Show newer

Her şey aynıdır, hiçbir şeye değmez, dünyanın Zerdüşt Sözleri anlamı yoktur, bilmek insanı boğar.

Friedrich Nietzsche

‘Alo MI6’ promosyonu için neden İstanbul seçildi?
Britanya’nın meşhur dış istihbarat servisi MI6 Başkanı'nın, dünyadaki tüm Ruslara, Çinlilere ve İranlılara meydan okumak için neden Türkiye'yi seçtiği üzerine türlü spekülasyon yapılabilir. Demek ki Türkiye’nin NATO bloğunun ‘tartışmasız’ bir aktörü olduğuna koyu vurgu yapılması ihtiyacı hasıl oluyor! Bir de işin Türkiye’deki iktidar içi dengelere kadar uzanabilecek bir çakışma boyutu var ki evlere şenlik!

t24.com.tr/yazarlar/cansu-caml

Görülmeyeni gösteren, unutulanı hatırlatan toplumsal hafıza perdesi: FilmAmed’den Türkiye’ye bakmak
Türkçeye “topluca yapılan şenlik ve kutlama” diye tercüme edilebilecek “festival” kelimesi o anda vücut buluyordu ve ben bunu diğer kültür-sanat editörü arkadaşlarıma anlık video ve fotoğraflarla aktarıp “böylesini görmediniz” diyordum

t24.com.tr/yazarlar/faruk-ekic

Sevmek zorunda değilsiniz, ama…
4 Ekim Dünya Hayvan Hakları Günü: ‘İnsan merkezci’ saplantılarımızı da, kibrimizi de terk etmek, yeniden düşünmek için belki de bir fırsat; bir ‘yüzleşme günü’…

artigercek.com/makale/sevmek-z

Devlet kendi terörüyle de yüzleşmelidir

‘Pazarlık yok’ teranesi
Devlet, başlatılan süreci istediği gibi biçimlendirmek amacıyla “terörsüz Türkiye” diye tanımlamaktan vazgeçmiyor. Bu tanımlamayla Kürt halkının haklı davasını ve Kürt özgürlük mücadelesini, terör olarak yaftalamakta, daha önemlisi kendi yaptığı terörün üstünü örtmektedir.
yeniyasamgazetesi9.com/devlet-

Bugün bir kez daha
gördüm:
Türk solu denilen yapı, yıllardır kendisini “devrimci, ilerici, özgürlükçü” olarak tanıtsa da aslında en kritik yerde omurgasızlığını kanıtlamıştır.
Onların “özgürlük” ve “eşitlik” nutukları, Kürt halkının hakları söz konusu olduğunda bir anda suskunluğa dönüşür. Yıllardır aynı ikiyüzlülük…

12 Eylül faşizmi herkesi ezdiğinde bile, Kürtlerin yaşadığı özel zulmü görmezden geldiler. 1990’larda köyler yakılırken, faili meçhuller ortalığı kasıp kavururken, sahte bir
“anti-emperyalizm” maskesiyle devletin Kürt politikasının yanında hizalandılar. Bugün de aynı: “demokrasi” diye bağırıyorlar ama iş Kürtlere gelince devletin resmi tezlerini tekrarlıyorlar.
Bu mudur solculuk?
Bu mudur ilericilik?

Asıl acı olan şu ki, Kürtlerin bir kısmı hala bunlara methiyeler düzüyor. Hala “belki bu defa farklı olur” diye umut bağlıyorlar. Oysa tarih defalarca gösterdi ki bu sahte dostlukların tek sonucu ihanettir. Kürtler, dost bildikleri sol hareketlerden defalarca sırtlarında hançer yedi. Yine de aynı hatayı tekrarlamakta ısrar ediyorlar.

Bu, sadece siyasetin değil, vicdanın da çöküşüdür. Bu, koca bir halkın göz göre göre kandırılmasıdır. Ve maalesef Kürtler, kendi trajedilerinin ortağı olan bu yalancı dostlukları hala alkışlıyor.

Yazık, çok yazık!

Mahmut Uzun

instagram.com/p/DPWg9kXDNiq/

"Hiç kimse öylesine zengin değildir ki bir başkasının emeğini satın alabilsin, ve hiç kimse öylesine yoksul değildir ki emeğini satmaya mecbur olsun. Bütün işler özgürlük içinde ve haz için yapılır; emeğin meyveleri ise onu yaratanlara eşit şekilde aittir."

William Morris

Dindarlığınızı Tanrı’ya gösterin, bana insanlığınız lazım.

Friedrich Nietzsche

Eğer her şey çocukluk dönemi ile açıklanırsa, o zaman her şey bir başkasının kusuru olarak değerlendirilir ve insanın kendi sorumluluğunu üstlenme gücüne duyulan güven de küçümsenmiş olur.

ERIK ERIKSON

Zeynep Celaliyan’ın sağlık durumu ciddiyetini koruyor

🔴İran'da neredeyse 20 yıla yakındır tutuklu olan Kürt kadın aktivist Zeynep Celaliyan'ın sağlık sorununun ağırlaştığı, durumunun kritik bir aşamaya geldiği bildirildi...
leylavan.net/zeynep-celaliyani

Yalan söyleyemeyen, gerçeğin ne olduğunu bilemez

Friedrich Nietzsche

Rigas'tan 1921 Anayasası'na: Eşitlik için hangisine dönelim

Tolga Güney

“Ne güne dek arkadaşlar, darda yaşayacağız, / aslanlar misali, yalnız, bayırlarda dağlarda…/ Bir saatlik özgür yaşam yeğdir bize/ Kırk yıllık köleliğe, hapise. … /Köleysen eğer, neye yarar yaşaman? / Düşün, ateştesin her an. / İster vezir ol, efendi ya da tercüman/ Hep boşa harcar seni Tiran. / Yiğit kapetasyonlar, papazlar, siviller/ ve ağalar, öldü hepsi haksız kılıç altında/ Öylesine çoktur bunlar, Türkler ve Rumlar/ Yitirdiler yaşamla servetlerini, nedensiz”

Yeni anayasa hazırlığıyla birlikte 1921 Anayasası'na dönülmesi ve bu anayasanın şimdikinden daha demokratik olduğuna dair söylemler ve tartışmalar sürüyor. Ancak varlığını Anadolu'nun Hristiyan nüfustan temizlenmesi ve mallarına çökülmesi üzerine kuran bir yapının oluşturduğu bir anayasanın demokratik olduğunu söylemek ne kadar mümkün? 24 maddeden oluşan bu anayasa güçler ayrılığı yerine güçler birliğini esas alan; yasama, yürütme ve yargıyı tek elde toplayan, azınlıklara dair tek bir maddesi bulunmayan, şer-i hukukun halen geçerli olduğunu anlatan, anadilin Türkçe olduğunu vurgulayan bir metinken buraya dönmeyi anlatmak ne kadar doğru? 24 madde içerisinde olumlu tek yönün 14 maddede genişçe anlatılan “kısmi özerklik” olduğunu söyleyebiliriz. Bunun da içinde bulunulan savaş durumunun ciddiyeti, yeni kurulmakta olan bir devletin kısmi tavizleri ve Müslümanlık Sözleşmesi’nin gereği olarak yapıldığını söylemek pek yanlış olmaz.

