali kilise olarak bıraktığını aktarır; bölge hafızasında Melikşah’ın Ermenilere karşı müsamahakâr tutumuyla olumlu anıldığı da not edilir. Ani’nin ne olduğunu göremiyoruz, çünkü bu bilgi ile aramıza iktidar odaklı tarih anlayışı başka tür ifadeleri yerleştirmeye çalışıyor.

Ani’nin kaderine bakarsak, 1239’da Moğolların yağmasından sonra kent Gürcü-Ermeni Zakaryan beyleri üzerinden Moğol/İlhanlı egemenliğine girdi; bu dönem kentin düşüşünün başlangıcı sayılır. 1319’daki büyük deprem yıkımı ağırlaştırdı. 14. yüzyılda Celayirliler, Karakoyunlular ve Timur’un tahribatı Ani’yi sarstı. 16. yüzyılda Safeviler, ardından Osmanlılar (1579) bölgeyi kontrol etti. Ticaret yollarının kayması ve yıkımlar nedeniyle kent 17–18. yüzyılda bütünüyle terk edildi.

Mezar kültürü ve mimari etkileşim
Mezar kültürünün İran ve Ermenistan coğrafyasında değişimi, toplumun zenginlerinin ölümde bile kendi farklarını koruma isteğini gösterir. Aynı zamanda, Ermeni krallarının pagan ve Hıristiyan motiflerinin terk edilmiş devamını yansıtır.

Kümbet (gonbad), içten kubbeli–dıştan konik külahlı, çoğu kez çokgen ya da silindirik gövdeli bir anıt mezar tipidir. İslami dönemde çekirdeğini Mâverâünnehir–Kuzeydoğu İran hattındaki erken örnekler (Buhara Samanî Türbesi, Tim Arab-Ata, Gurgan Gonbad-e Qâbus) oluşturur. Doğu kiliselerinin (Ermeni, Süryani) ve Ortodoks (Gürcü) konik tamburlu kubbe siluetiyle kümbetlerin konik külahı arasındaki benzerlik, sert kış iklimlerinde karı hızla atan, dikey vurguyu ve uzaktan görünürlüğü artıran aynı yapı mantığına dayanır. Cephede kör kemer kuşakları, profil/silme dizileri ve geometrik örgüler, bölgesel atölye dolaşımıyla iki geleneği birbirine yaklaştırır; böylece Ani–Erzurum–Ahlat–Van hattında kilise–türbe–kule repertuarı ortak bir siluet dili üretir. Sonuçta, köken hattı İranî olsa da Anadolu’daki kümbetin görünüş ve yüzey dili, Ermeni/Gürcü/Süryani konik tambur–kubbe geleneğiyle kurduğu yerinde temaslar içinde biçimlenmiştir. Bizans’ın geç döneminde Süryanice (Batı Aramice) konuşan toplulukların Malatya’ya iskânı da bu üslup etkileşimini hızlandıran bir unsur olmuştur.

Bu dolaşım taş işçiliğinin repertuarında okunur: Selçuklu portallerindeki derin rölyef, Ermeni haçkârlardaki “zeminden keskin ayrışma” estetiğiyle akrabadır; silme-torus-kaval dizileri, şevli çerçeveler ve iç içe kemer kademeleri cepheye ritim verir. İranî kökenli muqarnas kavramı taş tromplar ve niş tavanlarında kademeli hücrelere tercüme edilir; tuğladaki yumuşak geçiş taşta keskinleşir. Figürlü repertuarda aslan ve çift başlı kartal egemenlik simgesi olarak, ejder–siren–grifon gibi yaratıklar liminal/koruyucu anlamlarla kapı eşiklerinde yer alır; kimi merkezlerde zodyak ve gezegen panoları kozmik düzen fikrini taş yüzeye taşır. Kitabe şeritlerinde kufi ile geç nesih–sülüs, meandr/örgü bordürlerle çerçevelenerek Ermeni ve Gürcü cephe geleneğinin “çevreleyen yazıt bandı” anlayışıyla buluşur. Ahlat kümbetleri, Kayseri Döner Kümbet (1276), Erzurum Emir Saltuk, Sivas’ın Gök ve Çifte Minareli medreseleri ile Divriği’nin olağanüstü portal plastisi bu ortak dilin düğüm noktalarıdır. Böylece Anadolu’daki “Türk-İslam” mimarisi, patronajın İslami olduğu, fakat üslup ve teknik belleğin büyük ölçüde yerel Hristiyan ustalık havzasından beslendiği bileşik bir mimari olarak görünür.