Buna karşılık Osmanlı döneminde, özellikle Rum ve Ermeni aydınları tarafından hazırlanan daha özgürlükçü anayasa çalışmaları olduğunu söyleyebiliriz. Bunların en bilineni Rigas Feraios'un hazırladığı ve uğruna öldürüldüğü anayasadır. Aslında Osmanlı dönemindeki padişahların isyan ya da dış baskı sonucu hazırlamak zorunda kaldığı metinler ve reformlar 19'uncu yüzyıl ile başlar. II. Mahmut’un âyanlar ile imzalamak zorunda kaldığı 1808 tarihli Sened-i İttifak, ilk ‘anayasal belge’ olarak kabul edilirken ilk anayasa ise 1876 tarihli Kanun-i Esasi oldu.

Kanun-i Esasi'ye kadar 1839'da Tanzimat Fermanı ve 1856'da da Islahat Fermanı yayımlandı. Bu iki fermanda da can ve mal güvenliği, adil yargılanma, Müslümanlar ile Müslüman olmayan halkın eşitliği, dini özgürlük, eşitlik ve devlet memuru olma gibi haklar getirildi. Bu fermanlar bir yandan Avrupa ülkelerinin baskısı bir yandan ise merkezi yapıyı koruyarak Osmanlı'nın dağılmasını önlemek amacıyla "mecbur" kalınarak ilan edilen metinler oldu.

Seçilmiş bir meclis ve demokratik yönetim organlarını anayasasına yazan Rigas, seçme ve seçilme hakkını 1921'den çok önce düzenleyerek, seçimlere yalnızca mülk sahiplerinin değil halkın tümünün katılmasını ve seçilenlerin ülkenin temsilcisi olmasını öngördü.

Rigas Anayasası

Fakat Velestinli Rigas bunlardan bağımsız olarak ilk anayasal metin kabul edilen Sened-i İttifak'tan da yıllar önce Osmanlı döneminde ilk sivil anayasal mücadele yürüten kişi oldu. Hayal ettiği Osmanlı’nın önündeki engelin "tiran" yani padişah olduğunu düşünen Rigas, dil ve din farkı gözetmeden ‘bütün ulusların’ bir arada yaşayabileceği, hiçbir ulusun diğerleri üzerinde egemen olamayacağı bir düzeni savundu. Bunu kurmanın yolunun da tüm ulusların birleşerek tirana karşı ayaklanmasından geçtiğini söyleyen Rigas, cumhuriyetçi bir yönetim önererek, padişah yerine halk egemenliğine dayalı bir sistem öngördü. Seçilmiş bir meclis ve demokratik yönetim organlarını anayasasına yazan Rigas, seçme ve seçilme hakkını 1921'den çok önce düzenleyerek, seçimlere yalnızca mülk sahiplerinin değil halkın tümünün katılmasını ve seçilenlerin ülkenin temsilcisi olmasını öngördü. Yine Rigas Anayasası, 1921 Anayasası'nda bile yer almayan yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrılığı ilkesini benimsedi.

Yasa karşısında herkesin eşit olduğunun vurgulandığı anayasada, verginin zenginlikle orantılı şekilde alınması gerektiği söylenirken, Rigas Anayasası’nın 35'inci maddesi direnme hakkı “İdare, halkın ya da halkın bir kesiminin şikâyetlerini dinlemediği ve halletmediği durumda halkın ayaklanması en kutsal haktır” ifadeleri ile tanınıyor. Geniş özgürlükler tanıyan anayasanın son maddesi ise şöyleydi: “Anayasa Helenlere, Türklere, Ermenilere, Yahudilere ve başka bütün uluslara... eşitliği, özgürlüğü ve mal güvenliğini, din özgürlüğünü, sonsuz basın özgürlüğünü... toplantı özgürlüğünü ve insan haklarını garanti eder.”

Rigas, Ekim 1797’de ‘İnsan Hakları Bildirgesi’ni ve ‘Anayasa İlkeleri’ni hazırlar ve bastırır. Bu iki metin bir arada ‘Rigas’ın Anayasası’ olarak bilinir.”

Halkların birliğini ve eşitliğini savunan Rigas, yayınlarına da el koyan Viyana polisi tarafından tutuklanarak Osmanlı'ya teslim edildi. Kırk gün işkence gören Rigas, İstanbul’dan gelen ferman uyarınca kementle boğularak öldürülüp Tuna’ya atılır.

1793 Fransız Anayasası’nı ‘izleyen’ Anayasa, üç bin nüsha bastırılırken, ilk bölüm 35, ikinci bölüm 124 maddeden oluşuyor. Rigas Anayasası’nın girişinde ‘Helen’ demokrasisinden söz eder, fakat Eski Yunan demokrasi biçimlerinin bir kimliğin egemenliğinden çok tümünün birlikteliği ile geleceğini savunur.

Anayasanın insan hakları kısmında temel yurttaş hakları (mülkiyet, kanuni hakim, müsadere yasağı...), kişi güvenliği, ‘sosyal hak’ olarak kabul edilebilecek ilkeler bulunuyor. Bunlar arasında çalışanlara yardım sağlanması, herkese okuma yazma öğretilmesi, yoksulların vergi vermemesi gibi haklar var.

Halkların birliğini ve eşitliğini savunan Rigas, yayınlarına da el koyan Viyana polisi tarafından tutuklanarak Osmanlı'ya teslim edildi. Kırk gün işkence gören Rigas, İstanbul’dan gelen ferman uyarınca kementle boğularak öldürülüp Tuna’ya atılır.

Sırbistan: Sretensky Anayasası

Rigas'tan yıllar sonra 1835'te yine Osmanlı'nın bir parçası olan Sırbistan Prensliği'nde Sretensky Anayasası kabul edildi. Sırbistan’da anayasa girişimleri, Osmanlı’dan özerklik kazanma sürecinde Sırp liderlerin kendi yönetim sistemlerini kurma çabalarıyla şekillenirken, bu girişimler devletten bağımsız olarak Sırp toplumunun kendi inisiyatifiyle yürütüldü. Anayasa, bugün hala demokrasi ve anayasallığın bir standardı olarak kabul edilen yasama, yürütme ve yargı olmak üzere iktidarın bölünmesini sağlamayı hedeflerken iktidar prens, devlet konseyi ve halk meclisinden oluşuyordu. Sırbistan’ın ilk yazılı anayasası olarak kabul edilen Sretensky Anayasası, monarşik bir sistemin içinde, prensin yetkilerini sınırlayan bir meclis (Skupština) kurulmasını önerdi. Kişinin dokunulmazlığı, yasal yargılanma hakkı, hareket ve yerleşme özgürlüğü, konut dokunulmazlığı, meslek seçme hakkı, vatandaşların din ve milliyetine bakılmaksızın eşitliği gibi temel hakların tanındığı metinde, yargı bağımsızlığı ve vergi reformları öngörüldü. Anayasa köleliği ve feodal ilişkileri ortadan kaldırırken, Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilip Prens Miloš Obrenović'in yeminiyle onaylanmasına rağmen Osmanlı, Rusya ve Avusturya'nın baskısı altında sadece 55 gün sonra askıya alındı.

Bu girişimler, Sırbistan’ın 1878’de Berlin Antlaşması ile tam bağımsızlığa ulaşmasında ve modern bir devlet yapısı kurmasında temel oluşturdu.

Rigas’ın Anayasası, tüm Osmanlı Devleti'ni kapsayan demokratik bir devrimi öneren ilk belgelerden biri olarak kabul edilirken, diğer anayasa girişimleri (Genç Osmanlılar veya Ermeni Nizamnamesi) daha çok reformist veya cemaat bazlı olarak kaldı.

Romanya’da girişimler

Sırbistan'ın yanı sıra Eflak ve Boğdan'da da Hıristiyan topluluklar kendi yönetimlerini modernize etmeye çalıştı. 1821'de Tudor Vladimirescu liderliğinde Eflak’ta başlayan isyan sonrası Vladimirescu, bir “Halk Meclisi” kurulmasını önerdi ve temel hakları (özgürlük, eşitlik, vergi reformu) garanti altına alan bir yönetim modeli talep etti. Bu öneriler, yazılı bir anayasa taslağına dönüşmese de anayasal düşüncenin erken bir örneğiydi. İsyan, Osmanlı Devleti’nden bağımsız olarak yerel liderler tarafından başlatıldı, ancak Osmanlı ve Rus müdahalesiyle bastırıldı.

Bu isyan bir bölgede değişimin temeli olurken, 1831-1832 yıllarında Eflak ve Boğdan için ayrı ayrı nizamnameler hazırlandı. Osmanlı Devleti’nin onayıyla, hazırlanan bu belgelere göre, Voyvodaların yetkilerini sınırlayan bir meclis (Divan) kuruldu; vergi sistemi, adalet ve eğitim reformları düzenlendi, temel haklar (mülkiyet, din özgürlüğü) tanındı. Nizamnameler, Eflak ve Boğdan’ın 1859’da Romanya adıyla birleşmesiyle sonuçlanan süreci hızlandırdı ve 1866 Romanya Anayasası’na zemin hazırladı.

Hristiyan cemaatlerin girişimleri

Rigas’ın Anayasası, tüm Osmanlı Devleti'ni kapsayan demokratik bir devrimi öneren ilk belgelerden biri olarak kabul edilirken, diğer anayasa girişimleri (Genç Osmanlılar veya Ermeni Nizamnamesi) daha çok reformist veya cemaat bazlı olarak kaldı. Tanzimat Fermanı'nın yayınlanmasının ardından gelen görece özgürlük döneminde birçok anayasal düzeyde kabul edilebilecek metin hazırlandı. Cemaatler, Tanzimat dönemiyle birlikte Batı’daki anayasal modellerden etkilenerek kendi yönetimlerini modernize etmeye çalıştılar. Bu girişimler, devletten bağımsız olarak cemaatlerin kendi aydınları ve liderleri tarafından başlatıldı, ancak yürürlüğe girmesi için Osmanlı Devleti’nin onayı gerekti. Bu nedenle, tamamen bağımsız olmaktan ziyade, devletin dolaylı denetimi altında gerçekleşen bu girişimler, cemaatlerin iç işlerinde demokratikleşme ve laikleşme yönünde adımlar oldu.

Bunlardan birisi olan 'Ermeni Milleti ve Nizamname-i Millet', Ermeni cemaatinin iç işlerini düzenleyen bir metin oldu. 1860 Nizamnamesi ile cemaatin dini ve dünyevi işlerini düzenleyen bir anayasa oluşturuldu. Ancak bu düzenleme Osmanlı Devleti tarafından reddedildi. 1863 Nizamname-i Millet ise ilk nizamnamenin revize edilmesi ile kabul edildi. Buna göre Ermeni Patrikhanesi’nin yetkileri sınırlandırıldı; patriğin mutlak otoritesi yerine, cemaat işlerini yönetmek için seçilmiş bir meclis (Meclis-i Umumi) kuruldu. Laik ve dini temsilcilerden oluşan bu meclis, eğitim, sağlık, vergi toplama ve cemaat içi adalet gibi konuları yönetiyordu. Yine nizamname cemaat üyelerinin temsilcilerini seçebildiği bir seçim sistemi getirildi.

Osmanlı'nın bir diğer Hristiyan milleti Rumlar da 1862 Rum Milleti Nizamnamesi ise kendi nizamnamesini oluşturdu. Bu belge, Patrikhane’nin yetkilerini düzenliyor ve cemaatin dünyevi işlerini yönetmek için karma bir meclis (Etniki Meclis) kuruyordu. Belgeye göre patrik seçiminde cemaatin temsilcilerinin rolü artırıldı, cemaatin gelir ve giderlerini yönetmek için bir mali komisyon kuruldu, eğitim ve kilise işleri için ayrı meclisler oluşturularak yönetim demokratikleştirildi.

Bulgar Eksarhlığı'na bağlı Sveti Stefan Kilisesi, İstanbul Fatih'te

İstanbul Rumlarının yanı sıra Girit Rumları da kimi girişimlerde bulundu. Girit Rumları, Osmanlı yönetimine karşı 1866-1868 isyanında özerklik ve kendi yönetimlerini düzenleme hakkı talep ederken, isyan sırasında, adanın iç işlerini düzenlemek için bir “Geçici Yönetim” kuruldu. Bu yönetim, bir meclis oluşturarak vergi toplama, adalet ve eğitim gibi konularda kararlar aldı. Yazılı bir anayasa taslağı ortaya çıkmasa da bu yönetim proto-anayasal bir düzen olarak değerlendiriliyor. İsyanın bastırılmasından sonra, Osmanlı'nın da onayıyla 1868 Organik Nizamname'si hazırlandı. Bu nizamname, Hıristiyan ve Müslüman toplulukların eşit temsilini sağlayan bir idari meclis kurdu ve yerel özerkliği artırdı.

Yine 1870'de Rum Patrikhanesi’nden ayrılarak kendi kiliselerini (Bulgar Eksarhlığı) kuran Bulgarlar da kendi iç yönetimlerini düzenlemek için anayasal girişimlerde bulundular. Buna göre Eksarhlık’ın yönetimi için seçilmiş temsilcilerden oluşan bir meclis kuruldu, cemaatin eğitim, kültür ve dini işleri için özerk bir yapı oluşturuldu. Bu girişimler 1878 Berlin Antlaşması’yla Bulgaristan’ın özerk bir prenslik haline gelmesinde dolaylı bir rol oynadı. Öte yandan Osmanlı içinde bulunan Arnavut ve Yahudi toplumları da kendi cemaatlerine yönelik düzenlemeler içeren girişimlerde bulundu.

Tüm bu katliamların üzerine 20 Ocak 1921'de ilan edilen ve bugünlerde ona dönüş çağrıları yapılan 1921 Anayasası ne kadar demokratik olabilirdi. Azınlıklara dair tek kelimenin geçmediği, güçler birliğini esas alan ve halen şer-i hukuku öngören bu anayasa olumlu denilebilecek tek özelliği ise görece özerklik tanıması oldu. Bu tek başına yeterli mi?