İnkâr mekanizması ve tarihyazımı
Mimarlık, bir ülkenin, bir coğrafyanın ortak tarihini anlatır. Toplumsal tarih, iktidarın kendi çıkarına göre anlattığı tarihten farklıdır. Her ne kadar iktidar olmanın gücüyle bu anlatı daha fazla taraftar ve meşruluk getirse de, Türkiye’de artık her şeyi, alakalı alakasız Orta Asya’ya bağlama iddiası –ki bunu söylediğiniz zaman bir size birçok kapıyı açmaktadır. Normal şartlarda, böylesi bir kazının başında olan insanın, kazı alanındaki çalışmalardan, onların tarihi ve kültürel anlamlarından bihaber şekilde alakasız bir açıklaması olsa, bu çalışmadaki konumu sorgulanır. Tam tersine, iktidar dili kendinden emindir, dedikleri belgelidir, kesindir, şüphe götürmez, bunu sorgulayanlar yani, iktidar söylemine yöneltilen itirazlar sıklıkla olasılıksal ve dolaylı kanıtlar üzerinden yürüdüğü iddiasıyla geçersizleştirilir; ‘dedikodu’, ‘rivayet’ ve ‘kaynaksızlık’ suçlamalarıyla damgalanır. Belirtmek gerekir ki bu kavramsallaştırmalar bana değil, ilgili literatürde yerleşik yayımlanmış değerlendirmelere dayanmaktadır. Bu iktidar anlayışı, buna mecbur aslında, çünkü bu dışlamaya çalıştığı kaynaklarda asıl gerçek yatmaktadır.

Selçukluların tarihi Ermenistan’a gelmesiyle, yönetici sınıf içinde Müslümanlaşma kendisini kısmen de olsa göstermişti, toplumsal yükselme şansını böyle bulabileceklerini düşünmüşlerdi. Osmanlı’nın son döneminde, 18. ve 19. yüzyılda Ermenilerin yöneticileri sayılabilecek önce İşkhanlar sonra da Amiralarda ise Müslümanlaşma gözükmemişti. Çünkü böyle bir değişim, onları ticaret içindeki yerlerini kaybetmelerine neden olacaktı, yani toplumsal bir düşüş anlamına gelecekti bu. Lakin aynı dönemde Ermenilerin yoksulları ve en alttakilerinin çeşitli sorunlardan kurtulabilmek için Müslümanlaşması gündemdeydi. Bu yetkisiz Ermeni kilise hukuku içine sıkışmış olmak ya da vergileri ödememe gibi sorunları barındırmaktaydı. İktidarın sunduğu imkânlara göre asimilasyonun geldiği sınıflar, yoğunluğu ve hareket yönleri tarih boyunca değişmiştir. Milliyetlere, dinlere ve kültürlere mistifikasyonun dışında değişimleri, sınıfsal ve ulusal baskıları kapsayacak değişkenlikte anlarsak, Orta Asya diye anlatılan birçok şeyin aslında buradan geldiğini görebiliriz. Yani bize Orta Asya kültürü diye anlatılmak istenilen birçok kültürel, dinsel, mimari, askeri, dilsel gelişim, aslında bu topraklardaki otokton hakların gelişimidir. İran ve Bizans devlet geleneğinin üstüne kurulmuş bu gelişim, buradaki nüfusun kendisinin geçirdiği bir değişimdir.

İnkârın bu büyüklüğü aslında Ermenilerin etkisinin tarihte ve mimarlıkta olan etkisi ve ağırlığından kaynaklanmaktadır. Yani mimari başta olmak üzere birçok meslekte bu etkisi olmasaydı ve nüfus değişimi içindeki sayısı az olsaydı böylesi bir inkâra gerek kalmazdı. Tarihsel anlatım içinde o kadar noktada Ermeniler yok sayılıyor ve isimsiz bırakılıyor ki, bu konuda kalem tutanların, ses verenlerin, fikir üretenlerin bu eksikleri Ermeni diye belirtmeleri, sanki dünyada başka bir şey yokmuş gibi ve birtakım insanlar sadece Ermeni diye tutturmuş haline düşürüyor kişiyi. Buna rağmen ikili göreve tabi tutuyor insanı bu durum, en ufak olayda bile kurbanları ve mağdurları isimleriyle anlamak ve ikincisi ise tarih anlayışını kökten reddedip, gerçekle ideolojik bir bağı olmayan ezilenlerin ve işçilerin tarihini anlatabilmek. İktidarın, asillerin ve zenginlerin tarih anlayışını kaynak alan tarih baştan gerçekten uzaklaşmış olduğu gibi, ikisi arasında dengede durmaya çalışan olursa da, iktidar lehine tutuma geçecektir. Tarihin dinamiği olan sınıflar mücadelesini ve çatışmasını kavrayabilmek bu tarihin ana görevidir. Böylelikle her inkârcı açıklama da onun karşıt açıklamasını yapmaya çalışmak yerine, o inkârcı açıklamanın dinamiklerini açıklamak ve onları ortada kaldıracak bir anlayışa geçmek gerekir. Ne onların anladığı Ani, gerçek Ani, ne onların anlattığı tarih gerçek tarih.

Selçuklu–Moğol döneminde Ermenistan
Selçuklular’ın, Anadolu’ya girmeden önce Bizans sınırında bazı sorunların yaşandığını öğrenmiş olma ihtimali çok yüksekti. Neydi bu sorunlar? Bizans, Ermeniler üzerine olan baskısını artırmış ve onların bir kısmını Kapadokya ve Kilikya (Kayseri Ağırnas’ı da kapsayan) bölgelerine zorunlu iskân ettirmişti. Bu da sınır güvenliğini iyice düşürmüştü ve Bizans ile Ermeni soyluları arasındaki gerilimi artırmıştı. Robert Bedrosian, “Armenia during the Seljuk and Mongol Periods“ başlıklı makalesinde (The Armenian People from Ancient to Modern Times. Volume I) bu konudaki bilgileri bize sunmaktadır.

11. yüzyıl ortalarından itibaren Doğu Anadolu ile Güney Kafkasya’da Selçuklu hâkimiyeti kurulsa da, bölgenin nüfus çoğunluğu Ermeni kalmaya devam etti. Yeni yönetici elit, yerel güç odaklarıyla evlilikler, iktalar ve idari-askerî işbirlikleri yoluyla uyum aradı; bu yakınlaşma, kimi örneklerde Selçuklular’ın kısmi Ermenileşmesi gibi okunan karşılıklı geçişkenlikler üretti. Bu arada Ermeni kadın ve çocukların köle olarak satılması da yaşandı. Daha sonraki yıllarda Sivas bir köle pazarına sahip olacaktı. Türkmenler bütün Suriye ve Bet Nahrin’deki bütün Kürtleri kırdıktan sonra Ermenistan’ı istila ettiler ve 36.000 Ermeni’yi köle olarak aldılar ve bunları sattılar,” diye yazar Gregory Abu’l-Farac (Bar Hebraeus), (Abu’l-Farac Tarihi, Cilt II, s. 440.)

Denge siyasetini daha iyi anlamak gerekiyor. 1072 yılında Alp Arslan’ın ölümü Ermeniler için değişiklikler getirdi. Alp Arslan’ın oğlu Melikşah (1072-1092), babası ve büyük amcası Tuğrul’un aksine, göçebe bir savaş beyinden çok, kültürlü ve iyiliksever bir yönetici olarak hareket etti. Veziri Nizamülmülk’ün (1063-1092) rehberliğinde Melikşah, Türkmenlerin Hristiyan ve Müslüman tebaasına yönelik yağma ve talanlarını durdurmak için harekete geçti. Çünkü bu talanlar sulama sistemlerini bozuyor, ekinleri yok ediyor ve büyük açlık dönemlerini başlatıyordu. Bu dengesizlik üzerine siyasi istikrar pek mümkün gözükmüyordu.

Lakin ilk başta bu süreç kendi yapılanmasını ortaya çıkardı. Buna en ilginç örnek ise Danişmend Beyliği (devleti) idi. Malazgirt sonrasında Orta-Kuzey Anadolu’nun sınır kuşağında şekillenen siyasî düzen, tek hatlı ‘Türk-İslâm’ kimliğiyle açıklanamayacak ölçüde çoğulcudur. Dânişmendlilerin kökeniyle ilgili kaynaklara bakalım. Urfalı Mateos, Chronicle’da Gümüştegin Ahmed Gazi için “Ermeni milletinden” (s. 368, Dostourian çevirisi) der: “Aynı yıl, Rum ülkesinin büyük emiri Danişmend öldü. Ermeni milletindendi; iyi huylu bir adam, halkın hayırhahı ve Hristiyan müminlere karşı merhametliydi. Bu yüzden idaresi altındaki Hristiyanlar arasında büyük bir üzüntü oldu. Ardında on iki oğul bıraktı ve en büyük oğlunun adı Gazi idi” (s. 368). Bu konudaki diğer başlıca kaynaklar: Vardan Arewelts’i - Universal History (Hawak’umn); Smbat Sparapet - Chronicle; Niketas Khoniates - Historia (Χρονική Διήγησις) (TTK, çev. Fikret Işıltan).