Lübnan’da halkların talebi

Anadolu ve Balkanlar'da yaşanan bu gelişmelerin yanı sıra Lübnan'da da kimi girişimlerde bulunuldu. Marunîler, Dürzîler, Sünnîler, Şiiler ve daha birçok topluluğunun yaşadığı bölgede halklar özerklik, anayasa ve temel hakların tanınması taleplerinde bulundu.

Bu talepleri üzerine Osmanlı'nın onayıyla ilk olarak 1842’de Çift Kaymakamlık Sistemi getirildi. Çift Kaymakamlık, yazılı bir anayasa olmasa da yerel yönetimlerin dini temelde özerkliğini düzenleyen bir proto-anayasal düzenlemeydi. 1861'de ise Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı ve Organik Nizamname ilan edildi. Buna göre Cebel-i Lübnan, Hıristiyan bir mutasarrıf (valinin eşdeğeri) tarafından yönetilecek, bölge, dini ve etnik temelde idari birimlere ayrılacak, her birim, kendi topluluğunun temsilcileri tarafından yönetilecekti. Buna göre bir “İdari Meclis” kuruldu; bu meclis Marunîler, Dürzîler, Sünnîler, Şiiler ve diğer topluluklardan temsilciler içeriyordu. Meclis, vergi toplama, eğitim ve yerel yönetim işlerini düzenliyordu. Yine nizamname ile temel haklar (mülkiyet, din özgürlüğü) garanti altına alındı.

Rigas’ın katledildiği Nebojša Kulesi’nin önündeki anıt

1921 Anayasası yeter mi?

Osmanlı'nın dış baskılarla da olsa Hristiyanlara karşı tanıdığı bu özerklik, önce Abdülhamit'in tahta çıkması ve Kanuni Esasi'yi askıya alması sonrasında da İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Anadolu'yu Hristiyanlardan temizlemek istemesi ile yerini katliamlara bıraktı. Anayasayı rafa kaldırıp, parlamentoyu fesheden Abdülhamit 33 yıl sürecek İstibdat Dönemi’nde tüm muhaliflere ama özellikle Ermenilere yönelik katliam ve sürgün girişimlerinde bulundu. 300 bin Ermeni’nin hayatını kaybedeceği bu süreç, Hristiyan uluslara yönelik sürecek olan soykırım planının başlangıcı oldu. Bu tarihten 1921'e kadar 1915 Ermeni, Süryani ve 1919 Rum soykırımları ile en az 2 buçuk milyon Hristiyan katledildi.

Tüm bu katliamların üzerine 20 Ocak 1921'de ilan edilen ve bugünlerde ona dönüş çağrıları yapılan 1921 Anayasası ne kadar demokratik olabilirdi. Azınlıklara dair tek kelimenin geçmediği, güçler birliğini esas alan ve halen şer-i hukuku öngören bu anayasa olumlu denilebilecek tek özelliği ise görece özerklik tanıması oldu. Bu tek başına yeterli mi? Elbette yetmez.

“Bizim istediğimiz eşitlik. Talebimiz Ermeni, Türk, Kürt, Alevi, Laz, Ezidi, Süryani, Arap ve Kıptilerle birlikte eşit koşullarda kardeşçe yaşamak istiyoruz... Yaşasın sosyalizm"

Yüzümüzü Rigas ve Paramaz’a dönelim

Halkların birlikte yaşamını ve halk egemenliğini istiyorsak dönmemiz gereken yerin Rigas Anayasası olduğunu bilmeliyiz. Yüzlerce yıl önce Helen topraklarından çıkan özgürlük ve eşitlik sesine kulak vermeliyiz. Anayasamızın hak ve özgürlükleri temel alan, eşitliği sağlayan, zenginden daha fazla vergi alınmasını isteyen bir düzleme gelmek gerçek anlamda demokratik bir devrimin önünü açmak istiyorsak, yüzümüzü Rigas'ın yıllar önce işaret ettiği noktaya dönmeliyiz. Tabii ki işçilerin günde 8 saat çalışması, anadilde eğitim talebi uğruna idama giden Ermeni Sosyalisti Paramaz'ı (Madteos Sarkisyan) da unutmayalım. Paramaz'da tıpkı Rigas gibi halkların birlikte yaşamını savundu ve idam sehpasından “Bizim istediğimiz eşitlik. Talebimiz Ermeni, Türk, Kürt, Alevi, Laz, Ezidi, Süryani, Arap ve Kıptilerle birlikte eşit koşullarda kardeşçe yaşamak istiyoruz... Yaşasın sosyalizm" diye seslendi. Eğer bu toprakların eşitlikçi, özgürlükçü, demokrat, sosyalistlerini anacak ve bir yerlere geri döneceksek, Rigas ve Paramaz’ın uğruna ölüme yürüdüğü ideal ve taleplere dönmeliyiz.

Yazıya son noktayı Rigas'ın yıllar önce bize seslendiği şiiri ile koyuyorum:

“Ne güne dek arkadaşlar, darda yaşayacağız, / aslanlar misali, yalnız, bayırlarda dağlarda…/ Bir saatlik özgür yaşam yeğdir bize/ Kırk yıllık köleliğe, hapise. … /Köleysen eğer, neye yarar yaşaman? / Düşün, ateştesin her an. / İster vezir ol, efendi ya da tercüman/ Hep boşa harcar seni Tiran. / Yiğit kapetasyonlar, papazlar, siviller/ ve ağalar, öldü hepsi haksız kılıç altında/ Öylesine çoktur bunlar, Türkler ve Rumlar/ Yitirdiler yaşamla servetlerini, nedensiz”
politikart.net/yazi/rigastan-1

Fotoğrafın Sessiz
Çığlığı

Bu karede gördüğümüz çocuklar, aslında tarihin en acı sayfalarından birinin tanıklarıdır. Onların masum bakışlarının ardında, anneleri ve babaları soykırımda öldürülmüş olmanın tarifsiz hüznü saklıdır. Geriye kalan bu yetimlerin önüne bir katilin portresi konulmuş, ellerine Osmanlı bayrağı tutuşturulmuş ve kameraya “itaatkar tebaanın” temsili olarak sunulmuşlardır.

Peki, insan kendi elleriyle yok ettiği bir halkın çocuklarını sahiplenince, bu gerçekten bir merhamet göstergesi midir?
Yoksa katliamın üstünü örtmeye dönük bir sahneleme midir?
Üstelik ortada duran portre, bizzat bu yıkımın fermanını veren bir katile aittir. Bu fotoğraf, sadece yetimlerin değil, aynı zamanda tarihin kandırılmak istenen vicdanının resmidir.

Hem yok edeceksiniz, hem de dünyaya şirin görünmeye çalışacaksınız. Medeni dünyanın gözünde insani bir manzara çizmek için çocukların gözyaşlarını propaganda malzemesi yapacaksınız.
Barbarlık işte tam da budur: Hem öldürmek, hem sahiplenmek; hem yok etmek, hem de kurtarıcı rolüne soyunmak.

Bugün bile bu devlet, Ermeni Soykırımı’nı kabul etmiyor. Oysa bu inkar, sadece geçmişe değil, bugüne ve yarına da yöneliktir. Çünkü kabul etmek demek, aynı zihniyetin Kürtlere, Ezidilere, Alevilere ve farklı inançlara karşı işlediği ve işleyeceği suçların da itirafı demektir. Tarihi reddetmek, aslında gelecekte aynı suçları işleme niyetinin gizlenmesidir.