Diğer taraftan ise Danişmentlerin Türkmen beyliği olduğu iddiasını Robert H. Hawsen’de dile getirmekte. (Sivas, s.65) Aynı kitapta S. Peter Cowe prens Tavit, büyükoğlu Arev ile Müslümanlığa bu dönemde geçtiği belirtiliyor. Tavit için “Ermenileri 11. yüzyılda Sivas ve civarına getiren Ermeni Kralı Senekerim’in oğlu ve bu yerleşimin [Tavra Köyü] kurucusu olan Tavit’ten geldiği söylenmektedir. (Sivas Raporu, Hrant Dink Vakfı, s.124)

Ayrıca hanedanın çevresindeki savaşçılar arasında Ermenice adların görünürlüğü bu etkileşimi somutlaştırır. Nümismatik veriler de bu çoğulluğu destekler: Danişmend sikkelerinde haç ve Mesih büstü gibi Bizansî-Hristiyan ikonografisinin kullanılması, yerel meşruiyet arayışıyla kültürel ödünç almanın birlikte işlediğini gösterir. Van Gölü havzasında Ahlat (Khlat) emirlerinin ‘Şah-ı Ermen’ unvanını benimsemesi ve yerli aristokrasiyle evlilik ilişkileri kurması ise 11-12. yüzyıllarda ‘Ermenileşme’nin etnik bir dönüşümden çok, unvan politikaları, evlilik stratejileri ve sanat-zanaat ağları üzerinden işleyen kültürel-siyasal bir sentez olduğunu düşündürür. Tarihteki ilk Müslüman Ermeni devleti (beyliği) sayılabilecek olan Danişmendler, Anadolu Selçuklular tarafından yenilgiye uğratılır.

1225-1230 arasında Harzemşah Celâleddîn’in tahripkâr akınları (Dvin, Tiflis, Lori) kıtlık ve salgınları tetikledi; kırılgan şehirleşme ve ticaret ağları ağır darbe aldı. Ardından Moğollar iki dalgada geldiler: 1236’da kuzeydoğu ve kuzey Ermenistan, 1242–1245 arasında Garin/Erzurum–Khlat–Amid hattı. 1243 Kösedağ bozgunu Rum Selçuklularını Moğollara bağımlı kıldı; Sivas, Kayseri, Divriği ardı ardına düştü. İşgal sonrası barış döneminde vergi düzeni ağırdı: Taşınır ve taşınmaz mallardan yüzde 3 ila 10 arasında vergi alınıyor, Hristiyan yetişkin erkeklerden cizye toplanıyordu. 1252–57 tahriri bu yükü daha da artırdı.

1256 sonrası bölge İlhanlı idaresine bağlandı. Büyük Ermeni hanedanlarından birkaçı (Orbelianlar, Hasan Celalyan vb.) inju (doğrudan saraya bağlı hazine arazisi) statüsüyle merkeze eklemlendi; yerel hiyerarşi bölünerek dengelendi. Nesturî etkili Moğol elitinin nispi esnekliği Hristiyan kurumlarına dönem dönem alan açtı; fakat isyan ve tahsilat krizlerinde kiliseler dahi tahribattan muaf olmadı. Paradoksal biçimde, Pax Mongolica uzun mesafe ticaretini canlandırdı: Ermeni tüccarlar (metsatun) Karadeniz limanları - Ceneviz/Venedik kolonileri üzerinden zenginleşti; şehir ağları bir süre finansal canlılık kazandı. Buna rağmen, kontrolsüz göçebe akınları (özg. Türkmen kitleleri) şehirleri yağmalayıp sulama altyapısını bozdu; tarım meralaştı, şehirleşme kapasitesi eridi. 14. yüzyıl sonunda Timur seferleri yeni bir yıkım dalgası getirdi. Geçen yazıda ele aldığım Polonya’ya kadar uzanacak göçlerin bir kısmı da bu dönemde gerçekleşmişti.

Moğolların çeşitli dinlere gösterdiği toleranslı yaklaşımla ile Timur’un siyaseti arasındaki farktan dolayı, Timur hala Ermeniler tarafından kötü bir nam ile anılır. Timur’un adı, özellikle Ermeni hafızasında olumsuz anılır. 1400 Sivas kuşatmasında teslim olan garnizonun “diri diri gömülmesi” olayı birincil anlatılarda (ör. Schiltberger) açıkça yer alır; etnik kimlik belirtilmez. Buna karşılık 1911 Encyclopædia Britannica “4.000 Ermeni’nin diri diri gömüldüğünü” yazar, tıpkı Robert H. Hawsen gibi. (Sivas, Aras yayıncılık, S. 68) Kuşatma sırasında Sivas, 1398’den beri Osmanlı idaresindeydi; şehirde kayda değer bir Ermeni nüfus bulunuyordu ve uzun, inatçı bir savunma yapılmıştı. Tarihsel bağlamda Sivas, 11–12. yüzyılda Dânişmendlilerin başlıca merkezlerinden (fiilî başkentlerinden) biri olmuş, Niksar ve Tokat’la birlikte beylik coğrafyasının çekirdeğini oluşturmuştu.

bianet.org/yazi/ani-ve-tarihse

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.