Düşünün:
• Dersim’de on binlerce insan katledildiğinde de “medeniyet” adına yapıldığı söylendi.
• 1990’larda köyler yakılıp yüz binler sürgün edildiğinde de “terörle mücadele” bahanesi ileri sürüldü.
• Bugün Kürtlerin kimliği, dili ve iradesi hedef alındığında da “birlik ve bütünlük” kılıfı kullanılmakta.

Aynı sahne, farklı figüranlarla tekrar ediyor. Dün Ermeniler, Süryaniler, Rumlar bu topraklarda yok edildiler. Bugün ise Kürtler benzer bir kaderin kıyısına itiliyor.

Bu fotoğraf bize şunu söylüyor: Bir devlet, işlediği suçlarla yüzleşmediği sürece, o suçları tekrar etmekten geri durmaz. Ermeni yetimlerinin o bakışları, sadece geçmişin çığlığı değil; aynı zamanda bugünün ve yarının uyarısıdır.

Mahmut Uzun
instagram.com/p/DPTpZefjCfW/

"Aşkta daima biraz cinnet vardır. Fakat cinnette de her zaman biraz akıl vardır".

Friedrich Nietzsche

Çok fazla insan doğuyor, lüzumsuzlar için vardır devlet.

Friedrich Nietzsche

İşçilerden oluşan bir diktatörlük komitesi, kesinlikle kendini beğenmişlik ve hükümsüzlükle en çok şişirilmiş ve dolayısıyla en devrim karşıtı şeydir.
- Joseph Dejacque

Nedim Dertli yazdı | Deniz, İstanbul ve Zaven Biberyan

Deniz ne nostaljik bir retorikle öykülerin başkişilerini romantize eder ne de dönemin güncel ve reel-politik didaktizmine teslim olur…

Zaven Biberyan. Fotoğraf: Tilda Mangasar Biberyan Arşivi. / Arka planda İstanbul, 1961 (kolaj).

Zaven Biberyan’ın ilk ve tek öykü kitabı Deniz (Dzovı), 1961’de Getronagan Lisesi’nden Yetişenler Derneği tarafından yayımlandığında, dönemin edebiyat çevrelerinde –gerek yapısal dinamikler gerekse yerleşik ön kabuller nedeniyle– hak ettiği eleştirel ve kamusal ilgiyi görmez; bu kayıtsızlık maatteessüf yapıtı uzun bir süre edebiyat tarihinin çeperlerinde unutulmuş ya da ihmal edilmiş olmanın yalnızlığına ve sessiz sürgününe mahkûm etmiştir.

Romanla ve anılarla biçimlenen yazarlık evresinin ardından Biberyan öykü türüne yönelir. Deniz, 1940’lardan 1960’ların başına dek kaleme aldığı öykülerin çoğunu kapsar (tefrika edilen ya da edilmeyen bazı öyküleri bu toplamın dışındadır). Kitap 2017’de Aras Yayıncılık tarafından Ermenice olarak yayımlanır. Gelgelelim, altmış yılı aşkın bir literer görünmezliğin ardından, Natali Bağdat’ın titiz çevirisiyle Aras Yayıncılık’ın Ekim 2024’te gerçekleştirdiği yeni baskı, bu önemli yapıtı hem tarihsel hem de yazınsal hafızanın merkezine bir kez daha taşır. Dolayısıyla, bu güncel okuma Deniz’i yalnızca gecikmiş bir etik ve estetik hesaplaşmanın belgesi olarak değil, aynı zamanda kolektif belleğin hem keskin ve güncel hem de nitelikli ve edebi açıdan nüanslı bir kaydı olarak konumlandırır.

Eserdeki on iki öykünün ilki 1946’da, sonuncusuysa derlemenin yayımlandığı 1961 tarihinde yazılmıştır. Savaş sonrası belirsizlik, yoksulluk ve yoksunluk dönemin Türkiye’sindeki ekonomik açmazlar, sosyo-politik refleksler, yeniden yapılanmalar ve Demokrat Parti iktidarının sert modernleşme hamleleriyle karakterize edilir. 6-7 Eylül olaylarının kitlesel/örgütlü şiddeti ve diğer tarihsel kırılmalar şehir yaşamının ve kolektif belleğin dokusunda derin çatlaklara yol açar. Öyküler sadece İstanbul’un çok katmanlı düşünsel ikliminin ve/ya zorlu yaşam koşullarının izlerini taşımaz; kentin parçalı hafızasını ve bu hafızanın yarattığı kimlik sorunsallarını görünür kılar. Bazı hikâyeler taşranın ve Lübnan’ın başkenti Beyrut’un –Akdeniz’in– kıyılarına dek açılarak coğrafi ve kültürel bir yelpaze içinde diasporanın kaotik ve çok sesli tahayyülünü inşa eder. Bu bağlamda mekân, özellikle İstanbul’un tarihî dokusu ve silueti dekoratif bir arka plan değil, öznelliklerin sınırlarını tayin eden, metinlerin zamansallığını ve duygusal yoğunluğunu biçimlendiren, kurucu bir topos işlevi görür.

“Ve belki de sonuçta kendilerini kendi öykülerinin bile başkişisi olarak görmeyen kişilerin türünden olduğunu düşünüyordur, o öykü daha başlangıcında başkaları tarafından sarsılmıştır; yolun yarısına varmışken öykülerin hepsi ne denli eşsiz olurlarsa olsunlar, kendi öyküsünün kimse tarafından anlatılmayı hak etmeyeceğini, olsa olsa bir başkası, daha serüvenli, daha göz alıcı ve en çok da daha fazla seçilmiş olan bir öykü anlatılırken, ona gönderme yapacaklarını keşfedenlerdendi. Benimki gibi ve aynı zamanda onunki gibi, gerçekte başka binler ve binlercesi gibi yaşamların başına gelen genellikle odur, yalnızca orada bulunurlar ve beklerler.”[1]

Yazar, “Burunsuz Kadriye” ve “Jülyet’in Beşliği” öykülerinde toplumsal normlarla uyuşmayan, cinsiyet ayrımcılığına maruz kalmış, kimsenin onları beklemediği, bir yere gitmeyen, kalabalıklarda gizlenen, talihlerinin kendilerinden bir şey almadan –bedel ödetmeden– yüzlerine gülmeyeceğine inanan yoksul ve yalnız kadınların; “Hazine”, “Babasının Oğlu”, “Geri Dönenler” ve “Yürekler Arındığında” anlatılarında bezginlik belirtileriyle sona yaklaştıklarını düşünseler de tuhaf bir biçimde yaşamı kucaklayan (iki yaşam arasında gidip gelen), sürekli telaş ve gelecek kaygısı içinde yaşayan, hemen her şeye inhisarcı duygularla karşı çıkan, sabırsız, öfkeli, sıkıntılı hallerine rağmen umutlarını kaybetmeyen erkeklerin; Aleksandr Kuprin ve İvan Bunin etkilerini anımsatan “Zigana Uslu Dursun”, “Vahric” ve “Deniz” hikâyelerinde huzurlu ve tekdüze bir yaşantıya sırt çevirmiş, beklenmedik sert darbelere karşı hazırlıklı, karanlık ya da gerilimli anlarda iç sükûnetlerini koruyan amma velakin heyecana, kargaşaya ve mücadeleye atılmaktan geri durmayan insanların; “Anarşist Değilmiş”, “Yeşil Panjurlu Beyaz Ev” ve “Bahar” metinlerindeyse yaşamı kendilerine yük etmeyen, herhangi bir olaya ya da bir şeyin varlığına kuşkuyla yaklaşan, içsel katılıktan uzak, iyimser, ayartıcı, alengirli, şaşkın, alaycı, hayal kurmaktan vazgeçmeyen ve yeni başlangıçları önemseyen karakterlerin yakın plan fotoğraflarını –onlarla özdeşleşerek– çeker.

Deniz’deki hikâyeler, deyim yerindeyse tematik çeşitliliğin dokusunda karakterlerin ruhsal ve toplumsal gerilimlerini somutlaştıran canlı bir topografyaya dönüşür. Her mekân –şehir– öznelliğin, hafızanın ve tarihsel kırılmaların yankılandığı birer laboratuvardır. Mütevazı ve yoksul çevrelerin titiz tasvirleri/betimlemeleri, günlük rutinin yeknesaklığında ortaya çıkan sorunlar, ani gerilimler, buhranlar, iyi ve kötü haberler, acı olaylar, yeni başlangıçlar ve hayaller sağanağı, metinleri hem sanatsal hem de ontolojik düzlemde zenginleştirir. Karakterlerin çok yönlü portresini oluşturan tüm iç ve dış dinamikler hikâyelerin biçimsel çatısını güçlendirir, anlam örgüsüne ve rengine derinlik katar. Ayrıca anlatılar “çoğunluğun” dertlerini, tasalarını, geçim sıkıntılarını, görünmez yüklerini, modernleşmenin açtığı sosyo-kültürel ve psikolojik yaraları umutla kırılganlık arasında salınan, şiirsel bir ritimle görünür kılar.

Ermeni karakterler dışında sahneye çıkan Balkan, Kürt, Laz, Rum, Slav ve Türk tiplemeler hareketlilikleri, ruhsal arka planları ve sosyo-politik konumlarıyla gündelik hayatın olağan akışında varoluşlarının trajik doğasına uygun düşen sürtüşmelerin yol açtığı uyuşmazlıkları ve kimlik bunalımlarını kendi dillerinde ve renklerinde yansıtır. Bu yansıma bireylerin kendi iç aynalarında ve sosyal hayatı sınırlayan saydam bir prizmada kırılarak yaşamın çelişkilerine ve açmazlarına karşı derinlemesine bir bakış sunar. Yazar, bu çok-kültürlü ve çok-sesli figürler aracılığıyla toplumun sosyal-sınıfsal yapısını, birey-toplum çatışmasını ve öznelliğin kırılgan doğasını ontolojik bir mercekten geçirir. Böylelikle mikro düzeydeki bireysel deneyimler, insan-nesne ve insan-insan ilişkileri makro düzeydeki toplumsal olayları ve tarihsel gerçekleri tutuşturan kıvılcımlar gibi her öykünün atmosferini aydınlatır ve eylem gücünü harekete geçirir.

“Bu dramatik kentleşme insanın esenliğine bir katkı yapmış mıdır? Bizi daha iyi insanlar mı kılmıştır, yoksa kuralsızlık ve yabancılaşmanın hüküm sürdüğü bir dünyada başıboş mu bırakmıştır? Bir şehir denizinin içinde çalkalanan monatlardan ibaret hale mi getirmiştir?”[2]

Biberyan öykülerinde mekânı ve zamanı organik bir çözülmezlikle kaynaştırarak özgün, canlı ve esnek bir metinsel uzam yaratır. Anlatıların etkin öznesine dönüşen paslı iskelelerin gıcırtısı, iyot kokusuyla yüklü rıhtımlar, kalabalık pazar yerleri, vapurların aceleci sirenleri, çamurlu sokakların ve rutubetli evlerin hüznü, merdivenli geçişlerin, daralan pasajların karanlık ve kasvetli dokusu; Lefebvre’nin üçlü ayrımında (algılanan-tasarlanan-yaşanan yer) özellikle yaşanan mekân (espace vécu) düzeyinde işlerlik kazanır ve şehrin hiç dinmeyen hengâmesi karakterlerin sosyo-psikolojik ve sınıfsal statülerini analitik bir nesnellikle ortaya koyar. Dolayısıyla kurgusal gerçeklikle biçimsel yapılar belleğin, mekânın ve aidiyetin dallanıp budaklanmış örüntüsünü somutlaştırır; kurmacanın retoriğinde okura farklı bir okuma ve yorumlama alanı açar. Bu bağlamda Hagop Oshagan ile Zabel Yessayan’ın yazınsal mirasları, diaspora deneyiminin, kimlik çatışmalarının ve kentsel öznellik üretiminin kavramsallaştırılmasında Deniz için güçlü ve karşılaştırmalı birer rehber niteliğindedir. Aynı zamanda Krikor Zohrab’ın kentsel anlatı repertuarıyla Aram Andonian’ın yayınevi ve gazetecilik pratikleri, söz konusu öykülerin hem tarihsel hem de epistemolojik dayanağını pekiştiren diğer önemli kaynaklar ve çalışmalardır.

Sanatçı, İstanbul’u yalnızca betimlenen ya da anılarla imlenen sessiz bir nesne ya da suskun bir tanık olmaktan çıkarır ve onu hikâyelerdeki olayların akışına yön veren canlı bir organizma, etkin bir unsur –örgünün faal bir ajansı– haline getirerek yapıtına otantik bir “şehir sesi” kazandırır. Kent bireysel acıların, marjinalliğin ve sosyal dışlanmışlığın mesafeli bir dille kaydedildiği aktif bir hafıza mekânı olarak tecessüm eder. Biberyan kalemiyle tıpkı Dziga Vertov’un kamerası gibi, Adalar dahil İstanbul’un birçok mahallesinde gezinir, görünmez ayrıntıları yakalar ve “ortalama hayatlar”ın trajedisini belgesele yakın bir sadelik ve poetik bir yoğunlukla aktarır. Dolayısıyla yazar yarattığı karakterlerin bireysel ve kolektif deneyimlerini edebi bir bellek olarak görünür kılar; onlar İstanbul’un park ve sokaklarında, pazar yerlerinde, kıyı ve köşelerinde dolaşır, meyhanelerinde demlenir ya da iskelelerin bekleme salonlarında pineklerken yalnızca gündelik yaşamlarını sürdürmez, kendi içsel arayışlarının ve trajedilerinin birer kahramanına dönüşürler.

“Deniz her zaman mutluluk getirmiyor. Çiledir deniz. Nereden bileceksin sanki. Yok, deniz başka şeye benzemez. Onu yıllarca dinlemiş, onunla koyun koyuna yatmış, ona umut bağlamış, ondan korkmuş, onun için fedakârlık etmiş olman lazım. Dört mevsim, yirmi dört saat onunla yaşaman lazım. Sana ne diyorum, deniz eziyettir. Uzaktan görürsün, seni çağırır. Gitmesen üzülürsün. Gitsen, yine gitmek istersin. İçindeyken ona özlem duyarsın. Çıkmak istemezsin ama mümkün değildir. Öldürür. Sen bilmezsin denizin ne olduğunu.”[3]

Kitabın adını taşıyan ‘deniz’, öykülerin bütününde yankılanan, anahtar bir imgedir. Sürpriz sonları vaftiz etmeden sunan çağrışımlara açık bir sınırdır; bilinçle bilinçdışının, gerçekle hayalin, yaşamla ölümün arasındaki ince çizgiyi temsil eder. Biberyan anlatısında denizi tekdüze bir motiften çok, çift yönlü bir semiyotik uyaran –sınırsız bir olasılık ve kaçınılmaz bir son– olarak işler: Deniz, umut ve yıkım, hareket ve tutsaklık, yakınlık ve uzaklık ikiliklerini eşzamanlı taşıyan kristalize bir yapıyla okura hem tanısal hem de eleştirel bir bakış açısı sunar. Böylece metin etik, estetik ve politik düzlemde toplumsal gerçekliği sorgular; bir tarafta umudun ve özgürlüğün çağrısı, diğer tarafta yenilginin, çaresizliğin ve ölümün soğukluğu vardır. Bu yapı öykü kişilerini yalnızca psikolojik özellikleriyle değil, sınıfsal ve toplumsal konumlarıyla birlikte okumayı da zorunlu kılar; çünkü hayallerle somut gerçekler arasındaki antagonizma denizin hem çağıran hem de umursamaz sürgit haliyle örtüşür. Eserin sanatsal stratejisi imgeleri yoğunlaştırmak ve duygusal yükleri sıkıştırmak üzerine kuruludur; deniz salt bir metafor değil, karakterlerin iç dünyalarına nüfuz eden ve onların kaderlerini belirleyen gerçeğin ta kendisidir.

“İstanbul’da doğru da yanlış da güzellik de çirkinlik de hep ‘ben olmayanlar’ tarafından üretilir. Ama paradoksal olarak, düzeltilmesi de yine aynı ‘ötekiler’den beklenir. İstanbullular kendilerinin değil, kendi ayna imgelerinin sorumluluk almasını umarlar.”[4]

Kitaptaki hikâyeler Barthes’ın metni “yazılabilir” (scriptible) bir düzlem olarak tanımlayan yaklaşımıyla değerlendirilebilir: Öyküler sabit anlamların iletildiği “okunabilir” yapılar olmanın ötesinde çoklu yorumlara açık, anlamın ertelendiği ve yeniden üretildiği bir göstergeler zinciridir. İstanbul’un zengin, otantik ve kaotik dokusu ne statik bir oluşa ne katı bir duygusal aidiyete ne de tek bir kimlik formuna indirgenebilir; aksine, kent çoğul göstergelerle hareket eden, yaşayan, nefes alan, direnç gösteren, tekinsizliğiyle tedirgin eden ve sürekli değişen bir imgesel mekân olarak metinlerin estetik ve epistemolojik temelini oluşturur. Bu bağlamda hikâyelerin yaşanmışlıkları dikkate alan keşif ve rasata dayalı yapısı yüzeyde gündelik ayrıntıları kaydederken derinde anlamın sürekli ertelenmesini ve kimliklerin istikrarsızlığını açığa çıkarır. Deniz sadece bireysel bir tanıklık ya da mekanik bir dizi olayın sıralanışı değil, İstanbul’un çok-dilli ve çok-kültürlü söylem evreniyle diyalog kuran, farklı toplumsal katmanları ve yaşam serüvenlerini üst üste bindiren, nitelikli bir eserdir. Mamafih, sanatçı öykülerini anlamın sürekli parçalandığı, çoğaldığı ve askıya alındığı, dinamik ve yaratıcı bir ifade alanına dönüştürür.

Biberyan yalnızca bir “tanık-yazar” değil, aynı zamanda gözlemci öznenin sınırlarını zorlayan edebi bir figür olarak da belirir anlatısında. Minimalist üslubu kısa ya da orta-uzun öykü formunun sınırlayıcı doğasıyla yer yer uyum içinde işler. Dilinin şiirselliğine ve imgelerinin zenginliğine yarı-melankolik bir ton hâkimdir; sözcükleri bir ressamın fırça darbeleri gibi kullanır, atmosferi ve duyguyu en ince ayrıntısına kadar yansıtır. Anlatımdaki bu ton ve üslup tercihi, insan varoluşunun rasyonelliğini ve karmaşık yönlerini kavrayan samimi, derin ve incelikli bir duyarlığın dışavurumudur.

“Kişi (person) sözcüğünün ilk anlamının ‘maske’ olması büyük olasılıkla basit bir tarihsel rastlantı değildir. Daha ziyade herkesin her zaman ve her yerde, az çok farkında olarak belli bir rolü oynadığı gerçeğinin kabulüdür bu. Biz birbirimizi bu roller içinde tanırız; bu rollerde kendimizi tanırız.”[5]

Biberyan’ın yazar kimliği roman ve öykü türleri arasında estetik ve tematik açıdan belirgin çizgilerle ayrışır. Toplumsal tarihin geniş panoramalarını inşa ettiği romanlarında – Yalnızlar (1959), Meteliksiz Âşıklar (1962) ve Karıncaların Günbatımı (1984), kolektif travmaları, tarihsel dönüm noktalarını, kimlik –etnik, dinsel vd.– çatışmalarını, toplumsal cinsiyet rollerini ve sınıfsal eşitsizlikleri merkeze alır. Buna karşılık 1961’de yayımlanan Deniz’deki öyküler bireyin hayallerine, iç dünyasına, yalnızlığına ve anlık psikolojik kırılmalara odaklanır. Romanlar diyaloglar, monologlar ve sosyo-kültürel betimlemelerle yüklüyken, öykülerde dil ekonomik, anlatım çok veçheli, yoğun, lakin doğrudan ve yalındır. Anlatılmayanlar, sessiz anlar, analiz dışı durumlar ve boşluklarsa okurun hayal gücüne, anlamlandırma ve yorumlama yetisine haraketlilik kazandırır.

Deniz ne nostaljik bir retorikle öykülerin başkişilerini romantize eder ne de dönemin güncel ve reel-politik didaktizmine teslim olur. Bilakis, ayrıntıların bağlantı noktalarında tuttuğu nesnel ve bütünlüklü kayıtla toplumun ötekileştirilmiş öznelerinin bireysel ve kolektif hafızasını edebi bir belge olarak temellendirir. Özle biçim arasındaki diyalektik birlik, gündelik konuşma dilinin “parataktik” akışı, çıplak gerçeğin etkin aktarımı ve dolaysız ifadeler (free indirect discourse) yüzeyin altındaki psikolojik çatlakları, travmatik olayları –nedenleriyle birlikte– ve varoluşsal problemleri çarpıcı bir biçimde gün ışığına çıkarır.

Özetle, sanatçı yarattığı karakterlerin seslerini monolojik denetime tabi tutmadan, girift ilişkiler ağında yalnızlık, anlaşılmazlık, çözülme, aidiyet ve bağımlılık arasında mekik dokuyan bireyin nesne, tarih ve öteki karşısındaki içkin ve trajik hesaplaşmalarının izini sürer. İnsanın imkân ve imkânsızlık geriliminde “sunulan yaşam”a yönelik tavrını öykülerin neredeyse tümünde yapıbozuma uğratarak tartışır. Bu nedenle Biberyan anlatı evreniyle olgun bir sanat formu yaratır; cinsiyet politikaları, iktidar ilişkileri, yabancılaşma süreçleri, edebiyat sosyolojisi, kültürel kodlar ve travma edebiyatı perspektiflerinden okunabilecek, yoğun ve geçirgen bir saha oluşturur.

Notlar

[1] Javier Marías, Berta Isla, çev. Neyyire Gül Işık, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2025 (4. baskı), s. 427.

[2] David Harvey, Asi Şehirler, çev. Ayşe Deniz Temiz, Metis Yayınları, İstanbul, 2015, s. 44.

[3] Zaven Biberyan, Deniz, çev. Natali Bağdat, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2024, s. 145.

[4] Uğur Tanyeli, Korku Metropolü İstanbul, Metis Yayınları, İstanbul, 2022, s. 36.

[5] Erving Goffman, Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu, çev. Barış Cezar, Metis Yayınları, İstanbul, 2005, s. 31.

Bu yazı ilk olarak K24‘te yayımlanmıştır.

gazetepatika23.com/nedim-dertl

Zeynep Hayır yazdı | “Bütün hayvanlar eşittir, ama bazıları daha eşittir”

Emek ve özgürlük mücadelesi ancak sınıfsal dayanışmayla, örgütlü ve ilkeli bir toplumsal güçle gerçek bir değişime dönüşebilir.

George Orwell’in 1945’te yazdığı Hayvan Çiftliği devrim hayalinin nasıl yozlaştığını ve ilkelerin nasıl sessizce değiştirildiğini çarpıcı biçimde gösterir. Orwell’in Hayvan Çiftliği bir çiftlikteki hayvanların özgürlük ve eşitlik uğruna başlattıkları devrimi anlatır. Domuz Snowball’un önderliğinde gerçekleştirilen bu devrim, başlangıçta eşitlik ve dayanışma ilkeleri üzerine kuruludur. “Yedi İlke” olarak bilinen bu kurallar hayvanların üretimden yönetime kadar kendi hayatlarını kontrol edebilmesini sağlar. Ancak zamanla Snowball’un ideallerinin gölgesinde güçle yozlaşmalar görülür, özgürlük ve eşitlik hayal olur, bazı hayvanlar diğerlerinden “daha eşit” hâle gelir. Boxer’ın emeği ve ölümü devrimin emeğe ve özgürlüğe dair vaatlerinin nasıl ihmal edildiğini gösterir yavaş yavaş Yedi İlke’nin değişimi tekelleşmiş gücün ve iktidar hırsının alegorisi hâline gelir.

Zalimin karanlığına karşı umut her zaman vardı ve var

Bu uyarı teknolojik gelişmelerin insan yaşamını dönüştürdüğü ama sömürü ve tahakkümün biçim değiştirse de bitmediği günümüz dünyasına ayna tutuyor. Emperyalizmin gölgesinde hâlâ zalim ve mazlum üreten ve yöneten diye ayrılmış sınıflar var.

Bugün Filistin’de binlerce insan katledildi kalanlar kendi topraklarında kamplarda mülteci olarak yaşam mücadelesi veriyor. Gıdasızlıktan ölümler sürerken açlığın taşıdığı ölüme ışık tutmak için yola çıkan yardım filoları küçük bir umut işareti taşıyor. Bu bir “savaş” değil eşit güçlerin çatışması değil sistemli bir jenosittir. Suriye’de yıllardır süren parçalanma ve vekâlet savaşları da benzer bir yıkımı derinleştiriyor.

Fransa’da 10 Eylül’de “Bloquons tout” (Her şeyi bloke et) çağrısıyla milyonlar 2026 bütçesindeki kemer sıkma politikalarına karşı hayatı durdurarak sokağa çıktı. Bu eylem 90’ların mirasını sahiplenen ve bugün de sokakları dolduran Nepalli gençlerin isyanıyla aynı toplumsal hafızadan besleniyor. İngiltere’deyse ekonomik krizin faturası göçmenlere kesilmeye çalışılıyor. Geçtiğimiz cumartesi, ırkçı ve göçmen karşıtı 100 bini aşkın kişinin katıldığı protestolar ırkçılığın krizin gerçek sebeplerini nasıl perdelediğini gösteriyor. Almanya’da da benzer biçimde aşırı sağ göçmen karşıtlığı üzerinden yükseliyor. Oysa göçmenler değil insanları yerinden eden savaşlar ve bu savaşları kışkırtan sermaye sınıfları sorgulanmalı.

Türkiye’de de güvencesizliğin ekonomik baskının ve kadın cinayetlerinin sürmesi emekçilerin yaşamını kuşatan adaletsizlik bu küresel tablonun yerel yansıması. Emek ve özgürlük mücadelesi ancak sınıfsal dayanışmayla, örgütlü ve ilkeli bir toplumsal güçle gerçek bir değişime dönüşebilir.

Hayvan Çiftliği bu nedenle yalnızca bir roman değil dünyayı emekten ve özgürlüklerden yana dönüştürme meramında olan herkes için değerli bir arşiv parçası. Devrimin coşkusu, örgütlü toplum ve ilkelere sadakat olmadan kalıcı özgürlüğün mümkün olmadığı gerçeği bugün Filistin’de kamplarda direnen halkın nefes alışında Fransa’da kemer sıkmaya “her şeyi bloke et” diyerek karşı çıkan işçilerin adımlarında Nepal’de sokaklara taşan gençlerin sesinde ve İngiltere’de ırkçı politikalara karşı duran kitlelerin haykırışında yankılanıyor.

Bu yankı Orwell’in uyarısını yeniden hatırlatıyor: Eşitlik yalnızca kâğıt üzerindeki bir ilke değildir onu her gün emekle savunmak ve yeniden kurmak gerekir. Aksi hâlde çiftlikteki Yedi İlke’nin tek bir cümleye indirgenmesi gibi umut da iktidarın keyfine bırakılır ve gerçek özgürlük yalnızca bir masal olarak kalır.

Yazımızın sonuna yine adı geçen kitaptan ezilen hayvanların devrim mücadelesinde ve sonrasında da eşitlik, özgürlük ve yoldaşlık içerisinde yaşamlarını şekillendiren bir aradalığın ve ortak mücadelenin sembolü olan, devrimin sürekliliğinin sağlanması ihtiyacını karşılayan, değiştirildiğinde ise devrimlerini yenilgiye uğratan şu meşhur ilkelerle bitirelim:

Yedi emir

İki ayak üstünde yürüyen herkesi düşman bileceksin.

Dört ayak üstünde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin.

Hiçbir hayvan giysi giymeyecek.

Hiçbir hayvan yatakta yatmayacak.

Hiçbir hayvan içki içmeyecek.

Hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecek.

Bütün hayvanlar eşittir.!

gazetepatika23.com/zeynep-hayi

Show older
Qoto Mastodon

QOTO: Question Others to Teach Ourselves
An inclusive, Academic Freedom, instance
All cultures welcome.
Hate speech and harassment strictly forbidden.